23 Mart 2020 Pazartesi

2002-2011 DÖNEMİ TÜRK SİYASETİNDE MİZAH., BÖLÜM 2

2002-2011 DÖNEMİ TÜRK SİYASETİNDE MİZAH.,  BÖLÜM 2 



Şakanın hazzı üzerine çalışmalar yapmış olan Freud ise mizahı şöyle tanımlar: 

“Mizah iyidir. Yüceltir… Narsisizmin zaferi, egonun kendi yaralanmazlığını 
muzafferce dile getirmesidir. İncinmeyi ya da acı çekmeye mahkûm olmayı 
reddeder. Dış dünyanın açtığı yaralardan etkilenmeyeceğinde, bunların aslında 
yalnızca ona haz verme fırsatları olduğunda ısrar eder. Mizah uysal değil, 
isyankârdır. Yalnızca egonun değil, aynı zamanda haz ilkesinin de zaferini 
gösterir. Akıl sağlığı zeminini terk etmeden… Acı çekme ihtimalini (reddeder)…Ender rastlanan değerli bir yetenektir mizah” (Modleski 1998: 130) 

Bu tanımlardan anlaşılacağı üzerine Batılı araştırmacılar ve bilim adamları mizahı bir yöntem, bir strateji yahut bir duygu olarak addetmektedirler. Mizah basit konuşur; ancak, basit değildir. Dolayısıyla mizah yukarıdaki tanımların hepsidir. Mizah bir üstünlük/rahatlama/uyuşmazlık duygusuyken aynı zamanda hayatın ekseni diyebileceğimiz tüm duygu ve düşüncelerin öz suyudur. 

Mizaha bu kadar çok anlam yüklememizin sebebi, yaşamın içindeki pek çok alanda onu bir figüran gibi kullanmamız; ama, bilimsel-akademik alanda hak ettiği nişanı teslim edemeyişimiz dir. 
Mizahın figüranı gülme’dir. İnsanın tüm yaşam mücadelesi gülmek, biraz daha fazla gülmek, hep gülmektir. Zira mizahın iskeletini gülme kabul edersek, yaşam gülme ve ağlama arasında gidip gelmektedir. Yaşamın bu kısır döngüsü ve iki eylem/davranış arasına sıkışmışlığı daraltılmış bir ifade değildir bize göre. Yaşamsal pek çok faaliyetin, isteğin yahut hareketin varması hedeflenen nokta kişinin gülmesi yani geniş anlamıyla mutluluğudur. Hedeflenenin olmaması durumunda ise, akıbet kişinin ağlaması, geniş anlamıyla ise mutsuzluğudur. 
İşte bu noktada yaşamı iki kelime ile özetlemek, yaşama yapılan bir haksızlık olarak görülmemelidir. 

“Deneyim bizim denemek istediklerimizin denenmesinden ibarettir” ile ”Yaralanma 
insanı akıllandırır” cümlesinin esasında bir farkı olmadığı gibi, ilk cümlenin farklı söz oyunlarıyla sunulmuş olması, kolayca tüketimini zorlaştırdığı gibi, yeni bir şeyler öğrenmiş olmanın hazzına kapılmamıza sebep olur (Freud 2012: 124). Mizahın hayatla bağı, pek çok alanda tercih edilmesinden ötürü kopmamakta ve yukarıda geçen “yeni bir şeyler öğrenme” ibaresinde anlatılmaya çalışılan mizahın insana ve hayata sunduğu heyecanla dinamikleşmektedir. 

Türkiye’deki tanımlara baktığımızda mizahın farklı pek çok bir niteliği karşımıza çıkar ve mizahın tanımını yapabilmek en az “mizah yapmak” kadar özen ister. Çünkü esas mesele, mizahın ardında yatan bütünü ve mizahı tümleyeni görmektir. 

Levent Cantek mizah için; “Tarihin önünde bir ağaçtır mizah; sözcüksüz şiir, muhbiridir yeryüzünün” şeklinde bir tanımlama yapar (2001: 24). 

Hilmi Yücebaş mizahı “en iyi savunma silahı” olarak görürken; Cemal Kutay ona 
“hürriyetin çocuğu” der. Bu bağlamda düşünüldüğünde henüz hür irade gösteremeyen toplumlar, mizahı şiddet unsurlarının yerine tercih edebilir ve gerek duyduğu özgürlüğü ağır tebessümlerle kazanmaya çalışır (Öğüt-Eker 2009: 49). 

Reşat Nuri Güntekin’e göre; “Mizah sanatının sosyal hadiselerle, politika ile muhakkak ki çok yakın ilgisi vardır. Zaten mizah, aktüaliteyi -politik, sosyal her nevi aktüaliteyi demek istiyorum- yakından takip eden ve hicveden sanattır” (Yücebaş 2004: 16). 

İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü’nde, mizahın kelime anlamını “şaka, latife, eğlence ve alay” olarak verirken (2003: 337); mizahın konu seçmesine değil, aksine konunu kendisini seçtirdiği ifadesine yer vermiştir. 
Bu durumda yine mizahın malzemesi eleştirilebilecek her durum ve davranış olabilmektedir. 

