23 Mart 2020 Pazartesi

2002-2011 DÖNEMİ TÜRK SİYASETİNDE MİZAH., BÖLÜM 2

2002-2011 DÖNEMİ TÜRK SİYASETİNDE MİZAH.,  BÖLÜM 2 



Şakanın hazzı üzerine çalışmalar yapmış olan Freud ise mizahı şöyle tanımlar: 

“Mizah iyidir. Yüceltir… Narsisizmin zaferi, egonun kendi yaralanmazlığını 
muzafferce dile getirmesidir. İncinmeyi ya da acı çekmeye mahkûm olmayı 
reddeder. Dış dünyanın açtığı yaralardan etkilenmeyeceğinde, bunların aslında 
yalnızca ona haz verme fırsatları olduğunda ısrar eder. Mizah uysal değil, 
isyankârdır. Yalnızca egonun değil, aynı zamanda haz ilkesinin de zaferini 
gösterir. Akıl sağlığı zeminini terk etmeden… Acı çekme ihtimalini (reddeder)…Ender rastlanan değerli bir yetenektir mizah” (Modleski 1998: 130) 

Bu tanımlardan anlaşılacağı üzerine Batılı araştırmacılar ve bilim adamları mizahı bir yöntem, bir strateji yahut bir duygu olarak addetmektedirler. Mizah basit konuşur; ancak, basit değildir. Dolayısıyla mizah yukarıdaki tanımların hepsidir. Mizah bir üstünlük/rahatlama/uyuşmazlık duygusuyken aynı zamanda hayatın ekseni diyebileceğimiz tüm duygu ve düşüncelerin öz suyudur. 

Mizaha bu kadar çok anlam yüklememizin sebebi, yaşamın içindeki pek çok alanda onu bir figüran gibi kullanmamız; ama, bilimsel-akademik alanda hak ettiği nişanı teslim edemeyişimiz dir. 
Mizahın figüranı gülme’dir. İnsanın tüm yaşam mücadelesi gülmek, biraz daha fazla gülmek, hep gülmektir. Zira mizahın iskeletini gülme kabul edersek, yaşam gülme ve ağlama arasında gidip gelmektedir. Yaşamın bu kısır döngüsü ve iki eylem/davranış arasına sıkışmışlığı daraltılmış bir ifade değildir bize göre. Yaşamsal pek çok faaliyetin, isteğin yahut hareketin varması hedeflenen nokta kişinin gülmesi yani geniş anlamıyla mutluluğudur. Hedeflenenin olmaması durumunda ise, akıbet kişinin ağlaması, geniş anlamıyla ise mutsuzluğudur. 
İşte bu noktada yaşamı iki kelime ile özetlemek, yaşama yapılan bir haksızlık olarak görülmemelidir. 

“Deneyim bizim denemek istediklerimizin denenmesinden ibarettir” ile ”Yaralanma 
insanı akıllandırır” cümlesinin esasında bir farkı olmadığı gibi, ilk cümlenin farklı söz oyunlarıyla sunulmuş olması, kolayca tüketimini zorlaştırdığı gibi, yeni bir şeyler öğrenmiş olmanın hazzına kapılmamıza sebep olur (Freud 2012: 124). Mizahın hayatla bağı, pek çok alanda tercih edilmesinden ötürü kopmamakta ve yukarıda geçen “yeni bir şeyler öğrenme” ibaresinde anlatılmaya çalışılan mizahın insana ve hayata sunduğu heyecanla dinamikleşmektedir. 

Türkiye’deki tanımlara baktığımızda mizahın farklı pek çok bir niteliği karşımıza çıkar ve mizahın tanımını yapabilmek en az “mizah yapmak” kadar özen ister. Çünkü esas mesele, mizahın ardında yatan bütünü ve mizahı tümleyeni görmektir. 

Levent Cantek mizah için; “Tarihin önünde bir ağaçtır mizah; sözcüksüz şiir, muhbiridir yeryüzünün” şeklinde bir tanımlama yapar (2001: 24). 

Hilmi Yücebaş mizahı “en iyi savunma silahı” olarak görürken; Cemal Kutay ona 
“hürriyetin çocuğu” der. Bu bağlamda düşünüldüğünde henüz hür irade gösteremeyen toplumlar, mizahı şiddet unsurlarının yerine tercih edebilir ve gerek duyduğu özgürlüğü ağır tebessümlerle kazanmaya çalışır (Öğüt-Eker 2009: 49). 

Reşat Nuri Güntekin’e göre; “Mizah sanatının sosyal hadiselerle, politika ile muhakkak ki çok yakın ilgisi vardır. Zaten mizah, aktüaliteyi -politik, sosyal her nevi aktüaliteyi demek istiyorum- yakından takip eden ve hicveden sanattır” (Yücebaş 2004: 16). 

İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü’nde, mizahın kelime anlamını “şaka, latife, eğlence ve alay” olarak verirken (2003: 337); mizahın konu seçmesine değil, aksine konunu kendisini seçtirdiği ifadesine yer vermiştir. 
Bu durumda yine mizahın malzemesi eleştirilebilecek her durum ve davranış olabilmektedir. 

Mizahı “Özü itibariyle alışılmış “akılcı düzen”in sezgilerine dayanan bir yergidir” diyen Ahmet Kabaklı, mizahın düzen sorgulama gibi bir amacına gönderme yapmaktadır (2002: 212). 
Bergson’un da dediği gibi mizahı bir tanım eşliğinde kavramlaştırmaktan ziyade onu bir disiplin olarak algılayıp geliştirmek yerinde olacaktır. Zira mizah asla durduğu yerde durmayacak, insanın, davranışın, aksaklığın veya bir düzen anlayışının olduğu her yerde taşıdığı görev ve kimlikle gösterisini yapacaktır. Mizahta malzeme, insandır. 
Dolayısıyla mizah; gülme, alay, hiciv, saldırı, savunma gibi hem fizyolojik hem 
psikolojik kavramları bünyesinde barındıran çok boyutlu bir olgudur. Mizahı aynı 
zamanda toplumsal bir iletişim aracı olarak görmek de mümkündür. 

Arapçadan dilimize geçen mizah sözcüğü, halk arasında gülmece sözcüğüyle eşdeğer tutulmaktadır. Birbirine yakın tanımları olmakla beraber, işlevleri ve görüldükleri durumlar sebebiyle farklı kimliklere bürünmektedirler. Gülme, Aziz Nesin’in söylemiyle “Gülmece kapsamına giren olguların algılanmasıyla beliren psiko-fizyolojik olaydır. İnsanın kendi toplumsal ortamındaki bir nedenin etkisiyle herhangi bir haz duyumu alması sonucu bunun dışa vurumu, gülme denilen psiko-fizyolojik bir belirtidir” (2001: 22). 

Mizahın gülme ile sıkı sıkıya bir bağı olduğu muhakkaktır. Ancak “Her durumda bir mizah kokusu var mıdır? ” sorusu akla gelebilir. John Morreal (1997: 3-4) gülme durumlarını ikiye ayırır: Ona göre mizahî olmayan gülme durumları ve mizahî gülme durumları vardır. Mizahî olmayanlar; “gıdıklama, cee yapma (bebeklerde), havaya atılıp tutulma, sihirbazlık numarası izleme, tehlikeyle karşılaşmanın ardında kendini yeniden güvence içinde duyumsama, bir bulmaca ya da sorunu çözme, bir spor etkinliğini ya da oyunu kazanma, yolda eski bir dostla karşılaşma, piyangodan para çıktığını öğrenme, zevkli bir işe girişme, utanç duyma, isteri ve son olarak da azot oksit soluma.” 

Mizahî gülme durumları ise; “fıkra dinleme, birisinin bir fıkrayı mahvettiğini duyma, bir fıkrayı anlamayan birisine gülme, birisini garip giysiler içinde görme, bir örnek giyinmiş erişkin ikizlere rastlama, birisinin bir başkasının taklidini yaptığını görme, saçma sapan böbürlenmelere ya da abartılı hikâyelere kulak misafiri olma, üçlü uyaklar ya da aynı cümle içerisinde çok fazla ses benzeşmesi duyma, ses ya da hece karışması ve cinaslara kulak misafiri olma, bir çocuğun büyüklere özgü bir ifadeyi yerli yerinde kullandığını duyma, yalnızca aptalca bir hava içinde olma ve yerli yersiz her şeye gülme.” 

