4 Nisan 2018 Çarşamba

DÜĞÜMLER VE ÇÖZÜMLER,

DÜĞÜMLER VE ÇÖZÜMLER,



“Bozulmayan ne kaldı? Silâhlı Kuvvetlerin başına neler geldiği, bağımsızlığı sözde kalan yargının ne durumlara düştüğü ortada. Eğitimde dinselleşme, demokraside hukuksuzluk, eşitsizlik, değişik baskılar, tutuklamalar, geciken adalet, ayrışma, karşıtlıklar, ekonomide, turizmde, kentleşmede, ahlâkta, siyasette bozulmalar, Atatürk heykellerine saldırılar, ilkelerini yadsımalar, tarikatçılık ve şeriatçılık kalkışmaları, toplumsal barışa ve akademisyenlerle gazetecilere yönelik kıyımlar. Yollar ve köprülerin nelere mal olduğu, neler getirip götürdüğü iyice anlaşılınca değeri biçilir. Kaldıki devlet, elbet bunları yapacaktır.

Aldatıcı, abartılı, dolambaçlı ve ikilemli söylemler, gerçekdışı savunma ve sunumlar, karşı görüşleri karalama ve suçlamayla yanıtlamaya çalışarak övülen düzenleme demokrasinin, hukuk devletinin, özgürlüğün, güvenliğin, adaletin ve lâikliğin getirdiği aydınlığın ölüm fermanı sayılsa yanlış olmaz.”

YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN,


Yekta Güngör Özden’in 68. kitabı…

Türkiye’de Atatürkçülük denilince akla ilk gelen isimlerdendir Yekta Güngör Özden. Hayatı boyunca çizgisinden hiç sapmadığı, Atatürk’ten ve Atatürkçülükten hiç vazgeçmediği ve elbette Atatürk’e ve Atatürkçülüğe en yoğun saldırıların olduğu dönemlerde bile mücadeleden ayrılmadığı için…
Yekta Güngör Özden’in yeni kitabı “Düğümler ve Çözümler” İleri Yayınları’ndan çıktı. Kitap Yekta Bey’in 68. kitabı.
Yekta Güngör Özden’in kitapları için “Artık Atatürkçü bir yayınevi var” sloganıyla yayın hayatını devam ettiren İleri Yayınları kadar uygun bir yayınevi olabilir miydi? Nitekim, Düğümler ve Çözümler, Yekta Bey’in İleri Yayınları’ndan çıkan 18. kitabı.
Düğümler ve Çözümler, Yekta Güngör Özden’in düzenli yazarı olduğu gazete ve dergiler için 2017 yılı içinde kaleme aldığı yazıların derlenmesinden oluşuyor: Sözcü gazetesi yazıları ve İleri ile Maya dergileri…

Türkiye’de hemen her günlük köşe yazarı yazılarını dönem dönem derler. Bu “derleme” kitapların ancak çok küçük bir oranı başarılıdır. Bu da günlük köşe yazılarının ne kadar “ufuk açıcı” ve öngörülü olduğuyla ilgilidir. Gündemin günlük kısır döngülerinde boğulmuş köşe yazılarından yapılan derlemeler, yazarı ne kadar çok okunursa okunsun, bir kitap olarak aslında çok da değerli olmaz. Yekta Güngör Özden’in köşe yazılarından derlenen kitaplar ise, yeri gelir onlarca baskı yapar. Bunun nedeni, sadece Yekta Bey’in kendini okutan kıvrak üslubu ya da zengin Türkçesi değildir elbette. Yekta Bey’in köşe yazıları, sadece bugünü anlatmakla yetinmez, günümüzün, çağımızın sorunlarına en gerçekçi çözümü gösterir: Atatürkçülük.

Düğümler,

Düğümler ve Çözümler, aynı zamanda 2017’nin güzel bir özetidir. Hem Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı “düğüm”leri anlatır hem de onların “çözüm”lerini tartışır.

En önemli “düğüm” Yekta Güngör Özden’e göre Önsöz’de belirttiği gibi şöyledir:
“Sapkınlık durumuna gelen karalama ve suçlamalar bir yana, ulusal yapıyı yıkmaya yönelik taşkınlık ve yıkıcılıklar toplumsal barışı ve ulusal dayanışmayı gölgelemekte ve olumsuzluklarla karşı karşıya bırakmaktadır. Değerlerimiz, varlıklarımız her gün değişik bir girişim ve kalkışmayla, özellikle inanç sömürüsü ve çıkar tutkusuyla yara almaktadır.”

Türkiye’de çözülemez sanılan “düğüm”lerin en büyük sorumlusu aslında AKP iktidarıdır Yekta Güngör Özden’e göre. “Düğüm”leri “kördüğüm” haline getiren ise 17 Nisan Referandumu’yla getirilen Anayasa değişikliğidir. Referandumun hemen ertesinde bu durumu şöyle açıklar Yekta Güngör Özden:
“Belirgin ve büyük bir hukuksuzluk içinde yapılan halkoylamasının toplumsal yapıda yarardan çok yara açtığı kanısındayız. AKP’lilerin reisleriyle ağalarının bu süreçte ilkelerde, değerlerde, kurumlarda, ulusal yapıda, kişiliklerde neden olduğu yıkımlar (tahribatlar) kendilerinin geleceğini de etkileyecek olumsuzluklardır.”

Ve AKP’nin bir “karne”sini yayınlar:

“Her yerde, her katta, her konuda çözülme ve bozulma sürüyor. ‘Her şeyin cılkı çıktı’ denilecek bir zamanı yaşıyoruz. Panolardan, afişlerden, medya organlarından taşan yalanlarla, aldatıcı sunuşlarla gerçekler çarpıtılıp saptırılmış, devlet olanaklarıyla donanan iktidarcılar her yolu ve her yöntemi deneyerek sonuç almaya çalışmıştır. Yaraşır nitelikten yoksun olanlar yaldızlandı.”
Ve Türkiye’nin en önemli “düğüm”lerinden biri de şöyledir Yekta Güngör Özden için:
“Bir yanda yaşam güçlüğü, işsizlik, adaletsizlik, hukuksuzluk, ayrımcılık, iç ve dış tehlikeler; bir yanda sarayları, kasrı, köşkleriyle Cumhurbaşkanı!”
Kitap boyunca AKP iktidarının yarattığı “düğüm”ler bir bir sıralanır:
– Anayasa değişikliğiyle devletin üniter yapısının hasar görmesi
– Dış politikadaki yanlışlar ve tutarsızlıklar
– AKP’nin laiklik karşıtı hareketleri ve söylemleri
– Artan terör ve Kürt bölücülüğü
– AKP’nin hiç bitmeyen Atatürk ve İnönü düşmanlığı, Cumhuriyet karşıtlığı
– OHAL rejiminin sakıncaları ve demokrasi sorunu
– Hukukun zarar görmesi, mahkemelerin bağımsızlığını yitirmesi
– Türkiye’nin AKP’nin “Tek Parti” yönetimine doğru gitmesi
– Basın özgürlüğünün ortadan kalkması
– Ekonomik yıkım
– Yolsuzluk ve hırsızlıklardan hesap sorulmaması
“Ayırdında mısınız?”
Her birimiz elbette “düğüm”leri yaşıyor, görüyor ve rahatsız oluyoruz. Ancak Yekta Bey kitabında gerçekten de harika özetliyor:
“Ayırdında mısınız, olanların olmayanların? Yıkılanların, yıkımların? Yananların, sönenlerin? Bozulanların, tükenenlerin? Duyuyor musunuz çığlıklarını hastaların, kimsesizlerin, ekmek-aş bekleyenlerin, ocağını yakmakta ve tenceresini doldurup sofrasını kurmakta güçlük çeken anaların yakınmasını? İzleyip düşünüyor musunuz, birbirine eklenen sorunları, hukuksuzluk, adaletsizlik, aykırılık, görevi kötüye kullanma, yolsuzluk, hırsızlık, ayrıcalık, terör ve değişik suçları? İnanç sömürüsünü, kadınlara saldırıları, kaynağı kuşkulu gelirleri, görkemli yaşamları? İç ve dış savaş tehlikelerini?
Görüyor musunuz ilâç, defter, kalem ve giyecekle ayakkabı arayanları? Bağımlıları, dilencileri, mafyaları? Sınav yolsuzluklarını? Eğitimde, Silâhlı Kuvvetler’de, yargıda neler olduğunu? Üniversitelerin ne durumlara düştüğünü? Toplumun bölünmüşlüğünü, karşıtlıkları, ağır partizanlıkları? Doğanın kullanılışını, tarımın ve kentleşmenin dağınıklığını, yoksunluklarını?
Biliyor musunuz Anayasa’da, yasalarda yapılan değişiklikleri, atamaları, görevden almaları? Tarafsızlık andına karşın Cumhurbaşkanı’nın parti üyesi olmasını ve yenilenecek Hakimler Savcılar Kurulu’nun oluşumunu?
Yaşıyor musunuz olanaksızlıktan, yetersizlikten evine eli boş dönen babaların duygu çöküntüsünü? Genç aydınların işsizliğini? Memurun, emeklinin, işçinin yaşam güçlüğünü?
İşçilerin, çiftçilerin, çalışanların çektiklerinin ayırdında mısınız?
Sanatçıların, özellikle yansız bağımsız basın kesiminin katlandıklarını biliyor musunuz?
İlgileniyor musunuz lâik cumhuriyete, kurucularına, ulus, ülke ve devlet yapısına yönelik kötülüklerle? Yadsımayla, yalan-dolanla, olumsuz yaklaşımlarla sürdürülen kalkışma ve girişimlerin amacını kavrıyor musunuz?
Sonuçlarını kestirebiliyor musunuz?
Bağdaştırıyor musunuz, kapkaçla, parayla, güçle, çirkinlikler ve terbiyesizliklerle, utanma arlanma olmadan şımarıklık, arsızlık ve yüzsüzlükle onur, saygı ve nitelikli kişiliğin birlikteliğini?”