Mizahı “Özü itibariyle alışılmış “akılcı düzen”in sezgilerine dayanan bir yergidir” diyen Ahmet Kabaklı, mizahın düzen sorgulama gibi bir amacına gönderme yapmaktadır (2002: 212). 
Bergson’un da dediği gibi mizahı bir tanım eşliğinde kavramlaştırmaktan ziyade onu bir disiplin olarak algılayıp geliştirmek yerinde olacaktır. Zira mizah asla durduğu yerde durmayacak, insanın, davranışın, aksaklığın veya bir düzen anlayışının olduğu her yerde taşıdığı görev ve kimlikle gösterisini yapacaktır. Mizahta malzeme, insandır. 
Dolayısıyla mizah; gülme, alay, hiciv, saldırı, savunma gibi hem fizyolojik hem 
psikolojik kavramları bünyesinde barındıran çok boyutlu bir olgudur. Mizahı aynı 
zamanda toplumsal bir iletişim aracı olarak görmek de mümkündür. 

Arapçadan dilimize geçen mizah sözcüğü, halk arasında gülmece sözcüğüyle eşdeğer tutulmaktadır. Birbirine yakın tanımları olmakla beraber, işlevleri ve görüldükleri durumlar sebebiyle farklı kimliklere bürünmektedirler. Gülme, Aziz Nesin’in söylemiyle “Gülmece kapsamına giren olguların algılanmasıyla beliren psiko-fizyolojik olaydır. İnsanın kendi toplumsal ortamındaki bir nedenin etkisiyle herhangi bir haz duyumu alması sonucu bunun dışa vurumu, gülme denilen psiko-fizyolojik bir belirtidir” (2001: 22). 

Mizahın gülme ile sıkı sıkıya bir bağı olduğu muhakkaktır. Ancak “Her durumda bir mizah kokusu var mıdır? ” sorusu akla gelebilir. John Morreal (1997: 3-4) gülme durumlarını ikiye ayırır: Ona göre mizahî olmayan gülme durumları ve mizahî gülme durumları vardır. Mizahî olmayanlar; “gıdıklama, cee yapma (bebeklerde), havaya atılıp tutulma, sihirbazlık numarası izleme, tehlikeyle karşılaşmanın ardında kendini yeniden güvence içinde duyumsama, bir bulmaca ya da sorunu çözme, bir spor etkinliğini ya da oyunu kazanma, yolda eski bir dostla karşılaşma, piyangodan para çıktığını öğrenme, zevkli bir işe girişme, utanç duyma, isteri ve son olarak da azot oksit soluma.” 

Mizahî gülme durumları ise; “fıkra dinleme, birisinin bir fıkrayı mahvettiğini duyma, bir fıkrayı anlamayan birisine gülme, birisini garip giysiler içinde görme, bir örnek giyinmiş erişkin ikizlere rastlama, birisinin bir başkasının taklidini yaptığını görme, saçma sapan böbürlenmelere ya da abartılı hikâyelere kulak misafiri olma, üçlü uyaklar ya da aynı cümle içerisinde çok fazla ses benzeşmesi duyma, ses ya da hece karışması ve cinaslara kulak misafiri olma, bir çocuğun büyüklere özgü bir ifadeyi yerli yerinde kullandığını duyma, yalnızca aptalca bir hava içinde olma ve yerli yersiz her şeye gülme.” 

Mizahı, eğlence anlayışından çıkarttığımızda, mizah geride kişinin bir özgürlük silahı ve başkaldırı mekanizması olarak adlanmıştır. Bu adlandırılma, birbirinden belli noktalarda ayrılan yıkıcı/saldırgan/acımasız üsluplarla uygulanan; ancak, çoğu zaman ortak amaca hizmet eden türlerle genişlemiştir. Alayla, karikatürle ve hicivle birleşen mizah yönetilen insanın iktidara sesini duyurma şekli olagelmiştir. Mizahsal kahkaha yönetilenin silahı olduğundan, iktidar kahkahayı kendi amaçları doğrultusunda kullanamaz. Çünkü Bakhtin’in (Aktaran Avcı 2003: 95) dediği gibi “tarih boyunca gülme hiçbir zaman insanları bastırıp körleştirme ye yönelik bir araç olmamış, daima bir özgürlük silahı olarak kalmıştır.” 

Mizah; yaşamı daha cazibeli bir hâle dönüştürebilme adına, tüm türlerini kullanarak otoriteyi ve iktidarı dahası yerleşik; ama, kabullenilemeyen tüm otoriter mekanizmaları alt etme biçemi ve çabasıdır. Bu yüzden, her ne sebeple olursa olsun şikâyet etmeyi kafasına koymuş bireyin başvuracağı olgu, mizah olacaktır. Bu anlamda, mizahı içgüdüsel bir başvuru alanı olarak kabullenmekle birlikte, mizahın pek çok savunma mekanizmasına nazaran şikâyeti değerlendirip talebe yönelik bakış açısı sunabilmesi bakımından işlevselliğini belirtmeliyiz. 