Mizahı, eğlence anlayışından çıkarttığımızda, mizah geride kişinin bir özgürlük silahı ve başkaldırı mekanizması olarak adlanmıştır. Bu adlandırılma, birbirinden belli noktalarda ayrılan yıkıcı/saldırgan/acımasız üsluplarla uygulanan; ancak, çoğu zaman ortak amaca hizmet eden türlerle genişlemiştir. Alayla, karikatürle ve hicivle birleşen mizah yönetilen insanın iktidara sesini duyurma şekli olagelmiştir. Mizahsal kahkaha yönetilenin silahı olduğundan, iktidar kahkahayı kendi amaçları doğrultusunda kullanamaz. Çünkü Bakhtin’in (Aktaran Avcı 2003: 95) dediği gibi “tarih boyunca gülme hiçbir zaman insanları bastırıp körleştirme ye yönelik bir araç olmamış, daima bir özgürlük silahı olarak kalmıştır.” 

Mizah; yaşamı daha cazibeli bir hâle dönüştürebilme adına, tüm türlerini kullanarak otoriteyi ve iktidarı dahası yerleşik; ama, kabullenilemeyen tüm otoriter mekanizmaları alt etme biçemi ve çabasıdır. Bu yüzden, her ne sebeple olursa olsun şikâyet etmeyi kafasına koymuş bireyin başvuracağı olgu, mizah olacaktır. Bu anlamda, mizahı içgüdüsel bir başvuru alanı olarak kabullenmekle birlikte, mizahın pek çok savunma mekanizmasına nazaran şikâyeti değerlendirip talebe yönelik bakış açısı sunabilmesi bakımından işlevselliğini belirtmeliyiz. 

Mizah bir yer altı kahramanı gibidir. Edebiyatta, tarihte, siyasette, gündelik hayatta mizahı sadece komedi unsuruymuş gibi gösterip hak ettiği araştırmaya yer verilmediği gibi, ilk fırsatta da mizahın kapısının çalındığı ortadadır. İnsan gülebildiği kadar yaşadığını hisseder. Gülebildikleri ni hatırında tutar ve gülebildiğinin zekâsına hayranlık duyar. Bu yüzden sıradanlık kaygısı güden pek çok edebî türün yahut toplumsal platformun gizil kurtarıcısı mizahtır. 


1.2. MİZAH KURAMLARI 

Günümüzde hâlâ kuramları tartışılan mizah hakkında fazlaca teori ortaya konmuştur. Bu kuramların cevap aradığı “İnsan neden güler? ” sorusudur. İlk bakışta hemen her kesimden insanın bu soruya bir cevabı vardır ve bu cevaplarda ya psikolojik ya da fizyolojik sebepler yatmaktadır. 

Mizahın ne olup ne olmadığını anlayabilmek ve hangi durumlarda ne gibi amaçlarla kullanıldığını tespit ve tasnif edebilmesi için insanın gülme sebepleri hakkında fikir sahibi olması gerekir. Aristo, Eflatun, Sokrates ve Cicero ile başlayan mizahın sorgulanması gerektiği düşüncesi, özellikle on dokuzuncu yüzyıldan itibaren bir disiplin ve kuram çerçevesinde uygulanmaya başlamıştır (Öğüt-Eker 2009: 133). 

1.2.1. Üstünlük Kuramı 

Üstünlük kuramı, çalışmamızda temel aldığımız, sosyal bir protesto yöntemi olan siyasî mizahla doğrudan bağlantılıdır. Yönetene karşı silah olarak kullanılan mizah, alay ile bir noktada buluşursa, ortaya çıkan durum, bu kuramla açıklanabilir. Morreal’in gülme durumlarını, mizahî olanlar ve mizahî olmayanlar olarak ayırdığını söylemiştik. 

Üstünlük kuramının mizahî olan durumlar için geçerli olabileceğini söyleyebiliriz. 
En eski kuram olan Üstünlük Kuramı, Aristo ve Platon tarafından temellendiril miş; ancak, Hobbes tarafından geliştirilmiştir. Aristo ve Platon gülme eylemini çok tutarlı bulmazlar. Onlara göre gülme ciddi insanların işi değildir (Morreal 1997: 8-9). Bu iki düşünürün, gülmenin özünde alay ve aşağılamanın var olduğu iddiası Üstünlük Kuramını temellendirir. Hobbes da esasında Platon ve Aristo gibi gülmenin kişinin karakterine zarar verebileceğini düşünürken, gülmeyi kişinin kendi kendini kutlaması şeklinde tanımlar (1997: 10). 

Hobbes’a göre mizah bazılarının veya bizim daha önceki halimizle ve başkalarıyla kendimizi kıyasladıktan sonra kendimizi daha üstün görmemizden doğar (Aktaran: Türkmen 1996: 651). 

Le Goff, Üstünlük Kuramında “Gülerken yaptığımız işin kendisine güldüğümüz özneyi mutsuz etmek, üzerinde egemenlik kurmak ve küçük düşürmek olduğunu savunur” (Aktaran Cantek 2003: 63). Böylesi durumlarda gülmenin bir başka fonksiyonu ortaya çıkmaktadır. Gülme galip gelmenin aracı olagelmiştir. 

İlk insandan itibaren var olan ve birçok kavrama sermayelik etmiş rekabet duygusu, gülmede kendini gösterir. Üstünlük kurma isteğimiz sadece “otorite”yle sınırlı değildir. İkili ilişkilerden, kalabalık ortamlara kadar, bireyin var olma, kendini kanıtlama, dikkat çekme, ilgi toplama, hayranlık uyandırma gibi talepleri olabilmektedir. Dolayıyla bireyin tüm bu taleplerdeki işlevsel gücü mizahtır. 

Özellikle edebiyatta ve dramada kendini iyiden iyiye hissettiren gülme, “alay” 
kavramıyla birleştiğinde bu kuram karşımıza çıkar. Gülme, İlyada’da bir alay ve kötü niyetle gerçekleştirilen eğlenme aracı olarak karşımıza çıkar. Birinci bölüm 599’daki pasajda Hephaistos’un hareketleriyle alay edilir: 

“Hephaistos böyle dedi, akkollu Here gülümsedi Oğlunun elinden aldı tası, 
Hephaistos boşalttı tanrı balını bir sağraktan Sundu tanrıların hepsine. 
Koştu durdu ordan oraya, soluya soluya Tanrılarda gürül gürül bir kahkaha koptu” (Aktaran Jakel 1997: 36). 

“Rakibi saf dışı bırakmaktan duyulan keyif, bir başkasını dezavantajlı duruma 
getirmedeki haz, öteki konumundaki kişinin düştüğü kötü durumdan duyulan mutluluk kuramın temelinde yatar” (Öğüt-Eker 2009: 140). 

Gülme keyif veren bir eylemdir. Dolayısıyla bu keyfi artıracak birçok malzeme vardır bu kuramda. Oldukça zor sorulardan oluşmuş bir bulmacayı çözen bir adamın aldığı keyif, aslında soruları hazırlayana karşı galibiyet duygusundan ileri gelmektedir ve içten içe duyduğu üstünlük hissi bu keyfi gülmeyle birleştirir. Sakarlık yapan kişiye gülünürken de “İyi ki onun yerinde değilim” hissinin keyfi yaşanır. Kurulamayan empati, ötekinin başına gelenlerden dolayı gülme ile birlikte de bir çeşit rahatlamayı da beraberinde getirir. 

1.2.2. Uyumsuzluk Kuramı., 

Uyumsuzluk Kuramına baktığımızda, evrende var olması zorunlu bir uyum kavramı dikkat çeker. Bu kuramın temel dayanağı, bu varlık uyumudur. Varlık ve biçim uyumu, varlık ve davranış uyumu, varlık ve şekil uyumu, varlık ve karakter uyumu, varlık ve renk uyumu, varlık ve ses uyumu şeklinde çoğaltabiliriz bu dengeyi. 

Doğada var olan her şeyin uyumu ve oranı olmalıdır. Ludovici’nin deyişiyle “Kişiyi umduğuyla bulduğu arasındaki şaşırtıcı orantısızlıktan başka hiçbir şey daha fazla güldürmez” (Aktaran Morreal 1997: 25). 

Uyumsuzluk Kuramı da tıpkı üstünlük kuramı gibi Aristo’ya dayanır. Ancak bu kuram Aristo’dan ziyade Kant ve Schopenhauer tarafından geliştirilmiştir. Kant’a göre, “Gülme yıkılan bir umudun hiçliğe doğru ani değişiminden doğan bir duygu” dur. Schopenhaur ise Kant’ın aksine beklentinin yıkılmadığını, fıkrada verilen ne olursa olsun öyküyü tamamladığını ve bir biçimde duruma uyduğunu söyler (Aktaran Morreal 1997: 26). 

“Bakanlardan birinin ölmesiyle başka bir milletvekili onun süresini doldurmak 
üzere seçilmişti. Adam hemen karısına telefon ederek, bu haberi vermek istedi: 
-Bir bakan karısı olmak ister miydin? diye sordu. Karısı biraz düşündü ve sonra: 
-Hangisinin?” 

