29 Eylül 2021 Çarşamba

ÖĞRETİM ÜYELİĞİNE YÜKSELTİLME VE ATANMA ÖLÇÜTLERİ

ÖĞRETİM ÜYELİĞİNE YÜKSELTİLME VE ATANMA ÖLÇÜTLERİ 




13 Mart Cmt 15:24  

 Alıcı: kotanlartr

  ÖĞRETİM ÜYELİĞİNE YÜKSELTİLME VE ATANMA ÖLÇÜTLERİ ÜNİVERSİTENİN KALİTESİNİ ARTIRACAK NİTELİKTE OLMALI

Prof. Dr. İbrahim Ortaş, 

iortas@cu.edu.tr

 

Sorun bilim-üniversite ve işleyişinin evrensel ölçekte tanımlanamaması ve doğasına uygun olarak yönetilmemesidir.

Kök Sorun: Üniversitelerde akademik kadroların yetiştirilmesi ve nitelik arayışında işin doğasına uygun ölçütlerin olmamasıdır.

 ÖZET

Son yıllarda üniversiteleri toplum nezdinde değersizleştiren çok sayıda nepotist, kayırmacı, liyakatten uzak atamalar kamuoyuna sıkça yansımaktadır. Üniversitelere alınacak akademik kadroların alınmasında yaşanan bu yaklaşımlar, hatta nerdeyse kişiye özel ilanların veriliş şekli YÖK’ünde dikkatini çekmiş ve zorunlu olarak yönetmenlik değişikliğine gitmiştir.  Ancak sorunun büyüklüğü ve çözümü YÖK’ün belirttiği boyutun çok daha ötesinde ve çok da derindir. Dünyanın ilk 17-20 sıralamasındaki Türkiye bilgi üretme ürettiği bilgiyi teknolojiye dönüştürmeyi halen başaramadı. Bütün uluslararası bilimsel ve insani gelişmişlik göstergelerinde ilk 20. Sırada değil çok daha gerilerde yer almaktadır. Bunun temel nedeni de üniversitelerinde uluslararası ölçekte yeterli nitelikli insanının olmaması, var olanların bir kısmının da beyin göçüne gitmiş olası gösterilebilir.  

Türkiye’nin ekonomik, sosyal yönde gelişmesi için üniversitenin amacına uygun sorunları bilimsel yöntemler ışığında felsefi temelli tartışma ve araştırmalara dayalı yaklaşımla bilginin üretildiği ve yayıldığı güçlü özerk kurumların varlığına bağlıdır. Doğayı, toplumu gözlemek, sorunları ve farklılıkları fark etmek, öneri geliştirmek, araştırma yapmak bulgularını anlamlandırmak kendisini iyi eğitmiş, kültürel birikimi olan analitik düşünce becerisi kazanmış kişiler aracılığı ile sağlanmaktadır. Bir üst bilinç gerektiren insanlar topluluğunun bir araya geldiği üniversite gibi elit ortamın taşıyıcıları olan öğrenci ve öğretim görevlisi, üyesi ve çalışanlarının da işlerinin doğası gereğince alanının yeterlilikleri, kültürel birikimi düşünme beceriler ekseninde seçicilikle belirlenmesi gerekir.

Sorun, YÖK ve Üniversiteler bilim yapabilecek bilgi ve koşullara sahip insanları belirlemeyi sağlayacak ölçütleri geliştirmedi. Çoğu zaman, çoğu üniversite de istemedi.

Sorun bilim-üniversite ve işleyişinin evrensel ölçekte tanımlanamaması ve doğasına uygun olarak yönetilmemesidir.

Kök Soru: Üniversitelerde akademik kadroların yetiştirilmesi ve nitelik arayışında işin doğasına uygun ölçütlerin olmamasıdır.

Türkiye’nin öncelikle “balık yiyen değil, balık tutmasını bilen” yetişmiş insan gücünü yetiştirecek, eğitim kurumlarını özelliklede üniversitelerinin öncelikle uluslararası standartların üzerine çıkaracak şekilde amacı, niteliği ve hedefi belirlenmiş konuma kavuşturulması gerekir. Üniversite ortamına seçicilikle alınacak seçkin akademik kadroların belirlenmesi bir iş kapısı olmasının ötesinde akademik yaşam biçimini benimsemiş, akademik bilgi alt yapısı gelişmiş, analitik düşünme, sorun çözme becerisi ve bilgi üretme yeteneği kazanmış, çalışma isteği ve disiplini olan insanlardan oluşması ölçütlerin dikkate alınması gerekir. İşin özel yetenek ve beceri gerektiği gerçeği ile işi yapacakların yetenek ve alanın yeterlikleri ve sürekli öğrenme becerilerine sahip kişiler arasında belirlenmesi için bilinen üniversite ilkelerinin dikkate alınması gerekiyor.

 Araştırmama görevliliğinde, yetenek, yeterlilik bilgisi yanında dil bilgisi gerekliliği aranması, doktora tezlerinin nitelikli yapılması kaliteli insan yetiştirmek için önemli gereklilikler. Öğretim üyeliğine geçişte, denme dersi ve nitelikli akademik dergilerde yayın yaptığını gösteren yayın dosyaları istenebilir. Doçentlik tezi, denem dersi ve sınav yeniden getirilmeli. Profesörlükte kişinin kuruma ne tür yenilik kazandıracağı, ideaları, hipotezleri ve çalışmalarında oluşan çalışmaları gibi uluslararası ölçekte uygulanan gereklilikler istenebilir.

 Konuya ilişkin geçmişte üniversitelerimizde de uygulanan ve gelişmiş üniversitelerdeki, Araştırma görevliliği, doçent ve profesörlük kadrolarına atamada aranan niteliklere ilişkin derlediğim bilgi ilgi duyanalar için aşağıdadır

 ÖĞRETİM ÜYELİĞİNE YÜKSELTİLME VE ATANMA YÖNETMELİĞİ’NDE YÖK’ÜN YAPTIĞI ZORUNLU DEĞİŞİKLİK VE KAÇINILMAZ ARAŞTIRICI KALİTESİ HAKKINDA ÖNERİLER.

     Son yıllarda üniversiteleri toplum nezdinde değersizleştiren çok sayıda nepotist, kayırmacı, liyakatten uzak atamalar kamuoyuna sıkça yansımaktadır. Üniversitelerde yaşanan bu yaklaşımlar, hatta nerdeyse kişiye özel ilanların veriliş şekli YÖK’ünde dikkatini çekmiş ve zorunlu olarak yönetmenlik değişikliğine gitmiştir.  Resmî Gazete ’de yayımlanan değişiklikle, yönetmeliğin “genel şartları” düzenleyen maddesine “İlana başvuru koşulu olarak adayların lisansüstü tez veya uzmanlık tezi adlarının bir kısmı veya tamamı yazılamayacağı gibi, ilanda sadece belirli bir adayı tanımlayan özel şartlara yer verilemez” cümlesi eklendi. Genelde üniversiteler gibi kurumlarda, özellikli niteliklere sahip kişilerin amaca uygun olarak, kendi alanının en iyileri içinde özenle seçilmesi gerekir. Aday arayışı özerk üniversite marifeti ile ihtiyaç duyulan alan, kadro derecesi belirtilerek Basın İlan Kurumu aracılığı ile ilan edilerek ilgililerin bilgisine sunulur. İlanlarda, aranan öğretim üyesinin çok (kişiye) özel eğitim ve çalışma alanı ayrıntılı bir biçimde tanımlanmadan verilmesine özen gösterilir. Ancak neredeyse “kişinin ayakkabı numarası” yazılı diye basının “tiye” aldığı bazı ilanlarda, bu kadar da olmaz dedirtecek şekilde, alınacak öğretim üyelerinin adı da önceden yazılmıştı, hatta büyük bir skandala imza atılan bu ilanda alınacak adayların isimlerinin yanında çeşitli notlar da alınmıştı. Anlıyoruz ki ilan kurum kültürü ciddiyeti ile dikkatlice hazırlanmamış ve hiç kimse okumadan basın ilana gönderilmiş. Basın ilan ve gazetedeki sorumlular da okumamışlardır ilandaki bilgileri. Sayısız örneklerden sonra, YÖK’ün 9 Mart 2021 tarihli resmî gazetede yayınladığı önemli, ancak yetersiz yönetmenliği çerçevesinde; Araştırma görevlisi ve Öğretim üyesi alımlarında üniversitelerin niteliğine ve saygınlığına zarar vermeyecek, liyakate dayalı nitelikli ölçüte kavuşturacak bir düzenleme gerekiyor. YÖK’ün de rahatsız olduğu, kayırmacılığın giderilmesi ve yapılan düzenleme olumlu, fakat hem yetersiz hem de sorun çok derin.

YÖK’ün yönetmenliğinin de altının doldurulması için ölçüt getirmek gerekir. Tabii öncelikle üniversitenin ne olduğunun temelden bilinmesi, ona göre de ölçütlerinin belirlenmesi ve benimsenmesi gerekir.

Üniversiteler bilimsel yöntemler ışığında araştırmaların yapılıp bilginin üretildiği ve yayıldığı, bilim, felsefe ve her türlü düşüncenin en üst düzeyde kabul görüp özgürce tartışıldığı, öncelikle ülke ve insanlarının karşılaşabilecekleri sorunları önceden fark edip gerekli önlemleri belirleyen, insanların gelişimi ve refahını arttıracak yeni araştırmaları kendine amaç edinen özerk kurumlardır. Üniversite ortamı, ortalama bilgi ve kültür alt yapısı üzerine ulaşmış, felsefi tartışma (bilgi sever) ve analitik düşünmeyi öğrenmiş, araştırma ve sorgulama becerileri gelişmiş, çağının en üst düzeyde yetkinliklerini kavramış, sorumluluk almaya hazır ve sorun çözme metodolojisine sahip nitelikli insanların bir araya geldiği bir ortamdır.

Üniversiteler, siyasetin kişilerin gönül düşüncelerinde var olduğu bilinen, ancak olay ve olgularda objektif olarak her zaman doğa ve insandan yana taraf tutan evrensel kurumlardır. Bilim insanlığı bu bağlamda bir meslek değil, tüm benliğiyle benimsenmiş özel bir yaşam tarzıdır/ biçimidir.

Bilim insanı, dünyanın her yerinde, bulunduğu konum ve görevi (misyonu) gereği, temelde bilinenlerden ve bilinmeyenlerden yola çıkarak, yeni bilgi ve düşünceleri üretme, ürettiklerini toplum yararına söyleme, yazma ve uygulama hakkına, doğal olarak sahip olan kişidir.  Bilim insanının en önemli özelliği, salt bilgi üretmenin ötesinde, ürettiği bilgiyle ilgili olgu ve olayları tartışma ve yorumlama birikimi ve becerisine sahip olmasıdır.  Bu nedenle, evrensel ölçekte akademik kadrolar oluşurken aşağıdan yukarıya doğru bütün aşamalarda liyakat, bilgi, yaratıcılık, analitik ve eleştirel düşünce becerilerine sahip olma, sorumluluk alma gibi birçok kriter değerlendirilir. Geçmişte yapılan araştırma görevlisi sınavlarında ezbere değil, çok yönlü sınav soruları ile adayın bilgiye ulaşma ve bilgi üretebilme becerisi belirlenmeye çalışılmıştır.  Sonra da sözlü sınav ile kişinin amaç ve hedeflerinin olup olmadığı, analitik düşünme becerisi ölçülürdü. Akademisyen Sınavlarında kişinin alan yeterliliği kadar, sorumluluk alma yeni bir şey söyleme, kuruma yeni bir bakış açısı kazandırması da işin doğası gereği aranmıştır.  

Bu da ancak özerk kurumlarda gerçekleşebilir.

 Bilim İnsanı Seçiminde Nelere Dikkat Edilir?

 Bilim insanı seçiminde kişinin her yönü ile irdelenmesi önem taşımaktadır. Duygusal zekâlı sorun çözebilme becerisi, bilgi düzeyi yanında sosyal ve kültürel birikimi de rol model olması nedeniyle önemsenmektedir.  Üniversiteye alınacak bilim insanı seçiminde insani yönü, kişilerin duyguları ve beklentileri elbette önem taşımaktadır. Ne yazık ki ülkemizde akademik kurum kültürü yerleşmediği ve üniversite bir işyeri gibi görüldüğü için, bilim insanı adayını belirleme sürecinde istenmeyen tartışmalar yaşanmaktadır. Tıpta uzmanlık sınavlarında geçmişte yaşanmış sorunlara çözüm olarak, başta Tıp Fakültelerine merkezi sınav TUS ile uzman alımı çok tartışılmış ve diğer fakültelerde de Lisansüstü ve akademik aşamaya başlamada LES, ALES ağırlık puanı sürece katılmıştır.  Ancak bu sefer de basına yansıyan haberlerde, ÖSYM sınavlarında soruların çalınması sonucu, çok sayıda kişinin hak etmeden başkasının önüne geçtiği belirtiliyor. Hak etmedikleri halde başkasının önüne geçmekle kalınmıyor, aynı şekilde önemli kurumların köşe mevkilerini tutan bu insanların çalıştıkları kurumları da çalıştırmadıkları sıkça vurgulanmaktadır.

Açıkçası işin doğasına uygun doğru kişi belirlemede ne ölçü getirebildik ne de haksızlık yapmamayı öğrenemedik. Bu da bugün yaşadığımız birçok sorunun temelini oluşturmakta, yansıması ise az gelişmiş bir toplum görünümüdür.

Üniversitelerde açılan kadrolara liyakatsiz kişilerin yerleştirildiği ya da adrese teslim kadro ilanları açıldığı gibi iddialar basına çok sık yansımaktadır. Üniversitelerdeki akademik kadrolara torpilli kişilerin alınması üniversite gibi bilgi, analitik ve soyut düşünme yeteneği, çalışma azmi gerektiren kurumlara ciddi zararlar vermektedir. Eğer insan yetiştirecek, her yönü ile nitelik sahibi olması gereken bilim insanınız yetersiz ise, orada ülkenin geleceği için gerekli nitelikli insanların yetiştirilmesi de imkânsız olacaktır.

Üniversite ve Akademik Kadrolar Bilgi ve Liyakati ile Örnek Olmalı ve Güven Duyulmalı

Kamuoyuna yansıyan haberlerde, kadrolara alınan kişilerin akademik kaygılar ve toplumun bilim ve eğitim düzeyini yukarı taşımaktan çok güvenilir bir iş arayışı ve statü arayışına girdikleri görülüyor. O zaman bu anlayışın üniversiteleri iyi üniversite değil, devlet dairesine dönüştürdüğü algısı oluşuyor. Bilim, araştırma, sanat ve eğitimi geliştirip yüceltecek nitelikli insanları daha üst perdeden, işin niteliğine göre seçerek ülkenin nitelikli insan gücü oluşturmamız için ölçüt geliştirmemiz gerekir.

Sıradan halkın çocuklarının cumhuriyetin yarattığı fırsat eşitliği sayesinde, eğitim yolu ile aşağıdan yukarıya doğru yükselmesinin mümkün olduğu güvencesi öğrencilere verilmelidir. Genç akademisyenlerin kadroya alımında, seçimi ve hak ediyorsa, hakkını hiçbir dış etkiye bakılmaksızın alacağı duygusu mutlaka verilmeli. Ona göre öğrenciler lisansta, varsa hedeflerine uygun olarak çalışmalıdırlar. Yoksa başta üniversiteler yaratıcılıktan ve yenilikten uzak birer kuru ağaç görünümüne dönerler ki bunun hiç kimseye faydası olmaz.