Çözümler

“Düğüm”ler her ne kadar kördüğüm haline gelmişse de Yekta Güngör Özden “endişeli” olmakla birlikte asla umutsuz değil. Çünkü Türk milletinin karakterine güveniyor:
“Karamsar ve kötümser olmamamıza karşın siyasal kesimin çoğunun kaynağı ve nedeni olduğu içinden çıkamadığı kötülükleri geleceğimiz yönünden endişe ve üzüntüyle izliyor, yine de ulusumuzun ırasına güveniyorum.”
Ve Türk milletini “çözüm” için göreve çağırırken “Andımız”ı hatırlatıyor:
“Başta, her yönden tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve çağdaşlık olmak üzere amaçlanan uygarlık düzeyini aşmamız için birlik ve çalışmaya gereksinim açıktır. (…)
Atatürk’ün Söylev’inde, kendini genç bilen her Türk yurttaşına emanet ettiği yapıyı koruma andımızı unutmak olanaksızdır.”
Vicdan
Yekta Güngör Özden elbette umutludur. Ancak yakınıp sızlanmayı hiçbir zaman yeterli görmez ve “üstüne düşeni yapmayanlar”ı yeri geldiğinde eleştirmekten de çekinmez:
“Her alanda boy verip günü gün etmeyi, insanlıkla, yurttaşlıkla, yurtseverlikle birleştirebiliyor musunuz? Büyük ATATÜRK’ün emanetine, ilke ve devrimlerine, kazandırdıklarına yaraşır olup olmadığınız konusunda kendinizi zaman zaman yargılıyor musunuz?
Değişik alanlarda ve ortamlarda, değişik nedenlerle bağırıp çağırıyor, başkalarını karalayıp suçluyor, övünme ve böbürlenmeyle atıp tutuyorsunuz. Peki sizler ne yapıyorsunuz? Halkın sorunlarıyla ne ölçüde ilgileniyor, çözümlenip giderilmesine nasıl katkı veriyorsunuz, görevlerinize ne kadar özen gösteriyor ve yetkilerinizi ne biçimde kullanıyorsunuz? Aklınıza geleni, kuralları gözetmeden yaparken kişisel ya da örgütsel amacınız için görevinizi kötüye kullanıp kullanmadığınızı vicdan terazisine vuruyor musunuz?”
Aslında Yekta Güngör Özden’i tek kelimede özetlemek gerekirse “vicdan” denebilir… “Vicdan”lı olduğu için Atatürkçüdür, “vicdan”lı olduğu için hep dik durmuş, Atatürkçülükten ödün vermemiştir.
Ve bu yüzden de herkesi aynı “vicdan”a davet eder. Atatürkçüler görevlerini yapmak için “vicdan”lı olmalıdır. Hukukçular doğru karar vermek istiyorsa “vicdanının sesi”ni dinlemelidir.
Düğümler ve Çözümler’i okurken pek çok soru yankılanıyor ister istemez. En temel soruyu ise Yekta Bey’den aktararak yazımızı bitirelim:
“Bunları ve daha nicelerini okuyup duydukça, karşılaştıkça sormadan edilemiyor: ‘İnsanlık, adamlık, dindarlık, yurtseverlik, namus, onur, ahlak, vicdan nerede? Neler oldu, neden böyle oldu?’ İyi düşünüp çözümler üretmeliyiz. Geleceğimizi karartan durumlardan kurtulamazsak yarınları yaşayamayız.”

http://www.turksolu.com.tr/yekta-gungor-ozdenin-yeni-kitabi-cikti-dugumler-ve-cozumler/

***

İsrail Neden Özür diledi?

İsrail Neden Özür diledi? 

Prof. Dr. Ümit Özdağ 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü  
FİKİR TANKI
24 Mart 2013 Pazar 20:50


İsrail Neden Özür diledi?

İsrail’in AKP Hükümetini rahatlatmak amacı ile stratejik bir zamanda özür dileyeceğini 11 Temmuz seçimlerinden önce Yeniçağ’da yaptığım bir 
değerlendirmede açıklamıştım. Ben özrün 11 Temmuz seçimlerinden önce geleceğini düşünüyordum. Ancak AKP için çok daha önemli bir zamanda geldi. 
PKK ile mütareke görüşmelerinin yapıldığı, Türk Milletinin yenilmişlik duygusu içinde AKP Hükümetine karşı büyük bir kızgınlık geliştirdiği, terör örgütünün 
Diyarbakır’da bir hezeyanı sergilediği bir dönemde Tel Aviv’den gelen bu özür AKP Hükümeti için can suyu niteliği taşımaktadır. Şimdi AKP Hükümeti, PKK ile 
müzakerelerin üstünü bu özür ile örtecek, halkın dikkati ‘İsrail’den özür dileten başbakan figürüne’ çekilecektir. Böylece PKK karşısındaki mağlubiyet duygusu, 
İsrail karşısındaki sahte bir galibiyet ile örtülecektir. Öte yandan İsrail’in İran’a karşı sert adımlar atma ihtimalinin yükseldiği bir süreçte, ABD’nin Ankara-Tel Aviv yakınlaşmasını istemesi de Amerikan Politikası açısından makul görülmektedir


Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA       
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

http://www.21yyte.org/tr/fikir-tanki/12/israil-neden-ozur-diledi

ERDOĞAN’DAN FRANSA’YA ‘" SOYKIRIM ’" ÖDÜLÜ!

ERDOĞAN’DAN FRANSA’YA ‘" SOYKIRIM ’" ÖDÜLÜ!

Ümit ÖZDAĞ


 Paris Ankara’ya kumpas kurarken Başbakan, Fransız şirketi EDF’nin yüzde 15’le ortak olduğu “Güney Akım”a onay verdi.
 Ankara, Paris’e kızgın mı kızgınmış gibi mi yapıyor?
 21. YüzyIl Türkiye Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ, iktidara bu soruyu yöneltti ve Türkiye’nin kısa bir süre önce izin verdiği “Güney Akım” doğal gaz boru hattı projesindeki Fransız firması EDF’nin dev girişimden alacağı yüzde 15’lik paya dikkat çekti.


 Fransa’dan Rusya’ya Güney Akım için teknolojik rüşvet!


Rus doğal gazını Avrupa’ya ulaştıracak proje için Fransız firması EDF, devlet desteği alarak çok mücadele etti. Öyle ki; Fransa, ABD’nin eleştirisine rağmen Rusya’ya helikopter gemisi sattı. Bu, bir NATO üyesinden Rusya’ya yapılan ilk gemi satışıydı.
Hem Azerbaycan’a hem de kendimize zarar veriyoruz!
 Bütün bu süreçte çok boyutlu ve hem Türkiye’ye hem de Azerbaycan’a zarar veren bir durum var. Güney Akım izni, bizim için önemli olan ve İran, Azerbaycan, Irak gazını Avrupa’ya ulaştıracak NABUCCO projesine de çok büyük bir engel oluşturacak.
 Bu kadar stratejik bir proje Fransa’ya niye hediye edildi?
 GÜney Akım’ın perde arkasını böylece ortaya koyan Prof. Ümit Özdağ, iktidara bir soru daha yöneltiyor: Türkiye, Fransa için bu kadar ekonomik ve stratejik bir projeyi inkar yasasının hemen ertesinde Rusya ve Fransa’ya niye hediye etti?

 Kızar gibi yaptığımız Fransa’yı ödüllendirdik,

 Fransa’nın da ortak olduğu Güney Akım Projesi’ne hükümetin geçtiğimiz günlerde imza attığını belirten Prof. Dr. Ümit Özdağ, AKP iktidarının inkar tasarısını yasalaştıran Paris yönetimini ödüllendirdiğini ifade etti.

Haber : Ceyhun Bozkurt

 Fransa’nın Ermeni yalanlarını Ulusal Meclis’ten geçirmesinin hemen ardından bu ülkenin yüzde 15 payının olduğu Güney Mavi Akım projesine AKP iktidarının onay verdiği ortaya çıktı. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ, Türkiye’nin kısa bir süre önce yapımını kabul ettiği Güney Akım Projesinin içinde Fransız firması EDF’nin olmasını Paris’in ödüllendirilmesi olduğunu söyledi. Özdağ şöyle dedi: “Fransız Parlamentosu’ndan sonra Senatosu da Ermeni sözde soykırım iddialarını yalanlamayı para ve hapis cezasına çarptıran yasa tasarısını kabul ederek yasalaştırdı. Parlamento yasa tasarısını kabul ettikten sonra Ankara’dan Paris’e yönelik çok sert tepkiler yükselmişti. Büyükelçimizi geri çektik, Erdoğan, Kanuni’nin Fransız kralına mektubunu okudu. Anlaşılan çok kızmıştık. Bu arada Türkiye’de ve dünyada hayat devam etti. Başka dış gelişmeler de oldu. Bunlardan birisi de Rus doğal gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya akmasını sağlayacak “Güney Akım Projesine” Türkiye’nin onay vermesiydi. Moskova, Türkiye’nin Güney Akım Projesine aniden onay vermesine o kadar sevinmişti ki, bunu yılbaşı hediyesi olarak yorumladığını resmi ağızlardan açıkladı. Peki, bu büyük projeyi Ruslar tek başlarına mı yapıyorlardı. Hayır. Rus Gazprom şirketi projenin % 50’sine, İtalyan ENİ, % 20’sine Alman Wintershal Holding % 15’ine ve Fransız EDF % 15’ine sahipti. EDF, Güney Akım Projesine girebilmek için Fransız devletinin desteğini alarak çok mücadele etmiştir. Fransa, bu projeye kabul edilebilmek için Rusya’ya ABD tarafından eleştirilen bir helikopter gemisi satışı dahi yapmayı kabul etti. Bu bir NATO ülkesinin Rusya’ya yaptığı ilk gemi satışı oldu. Kasım 2009’da Rusya ile iyi niyet belgesi imzalayan ve Haziran 2010’da Güney Akım’a resmen katılan Fransa amacına ulaştı.” Prof. Dr. Ümit Özdağ, “Bu noktada sorulması gereken soru, Fransızlar açısından bu kadar büyük bir öneme sahip olan ekonomik ve stratejik bir projeyi Türkiye neden Fransız parlamentosunun Ermeni sözde soykırımı iddialarını reddetmeyi cezalandıran yasa tasarısının kabul edilmesinden hemen sonra adeta Ruslar ile birlikte Fransızlara hediye etti sorusudur” dedi. Özdağ şöyle devam etti:

Proje Askıya Alınmalı,

“Üstelik Güney Akımı projesinin devreye girmesi bir başka doğalgaz projesi olan Nabucco’ya ağır darbe indiriyor. Nabucco Projesi, İran, Azerbaycan ve Irak doğalgazının Avrupa’ya taşınmasını öngörüyor. AB, mevcut gerilimden dolayı İran’ı şimdilik işin dışında tutuyor. Irak’ın altyapısı yeterli olmadığı için çok uzun süre Nabucco’nun dışında kalacağı varsayılıyor. Geriye kalan bir tek Azerbaycan. Tabii ki Türkmenistan doğalgazının da Hazar altından bu projeye bağlanması söz konusu. Ancak Türkiye’nin Güney Akımı kabul etmesi ile Nabucco’nun gerçekleşmesinin önüne çok büyük bir engel çıkacak. Diğer bir ifade ile Türkiye, Ermenistan açılımından sonra Azerbaycan’ı ikinci kez cezalandırıyor. Bundan faydalanan Rusya Bakü’ye bütün artık doğalgazını yüksek fiyattan satın alma ve bunu uzun vadeli olarak gerçekleştirme sözü verdi. Bütün bu süreçte çok boyutlu ve hem Türkiye’ye hem Azerbaycan’a zarar veren bir durum var. Hükümetin şimdi Fransa’ya verebileceği en ağır tepki Güney Akımı’ndan Fransız firmasının çıkarılmaması durumunda Güney Akımı projesini yavaşlatacağı, askıya alacağı şeklinde bir politika izleyerek, Fransız menfaatlerine gerçekten zarar verilebileceğini göstermek olmalıdır. Yoksa, Paris gerçekten kızgın olmadığımızı düşünecektir.”