Bu fıkra uyumsuzluk mizahının bir örneğidir. Milletvekili karısının verdiği yanıt, 
beklenilenin dışında olduğu için, fıkrayı duyanda mizahî bir gülmeye yol açacaktır. 

Beklenilenin ya da zihinde tasarlanılanın tam aksi bir durumla karşılaşan birey, 
şaşkınlığa uğramasının ardından, gülmeye başlar. Zihindekine uymayan bu görüntü ya da davranış, çoğu zaman içten bir gülmeyi getirmez. İçtenlikle atılan bir kahkaha ya da, henüz şaşkınlıktan kurtulamamış ve hayal kırıklığını atamamış bir zoraki gülümseme de olabilir. Dolayısıyla Uyumsuzluk Kuramı sadece mizahî gülmeleri açıklayabilir. Diğer gülme ve mizah durumlarını karşılayabilecek nitelikte değildir. 

Uyumsuzluk Kuramı hakkında yorum getiren bir isim de James Beatti’dir. Beattie de Morreal gibi gülmeyi sınıflandırmayı tercih eder. Gülmeyi “duygusal gülme” ve “hayvansal gülme” şeklinde ayırır ve Uyumsuzluk Kuramının hayvansal gülmeyi kapsayamayacağını söyler (Morreal 1997: 28). 

Morreal’in bu açıklamasından hareketle, Uyuşmazlık Kuramı gülmenin bazı sebepleri için kapsamlı bir kuram olabilir; ancak, mizahın tüm durumları için yeterli değildir. 

1.2.3. Rahatlama Kuramı 

Rahatlama dendiğinde; bastırılmış veya yasaklanmış duygu ve davranışların aniden özgürleştirilmesinden doğan fiziksel ve ruhsal boşalma akla gelebilir. Bu boşalmaya gülme eşlik ettiğinde, mizahın bazı hâlleri bu kuramla açıklanabilinir. 
Rahatlama kavramı insanın hem fiziksel, hem de psikolojik ihtiyaçlarından biridir. Rahatlama, insanın bünyesinde birikmiş olan huzursuzluk/gerginlik halinin vuku bulan herhangi bir hadise ya da durumla salınımından doğan keyiftir. Rahatlama Kuramını incelerken yasak kavramına değinmek yerinde olacaktır. Toplumlarda genel kabul görmüş olan yasağın cazibesi ya da “Yasak olan tatlıdır. ” anlayışlarına örnek olarak, ilk insan Âdem’in de Tanrı tarafından yasaklanmış meyveye ulaşma arzusu gösterilebilinir. 
Toplumlarda bazı kavramlar üzerine getirilmiş yasaklar, gülmeye sebebiyet verecek nitelikte olmuştur. Dolayısıyla bu keyif veren gülme ise rahatlamayı sağlamıştır. 

Örneğin; Türk toplumunda yaygın kabullenilmiş olan İslam dininin ya da hukuksal normların yasaklamış olduğu/hoş karşılamadığı argo ve küfür, Türk sinemasında özellikle Kemal Sunal filmlerine fazlaca kullanılmıştır. RTÜK uygulamasının olmadığı dönemlerde bu filmlerdeki argo söylemlerin sansürlenmeden verilmesi seyircinin kahkahalarla gülmesine sebep olmuştur. Yine, Türk toplumunda cinselliğin alelâde konuşulması ve yaşanması hem kamu düzeni açısından, hem de dinsel açıdan yasaklanmıştır. Günümüz Stand-up sanatçılarından Cem Yılmaz’ın gösterilerinin büyük kısmını kapsayan cinsellik üstüne diyalogları ve çözümlemeleri, onu gülünesi bir adam hâline getirmiştir. Bu bağlamda, bu iki karakterin komedyen kimlikleri, yasağın getirdiği gülme ile özdeşleşmektedir. Böylesi bir gülmece, Rahatlama Kuramıyla kolaylıkla açıklanabilmektedir. 

Bundan ötürü insanlar “Doğal ruh halleri kısıtlandığında ya da denetim altına 
alındığında içinde bulundukları sıkıntılı durumdan kurtulmak için hareket yolları 
arayacaklardır” (Morreal 1997: 32.) İşte bu yollardan biri gülme’dir. Toplumlarda yasak olan ya da hoş görülmeyen konuların bu şekilde arz edilişi, rahatlamaya ve akabinde gülmeye hatta kahkahalara neden olabilmektedir. “Descartes tarafından ortaya konulan, Gregory Jung tarafından sistemleştirilen Rahatlama Kuramının farklı bir sürümü yukarıda analiz etmeye çalıştığımız yasakların getirdiği rahatlamayı barındıran Psikanalitik Kuram’dır” (Öğüt-Eker 2009: 142). Farklı isimlerle anılsalar da her iki kuram da aynı mesajı vermektedir: İnsan sosyal bir varlıktır. Öte yandan, mizahı bir saldırı silahı olarak düşündüğümüzde, toplum nezdinde rahatsızlık veren otorite için, mizahın alt etme yöntemleri (alay etme, hicvetme, karikatürize etme) kullanılarak, itibarı zedelenmiş yahut statü endişesine kapılmış otoriterinin düştüğü durumu görmek, sistem rahatsızlığı duyan her birey için de bir çeşit rahatlamadır. 

İnsan sadece gülmeyle rahatlayamayacağı gibi, gülmeler de sadece rahatlamadan kaynaklanmamaktadır. Dolayısıyla, bu kuram da mizahı ve gülme durumlarını tek başına karşılayamamaktadır. 

1.3. MİZAH TÜRLERİ 

Mizah türleri bizi “Nasıl mizah yapılır? ” sorusuna götürür. Mizah; insanı ve insana ait olan ya da ol(a)mayan pek çok unsuru malzeme ettiğinden, ne konu ne de alan açısından eksiklik yaşamaz. Hele ki günümüz kitle kültürleri baz alındığında, birbiriyle çelişkili ve sürtüşmeli pek çok sosyolojik ve psikolojik vaka halihazırda mizahta kullanılabilmektedir. 

Mizahın göstermekle, altını çizmekle, görselleştirmek ve sözelleştirmekle ilgili 
performansları var olduğundan, bunu çeşitli biçimlerle yapabilir. Bu biçimler, dönemin şartlarına, var olan teknolojik alt yapıya, popülariteye ve cazibeye, mizahçının Dünya görüşü ve zihniyetine hatta mesleğine göre değişim gösterebilir. 
“Bu türlerden hiciv, ironi ve alay daha saldırgandır ve kendilerini biraz fazla ciddiye alanları ciddiye almamanın bir yolu olurlar” (Fenoglio-Georgeon 2007: 8). “Mizah içten olmamayı, gösterişçiliği ve aptallığı cezalandırırken” (Dougles 2002: 42) bunu aşağıdaki incelemeye çalıştığımız türlerle yapar. 

1.3.1. Alay 

“Gülmenin düşmanlıktan ileri geldiğini söyleyen Raskin’in bu tezi” (Aktaran Öğüt-Eker 2009: 60) özellikle alaycı mizah içinde değerlendirilebilinir. Zira, alayın ve dalga geçmenin en kamusal ve yasal yolları mizah yapmaktır. Mizahî kılıflarla edilen alayın, kişisel hakaretlere varmayan boyutu eğlenceli olabilirken, aynı zamanda yıpratıcı olabilmektedir. Mizahın temel işlevlerinden olan savunma ve saldırı, alay ile kendisine yol açabilir. 

Lefebvre (2001: 135) “Alay, alaycılık hor görülen ve ezilen öznelliğin, bireyi 
yabancılaştıran şeylere başkaldırısı değil midir? ” diye sorarken alayı otorite karşıtı bir silah olarak mekanikleştirir. 

Alay, alaysılama kavramları mizahın Üstünlük Kuramıyla hemen hemen örtüşmektedir. 
Kişisel hesaplaşmalardan başlayarak, etki alanı genişleyebilecek bir şekilde yönetilen/ yöneten çekişmesine dahi malzeme olabilecek olan alay türü, azımsanamayacak bir statü zedelenmesine sebebiyet verebilecek güce sahiptir. Alay eden kişinin, içinde yaşatmış olduğu göreli intikam hırsından süzülerek, alay edilenden şok etkisi yaratabilecek, şaşırtabilecek, üzecek hatta kızdıracak boyutlara varabilir. 

Alayın tüm otoriteler karşısında takınmış olduğu cüretkâr tavır, “Ortaçağ Avrupa’sında egemen inancı dahi konu edebilecek boyuttadır. Avrupa cadılarının Haça tükürerek, seni gidi anormal kadın! Sevişmeden çocuk doğurmuş muş, nonoş” (Güngören 2001: 193) gibi etmiş oldukları söz, alayın sınır bilmez tavrını örneklendirir. 