 Akademik Kadroların Oluşmasında Üniversite Tahammülleri Ve Liyakatin Önemi

Bölümlerde boşalan akademik kadro veya yeni alınacak öğretim üyesi için ilgili kadro ilanla aranır.  Kimin ve nasıl atanacağı   çok uzun ve kritik incelemelerle,  akademik CV’ler ve sınavlar sonrası, bölüm akademik kurulunun titiz sorgulaması sonucu belirlenir. Açıkçası duygusallık yerine, akıl süzgeci ve bilimin geleceği dikkate alınmaktadır.

Üniversiteler akademisyen seçimini doğru yaparsa eminim ki kendi bölüm başkanını, dekanını ve rektörünü de doğru seçecektir. Bugün yaşanan birçok tartışma da kendiliğinden sona ermiş olur. Üniversitenin dinamikler yerine, işin doğasına ve yetkinliğine uygun olmayan akademik kadrolar ile gideceği yer buradan daha ilerisi olmayacaktır. Son TÜBA 2020 ve YÖK bildirimlerinde de anlaşıldığı gibi, ülkemizin bilimsel verimliliği, akademik başarısı ve uluslararası kredisi düşüktür. Türkiye üniversiteleri nicel büyümesini tamamladı ve kaliteye önem verme yol ayrımında. Artık ciddi akademik ölçütler geliştirme zamanı geldi ve geçiyor. 21. Yy da çağının gerisinde kalmayı istemiyorsa konunun doğasına uygun uluslararası ölçütlere göre yürütülmesi gerekir.

NE YAPILABİLİR?

Lisans Üstü Araştırmacı Alımında Aranması Gereken Öneri Ölçütleri

Akademik yaşamın en çok öğrenilen ve üretilen dönemini doktora eğitimi sağlamaktadır. Bu dönemde çok yönlü bilimsel metodoloji, bilim tarihi, bilim felsefesi eksenli bir eğitim yanında nitelikli araştırma yapılmaktadır. Asıl olan doktora olup diğer unvanlar bu eğitimde kazanılanların üzerine eklenen bilgi, beceri ve birikimler sayesinde kazanılmaktadır.

Lisansüstü eğitime alınacak adayların belirlenmesinde mevcut ALES sınavı amaca uygun kişinin akademik yeterlilikleri yanında, akademik önceliklerini de belirleyecek şekilde yeniden düzenlenmelidir. Ezbere kitap bilgisi değil, kişinin yaratıcılığı, arzu düzeyi, sahiplenme duygusu, algı ve geleceğe bakışı de değerlendirilmelidir.

 Bölümlerin Araştırıma Görevlisi Kadroları Gelecek Planlamaya Göre Belirlenmelidir. Fiks Sınav Tarihleri Seçicilik İlkesi ile Çelişmektedir.

Mevcut durumda Ar-Gör kadroları için verilen ilanlarda “uygun adayınız yoksa ve kadroya uygun aday bulunmamıştır” dediğiniz anda bir başka zaman aynı kadroyu kullanamıyorsunuz. Aslında kadro her zaman birimin kadrosu olarak kalmalı, uygun aday bulunduğu zaman kullanılmalıdır. Eğer uygun aday yoksa başka şansınız yok anlayışı mutlaka değişmeli. Bu durumda istenmeyen kişiler Ar-Gör kadrosuna alınmaktadır. Ar-Gör alımı için fiks sınav tarihine esneklik getirilmesi gerekiyor. Birçok sınavda zorunlu olarak, aranan yeterlilikler sağlanmadan, kadromuz yanmasın diye, adayların alındığı sıkça belirtilmektedir. Ar-Gör ilanlarında ilanlar herkese açık genelleştirilmeli. Sınavlar nitelikli yapılmalı, uygun aday belirlenmemişse başak sınavlar yeniden düzenlenebilmelidir. Öneri olarak, ilk kadroya alınmada çıta biraz seçici olarak yüksek tutularak, ALES sınav başarısı 75, yabancı dil bilme düzeyi en az 60 puan şartı aranabilir. Mümkünse dil sınavı test yerine yazılı ve konuşmayı da içermelidir.

 Öğretim Üyeliği Kadrolarına Atama İlkeleri Uluslararası Ölçeklere Yakın Olmalı. İlk Kadro Alımında Aranması Gereken Öneri Ölçütleri Birçok gelişmiş ülkede, doktora sonrası belirli bir süre izlenen potansiyel adaylar daimî kadroya Doçentlik unvanı ile ders veren sıfatı ile kadroya alınır, bizdeki eski Yardımcı Doçent. Bugün öğretim üyesi alımlarında üniversitenin kendi akademik atama kriterlerine göre ilan ve arkasında bir dizi arama faaliyetleri ile seçilerek kadroya alınılır. Her şeyden önce adayın doktora konusu, doktoradan üretilen yayınlar, doktora sonrası post-dok süreci, yayınları, deneyim ve başarılarını yansıtan CV’si belirli komisyonlarca incelenir. Potansiyel adaylar akademik kurul üyeleri ile tanışır, adayın mutlaka çalışmaları ekseninde seminer vermesi istenir. Seminer kişinin ders anlatmanın ötesinde, konuşma kabiliyeti, bilgi düzeyi, bilimsel idealarını belirlemede önemli bir ölçüt oluşturmaktadır. Sonra da seminere katılan öğrenci ve hocaların kararı dikkate alınmaktadır. 11 Ekim 2015 tarihli Hürriyet gazetesinde Tolga Candaş’ın görüştüğü, Nobel Kimya ödüllü Prof. Dr. Aziz Sancar “Hatırlıyorum ABD’de ilk denememde bir öğrenci çocuğunun “Onu ilk gemiye koyup Türkiye’ye geri yollayın” dediğini hatırlatmıştı. Ülkemizde bence uygulamaların yapılması için hiçbir engel bulunmamaktadır. 

Akademik kadroya alınacak kişinin sağlanacak imkânlarla en az bir yıl yurtdışı bir kurumda araştırma yapmış olması, Q1 derecesindeki dergilerde makalesinin olması, uluslararası kongrelerde sözlü sunum yapmış olması akademik kalitenin sağlanması ve artmasına ciddi katkı sağlayacaktır.

 Doçent ve Profesör Kadroları Araştırmacı Alımında Aranacak Ölçüt Önerileri

Doçent kadrolarında belli ölçütlerin olması mutlaka sağlanmalıdır. Avrupa’da halen doktora derecesinden sonra “habilitasyon” adlı bir bilimsel bir araştırma ve tez hazırlanma süreci daha bulunmaktadır. Habilitasyon çalışması doçentlik sınavı karşılığı olarak, Avrupa ve Asya ülkelerinde en yüksek seviyeli akademik sınav olarak uygulanmaktadır.

ABD'nde doçentlik bir bakıma üniversitede akademik özgürlüğü güvence altına alan "tenure", ömür boyu iş garantisi şeklinde de değerlendirilebilen yükselme anlamında değerlendirilmelidir. ABD’de Doçentliğe giden süreç üniversiteden üniversiteye değişmekle birlikte 6 ve 7 yılın sonunda, üniversite kendi ölçütlerine göre doçentlik koşullarını belirler ve yetkin profesörler adayın dosyasının üniversite ölçütlerine uygun olup olmadığını Değerlendirirler.

Ülkemizde merkezi bir sistemle belirlenen yabancı dil bilgisi ve minimum sayıda makale sunan adaylar doçent olmaya hak kazanmaktadır. Bazı üniversiteler kendi kurallarını koymakta, ancak çoğu zaman konu mahkemelere yansımaktadır.

Türkiye’de de mutlaka “habilitasyon”, benzeri geçmişte uygulanan doçentlik tezi, deneme dersi yanında üniversiteler akademik kalite çıtalarına uygun olarak akademik kadrolarını belirlemelidirler...

Profesörlük Kadroları: Doktora ve doçentlik süreçleri nitelikli olmadığı zaman profesörlükte eleştiri konusu olmakta ve değişik sorunlar yaşanıyor. Bazı profesörlerin yetersiz bilgi ve önyargılarla yaptıkları açıklamalar basın ve kamuoyunda ciddi eleştirilmektedir. Bunları engellemek için profesörlük unvanının da daha sıkı elemeler ve ölçütlere dayandırılması düşünülmelidir. Doçentlikten sonra 5 yılını tamamlamış, Üniversiteye ne tür yenilik getireceğini bilmeyen, herhangi bir ideası ve hipotezi olmayan, nitelikli bir dosyası olmayan ve herkese profesörlük kadrosu verilmemeli. Hele araştırma üniversitesi ideasındaki yerleşik üniversitelerin çıtayı artık yükseltmesi, kaliteden taviz vermemesi, üniversitenin topluma güven vermesi bakımından önemlidir. Üniversitenin kurucu fakülteleri ve birimlerin akademik kadro ilkelerini çoktan ölçütlere bağlamış olması beklenir.

Ayrıca akademik kadro başvurularını değerlendirecek jüri üyelerinin belli bir birikimi ve yayınının olması gerekir. “Herhangi bir makale yazmamış, bir tane bile TÜBİTAK projesi yazmamış veya katılmamış kişiler jürilerde görev almamalı. Dünyanın hiçbir yerinde kimse bu kişileri bırakın jüri üyeliği, kadroya bile almaz.

 Akademik Kadroların Göreve Yükseltilmesinde Jüri Üyelerinin Akademik Yeterliliği Aranmalıdır

Öğretim üyesi jürileri ve dosya değerlendirmede 3 değil, en az 6 jüri üyesi (3 üye kendi kurumu, 3 üye yurtiçi Üniversiteler) olmalı.  Üniversitelerden, Liyakate dayalı hak edene hakkı verileceği duygusu yaratılmayıp nepotist yaklaşımlar engellenemezse toplumun güveninin kaybolacağı bilinmelidir.  

 Son olarak, üniversitelerimiz ve bilim kuruluşlarımızın uluslararası konuma ve saygınlığa kavuşması hepimizin dileğidir. O zaman bugün yaşanan pek çok sıkıntı, dekan ve rektör atamaları da çok az konuşulur olacaktır. Ülkemiz üniversitelerinin özerk konumu ile desteklendiği taktirde dünya çapında nitelikli bilim ve araştırma yapacak kadroları üreteceğine olan inancım tamdır. Yeter ki bilim ve üniversite kendi bilim işleyişi doğasına uygun ortam bulabilsin.

 12 Mart 2021, Adana

Not: Sayın hocam, birçoğunuzun e-posta adresi bir şekilde makinemdeki adres defterime yerleşmiştir. Amacım kimsenin zamanını almak ve rahatsız etmek değildir. Hepimizin ortak sorununu bir şekilde dile getirmektir. E-posta bu bakımdan düşüncelerimizi kolay paylaşabildiğimiz bir ortam. Ancak peşinen eğer istenmeden e-posta aldıysanız özür dilerim. Eğer geri bildirimde bulunursanız listeden adresinizi hemen çıkarırım.

 kotanlartr@googlegroups.com

http://groups.google.com.tr/group/kotanlartr?hl=tr?hl=tr 

grubu ziyaret edin

Not:Grupta gönderilen, alınan ya da grup içi yazılardan, iletilerden ve her türlü sunumlardan yazarları ve iletileri gönderenler sorumludur. Grup sahipleri ve yöneticiler kesinlikle sorumlu tutulamaz.

Saygılarımızla

kotanlartr@googlegroups.com


***


KOD ADI 128

 KOD ADI 128

 



Suay Karaman

 Demokratik ülkelerde iktidarları değiştirecek olaylar, ülkemizde ardı ardına yaşanmaktadır ama gereken örgütlü tepki gösterilemediği için, siyasi iktidar yoluna zafer kazanmış havalarında devam etmektedir. Gündemi aylarca işgal eden “128 Milyar Dolar Nerede?” sorusu, net olarak henüz yanıtlanamamıştır. Siyasi iktidar yetkililerinin yaptığı birbiriyle çelişen açıklamalar, toplumu ikna edemediği gibi, kuşkuları daha da arttırmıştır.

Merkez Bankası’ndan 128 milyar doların hangi tarihlerde, hangi kuruluşlara, hangi yöntemlerle ve hangi kurdan satıldığını açıklamak istemeyenler, tüm şüpheleri üzerlerine çekmektedir. Siyasi iktidarın dövizi belli bir seviyede tutmak için “128 milyar dolarlık döviz sattık, karşılığında Türk Lirası aldık, paralar kasada” açıklamasına bazı vatandaşlar inanıyor olabilir. CHP ise “Merkez Bankası her zaman ne kadar dövizi kaç liradan ve kimlere sattığının tablosunu açıklardı ama bu kez açıklamadı” diyor. Bunun yanında CHP’nin, Merkez Bankası'nın kayıp olduğu iddia edilen 128 milyar dolarlık rezervi hakkında TBMM Genel Kurulu'nda görüşülmesi için verdiği önergenin AKP ve MHP oylarıyla reddedilmesi de, olayın üzerindeki sırların açıklanmasını engellemiştir. 128 milyar dolarlık açıklanamayan kaybın nereye gittiğini sormak bir yurttaşlık görevidir.

 CHP’nin bazı il ve ilçe örgütlerinde “128 Milyar Dolar Nerede?” pankartları asılmıştır. Bir siyasi partinin ülkenin kaynaklarının nerelere harcandığını sorması anayasal hakkı olduğu gibi aynı zamanda toplumun bilgilendirilmesi açısından da önemlidir. CHP’nin “128 Milyar Dolar Nerede?” pankartı asması üzerine Cumhuriyet savcılıkları tarafından ‘AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan'a hakaret’ gerekçesiyle soruşturma açılması ilginçtir. Daha da ilginç olanı ise Cumhuriyet savcılarının, bu 128 milyar doların kaybolmasından AKP genel başkanıyla ilişkili olduğunu düşünmeleridir. Yoksa ortada bizlerin bilmediği bir şeyler mi var?

 Tayyip Erdoğan 21 Nisan 2020 günü yaptığı açıklamada 128 milyar dolar için “bu, vatan haini bir kampanyadır” ifadesini kullanmıştı. Açıklamasında Merkez Bankası dövizlerinin dağılımı için verdiği bilgiler şöyleydi: 30 milyar dolar cari açığın finansmanı için, 31 milyar dolar yabancı sermaye çıkışı, 50 milyar dolar reel sektörün döviz cinsinden borcunu azaltmak için,54 milyar dolar vatandaşın döviz ve altın satın alması tercihleri için. Bunların toplamı 165 milyar dolar ediyor. Her şeye zam gelirken yoksa 128 milyar dolar, 165 milyar dolar mı oldu? Böylece işler daha da karmaşık bir duruma geldi. Sonuç merakla beklenecek.

 Şimdilik 128 milyar doların nerede olduğu bilinmemektedir ama AKP iktidarı ile ülkemizin sorunlarının 128’den fazla olduğu bilinmektedir. Günümüzde büyük boyutlara ulaşan işsizlikle, açlıkla, yoksullukla, sefaletle boğuşan vatandaşlarımızda huzur kalmamıştır; gelecek kaygısı derin boyuta ulaşmıştır. Tarım, hayvancılık, sanayi bitirilmiştir, hukuk yok sayılmaktadır. Demokratik, laik ve bilimsel eğitim, medrese eğitimine dönüştürülmüştür. Terör bitirilemediği gibi, yurt dışına gönderilen askerlerimizden şehit ve yaralı haberleri gelmektedir. Ege adalarımız Yunanistan’ın işgali altındadır, ABD Başkanı soykırım açıklaması yapmıştır ama bütün bunlar cılız tepkilerle geçiştirilmektedir. ABD Dışişleri Bakanı’nın soykırım ifadesi hakkında; “Türkiye’yi suçlamak için değil kurbanları onurlandırmak için söylendi” demesi karşısında bile ses çıkaramayan siyasi iktidar, tükenmiştir. Belediyeler aracılığıyla hizmete özel Gri Pasaportla insan kaçakçılığı yapıldığı da ortaya çıkarılmıştır. Bunlardan başka Ticaret Bakanının kendi şirketi üzerinden kendi bakanlığına ürün satması, parti çalışanlarının aşırı zenginleşmesi, uyuşturucu ile pudra şekeri ilişkileri gibi akıl dışı işler yaşanmaktadır.