Tesadüf olamaz,

Türkiye’nin enerji ve strateji konusundaki en önemli isimlerinden olan Tuğçe Varol ise şöyle diyor: “Fransa ile Rusya arasında tarihi bir gemi anlaşması yapılmıştır. Benim o zamanki tahminim de Fransa’nın Almanya’nın Kuzey Akım taktiğine karşılık Güney Akım’a girebilmek için bu stratejiyle hareket ettiği yönündeydi. Belli ki uzun süren pazarlıklar neticesinde Fransızlar Ruslara yeni bir teknolojiye sahip gemi satıyorlar, Ruslar da onları boru hattı projesine alıyor. Boru hattı anlaşması ile gemi anlaşmasının birbirine bu kadar yakın tarihlerde olmasının tesadüf olamayacağını düşünüyorum.”


http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=62474

ALINTI;

http://millici-ciddiadamlar.blogspot.com.tr/2012_01_25_archive.html

..

FRANSA, ABD’NİN DUBLÖRÜDÜR!

FRANSA, ABD’NİN DUBLÖRÜDÜR!

Arslan BULUT


 Türkiye’de önemli mevkilerde bulunan insanlar, Fransa’nın Ermenilere soykırım yapılmadı diyene ceza vermek için çıkardığı kararın bir seçim yatırımı olduğunu iddia ediyor. Sarkozy, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ermenilerin ve Fransız milliyetçilerinin oylarını almak istiyormuş da bu sebeple böyle bir karar çıkarılmış.
Türkiye söz konusu olsaydı, iktidarların seçim yatırımı yapmak için dış politikayı kullandıklarını söyleyebilirdik. Mesela, “one minute tiyatrosu” ile seçimleri etkilemek gibi..
 Gerçi Sarkozy’nin sorumlu bir devlet adamı olduğu iddia edilemez ama düşünce özgürlüğünü kısıtlayan bir kararın Fransa gibi vatandaşlık bilinci gelişmiş bir ülkede oy kaybettirmesi de mümkündür.

 O halde Fransa neden böyle bir karar aldı?

 ***

Bu sorunun cevabını, Washington Post’ta yayınlanan Jackson Diehl’in yazısında bulmak mümkün. Diehl diyor ki “Obama’nın Türkiye ile ilişkileri idaresi, onun en iyi dış politika başarılarından biri.”

Bu tespite bir itiraz var mı? Bu konuda hemfikir isek devam edelim.
 Obama, Büyük Orta Doğu projesi çerçevesinde Türkiye’yi istediği gibi çekip çeviriyor; Libya ve Suriye konusunda dediğini yaptırıyor mu?
 Peki ABD için hayati derecede önemli bu projeler AKP iktidarı eliyle uygulanırken, Obama böyle bir imkânı kaybetmek ister mi? Mesela Ermenilerle ilgili böyle bir kararı ABD kongresi de çıkarabilirdi. Neden çıkarmıyor? Neden Fransa bu konuda ön alıyor?

 ***

 Libya’ya saldırı söz konusu olunca Fransa yine ön almış, bombardımana başlamıştı. Peki bu bombardıman, ABD’nin bilgisi dışında mı yapıldı?
Bombardımana sonradan ABD uçakları da katıldı. Hatta Kaddafi’nin konvoyunu bombalayan ve böylece yakalanıp linç edilmesini sağlayan da ABD’nin insansız hava aracıydı.

Ermeni meselesinde de böyle oldu. Fransa, ABD’nin yapmak istediğini yaptı. Obama, Tayyip Erdoğan’ı, ABD ile ilişkileri yüzünden Türk kamuoyuna karşı güç durumda bırakırsa, AKP’nin kaybedeceğini görüyor. AKP kaybederse, Orta Doğu’daki Amerikan projelerini sürdüremeyeceğini de biliyor. Bu sebeple tehlikeli sahnelerde Sarkozy’yi kendi yerine dublör olarak kullanıyor.

http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=21450

ALINTI;

http://millici-ciddiadamlar.blogspot.com.tr/2012_01_25_archive.html

3 Nisan 2018 Salı

Obama'nın avucunda ne var?

Obama'nın avucunda ne var?

Yılmaz Karakoyunlu

ykarakoyunlu@htgazete.com.tr 
04.04.2009 - 15:38  
Güncelleme:
Obama’nın gelişinde acaba çok özel bir sebep var mı?
Gazetelerde bu soruyla ilgili aydınlatıcı bilgiler yok. Televizyonda yapılan yorumlarda önemli ve özel bir gerekçe de anlatılmıyor. Ama uluslararası gümbürtüsü büyük bir seyahatten söz ediyoruz. 


Peki, bu seyahatten nasıl kazançlı çıkacağız?

Genelde Dışişleri Bakanlığı kurumsal etkinliğini hissettirmek için bu türlü “önemli adam” ziyaretlerinin arkasında neler olduğunu bir vesileyle kamuoyuna duyururdu.


Siyasi partilerin yönetiminde her dönem itibarlı ve etkili bir iki emekli büyükelçi bulunur. Dışişleri bu kadro aracılığı ile muhalefeti besler. Hatta tartışmaları yönlendirir.


Bugün de muhalefetin Meclis guruplarında emekli ve değerli büyük elçiler var. CHP’de Onur Öymen, MHP’de Deniz Bölükbaşı iki seçkin örnek...
Ama muhalefet Obama hakkında bir beklenti tartışmasını henüz açmadı.
Obama’nın gelişinde Türkiye’yi can damarında zora sokan bir husus görünmüyor. Aksine Türkiye, Obama’ya ilişkin bütün tartışma başlıklarında rahat bir konumda içinde.


Eskiden Nisan geldiğinde Hariciye bir engelleme telaşı yaşardı. Ermeni soykırım tasarısının Amerikan parlamentosundan geçirileceği korkusuyla kıvranırdık.
TBMM’de, milletvekillerinden oluşan “temas heyetleri” oluşturur Amerika’ya gönderirdik.


Bir de vazgeçilmez destek arayışımız vardı: Yahudi cemaatini en sağlam müttefikimiz olarak değerlendirirdik. 


Ermeni lobisinin Amerikan senatosundaki girişimleri gözümüzü fazla korkutmuyor. Anlaşılan Davos’a rağmen Yahudi cemaatinin desteğinde bir gevşeklik yok. Galiba telaşımız yok, endişemiz yok...
Hükümet, AB içeriğindeki Batılılaşma hedefini sanki askıya almış gibi görünüyor; ama Amerikan birlikteliğindeki tercihini ve kararlılığını pekiştirmekte ısrarlı davranıyor...
Seçimlerde önemli bir siyasi darbe yemiş olmasına rağmen AKP, iktidar etkinliğini ve bekleyişini sürdürmekte... Sıkıntılı bir noktamız yok gibi...
Ekonomik krizin teğet geçmediğini hükümet de anladı. Belirgin önlemler girişimi görünmüyor ama beklenti ciddiyeti devam ediyor...
Peki. Obama gelirken ne getiriyor?
Siyasetteki kıdemli büyükelçilerin Hariciye’den bir şeyler sızdıramamış olmaları ihtimal dahilindedir; ama oranı çok düşüktür. Bu durumda Obama’nın çantasında önemli bir teklif bulunabileceği söyleyebilir mi?
Türkiye, Afganistan ve Pakistan’daki Amerikan sıkıntılarının çözümünde yer alacaktır. Bunun değiştirilebilir yönü ve rotası kalmamıştır. Obama seyahatinin bu noktada önem taşıyan özelliği yoktur.
Bu seyahatten Türkiye’nin karlı çıkması gereken başlık bellidir: PKK...
Eğer Amerika bu bölgedeki kendi askeri varlığını Türkiye’nin etkinliği kullanarak çözmek istiyorsa, Türkiye’ye karşı yüklenmesi gereken bir siyasi sorumluluğu olmalıdır. Bu sorumluluk, PKK’yı bitirmektir... En küçük hücresine kadar bitirmek...
Eğer Tayyip Bey, Amerika’yı bu noktada ikna eder ve istenen sonucu sağlarsa, yedi yıllık iktidarının en mükemmel hedefini gerçekleştirmiş olur. Bu noktada sonuna kadar destek görmeye hem hakkı olur, ham de layık olduğu görülür...

Baht kapısı-Taht kapısı
Masal bu ya, zor ülkenin kralı ülkeyi yönetecek veziri seçmek için güçlü ve akıllı paşaları sınamak istemiş. Adayları o güne kadar görmedikleri büyük bir kapının önüne getirmiş: “Akıllı insanlarsınız. Bu kapıyı açmanızı istiyorum. Kapıyı açanı vezir yapacağım” demiş...
Adaylar, kapının büyüklüğü karşısında ürkmüşler. Denemeye bile gerek görmeden fikirlerini söylemişler. Bu büyüklükte bir demir kapıyı Zaloğlu Rüstem bile açamaz deyip kıvırmışlar...
Yeni paşa olmuş genç birisi kapıya yanaşmış. Her tarafını gözden geçirmiş. Açılması imkansız denilen kapının bakılmadık yerini bırakmamış. Sonra sert bir omuz darbesiyle kapıyı ardına kadar açmış...
Meğer kapı ustaca kapalı gibi gösterilmiş; ama aslında aralık duruyormuş. Meğer işin ne olduğunu inceleyecek akıl ve olup biteni değerlendirecek izan gerekiyormuş...


*
Burdur’un Ağlasun ilçesinde belediye başkanlığına seçilen MHP’li Aydın Kaplan, belediyedeki makam odasının kapısını söktürmüş. Yetmemiş sekreterinin kapı-sını da söktürmüş: “Halk ile belediye arasında engel kalmadı. Vatandaş bundan sonra başkanına direkt ulaşacak” demiş.


Muhtemeldir ki belediye binasının ana kapısını da söktürebilir... Biraz daha ileri gidip makam aracının kapısını da söktürür...


İddia olmak elbette ki çok önemli ve ayırıcı özelliktir. Takdir görür. İltifat görür. Kendisini izleyenler de çıkabilir. Hatta yeni belediyecilikte bir moda da yaratabilir.