Alay, mizahın diğer tüm türlerine kaynaklık eder. Nüktenin, hicvin, şakanın hatta ironinin de temelinde alay etme/dalga geçme hissi yatar. Alay, içinde barındırdığı saldırı duygusundan kaynaklı mizahın temel taşı gibi pek çok alanda söz konusu olabilmektedir. 

 1.3.2. Şaka, 

Şakayı bir mizah türü olarak göstermemizdeki temel dayanağımız, şakanın başlangıcına sebebiyet veren gizil bir üstünlük duygusu ve şakanın akabinde beliren rahatlama hissidir. Şaka yapılan kişinin akıbeti, yapana haz verir ve düşürülen durum esasında komiktir. Şaka yapmanın, bizim açıklamaya çalıştığımız mizahın niteliğiyle birebir örtüştüğünü söylemek zordur, zira mizahın tek amacı sadece “alt etmek” değildir. 

Mizahın baştan beri iktidarla olan mücadelesine şakanın da katkısı vardır. 

“Şaka yapmak, yapılana akla mantığa uymayan hareketleri belli bir nedenin altını gizleyerek yaptırmak olabileceği gibi, şaka yalnızca bir sözcük oyunu da olabilir. Tabii, şakalar söylendikleri anda fark edilmezler; ama, sonradan amaçlarına ulaşırlar.” (Tunaboylu-İkiz 2001: 202). 

Mizahın bir kültür uzantısı olduğunu kabul etmekle birlikte şakanın da varlık bulduğu toplumlara göre biçimlenişini izlemekteyiz. Bir toplumda “şaka” kabul edilen bir davranış, bir diğer toplumda gayrı ahlakî/itici/sevimsiz/utanç verici ya da gülünç olmayan şeklinde karşılanabilir. “Dogolar, bir arkadaşlarına rastladıklarında ana babalarının cinsel organlarından söz etmeyi nükteli bir şey olarak görmektedirler” 

(Dougles 2002:44); ancak, bu pek çok muhafazakâr toplumda gayri ahlakî olarak değerlendirilmektedir. “Birinin ensesine habersizce atılan şaplak da pek çok toplumda “şaka” olarak kabul edilmekte; ancak, bu hareket Büyük Sahra’nın güney periferisinde yaşayan Baughiri-eke kabilesinde şaplağı atılan kişideki kötü ruhları kovma maksadıyla yapılan olumlu bir eylem olarak kabul edilir” ( Renauder 2001:178). 

Görüldüğü üzere; şakalaşmak insan ilişkileri bağlamında sıkça karşımıza çıkabilecek bir davranıştır. Şakalaşmanın mahiyeti ve nedenselliği kültürlerarası çatışmalara paralel olarak farklı anlamlar kazanabilmekte ve uygulanabilmekte dir. Bu noktada, bir mizah türü olan şakanın gerek cezalandırmada gerekse savunmada gerekse saldırmada mizahın pek çok işleviyle örtüştüğü görülmektedir. 

Şaka yapmak, birini ya da bir şeyleri gülünç duruma düşürerek, içgüdüsel ya da bilinçli bir saldırı/ küçük düşürme işlevi görür. “İlkel toplumlarda kabileler kutsallığın temsilcisi, aynı zamanda en iğrenç şeyleri yapabilecek, bütün tabuları çiğneyebilecek bir yaratık (Akal 1991: 96) diye tanımı yapılan iktidar temsilcisini gelenek haline getirdikleri şaka kılıflı oyunlara âlet etmekteydiler. Örneğin, “Sierra Leone’deki Timmolar, seçtikleri kralı taç giydiği gün dövme hakkına sahiptiler. Genelde bu haklarını öylesine istekli biçimde kullanırlar ve şakanın dozunu öylesine kaçırırlardı ki, yeni kralın krallığının tadını çıkaramadan dünyaya veda ettiği çok sık görülürdü.” (Güngören 2001: 195) 

1.3.3. Nükte., 

“Nükte yapay; ancak, zarif, etkili ve sanatkârca yapılan bir eleştiri” (Öğüt-Eker 2009: 69) olarak tanımlanırken, mizahın “saraylı” diyebileceğimiz türüdür. Nükte, söz oyunlarının ustaca sergilenmesi, hazırcevaplılık gibi yeteneklere sahip olmayı gerektirir ve bu bağlamda özellikle edebiyatçılar ve politikacılar tarafından yaygın olarak kullanılır. 

Nükte yapmak, üreticiliğin meşakkatini taşır ve kibrin, politik şevklerin izlerini 
taşıyabilir. Nüktedanlığın diğer türlere göre özel bir seviyeye sahip olması gerektiği gibi, diğer bir ayrım ise onlar kadar acımasız olmadığıdır. Nükte de iğneleme, taş atma, laf sokma dediğimiz deyimsel kavramlar amaçlanır. 

1.3.4. Hiciv., 

Mizahın bir kişiye ya da bir kuruma karşı en acımasızca saldıran türü hicivdir. Hiciv geleneğinde hedef alınmış kişi ya da kurum, itibarı hiç düşünülmeden sözel bir sataşma/ saldırıya maruz kalır. Hiciv, gerçek kişilerin aşağılanıp, hor görülmesinden doğan hazla bütünleşir. 

“Ayıplama, kınama, teşhir etme veya aşağılama hicvin en önemli cezalandırma 
mekanizmalarıdır.” (Öğüt-Eker 2009: 67) ve tüm bu mekanizmalar değiştirme, terbiye etme, düzeltme, onarma gibi amaçlara hizmet etmektedir. 

Hicvin daha çok nazım şeklinde karşımıza çıkıyor olması, onun aynı zamanda edebî bir tür olarak nitelendirilmesine yol açmıştır. İslam Ansiklopedisi hicvi, “alaylı eleştiri ve eleştiri metinlerinin oluşturduğu edebî bir tür” (Okay 1998: 447) olarak tanımlarken, Haldun Taner ahlakî, dinî, politik ve edebî olmak üzere çeşitlendirir (Aktaran Rysbay 2007: 4). 

Saldırgan mizahı içeren hiciv, geleneksel tarihsel dokumuzda hatrı sayılır bir yerde durmaktadır. Hicvin hedefi, şahsileştirilmiş bir hesabın/anlaşmazlığın / hasımlığın açığa çıkarılmasıyla yön bulur. Sistem bozukluklarından, toplum anlayışlarından, gelenek ve görenek eleştirinden ziyade, hicvi diğer türlerden ayıran önemli nokta, direkt belli bir şahsı hedef tahtasına oturtup, onunla acımasızca alay etmektir. Batılı kaynaklarda hiciv kavramı “satire” kelimesiyle karşılanır. Satir, önce Eski Yunan çağında ortaya çıkmış olmakla birlikte, tarihî ve kültürel sebeplerden dolayı, Batı uygarlığına Latince aracılığıyla girmiş bir türdür (Cebeci 2008: 187). 

“Çağdaş satir kuramcılarından George Test’e göre, satirin dört temel bileşeni 
<saldırganlık>, <oyun>, <yargılama> ve <güldürücü/komik>unsurlarından oluşur.” (Cebeci 2008: 198). 

Genel itibariyle hicvin, Batı’daki karşılığıyla satirin komedi unsurlarını kullanarak, sembolik bir saldırıyı/sataşmayı amaçladığı görülür. Lakin, hicvin rahatsızlık veren durumu ya da kişiyi düzeltemeye ne oranda muktedir olabileceğinin anlaşılması güç iken, hicivcinin acımasızca sataştığı kişinin itibarına düşürebileceği herhangi bir gölge, bir diğer kişi için “ibretlik” bir durum olabilir. 

18. Yüzyılın önemli satir yazarı Alexander Pope, satirin ahlaksal bir işlevi olduğunu kabul etmekle birlikte, bu işlevin gerçek “ehemmiyeti” konusunda yeni bir açılıma olanak sağlayacak bir adım atar: Pope’a göre, “satir yazarı kötüyü ve zalimi yenilgiye uğratma ya da onu alt etme umudunu kaybetse bile, en azından “kendi zevki için” yazmaya devam etmelidir” (Cebeci 2008: 191). 

Hiciv geleneğinin, özellikle Divan şiirinde örneğine çok rastlanmakla birlikte, serbest şiirde de tematik olarak örnekleri görülmektedir. 