Mizah bir yer altı kahramanı gibidir. Edebiyatta, tarihte, siyasette, gündelik hayatta mizahı sadece komedi unsuruymuş gibi gösterip hak ettiği araştırmaya yer verilmediği gibi, ilk fırsatta da mizahın kapısının çalındığı ortadadır. İnsan gülebildiği kadar yaşadığını hisseder. Gülebildikleri ni hatırında tutar ve gülebildiğinin zekâsına hayranlık duyar. Bu yüzden sıradanlık kaygısı güden pek çok edebî türün yahut toplumsal platformun gizil kurtarıcısı mizahtır. 


1.2. MİZAH KURAMLARI 

Günümüzde hâlâ kuramları tartışılan mizah hakkında fazlaca teori ortaya konmuştur. Bu kuramların cevap aradığı “İnsan neden güler? ” sorusudur. İlk bakışta hemen her kesimden insanın bu soruya bir cevabı vardır ve bu cevaplarda ya psikolojik ya da fizyolojik sebepler yatmaktadır. 

Mizahın ne olup ne olmadığını anlayabilmek ve hangi durumlarda ne gibi amaçlarla kullanıldığını tespit ve tasnif edebilmesi için insanın gülme sebepleri hakkında fikir sahibi olması gerekir. Aristo, Eflatun, Sokrates ve Cicero ile başlayan mizahın sorgulanması gerektiği düşüncesi, özellikle on dokuzuncu yüzyıldan itibaren bir disiplin ve kuram çerçevesinde uygulanmaya başlamıştır (Öğüt-Eker 2009: 133). 

1.2.1. Üstünlük Kuramı 

Üstünlük kuramı, çalışmamızda temel aldığımız, sosyal bir protesto yöntemi olan siyasî mizahla doğrudan bağlantılıdır. Yönetene karşı silah olarak kullanılan mizah, alay ile bir noktada buluşursa, ortaya çıkan durum, bu kuramla açıklanabilir. Morreal’in gülme durumlarını, mizahî olanlar ve mizahî olmayanlar olarak ayırdığını söylemiştik. 

Üstünlük kuramının mizahî olan durumlar için geçerli olabileceğini söyleyebiliriz. 
En eski kuram olan Üstünlük Kuramı, Aristo ve Platon tarafından temellendiril miş; ancak, Hobbes tarafından geliştirilmiştir. Aristo ve Platon gülme eylemini çok tutarlı bulmazlar. Onlara göre gülme ciddi insanların işi değildir (Morreal 1997: 8-9). Bu iki düşünürün, gülmenin özünde alay ve aşağılamanın var olduğu iddiası Üstünlük Kuramını temellendirir. Hobbes da esasında Platon ve Aristo gibi gülmenin kişinin karakterine zarar verebileceğini düşünürken, gülmeyi kişinin kendi kendini kutlaması şeklinde tanımlar (1997: 10). 

Hobbes’a göre mizah bazılarının veya bizim daha önceki halimizle ve başkalarıyla kendimizi kıyasladıktan sonra kendimizi daha üstün görmemizden doğar (Aktaran: Türkmen 1996: 651). 

Le Goff, Üstünlük Kuramında “Gülerken yaptığımız işin kendisine güldüğümüz özneyi mutsuz etmek, üzerinde egemenlik kurmak ve küçük düşürmek olduğunu savunur” (Aktaran Cantek 2003: 63). Böylesi durumlarda gülmenin bir başka fonksiyonu ortaya çıkmaktadır. Gülme galip gelmenin aracı olagelmiştir. 

İlk insandan itibaren var olan ve birçok kavrama sermayelik etmiş rekabet duygusu, gülmede kendini gösterir. Üstünlük kurma isteğimiz sadece “otorite”yle sınırlı değildir. İkili ilişkilerden, kalabalık ortamlara kadar, bireyin var olma, kendini kanıtlama, dikkat çekme, ilgi toplama, hayranlık uyandırma gibi talepleri olabilmektedir. Dolayıyla bireyin tüm bu taleplerdeki işlevsel gücü mizahtır. 

Özellikle edebiyatta ve dramada kendini iyiden iyiye hissettiren gülme, “alay” 
kavramıyla birleştiğinde bu kuram karşımıza çıkar. Gülme, İlyada’da bir alay ve kötü niyetle gerçekleştirilen eğlenme aracı olarak karşımıza çıkar. Birinci bölüm 599’daki pasajda Hephaistos’un hareketleriyle alay edilir: 

“Hephaistos böyle dedi, akkollu Here gülümsedi Oğlunun elinden aldı tası, 
Hephaistos boşalttı tanrı balını bir sağraktan Sundu tanrıların hepsine. 
Koştu durdu ordan oraya, soluya soluya Tanrılarda gürül gürül bir kahkaha koptu” (Aktaran Jakel 1997: 36). 