 Kaçak saraya ve lükse büyük harcamalara devam eden siyasi iktidar, otoyol ve köprüler için büyük tutarlarda ödeme yapmayı sürdürmektedir. Küresel salgın döneminde ekonomisi ve psikolojisi çöken vatandaşından desteği esirgeyen siyasi iktidarın ülkeyi doğru olarak yönetemediği açıktır. 14 aydan beri koronavirüs salgını ülkemizde hayatı olumsuz etkilemektedir. Yetersiz önlemler, duyarsız insanlar yüzünden artan ölümler “lebaleb kongrelerle” ve cenaze namazlarıyla milletin can güvenliğini riske sokmuştur. Esnafa, çalışanlara destek vermeyen, yeterli aşı getiremeyen, zamanında gerekli önlemleri alamayan siyasi iktidar, ülkemizi küresel salgının yeni merkez üssü konumuna getirmiştir.

 Küresel salgındaki ölümlerin artması üzerine siyasi iktidar 29 Nisan ile 17 Mayıs tarihleri arasında “Tam Kapanma” önerisini getirdi. Böylece uzun süredir gerçek bilim çevrelerinin önerdiği yöntem geç de olsa hayata geçirildi. Ancak İçişleri Bakanlığı’nca yayınlanan genelgeye bakınca, ‘ayrıcalıklar listesi' tam kapanma olmadığını ortaya koydu. Bu ayrıcalıklar listesine göre yaklaşık 20 milyon kişinin işe gitme zorunluluğu bulunmaktaydı. Ayrıca şans oyunları ve at yarışlarının ayrıcalıklar listesinde bulunması da, işi sulandırmaktır. Yabancı ülkelerden gelen turistlere herhangi bir kısıtlama olmaması da anlamsızdır. Tam kapanma sürecinde ‘alkol satış yasağı’ getirilmesi ise rejim değişikliğinin ayak sesidir. Ne yiyeceği düşünülmeyen vatandaşın, ne içeceğine karışmak ‘ileri demokrasiyle’ açıklanamaz.

 30 Nisan günü ailemizin en küçük üyesinin yaşadığı sağlık sorunu nedeniyle Hastaneye gitmek zorunda kaldık. Ankara’da trafik yoğunluğu normal günlerdeki kadar olmasa bile, kesinlikle az değildi, zaman zaman trafik sıkışıklığı bile yaşanıyordu. Otobüsler ve minibüsler “lebaleb kongrelerden” farksızdı, insanlar kendilerini sokaklara atmıştı. Maske, mesafe ve temizliğe dikkat düşük düzeydeydi. Bu şartlar altında güvenlik görevlilerinin araçları ve sokakta yürüyen vatandaşları denetleyebilmesi de zordu.

 Kısaca şunu söylemek gerekir: tam kapanma ülkemizde coşkuyla karşılandı. Milyonlar tatile gitti, halk sokağa döküldü, yaşam aynen devam ediyor. Bu durumda koronavirüs kime bulaşacağını şaşırıyor diyebiliriz. Ekonomik yetersizlikler de ortadayken bu şekilde bir tam kapanmanın çok başarılı olamayacağı görülmektedir. Ancak yine verilerle oynayarak, turizm sezonunu açmak için salgın tablosunun biraz iyileştirilmesi gündeme gelecektir. Sonrası ne olur bilinmez ama yine sonunda “kandırıldık” denebilir.

 Azim ve Karar, 3 Mayıs 2021.

 

 ***

SARIBAL

SARIBAL

 



Suay Karaman

 

   30 Nisan günü Halkın Kurtuluş Partisi, İstanbul İl Örgütü binasına “Soru Bir: Diploma Nerede?” yazılı pankartlar asmıştı. Bunun üzerine Fatih Kaymakamlığı, koronavirüsle mücadele kapsamında pankart asma yasağı getirdi ve pankartların indirilmesi istendi. İzmir’de de asılan aynı pankart için emniyet yetkilileri, bu pankartta birilerine ima yapıldığını söyleyerek, pankartın indirilmesini bildirdi. Ana muhalefet partisi ise pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da sessiz kalmayı tercih etti ama Dersim denince aslan kesiliyor.

 4 Mayıs tarihinde yeni CHP’nin Bursa milletvekili Orhan Sarıbal sosyal medyada “Unutmadık, asla unutmayacağız. Dersim katliamında yitirdiğimiz canları saygıyla anıyorum” söylemiyle bir mesaj yayınladı. Ülkemizin yoğun gündemi içinde böyle bir mesajın anlamı nedir? AKP genel başkanının diplomasını soramayan, sorgulayamayan yeni CHP milletvekilleri, hedef saptırmaktadır. Ülkemizin gündeminin değiştirilmesine aracılık etmektedirler. 24 Nisan günü ABD Başkanı, 1915 Ermeni olayları için ilk kez soykırım ifadesi kullandı. Bu olayı birkaç cümle ile geçiştirenler, emperyalizmin ekmeğine yağ sürenler, konu Dersim olunca tepki vererek, kükremeye başlamışlardır.

 Belgeleri okuyup, gerçekleri öğrenmek yerine kulaktan dolma bilgilerle Dersim olayını öğrenenler, yüzeysel ve anılarla dolu anlatımları gerçek sanarak kafalarına kazımışlardır. Böylece her seferinde Dersim diyerek, bilerek ya da bilmeyerek emperyalizme meze olmaktadırlar. CHP Bursa milletvekilinin sosyal medyadaki paylaşımı için yeni CHP grup başkanvekili ve Manisa milletvekilinin yorumu da ilginçtir: “Biz Dersimli fakir bir ailenin dördüncü çocuğunu genel başkan yaparak Dersimle helalleştik, Dersimle yüzleştik.”

 Genç Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yapılan dış destekli Dersim isyanının başı hain Seyit Rıza’nın sözlerinin de yeni CHP İstanbul milletvekiline ilham kaynağı olduğunu gördük. Atatürk’ün partisi olduklarını söyleyenler, Atatürk’e ve cumhuriyete isyan eden hain Seyit Rıza’nın sözlerinden ilham alıyorlar. Bunları ve benzerlerini Atatürkçü sananların, yurtsever sayanların düzeyi ortadayken, CHP’nin bu duruma düşmesi normal sayılmalıdır. Bilinçsizce ve sorgulamadan oy veren seçmenler, ülkemizin getirildiği durumu gözler önüne sermektedir.

 Demokratik ve laik cumhuriyetimize, özellikle Atatürk’e saldırmak isteyenlerin hedeflerinden biri de Dersimdir. Çünkü emperyalist güçlerin ana hedefi Atatürk’ü silmektir, Atatürk’e duyulan bağlılığı yok etmektir. İşte bu yüzden emperyalizmin kucağındaki yerli işbirlikçiler ara sıra Dersim olaylarını gündeme getirirler. “Yurtta barış dünyada barış” diyen, “zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir” diyen Atatürk'ü insan hayatına son veren bir katliamcı olarak göstermek, en hafif söylemle alçaklıktır.

 Dersim diyenler kesinlikle Atatürk, Türkiye ve Türk düşmanıdır. Bu söylemlerde bulunanlar görevlendirilmiştir ve genel başkanları ‘Dersimli Kemal’ izin vermese bunları söyleyemezler. Kendilerine Kuvayi Milliyeci, Atatürkçü, ulusalcı diyenler, bu kişilere tepki vermediği sürece bu döngü devam edecektir. Yapılan bu saygısızlıklara ve hakaretlere parti içinden de tepki gelmemektedir. 15 Kasım 2017 tarihinde CHP Tunceli il örgütü hain Seyit Rıza’yı anmıştı; o zaman da parti içinden tepki verilmemişti. Genel başkan ‘Dersimli Kemal’e şirin gözükmek için sessiz kalanlar, tepki vermeyenler; milletvekili listelerinde yer bulamayınca akıllarına Atatürkçü oldukları gelmektedir. CHP yok edilirken, ülkemiz bitirilirken, kendi çıkarlarını vatanın çıkarlarından üstün tutanlarla, hiçbir yere varılamayacağı görülmektedir.

 Emperyalizmin kucağına oturarak, tarihle yüzleşmeye yüzü olmayanlar, gerçek Atatürkçülerden tarihle yüzleşmelerini istiyorlar. Kemalist ilke ve devrimleri özümseyenlerin, emperyalizme karşı direnenlerin tarihle yüzleşmelerine gerek yoktur. Dünyayı talan edenlerin, yakıp yıkanların, katliam yapanların ve bunlara destek olan işbirlikçilerinin de tarihle ve kendileriyle yüzleşme zamanıdır. Ülkemizi bu sıkıntılı günlerden kurtarmak için önce CHP’nin kurtarılmasının zorunlu olduğu her olayda bütün açıklığıyla görülmektedir.

 Azim ve Karar, 10 Mayıs 2021.


***

ŞAHİN MENGÜ İÇİN

ŞAHİN MENGÜ İÇİN




Suay Karaman.

4 Nisan 1948 tarihinde Kastamonu İnebolu’da doğan avukat Şahin Mengü, 20 Eylül 2021 tarihinde Ankara’da hayata gözlerini yumdu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olan ve serbest avukat olarak çalışan Şahin Mengü, 1994-1996 yılları arasında Ankara Barosu Yönetim Kurulu Üyesi, 2001-2005 yılları arasında Türkiye Barolar Birliği Genel Sekreteri görevlerinde bulunmuştur. 2007-2011 yılları arasında CHP Manisa Milletvekili olarak TBMM’de verimli çalışmalara imza atmıştır.

Atatürk ilke ve devrimlerini, laik ve demokratik sosyal hukuk devletini, her zaman gururla vurguladığı Kemalizm’i yaşamının sonuna dek savunan Şahin Mengü, özü sözü bir, dobra konuşan, ilkelerinden taviz vermeyen nitelikli ve ilkeli bir siyasetçiydi. Böyle bir insanı yitirmenin acısı, herkesi derinden üzdü ve sarstı.

Ergenekon, Balyoz gibi kumpaslar döneminde birçok kişi korkudan sinmişken, Şahin Mengü ilkeli ve dik duruşunu hiç bozmadı, televizyonlara çıkıp yapılanları korkmadan eleştirdi. Kendilerine yeni CHP diyen grubun Atatürkçülükten ve ulusalcılıktan sapması üzerine, yöneticilerle savaşım içine girdi. Ankara İl Örgütü, Şahin Mengü için ihraç kararı verdi. Ancak yanlış maddeden ihraç edildiği için, bu karar Yüksek Disiplin Kurulundan döndü. İlkeli duruşu ve Atatürkçülükten taviz vermemesi, yeni CHP tarafından sevilmedi ama O, hiç aldırış etmeden mücadelesine devam etti.

2015 yılının Ocak ayında bazı eski parlamenterlerin çoğunlukta olduğu bir grupla, yeni CHP’yi kuruluş ilkelerine döndürmek için çalışmalar başlatıldı. Ben de bu grubun içinde çalışarak özellikle Şahin Mengü’yü daha yakından tanıma fırsatı buldum. Her hafta yapılan toplantılardaki coşkusu ve umudu herkesin mücadele azmini kamçılıyordu. 

Hemen hemen her hafta Şahin Mengü ile buluşuyorduk, CHP’nin ve ülkemizin aydınlığa kavuşması için projeler geliştiriyor, umutları tazeliyorduk. 2020 yılının Eylül ayında yine bazı arkadaşlarla bir araya gelerek “CHP Ulusal Birlik Kadro Hareketi” oluşturduk ve sürekli toplantılar yapmaya başladık. Küresel salgın nedeniyle yurt geneline istediğimiz gibi açılamayan hareketimizi, her hafta toplanarak beyin fırtınası şeklinde sürdürdük. Bu Eylül ayından sonra kadro hareketimizi yurt geneline yaymaya karar verdik ancak Şahin Mengü’nün herkesi şaşırtan zamansız ölümü, planlarımızı şimdilik alt üst etti.

“Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan oy almak isteyen siyasilerin yapması gereken, o bölgelerden ağa devşirmek değil, o bölgelerdeki feodal düzeni yıkacağını söylemektir” diyen Şahin Mengü, sorunun özünü açıkça göstermektedir.  “Cumhuriyet Halk Partisi'nde kötülerin zaferi, gerçek Atatürkçüler'in sessiz kalmalarındandır” diyerek, toplumun ses çıkarmasını isteyen ve öncülük eden Şahin Mengü, birlikteki mücadelemizde bizleri yetim bıraktı. Ancak bıraktığı projeleri tamamlamak ve umutlara ulaşmak için mücadele edeceğiz, bu konularda çok çalışmamız gerektiğinin bilincindeyiz.

Kendine özgü üslubuyla ve konuşmasıyla herkesin gönlünde taht kuran Şahin Mengü’ye “Şahin Bey” diyince “beni abi yerine koymuyor musun hoca?” demesindeki o tatlı ve sevecen ifadeyi artık duyamayacak olmamın üzüntüsünü yaşamım boyunca hissedeceğim. Böyle güzel bir insanı yitirmenin acısı unutulur gibi değil ve bizler için çok zor olacağı kesindir.

Başta değerli eşi Figen Mengü ve sevgili çocukları Nevşin ve Burak’a bu büyük acıya karşı direnme gücü diliyorum. Işıklar içinde uyusun hepimizin Şahin Abi’si. Özlediğiniz ve istediğiniz aydınlık Türkiye’yi, Atatürkçü CHP’yi oluşturmak için sizden aldığımız ışıkla var gücümüzle çalışacağımızdan kuşkunuz olmasın değerli Şahin Abi, sizi hiç unutmayacağız. 


Azim ve Karar, 27 Eylül 2021.


***

YARIM AKILLI ULAŞIM

YARIM AKILLI ULAŞIM


Hafta içi Ankara’ya gittik!


Pandemiden dolayı uzun zamandır özel otomobil ile seyahat etmediğimden olacak sürekli bir EDS ve radar korkusu ile araç sürmek zorunda kaldım.

Hasbelkader Avrupa’da araç kullanmışlığım da var.

Şu bir gerçek ki ülkemizde trafik levhaları akıl karıştırıcı. Özellikle TEDES, EDS ve sabit radar olan alanlardaki levha ve uyarılar yola konsantre olmaya engel.

O kadar dikkat etseniz de “acaba ceza yedim mi?” diye sürekli düşünüyor insan.

O kadar ki iş akıllı ulaşımdan, tuzaklı ulaşıma dönmüş.

Gel de ceza yedikten sonra “Delice”, “Balışeyh” ve “Merzifon” ilçelerini hayırlı olarak an!

Neredeyse nefret edecek hale geliyor insan.

Şimdi gelelim Samsun’a!

Samsun’da bir süredir akıllı ulaşım çalışmaları sürüyor.