“Sana ey cah-ı perest el yumaga âlemden Miski sabun ile simin legen ibrik gerek (Ey makam düşkünü! Senin bu âlemden elini eteğini çekmen için, miskten sabun ve gümüş leğenle ibrik gerek) (Bilkan 1997: 776) 

 Var mı görmiş kim ile eylese akd-ı peyvend 
Turdugın ahdine devlet didigün gaddarun 

(Devlet denilen gaddarın, birisi ile sözleştiğinde sözünde durduğunu görmüş olan var mı?)” (Bilkan 1997: 792) 

Yukarıdaki beyitlerde de görüldüğü üzere, hiciv hedef alınan konu/kişi/kişilerin teşhir etme amacını güderken, amaç bol kahkahalar attırmak değil, gülümsetmektir. “Güleriz ağlanacak halimize” deyimi üzerinden analiz edebileceğimiz hicvin metodu her ne kadar birçoklarına göre “düşmanlık, kıskançlık, nefret, hoşnutsuzluk, kırgınlık, istihza” (Kılıç 2012: 1745)’dan kaynaklansa da var olan çarpık/yanlış/rahatsız edici durumu teşhir etmesi açısından dikkate değerdir. Hiciv, özellikle Klasik Türk Şiirinde birçok şair tarafından kullanılmış, sonraki dönemlerde de toplumcu-gerçekçi şiirde ve sınıfsal mücadelenin kalemi olmuş şairler tarafından tercih edilmiştir. Lakin, modern kent yaşamında hicve rastlayamamamızın sebebi araştırıldığında şöyle bir durum değerlendirmesiyle karşılaşabilmekteyiz: 

“hicvin uygarlaşmayla ters orantılı olduğunu” (Kayıran 2002: 54) kabul edersek, hicvin yazılış nedeni olan bireysel hesaplaşmaların artık modern yaşamında farklı boyutlarla tezahür ettiğini görüyoruz. Zira Elias’a göre “Saldırganlık duygularındaki özdenetim veya iç disiplinin tedrici bir şekilde gelişimi uygarlığın gelişimiyle bakışımlıdır. Saldırganlık duygusu geçmişten günümüze uygarlaşan bir duygudur.” (Aktaran Kayıran 2002: 54). 

1.3.5. İroni 

İroni üzerine çalışmış olan Soren Kierkegaard, ironi kavramının Sokrates ile başladığını ileri sürer (2009: 12). Kierkegard ironi için şöyle der: 

“Günümüzde kuşkunun felsefe için öneminin tartışıldığı çok konuşma yapılıyor; 
ama, kuşku felsefe için neyse, ironi de kişisel hayat için odur. İroni, sınırlar, sonlu kılar, tanımlar ve böylece doğruluk, edimsellik ve içerik üretir; azarlayıp 
cezalandırmak yoluyla denge, kişilik ve tutarlılık sağlar.” (Kierkegaard 2009: 362). 

İroni kelimesi ile trajikomik kavramının birbirlerini tamamlar nitelikte gibi 
görünmesinin sebebi, ironinin içinde barındırdığı tezatlıktan ileri gelmektedir. 
Anlatılmak istenen ile söylenenin birbirinin zıddı olması ironide esastır. İroninin edebî bir anlatım tekniği olmasının yanında, gündelik hayatta da fazlasıyla karşımıza çıkar. 
Zira, insanoğlu ironiyi sever. Bunun da sebebi esasında gündelik yaşamda mizaha fazlaca ihtiyaç duymamızdan ileri gelir. İronik söylem, zengin çağrışımları olan kelimeler kullanmayı gerektirir (Elmas 2010:142) ve “ironi yaptım” ifadesini söyletecek kadar, hem gerçekçi hem de zekice uygulanmalıdır. Karşıdakini durumun tam aksine inandırabilecek ölçüde ustaca söylenmiş bir ironi, oldukça gülünç bir durumdur. 

İroni, kullanıldığı her yerde birbirine tezat durumları içerir; ama, etkisi ancak iki karşıt duygunun yan yana gelmesiyle açığa çıkar: acı çekme ve gülme. Bir durum ya da olay aynı anda hem acıklı, hem komik olduğunda ironinin kuralları işlemeye başlamış, ironi başarılı olmuş ve trajikomik bir durumun gülümsemeye dönüşmesiyle de mizahın paradoksal karakteriyle uyum sağlanmış demektir. (Aktaran Elmas 2010: 136) 

“Bedava yaşıyoruz bedava/Hava bedava, bulut bedava 
Dere tepe bedava/yağmur çamur bedava 
Otomobillerin dışı, sinemaların kapısı, camekânlar bedava 
Peynir ekmek değil ama acı su bedava 
Kelle fiyatına hürriyet, esirlik bedava 
Bedava yaşıyoruz bedava” (Orhan Veli 2012: 126). 

Türk edebiyatında özellikle toplumcu-gerçekçi şiirde sıkça kullanılan motiflerden biri olan ironi anlatımı güçlendirmek ve etkilileştirmek için özellikle seçilen bir tekniktir. Hayat pahalılığını sıradan cümlelerle anlatmak yerine ironi yapmayı tercih eden Orhan Veli’nin seçimi şiirin etki alanını genişletirken, hem akılda almayı sağlamış hem de anlam zenginliğine ulaşmıştır. 

3.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

2002-2011 DÖNEMİ TÜRK SİYASETİNDE MİZAH., BÖLÜM 1

2002-2011 DÖNEMİ TÜRK SİYASETİNDE MİZAH.,  BÖLÜM 1 




Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 
Türk Halkbilimi Bilim Dalı 
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 
Zeynep KAMİLOĞLU 
Yüksek Lisans Tezi 
Ankara, 2014 


2002-2011 DÖNEMİ TÜRK SİYASETİNDE MİZAH 
Zeynep KAMİLOĞLU 


ÖZET 


Bu çalışmada 2002-2011 yılları arasındaki Türk Siyasetindeki mizahî unsurlar araştırılmıştır. Çalışma, giriş ve sonuç bölümlerinin yanında üç ana bölümden oluşmaktadır. 

Birinci bölümde, mizah ile gülme arasındaki ilişki ortaya konulmuş, bir yandan da ayrımları belirtilmeye çalışılmıştır. Mizahın ne şekilde, hangi psikolojik durumlar neticesinde ortaya çıktığı ise, genel geçer üç mizah kuramıyla açıklanmıştır. Dünya literatürü ve Türk düşünürlerin mizahı nasıl tanımladıklarına dair örnekler sunulmuştur. 

Mizahın türleri olan hiciv, nükte, ironi, şaka, alay ve karikatür hakkında bilgiler 
verilmiştir. Çalışmaya adını veren siyasî mizah, mizah alanları arasında cinsel mizah ve etnik mizah ile ayrımları üzerinden tespit edilmeye çalışılmıştır. 

Mizahın siyasetle olan ilişkisini belirleyebilmek adına, ikinci bölüm siyaset, sosyal protesto, mizahın siyasi lider imajına etkileri ve siyasette savunma/saldırı aracı olarak mizah, Dünya tarihinden örneklerle anlatılmıştır. Sosyal protesto kavramını genişçe açmamızdaki sebep, mizahın siyasetçiler için de bir protesto nesnesi olabileceğini göstermektir. Yanı sıra, seçilmiş üç ülke ile Batı dünyasındaki siyasetçilerin de anekdotlarına yer verilerek, o ülkelerin mizah anlayışları hakkında ipuçları verilmeye çalışılmıştır. 

Çalışmanın üçüncü bölümü 2002-2011 dönemi Türk Siyasetçilerinin mizahın kullanım biçimlerini belirleyebilmek adına bir tasnif çalışmasıdır. Bu dönemdeki siyasîlerin konuşma metinleri, TBMM Genel Kurul tutanaklarından, siyasî partilerin internet sitelerinden ve basından derlenerek bir seçki oluşturulmuştur. Bu seçki üzerinden de bir tasnif çalışması yapılmış, dönemin siyasilerinin mizahı hangi türleriyle tercih ettikleri, hangi anlatım türlerinden yararlanarak mizahı kullandıkları, edebî sanatlardan ne şekilde yararlandıkları ve nasıl bir dil oyunu yaptıkları izah edilmiştir. Sınıflama türlerinde sunulmuş ve yorumlanmaya çalışılmış söylem örnekleri, kronolojik olarak sıralanmıştır. 

Mizahın salt mizahçılara özgü olmadığı, siyasetçiler için de bir toplumsal iletişim dili ve sosyal protesto aracı olarak kullanılmakta olduğu sonucuna varılmıştır. Siyasî mizahın özellikle muhalefet üyeleri arasında yoğun bir şekilde kullanılıyor olması, mizahın muhalif kimliğine dayandırılıyor olsa da, Türk muhalefeti mizahı iktidarı “yıpratma” maksatlı kullanmıştır. 