“Rakibi saf dışı bırakmaktan duyulan keyif, bir başkasını dezavantajlı duruma 
getirmedeki haz, öteki konumundaki kişinin düştüğü kötü durumdan duyulan mutluluk kuramın temelinde yatar” (Öğüt-Eker 2009: 140). 

Gülme keyif veren bir eylemdir. Dolayısıyla bu keyfi artıracak birçok malzeme vardır bu kuramda. Oldukça zor sorulardan oluşmuş bir bulmacayı çözen bir adamın aldığı keyif, aslında soruları hazırlayana karşı galibiyet duygusundan ileri gelmektedir ve içten içe duyduğu üstünlük hissi bu keyfi gülmeyle birleştirir. Sakarlık yapan kişiye gülünürken de “İyi ki onun yerinde değilim” hissinin keyfi yaşanır. Kurulamayan empati, ötekinin başına gelenlerden dolayı gülme ile birlikte de bir çeşit rahatlamayı da beraberinde getirir. 

1.2.2. Uyumsuzluk Kuramı., 

Uyumsuzluk Kuramına baktığımızda, evrende var olması zorunlu bir uyum kavramı dikkat çeker. Bu kuramın temel dayanağı, bu varlık uyumudur. Varlık ve biçim uyumu, varlık ve davranış uyumu, varlık ve şekil uyumu, varlık ve karakter uyumu, varlık ve renk uyumu, varlık ve ses uyumu şeklinde çoğaltabiliriz bu dengeyi. 

Doğada var olan her şeyin uyumu ve oranı olmalıdır. Ludovici’nin deyişiyle “Kişiyi umduğuyla bulduğu arasındaki şaşırtıcı orantısızlıktan başka hiçbir şey daha fazla güldürmez” (Aktaran Morreal 1997: 25). 

Uyumsuzluk Kuramı da tıpkı üstünlük kuramı gibi Aristo’ya dayanır. Ancak bu kuram Aristo’dan ziyade Kant ve Schopenhauer tarafından geliştirilmiştir. Kant’a göre, “Gülme yıkılan bir umudun hiçliğe doğru ani değişiminden doğan bir duygu” dur. Schopenhaur ise Kant’ın aksine beklentinin yıkılmadığını, fıkrada verilen ne olursa olsun öyküyü tamamladığını ve bir biçimde duruma uyduğunu söyler (Aktaran Morreal 1997: 26). 

“Bakanlardan birinin ölmesiyle başka bir milletvekili onun süresini doldurmak 
üzere seçilmişti. Adam hemen karısına telefon ederek, bu haberi vermek istedi: 
-Bir bakan karısı olmak ister miydin? diye sordu. Karısı biraz düşündü ve sonra: 
-Hangisinin?” 

Bu fıkra uyumsuzluk mizahının bir örneğidir. Milletvekili karısının verdiği yanıt, 
beklenilenin dışında olduğu için, fıkrayı duyanda mizahî bir gülmeye yol açacaktır. 

Beklenilenin ya da zihinde tasarlanılanın tam aksi bir durumla karşılaşan birey, 
şaşkınlığa uğramasının ardından, gülmeye başlar. Zihindekine uymayan bu görüntü ya da davranış, çoğu zaman içten bir gülmeyi getirmez. İçtenlikle atılan bir kahkaha ya da, henüz şaşkınlıktan kurtulamamış ve hayal kırıklığını atamamış bir zoraki gülümseme de olabilir. Dolayısıyla Uyumsuzluk Kuramı sadece mizahî gülmeleri açıklayabilir. Diğer gülme ve mizah durumlarını karşılayabilecek nitelikte değildir. 

Uyumsuzluk Kuramı hakkında yorum getiren bir isim de James Beatti’dir. Beattie de Morreal gibi gülmeyi sınıflandırmayı tercih eder. Gülmeyi “duygusal gülme” ve “hayvansal gülme” şeklinde ayırır ve Uyumsuzluk Kuramının hayvansal gülmeyi kapsayamayacağını söyler (Morreal 1997: 28). 

Morreal’in bu açıklamasından hareketle, Uyuşmazlık Kuramı gülmenin bazı sebepleri için kapsamlı bir kuram olabilir; ancak, mizahın tüm durumları için yeterli değildir. 

1.2.3. Rahatlama Kuramı 

Rahatlama dendiğinde; bastırılmış veya yasaklanmış duygu ve davranışların aniden özgürleştirilmesinden doğan fiziksel ve ruhsal boşalma akla gelebilir. Bu boşalmaya gülme eşlik ettiğinde, mizahın bazı hâlleri bu kuramla açıklanabilinir. 
Rahatlama kavramı insanın hem fiziksel, hem de psikolojik ihtiyaçlarından biridir. Rahatlama, insanın bünyesinde birikmiş olan huzursuzluk/gerginlik halinin vuku bulan herhangi bir hadise ya da durumla salınımından doğan keyiftir. Rahatlama Kuramını incelerken yasak kavramına değinmek yerinde olacaktır. Toplumlarda genel kabul görmüş olan yasağın cazibesi ya da “Yasak olan tatlıdır. ” anlayışlarına örnek olarak, ilk insan Âdem’in de Tanrı tarafından yasaklanmış meyveye ulaşma arzusu gösterilebilinir. 
Toplumlarda bazı kavramlar üzerine getirilmiş yasaklar, gülmeye sebebiyet verecek nitelikte olmuştur. Dolayısıyla bu keyif veren gülme ise rahatlamayı sağlamıştır. 