Önemli olan engeli kafa yerine kapı sanan anlayışı değiştirmek...


http://www.haberturk.com/yazarlar/yilmaz-karakoyunlu/217759-obamanin-avucunda-ne-var

***

Nostradamus 2009,

Nostradamus 2009,



Yılmaz Karakoyunlu
ykarakoyunlu@htgazete.com.tr
03.04.2009 - 09:48
Güncelleme: 03.04.2009 - 09:48



  16.ncı Yüzyıl’da yaşayan Michael Nostradamus, Kral İkinci Henri’nin özel doktoruydu.Tıptan çok astrolojiye meraklıydı. Hayallerini anlatırdı. Halk onu kehanet saydı. Geleceğin ne olacağını bilmek merakı bu örnekle derinleşti. Daha sonra olayları sayılara dökmek moda oldu. Bu işi sanata dönüştürdük. Anketlere bağlılığımız, merak boyutunu aşan bir iptilaya dönüştü... 29 Mart seçimleri öncesinde AKP’yi rahatlatan bir tahmin yüzdesi vardı. Bu oran neredeyse yüzde 50’ye yaklaşıyordu.AKP’liler, bu orana inanmış gibiydiler. Halkın endişesi vardı ama belli olmuyordu. Çünkü bu oranı ileri süren firma, genel seçimlerde AKP’nin oylarını çok doğru oranda tahmin eden KONDA firmasıydı. AKP, KONDA’nın tahminlerine güvendi. Kendinden emindi, rahattı ve biraz da serazattı.. Davos asabiyetinden sonra yapılan tahlillerde AKP’nin oy oranının yüzde 55’e kadar yükseldiği bile tahmin edilmişti. Böyle tahminler insanları bazen yoldan atabilir. Her şeyi hakları sayabilirler. Urfa’ya ceket yollama, Manisa’daki azarlama Antalya’daki ver oyunu al hizmetini pazarlığı yanlışlıkların iri boyutlu örnekleriydiler. Bu yorumları bugün yapabiliyoruz; çünkü seçim sonuçları belli oldu. A&G firması geçen seçimde KONDA’nın isabetini bu yıl ele geçirdi. H Şimdi AKP’nin oransal değerlendirmesini yeniden yapabiliriz... AKP bu seçimde yüzde47’den değil, Davos sonrası yükseldiği yüzde 55 oranından hızlı bir düşüşle yüzde 39’a indi, A&G Firmasının yüzde 39 tahminini isabetli bulduğumuza göre Davos sonrası yaptığı yüzde 55’e ulaşan tahmini de benimsemek noktasındayız. Buradan yola çıkarak tahlil tekrarını sürdürebiliriz: Olayı sayısal boyutundan sıyırıp çıplak niteliklerle izlersek, AKP’de oy kaybının devam edeceği söylenebilir. Çünkü önceleri hoş görebileceğiniz acılar, şimdi canımızı daha fazla yakacak bir psikoloji yaratmıştır. Yani siyasetteki heyecan tarzı değişmiştir.. Bunu sadece AKP için olumsuz bir çözümleme olarak değil, ülke geleceği için dikkat çeken kampana gibi değerlendirmek gerekecektir. Eğer bu seçimler Mayıs ayı sonunda yapılsaydı, AKP’nin oyu yüzde 35’lerin altına düşebilirdi.Çünkü AKP, asıl sorunun ekonomik sorun olduğunu hala fark edebilmiş değil.. Büyüme durdu; ihracat durdu... Yani kriz teğet geçmedi. H Liderler yaptıkları açıklamalarda sadece tespit cümlelerini sıralamakla yetindiler. Oysa ülkenin ve milletin ihtiyacı, hüküm noktasındadır. Bugüne kadar eksik bırakılan budur.  Tepeden baktıkça her şeyi küçük görülebilir. Her şeyi gerçek boyutunda ve tesirinde görebilmek için birlikte olmak gerekir. Galiba siyasetin bize öğretemediği şey bu.. Halktan uzaklaşırsanız kendinizi büyük görebilirsiniz..  Mubassır yöntemi  İlk okuduğumda şaşırmadım; geleneksel 1 Nisan şakalarından biri deyip geçtim. Biraz da abarttım:  Yani Meclis düzeyinde bir şaka denemesi diye     düşündüm. Oysa söylenenler ciddiymiş. Çünkü teklif ciddiymiş.. Dışişleri Bakanlığı işi ciddiye alıp TBMM Başkanlığı’na yansıtmış. Köksal Toptan da işi ciddiye almış. Peki nedir bu ciddiye alınan iş? Obama TBMM’de konuşmasını yapmadan önce muhalefet liderlerini topluca kabul edip ellerini sıkacakmış.. Hal soracakmış; hatır soracakmış.. Adam başı 10 dakika.. Buna halk arasında “laf ola beri gele“ denir. Köksal Bey teklifi liderlere aktardı. Devlet Bey teklifi hemen reddetti. Deniz Bey onu izledi. Eski eğitim usulümüzde “mubassır” denilen bir yönetici tipi vardı. Kuralları uygulardı. Bazen keyfileşir, kendisi de kural koyardı. Karşı çıkan olursa cezalandırılırdı. En basiti,kulak kepçesine asılıp koparırcasına çekmekti. Obama ve danışmanlarının “mubassır usulünü” bildiklerini sanmıyorum. Ama hala izlerini taşıdıkları bir tarih geleneği var. Eski Amerikan eğitim modelinde zenci kulaklarına asılmaya meraklı bir beyaz Amerikalı “mubassırlık” kurumu vardı. Üstelik çocuk sırtında şaklamaya alıştırılmış meşin kırbaç taşırlardı. Köksal Bey zor durumda kalmamak için bu teklifi liderlere götürmüş olabilir. Fakat farklı bir tecrübe yaşanabilirdi. Obama’nın bu hayret verici teklifini, Meclis başkanına söyletmek yerine Dışişleri devreye girebilirdi. Müsteşar ön yoklamalar yaparak nabız yoklayabilirdi. Böylece siyasi liderlerin, Meclis Başkanını reddetmek gibi yakışıksız bir durum yaratılmazdı; bu ayıp yaşanmazdı. Dışişleri’nin neden böyle davrandığı gerçekten şaşırtıcı.. Meclis başkanlarının yanında daima bir “Dışişleri Danışmanı” bulunur. Bunlar büyükelçi düzeyindedirler. Üstelik Meclisin Dışişleri Komisyonu vardır. Bunlar da bu sevimsiz manzara için müdahale edebilirlerdi. Şimdi Obama, liderlerle tek tek görüşmeyi kabul etmiş. Bu durumda Köksal Beyin 24 saat içinde düştüğü durumu düşünebiliyor musunuz? Reddedilecek bir teklif için Dışişleri Bakanlığı, Meclis başkanını kullanmış oldu. Anlaşılan fazla delikanlı bir “Hariciyemiz” var...

http://www.haberturk.com/yazarlar/yilmaz-karakoyunlu/217731-nostradamus-2009

1 Nisan 2018 Pazar

AÇIK OY İPTAL SEBEBİDİR


AÇIK OY İPTAL SEBEBİDİR

AYM Eski Başkanı Yekta Güngör Özden:


Açık Oy İptal Sebebi
Ocak 12, 2017



Yekta Güngör Özden. RÖPORTAJ


" En iyi Pencere Sanattır. Işık oradan gelir. "


Yekta Güngör Özden ile yaptığımız güzel ve keyifli röportajı haberimizin devamında okuyabilirsiniz.


Yekta Güngör Özden." En iyi Pencere Sanattır. Işık oradan gelir. "


Güncelleme : 2017-06-29


Söyleşi: Onur Sancak                   


   Biraz Yekta Güngör Özden’in yaşam penceresini aralayabilir miyiz? 1932’de Tokat’ın,  Niksar ilçesinde doğdum.
Babam İlkokul öğretmeni, annem ev hanımıydı.  Üç çocuklu bir ailenin en büyük çocuğuyum. İlkokulu ve ortaokulu Niksar’da bitirdim. Liseyi Samsun, Tokat, Kayseri’den sonra Sivas’ta bitirdim. 1951 yılında iki yıl gecikerek katıldığım Ankara Hukuk Fakültesi’nde 1956’da diplomamı aldım. 1957’de Hukuk stajımı tamamladım.
1957 sonbaharında avukatlığa başladım. Yedek subaylığımı İstanbul’da Deniz Kuvvetlerinde yaptım. Yedek subay olarak görevimi tamamladıktan sonra
Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki konumumu git gide geliştirdim. Halk Partisinin baş hukuk müşaviri, Yüksek Danışma Kulesi parti meclis üyesi oldum.
O sırada birlikte yürüttüğüm avukatlık çalışmalarımla birlikte Ankara Barosu genel sekreteri sonra da 1970-1974’ de Ankara Barosu başkanı oldum.
Türkiye Barolar birliğinin 1969 yılında kuruluşunda katkım oldu arkadaşlarımla birlikte gerçekleştirdik. 1979’da Cumhuriyet senatosunun beş grubunun oylarını alarak Anayasa Mahkemesi asil üyeliğine seçildim. 1988’de başkan vekili, 1991’de birinci kez,1995’de ikinci kez Anayasa Mahkemesi başkanı oldum.
1 Ocak 1998’de de saat on yedi de emekliliğe ayrılarak önce Hacettepe Üniversitesi Yüksek Lisan, doktora hocalığı yaptım, sonra Ankara Üniversitesinde özel öğretim yönetim kurumları üyeliğini on yıl yürüttüm. Şimdi de beş yıldan beri Ufuk Üniversitesinde, hem anayasa dersi hem de Türk Devrim tarihi dersleri veriyorum.
Çalışmalarımı bilimsel bağlamda böyle sürdürürken, haftada iki gün sözcü gazetesinde, hafta da bir gün Türk solu gazetesinde yazı yazıyorum.
Birkaç ay öncesine kadar İzmir’de çıkan Türkiye’nin en büyük ekonomi gazetesi gözlem de yazı yazıyordum fakat işlerim yoğunlaşınca onu bıraktım.
Bu sıralarda da düzenlediğim anılarım var. Onları öğrencilik, baro, avukatlık, öğretmenlik, Anayasa Mahkemesi Başkanlığına ilişkin olmak üzere bölüm bölüm
topluyorum sonra yazmaya başlayacağım. Atatürk ve Atatürkçülük denildiğinde ilk akla gelen isim sizsiniz. Biraz Atatürk ve Atatürkçülük üstüne konuşalım mı?
Önce şunu düzelteyim. Atatürk ve Atatürkçülük deyince ilk akla gelen isim ben değilim. İsimlerden biri diyelim. İsimlerden biri olabilirim. Ben haddimi bilirim.
Bazı arkadaşlar öyle yazıyorlar. Ben Türk insanının, çağlardan beri çektiği acıları, tarih kitaplarıyla, bilimsel incelemelerde okumuş, onun bilincine ayrıntılarıyla
yerleştirmiş insanlardan birisiyim. Bu kutsal topraklarımızda yaşayan insanların yönetim biçimleri ve yönetenlerin nitelikleri yüzünden çektikleri acılar tarih
sayfalarında yazılı. Ama bütün bunların Birinci Dünya Savaşı’nda karşılaştığımız yenilgiden sonra Osmanlı İmparatorluğunun düşürüldüğü durum karşısında,
neticenin ne kadar ağır olduğunu hepimiz biliyoruz. Öncelikle aşağılık duygusundan daha sonra Avrupa’nın baskısından kurtarıp kendi benliğimize kavuşturan, düşmanların ayaklarını Anadolu topraklarından kaldırarak, bize bağımsızlığımızı kazandıran özgürlüğümüzü veren, ulusal egemenliğimiz tattıran,
Cumhuriyet’in ilanıyla Türk Devrimlerini yaşama geçiren Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yaptıkları işin büyüklüğünü tanımlamak çok güçtür. Türk mucizesi denilen olguyu, bütün yoksunlukları, bütün yoklukları, bütün güçlükleri göğüsleyerek gerçekleştiren, daha da sonra başka ulusların yüzyıllarca yapamadıklarını çok kısa bir dönemde yapan Atatürk’ü bizim unutmamız olanaksız. O bakımdan bugün bağımsızlık denince, özgürlük denince, egemenlik denince, Türkiye aydınlanması dediğimiz uygarlık ve çağdaşlık olgularını düşününce, ahlak denince, adalet denince, sağlık denince, kardeşlik denince, dostluk ve barış denince Atatürk’ü anımsamamak olanaksız.
Böyle bir değerin simgelediği bu kavramlar, bu anlamlar bizim için vazgeçilmez ilkelere gelmişse biz bunu da Atatürk’e borçluyuz. Ben bu nedenle yetişecek gençlerimize, gelecek kuşaklara her şeyden önce Atatürk’ün doğum tarihini, ölüm tarihini, annesini babasını adıyla anmak değil, Atatürk’ü düşün dizgesi olarak, ilkelerle anlatmayı benimseyen arkadaşlardan birisiyim. Atatürk’e bu nedenle önem veriyorum. Bugün dünyanın çektiği sıkıntıları, ekonomik, siyasal, toplumsal, sanatsal, insanlığın savaşla çektiği acıları, hastalıkla, silahlanmayla karşılaştığı kötülükleri gözetirseniz Atatürk’ü her gün bin kez daha arıyorum, anıyorum ve onun değerini anlatmayı kendime görev sayıyorum. Bunu insanlık ve yurttaşlık borcu biliyorum. Sanat ve Siyaset çok farklı alanlar, siz bu sentezi nasıl başardınız?