GİRİŞ 

I. ARAŞTIRMANIN AMACI VE ÖNEMİ……………………………………...1 
II. ARAŞTIRMANIN KAPSAMI…………………………………………............2 
III. ARAŞTIRMANIN YÖNTEMLERİ…………………………………..............4 

İÇİNDEKİLER 

1.BÖLÜM: MİZAH ............................................................. 5 

1.1. MİZAH NEDİR? .......................................................... 5 

1.2. MİZAH KURAMLARI ................................................... 11 

1.2.1. Üstünlük Kuramı .................................................. 11 

1.2.2. Uyumsuzluk Kuramı ............................................ 13 

1.2.3. Rahatlama Kuramı .............................................. 14 

1.3. MİZAH TÜRLERİ ................................................... 16 

 1.3.1. Alay ............................................................... 16 

1.2.1. Şaka ............................................................... 17 

1.2.1. Nükte ........................................................... 18 

1.2.1. Hiciv ............................................................. 19 

1.2.1. İroni .............................................................. 21 

1.2.1. Karikatür ....................................................... 23 

1.4. MİZAHIN ALANLARI ........................................... 25 

1.4.1. Etnik Mizah ................................................... 25 

1.4.2. Cinsel Mizah ................................................... 26 

1.4.3. Siyasi Mizah .................................................. 27 


2.  BÖLÜM: SİYASET VE MİZAH ................................ 29 


2.1. SİYASET NEDİR? .............................................. 29 

2.2. SİYASAL İLETİŞİM NEDİR? ................................ 32 

2.2.1. Siyasi İletişim Dili Olarak Mizah ....................... 34 

2.3. SOSYAL PROTESTO YÖNTEMİ OLARAK MİZAH ...... 37 

2.3.1. Sosyal Protesto Nedir? ................................... 37 

2.3.2. Sosyal Protesto Yöntemleri ............................. 41 

2.3.3. Değişen Protesto Anlayışında Mizahın Yeri ve Kullanımı ........ 42 

2.4. SİYASETTE SAVUNMA VE SALDIRI ARACI OLARAK MİZAH ....... 45 

2.5. MİZAHIN SİYASİ LİDER İMAJINA ETKİLERİ ................... 47 

2.6. DÜNYADA SİYASİ MİZAHIN KULLANIMINDAN BAZI ÖRNEKLER ......... 52 

2.6.1. Amerika Birleşik Devletleri ......... 54 

2.6.2. Rusya ................... 58 

2.6.3. İngiltere ................... 59 

2.7. TÜRKİYE’DE SİYASİ MİZAHIN KULLANIMINDAN BAZI ÖRNEKLER ..... 61 

2.7.1. Demokrat Parti Siyasetçileri ..... 62 

2.7.2. Erdal İnönü ........ 63 

2.7.3. Süleyman Demirel .................... 65 

2.8. 2002-2011 DÖNEMİ TÜRK SİYASETİNE GENEL BAKIŞ .... 66 


3.BÖLÜM: 2002-2011 DÖNEMİ TÜRK SİYASETİNDE MİZAHIN KULLANIM BİÇİMLERİ ........ 67 


3.1. DİL OYUNLARI .......................................................... 68 

3.1.1. Benzeşleme ............................................................ 68 

3.1.2. Değiştirim ............................................................... 70 

3.1.3. Argo ..................................................................... 74 

3.2. EDEBİ SANATLARIN KULLANIMI .................................. 75 

3.2.1. Teşbih .................................................................. 75 

3.2.2. Telmih ................................................................. 78 

3.2.3. Kinaye ................................................................ 81 

3.2.4. Mübalağa ............................................................ 82 

3.3. ANLATIM TÜRLERİNİN KULLANIMI ........................... 83 

3.3.1. Deyim ve Atasözleri ............................................. 83 

3.3.2. Şiir .................................................................. 89 

3.3.3. Fıkra .................................................... 93 

3.4. MİZAH TÜRLERİNİN KULLANIMI .................................... 94 

3.4.1. Hiciv .............................................................. 94 

3.4.2. İstihza ........................................................... 97 

3.4.3. İroni ............................................................... 104 

3.4.4. Karikatür ......................................................... 105 

SONUÇ ...................................................................... 107 

KAYNAKÇA ................................................................. 111 

KISALTMALAR 

CHP: Cumhuriyet Halk Partisi 

AK PARTİ: Adalet ve Kalkınma Partisi 

MHP: Milliyetçi Hareket Partisi 

TBMM: Türkiye Büyük Millet Meclisi 

RTÜK: Radyo Televizyon Üst Kurulu 

TRT: Türkiye Radyo Televizyon Kurumu 

TSK: Türk Silahlı Kuvvetleri 

Çev: Çeviren 

bs. : Baskı 


ÖNSÖZ 


Mizahın ciddiyetini, mizah üzerine araştırma yapma cesaretini göstererek anlamış oldum. Bu tezin, gerek araştırma, gerekse yazım aşamasında zorlandığımı itiraf etmeliyim. Büyüklerimiz doğru der: Güldürmek, ağlatmaktan zordur… Hele ki gülmenin ve güldürmenin insanda ve toplum belleğinde nasıl bir izdüşümüne sahip olduğu aramak daha da zor. 
Yatağından düşerek uyanan çocuklar gibi, neye uğradığımı bilemedim mizahın kapısını çaldığımda. Nihayetinde, kalabalık, karmaşık ve bir o kadar da paradoksun olduğu bir kavram hakkında araştırma yapmaktan yana da yana da pişman değilim. Mizah üzerine özellikle siyasî mizah üzerine literatür taraması yapıldığında, bilimsel anlamda çok da fazla materyalle karşılaşmak mümkün olmadı. Ancak, mizahın kullanım yaygınlığı karşısında şaşırmamak, hatta büyülenmemek de bir o kadar zordu. 

Bir dönem çalışması hazırlamak, o dönem içerisinde var olan örnekler üzerinde 
konuşmanın avantajları ve dezavantajları oldu. “Fikrin dağılmaması” noktasında bu şekilde bir sınırlandırmaya gitmekte fayda var; ancak, başka bir örneği salt dönem dışı diye kullanamamak da işin üzücü tarafı oldu. 

Çırağı olmaktan gurur duyduğum, her aşamada desteğini esirgemeyen ve onca 
yoğunluğuna rağmen vakit ayıran, tüm kitaplarına erişmemi sağlayan, değerli hocam, ustam Doç. Dr. Gülin Öğüt Eker’e ne kadar teşekkür etsem kâfi gelmeyecek. 

Sevgili ablam Gülcan Keskin’e, kardeşim Mesut Keskin’e, annem Hanım Keskin’e, babam Osman Keskin’e, diğer annem Sıhhat Kamiloğlu’na çok teşekkür ederim. 

Dostlarım İlknur Bayram, Ceyda Güngör, Selda Uygun, Soner Başkal, Emre Şişmanlar, Uygar Saylam, Burhan Akşahin, Dilek Açıkgöz ve Nesrin Uluay’a tüm destekleri için teşekkürler. 

Her türlü maddi- manevi desteğiyle arkamda duran, tezimi okuyup gözlemlerini sunan sevgili eşim Deniz Kamiloğlu ve annesinin yokluğunda sorun çıkarmayan can oğlum Taylan Derman Kamiloğlu’na çok teşekkür ederim. 

GİRİŞ 

I. ARAŞTIRMANIN AMACI VE ÖNEMİ 

Halkbiliminin “bir topluluğun geleneksel ve anonim dünya görüşünü ve bunun dışa vurumları olarak kabul edilen, söze, harekete ve nesneye dayalı olarak ifade edilen her türlü anlamlı formu ve bunların oluşumları, geliştirilip ve pekiştirilmelerine yönelik iletişim olaylarının konu edildiği bir bilim dalı” (Çobanoğlu 2008: 20) olması sebebiyle bu çalışma, Türk Siyasetinde Mizah konusuyla Türk Halk biliminin araştırma alanına girmiştir. 
Çalışma, genelde mizahın özelde ise siyasî mizahın kullanım alanlarının genişliğinden yola çıkarak oluşturulmaya çalışılmıştır. Mizahın salt bir güldürü alanı olarak değerlendirilmesine karşın, siyasî mizahın siyasetçiler arasında kullanımına dikkat çekilmiştir. 

Mizah üzerine literatürde bilimsel-akademik çalışmalar bulunmaktadır. Yine de Batı literatürü ile kıyaslandığında, bu rakam mizahın halk bilimsel yanına yapılan bir haksızlık gibi görünmektedir. 
Çalışmanın amacı 2002-2011 dönemi Türk Siyasetindeki şahısların söylemlerinde mizah analizi yapmaktır. Bu bağlamda, dönem içerisinden derlenen örnekler, kullanım türü, üslubu ve amacına yönelik bir sınıflandırılmaya tabii tutulmuştur. 
Çalışma ile ilgili olarak belirtmemiz gereken diğer bir husus ise, bu şekilde bir tasnif çalışmasının ilk defa yapılmış olmasıdır. Mizah dili ya da siyaset dili üzerine çalışmaların mevcudiyetinin yanında, siyaset mizahının analizi, gerek siyasete gerekse mizaha farklı bir perspektiften bakabilmenin yolunu açmıştır. 