Örneğin; Türk toplumunda yaygın kabullenilmiş olan İslam dininin ya da hukuksal normların yasaklamış olduğu/hoş karşılamadığı argo ve küfür, Türk sinemasında özellikle Kemal Sunal filmlerine fazlaca kullanılmıştır. RTÜK uygulamasının olmadığı dönemlerde bu filmlerdeki argo söylemlerin sansürlenmeden verilmesi seyircinin kahkahalarla gülmesine sebep olmuştur. Yine, Türk toplumunda cinselliğin alelâde konuşulması ve yaşanması hem kamu düzeni açısından, hem de dinsel açıdan yasaklanmıştır. Günümüz Stand-up sanatçılarından Cem Yılmaz’ın gösterilerinin büyük kısmını kapsayan cinsellik üstüne diyalogları ve çözümlemeleri, onu gülünesi bir adam hâline getirmiştir. Bu bağlamda, bu iki karakterin komedyen kimlikleri, yasağın getirdiği gülme ile özdeşleşmektedir. Böylesi bir gülmece, Rahatlama Kuramıyla kolaylıkla açıklanabilmektedir. 

Bundan ötürü insanlar “Doğal ruh halleri kısıtlandığında ya da denetim altına 
alındığında içinde bulundukları sıkıntılı durumdan kurtulmak için hareket yolları 
arayacaklardır” (Morreal 1997: 32.) İşte bu yollardan biri gülme’dir. Toplumlarda yasak olan ya da hoş görülmeyen konuların bu şekilde arz edilişi, rahatlamaya ve akabinde gülmeye hatta kahkahalara neden olabilmektedir. “Descartes tarafından ortaya konulan, Gregory Jung tarafından sistemleştirilen Rahatlama Kuramının farklı bir sürümü yukarıda analiz etmeye çalıştığımız yasakların getirdiği rahatlamayı barındıran Psikanalitik Kuram’dır” (Öğüt-Eker 2009: 142). Farklı isimlerle anılsalar da her iki kuram da aynı mesajı vermektedir: İnsan sosyal bir varlıktır. Öte yandan, mizahı bir saldırı silahı olarak düşündüğümüzde, toplum nezdinde rahatsızlık veren otorite için, mizahın alt etme yöntemleri (alay etme, hicvetme, karikatürize etme) kullanılarak, itibarı zedelenmiş yahut statü endişesine kapılmış otoriterinin düştüğü durumu görmek, sistem rahatsızlığı duyan her birey için de bir çeşit rahatlamadır. 

İnsan sadece gülmeyle rahatlayamayacağı gibi, gülmeler de sadece rahatlamadan kaynaklanmamaktadır. Dolayısıyla, bu kuram da mizahı ve gülme durumlarını tek başına karşılayamamaktadır. 

1.3. MİZAH TÜRLERİ 

Mizah türleri bizi “Nasıl mizah yapılır? ” sorusuna götürür. Mizah; insanı ve insana ait olan ya da ol(a)mayan pek çok unsuru malzeme ettiğinden, ne konu ne de alan açısından eksiklik yaşamaz. Hele ki günümüz kitle kültürleri baz alındığında, birbiriyle çelişkili ve sürtüşmeli pek çok sosyolojik ve psikolojik vaka halihazırda mizahta kullanılabilmektedir. 

Mizahın göstermekle, altını çizmekle, görselleştirmek ve sözelleştirmekle ilgili 
performansları var olduğundan, bunu çeşitli biçimlerle yapabilir. Bu biçimler, dönemin şartlarına, var olan teknolojik alt yapıya, popülariteye ve cazibeye, mizahçının Dünya görüşü ve zihniyetine hatta mesleğine göre değişim gösterebilir. 
“Bu türlerden hiciv, ironi ve alay daha saldırgandır ve kendilerini biraz fazla ciddiye alanları ciddiye almamanın bir yolu olurlar” (Fenoglio-Georgeon 2007: 8). “Mizah içten olmamayı, gösterişçiliği ve aptallığı cezalandırırken” (Dougles 2002: 42) bunu aşağıdaki incelemeye çalıştığımız türlerle yapar. 

1.3.1. Alay 

“Gülmenin düşmanlıktan ileri geldiğini söyleyen Raskin’in bu tezi” (Aktaran Öğüt-Eker 2009: 60) özellikle alaycı mizah içinde değerlendirilebilinir. Zira, alayın ve dalga geçmenin en kamusal ve yasal yolları mizah yapmaktır. Mizahî kılıflarla edilen alayın, kişisel hakaretlere varmayan boyutu eğlenceli olabilirken, aynı zamanda yıpratıcı olabilmektedir. Mizahın temel işlevlerinden olan savunma ve saldırı, alay ile kendisine yol açabilir. 