Umarım şehir olarak cidden bir akıllı ulaşım uygulaması yaparız da insanları Samsun’dan nefret eder hale getirmeyiz.

Akıllı ulaşım sadece ceza kesmek, park ihlallerini tespit etmek, kırmızı ışık ihlallerini tespit etmek, hız koridoru oluşturmak için yapılmaz.

Sadece bunlardan ibaret bir sözde “akıllı ulaşım” uygulaması olsa olsa sürücülere ceza ve tuzak kurma odaklı para kazanma projesine dönüşür ki bu da Samsun’a yakışmaz.

Ceza bir gelir kaynağı olmamalı.

Dünyada “akıllı şehir uygulamaları” (smart city) başlığı altında “akıllı ulaşım” vardır ama ceza/tuzak odaklı değildir. Ceza bir düzenleyicidir.

Akıllı ulaşım denildiğinde akıllı otobüs duraklı, elektronik trafik yönlendirme panoları, otopark yönetim sistemleri, mobil uygulamalı bütünleşik sistemler olmalıdır. Bunların aması ise cezadan bağımsız şehrin trafiğini rahatlatma amaçlı bütünleşik sistemlerdir.

Nasıl bir uygulama olacağını göreceğiz ama sadece ceza odaklı veya ceza/tuzak ağırlıklı bir uygulama Samsunluların nefretini kazanma, Samsun’dan geçenleri ise kötü anılarla hatırlatma dışında bir işe yaramaz.

Samsun’a da yakışmaz.

Bu tarz bir uygulama da “akıllı ulaşım” olmadı gibi olsa olsa “yarım akıllı ulaşım” olur!

Kalın Sağlıcakla.

Hüseyin Kurt

***

SURİYE, ARAP BAHARI. BÖLÜM 4

SURİYE, ARAP BAHARI. BÖLÜM 4



Suriye’nin kuzeyinde bulunan Halep şehri ülkenin en kalabalık şehridir, etnik olarak da çok karışıktır. Halep tarihi boyunca bölgede önemli merkezlerinden biridir. Haçlı seferler döneminde Raymound’u hayali Halep’e girmektir velakin Nureddin Zengi’nin ordu komutanı olan Esaddin Şirkuh’yu verdiği mücadele Haçlıları geri püskürmüştü. Aynı zaman şehir gerek kültürel gerek ticari olarak da eski ipek yolunun üzerinde yer almasından dolay önemli bir yere sahiptir. Suriye’de isyanların başladığında ilk yılında Halep’te hiçbir sorun yok iken ancak Suriye ile Türkiye olan sınır kapıları ÖSO eline geçmesiyle Halep’te ilk isyanlar başladı. Aynı zaman da Halep rejim için en önemli şehri idi. isyanların başlamasıyla rejim bütün gücüyle bölgeye saldırmaya başladı. Çünkü Halep rejimin önemli bir kalesidir. Halep düşürmek rejimi düşürmek gibidir. 2012 yılından bu güne kadar Halep’te yüz binlerce göç, binlerce ölü ve kayıp söz konusudur. Aynı zaman Halep rejim, ÖSO ve PYD arasında bölünmektedir.

GÖÇ

Daha önce Filistin’de ve farlı bölgelerinde göç alan Suriye ancak 1982 yılında Hama isyanlarında çok sayıda Sünni göç söz konusu oldu. 2011 yılında Arap Baharı adı altında Kuzey Afrika’da çıkan isyanların dominom taşları gibi birçok Arap ülkesine sıçradı, bazılarında başarılı olurken bazılarında da maalesef toplu katliam, işkence ve göçe neden oldu. Peki, neden Suriye halkı Mısır ve Tunus gibi direnmedi ve ülkesini göç etmeye tercih etti? Yukarı bahsettiğim terör örgütleri ve diğer askeri militanların birçok farklı ülkeden gelmeleri, Suriye’nin sosyolojisini ve Kültürünü bilmediği için farklı yöntemlere başvurmuştur. Kimleri hırsızlık, kadın ticareti, insan kaçırma, fide isteme tehdit etmek, yandaş-karşı olduğu için inşaları topluca öldürmeleri söz konusu olmuştu. İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, Suriye’de hükümet karşıtı gösterilerin çıktığı 2011 yılı Mart ayından bu yana ölenlerin sayısının 20 bini aştığını söylüyor Suriye'de Mart 2011'de başlayan protestolardan bu yana, binlerce Suriyeli hiçbir iz bırakmaksızın ortadan kayboldu, zorla "kaybedildi". Bazen Suriye rejimi, bazen de muhalif militan örgütler, yakaladıkları kişileri gizli yerlerde, kimseyle irtibat kurmalarına izin vermeksizin tuttular. Bu kişiler, çoğu zaman insanlık dışı koşullarda barındırıldı. Bazıları işkence gördü, bazıları işkenceden öldü. Arkada bıraktıkları yakınları, onlara ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemedi ve bu dayanılmaz acıyla baş başa kaldı (Irshaid, 2014).

Birleşmiş Milletler Mülteciler Örgütü'ne (UNHCR) göre, 26 Mayıs 2015 itibarıyla Suriye'deki savaştan kaçan milyonlarca insandan 1.761.486’sı Türkiye'ye sığındı. 7 Mayıs rakamlarıyla Lübnan, 1 milyon 183 bin 327 kişiyle Türkiye'nin ardından en fazla Suriyeli kabul eden ikinci ülke oldu. Ürdün yaklaşık 630 bin, Irak 250 bin, Mısır da 134 bin kişiye kapılarını açtı. Avrupa Birliği'nde en fazla Suriyeli kabul eden ülke Almanya oldu. Almanya'nın 100 binden fazla sığınmacı kabul ettiği belirtiliyor (bbc, Hangi Avrupa ülkesi kaç Suriyeli kabul etti?, 2015)

SONUÇ 

Suriye’de 2011’den beri devam eden gösteriler ve iç savaş, ilk önce rejim tarafında zalimce bastırılması, gözaltına almaları, işkence yapmaları ve her türlü kirli oyunlar oynandı. Suriye dışında eğitim alan ve yetişen militanlar. Bir yanda Türkiye,  Suudi Arabiya, Katar ve BAE tarafından isyancılara sağlanan lojistik, ekonomik ve askeri destek bir yandan da Rusya, Çin ve İran tarafından rejime sağlanan askeri destek, her ikisinin karşılaşması adeta Suriye’ye bir savaş alana dönüşü verdi. Eskiden etnik, din ve mezhep ayrımları pek göz önüne çarpmamışken ancak isyanlarla beraber bütün bunlara yeryüzüne çıktı. Suriye’nin toplumun tabanında ciddi sorunlar oluştu. Aynı zamanda isyanın başarı olmama sebebi de bu ayrışmalar ve fitneler sebep oldu. Sünnilerin Şii ve Alevilere düşman olmaları Kürt ve Nasirler Araplara tavır almaları ve bunun sonucu ortaya çıkan kin ve nefretler. Bütün bu ayrılıkçılıkların sonucu tekrar birleşmesi hayli zordur. 

Arap Baharı Suriye’nin ektik yapısı parçalanması, bundan sonra bir araya gelmesi imkânsız olur diye biliriz. Parçalan toplumsal tabanı birleşmesi de zor olur. Bu da ülkeyi parçalanmaya sürdürebilir. Belki savaşın sonunda farklı federasyonların oluşması veya ülkeciklere bölünebilir. Bir sorun daha ise yurtdışına çıkan insanların farklı kültürlere adapte olması sonucu da ayrı bir sorun doğurmaktadır. 

Kaynakça

AA, L. (2011, Aralık 31). Suriyeli iki muhalif grup arasında anlaşma sağlandı. Milliyet.com.tr » Dünya » Haber » Suriyeli iki muhalif grup arasında anlaşma sağlandı31.12.2011 - 14:00 | Son Güncelleme: 31.12.2011-14:20. LEFKOSHA: Milliyet.

Acun, C. (2016, ağustos 27). 7 soruda fırat operasyonu. http://www.sabah.com.tr/yazarlar/perspektif/canacun/2016/08/27/7-soruda-firat-kalkani-operasyonu. Sabah Gazetesi.

Ataman, M. (2012). SURİYE’DE İKTİDAR MÜCADELESİ: BAAS REJİMİ, TOPLUMSAL TALEPLER ve ULUSLARARASI TOPLUM. İSTANBUL: SETA.

bbc. (2012, Mart 12). Suriye Annan Planı'nı kabul etti. http://www.bbc.com/turkce/haberler/2012/03/120327_syria_annan. bbc türkçe.

bbc. (2015, Haziran 15). Hangi Avrupa ülkesi kaç Suriyeli kabul etti? http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/06/150615_suriye_multeci_avrupa. bbc türkçe.

bbc. (2015, Haziran 15). Hangi Avrupa ülkesi kaç Suriyeli kabul etti? http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/06/150615_suriye_multeci_avrupa. bbc türkçe.

BUÇUKCU, Ö. (Haziran 2012). Suriye Krizi’nde Bölgesel ve küresel aktörler. SDE , 6.

Dağ, A. E. (2013). SURİYE. Bilad-i Şam’ın Hazin Öyküsü. İstanbul: İHH.

Erkmen, S. (2014). Türkiye ve Suriyeli Kürtler: Güven Bunalımı, Tıkanmışlık ve Bir Arada Yaşama. Ortadoğu Analiz, 18-29.

Ersoy, P. (2014, Ekim 27). ‘YPG, ABD için iyi bir müttefik’. http://www.milliyet.com.tr/-ypg-abd-icin-iyi-bir-muttefik--gundem-1960551/. Milliyet Gazetesi.

Ertuğrul, D. (tarih yok). Türkiye Dış Politikası için Bir Test; Suriye Krizi. TESEV Dış Politika, 2.

Irshaid, L. R. (2014, kasım 12). Suriye'de kayıp binlerce kişi nerede? http://www.bbc.com/turkce/haberler/2014/11/141111_suriye_kayiplar. Türkiye: bbc.türkce.

Jazeera, a. (2012, mart 9). Kofi Annan'ın çağrısına ret. al-Jazeera turk.

Jazeera, A. (2016, EYLÜL 29). Suryiye İç Savaşı. Rusya'nın Suriye'deki bir yılı. Aljazeera Turk.

Karabat, A. (2013). Suriye Savaşları. İstanbul: Timaş.

Kibaroğlu, M. (2011). Arap Baharı ve Türkiye. Adam Akademi, 26.

Kıran, A. (2014). ARAP BAHARI, SURİYE VE DEMOKRATİK DÖNÜŞÜM BEKLENTİLERİ. Anemon MŞÜSosyal Bilimler Dergisi. , 103.

Kıran, A. (2014). ARAP BAHARI, SURİYE VE DEMOKRATİK DÖNÜŞÜM BEKLENTİLERİ. Muş Alparslan Üni̇versi̇tesi̇ Sosyal Bi̇li̇mler Dergisi, 12.

Kohen, S. (2016, Eylul 29). Suriye'yi kim kurtaracak? http://www.milliyet.com.tr/suriye-yi-kim-kurtaracak--dunya-ydetay-2315780/. Milliyet Gazetesi.

Mahalli, H. (2014). Diren Suriye. İstanbul: destek.

Memdukh, N. (2015). السياسة الخارجية الروسية تجاه منطقة الشرق األوسط. (M. S. KANBAR, Çev.) بســــــكرة: جامعة محمد خيـضر – بســــــكرة.

Milliyet. (2012, Ağustos 02). ABD, Türkiye'yi uyardı: "Daha fazla ileri gitmeyin". http://www.milliyet.com.tr/abd-turkiye-yi-uyardi-daha-fazla-ileri-gitmeyin-/dunya/dunyadetay/02.08.2012/1575339/default.htm. Milliyet Gazetesi.

Oğuzlu, D. D. (2011). Arap abaharı ve Yansımaları. Ortadoğu Analizi, 8.

Orhan, A. (2016). Türkiye-Rusya Yakınlaşması ve Suriye. Ankara: ORSAM araştımaları.

Özkaya, A. N. (2008). Suriye Kürtleri: Siyasi Etkisizlik ve Suriye Devleti’nin Politikaları. USAK, II, 90.-116.

Şemsidin Erdoğan, E. d. (2015). Irak Şam İslam Devleti (IŞİD): Gücü ve Geleceği. Savunma Bilimleri Dergisi, 6-34.

Şen, Y. (tarih yok). Suriye'de Arap Baharı. Yasama Dergisi 23, 59.

Taşkın, Y. (2013). AKP Devri, Türkiye Siyaseti, İslamcılık ve Arap Baharı. İstanbul: birikim yayınları.

Taştekin, F. (2015). Suriye yıkıl git, diren kal. İstanbul: ilitişim yayınları.

Yüksel, O. (2013). Ortadoğu Arap baharı ve Sosyal medya. Politik akademi.


***


SURİYE, ARAP BAHARI. BÖLÜM 3

                                    SURİYE, ARAP BAHARI. BÖLÜM 3



ARAP BAHARI İÇ SAVAŞA DÖNÜŞMESİ

Muhalifler İstanbul’da ilk toplantıda “Dışarıdan destek yok” diyordu ama daha bir ay geçmeden Suudi Arabistan, Ürdün, Lübnan ya da ABD bağlantılı muhaliflerin maaş olarak kullandığı endişesi öne çıktı. Haddam kaos çıkarmak için göstericileri silahlandırmaya çalışıyordu. BAE ise göstericilere organizesinde kullanılmak için Thuraya marka telefonu sağladı. Saad el-Hariri de intikam için Adamlarını seferber etti (Taştekin, 2015, s. 82). Ulusal Demokratik Değişim Koordinasyon Komitesi’nin bildirisinde, 31 Aralık 2011’de Kahire’de imzalanan anlaşmanın "Suriye’nin demokratik bir devlete doğru geçiş süreci için, demokratik mücadelenin prensiplerini tanımladığı" bildiride “Arap müdahalesinin bir dış müdahale olarak kabul edilmediği" vurgulanan anlaşmada, "sivillerin her türlü yasal imkânla korunmasının gerekliliği" açıkça ortaya kondu (AA, 2011).

Suriye’de sivil halk gösterileri azaldığında ülke dışında gelen muhalif güçler, Rejim ile muhalifler arasında şiddetli çatışmalar başalarken İdleb’e bağlı Cisr el Şuğur’da 2011 yazı boyunca ülke dışında muhalifler devrin sivil olduğunu dillendirmeyen devem etse de sahada durum başkaydı. Ta başından itibaren asker ve polis cenazeleri geliyordu. Muhalefette göre 123 güvenlik görevlisinin feci şeklinde katledildiğini olayla birlikte duvara çarptı (Taştekin, 2015, s. 86). Çatışmalara hızla devam ederken dünya medyasında yer almıştı. BM bu korkunç olayları durdurmak için Kofi Annan liderliğinde bir plan düzenlendi. Annan'ın bu kararı "şiddet ve kan dökülmesine son verebilecek, muhtaçlara yardım ulaştıracak, Suriye halkının meşru taleplerinin yerine getirilmesi için siyasi diyalog sağlanmasına elverişli ortam yaratacak önemli bir ilk adım olarak gördüğünü. Altı maddelik Annan planı, Cumhurbaşkanı Beşar Esad'ın yerleşim merkezlerinden askerlerini çekmesini, tüm tarafların çatışmalara en azından günde iki saat ara vererek insani yardımın ulaşmasına olanak vermesini, yönetimin isyan sürecinde gözaltına aldığı kişileri serbest bırakmasını öngörüyor. Hem BM hem de Arap Birliği'ni temsil eden Annan halen şiddete son verilmesi için hazırladığı plana destek almak üzere Çin'de temaslarını sürdürüyor. Annan'ın temasları sonrasında Rusya Cumhurbaşkanı Dimitri Medvedev de girişimi bütünüyle desteklediğini çünkü bunun 'Suriye'nin uzun ve kanlı bir iç savaşın önüne geçmek için son fırsat' olduğunu söyledi (bbc, Suriye Annan Planı'nı kabul etti, 2012). Ancak bu plan 9 Mart 2012 muhalifler tarafından Kofi Annan’ın, ‘diplomatik çözüm’ talebi Şam rejimine karşı direnen muhalifler tarafından reddedildi (Jazeera a. , 2012).

Annan'ın Barış Planı

1. Suriye halkının istek ve endişelerine yanıt sunacak Suriye öncülüğünde bir siyasi süreç

2. Sivillerin korunması için BM gözetiminde her tür silahlı şiddete son verilmesi

a) Hükümet meskûn alanlara asker sevkini ve silah kullanımını durdurup buralarda bulunan askerleri çekecek

b) Muhalefet çatışmalara son verme taahhüdünde bulunacak

3. Tüm taraflar çatışma yaşanan bölgelere insani yardım sevkini sağlayacak ve insani amaçlarla her gün iki saatlik sükûnet dönemleri sağlanacak

4. Yetkililer keyfi şekilde tutuklanmış kişilerin serbest bırakılması sürecinin hızını ve kapsamını artıracak

5. Yetkililer ülkede gazeteciler için hareket serbestisi temin edecek

6. Yetkililer toplanma ve barışçı şekilde gösteri yapma hakkına saygı gösterecek.

11 Kasım 2012’de Katar’da toplanan muhalefet grupları 60 kişiden oluşan yeni ve daha kapsayıcı bir liderlik konseyi kurulmasını kararlaştırmıştır. Suriye içi ve dışından üyeleri kapsayan Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonunun ülkenin tek yasal temsilcisi olarak tanınması, yapılacak mali ve muhtemelen askeri yardımlar için tek adres olması umulmaktadır. Şeyh Moaz el-Hatib Koalisyona başkan seçildikten sonra Suriyeli askerlere orduyu terk etmeleri çağrısında bulunmuş ve tüm mezhep ve etnik grupların birleşmesini istemiştir. Daha önce en büyük muhalefet örgütlenmesi olan Suriye Ulusal Konseyi, koalisyon grubundaki 60 sandalyeden sadece 22’sini kontrol etmektedir (Şen, s. 66). 2012 yılından itibaren Suriye’ye gerek Türkiye eğiten militanlar gerekse Libya, Tunus ve diğer ülkelerden militan Türkiye, Lübnan ve Ürdün üzerinde Suriye’ye girdikten sonra Suriye halkı hem rejim tarafında hem de muhalif güçler tarafından katliama ve şiddete maruz kaldı. Daha sonra ülkeye farklı mezhep ve ülkelerden militan akımı başlamıştı. Bu da Suriye’nin kanlı bir sayfanın başlangıcıydı. 

Suriye’de ayaklanmaların başlamasıyla ilk olarak Kürtler herhangi bir etkinliğe katılmadı. Çünkü 2004’ten sonra Kürtlerin bazı ayaklanmalarına Araplar tatafından destek görülmedi ve illerde de tam olarak ne olacağına tahmin etmediği için mesafeli durmuştu. Temmuz 2012’de İstanbul’da yapılan toplantıda Araplar tavizsiz bir şekilde  “Suriye Arap Cumhuriyeti” adında ısrar ederken,  Kürtler toplantıyı terk etmiştir. Daha sonra Kahire’de düzenlenen toplantıda da Kürtler konferansı terk etmek durumunda kalmışlardır. Kürtlerin bütün ısrar ve çabalarına rağmen, muhalefetin Arap üyeleri “Kürt halkı tanınmalıdır” şeklindeki bir maddeyi kabul etmemişlerdir. Bütün bunlar Kürtlerin gittikçe uzaklaşması ve kendi başlarının çaresine bakmasına yol açmıştır.  Kürtler Suriye Ulusal Konseyi’nde (SUK) sadece sembolik düzeyde yer almıştır. (Kıran A. , 2014, s. 12) Ancak Türkiye Suriye Kürtlerinin bağımsız bir devlet olma yönündeki girişimlerine seyirci kalmayacağını dile getirirken, Suriye Kürtlerinin nüfus olarak devlet kurmak için yeterli olmadıklarını ileri sürmektedir (Kıran A. , 2014). 2004’te kurulan PYD diğer Kürt partileriyle karşılaştırıldığında göreli olarak ne istediğini bilen bir parti görüntüsü çizmekteydi (Erkmen, 2014) Kürt Yüksek Komitesi, Temmuz 2012 tarihinde Demokratik Birlik Partisi (DBP ya da PYD) ve Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesut Barzani’nin inisiyatifiyle 13 Kürt partisinin ittifakı olan Kürt Ulusal Konseyi (KUK) arasında kurulmuştur. Komitenin Suriye’nin kuzey doğusunda hükümet kuvvetlerinin çekilmesinden sonra 2012 yazında ortaya çıkan fiili özerk Kürt bölgesini yönetmesi umulmuştur. Ancak KUK, Demokratik Birlik Partisinin yönetimi paylaşım anlaşmasına sadık kalmadığından şikâyet etmiştir (BBC 2013). PKK bağlantılı bir örgüt olan PYD, kuzeydoğu Suriye’de fiilen özerk bir Kürt bölgesi idare etmektedir (Şen). Ancak PYD İŞİD’de karşı en güçlü mücadele vermektedir. 

Suriye’ye gidip çatışan Müslüman gruplar bulunmaktadır(…)Bütün bu örgütlerin yanında, rejimin askeri yapısını zayıflatmak ve düşürmek amacıyla oldukça örgütlü bir şekilde mücadele eden El Kaide örgütü var. Üstelik El- Kaide ile bağlantılı bir şekilde çalışan, Kafkasya, Afganistan, Yemen, Libya, Ürdün, Mısır ve Türkiye gibi ülkelerden gelip temel amacı cihadı gerçekleştirmek olan kimi radikal İslamcı gruplar bulunmaktadır. Suriye rejiminin bir an önce düşmesini isteyen Türkiye gibi ülkeler, istemeyerek de olsa, dolaylı olarak El Kaide ile bir ilişki içinde görünüyor, ya da bu örgütü “planlı mücadeleyi alevlendirecek bir güç olarak görüyor”. Ancak bu durum, özellikle Şii yönetimlerin egemen olduğu İran,  Irak ve Lübnan gibi ülkeler açısından farklı değerlendirilmiyor. Onlara göre Vahabiler Şiileri hedef alıyor ve asıl hedef Şiilerin yönetimden uzaklaştırılmasıdır (Kıran A. , 2014). Beşar Esad’ın zalim rejimine karşı ayaklanma kısa süre sonra farklı amaçlar güden ideolojik, mezhepsel ve etnik grupların katılmasıyla adeta savaş içinde savaşlara yol açmıştır. Esad’a karşı çıkan muhalifler kendi aralarında bölünmüş ve rakip gruplar birbirlerine karşı savaş açmıştır. El Kaide’den kopan El Nusra ve benzeri radikal örgütler de kendi içlerinde ihtilafa düşüp eylemlerini kendi amaçları doğrultusunda sürdürmüşlerdir (Kohen, 2016)

Suriye’de ÖSO’dan başka Ahrar el-Şam, Cephetun-nusra, Feth-elŞam da vardır. Ancak Gerçekleştirdiği kanlı eylemlerle, Irak ve Suriye’de ele geçirdiği topraklarla adını özellikle 2014 yılı içerisinde sıkça duyuran Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) , ilk olarak 1999 yılında Ebu Musab el-Zerkavi tarafından Afganistan’da, Tevhid ve Cihad Örgütü olarak kurulmuş, 2001 yılında Irak Kuzey’ine gelmiş ve ABD güçlerine karşı savaşmıştır. Örgüt, 2004 yılında El-Kaide ile bağlantılı hale gelerek Irak El-Kaidesi ismini almıştır. Ekim 2006’da ise Irak İslam Devleti kurularak liderliğe Ebu Ömer el-Bağdadi getirilmiştir. 29 Haziran 2014’te ise halifeliği ve İslam Devletinin kurulduğunu ilan etmiştir (Şemsidin Erdoğan, 2015) İŞİD şimdi ise Suriye toprakların Fırat Nehri havzasında yer almakta idi Ancak İŞİD, ÖSO, PYD ve rejim tarafında saldırmaktadır bunun için sınırları değişkendir. Ancak İŞİD’in popülaritesi 2014 yılında Suriye’nin Kuzeyinde PYD elinde Kobani’nin işgali sırasında yoğun olarak duyulmuştu ve sosyal medyada ve özellikle youtube’de yayınlandığını bazı korkunç videolarla tanıdı. 

Şekil 1; http://www.papik.net/suriyede-kim-kiminle-savasiyor-grafik/


Son iki yıla baktığımızda bölgede bazı konjektörlerin yön değiştirilmesi neden oldu. 24 Kasım’da düşürülen uçağı Türkiye ile Rusya arsında bozulması neden oldu. daha sonra Türkşye Cumhurbaşkanı tarafında yazılan mektupta “ özür dilemesiyle tekrar her iki ülke arasındaki sorunları çözüldü”. Suriye’nin kuzeyinde ABD güdümünde bir federal bölgenin ortaya çıkması her iki aktör açısından işbirliği zemini yaratabilir. Buna bağlı olarak Türkiye ve Rusya Azaz-Cerablus arasındaki bölgede IŞİD’e karşı ortak mücadele edebilir. Buna karşılık Rusya Türkiye’den Suriye konusundaki tavrını yumuşatmasını talep edebilir (Orhan, 2016). Son olarak da Türkiye Fırat Kalkanı Operasyon ÖSO ile birlikte bölge İŞİD teröründe temizlemek, tampon bölge oluşturmak ve ABD'den aldığı destekle bölgede yayılmacı ve saldırgan bir politika izleyen PKK/PYD yapılanmasının kantonları birleştirerek bir kuşak oluşturmasını engelleyebilmek (Acun, 2016). Aynı zamanda da ABD’nin YPG’ye verdiği lojistik ve hava operasyonların yardımıyla YPG’nin ilerlemesi Türkiye zor durumda bırakmıştı. Her iki ülke arasında siyasi krizler söz konuş olmuştur. 

4. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***


SURİYE, ARAP BAHARI. BÖLÜM 2

SURİYE, ARAP BAHARI. BÖLÜM 2



   Ne yazı ki Suriye’de Arap Baharı Tunus ve Mısır gibi olmadı. Suriye, Libya ve Yemen ise Arap baharından çıkıp bir iç savaşa sürüklendi. Suriye’de askeri ve istihbarat kadroları her ne kadar farkı kesimler tarafında yürütüldüğünü bilsek de bunun sonucu bu kadrolar tamamen Cumhurbaşkanı tarafında yönetiliyordu ve rejime sadık kadroları mevcuttu, Mısır’da oluğu gibi asker ne rejime ne de siviller yanında olmayıp tek taraf oldu. Ama Suriye’de ise ters bir durum söz konusu olup asker rejime bağlı kalıp ve sivillerle çatışmaya girmişti. Louis Farrakhan “saviour’s day” 2014 yılında yaptığı konuşmasında; Arap Baharı, George W. Bush tarafından dizen edilen “Büyük Ortadoğu Projesinin” bir parçası olup Müslüman ülkeleri ve Arap ülkeleri İsrail’in güvenliği için Obama ve Clinton tarafında yönetilmektedir. Daha sonra Wikileaks tarafında yayınlanan Clinton e.maillerin bir yazısında ise; bizin Suriye bir iç savaşa dönüştürülmesi İsrail’in güvenliği içindir diye yazılmaktadır. 

Tabi ki Arap bahar’ının en önemli desteği de kamuoyundur. Sosyal iletişim ağlarının nicelik ve nitelik bakımından hızla arttığı, etkisini çok hızlı gösterdiği günümüzde, “büyük Ortadoğu” coğrafyasında yaşanmakta olanların zamanla bölge sınırları dışına taşacağını ve küresel bir boyut kazanacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Nasıl ki, orta ve doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan “renkli devrimlerin” Arap Baharı için ilham kaynağı olduğu düşünülüyorsa, Ortadoğu’da yaşananların, gelişmiş Batılı ülkelerin vatandaşı olmalarına karşın geri kalmış ülke vatandaşı standartlarında yaşayanlar için de harekete geçmek ve sokaklara dökülmek için tetikleyici bir etki yaptığı söylenebilir (Kibaroğlu, 2011). 2011 yılı başlarında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı saran Arap Baharı’nın böylesine kitlesel ve hatta bölgesel halk hareketine dönüşmesi şüphesiz ki sosyal medyanın büyük katkıları ile olabilmiştir. Hatta bu yeni mecraların örgütlenme ve iletişim aracı olarak kullanılması, yaşanan halk hareketlerine “sosyal medya devrimi” gibi tanımlamaların yapılmasına bile neden olmuştur. Bu tanımlamalar eksik olsalar da yanlış değillerdir. Ne de olsa bölgede yaşayan on milyonlarca insan başta Facebook, Twitter ve Youtube olmak üzere birçok sosyal ağ yoluyla örgütlenerek toplantılar ve geniş katılımlı gösteriler organize etmiş, tepkilerini ortaya koyma imkânı bulabilmişlerdir.  Özellikle Beşar Esad’ın ve Baas yönetiminin ülkeye yabancı gazetecilerin girişine müsaade etmeyişi, sosyal medyayı muhalifler için önemli bir haber paylaşma mecrası, uluslararası medya kuruluşları içinse haber kaynağı haline getirdi. Facebook, Twitter ve Youtube’ta yoğun haber yayınına başlayan muhalifler böylelikle seslerini tüm dünyaya duyurmayı başardılar. Facebook, Twitter ve Youtube’ta anlık haber paylaşımları yapan Ugarit NEWS gibi muhaliflerin yayın örgütlenmeleri haberlerin tek taraflı da olsa dünyaya duyurulmasına neden oldu. Suriye’de Beşar Esad yönetiminin basına karşı baskıcı tutumu ve uzun bir süre yabancı basın mensuplarının ülkeye girişine izin vermemesi de sosyal medyayı ve muhalifleri daha önemli bir haber kaynağı haline getirdi (Yüksel, 2013).

DİŞ MÜDAHALE

Başar Esad yönetimindeki Suriye, 2003’teki Irak iş galinden sonra ABD’nin işgal tehdidi karşısında özellikle Türkiye ile ilişkilerini geliştirerek hem Batı ile ilişkilerini normalleştirmeye çalışmış, hem de bölgesel etki alanını genişletme gayreti içerisinde olmuştur. Ancak Suriye yönetiminin bu süre içerisinde İran’la olan ilişkilerini de geliştirmesi, İran etkisinin bölgeye girmesinden endişe eden diğer Arap devletlerinde Suriye’ye yönelik çekinceler oluşmasına sebep olmuştur (BUÇUKCU, Haziran 2012). Türkiye ise küresel beklentiler ve bölgesel hedefleri arasında denge arayışının belirlediği Suriye politikasını “Esad rejiminin gitmesi” üzerine kurmuş, Arap sokağındaki gücünün de verdiği güvenle kısa sürede sonuç almayı ummuştur. Ancak Ankara yakın zamana kadar çok iyi ilişkiler içinde olduğu ve anayasal reformlar yoluyla dönüşmesi için çaba sarf ettiği Suriye rejiminin muhalif eylemler ve hatta silahlı bir direnişe karşı tecrübesini hesaba katmamıştır. Öyle ki gösterilerin 4. ayında Başbakan Erdoğan “Esad’ın birkaç ay içinde devrileceği” öngörüsünde bulunurken, gösterilerin 1. yılına gelindiğinde bu öngörüsünü revize ederek 1,5 ila 2 yıla çıkarmıştır. Hatta Ankara’dan Şam’a yapılan “Silahları durdur, halkın taleplerini yerine getir, istifa et” çağrısı yeniden “erken seçime git” tavsiyesine dönüşmüştür (Ertuğrul)

Türkiye’nin, Soğuk Savaş yılları boyunca Suriye ile ayrı kamplarda olmasının ve Şam’ın alışılagelmiş “sınır aşan sular” ve “Hatay” konularında Türkiye’ye karşı uzlaşmaz tutumuna ek olarak 1970’li yıllardan itibaren önce Ermeni terör örgütü ASALA ’ya ve 1980’li yıllardan itibaren başta PKK olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı ayrılıkçı terör faaliyeti yürüten PKK’ya destek vermesinin gerdiği ilişkilerin 1998 yılında çatışmanın eşiğine gelmesinin ardından, “komşularla sıfır sorun” politikası çerçevesinde ikili ilişkileri yüksek seviyeli işbirliği düzeyine çıkartmak istemesi, genel anlamda Türk dış politikasının temel prensipleri ile bir uyum içinde olduğu söylenebilir. Bu ulaşılması arzulanan doğru bir hedeftir. Ancak, ikili ilişkilerde tarafların ortak hedeflere varması için gerekli şartlardan bir tanesi, her ikisinin de niyetlerinde samimi olmaları ve davranışlarında tutarlı olmalarıdır. Bu konuda yapılabilecek eksik ya da aceleci değerlendirmelerin sonuca olumsuz yansıması ve sürecin devamının gelmemesi doğal bir sonuç olmaktadır (Kibaroğlu, 2011). 2000 yılında Hafız Esad öldüğünde Türkiye’den ilk kez Cumhurbaşkanı Ahmet Sezer tarafında Suriye Ziyaretinde bulundu. 2004 yılında ise Recep Tayip Erdoğan tarafında resmi bir ziyaret bulundu. Bu ziyaret sırasında Türkiye ile Suriye arasında gerek siyasi, ticari ve toplumsal olarak ilişkileri daha güçlendi, bunun akabinde de ise Suriye ile Türkiye yaşayan akrabaların bayramlarda vizesiz ziyaretler başladı ve 2009 yılında iki ülke arasında vize kalktı. Kuzey Afrika’dan başlayan ayaklanmalarla Türkiye batı ülkeler tarafında Suriye politikasına göre yön değiştirdi ve Esad’a görevini bırakması daha sonra iki dost ülke arasında tansiyon başladı.

ABD ve Britanya da göstericilerin bastırılması için İran’da ve Hizbullah’ın Suriye’ye adam gönderdiği iddiasıyla suyu bulandırıyordu (Taştekin, 2015, s. 80). BM ve NATO gibi örgütlerin Suriye’ye müdahale seçeneğini ciddi anlamda etkileyen bir faktör de Rusya, İran ve Çin gibi ülkelerin tutumudur. Uluslararası toplum BM’den Suriye’ye karşı müdahale kararı beklerken, Çin ve Rusya Güvenlik Konseyi’nin Suriye devlet başkanını istifa etmeye çağıran kararını veto ettiler (Kıran A. , 2014). ABD Başkanı Barack Obama'nın Türkiye'deki bir komuta merkeziyle işbirliği yapılarak Suriyeli muhaliflere destek verilmesi için talimat verdiği ortaya çıktı (Milliyet, 2012) ABD Suriye’de isyanların başlamasıyla isyancılara ciddi maddi ve silah yardımı yapılmıştır. Ancak ÖSO arasında bir çatlak oluşması, el-Kaide ve Nusra gibi silahlı grupları ortaya çıkması ABD tedirgin etmiş ve yardımlarını kısaltmıştır. YPG çok iyi savaşıyor. ABD, IŞİD’le mücadele konusunda YPG’nin güvenilebilir ve etkin bir müttefik olabileceğini gördü. Tüm bunlar ABD’yi YPG’nin mücadelesini desteklemeye itti (Ersoy, 2014). PYD hala İŞİD’de karşı ABD’nin bölgede en aktive müttefikidir. Beşar Esad’a babası Hafız Esad tarafından “miras” bırakılan Baas Rejimi, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ile yakın stratejik ilişki geliştirmişti. Günümüzde de Sovyetlerin mirasını devam ettiren Rusya Federasyonu Suriye’de Beşar Esad’a yönelik kapsamlı yaptırımlara ve askeri bir operasyona kesinlikle karşı olduğunu en üst seviyede birçok kez ortaya koymuştur (Kibaroğlu, 2011)

Suriye’ye yönelik olası bir müdahaleye şiddetle karşı çıkan Rusya ve İran, egemen bir ülke olarak Suriye’nin ülkedeki isyanı bastırmada haklı olduğunu ileri sürmektedirler İran açısından Arap Baharının ortaya çıkardığı bir diğer olumsuz gelişme Türkiye-İran ilişkilerinin özellikle Suriye’de yaşananlardan olumsuz etkilenmesidir. Türkiye Esad rejiminin karşısında yer alıp muhalif güçlere destek verirken, İran şu ana kadar Esad rejimin devamını elinden geldiğince desteklemeye çalışmıştır (Oğuzlu, 2011). ). Rusya, daha eskiden beri Ortadoğu’da özellikle Libya, Yemen, Irak ve Suriye gibi ülkelerine siyasetini sürdürmekteydi. Ancak soğuk Savaş’ından sonra Sovyet Birliğinin parçalanmasından sonra nisbi olarak Ortadoğu’dan uzaklaşmış ve yerine ABD almıştır. Ancak Rusya Suriye’de Tertus ve Lazikkiye’de askeri üslerin yapılması ve Akdeniz tek askeri üssüdür. Hafız Esad döneminde zayıf olan bu üsler ancak Arap Baharı’nın başlamasıyla ciddi yatırımlar yaptı ve güçlendirdi. Rusya’nın ikinci önemli yeri olan Libya NATO’nun Libya halkı Diktatör Muammer Kaddafi’den kurmak için yapılan hava saldırısından sonra Rusya elinden kaydırıldı. Dolasıyla Rusya, Suriye Libya gibi elinden kaçırmak istemedi ve Suriye hakkında olan herhangi bir müdahaleyi reddetti (Memdukh, 2015, s. 152). Suriye iç savaşı başladığından beri Rusya, diplomatik platformlarda rejimin yanında yer aldı. Rusya’nın ürettiği silahların en önemli alıcılarından biri olan rejime askeri desteğini de esirgemedi. Ancak 2015 yılı Eylül ayına gelindiğinde, İran’ın askeri anlamda da destek verdiği rejim, kendi kalesi olan Lazkiye’de bile muhalifler karşısında zorlanmaya başlayınca, Rusya fiili olarak devreye girmeye karar verdi (Jazeera, 2016). Dolaysıyla Rejimin yeniden güç kazanmasıyla birlikte, Rusya Devlet başkanı Vladamir Putin, bombardımanın başlamasından 5,5 ay sonra, 14 Mart 2016’da Rus birliklerinin önemli bir kısmını Suriye’den çektiklerini açıkladı. Putin’e göre, askeri operasyonun amaçlarına ulaşılmıştı. Rusya Suriye’de tek İŞİD’de karşı değil ÖSO’ya da bombalıyor.

3. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***


SURİYE, ARAP BAHARI. BÖLÜM 1

 SURİYE, ARAP BAHARI. BÖLÜM 1



Mohamad Said KANBAR

Marmara Üniversitesi

Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü

Ortadoğu Siyasi Tarihi ve Uluslararası İlişkileri  Bölümü


SURİYE, ARAP BAHARI

GİRİŞ

2010’un son aylarında Kuzey Afrika’dan başlayan halk ayaklanmaları daha sonra farklı Arap ülkelerine dağılmıştı. Mart 2011’da Suriye’nin güney kentinde Deraa’da başladı. Daha sonra farklı şehirlere yayılması, sivil ile polisler arasında başlayan sürtüşmeler, daha sonra askerler araya girerek isyanlar şiddetli çatışmaya dönüştü. Ancak bu devrim Tartus, Lazıkiya ve Konaytara’da rejim tarafından kontrol altına aldı hiç çatışma yaşanmadı. İsyanlar Suriye’ye geçmeden önce Beşar Esad tarafında bazı reformları yapacağını söz verdi. Ancak tam bu sırada olaylar çıkınca ve durumlar değişti. Gerek yerel gerekse ulusal çağrılar üzerinde Esad rejimi bırakması bastırılınca Rusya ve İran rejime yana tavır alında, Suriye’nin Baharı bir iç savaşa dönüştürüldü. 2012 yılında farklı ülkelerden Suriye’ye gelen yabancı militanlar farklı bir tablo söz konusu oldu. Eğer Suriye halkı hep yek bir direniş gösterseydi ve dış müdahale söz konuş olmasaydı, Arap Baharı gerçekleşir miydi? Bu kadar kayıp, ölü ve zülüm olur muydu? Terör örgütleri Suriye’de volta atar mıydı? 

ARAP BAHARINDAN ÖNCE SURİYE

Suriye’nin etnik yapısına baktığımızda tek bir ulustan oluşmamaktadır. bu etnikler arasında Arap, Kürt, Dürzi, Nusayri, Türkmen, Yahudi ve Ermenilerden oluşmaktadır. Aynı zamanda da farklı dinler de vardır, Bütün bu farklılıklar olmasından dolayı ülkede 1945’ten 1970’li yıllara kadar askeri darbeler yaşanmıştır ve son olarak da Hafız el-Esad tarafında son askeri darbe gerçekleştirdikten sonra günümüze kadar devam etmektedir. Esad ailesi alevi kime göre de Nusayri kökenli ekalliyette olan bir aileden gelmektedir. 

1963’te iktidara gelen Baas Partisi’nin ülkedeki siyasal istikrarı sağlaması ancak Hafız Esad’ın 1970 yılında iktidarı ele geçirmesi ve 1971 yılında yapılan referandumda oyların %99,2’sini alarak devlet başkanı seçilmesiyle mümkün olmuştur. Devleti istikrara kavuşturması ve sistemin kurumsallaştırılması konusundaki başarılarından ötürü Esad, yerli ve yabancı gözlemciler tarafından Suriye’nin kurucu babası olarak nitelendirilmektedir. Bugünkü siyasal yapının hemen tamamında Hafız Esad’ın izlerini bulmak mümkündür. 1972’de Baas Partisi öncülüğündeki altı siyasi partiden oluşan Ulusal İlerici Cephe’yi kurduktan sonra 1973 yılında kalıcı bir anayasa hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur. 30 yıllık iktidarı boyunca milliyetçi, realist ve pragmatist özellikleri ön plana çıkan bir liderlik sergileyen Hafız Esad, ülkedeki siyasal, ekonomik ve toplumsal hayatı kontrol altında tutan totaliter bir rejim kurmuştur. (Ataman, 2012). Hafız Esad hükümetti teşkil ettikten sonra başta kalarak 2000 yılına dek devam etmiştir. 2000 yılında vefatından sonra oğlu Beşar Esad tarafında iktidarı teslim aldı. Beşar Esad başa geldikten sonra ülkede yaşayan Müslüman kardeşler, Kürtler ve bazı etnik gruplara yeni ıslahçı bazı vaatlerde bulunarak ülkeye yumuşak bir hava esmaya başlamıştır. Bu vatlar arasında Kürtlere bazı hakları tanıması, kimliksiz olan Kürtleri vatandaşa alınması ve illegal olan siyasi Kürt partileri ve Arap partilerin tekrardan siyasi faaliyetlerini devam etmesi sözü varmıştı. 

Beşar Esad yukarıda bahsettiğim vaatların vermesi belki de babasının çevresindeki adamları şaşırtırmış olabilir. Aslında kendisi Avrupa’da eğitimi görmesinden dolayı Suriye halkı Babası döneminde geride kaldığını ve dünyaya kapalı olduğunu fark etmiştir. 2002 yılında “Şam baharı” dediğimiz bir hava esmiş ve halka rahat bir nefes sağlanmıştır. Devlet kontrolündeki Suriye Bilgisayar Derneği başkanı olarak internetin ülkeye girmesini sağlamış ve devlet başkanlığı yemin töreni sırasında da açıklık ve şeffaflık sözü vermiştir.  Beşar, iktidarının ilk yılında gerçekten de oldukça reform yanlısı ve açık bir siyaset izlemiştir. ‘Şam Baharı’ olarak adlandırılan bu dönemde gözle görülür bir siyasi serbestlik dönemi ortaya çıkmıştır. Evlerde, kahvehanelerde veya başka toplantı yerlerinde aydınlar rahatlıkla toplanıp her türlü konu üzerine tartışmalar düzenlemişler, tartışma forumları kurmuşlar ve hiçbir baskıyla karşılaşmamışlardır. Ancak bu özgürlük dönemi kısa sürmüş, 2002 yılı ortalarında bu toplantılar yasaklanmış ve daha sonra bu organizasyonlara katılanlar tutuklanmaya başlanmıştır. (Özkaya, 2008) çünkü dışarıdan yapılan siyaset Baas Partisine tehdit etmiş. Aynı zaman kendisi Suriye’nin ilk cumhurbaşkanı olarak Şam’dan çıkıp Kürtlerle temas kurmak için Haseke vilayet ’tine ziyaret etti. Esad ile beraber gerek siyasi, ticari, askeri gerekse eğitim bakımında ciddi gelişmeler söz konusu olmuştur. Bütün bunlar olurken bununla beraber de ilk hedef Baas Partisi Suriye genelinde daha sağlam bir taban hazırlanmaktaydı. 

Beşar Esad 2000 ile 2011 yılları arasında Suriye genelinde ve özellikle Araplar ile şiddetli protesto veya ayaklanma gibi sorunlar çıkmamıştır. Ancak 2003 yılında ABD tarafından Irak’a ihtilalinden bir yıl sonra yani 2004 yılında Kamışlı kentinde Kürt ve Araplar arasında çıkan çatışmalar daha sonra Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı bölgelere dağılmıştır. Bunun sonucunda onlarca ölü,  yüzlerce yaralı ve gözaltı söz konusu olmuştur. Ancak daha çok geçmeden Esad Kürt partilere çağrı yaparak ve bu anlaşma içinde gözaltı olanları serbest bırakması sonucu olmuştu. Yine buna benzer bir olayda 2005 yılında Kürt dini adamı öldürmesiyle olmuştur. Ancak babası tarafında özellikle 2 Şubat 1982 tarihinde gerçekleştirilen ve 20,000 civarında sivil insanın hayatını kaybettiği tahmin edilen Hama Katliamı, Hafız Esad döneminin en tartışmalı ve kanlı müdahalesi olarak sonraki yıllarda da sıklıkla hatırlanmıştır (BUÇUKCU, Haziran 2012). İhvanın bazı üyeleri Ürdün, Suudi Arabistan ve Türkiye Yalova’ya yerleşti (Taştekin, 2015). Hafız el-Esad ülkenin Laik kimliği vurgulamak için 1973’te İslam, cumhurbaşkanın dini ve yaşamının kaynağıdır” diye bir maddenin istediğinde kendi ayağına kurşun sıktığını anladı ve geri adım attı. Aynı zaman da hafız Esad İhvan’ın İslamcı söylemini kırmak için 1973’te kişisel servetinden Hama’da medreseler ve Humus ’ta dini yardım kurumlarına bağış yaptı, 1974’te de imamların maaşlarında artışta bulundu (Taştekin, 2015)

Suriye’nin toplumsal tabanına baktığımızda bir değişiklik söz konusudur. Suriye’de heterojen bir toplumsal yapı mevcuttur. Suriye’nin parçalanmış toplumsal yapısı daha çok coğrafyasının bir sonucudur. Aynı zamanda bir geçiş noktası olan Ortadoğu bölgesinin dışlanmış halk kesimlerinin sığındığı ve yurt edindiği bir coğrafya olan Suriye’nin her bir dağlık bölgesi farklı bir etnik gruba korunak olmuştur. Ülkedeki farklı etnik, dinsel, toplumsal ve coğrafi aktörler varlıklarını ve özerkliklerini bugüne kadar koruyabilmiş; parçalanmış toplumsal yapı ülke siyasetinin ve ekonomisinin en önemli nedenlerinden biri olarak etkisini devam ettirmiştir (Ataman, 2012). Genellikle elit tabaksının iktidar çevresinde bulunmak mümkündür. Bununla beraber gerek devlet gerekse özle sektör alanında olsun yüksek bir oranda akraba yöntemiyle elaman almaktadır. Özellikle devlet kadrolarında ve aynı zamanda öncülük Baas Partisine aittir. Bu da doğrudan toplumda bir sorun yaşamaktadır. 

ARAP BAHARINDAN GÜNÜMÜZE KADAR 

Arap Baharı olarak adlandırılan süreç, genel olarak kabul gören bir bakışa göre, 26 yaşındaki seyyar satıcı Muhammed Bouaziz’nin 17 Aralık 2010’da kendi bedeni yakarak Tunus Devrimi’ni ateşlemesiyle başladı. Yaklaşık bir ay sonra Tunus diktatörü Zeynel Abidin bin Ali, ülkeyi terk ederek ülke tarihinde yeni bir sayfanın açılmasına yol açtı. Ardından olaylar Mısır’a sıçradı ve otu yıl aşkın bir süredir Mısır’ı yöneten Hüsnü Mübarek, 11 Şubat 2011’de görevini bırak zoruna kaldı. Sırada Libya vardı: 42 yılıdır ülkeyi demir yumrukla yöneten Muammer Kaddafi, NATO’nun da müdahil olduğu bir iç savaşın ardından 20 Ekim 2011’de muhaliflerce ele geçirerek öldürüldü. Daha sora Yemen Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih 27 Şubat 2012’de görevini bırak zorunda kaldı (Taşkın, 2013). Sırada en uzun, en kanlı ve hala devam eden Suriye vardı. 

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu içine alan geniş bir coğrafyada, iktidarları boyunca dünyanın birçok demokratik ülkesinde neredeyse iki kuşak devlet adamlarının siyaset sahnesine gelip gittiği kadar uzun süre görevde kalan ve dokunulmasa belki bir kuşak daha eskitecek olan diktatörleri birkaç ay süren kanlı bir mücadele sonunda deviren halk hareketine kısaca “Arap Baharı” denilmekte (Kibaroğlu, 2011). Arap Baharı öncesi geçerli olan bölgesel yapının belki de en önemli özelliği mevcut rejimlerin neredeyse tamamının temsili ve demokratik olmayan karakteriydi. İktidarda bulunan yönetimlerin çoğu meşruiyetlerini ya askeri bir darbeye ve bunun neticesinde oluşturulan baskıcı devlet kurumlarına ya da kraliyet bağlarına ve monarşik bir geçmişe dayandırmaktaydı. Bütün bölge ülkelerinin, Türkiye ve İsrail’i dışarıda tutmak kaydıyla, paylaştıkları orta nokta kamuoyunun ve halkın meşruiyet oluşturmada etkisiz kaldığıydı (Oğuzlu, 2011).

Arap Baharı olarak tanımlanan gelişmelerin başlamasından kısa süre öncesine kadar konumlarını sarsılmaz kabul eden, adeta ebediyete kadar yönettikleri toplumların “lideri” olarak kalacağını düşünenlerin, ülkelerinde “artık çok partili seçimlere hazır” bir ortam oluştuğunu açıkça ifade etmeye başlamaları, ya da o güne kadar toplumun bazı kesimlerini yok sayan anlayışa sahip olanların, “bireysel ve kültürel özgürlüklerin yaşanması gerektiği” vurgusunu yapmaya başlamaları, bu sürecin öncelikle ve özellikle bölgesel etkilerinin kısa sürede daha geniş bir coğrafyada hissedileceğine işaret etmektedir (Kibaroğlu, 2011, s. 30). 

2010 yılı sonu 2011 yılı başında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki otoriter rejimlere yönelik büyük bir öfke patlaması gerçekleşip bu patlama mevcut rejimlerin varlıklarını tehdit eder hale dönüşünce, 2011 yılı Ocak ayında Wall Street Journal’a mülakat veren Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad bölgede reform ve değişime yönelik ciddi bir talep olduğunu fark ettiğini ve bu talebi karşılamaya yönelik adımlar atacaklarını ifade etti (BUÇUKCU, Haziran 2012). 

2011 yılı Mart ayından itibaren Suriye’ye de sıçradı. Mart ayının ilk günlerinde başlayan barışçıl gösterilere güvenlik güçlerinin sert müdahalesi, ülkede giderek çok sayıda insanın hayatını kaybettiği bir iç savaşa yol açtı. Aslında Suriye’deki olaylar, Tunus ve Mısır’da büyük kitleleri sokağa döken eylemlerin aksine, oldukça düşük bir profilde başlamıştı. Olayların fitilini ateşleyen ilk gelişme, güneydeki Deraa kentinde iki gencin duvar yazıları sebebiyle tutuklanması sonrasında meydana geldi. Yoğun işkencelere maruz kalan gençlerin serbest bırakılması için mensup oldukları aşiretlerin sokağa dökülmesi, kentte gerilimi arttırdı (Dağ, 2013). Ayaklanmaların eskiden Baas ideolojisinin kalelerinden biri olan Deraa’da başlamasının en önemli nedenleri, bütün ülkeyi etkileyen kuraklık ve yolsuzlukla beraber burada yaşayanların Lübnan’daki iş olanaklarını yitirmesi sonucu büyük bir işsizlik sorununun ortaya çıkmasıdır (Şen). Olayların başlamasıyla Esad demokratikleşme yolunda bazı adımlar atmıştır. Bu sırada Kürt parti temsilcileri, aydınları ve Kürt aşiretlerin liderleriyle buluşan Esad, 7 Nisan 2011’de kimliksizliklerle ilgili bir karar almış ve kimliklerinin verilmesini istemiştir (Mahalli, 2014, s. 262). Ayaklanmayı sınırlı bir coğrafyada hapsetmek için ve Kürtleri hiç olmazsa “tarafsız” kalmaya ikna etmek için Esad’ın yaptığı ilk reformlardan biri 6 Nisan 2011’de gerçekleşmiştir. Nevroz da ulusal bir bayram olarak ilan edilmiştir. (Karabat, 2013). Nedense Suriye toplumsal gösteriler sadece birkaç ay sürdü. İlk olarak bu gösterilere her Cuma günü namazdan sonra başlıyordu ve her Cuma da başka bir isim ile anılmaktaydı. Ancak bu gösteriler her zaman kanlı dağılıyordu ve giderek öfke yükseltiyordu. Muhalifler ilk kez nefsi müdafaa hakkı Temmuz 2011’den itibaren kullandı. Ancak madalyonun gerçek yüzü farklıydı (Taştekin, 2015, s. 77). Bu da giderek her iki taraftan merhametsiz ve sonu gelmeyecek bir savaşa dönüştü. Burada gösteriler de kısmen sona ermiş diye biliriz. Orda sadece silahlı çatışmalar yer aldı. Ortalık giderek karıştı.

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***


TERÖR DEVLETİ

                                               TERÖR DEVLETİ

 

 Suay Karaman

 Elli yılı aşkın süredir devam eden Filistin ile İsrail arasındaki çatışmada, her iki taraftan on binlerce insanın yaşamını yitirdiği, yüz binlerce insanın yaralandığı, yaklaşık bir milyon insanın da evlerinden ve yurtlarından sürüldüğü bilinmektedir. Ramazan ayıyla birlikte İsrail polisi Kudüs’teki Şam Kapısı’nda akşamları iftar düzenlenmesini engellemek için bariyerler yerleştirmişti. Filistinliler bu durumu protesto ediyor ve İsrail polisi ile çatışıyordu. 7 Mayıs Cuma akşamı İsrail, işgal altındaki Doğu Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’ya baskın düzenledi. Camide namaz kılanlara ses bombaları ve plastik mermilerle saldırdı. Gazze ve diğer kentlere de sıçrayan olaylar halen devam etmektedir. İsrail’in havadan ve karadan vurmaya devam ettiği Gazze Şeridi'nde tablo giderek ağırlaşmaktadır.

 

Arap ve Yahudi grupların sert çatışmalarında birçok ölüm ve yaralanma olayı meydana gelmiştir. Geceleri sürekli iki tarafın ateşlediği roketlerin kıvılcımlarıyla İsrail ve Filistin semaları aydınlanmaktadır. Bu durumda iç savaş uyarısı yapan İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin, “Sokaklarımızda savaş patlak verdi. Çoğunluk gördüklerine inanamıyor ve şok yaşadığı için hiçbir şey söyleyemiyor” dedi.

14 Mayıs 1948 tarihinde kurulan İsrail, kurulduğundan beri sürekli Araplarla savaşmış ve her savaştan topraklarını büyüterek çıkmıştır. ABD’nin stratejik müttefiki olan hatta Ortadoğu’daki jandarması kabul edilen İsrail’in, sürekli yeni yerleşim birimleri kurup, Filistin halkını sürmesine ve katletmesine, ABD destek olmaktadır. Çünkü emperyalizm, siyonizmin işbirlikçisidir, destekçisidir.

Son iki yılda dört seçim gören İsrail’de iç siyaset hayli karışık bir durumdadır. Hakkındaki yolsuzluk iddiaları ile gündeme gelen Başbakan Binyamin Netanyahu, bu saldırılarla kendi durumunu unutturarak, iktidarda kalabilmek için yeni ve kanlı bir oyunun peşindedir. Açıkça bir terör devleti görünümündeki İsrail, bu yaptıkları nedeniyle tüm dünyada öfke yaratmıştır ve gelen tepkilere karşın saldırılarına devam etmektedir. Ama İsrail’e yaptırım uygulamak söz konusu değildir çünkü arkasında ABD ve batının desteği bulunmaktadır.

Türkiye’de, siyasi iktidarın desteğiyle Filistinlilerin yaşadıkları karşısında Ankara, İstanbul, Adana, Kayseri başta olmak üzere bazı kentlerde mitingler düzenlendi. Küresel salgın nedeniyle sokağa çıkmanın yasak olduğu günlerde “tekbir” getirerek sokaklara dökülen tarikat artıklarının organizasyonu ilginçtir. Bunlar bir araya toplanırken güvenlik güçleri ne yapmıştır, hatta nerededir gibi sorular da yanıtsızdır. İstanbul’da binlerce kişi Türk ve Filistin bayraklarıyla Beşiktaş'taki İsrail Başkonsolosluğu önünde sloganlar atarak İsrail'e tepkilerini gösterdi. Vatan Caddesi'nde bir araya gelen vatandaşlar, Türk ve Filistin bayrakları asılı araçlarıyla konvoy yaparak İsrail'i protesto etti. “Kahrolsun İsrail” diye sloganlar atılarak, İsrail’in kahrolmadığı bilinmesine karşılık, sadece kendi bindirilmiş kıtaları alanlara çıktı. Ama bu bindirilmiş kıtalar Uygur Türklerine yapılanlara tepki vermedi. Bu bindirilmiş kıtaların, Yunanistan’ın işgal ettiği Ege adalarımız konusunda hiçbir tepki ve eylemi olmadığı gibi söylemi bile yoktur. Siyasi iktidarın ülkemizin sorunlarını unutturmak için Filistin konusunda, küresel salgına karşın bindirilmiş kıtalarını sokaklara döktüğü anlaşılmaktadır.

 

12 Mayıs Çarşamba günü Suudi Arabistan ziyareti sonrasında Dışişleri Bakanının yaptığı açıklama şöyledir: “Hep böyle kınıyoruz ama ümmet adım atmamızı bekliyor. Artık bu tür saldırıların durması gerekiyor. Elbette uluslararası hukuk çerçevesinde Filistinlilerin haklarını korumamız lazım.“ Ümmet sözcüğüyle ne anlatılmak istenmektedir; hangi ümmet nasıl bir adım atmamızı bekliyor? Müslüman Kardeşler mi, Taliban mı, Hizbullah mı, IŞİD mi, HAMAS mı? İsrail’e karşı ümmeti göreve çağırma girişimleri boşunadır, sonuç vermeyeceği bellidir. Ümmet değil ama Türk Milleti bu sorunu barış ile çözmelidir. Eşsiz önderimiz Atatürk’ün “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesi her zaman geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde büyük bir insanlık dramı haline gelen Filistin sorunu, iki devletli şekilde çözülmelidir. Ancak ne yazık ki İsrail’in saldırgan tutumuna karşı şimdilik kısa vadede bir çözüm görünmemektedir.

 

Ülkemizin ovalarını, barajlarını İsrail’e peşkeş çekerseniz, tohumlarınızı İsrail’den alırsanız, savaş uçaklarının teknolojik sistemleri İsrail tarafından yapılırsa, özelleştirme adı altında birçok şirketinizi İsrail’e satarsanız, İsrail ile ticari ilişkileriniz büyük boyutlara ulaşmışken İsrail’e karşı sadece kınama yaparsınız. Bu yüzden İsrail ile ilişkilerinizi donduramazsınız, büyükelçinizi çekemezsiniz çünkü elinizi vermişsiniz, kolunuz onlarda. Üstelik Tayyip Erdoğan’ın 29 Ocak 2004 tarihinde Yahudi Üstün Cesaret Madalyası aldığı düşünülünce, İsrail’e sadece içi boş kınamalar yapılacağı bilinmelidir. İsrail'in yoğun saldırıları karşısında, 14 Mayıs Cuma günü Mescid-i Aksa'da toplanan kalabalığın “Biz buradayız, sen neredesin Erdoğan” sloganı atarak, protesto gösterilerinde bulunduğu da gözlerden kaçmamıştır.

 

Azim ve Karar, 17 Mayıs 2021.

https://azimvekarar.net/suay-karaman/

 ***

 

ÜÇÜNCÜ NÜKLEER ÇAĞ..

ÜÇÜNCÜ NÜKLEER ÇAĞ..


Prof.Dr.Sait Yılmaz

28 Kasım 2018

ABD yönetimi 1987’de imzalanan Orta Menzilli Nükleer Güçler Anlaşması’ndan (INF ) çekilmeyi ve anlaşmanın yeniden gözden geçirilmesini istiyor . ABD başkanı Donald Trump, kararının gerekçesini ‘Rusya ve Çin sürekli silahlanırken biz buna müsaade edemeyiz’ şeklinde açıkladı. ABD, INF anlaşmasından çekilme kararını henüz resmen hayata geçirmedi. Amerikalılar, Rusların hem START hem de INF Anlaşmalarını ihlal ettiklerini iddia ediyorlar. 2010 yılında imzalanan ve 2021 yılında yenilenecek Yeni START (Stratejik Silahlar) Anlaşması’na göre, her iki tarafın elinde ancak 1.500 (konuşlu) stratejik savaş başlığı olabilir. Amerikalılara göre, Ruslar 1.550 adet sınırına rağmen her çeşit nükleer envanterlerini geliştiriyorlar. Gene Amerikalılar, olası bir savaşta Rus tehdidinin nükleer seyir (cruise) füzeler ile destekleneceğini ve ‘ilk kullanan’ olma stratejisi izleyeceklerini iddia ediyorlar. Bu iddialar, Amerikalıların nükleer silahlarını modernize etme, artırma yanında füze, denizaltı ve savaş uçakları gibi nükleer silah atma platformlarını geliştirme gerekçesi olarak sunuluyor. Nükleer silahların azaltılması konusunda yakın zamanda tekrar bir işbirliği veya silahlanmadan vazgeçme olasılığı gözükmüyor ama nükleer kabiliyetleri artırma çalışmaları hızla devam ediyor. Putin ise Nükleer Armageddon’dan (Kıyamet Savaşı) bahsediyor. Gelinen durum Soğuk Savaş döneminden daha kötü. 

Neler oluyor ve olabilir? Anlatalım. 

Üçüncü Nükleer Çağ..

Nükleer silahlanma gayretlerini üç ayrı döneme ayırabiliriz. 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalanması ile başlayan ilk dönemde nükleer silahlar, Doğu ile Batı arasındaki muhtemel bir çatışmanın korkutucu unsurları idi. Önceleri Amerikalılar, nükleer silahları savaşta daha fazla insanı yok etmek için ‘topçunun takviyesi’ rolünde gördüler. Bu dönemin önemli bir virajı 1962 yılında yaşanan Küba Krizi oldu ve nükleer savaşın kazananının olmayacağı düşüncesi yani nükleer silahtan kullanmaktan uzak durulması gereği kafalara iyice yerleşti. Artık nükleer silahlar ‘caydırıcılık’ vasıtası idi. Tarafların elindeki nükleer silahlar ‘karşılıklı caydırıcılık’ içinde siyasi kararların yumuşamasına da etki etti. Örneğin, Sovyetlerin Berlin Duvarı’nı inşası veya Çekoslovakya’yı işgali gibi çatışmalar geri plandaki nükleer silah endişesi ile daha fazla tırmanmadan bir noktada durdu. Nükleer caydırıcılık sadece nükleer savaşı değil, konvansiyonel savaşı da önledi. Soğuk Savaş süresince taraflar vekilli savaşlara ve silahlanma yarışına ağırlık verdiler.

İkinci nükleer çağ, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ile başladı ve Soğuk Savaş’ın son döneminde imzalanan anlaşmaların gereği ve genel iyimserlik havası içinde taraflarca nükleer silah envanterleri önemli ölçüde azaltıldı. Ancak, Rusya tarafında nükleer silahlar, eski Sovyet gücüne ulaşmanın ve dünya gücü kalmanın bir garantisi olarak görülmeye devam etti. Rusya’nın elde kalan ortaklıkları da onun nükleer gücünden cesaret alıyordu. 1998 yılında Hindistan ve Pakistan tarafından yapılan nükleer testler bu çağın yeni zorluklarının habercisi oldu. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi (NPT ) Anlaşması’na aykırı olmasına rağmen ABD ve Rusya’yı hedef almayan bu iki yeni nükleer güç çok fazla tepki almadı. Bununla beraber, Hint nükleer silahları 1950 sonrası gelişen düşmanlık nedeni ile Çin için tehdit ya da caydırıcılık teşkil ediyor. Böylece caydırıcılık iki taraflı olmaktan çıkıp, çoktaraflı hale geldi. 11 Eylül 2001 saldırıları ise devlet dışı aktörlerin nükleer silah kullanma olasılığını da gündeme taşıdı. Bu dönemde, nükleer silahların artık stratejik seviyede bir caydırıcılık unsuru olmaktan öteye terörizm vasıtası olma ihtimali istihbarat teşkilatlarını alarma geçirdi.

Üçüncü nükleer çağın başlangıç noktası, 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi oldu. Rusya, gördüğü tepkiler üzerine Avrupa güvenlik sisteminin bir parçası olmaktan ve NATO üyeliğinden ayrıldı. Daha da önemlisi 1989’dan tam 25 yıl sonra tekrar NATO için bir tehdit kabul edilmeye başlandı ve ittifakın çarkları son dört yıldır Rus tehlikesine yönelik olarak dönüyor. 1990 sonrasında konvansiyonel kabiliyetlerinin ABD’nin çok gerisinde olduğunun farkında olan Ruslar, ikinci çağda nükleer kabiliyetlerine dayalı bir savunma anlayışını korumuşlardı. Şimdi ise konvansiyonel gücü sınırlı olan Rusya’nın nükleer gücü komşuları için ciddi bir endişe konusudur. Çünkü Ruslar, nükleer kabiliyetlerini konvansiyonel savaşta kullanmanın hesaplarını yapıyorlar. Sovyet etki dönemine dönmek isteyen Ruslar, İsveç ve Polonya üzerinde uçurdukları nükleer kabiliyetli bombardıman uçakları ile mesaj veriyorlar. Batı ise önceki iki çağdan alınan derslerden üçüncü çağa yönelik bir nükleer strateji geliştirmeye çalışıyor; hem konvansiyonel bir savaşın hem de devlet dışı bir aktörün tehdidini önleyecek bir strateji . Diğer yandan Kuzey Kore ve İran’ın nükleer programları, Üçüncü Çağ’da nükleer silahların rolü konusunda yeni tartışmalar başlattı. 

Harita: INF Anlaşmasına Göre Rus Orta Menzil Nükleer Silah Etki Sahası



Nükleer stratejik ortamdaki değişimler..

Bugünün stratejik ortamı 30 yıl öncesinden çok farklı. Soğuk Savaş sonrası nükleer silahlar konusundaki trendleri şu şekilde sıralayabiliriz ;

- ABD ve Rusya, nükleer savaş başlık sayısını azaltmaktaydı. Her ikisi de, 1991 yılından beri stoklarını %75 azalttı.

- Ruslar 1990’ların sonundan itibaren nükleer silah atma sistemlerini modernize etmeye başlarken, ABD ise kendi sistemleri için araştırma ve geliştirme faaliyetlerine ciddi fonlar ayırmaya başladı. ABD bir nükleer atma sistemini son olarak 1994’de kurarken, Ruslar en son yeni bir sistemi 2016’da kurdular.

- ABD’ye göre kendi nükleer modernizasyon programı Yeni START Anlaşması’na uygun olarak 1.550 kurulu savaş başlığı sınırları içinde yürümektedir. Gene Amerikalılara göre Ruslar, bu sınırı 2011’de aştılar. 

- ABD, Avrupa’daki ‘stratejik olmayan’ nükleer silah sayısını 1970’lerdeki yaklaşık 7.000’den bugün 180’e düşürdü. Sovyetler Birliği döneminde bu miktar yaklaşık 20.000 civarında idi. Bugün ise Ruslarda 2.000-4.000 civarında bulunduğu iddia ediliyor. Dolayısı ile ABD, Rusları azaltma yönündeki kendi trendini izlememekle suçluyor.

- Amerikalılar, Rusların her yıl daha akıllı ve etkili nükleer savaş başlıkları üretirken, kendilerinin yeni kabiliyetler inşa etmediğini iddia ediyorlar. Hatta 1980’lerden beri yeni bir nükleer başlık, 1990’ların başından beri ise hiçbir yeni başlık üretmediklerini söylüyorlar. Rusların, kilotondan daha düşük ve taktik nükleer silah üreterek, Batının Avrupa’daki olası müdahalelerini önlemeye niyetinde oldukları düşünülüyor.

Bu iddialara dayanarak ABD, Rus nükleer kabiliyetlerine bir reaksiyon olarak yeni bir strateji ihtiyacı arayışındadır. Sadece Rusya’ya karşı değil Çin’e yönelik olarak da nükleer gücünün modernize edilmesi ve caydırıcı seviyeye ulaştırılması hedefleniyor.

Gelinen stratejik ortamda Batılı güçleri kendine tehdit olarak gören, ekonomisi ve askeri gücü yetersiz Rusya, İran ve Kuzey Kore gibi ülkeler, güç konumunu nükleer silahlarla takviye etmeye çalışıyor. Yani anlayış; konvansiyonel gücün zayıf ve ABD gibi bir ülke ile başın belada ise nükleer güç edineceksin. Öte yandan Ruslar ilave olarak, nükleer silahları konvansiyonel güçlerinin yanında onları tamamlamak için yani konvansiyonel savaş içinde kullanmak istiyor. Silahsızlanma anlaşmalarının gereği olan şeffaflık yani bilgi paylaşımını reddediyor. Kırım’ın işgalinin ardından Moskova, Kasım 2014’de, nükleer emniyet ile ilgili yıllık Rusya-ABD Zirvelerine katılmayacağını açıkladı. Bir ay sonra ise Rus nükleer atıkları ile ilgili Nunn-Lugar Kanunu diye bilinen ikili işbirliği programından çekildiğini beyan etti. Amerikalılara göre Ruslar, INF aleyhine Avrupa’ya yeni sistemler kuruyorlar ve bu nedenle Doğu Avrupa’daki Amerikan nükleer silahları önemini koruyor. Buna Asya Pasifik’te güce susayan Çin’in arayışları da eklenince, ABD’ye göre nükleer silahlardan arınmış bir dünya hayali artık masada bir konu değildir. 

ABD, gerçekte ne yapmak istiyor?

INF, 1991’deki uzun menzilli stratejik nükleer silahlara ilişkin START anlaşmasına paralel olarak, menzili 500-5.000 km. arasında olan yerde konuşlu kısa ve orta menzilli balistik ve seyir (cruise) füzelerinin elimine edilmesini öngörüyordu. Bazılarına göre Trump’ın INF’den çekilme niyeti sadece Rusları yeni bir anlaşma için zorlamaya yöneliktir . Ancak, INF’nin reddi ABD için Rusya’ya karşı artık kuvvetli bir baskı vasıtası olacak çünkü Doğu Avrupa’nın özellikle Ukrayna’nın Rus sınırlarına yakınlığı kısa ve orta menzil için en çok Rusları tehdit ediyor. ABD, 2010’lu yılların başından itibaren Rusları sık sık INF Anlaşması’nı ihlalle suçlamaya başlamıştı. INF’nin ABD’ye diğer bir yararı da Çin, Kuzey Kore ve İran’a yönelik sınırlamaların da ortadan kalkması olacak. Özetle nükleer çılgınlığın önü tamamen açılıyor. Amerikalılara göre INF Anlaşması’nın diğer bir imzacısı olan Çin anlaşmayı halen %95 oranında ihlal etmiş durumdadır . Öte yandan ABD’nin Çin ile Güney Çin Denizi’nde beklenen savaşında kullanacağı ASB  (Hava-Deniz Muharebe) Konsepti) ile Çin’in A2/AD  önleme konsepti INF düzenlemeleri içinde uygulanamaz. Ancak, ABD’nin unuttuğu bir şey var; INF’den çekilmek Rusların da bu tür silahları sınırsızca hem Avrupa’ya hem de ABD kıtasına karşı kullanılması imkânı sağlayacak. Halen hem ABD hem de Rusya, parasının çoğunu stratejik bombardıman, karada konuşlu kıtalararası balistik füzeler, denizaltıdan atılan balistik füzeler ile hipersonik uçan aletler ve uydusavar sistemler gibi yeni projelere harcıyorlar . ABD ve Rusya arasında bir nükleer anlaşma olmadan diğer ülkeleri de durdurmak mümkün olmayacaktır. Özetle sınırsız bir yeni nükleer silahlanma yarışı içine sürükleniyoruz. 

Bugün NPT’ye dâhil olmayan Hindistan, Pakistan ile NPT dâhilindeki Çin daha fazla nükleer silah yapmaya devam ederken, ABD ve Rusya ise elindekileri modernize etmeye odaklanmış durumdalar . INF’nin kalkması Washington’a Rusya’ya karşı daha yakın ve saldırgan vasıtalar sağlayacak. ABD, Doğu Asya’da gemileri ve denizaltıları dışında da Çin’i nükleer füzelerle kuşatabilecek. Trump, INF’den çekilerek ABD’nin nükleer envanterini geliştirmenin önünü açacak. ABD yönetiminin nükleer silahlanmaya kamu desteği sağlamak için medyada propaganda teması “daha güvenli ülke” . Ama bu Rusların da işine gelecek. Putin, askeri gücünü ancak nükleer gücü ile ayakta tutabileceğinin ve bu şekilde Rus çıkarlarını ve gündemini sürdürebileceğinin, bunun da kendi varlığını meşru kılmanın en önemli sahnesi olduğunun farkında. Nitekim Putin, şimdi bir konferanstan diğerine gidip korku senaryoları anlatıyor. Nükleer yol, Rusları tekrar süper güç konumuna getirecek. Bu işten en çok uzun zamandır yeni silah satışına ve projelerine susamış savunma sanayi ve silah şirketleri karlı çıkacak. Eğitime ve sağlığa harcanacak paralar şimdi sınırsızca onlara gidecek. Nükleer savaşın kazananın olmayacağı yönünde Soğuk Savaş döneminde öğrenilen dersler unutulmuş durumda. Trump, silahların kontrolü ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesi konusunda ise diğer konularda olduğu gibi kendini işin ustası ve ülke çıkarlarını koruduğu varsayımı ile hareket ediyor. 

Sonuç..

Eğer nükleer silahlanmayı durduramazsak, bu sefer Soğuk Savaş’taki gibi şanslı olmayabiliriz. ABD yeni nükleer stratejisinin gerekçelerine inandırmak için hikâyeler düzerken, NATO içinde yeni strateji tartışmalarını başlatarak, her zaman olduğu gibi başta İran olmak üzere kendi tehdidini diğerlerine satmak istiyor. 

Nitekim Temmuz 2016’daki NATO’nun Varşova Zirvesi’nin ana gündem konularından birisi ‘yeni nükleer strateji’ oldu. Avrupa’nın öte yakasındaki Rusların nükleer kabiliyetli savaş uçakları, denizaltıları komşu ülkelere yönelik tehdidin ana kaynağıdır. Caydırıcılık ve karşı koymak için ABD’den çok bizlerin yeni stratejilere ihtiyaç var. Bizim gibi ülkelere düşen, hava savunma sistemleri yani denizden ya da havadan atılacak bu savaş başlıklarını ve atma vasıtalarını vuracak kabiliyetleri edinmektir. Nükleer savunma, füze savunması ile birlikte ele alınmalıdır. İsrail gibi ABD savunma garantisine sahip olmadığımıza ve Rusya’nın ise en yakın potansiyel tehdit olduğunu göz önüne alırsak, kendi milli hava savunma sistemimizi geliştirmek için oldukça yolumuz olduğunu ve ABD tarafından NATO içinde 70 yıldır uyutulmaya devam ettiğimizi söyleyebiliriz. En iyi savunma, ‘taarruz’ olduğuna göre belki de kendi nükleer silahımızı yapmamızın zamanı gelmedi mi? Türkiye’nin nükleer stratejisi kendi askeri hedeflerine uygun, daha çok taktik seviyede olmalıdır; bunun için de bazı fikirlerimiz var..

Prof.Dr.Sait Yılmaz

28 Kasım 2018

***