II. ARAŞTIRMANIN KAPSAMI 

Çalışmanın birinci bölümü ‘Mizah’ başlığını taşımaktadır. Bu bölüm, mizahın Batı’da ve Türkiye’de yapılmış tanımlarına, kuramlarına, türlerine ve alanlarına ayrılmıştır. Eker’e göre Türkiye’de profesyonel anlamdaki mizah araştırmaları birkaç yayının ve bazı özel teşebbüslerin yanında bazı üniversitelerde seçmeli ders kapsamı dışında, sorun olarak belirlenip ele alınmamıştır (2009: 4-5). Kültürel dokusuyla, sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik olaylar ve gelişmişliğini tamamlama aşamasında yaşamış olduğu çelişkilerle mizahçılara fazlasıyla malzeme çıkarabilen Türkiye, mizahın teorisini oluşturmada sessiz kalmıştır. Mizahın paradokslarından biri de bu noktadır. 

Mizahın, eylem noktası gülme’dir. Dolayısıyla bu iki kavram sanılanın aksine, birbirine eşdeğer değil, birbirinin tamamlayıcısıdır. Hatta, denilebilir ki, gülme’nin bazı hâlleri için mizahî bir duruma ihtiyaç yoktur; ancak, mizah için gülme eylemi şarttır. 

Çalışmanın ikinci bölümü Siyaset ve Mizah başlığı altında, öncelikle siyaset kavramına değinilmiştir. En basit manada, ‘yönetilen ve yöneten arasındaki ilişki’ olarak tanımlayabileceğimiz siyaset, toplumların ihtiyaç listelerinde başta gelmektedir. Düzenli ve sistematik bir şekilde yaşabilmek, hak arayabilmek, seçmek ve seçilmek, temsil etmek ve edilmek gibi haklara sahip olabilmeyi, siyasetin normları ve sistemi içinde elde edilebilmektedir. 

Siyaset kavramı ile birlikte mizahın siyasette savunma ve saldırı aracı olarak kullanımı, mizahın siyasî lider imajına etkileri tartışılmıştır. Sonrasında ise mizahın sosyal protesto işlevini açıklanılmaya çalışır. Siyasetçilerin söylemlerinde mizahı tercih etmelerindeki sebep, mizahın sosyal protesto işlevine dayandırılmış tır. Siyasî mizah, eleştirelliğini ortaya koyarken, sosyal protesto hazinesinden beslenir. Öte yandan, protesto etmek pek çok insan tarafından “asilik, anarşistlik, komünistlik” şeklinde algılanır ve bu sıfatlar aracılığıyla da hor görülür ve negatif anlamda bir propagandaya maruz kalır. Protestonun çoğu zaman uğramış olduğu bu hezimet, salt Türkiye’ye özgü bir şey olmadığı gibi, yeni bir durum da değildir. Tarihin pek çok noktasında, otoritenin yönlendir melerine tabii olmamak için, dikkat çekici yöntemlere başvuran kişiler, çeşitli yaftalarla anılmışlardır. 

Çalışmamızın bu noktadaki diğer amacı da, protesto kavramının giderek 
sosyalleşmesinden kaynaklı, politikacıların da siyasal iletişim kapsamında, birbirlerini protesto etmelerinde mizahtan yararlandıklarını göstermek olmuştur. Özellikle, Batı’da da toplum tarafından siyasîler için üretilmiş hikâyelerle birlikte, siyasilerin de mizahsal üsluplarından örnekler verilmiştir. Bu anlamda spesifik örnekler Amerika, Rusya ve İngiltere’den seçilmiştir. 

Aynı şekilde, 2002-2011 dönemi siyasetçilerinin mizahsal tavırlarına bakmadan önce, özellikle Türkiye’nin toplumsal-siyasal belleğinde iz bırakmış siyasîlerinin 
anekdotlarına yer verilmiştir. 

Çalışmanın üçüncü bölümü, 2002-2011 Dönemi Türk Siyasetinde Mizahın Kullanım Biçimleri başlığını taşır. Bu bölüm, çalışmamızın hipotezi hakkında gerekli ipuçlarını vermiştir. 

Günümüzde, siyaset anlayışında pek çok değişimin yaşandığını görebilmekteyiz. Gerek teknolojinin kolaylıkları, gerekse toplum yaşamındaki post-modern açılımlar, siyasette kullanılan dili de etkilemiştir. Seçmeniyle iletişim kurabilmek adına, pek çok sahadan yararlanan siyasetçinin, oldukça yeni bir siyasal iletişim alanı oluşagelmiştir. Bu siyasal iletişim sürecinde, siyaset mekanizmasında açıkça mizahın da çeşitli yöntem ve araçlarla kullanıldığını göstermek amaçlanmıştır. 

Çalışmanın üçüncü bölümü 2002-2011 Dönemi Türk Siyasetinde Mizahın Kullanım Biçimleri başlıklıdır. Bu dönemdeki, iktidar ve muhalefet üyelerinin, çeşitli icra ortamlarında sunmuş oldukları metinler üzerinden bir tasnif yapılmaya çalışılmıştır. Örnekler üzerinden yapılan değerlendirmelerde, konuşmayı yapan kişinin mizahı hangi türüyle kullandığı, nasıl bir dil oyunu sergilediği ya da hangi anlatım türlerinden faydalanarak karşı cepheyi hedef aldığı tespit edilmeye çalışılmıştır. 

III. ARAŞTIRMANIN YÖNTEMLERİ 

Çalışmada yöntem olarak, Bağlam Merkezli Halkbilim Kuramları’ndan İşlevsel 
Halkbilimi Kuramı kullanılmıştır. Bu kurama göre, “metnin kendi, tepki gösterecek bir izleyici kitlesine sunulmaz ya da icra edilmezse anlamsızdır” (Çobanoğlu 2008: 235). 

Bu kuram, folkloru işlevselliğiyle değerlendirir. İşlev, “bir sosyal yapıdaki çeşitli 
öğelerin, o yapının tümünün çalışmasına katkısıdır” (Aktaran Başgöz 1996: 1) şeklinde tanımlanır ve bir ihtiyacın karşılanabilmesi açısından önem taşır. William Bascom, folklorun işlevlerini genel hatlarıyla dört maddede toplar: 

1. Hoş vakit geçirme, eğlenme ve eğlendirme. 
2. Değerlere, toplum kurumlarına ve törelere destek verme. 
3. Eğitim veya kültürün gelecek kuşaklara aktarılarak eğitilmesi. 
4. Toplumsal ve kişisel baskılardan kurtulmak için kaçıp kurtulma mekanizması (Aktaran Çobanoğlu (2008: 235-236). 

Bu açıdan bakıldığında çalışmada, bir folklor ürünü olarak mizah, hoş vakit geçirme ve toplumsal ve kişisel baskılardan kurtulmak için kaçıp kurtulma mekanizması işlevleriyle analiz edilmiştir. 

Çalışmayı yönlendiren bir diğer kuram ise yine Bağlam Merkezli Halkbilimi 
Kuramlarından Performas Kuramı’dır. “Halkbilimi araştırmalarında folklor unsurlarını “metin” veya “eşya” olarak ele almanın ötesinde onları bir “sosyal olay” olarak ele alıp, sosyal hayat içinde “icra/gösterim”ler olarak, yaratılıp tekrar edile geldikleri bağlamları (contex) ile beraber ele alıp tahlil etme” (Çobanoğlu 2008: 309) ye dayanan bu kuram, siyaset dili üzerindeki mizah unsurlarını tespit ve tasnif edebilmede bir yöntem olarak kullanılabilmiştir. 

1.BÖLÜM: MİZAH 

1.1. MİZAH NEDİR? 

Mizahın tanımından disipline edilmesine kadar pek çok tartışmaya maruz kalması, esasında mizahın “ne olduğuna” karar verilemeyişinden ileri gelmektedir. Bu kararsızlık, mizahın paradoksal yapısından kaynaklandığı gibi, çoğu zaman da mizahın gizil karakterinin derinlemesine işlen(e)memesine dayanmaktadır. Mizah nedir ya da hangi durum ve şartlarda ortaya çıkar? İşin en başında belirtmemiz gereken şey aslında, mizahın hayatın içinde her an olduğudur. Kavgasız, savaşsız, huzursuz, eğlencesiz, müziksiz, resimsiz, sinemasız hatta ekmeksiz toplumlar oldu; ekmeğin bulunamadığı zamanlarda pasta yendi; ama, mizahsız olunamadı. Bu yüzden “mizahın ne olduğundan çok, neden var olduğu” bilimin merak ettiği sorular arasında yerini alır. 

Toplumların bir eğlenme mekanizması olduğu gibi, bir iletişim dili; hatta, siyasi/sosyal alanlarda bireyin savunma/saldırma aracı olarak genel geçer bir tanımlamayla karşımıza çıkan mizah, pek çok farklı özelliğiyle değişik karakterlere bürünebilir. Mizah kavramsal anlamda gülme eylemiyle eşdeğer tutulmaya çalışılsa da, üzerinde yapılmış çalışmalar gösteriyor ki; gülme mizahın sadece fizyolojik bir belirtisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Gülme eylemi de neden ve nasıl kaynaklandığı, hangi psikolojik ve fizyolojik durumlarda ortaya çıktığı, hakkında belirlenmiş kuramları ve çeşitleriyle çok geniş bir sorgulanma alanıdır. Bu noktada ayırt edilmesi gereken nokta şudur ki, mizah işini yaparken gülmeyi bir araç olarak kullanmaktadır. Mizah ile gülme kavramlarını eşitlemek bu noktada çok da doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Zira her gülme eyleminde, mizahsal bir altyapı olmayabilir. 

Mizah, başlı başına bir disiplindir. İçinde gülme ile birlikte, alayı, ironiyi, hicvi, nükteyi, espriyi de barındıran bir sanat türüdür. Başarılı mizah yapmanın en temel noktası da burada yatar. Yani sadece kahkahalar attıran bir durum/olay, komedi türünde varlık gösterebilir. Ancak gülmenin yanında gülünen şey/olgu/kişi/kurum üzerinde düşündürmek ve değerlendirme yaptırabilmek mizahsal nitelik gerektirir. Mizahın içindeki gülme bedenden ziyade fikrin gülmesidir. Mizah; hoşa gitmeyen, aksayan, toplumu rahatsız edebilecek durumları diline dolarken, amacını da ortaya koyar. Baudelaire’in dediği gibi “İnsan gülerek ısırır” (1997: 120). 

İnsan çoğu zaman, özellikle düşünsel alanda bir kılavuza ihtiyaç duyar. İnsanın kılavuzu “bilgi”dir. İnsanın, anne elini sıkı sıkıya kavrama isteği, doğumla başlayan bir fiziksel/ruhsal ihtiyaçtır. Sonrasında bu “tutunma” serüveni fikirlere/bilgiye tutunma şeklinde devam ediyor. Bakmak ile görmek arasındaki o çok söylenip de adı konmayan ayrımda beliriyor mizah ve birçok sanat dalının nazaran her pazarda alıcı buluyor. Basit, avam, gündelik, sanatsız ve çok konuşuyor mizah ve bir anda kendisini vazgeçilmez kılıyor. Gösterip çekiliyor, çözümü insanın zekâsına ve üreticiliğine bırakıyor. 

Mizah üzerine yapılan bilimsel çalışmalarda, mizahın tanımında farklı farklı cümle yapılarıyla karşılaşsak da ortak nokta mizahın ‘karakteri’ dir. Alay eden, yıkan, yıpratan, saldıran, ezilenin yanında duran ve muhalefet eden bir karakterdir bu. 
Çalışmamızı aydınlatmak adına, Batı literatüründen Asya literatürüne birkaç tanıma bakmak yararlı olacaktır. Çicero’ya göre mizah; “Her durumda verilecek nükteli bir cevap, karşısındaki kişiyi kibarca azarlayan bir ruh halidir” derken, mizahın toplumsal iletişimdeki konumuna dikkat çeker. 

“Mindess’e göre; ‘Aklın bir sınırı olarak akılsızlıkla yaşamı algılama’, Ludovici’ye göre ise; ‘Bir kişinin herhangi bir durum ya da konuma diğerlerinden daha iyi uyum sağladığını hissetmesiyle yaşanan üstünlük duygusudur’ ”. (Öğüt-Eker 2009: 47-48). 

Bu noktada mizahın önemli ölçüde olumlu/olumsuz duygulardan beslendiğini görmekteyiz. 

B. Brecht, “Mizahın olmadığı yerde yaşamak zor, her şeyin mizah olduğu yerde 
yaşamak ise olanaksızdır” (Tan 1998: 182) derken toplum yaşamıyla mizahın organik bağından bahseder. 

Mizahı bir iletişim stratejisi olarak tanımlayan Marjolein’t Hart’a göre; “Mizah, politika hazinesinden beslenir ve mizah siyasî protestoda kullanılır.” (2007: 8). 

Berger’e göre “Mizah bir muammadır. İnsanlar onu çılgınca isterler. Derinliğine 
yayılmıştır insanların, mizah ruhuna sahip olmadığı bir toplum bilmiyoruz. 
Yaşamımızın mizaha açık olmayan hiçbir yönü yoktur. Aramızdan çıkan en üstün akıllar için bile mizah hâlâ bir bilmecedir.” (Güler, Güler 2010: 168). 

 2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

******

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 2

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 2 



Fuller Raporunda: 

“... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel 
kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. 

Fuller, 
Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 

Fuller, İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati 
çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 

Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankalarının ağından faydalanacak.  Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki 
İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek 

NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. 

Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam,

 “ Amerikalılar’ın iyi İstihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, 
diyor. 

   ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. 

Amerikan diplomasisi birden bire Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 

   ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. 

Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “ Barış için Güç ” sloganına dayanmasıdır. Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 

   1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. 

Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. 

Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin 
Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere girişmiştir.

 Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya 
Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 

Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servislerinin başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslümanlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 

1980’ lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte - takma adı Abu Abdullah-Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetece tir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 

Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. 

Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. 

Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 

1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. 

Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumunda kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. 

İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. 

Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. 

Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi bu demeci ciddiye almamıştır. 
Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. 

Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. 

Bin Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 
1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucu sevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. 

Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens 
Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15 

Prens aynı zamanda 40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? 

Bunu belki asla Öğrenemeyeceğiz. 

Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam., 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasını etkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. 

CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. 

Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır. 

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 

Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 

Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, 
şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi, yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. 

Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların yanlış söylediklerine inanıyorum. 

Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız.” demiştir.18  

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. 

Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasında zaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. 

     Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 

İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en büyük tehdidi olmuştur. 23” demiştir. Yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 
    ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 

1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. Şii köktenciliğinin 
uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini çıkarmaya başlamıştır. 

ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında zorluklar yaratmaktadır. 

Ortadoğu’da Petrol ve Köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 

DİPNOTLAR;

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, 
   International Information Programs, Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2 
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques 
   Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, Albin Michel, 1975 
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les İslamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40. 
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, Israel et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46. 
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995. 
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açısından Cezayir Petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABD linin 
    yaşadığını belirtelim. Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların şimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204. 
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çalışarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birli¤ini nas›l 
    çökerttiğini anlatan "Zafer" adlı eserinde yazar Mısır’dan alınan Sovyet silahlarının kalitesizliğine karşılık 
    Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter taarruzlarına karşı 
    "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü anlatıyor. Bkz.: Victory: The 
    Reagan Administration’s Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994 
    by Peter Schweizer, ss. 9-10. 
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7. 
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49. 
17 Gene Bird, "Administratıon Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on 
    Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29. 
18 Başkan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuşması 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüşleri için bkz.: Symposium: Resurgent ‹slam, Washington, 1994, ss. 2-3. 
20 Martin Kramer, "İslam Versus Democracy" Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of ‹slam" Hiddle East İnternational, Aral›k 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 Şubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against İslam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216. 



***

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 1

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 1 




ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI 
Prof. Dr. Hasan KÖNİ* 
* Ankara Üniversitesi. S.B.F.Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 
AVRASYA DOSYASI.,

Giriş: 


     Sovyetler Birliği çökene kadar, Siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmaz dı. 

Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. 

    Ancak, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. 

    Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. 
İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

    1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. 
Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi-ve etkinliğini Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 

Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. 

Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 

Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi., 

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. 
   Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli Petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. 

Araştırdıkları alanları 60 seneliğine Kiralayacaklardı. 

Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı  1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında Ekonomik, Ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. 

    ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 
milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. 

Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir Devrin İran’ı gibi, Ahlaki açıdan savunula bilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. 

Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 
ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 

Bu anlaşma bölgede İngiliz Hegemonyasına son verecektir. 

ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap Milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. 

Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 

1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamış tır. 

Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, 
Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu Cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. 

   Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 

1970’lerde Pan-Arabizmin yanında Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. 

   Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan sözetmektedir. 

Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 

    1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 

    1967 savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi üzerine dayanmaktadır. 

Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 

Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. 

Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. 

Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermektedirler. Böylece dünyadaki aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmaktadırlar. 

Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. 

Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. 

Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan 
yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın 
mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi keşfetmiştir. Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farkederek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. 

Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. 

   Bu yeni Strateji Zbigniew Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. 

   Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. 

Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. 

Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. 

Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. 

Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. 

Bu nedenle Basra Körfezi Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’da olduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a göre İslam kapitalizm içinde eriyebilir di, İslam, milliyetçi hareketlerin anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin Militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. 

   Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “ Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı? ” adlı raporun yazarı. 

   Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısındayız. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***