Lefebvre (2001: 135) “Alay, alaycılık hor görülen ve ezilen öznelliğin, bireyi 
yabancılaştıran şeylere başkaldırısı değil midir? ” diye sorarken alayı otorite karşıtı bir silah olarak mekanikleştirir. 

Alay, alaysılama kavramları mizahın Üstünlük Kuramıyla hemen hemen örtüşmektedir. 
Kişisel hesaplaşmalardan başlayarak, etki alanı genişleyebilecek bir şekilde yönetilen/ yöneten çekişmesine dahi malzeme olabilecek olan alay türü, azımsanamayacak bir statü zedelenmesine sebebiyet verebilecek güce sahiptir. Alay eden kişinin, içinde yaşatmış olduğu göreli intikam hırsından süzülerek, alay edilenden şok etkisi yaratabilecek, şaşırtabilecek, üzecek hatta kızdıracak boyutlara varabilir. 

Alayın tüm otoriteler karşısında takınmış olduğu cüretkâr tavır, “Ortaçağ Avrupa’sında egemen inancı dahi konu edebilecek boyuttadır. Avrupa cadılarının Haça tükürerek, seni gidi anormal kadın! Sevişmeden çocuk doğurmuş muş, nonoş” (Güngören 2001: 193) gibi etmiş oldukları söz, alayın sınır bilmez tavrını örneklendirir. 

Alay, mizahın diğer tüm türlerine kaynaklık eder. Nüktenin, hicvin, şakanın hatta ironinin de temelinde alay etme/dalga geçme hissi yatar. Alay, içinde barındırdığı saldırı duygusundan kaynaklı mizahın temel taşı gibi pek çok alanda söz konusu olabilmektedir. 

 1.3.2. Şaka, 

Şakayı bir mizah türü olarak göstermemizdeki temel dayanağımız, şakanın başlangıcına sebebiyet veren gizil bir üstünlük duygusu ve şakanın akabinde beliren rahatlama hissidir. Şaka yapılan kişinin akıbeti, yapana haz verir ve düşürülen durum esasında komiktir. Şaka yapmanın, bizim açıklamaya çalıştığımız mizahın niteliğiyle birebir örtüştüğünü söylemek zordur, zira mizahın tek amacı sadece “alt etmek” değildir. 

Mizahın baştan beri iktidarla olan mücadelesine şakanın da katkısı vardır. 

“Şaka yapmak, yapılana akla mantığa uymayan hareketleri belli bir nedenin altını gizleyerek yaptırmak olabileceği gibi, şaka yalnızca bir sözcük oyunu da olabilir. Tabii, şakalar söylendikleri anda fark edilmezler; ama, sonradan amaçlarına ulaşırlar.” (Tunaboylu-İkiz 2001: 202). 

Mizahın bir kültür uzantısı olduğunu kabul etmekle birlikte şakanın da varlık bulduğu toplumlara göre biçimlenişini izlemekteyiz. Bir toplumda “şaka” kabul edilen bir davranış, bir diğer toplumda gayrı ahlakî/itici/sevimsiz/utanç verici ya da gülünç olmayan şeklinde karşılanabilir. “Dogolar, bir arkadaşlarına rastladıklarında ana babalarının cinsel organlarından söz etmeyi nükteli bir şey olarak görmektedirler” 

(Dougles 2002:44); ancak, bu pek çok muhafazakâr toplumda gayri ahlakî olarak değerlendirilmektedir. “Birinin ensesine habersizce atılan şaplak da pek çok toplumda “şaka” olarak kabul edilmekte; ancak, bu hareket Büyük Sahra’nın güney periferisinde yaşayan Baughiri-eke kabilesinde şaplağı atılan kişideki kötü ruhları kovma maksadıyla yapılan olumlu bir eylem olarak kabul edilir” ( Renauder 2001:178). 

Görüldüğü üzere; şakalaşmak insan ilişkileri bağlamında sıkça karşımıza çıkabilecek bir davranıştır. Şakalaşmanın mahiyeti ve nedenselliği kültürlerarası çatışmalara paralel olarak farklı anlamlar kazanabilmekte ve uygulanabilmekte dir. Bu noktada, bir mizah türü olan şakanın gerek cezalandırmada gerekse savunmada gerekse saldırmada mizahın pek çok işleviyle örtüştüğü görülmektedir. 