Ben 1940’lı yılların ortasında 1945’den sonra ortaokul öğrencisiyken, öğretmenlerimin özendirmesi ve arkadaşlarımın desteğiyle orta okul el yazılı dergisi çıkardık.
1945-46 yıllarındaydı. 1947’de Samsun Lisesi’ne geçince, Samsun Lisesinde rahmetli şairlerden Bahri Ulaş’la Samsun Lisesi doğa gazetesi çıkardık.
Sivas’a geldiğimizde 1948-49’da Muzaffer İlhan Erdost’u tanıyorsunuzdur.  Sol yayınlarının sahibi Onunla ve Ekrem Kangal diye sonra Sivas milletvekilliği yapmış bir arkadaşımızla, Sivas Lisesi  Dört Eylül gazetesini çıkardık. Bitirip de üniversiteye geldiğim zaman Talebe Cemiyetinde görev aldım.


Talebe Birliği yönetim Kurulu Üyesi oldum. Devrim Yeşil dergisinin sekreterliğini ve yazı işleri müdürlüğünü yaptım.  Ankara da tanınmış insanlarla bir araya geldik, şairler ve yazarlar. Hiç unutmuyorum, Dil Tarih’de 1952’ de Türkiye’nin en büyük şiir gecesini gerçekleştirdik. Cahit Sıktılar, Külebiler, Orhan Seyfiler, Yahya Kemaller, Rıza Polatlar, Fazıl Hüsnü Dağlarcalar, düşünün öyle güzel bir geceydi. Ben Sivas’ta Hakikat gazetesine sanat sayfasına haftada bir yazı yazıyordum, Ankara’da Hürses dergisine başladık. Böyle yazılarla çizilerle bir araya gelerek merakımızı, çalışmalarımızı sergilemek mümkün oldu. Benim ilk şiirim yeni her hafta da yayımlanan yeşil yeşil diye bir şiirdi o zaman lise son sınıftaydım. Daha sonra Türk Dilinde Ankara’da 1953’de, 1954’den 1967’ye kadar on üç yıl bir antolojide,  bazen üç şiirim olmak üzere varlık dergisinde şiirlerim yayımlandı. Kimileri için ben emekli olduktan sonra yazdım, bir yazar öyle diyordu işi gücü yokta anayasa başkanı şiirle uğraşıyor diyordu.


Halbuki benim şiire başladığımda o doğmamıştı bile. Sanatı mesleğimden dolayı bırakmak zorunda kaldım, ekmek teknesi derler ya, avukatlık yapıyordum o yüzden öbürünü biraz zayıflatarak yürütmek zorunda kalmıştım. Kimse bunu anlamadı. Belki bugün edebiyat dünyasında adı belli olanlardan birisi de bendim.
En yakın arkadaşlarımdan kadın ve erkek Türkiye’nin en tanınmış şair ve yazarları var. Siyaset ve sanat aslında birbirine ters gibi görünüyor ama birbirini
dengeleyen, bir birini sevdiren, bir birini yumuşatan öyle söyleyeyim. Bir birini anlaşılabilir kılan iki konum diyeyim. Siyaseti ben sayarım sevmem onu söyleyeyim.
Görev aldığım Cumhuriyet Halk Partisin’de en yüksek çizgilere kadar gelmeme rağmen, hep hukukçu olarak kaldım. Hukuk tekniğiyle ilgili alanlarda çalıştım.
Bir milletvekili olayım, bir senatör olayım, bir parti başkanı olma gibi bir isteğim olmadı. Niyetim de olmadı. Sizin sorunuzu şöyle değiştirerek söyleyebilirim,
sanatla siyaset değilde, sanatla hukuk nasıl gidiyor desek daha güzel olacak. Ben hukukla sanatın kaynaşmasına çalışanlardan birisiyim. Ben hep ikisini bir
arada yürütmeye çalıştım. Ben hafta da bir şiir kitabı okumazsam, ya da en azından bir şiir okumazsam,  birkaç günde bir şiir yazamazsam rahatsız oluyorum.
Benim için şiirsiz kalmak karanlıkta kalmak demektir. Sanatsız kalmak adam olmaktan çıkmak demektir. Sanat insanları nitelikli kılar. Toplumların düzeyini artırır.
İnsanların birbirini sevmesi, anlaşması ve barış içinde yaşaması için sanat gerekir. En iyi pencere sanattır. Işık oradan gelir. O bakımdan ben sanatla hukuku hiç ayırmadım.  Hukukçu sanatkâr olmalı, sanatçı hukukçu olmasa bile hukuka yakın olmalı. Şiir de yazıyorsunuz. Günümüz şiirine nasıl bakıyorsunuz?
Ben demin de söylemeye çalıştım. Günümüzde şiirden çok şair var. Günümüz şiiri bana göre bir duraksama içinde. Zaman zaman ödüllerle ya da kimi dergi ve
gazetelerde ayın şiiri gibi sunum yapılmakla iyi şiir olmuyor. Bana göre iyi şiir 1950 ve 197o arasındadır. Bu arada şairler çok üretkendir. Bugün bile adı geçenlerin şiirlerinin en iyilerinin yazıldığı yıllardır. Şimdi insanlarımız için şiir gereksiz denmese bile fazladan bir şeymiş gibi gibi görünüyor.

Pek Önemsenmiyor.

Değeri de bilinmiyor. Ama buna karşı şiirde başarılı imzalar, başarılı adlar da var. Onların da edebiyatımızın şiir bölümüne iyi katkıları olacağına, şiirlerini
zamanla daha çok sevdireceğine inanıyorum. Biraz da kitaplarınızdan konuşalım. Size sunduğum kitapla beraber sanıyorum elli üçüncü kitabımı çıkardım.


Bunların dokuzu benim özgün şiir kitabım. Dördü şiir seçkisi. Birisi Türk solundan çıktı, diğeri Fe yayınlarından çıktı.  Atatürk şiirleri. On üç şiir kitabım oldu.
Öbürleri hukuk kitapları. Benim imzamla ya da birkaç arkadaşın katkısıyla çıkarılmış yayınların hepsinin sayısı elli üçtür. Bu çok değil az da değil takdir ederseniz.
Yargıç ve öğretmen ağırlıklı bir ailenin çocuğuydunuz. Nasıl bir çocuktu Yekta Güngör Özden? Ben küçükken aklımın erdiği beş yılı 1936-41 ‘i Tokat’la, Sivas’ın
arasındaen soğuk yerde geçirdim. İnsan boyunu aşan karların arasında okula gidip geliyordum. Askerlerin açtığı yollardan gidip geliyordum. Babam da başöğretmendi.
Bir öğretmen çocuğu olduğum için disiplinli yetiştirildim. Temiz giysilerimiz ve temiz bir yaşamımız oldu. Okumayı çok seviyordum. Evimiz zaten ilk öğretim dergileri, Yavrutürk dergisiyle doluydu. Çok usluda bir çocuk değildim. Koşuyordum, oynuyordum yüzmeye gidiyordum. Eve istenen saatte gelmeye biliyordum.


Babam askerdeyken annemi üzebiliyordum. Bu da doğal gerçekler. Yaşamın en içten söylenebilecek anıları. Bunları kimseden saklayacak halimiz yok.
Ama iyi bir öğrenciydim. İlkokulda, ortaokulda, lise de hep sınıf mümessiliydim. Sonraki yaşamımı biliyorsunuz. Hiçbir hırsım olmadı. Yazılığım olsun,
arabam olsun, evlerim olsun diye ya da başka mülkler için çabalamadım. Güvenlik nedeniyle, emekli birikimimle aldığım güvenlik görevlilerin kullandığı
araba dışında evim bile yok. Bu kadar sade bir yaşamım var benim. Öğrenim görevlisi olarak gittiğim yerlerden de para da almıyorum. Yazılardan da almıyorum.
Son yedi kitabımı Türk solunu çıkaran gençlere bağışladım. Bir şeye katılmıyorum.  Ev ev dolaşıp kitap satıyorlar. Kitapları alanlar da benim sattırdığımı düşümesin diye iç sayfalara bunu yazdırdım. Ben şair olduğumu, yazar olduğumu söylemiyorum. Bir hukukçuyum. Elimden geldiğince görevimi yerine getirmeye çalışıyorum. Yazı yazmak benim hobim. En sevdiğim şey resim sergilerine ve konserle gitmek. Cumhurbaşkanı senfoni orkestrasının yılda en çok iki konserini kaçırıyorumdur. O da Ankara dışında olduğum için. Ben herkesi her şeyi severim. Bana düşmanlık edenleri bile diyorsunuz. Neden sevgiyi çabuk tüketiyoruz sizce?

Onur Bey, Türkiye de toplumsal dokunun bozulduğu kanısındayım. Bunda siyasetin çok büyük payı var. Siyaset insanları birleştireceği yerde kutuplaştırdı.


İnsanlarımız teşekkür etmeyi, özür dilemeyi bile unuttular. Bu beni üzüyor. Bu eğitimde ki boşluklardan, bozukluklardan, insanlık anlayışımızdan kaynaklanıyor.
Bir de kendimizi sanatla eğitip, sanatla niteliklerimizi dokumak yerine, çıkara düşkünlük aldı başını yürüdü. Başarısızlık sizi nasıl etkiler? Başarısızlık benim
umudumu kırmaz da üzer. Başaramadığım şeyi yine de başarmaya çalışırım, peşine düşerim, bırakmam. Ben kolay kolay yenilmeyi hazmedecek bir insan değilim.
Bana yapılması için bir şey verseler, ben mutlaka beklenenden daha iyi bir şey sunmaya çalışırım. Bir alışkanlığımda vardır. Günde kırk tane mektupta alsam
yanıtlamayı asla ihmal etmem. Bazıları kızar, niye bu kadar uğraşıyorsun, bırak mektupları yarın cevaplarsın diye, hayır ben o gün aldıysam hemen cevaplarım.
Beklemeyi sevmediğim için bekletmeyi de sevmem. Kendinizi başarısız hissettiğiniz oldu mu? Oldu tabi. Her istediğimi yapamadım ki. Başkalarıyla birlikte yürütmek zorunda olduğunuz konularda sizin çabalarınız geride kalabiliyor.  Onlardan kaynaklanan zayıflıklar sizi etkiliyor, ortak sonuçlarda da başarısız oluyorsunuz.


Anayasa mahkemesine göre tek bir oyla kaldığım günler olmuştur. İnsan üzülür. Onu başka türlü yansıtmanın,  göstermenin, bahane olarak kullanmanın bir anlamı yoktur. Orada biter o iş. Başarının kişinin etiketiyle ilgili olduğuna inanıyor musunuz? Başarı değil de ilgi Türkiye’de öyle. Türkiye de bir makamdaysanız, daha açık söyleyeyim, mevkii makam derler ya, rütbe de buna dahil. Olanaklarınız yetkileriniz varsa, başkaları size mecbursa, muhtaçsa, daha çok aranıyorsunuz.
Ben emekli olmadan önce gölge gibi yanımda olanlar, benimle birlikte görünen insanlardan çoğunun benden nasıl uzaklaştığını gördüm. Bana baba diyen
insanlardan hiç on yıldır aramayanları biliyorum ben. Nedenini de bilmiyorum. Yanlış bir şey mi anlaşıldı? Birisi yalan bir şey mi iletti inanın bilmiyorum.
Şaşırıp kaldım. Sonra anladım ki benimle değil, benim bulunduğum yerle, benim adımla, benim sıfatımla bir şey sağlamaya görünmeye, onlardan kendilerine
pay almaya çalıştılar. Şimdi bunlardan yoksun kalınca. Onlar için benim gereğim kalmadı. Böyle düşünüyorum. Türkiye etiket ülkesi. Etiketiniz varsa eşiniz
dostunuz çok oluyor. Yoksa sizi unutuyorlar. Biraz da projelerinizden konuşalım. Söyleşimizin son bölümünde, geleceğe ilişkin, eğer sağlıklı kalırsam, çünkü çok
ameliyatlar geçirdim. Kalp ameliyatı dahil olmak üzere. Anılarımı yazmayı düşünüyorum. Fakat anı yazmakta çok zor. Anı yazanların çoğu kendine yontuyor.


Olayları kendini haklı çıkartacak, hiç yanlış yapmamış gibi, kınanacak yanı yokmuş gibi göstermeye çalışıyor. Ben çok yansız biçimde, gerekirse kendimi de
suçlamayı göze alarak yazmayı düşünüyorum. Notlarımı hazırladım. Biraz sağlık gücüm artarsa, olanak bulursam onları yazacağım. Sonra bu defterleri kapatmayı düşünüyorum. Gelecek için başka tasarım yok. Beni evinizde ağırladığınız için, sıcak konukseverliğiniz için çok teşekkür ederim. Rica ederim.


Ben teşekkür ederim.


Bu haber http://www.habercurcuna.com/   'dan alınmıştır.



AKP’nin Uzan’ı susturma operasyonu,

AKP’nin Uzan’ı susturma operasyonu:


İnan Kahramanoğlu
23.02.2004/Sayı:

Cem Uzan AKP’nin Uzan’ı susturma operasyonu:
“Bürokratik diktatörlük” iş başında

Cem Uzan

AKP hükümetinin Uzanlara yönelik yoketme operasyonu 15 Şubat’ta Uzanlara ait 380 şirkete el konulmasıyla büyük ölçüde tamamlanmış oluyor.

Uzanlara kim neden saldırıyor? Uzan konusunda nasıl bir tavır almak gerek? Herkes tarafından merak edilen ve cevaplandırılması beklenen sorular bunlar.

AB lobisinden Uzanlara ölümcül darbe

Aslında Operasyonun gerekçesi ve kimler tarafından tezgahlandığı gün gibi ortada. Operasyona yönelik tepkilere baktığımızda Uzanlara karşı oluşan ortak cepheyi kolaylıkla görebiliyoruz. AKP, AKP yandaşı şeriatçı basın yayın kuruluşları, TÜSİAD ve Aydın Doğan, Uzanlar’a yönelik linç kampanyasının baş aktörleri.

Şeriatçı basın olayın ardından AKP’yi yolsuzlukla mücadele konusundaki başarılarından ötürü kutluyor. Vakit AKP’yi alkışlıyor ve devamının gelmesi dileğinde bulunuyor.

Tayyip’in bir yılı aşkın iktidarı boyunca Kıbrıs’tan Kuzey Irak’a dış politikada gösterdiği verkurtulcu tavır, Büyük şeytan ABD ile işbirliği, Yahudi lobisinden aldığı ödüller ve canciğer kuzu sarması pozları düşünüldüğünde, şeriatçıların zar zor buldukları bu kozu ellerinden geldiğince iyi kullanmaya çalışmaları doğal. Şaşırmıyoruz.

Uzanların baş düşmanı Doğan Medya gazeteleri de olayı sevinçle karşılıyorlar. Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Uzan operasyonunu değerlendiren yazısında Uzanların yolsuzluklarından hortumculuklarına, bu ailenin Türkiye açısından nasıl bir talihsizlik olduğunu anlatıyor, Uzanların devletin ve halkın sırtına bindirdiği milyarlarca dolardan bahsederek operasyondan duyduğu memnuniyeti dile getiriyor. Elbette Türk basınındaki bu “kara leke”nin temizlenmesiyle ortalık “basın ilkeleri” doğrultusunda çalışan, pür-i pak Doğan Medya’ya kalıyor. Özkök, patronu Aydın Doğan’a yönelik yolsuzluk iddialarını, Doğan’ın AKP ile seçim öncesinde yaptığı pazarlıkları ve işbirliği karşılığı verilen teşvik ve borç ertelemelerini bir çırpıda unutturuveriyor.

Banka hortumcusu işadamlarına kelepçe takıldığında ortalığı ayağa kaldıran Özkök, Cem Uzan’ın yokedilmesini büyük bir memnuniyetle seyrediyor. Doğan Medya’nın “ilkeli” yayıncılığını ibretle seyrediyoruz.

Adalet Bakanı Cemil Çiçek ise baştan sona hukuksuzluk örneği olan ve hiçbir maddi dayanağı olmayan bu yoketme girişiminin kişisel bir yanının bulunmadığını söylüyor. Çiçek’in açıklamasına sadece gülüyoruz.

Uzan operasyonu TÜSİAD çevresinde de benzer tepkilere yolaçıyor. Büyük sermaye hem önemli rakiplerinden birisinin yok edilmesiyle seviniyor hem de hükümetle olan yakın ilişkilerini operasyona verdiği destekle pekiştiriyor. Sermayenin işbirlikçiliğine verip normal karşılıyoruz.

Peki ama bütün yaşananlardan sonra Uzan olayını nasıl değerlendirmek gerekli?

AKP siyasi rakiplerini ortadan kaldırıyor

AKP, TÜSİAD ve Doğan Medya’nın başını çektiği AB lobisi bu son operasyonla birlikte Uzanlara açtıkları savaşı öldürücü bir darbeyle noktalamış oluyor.

AB lobisi tarafından basit bir yolsuzluk operasyonu olarak gösterilmeye çalışılsa da olayın tamamen siyasi gerekçelerle yapıldığı ortada.

AKP 3 Kasım seçimlerinin ardından tek başına iktidara gelirken Cem Uzan’ın Genç Parti’si üç ay gibi kısa bir sürede %7.5 gibi önemli bir oy oranına ulaşarak AKP karşıtı muhalefetin başına geçmişti. Genç Parti, AB ve IMF karşıtı söylemleriyle her geçen gün oy oranını biraz daha arttırmaktaydı.

AKP’nin yarattığı rejim tehlikesine karşı en büyük tepki Uzan’ın Genç Parti’sinden ve Uzan’a ait Star televizyonu ve Star gazetesinden geldi. Tayyip’in Berlusconi ile görüşmesinden Hikmetyar’ın dizlerinin dibinde çekilmiş fotoğraflarına kadar pek çok konuda olay yaratan ve AKP’yi zor durumda bırakan yayınlar Star medyası aracılığıyla yapıldı. Star Grubu’na şimdi bu yayınlarının bedeli ödettirilmek isteniyor.

Dünya basın tarihinde görülmemiş bir olay olsa gerek, Star ana haber sunucusu Can Ataklı RTÜK tarafından televizyona çıkmama cezasına çarptırılıyor. Fikir özgürlüğünden bahsetmek istiyoruz ama bu olaydan sonra abes kaçacağını düşünüyoruz.

Star gazetesine ve televizyonuna el konuluyor. Bir gün öncesine kadar iktidara karşı en sert muhalefeti yürüten bir gazete bir gece içinde devletin resmi yayın organına dönüştürülüyor. Gazetenin yeni çizgisini kabul etmeyen gazetecilerin yazı ve haberleri sansürleniyor. Antikomünizm deyince mangalda kül bırakmayan AKP böylece Stalin Rusyası’nda bile rastlanmayacak komik uygulamaları yürürlüğe sokmuş oluyor.

AKP 21. yüzyıl Türkiyesinde, şeriatçı şeyhliklerde bile görülmeyen bir sansür uygulamasına girişirken Türkiye’nin sürüklendiği bataklık için ister istemez endişeleniyoruz.

Uzan AKP’nin %50 oy hedefine kurban ediliyor

Uzan operasyonunun bu derece hızlı ilerletilmesinin arkasındaysa yaklaşan yerel seçimlere yönelik AKP planı var. Tayyip 3 Kasım’dan sonra en büyük rakiplerinin Genç Parti olduğunu söyleyerek AKP’nin Cem Uzan’ın bu büyük yükselişinden duyduğu korkuyu itiraf etmek zorunda kalmıştı.

Uzanlarla AKP arasındaki çatışma da 3 Kasım seçimlerinin hemen ardından başlamıştı. Aradan geçen bir yıllık süreç içinde adım adım yürüyen Uzan darbesi Uzanların bütün mal varlığına el konulmasıyla AKP’nin istediği biçimde sonuçlanmış oluyor.

AKP bu atağıyla siyasi alandaki bütün rakiplerinin neredeyse tamamen silindiği bir tabloda yerel seçimlerde %50’yi aşan bir oy oranı yakalayarak yaşadığı meşruluk bunalımını atlatmaya çalışıyor.

Türban ve YÖK tartışmalarından Kıbrıs ve Kuzey Irak’a kadar her alanda Türkiye’nin devlet politikasına tamamen aykırı uygulamalara girişen ve bu nedenle de Cumhurbaşkanlığı’ndan Genelkurmay’a kadar bütün devlet kurumlarıyla çatışma noktasına gelen AKP’nin sadece arkasına aldığı AB ve ABD desteği ile Türk devletinin direnişini kırması mümkün değil.

Yerel seçimlerde alınacak %50’lik bir oy oranı AKP politikalarının halk tarafından desteklendiği şeklinde sunulacak ve böylelikle de devletten gelen direniş kırılabilecek. Yerel seçimlerde istenilen başarı yakalanırsa arkasından erken bir genel seçim de gündeme alınarak AKP’nin Türk siyasetinin tek hakimi konumuna getirilmesi de sözkonusu olacak.

Uzan operasyonu da işte bu noktada anlam kazanıyor. Genç Parti 3 Kasım seçimlerinde özellikle İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerde büyük bir oy patlaması yapmıştı. Örneğin İzmir’de Genç Parti’nin oy oranı %15’i bulmuştu. Dolayısıyla AKP’nin hedeflediği %50’lik oy oranını gerçekleştirmesinin önündeki en büyük engel Genç Parti. Uzanların tasfiyesiyle seçimler AKP için dikensiz gül bahçesine çevrilmek isteniyor. AKP en büyük siyasi rakibini elindeki iktidar gücünü kullanarak yokediyor.

AKP demokrasisi: Bürokratik diktatörlük

Uzan operasyonunun Türkiye tarihinde şu ana kadar eşi benzeri görülmemiş bir hukuksuzluk örneği olduğunu söylemek gerek. 12 Eylül’ün sıkıyönetim koşullarında bile taraflı da olsa bir yargılama süreci işletiliyordu. Oysa Uzanların karşı karşıya kaldığı durum 12 Eylül’ü mumla aratır nitelikte. Uzanlara ait şirketler polis tarafından basılıyor, çevik kuvvet ekipleri Cem Uzan’ın kendisine ait şirketine girmesine engel oluyor. Dahası Star TV ve Star gazetesine girmesi yasaklanan isimlerden oluşan bir liste oluşturuluyor ve gazete çalışanları ve hatta sahibi Cem Uzan kendisine ait bir kuruma sokulmuyor. Peki ama bu insanlar hangi gerekçelerle bir gazete binasına sokulmuyorlar, hangi kanuna dayanarak içeri alınmıyorlar. Bu soruların mantıklı bir cevabı elbette yok. Çünkü ortada tamamen keyfi bir uygulama sözkonusu. Olay bütün Türkiye’nin gözü önünde cereyan ediyor ancak olaya müdahale edecek tek bir yetkili bulunamıyor. Bu AKP’nin yarattığı diktatörlüğün boyutlarını da ortaya koyuyor.

Olayın basına yansıma şekli bile ortada bugüne kadar alışık olmadığımız bir durumun varlığını gösteriyor.

Operasyona ilişkin haberleri aktaran gazetelerin neredeyse tümünde benzer başlıklar göze çarpıyor: “Uzanların 380 şirketine el konuldu”, “TMSF, Uzan Grubu’na bağlı 219 şirkete el koydu”

Uzan operasyonu ile birlikte TMSF, BDDK, EPDK gibi bir çok kuruluşun adı ön plana çıktı. Önce EPDK (Enerji piyasası düzenleme kurulu) tarfından Uzanlara ait ÇEAŞ ve KEPEZ Elektrik’e el konuldu. Ardından yine Uzanlara ait İmar Bankası BDDK(Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu) tarafından devralındı. Son operasyonla birlikte TMSF gibi, bırakın sıradan bir vatandaşı konuyla ilgili bir çok insanın bile ne işe yaradığını bilmediği bir kurul tarafından Türkiye’nin en güçlü sermaye gruplarından biri ve yine en büyük siyasi partilerinden biri bir çırpıda yok edilebiliyor. İnsan doğal olarak 380 şirkete birden el koyan TMSF’nin ne olduğunu , bu gücü nereden aldığını merak ediyor.

Burada AKP’nin Türk yargısını ve Meclisi devre dışı bırakarak istediği her türlü kararı alabileceği bir mekanizma yaratarak tam anlamıyla bir diktatörlük kurduğunu görmemek mümkün değil.

TMSF, bilmeyenler için açılımını yazalım, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, iki ay önce AKP’nin Meclis’ten geçirdiği kimi kanun değişiklikleriyle birlikte yeni bir statüye kavuştuktan sonra ilk iş olarak Uzanlara ait şirketlere el koydu.

AKP’nin Uzan’lara ait ÇEAŞ ve KEPEZ elektrikten sonra İmar Bankası’na el koymak için geçen aralık ayında çıkardığı 5020 sayılı yasanın da Anayasa’ya aykırı olduğu söyleniyor.

AKP yasal dayanağı tartışmalı kurullar ve anayasaya aykırı yasalarla yargıyı hiçe sayarak adım adım bir diktatörlük rejimine doğru gidiyor.

AKP’nin muhafazakar demokrasisinin aslında antidemokratik ve hukuku ortadan kaldıran bir bürokrasi diktatörlüğü olduğunu görüyoruz. Şeriatçıların ilkel baskı dürtüsüyle örtüştüğü için yadırgamıyoruz. Ancak hala ne idüğü belirsiz bir demokrasi aşkı adına AKP iktidarını savunanlar için üzülüyoruz.

12 Eylül’ü mumla aratan AKP faşizmi

AKP’nin Türkiye için öngördüğü rejimin 12 Eylül türü baskı rejimlerini bile aratacığını görmek açısından Uzan olayı önemli bir gösterge. Her fırsatta Kemalizmi baskıcı ve otoriter bir rejim olarak gösteren, Türkiye’de Ordu’nun müdahalelerini antidemokratik olarak nitelendiren ve demokrasi havarisi kesilen AKP’nin özlediği rejimin ne olduğu ortaya çıkmış oluyor. AKP her türlü yargı sürecini bir kenara atarak kurduğu sözde özerk kurullar aracılığıyla iktidarın bütün isteklerini tek bir emirle yerine getiren bir mekanizma kurmuş durumda. Doğrudan iktidarın emrine tabi bu mekanizma ile Uzanlara ait yüzlerce şirkete bir gecede el konulabiliyor ve bunun yasal bir dayanağının olup olmadığı kimseyi ilgilendirmiyor.

Oysa bugün özerk kurullara devredilerek doğrudan siyasal iktidarın tasarrufuna bırakılan karar alma süreçlerinin gerçekte yargı tarafından işletilmesi şart.

Ancak AKP yargıyı devre dışı bırakma ve hukuku çigneme konusunda zoldukça tecrübe kazanmış durumda. Bizzat Tayyip’in kendisi halkı kin ve düşmanlığı tahrik etmekten yargılanıp hapse düşmüş ve milletvekilliği yolu kapanmışken bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı olabildiyse bu hukukun ayaklar altına alınması pahasına gerçekleşmiştir. Şimdi AKP Tayyip’in izinden gitmektedir.

AKP böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş oluyor. Bir yandan en büyük siyasi rakibi Uzanları ortadan kaldırırken bir yandan da yargının devre dışı kalması ve dokunulmazlık zırhı sayesinde kendi hükümetindeki yolsuzluk sanıklarını korumaya almış oluyor.

Uzanlara saldıranlar Tayyip’i savunuyor

Bütün yaşananlardan sonra aslında son derece hukuksuz, kasıtlı ve yoketmeye yönelik bir siyasi operasyonla karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz. Ancak bu kadar açık gerçeklere rağmen konuya ilişkin değerlendirmeler içinde özellikle ön plana çıkan yanlış bir bakış açısı, Uzan olayında doğru tavır alınmasını da engelliyor. AKP’nin yaptığı bütün hak ve hukuk ihlallerini kabul eden ancak buna rağmen “Uzan da sütten çıkmış ak kaşık değil” diyerek Uzanlara cephe almayı öneren bakış açısı ister istemez Uzanlara karşı Tayyip’in safına düşmüş oluyor.

Madem Uzan devletin ve milletin parasını dolandıran bir hortumcu o halde bu hortumcuya gereken cezayı veren iktidarı desteklemeyip de ne yapmalı?

Burada temel yanlış Uzan’ın serveti ya da bu serveti nasıl edindiğini tartışmak. Kimse boşuna temiz sermaye, dürüst sermayedar aramasın, bulamaz. Sorun Uzan’ı savunmak ya da savunmamak gibi dar bir çerçeve de de ele alınamaz.

Uzan olayı Türkiye’de Batıya bağımlı bir ılımlı hilafet rejimi kurmak isteyen Türkiye’yi AB ve ABD çıkarları doğrultusunda parçalamaya çalışan, Cumhuriyet adına ne varsa ortadan kaldırmaya yeminli bir gerici iktidarla Türkiye’nin bağımsızlığını savunan güçler arasında yaşanan mücadele içinde yerli yerine oturtulabilirse ancak doğru değerlendirilmiş olur.

Uzanlar zaten tam da bu nedenle yok edilmek isteniyor. Uzan’ın Genç Parti’si Atatürkçülerin Atatürkçülük, milliyetçilerin milliyetçilik, solcuların solculuk yapmadığı bir ortamda ortaya çıktı ve itiraf etmek gerek, bunların hepsini de olabildiğince yaptı. Zaten Genç Parti’nin üç ay gibi kısa bir süre içinde bu kadar büyük bir oy oranına ulaşmasının arkasında da bu yatıyor.

Dolayısıyla bugün Atatürkçülük, solculuk ya da milliyetçilik adına Uzan’ı eleştirenler önce kendilerini sorgulamalıdır. Onların üzerlerine düşen görevleri yapmadıkları bir ortamda bu görev bir sermayedara kaldıysa herkesin dönüp önce kendisini eleştirmesi gerekmez mi?

Türkiye’nin geldiği kritik noktada asıl ihtiyaç bir an önce AKP’den kurtulmaktır. O nedenle AKP’nin nasıl bir rejim hedeflediği, hangi güçlerin taşeronluğunu yaptığı halka anlatılmalıdır.

Uzanların tasfiyesi bu mücadelede önemli bir gedik açmıştır. Ancak Star TV ekranlarına yansıyan direnişin sloganına hala ihtiyaç var: “Cumhuriyet için”!

http://www.turksolu.com.tr/50/turkiye50.htm

18 Temmuz 1703 Ayaklanması,

18 Temmuz 1703 Ayaklanması



Turhan Feyizoğlu
19.01.2004/Sayı:48

Hazırlamakta olduğum herhangi bir kitap için binlerce sayfa belge okur, göz atarım. Ayrıca, onlarca dergi, onlarca gazete tarıyorum. Bu belgeleri okur, göz atarken ilgili olduğum konunun dışında da çok değişik konular ister istemez zaman zaman ilgimi çekiyor ve bunları not alıyorum. Dergilerde ve gazelerde yeralan her türlü olay ve konu yeralmaktadır not aldıklarım arasında. Siyasi bir olay, reklam, cinsellik, spor, anketler, edebiyat, sinema v.b.

Birçok dergi ve gazetede gibi TÜRKSOLU dergisi de uzun zamandır benden, kendi yayınlarına yazı yazmamı istiyordu. Yoğun çalışmalarım nedeni ile bunu yapamıyordum.

Kitap haline getirmek istediğim konular zaten kitap olarak yayınlanarak okuyucuya bir anlamda ulaşmakta. Bunun dışında kalan ve ilgimi çekip de not aldığım konu ve olaylar “Tarihin tozlu sayfalarında” kalmasın diye düşünerek TÜRKSOLU dergisine yazmaya karar verdim.

Yeni bir konu üzerine çalışmaktayım. Daha sonra kitaplaştıracağım bu konu hakkında en son okuduğum bir kitapta ilginç bir bilgiye rastladım ve not aldım. Ayrıca, günlük gazeteleri ve yayınları takip ederken, bir açıklamanın not ettiğim konu ile paralellik oluşturduğunu gördüm.

Okuduğum kitap ile televizyonda izlediğim haberi özetle aktarıyorum.

NTV’nin 25 Kasım 2003 Salı günü, saat 13.00’de yayınlanan haberinde, Gürcistan eski Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze, özetle şu açıklamayı yapıyordu:

“Etrafta ellerinde pankartlarla koşuşturan gençleri önemsemedim. Değerlendirme hatası yaptım. Dolaşır dolaşır giderler diye düşünüyordum. Sonra hükümet darbesi oldu.”

Muhalefetin, Gürcistan parlamentosunu basması sonucu 27 saat sonra istifa eden Şevardnadze’nin bu açıklamasını duyunca, aklıma Türkiye Cumhuriyeti’nde sağın ünlü politikacılarından Süleyman Demirel geldi.

Herşey aynı anda olmuyorve yaşanmıyor tabii. Bir dönem başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış olan Süleyman Demirel’in sokak gösterileri-eylemleri ile ilgili ilginç tanımlamaları vardır. Bunları biliriz ama bilmeyenler için aktarmak istiyorum. Bir kısmı sırasıyla şöyledir:

1-10 Kasım 1968 tarihleri arasında, Samsun’dan Ankara’ya “Süleyman Demirel Hükümetini Mustafa Kemal Atatürk’e Şikayet” yürüyüşü yapan gençleri kastederek, 8 Kasım 1968’de Başbakan Süleyman Demirel, şu açıklamayı yapıyordu:

“Talebeler yürüsün. Sokaklar eskimez. Önemli olan, gösteriler kanunsuz yapıldığı, saldırı halini aldığı zaman bunu önleme gücünün gösterilmesidir.”

12 Mart 1971’de verilen askeri muhtıra ile Süleyman Demirel başbakanlıktan istifa etmek zorunda kalmıştır.

12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbe sonrası kurulan Doğru Yol Partisi’nin bir dönem Genel Başkanlığını yapan Süleyman Demirel, 20 Ekim 1990’da yayınlanan açıklamasında sokak hareketleri için şu değerlendirmeyi yapıyordu:

“1876’lı yıllarda Abdülaziz’in tahttan indirilmesine kadar giderek, Talebe-i Ulum hareketleri, daha sonra gençlik hareketi olarak sokağa konulmuştur. Üniversite gençliği olması şart değildir. Bu sokak hareketlerinin arkasından da iktidar değişmiştir.”

9. Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel, 3 Temmuz 2000’de yayınlanan açıklamasında da şunları söylüyordu:

“Meydanlar demokrasinin ciğeridir. Meydanlar, idare edilen ile idare edenlerin hesaplaştığı yerlerdir.”

TÜRKSOLU dergisine sunduğum bu ilk yazının konusu Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanmış sokak hareketlerinden bir olaydır.

Tarih: 18. yüzyıl.

Yer: Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dönem başkenti olan Edirne.

Olay: Tarihi belgelerde “Edirne Vak’ası” ve “Feyzullah Efendi Vak’ası” olarak yeralmakta, Padişah-Sultan II. Mustafa döneminde geçmektedir.

Padişah II. Mustafa, 1664-1703 yıllarında, yaşamıştır.

Yazıya konu olan şahıs Seyid Feyzullah Efendi, Sultan IV. Mehmet’in çocukları olan şehzâde Ahmet ve Mustafa’nın öğretmenliklerini yaptı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun 22. padişahı II. Mustafa, bu nedenle hocası Seyid Feyzullah Efendi’yi çok sayardı. Bu sevgisinden ve saygısından ötürü onu padişahlığı döneminde Şeyhülislam yapmıştı.

Babası Erzurum müftüsü olan ve büyük bir İslam Hukuku âlimi olan Seyid Feyzullah Efendi, Erzurum’da doğmuştu. Bir çok risâle ve kitabın yazarı idi. Oğullarından en büyüğü önce Nakibül-eşraf, yani emirler başı yahut Peygamber sülalesinden gelenlerin reisi idi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Padişahı II. Mustafa döneminde Şeyhülislamlık yapan Seyid Feyzullah Efendi’nin kayınvâlidesi olan Ummetul Cebbâr da, sarayın tanınmış nüfuzlu vâizi Vâni Efendi’nin eşi ve bilgili bir kadındı.

Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi, II. Mustafa’nın kendisini çok sevmesi ve koruması nedeniyle devletin her işine karışmış, gücünü ve yetkisini kullanarak hemen bütün akrabalarını devletin en üst kademelerine getirmişti.

Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin elde ettiği bu güç saray içinde iktidar savaşına yol açmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda silahlı kuvvetler içinde cebeci olarak adlandırılan 200 kadar asker, biriken aylıklarını alamadıklarını öne sürerek, 18 Temmuz 1703 tarihinde ayaklandı.

Padişah II. Mustafa da, Şeyhülislam Feyzullah Efendi gibi kızlarından birisini Köprülüzade Numan Efendi ile evlendirmişti. Numan Paşa bir dönem Erzurum’da valilik yapmıştı. Bu arada bir noktayı belirtmek istiyorum. Bir çok olayın bir geçmişi olduğu hiç bir zaman unutulmamalı. Küçük bir ayrıntı olabilir ama bir örnek teşkil ettiği için vurgulamak istyorum. Erzurum’un İspir kazasında “Numan Paşa” isimli bir köy bulunmaktadır ve Numan Paşa’nın burada akrabaları vardır.

Rami Mehmet Paşa’nın kışkırtığı ayaklanma, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin damadı olan İstanbul Kaymakamı Köprülüzade Abdullah Paşa’nın olayı küçümsemesi ve önemsememesi sonucu gelişti. Yeniçerilerin, ulemanın, İstanbul esnafı ile tüccarının da katılmasıyla tüm kente yayıldı.

İstanbul’daki olaylar sırasında sekbanbaşı Murtaza Ağa öldürüldü. Daha sonra, Orta Cami’de toplanan isyancılar, 21 Temmuz 1703 günü, İmam Mehmet Efendi’yi şeyhülislamlığa, Amcazade Hüseyin Paşa’nın damadı Kavanoz Ahmet Paşa’yı da sadaret kaymakamlığına atadı. İsyancılar, 50 bin kişilik düzenli bir orduyla Edirne’ye hareket etti. İsyan otuzaltı gün devam etti. Sonuçta, Padişah II. Mustafa, tahttan indirildi. Yerine, kardeşi III. Ahmet getirilerek padişah yapıldı.

Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin oğulları, kâhyası ve muhasebe müdürü Magosa’ya, damadı İstanbul kadısı Mahmud, Bursa’ya sürgün edildi.

Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin karşılaştığı ilk ayaklanma değildir bu ayaklanma. 2 Mart 1688 pazar günü akşamı sadrâzam Siyâvuş Paşa aleyhine yeniçeriler isyan etmişler ve bu sırada Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ile birlikte sadrâzam sarayında bulunan Şeyhülislam Feyzullah Efendi, sürgün olarak Erzurum’a gönderilmiştir.

Sultan-Padişah II. Mustafa döneminde, 18 Temmuz 1703 tahinde başlayan isyan 22 Ağustos 1703 tarihinde sona ermiştir. İsyanı yapan dönme ve devşirmeler, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’yi de yakaladı. Ayaklananlar, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin ilk önce burnunu, sonra kulaklarını ve en sonra da dudaklarını kesti. Bunlar yapıldıktan sonra, hakaret olsun, aşağılansın diye, Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi bir eşeğe ters bindirildi, gem yerine eşeğin kuyruğu eline verildi. Bu eziyet ve barbarlık yetmedi. Sokak sokak gezdirildikten sonra Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin ayrıca kolları, bacakları da kırıldı. En sonra da kafası kesildi. Şeyhülislam Feyzullah Efendi, ibret olsun diye bu şekilde Edirne caddelerinde gezdirildi. Bu sırada oğullarından biri de öldürüldü.

Ayaklananların içinde bulunan ve öfkesi dinmeyen bazı dönme ve devşirmeler:

“Bu cesedi Meriç’e atalım” dedi.

Bu sesler üzerine Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin cesedi Meriç’in önemli kollarından biri olan Tunca nehrinin sularına atıldı. Meriç’in suları Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin cesedini sürükledi Ege denizine götürdü.

Tarihte yaşanan olaylar gösteriyor ki, bazı ayaklanma dönemlerinde, ayaklananlar hiç bir toplumsal kuralı tanımıyorlar. Bazen barbarlaşabiliyor ve en korkunç işkence ve zalimlikleri yapabiliyorlar. Dinin temsilcisi olan ve en üst düzeyde sayılan şeyhülislama en korkunç işkence yapılarak öldürülmüş ve dinin en büyük temsilcisi olan halife padişah tahtından indirilerek hapis edilmiştir.

Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi, bu döneme kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nda zorbalıkla öldürülen üçüncü şeyhülislamdır.

Bu olay ayrıca göstermiştir ki, bazı olaylar, sonuçları önceden kestirilemeyen olaylara yol açmaktadır. Örneğin üç ay biriken maaşını alamayan 200 kadar memurun başlattığı hareket, bir iktidarın sonunu getirmiştir.

http://www.turksolu.com.tr/48/feyizoglu48.htm

***