Şaka yapmak, birini ya da bir şeyleri gülünç duruma düşürerek, içgüdüsel ya da bilinçli bir saldırı/ küçük düşürme işlevi görür. “İlkel toplumlarda kabileler kutsallığın temsilcisi, aynı zamanda en iğrenç şeyleri yapabilecek, bütün tabuları çiğneyebilecek bir yaratık (Akal 1991: 96) diye tanımı yapılan iktidar temsilcisini gelenek haline getirdikleri şaka kılıflı oyunlara âlet etmekteydiler. Örneğin, “Sierra Leone’deki Timmolar, seçtikleri kralı taç giydiği gün dövme hakkına sahiptiler. Genelde bu haklarını öylesine istekli biçimde kullanırlar ve şakanın dozunu öylesine kaçırırlardı ki, yeni kralın krallığının tadını çıkaramadan dünyaya veda ettiği çok sık görülürdü.” (Güngören 2001: 195) 

1.3.3. Nükte., 

“Nükte yapay; ancak, zarif, etkili ve sanatkârca yapılan bir eleştiri” (Öğüt-Eker 2009: 69) olarak tanımlanırken, mizahın “saraylı” diyebileceğimiz türüdür. Nükte, söz oyunlarının ustaca sergilenmesi, hazırcevaplılık gibi yeteneklere sahip olmayı gerektirir ve bu bağlamda özellikle edebiyatçılar ve politikacılar tarafından yaygın olarak kullanılır. 

Nükte yapmak, üreticiliğin meşakkatini taşır ve kibrin, politik şevklerin izlerini 
taşıyabilir. Nüktedanlığın diğer türlere göre özel bir seviyeye sahip olması gerektiği gibi, diğer bir ayrım ise onlar kadar acımasız olmadığıdır. Nükte de iğneleme, taş atma, laf sokma dediğimiz deyimsel kavramlar amaçlanır. 

1.3.4. Hiciv., 

Mizahın bir kişiye ya da bir kuruma karşı en acımasızca saldıran türü hicivdir. Hiciv geleneğinde hedef alınmış kişi ya da kurum, itibarı hiç düşünülmeden sözel bir sataşma/ saldırıya maruz kalır. Hiciv, gerçek kişilerin aşağılanıp, hor görülmesinden doğan hazla bütünleşir. 

“Ayıplama, kınama, teşhir etme veya aşağılama hicvin en önemli cezalandırma 
mekanizmalarıdır.” (Öğüt-Eker 2009: 67) ve tüm bu mekanizmalar değiştirme, terbiye etme, düzeltme, onarma gibi amaçlara hizmet etmektedir. 

Hicvin daha çok nazım şeklinde karşımıza çıkıyor olması, onun aynı zamanda edebî bir tür olarak nitelendirilmesine yol açmıştır. İslam Ansiklopedisi hicvi, “alaylı eleştiri ve eleştiri metinlerinin oluşturduğu edebî bir tür” (Okay 1998: 447) olarak tanımlarken, Haldun Taner ahlakî, dinî, politik ve edebî olmak üzere çeşitlendirir (Aktaran Rysbay 2007: 4). 

Saldırgan mizahı içeren hiciv, geleneksel tarihsel dokumuzda hatrı sayılır bir yerde durmaktadır. Hicvin hedefi, şahsileştirilmiş bir hesabın/anlaşmazlığın / hasımlığın açığa çıkarılmasıyla yön bulur. Sistem bozukluklarından, toplum anlayışlarından, gelenek ve görenek eleştirinden ziyade, hicvi diğer türlerden ayıran önemli nokta, direkt belli bir şahsı hedef tahtasına oturtup, onunla acımasızca alay etmektir. Batılı kaynaklarda hiciv kavramı “satire” kelimesiyle karşılanır. Satir, önce Eski Yunan çağında ortaya çıkmış olmakla birlikte, tarihî ve kültürel sebeplerden dolayı, Batı uygarlığına Latince aracılığıyla girmiş bir türdür (Cebeci 2008: 187). 

“Çağdaş satir kuramcılarından George Test’e göre, satirin dört temel bileşeni 
<saldırganlık>, <oyun>, <yargılama> ve <güldürücü/komik>unsurlarından oluşur.” (Cebeci 2008: 198). 

Genel itibariyle hicvin, Batı’daki karşılığıyla satirin komedi unsurlarını kullanarak, sembolik bir saldırıyı/sataşmayı amaçladığı görülür. Lakin, hicvin rahatsızlık veren durumu ya da kişiyi düzeltemeye ne oranda muktedir olabileceğinin anlaşılması güç iken, hicivcinin acımasızca sataştığı kişinin itibarına düşürebileceği herhangi bir gölge, bir diğer kişi için “ibretlik” bir durum olabilir. 

18. Yüzyılın önemli satir yazarı Alexander Pope, satirin ahlaksal bir işlevi olduğunu kabul etmekle birlikte, bu işlevin gerçek “ehemmiyeti” konusunda yeni bir açılıma olanak sağlayacak bir adım atar: Pope’a göre, “satir yazarı kötüyü ve zalimi yenilgiye uğratma ya da onu alt etme umudunu kaybetse bile, en azından “kendi zevki için” yazmaya devam etmelidir” (Cebeci 2008: 191). 

Hiciv geleneğinin, özellikle Divan şiirinde örneğine çok rastlanmakla birlikte, serbest şiirde de tematik olarak örnekleri görülmektedir. 

“Sana ey cah-ı perest el yumaga âlemden Miski sabun ile simin legen ibrik gerek (Ey makam düşkünü! Senin bu âlemden elini eteğini çekmen için, miskten sabun ve gümüş leğenle ibrik gerek) (Bilkan 1997: 776) 

 Var mı görmiş kim ile eylese akd-ı peyvend 
Turdugın ahdine devlet didigün gaddarun 

(Devlet denilen gaddarın, birisi ile sözleştiğinde sözünde durduğunu görmüş olan var mı?)” (Bilkan 1997: 792) 

Yukarıdaki beyitlerde de görüldüğü üzere, hiciv hedef alınan konu/kişi/kişilerin teşhir etme amacını güderken, amaç bol kahkahalar attırmak değil, gülümsetmektir. “Güleriz ağlanacak halimize” deyimi üzerinden analiz edebileceğimiz hicvin metodu her ne kadar birçoklarına göre “düşmanlık, kıskançlık, nefret, hoşnutsuzluk, kırgınlık, istihza” (Kılıç 2012: 1745)’dan kaynaklansa da var olan çarpık/yanlış/rahatsız edici durumu teşhir etmesi açısından dikkate değerdir. Hiciv, özellikle Klasik Türk Şiirinde birçok şair tarafından kullanılmış, sonraki dönemlerde de toplumcu-gerçekçi şiirde ve sınıfsal mücadelenin kalemi olmuş şairler tarafından tercih edilmiştir. Lakin, modern kent yaşamında hicve rastlayamamamızın sebebi araştırıldığında şöyle bir durum değerlendirmesiyle karşılaşabilmekteyiz: 

“hicvin uygarlaşmayla ters orantılı olduğunu” (Kayıran 2002: 54) kabul edersek, hicvin yazılış nedeni olan bireysel hesaplaşmaların artık modern yaşamında farklı boyutlarla tezahür ettiğini görüyoruz. Zira Elias’a göre “Saldırganlık duygularındaki özdenetim veya iç disiplinin tedrici bir şekilde gelişimi uygarlığın gelişimiyle bakışımlıdır. Saldırganlık duygusu geçmişten günümüze uygarlaşan bir duygudur.” (Aktaran Kayıran 2002: 54). 

1.3.5. İroni 

İroni üzerine çalışmış olan Soren Kierkegaard, ironi kavramının Sokrates ile başladığını ileri sürer (2009: 12). Kierkegard ironi için şöyle der: 

“Günümüzde kuşkunun felsefe için öneminin tartışıldığı çok konuşma yapılıyor; 
ama, kuşku felsefe için neyse, ironi de kişisel hayat için odur. İroni, sınırlar, sonlu kılar, tanımlar ve böylece doğruluk, edimsellik ve içerik üretir; azarlayıp 
cezalandırmak yoluyla denge, kişilik ve tutarlılık sağlar.” (Kierkegaard 2009: 362). 

İroni kelimesi ile trajikomik kavramının birbirlerini tamamlar nitelikte gibi 
görünmesinin sebebi, ironinin içinde barındırdığı tezatlıktan ileri gelmektedir. 
Anlatılmak istenen ile söylenenin birbirinin zıddı olması ironide esastır. İroninin edebî bir anlatım tekniği olmasının yanında, gündelik hayatta da fazlasıyla karşımıza çıkar. 
Zira, insanoğlu ironiyi sever. Bunun da sebebi esasında gündelik yaşamda mizaha fazlaca ihtiyaç duymamızdan ileri gelir. İronik söylem, zengin çağrışımları olan kelimeler kullanmayı gerektirir (Elmas 2010:142) ve “ironi yaptım” ifadesini söyletecek kadar, hem gerçekçi hem de zekice uygulanmalıdır. Karşıdakini durumun tam aksine inandırabilecek ölçüde ustaca söylenmiş bir ironi, oldukça gülünç bir durumdur. 

İroni, kullanıldığı her yerde birbirine tezat durumları içerir; ama, etkisi ancak iki karşıt duygunun yan yana gelmesiyle açığa çıkar: acı çekme ve gülme. Bir durum ya da olay aynı anda hem acıklı, hem komik olduğunda ironinin kuralları işlemeye başlamış, ironi başarılı olmuş ve trajikomik bir durumun gülümsemeye dönüşmesiyle de mizahın paradoksal karakteriyle uyum sağlanmış demektir. (Aktaran Elmas 2010: 136) 

“Bedava yaşıyoruz bedava/Hava bedava, bulut bedava 
Dere tepe bedava/yağmur çamur bedava 
Otomobillerin dışı, sinemaların kapısı, camekânlar bedava 
Peynir ekmek değil ama acı su bedava 
Kelle fiyatına hürriyet, esirlik bedava 
Bedava yaşıyoruz bedava” (Orhan Veli 2012: 126). 

Türk edebiyatında özellikle toplumcu-gerçekçi şiirde sıkça kullanılan motiflerden biri olan ironi anlatımı güçlendirmek ve etkilileştirmek için özellikle seçilen bir tekniktir. Hayat pahalılığını sıradan cümlelerle anlatmak yerine ironi yapmayı tercih eden Orhan Veli’nin seçimi şiirin etki alanını genişletirken, hem akılda almayı sağlamış hem de anlam zenginliğine ulaşmıştır. 

3.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder