7 Nisan 2017 Cuma

BARACK OBAMA DÖNEMİ VE TÜRKMENLER BÖLÜM 1


BARACK OBAMA DÖNEMİ VE TÜRKMENLER ,  BÖLÜM 1 


Dr. Mustafa ZİYA 

Türkmeneli Kültür Vakfı Başkanı 
itctt@tahoo.com

Bush yönetiminden en çok zarar gören grup olan Türkmenler, ABD’deki yeni başkanlık dönemi için öngörüde bulunmakta zorlanıyor. 

İnceleme
Dr. Mustafa ZİYA 
Türkmeneli Kültür Vakfı Başkanı 
itctt@tahoo.com
Bush yönetiminden en çok zarar gören grup olan Türkmenler, ABD’deki yeni başkanlık dönemi için öngörüde bulunmakta zorlanıyor. 

BARACK OBAMA DÖNEMİ VE TÜRKMENLER 

Orta Doğu Analiz,




Türkmen-Kürt diyalogu, Kerkük meselesinin uzlaşma ve hukuk çerçevesinde çözümü gibi konular, merkezi hükümetin baskılarını tehdit olarak algılayan Kürtleri kurtaracağı gibi, başarılı bir Irak politikası yürütmesi konusunda Obama’nın kendisine de yardımcı olabilir. 

Demokrat Parti’nin adayı Barack Obama’nın ABD Başkanlığına seçilmesi Irak’ta iki yönlü tepkiye neden olmuştur. Irak halkı bu değişimi pek fazla önemsemez ken ve büyük beklentiler içine girmezken; siyasetçiler daha derinden etkilenmiş tir. 

Iraklılar, ABD işgali süresince, 2003’ten 2007’nin sonlarına kadar yaşadıkları 5 yıllık yıkımın ve hayatta kalma gailesinin ardından, ABD’nin “unutulması 
zor” olan politikalarının değişmeyeceği kanaatine varmıştır ve Bush yönetiminin gitmesinin sevincini tam anlamıyla yaşayamamaktadır. 

Obama’nın “Irak’tan çekilme” ve “değişim” sloganları ABD’de seçimi kazanmasına yeterli olsa da Iraklılar için çok parlak bir gelecek vaat etmemektedir. Irak halkı ABD askerinin çekileceğine inanmamakta ve hatta bir kısmı, terörün tekrar hâkim olmasından korkmaktadır. “Değişim”i ise, zaten Iraklılar tüm acılarıyla yaşamaktadır. 


Demokrasi, totaliter rejimlerin ve dikta rejimlerinin en sağlıklı alternatifi olmaya devam etmektedir. Lakin yüz binlerce insanın öldürülmesine ve milyonlarcasının göçüne sebep olan Bush yönetiminin getirmek istediği “demokrasi”, Iraklılara ümit vermekten çok uzaktadır. Bu bağlamda, Iraklı siyasetçilerin işlerinin ne kadar zor olduğu aşikârdır. Kaldı ki bu siyasetçilerin günün sonunda halklarına hesap vermekte daha da zorlanacakları muhakkaktır. 

Demokrat Başkan Obama’nın gelişi bu nedenle siyasetçileri endişeye sevk etmiştir. Saddam döneminde muhalefette iken Demokratların “pasifliğinden” 
yakınan Iraklı siyasetçiler, Bush yönetimiyle uzun yıllar çalıştıktan sonra tekrar “kendi kaderlerine” bırakılma kuşkusuna kapılmıştır. 

Amerikan işgalinden en çok yararlanan ve ABD’nin gücünü kullanarak uç taleplerini kabul ettiren Kürt politikacılar, Obama’nın gelişinden en çok endişelenen taraf olmuştur. Bağdat’la ilişkilerinin daha gerginleşmesi pahasına, ABD askerlerinin Irak’tan çekilse bile ülkenin kuzeyinde üslenmesini istemeye kadar gitmişlerdir. 

Şii siyasetçiler ise İran’ın tavrına paralel olarak Obama’nın seçilmesine karşı olumsuz bir tutum sergilememiş; Güvenlik Anlaşmasına da Muktada El Sadr grubu hariç fazla tepki gösterme-mişlerdir. Dava Partisi Başkanı ve Başbakan Nuri El Maliki, hem Irak’ın tüm komşularının görüşlerini dikkate alarak hem de siyasi gruplar nezdinde başarılı manevralar yaparak Güvenlik Anlaşması’yla ilgili süreci kendince iyi yönetmiştir. 
Yüksek İslami Konsey ise gelecek dönem için ABD’ye göz kırparak Güvenlik Anlaşması’na tepki göstermemiştir. Şii gruplar genel anlamda, Ayetullah Ali Sistani’nin “referandum” talebine sığınarak “Büyük Şeytanı” reddetmekten imtina etmiştir. “Nasıl olsa gelecek dönem Obama dönemidir.” 

Başlangıçta Irak’taki siyasi süreci boykot ederek zararlı çıkan ve sonradan ABD’nin “teşvikiyle” sürece geç olsa da dâhil olmak isteyen Sünni gruplar ise, dağınık bir görüntü sergileyerek Obama ile ilgili net bir tutum geliştiremedi. 

Uyanış Konseylerinin kurulmasıyla zayıflayan İslami Parti, Obama’nın gelişini fırsat bilerek aynı tabanı paylaştığı Uyanış Konseylerinin zayıflayacağını 
hesaplamıştır. Telaşa kapılan Uyanış Konseyleri bir an önce siyasi sürece entegre edilmeyi talep etmektedir. Güvenlik Anlaşması’na şiddetle karşı çıkan liberal ve laik gruplar ise Obama dönemi ile ilgili yorum yapmaktan kaçınmıştır.Irak’ta siyasi sürecin dışında kalan Türkmenler ise, Türkiye’nin yaşadığı tereddüdü yaşamaktadır. Bush yönetiminden en çok zarar gören grup olan Türkmenler, ABD politikalarının değişmeyeceği kanaatini taşımalarına rağmen öngörüde bulunmakta zorlanmaktadır. Türkmen siyasetçiler Obama’ya, çekingen ifadeler içeren ve Bush döneminden yakınan iki kutlama mesajı göndermiştir. Ancak bir taraftan da, son aylarda muhatap alınan ve yerel seçim yasasıyla bazı kazanımlar elde eden Türkmenler, Güvenlik Anlaşması’na oy vererek, Kürt siyasetçilerine açık destek veren Bush yönetimine olan küskünlüklerini belirtmiş oldular. 

Obama’nın Irak Stratejsi

Seçim döneminde Irak’tan çekilmeyi savunan Obama’nın Irak stratejisinde, Iraklıların kendi kendilerini yönetmesi ve problemlerini siyasi taraflar arasında çözmesi düşüncesi de yer almıştır. Bu görüşler Iraklıların lehine görünse de devlet sistemi hâlâ oturmadığı için ABD askeri çekildiği takdirde tekrar istikrarsızlık yaşanabileceği, terör eylemlerinin tırmanabileceği ve milis güçlerin bölgeleri ele geçirebileceği endişesi mevcuttur. Bu tezi en çok Bush yönetimi ve Kürt gruplar savunmaktadır. Şii partiler, hükümeti ve Irak’ın güneyini kontrol ettikleri için sıkıntı yaşamamakta, fakat Sünni Uyanış Konseylerinden duydukları rahatsızlığı gizlememektedir. Sünni gruplar ise, yine farklı reflekslerle kendi aralarında yarışırken; aynı zamanda iktidarı paylaşmak için mücadeleyi sürdürmektedirler. Yine hazırlıksız olan Türkmenler ise değişen politik ve bölgesel konjonktürden medet beklemektedir ve net bir görüşe sahip değildir. 

“ Değişim ” 

Aslında Irak’ta değişim Obama’dan önce başlamıştır. Bu değişim Bush doktrininde temel bir değişikliği tanımlamaktadır. Diğer bir ifadeyle, 
bu doktrinin açıklanması bile iflası veya metamorfosisi ifade eder. Belki de “dönüşüm” ifadesini kullanmak yerindedir. Liberallerle başlayan 
ancak katılaşarak sertleşen; sosyal, kültürel ve bölgesel şartları hafife alarak sadece güvenlik endişelerinden hareket eden tek eksenli düşünce 
tarzı çıkmaza girince, çare tekrar meselenin köklerine dönülmekte bulunmuştur. 

Irak’tan çıkış stratejileri üretilirken, Baker-Hamilton Raporu daha kapsamlı olarak, bölgesel açıdan sorunu görebilmiş ve daha gerçekçi çözümler ortaya koymuştu. Bu çözüm önerilerinin her ne kadar uzun vadeli ve kalıcı olduğu söylenemezse de, durumu kurtarmaya yetebilirdi. 
Başlangıçta rapora tepki gösteren Bush yönetiminin rapordan büyük ölçüde yararlandığını söylemek mümkündür. “ Petreaus’un Bağdat Planı ” diye 
adlandırılan ve sonradan tüm çatışma bölgelerini kapsamına alan mahalli güçlerle bölgelerin güvenliğini sağlama planına paralel olarak yürütülen bölge ülkeleri diplomasisi aslında değişimin başlangıcıydı. 

Obama’nın Irak’ta işini kolaylaştıracak bu değişim ülkede ilginç sonuçlar yaratmıştır. Çözülmeye yüz tutmuş Irak’ta, mahalli güçlerin kurulmasıyla “ulusalcılık” güçlenmiştir. Başbakan Maliki bu fırsatı değerlendirerek tekrar merkezi güçlendirmeye çalışmış ve bir ölçüde başarmıştır. İstikrarın nispi bile olsa sağlanmış olduğu, Şii bloğunun parçalandığı ve tabutta geri dönen Amerikan askerinin en aza indiği bir Irak tablosu, elbette ki seçimlere girecek olan Cumhuriyetçilerin işine yaramıştı. Aslında teknik anlamda Bush’un çıkış planı Obama’nın çekilme planından çok farklı değildi. 

Baker-Hamilton Raporu’na göre başta Türkiye olmak üzere komşu ülkelerin Irak’taki süreceyaptıkları olumlu katkılar Irak halkını yalnızlıktan kurtardığı gibi Türkmenlerin de yararına olmuştur. Bağdat’taki siyasi açılım, Kürt grupları frenleyen merkezileşme süreci ve Kerkük’ü içine alan bir “Kürdistan” hayaline karşı olan komşuların etkinliği, silahlı güçten yoksun tek grup olan Türkmenlere rahat bir nefes aldırmıştır. 

Irak’ta ve bölgesel ilişkilerde yaşanan bu değişim, Obama’ya diplomasi yürütebilmesi için hazır bir zemin sunmuş ve bölgeyi kısmen rahatlatmıştır. Türkiye’nin de etkin olduğu bu konjonktürde, demokrasiye inanan Türkmenler, Obama döneminde Irak’ta güvenilir bir grup sayılabilir. 
Irak’ta yaşanan bu “dönüşüm”ün Obama’nın yardımcısı Joe Biden’nin eski tasarılarını tekrar düşünmesi için yeterli bir neden olacağı değerlendirilmektedir. 

Türkmen-Kürt diyalogu, Kerkük meselesinin uzlaşma ve hukuk çerçevesinde çözümü gibi konular ise merkezi hükümetin baskılarını tehdit olarak algılayan 
Kürtleri kurtaracağı gibi, başarılı bir Irak politikası yürütmesi konusunda Obama’nın kendisine de yardımcı olabilir. 

İnceleme
Dr. Mustafa ZİYA 
Türkmeneli Kültür Vakfı Başkanı 
itctt@tahoo.com


*****

Obama Dönemi Türkiye-ABD İlişkileri


Prof. Dr. Cenap ÇAKMAK 
07 Nisan 2009

1. Obama Döneminde Genel Hatlarıyla Amerikan Dış Politikası Foreign Affairs?in Temmuz/Ağustos 2007 sayısında yayınlanan makalesinde Barack Obama temelde erozyona uğrayan Amerikan küresel liderliğini yeniden canlandırmanın yollarını arıyor. ?Amerikan liderliğini yenilemek? başlığını taşıyan makale, Obama?nın bütün seçim kampanyası boyunca sıklıkla vurguladığı değişim temasından izler taşıyor. Ancak hâlihazırda ABD?nin içinde bulunduğu durumdan kaynaklanan bazı nedenlerden ötürü
Obama?nın fazla dış politika seçeneğine sahip olmaması özellikle bazı konularda Demokrat Parti adayının elini kolunu bağlıyor ve değişime yaptığı vurguyu silikleştiriyor. Buna karşılık, sözü geçen makalesinde Obama?nın bazı somut vaatlerde de bulunduğunu belirtmekgerekir ki vaatlerin somut olarak verilmesi, ilgili alanlarda belirgin değişikliklerin olabileceği anlamına geliyor.

Makalesinde temelde Ortadoğu, askeri modernizasyon, nükleer silahlarla mücadele, küresel terörle mücadele, küresel işbirlikleri sağlama, demokratik toplumlar ve uluslar yaratma ve ABD?ye güveni yenileme konuları üzerinde duran Obama, bazen bilinen Amerikan tezlerini ve politikalarını yenilerken -hatta İsrail güvenliğine yapılan aşırı vurguda olduğu gibi muhafazakâr çizginin daha da ötesine giderken- ABD?nin dış yardımlarını arttırma sözünü vermesinde olduğu gibi kısmen de olsa radikal sayılabilecek bir çizginin ipuçlarını veriyor.

Dünyanın Amerikan liderliğine ihtiyaç duyduğunu iddia eden Obama, uluslararası düzene yönelik ciddi küresel tehditlerin ancak lider ve vizyon sahibi bir Amerika tarafından göğüslenebileceğini düşünüyor. Tehditlerin küresel terörden, haydut devletlerden ve ülkelerini kontrol edemeyen zayıf devletlerden geldiğini öne süren Obama, bu tehditlerin varlığının aslında Amerikan liderliğine bir çağrı olduğu görüşünde. Obama?ya göre geleneksel bir yöntem izleyen Bush, bu liderliğin gereklerini yerine getirmeyi başaramadı. Irak?ta ve dünyanın diğer bölgelerinde yapılan hataların dünyanın ABD?ye olan güvenini kaybetmesiyle sonuçlandığı gibi herkesin kabul edebileceği bir görüşü savunan Obama, böylesi bir ortamda ABD?nin geleneksel izolasyonist politikasına dönmesini isteyenlerin olabileceğini, ancak kendisinin ABD?nin dünya politikasında liderliğini sağlamlaştırma konusunda çaba göstereceğini açıklıkla dile getiriyor. Obama?ya göre ?ABD?nin misyonu, dünyanın ortak bir güvenlik ve ortak bir insanlığı paylaştığı anlayışına dayanan küresel bir liderlik örneği göstermek?tir.

1.1. Ortadoğu Politikası

Obama?nın Ortadoğu ile ilgili önceliği Irak savaşını sona erdirmek ve Amerika?nın dikkatini Büyük Ortadoğu?ya yöneltmek. Şii ve Sünni gruplar arasındaki anlaşmazlıklara ABD?nin askeri bir çözüm bulmayacağının kabul edilmesi gerektiğini vurgulayan Obama, bu gruplara bir çözüm bulmaları yönünde baskı yapılması gerektiği görüşünde. Bunun için de dereceli olarak Amerikan askeri varlığının Irak?tan çekilmesi gerektiği görüşünde Obama.

Bu yapılırken bölgesel ve uluslar arası diplomatik destek atağının başlatılması gerektiğini düşünen Obama, böylesi bir adımla umulan sonucun elde edilmesi için ABD?nin Irak?ta kalıcı üsler peşinde olmadığına dair dünyayı ikna etmesinin şart olduğunu dile getiriyor. Aslında Obama Irak?tan çekilmenin ve bu ülkede iyi kötü bir çözümün bulunmasının ABD?nin Ortadoğu?daki diğer planları için hayati olduğunu savunuyor. Bush yönetiminin yıllardır ihmal ettiği Filistin-İsrail anlaşmazlığına çözüm arayışlarının hız kazanabilmesi için Obama Irak?ta çözümün şart olduğunu belirtiyor.

Demokrat Parti?nin geleneksel politikası olan ancak son dönemlerde Cumhuriyetçiler tarafından da aynı tutuyla savunulan İsrail?in güvenliğinin sağlanması konusunda Obama aynı çizgiyi ?hatta daha güçlü ifadeler ile- sürdürüyor. Obama?ya göre ABD?nin Ortadoğu?daki önceliği ne olursa olsun İsrail?in güvenliği olmalı. İsrail?in anlaşmazlık içinde bulunduğu aktörler ile sorunlarını gidermesini ancak İsrail?in güvenliği bağlamında anlamlı gören Obama?ya göre ABD, işbirliği yapabileceği ve müzakere edebileceği aktörleri belirleme konusunda İsrail?e yardımcı olabilir.

ABD?nin Ortadoğu bölgesindeki bir önemli sorunu olan İran konusunda da hâlihazırdaki tehdide dayalı politikanın başarısızlığına vurgu yapan Obama, askeri güç seçeneğini tamamen göz ardı etmemekle birlikte doğrudan İran ile görüşülebileceği mesajını veriyor. Bu oldukça radikal bir değişim gibi gözükse de aslında Rice döneminde Amerikan Dışişleri bakanlığının güç kullanımını dışlayan ve görüşmelere olanak sağlayan bir tutum benimsemiş olduğunu belirtmekte fayda var. Bu çerçevede, Obama?nın bu yeni yönelimi bir adım öteye götürmek istediğini söylemek mümkün. Obama?ya göre Amerikan diplomasisi, nükleer programına devam etmesi durumunda İran?ın ödemesi gereken faturayı kabartmayı amaçlamalı. Bunun da en iyi yolunun ticari yaptırımlar olduğunu savunan Obama, ayrıca İran?ın ticari ortaklarına daha fazla baskı yapılması gerektiği üzerinde ısrarcı. Bu arada da Amerikan dış politikası, nükleer isteklerinden vazgeçtikleri takdirde neler kazanabileceklerini İran yönetimine ve İran halkına somut bir şekilde gösterebilmeli diyor Obama.

1.2. Amerikan Askeri Gücü

Obama?ya göre, şayet küresel liderliğini yenilemek istiyorsa ABD askeri gücünün kapasite ve yeteneklerini yeniden gözden geçirmeli. Amerikan ordusunun bir kriz ile karşı karşıya olduğu görüşünü savunan Obama?ya göre bugün Pentagon, yeni bir kriz çıkması durumunda ABD?nin böylesi bir krize tam anlamı ile karşılık verebileceği garantisini veremeyecek durumda.

Amerikan askeri gücünü ABD?nin küresel liderliğinin önemli bir unsuru ve garantisi olarak gören Obama, gelecekte ABD?nin üstleneceği küresel misyonlarda orduya ihtiyaç duyulacağının farkında. Bu nedenle de ABD ve Amerikan çıkarlarına yönelik geleneksel tehditlere hızlı bir şekilde karşılık verebilmek için askeri meselelere önem verilmesi gerektiği görüşünde.

Askeri gücü savunma amaçlı durumların dışında küresel istikrarın temin edilmesi için de kullanmanın gerekebileceğini söyleyerek Obama aslında kendi başkanlığı döneminde ABD?nin küresel ihtiraslarından vazgeçmeyeceğini ifade ediyor. Ancak Bush dönemine göre daha farklı bir dış politika izleneceğini ima etmek için bu askeri gücün daha çok istikrar ve yeniden imar operasyonlarına katılım ya da kitlesel katliamları önlemek amacı ile kullanılacağını vurguluyor. Yine bu bağlamda, savunma dışında askeri seçeneğin kullanılması durumunda uluslararası desteğin sağlanması gerektiğini belirtmekle Bush?a göre daha farklı bir tutum geliştireceğini ima ediyor.

1.3. Nükleer Silahlar ile Mücadele

Her ne kadar Soğuk Savaşın sona ermesi ile birlikte dünya gündeminden görece olarak düşen nükleer silahlar konusuna Obama?nın ayrı bir başlık ayırması, nükleer silahların terör ağlarının eline geçmesi ihtimali nedeni ile anlaşılabilir bir tercih. Bunun yanı sıra Obama?ya göre nükleer silahsızlanma rejimine yönelik ciddi tehditler bulunmakta ve yeni sivil nükleer programlar nükleer silahların yaygınlaşmasına katkıda bulunabilir. El Kaide?nin ABD?ye bir Hiroşima getireceği vaadini hatırlatan Obama, yaygınlaşan nükleer enerjinin teröristlerin elini kolaylaştırabileceği uyarısında bulunuyor.

İran ve Irak konusunda olduğu gibi nükleer silahlar ile mücadele konusunda da uluslararası işbirliğine önem vereceğini vurgulayan Obama, bu sorunda ABD?nin liderliğinin önemine dikkat çekiyor. Bu çerçevede Rusya ile işbirliğinin şart olduğunu da ekliyor Obama. Böylesi bir işbirliği ile birlikte Obama kendi yönetimi döneminde ABD?nin yeni nükleer savaş başlıkları üretme konusunda aceleci olmayacağının da garantisini veriyor.

Obama?nın nükleer silahlar ile mücadele stratejisi bir taraftan mevcut nükleer stokunun kontrol edilebilir hale getirilmesini sağlamak, diğer taraftan ise nükleer silahlanmayı etkin bir şekilde önleyecek yeni bir küresel inisiyatife ABD?nin liderlik etmesini öngörüyor. Nükleer tehdit olarak görülen İran ve Kuzey Kore konusunda Bush dönemindeki tek yanlı politikanın terk edileceği sinyalini veren Obama, bu iki tehdit ile mücadele için uluslararası destek arayışı içinde olacağını ifade ediyor.

1.4. Küresel Terörle Mücadele

Küresel teröre karşı küresel mücadeleyi savunan Obama bu konuda da uluslararası toplumun desteğinin aranması gerektiği görüşünde. Bununla birlikte Obama, Afganistan ve Pakistan?a özel bir önem atfederek bu ülkelerin terörle mücadelede daha aktif bir tutum benimsemelerinin sağlanması gerektiği üzerinde duruyor. Obama?ya göre, ABD ve müttefikleri özellikle Pakistan?a baskı yaparak Taliban ve El Kaide?ye karşı daha etkin bir tutum benimsemesinin sağlanması gerekiyor. Bu çerçevede Hindistan ile Pakistan arasındaki diyalogu güçlendireceğini ve Pakistan?ın bölgesel problemleri olan Kaşmir ve Peştun krizlerini çözmesi için çaba göstereceğini vurgulayan Obama bu yolla Pakistan?ın teröre daha kolay odaklanmasını amaçlıyor.

Diplomatik çaba ve girişimlerin yanında askeri yöntemlere de ağırlık verileceğini belirtiyor Obama. Bu çerçevede Soğuk Savaşı kazanan anti-komünist işbirliğine benzer bir oluşumu hayata geçireceğini belirten Obama ?Cibuti?den Kandahar?a kadar saldırıya hazır bir şekilde kalacak? olan güçlü bir askeri oluşum kurmayı hedefliyor. Uluslararası alandaki bu önlemlerin yanında Bush döneminde hayata geçirilen ve çokça eleştirilen ?vatan güvenliği? (homeland security) önlemleri Obama döneminde daha da ağırlaştırılacak. Bununla birlikte Obama 11 Eylül öncesi var olan ve saldırılardan sonra da kullanılmaya devam eden kurum ve prosedürlerin gözden geçirileceğini ve terörle mücadeleye uygun olarak yenileneceğini ifade ediyor.

1.5. Amerikan Dış Politikasının Uluslararası Toplum ile Muhtemel İlişkileri

Küresel Amerikan liderliği için Obama yeni ittifaklar, ortaklıklar ve kurumlar kurmayı hedefliyor. Özellikle Bush döneminde yapılan hatalara dikkate çeken Obama, örneğin Avrupalıların Irak savaşı ile ilgili çekincelerinin Amerikan yönetimi tarafından dikkate alınmadığını dile getiriyor. Yine Obama, Asya?da Güney Korenin Kuzey ile ilişkileri normalleştirme çabalarının küçümsendiğini, bunun ise ciddi bir hata olduğunu vurguluyor. Latin Amerika ve Afrika?da da ciddi hatalar yapıldığının altını çizen Obama, özellikle Darfur krizi konusunda Amerikan yönetiminin gerekli önlemleri almadığını iddia ediyor.

Çinin ve Japonyanın yükselişini dikkate alarak Obama, ikili anlaşmalar, ara sıra yapılan zirveler ve geçici düzenlemelerin çok ötesine giden bir kurumsal yapılanmanın kendi başkanlığı döneminde hayata geçirileceğini iddia ediyor.

Dünyanın yeniden iki kutuplu mu yoksa çok kutuplu bir yapıya doğru mu gittiğinin tartışıldığı şu günlerde anlamlı olabilecek bir plan olarak, Obama Brezilya, Hindistan, Nijerya ve Güney Afrika gibi bölgesel olarak önemli ülkelerin uluslar arası düzende belirgin roller oynayabilmelerinin yolunu açacak düzenlemelerden söz ediyor. Bu çerçevede özellikle Birleşmiş Milletler?in örgütsel yapısında önemli değişiklik ve reformların gerekli olduğunun altını çizen Obama, özellikle kitlesel katliamlar ve insani krizlere karşı bu örgütün daha etkin hale getirilmesi için kendi yönetiminin çaba göstereceği garantisini veriyor.

Bush yönetiminden ve hatta genel Amerikan eğiliminden oldukça farklı bir şekilde Obama küresel iklim değişikliği gibi ABD?nin genelde ilgisiz kaldığı bir konuda da küresel işbirliğinin yollarını arayacağını ifade ediyor. Obamaya göre, en büyük sera gazı üreticisi olarak ABD bu konuda liderlik yapmak zorundadır. Sanayileşmiş birçok ülke gaz salınımını azaltırken ABD?nin arttırdığına dikkat çeken Obama, başkan olması halinde ABD?nin sera gazı üretimini ciddi oranlarda azaltacağı sözünü veriyor.


2. Obamanın Başkan Seçilmesinin Türk Dış Politikası Üzerinde Muhtemel Etkisi

ABDnin yeni başkanı Obama, seçim kampanyası sırasında verdiği sözlere sadık kaldığı ve beklentilere uygun olarak Bush döneminin aksine uluslararası hukuku biraz daha ön plana çıkardığı, çok taraflı bir dünya düzenine onay verdiği ve küresel sorunları kuvvet kullanmaktan ziyade müzakereler yolu ile çözmeye odaklandığı takdirde, Türk dış politikası üzerinde önemli yapısal etkiye sahip olabilir. Burada söz konusu olan lokal ve izole sayılabilecek ve Türk dış politika gündemini uzunca süre meşgul eden Kıbrıs, Ermeni soykırımı ve PKK terörü gibi tekil konulardan daha ziyade Türk dış politika çizgisinde belirgin bir etkiden söz etmek mümkündür.

Türk dış politikasının özellikle 1980?li yıllardan itibaren Batılılaşma ve Batılı kurumlar içinde yer alma bağlamında yaşadığı ikilem, Obama?nın başkan olması ile birlikte yerini yapısal bir rahatlamaya bırakabilir. Bu makro düzeyde gerçekleşebilecek rahatlama da Türk dış politikasının manevra sahasını genişletebileceği gibi karar alma süreçlerinde de ciddi gerilimlerin ver tercihte zorlanmalar yaşanmasının önüne geçebilecektir.

Kıbrıs ve Ermeni soykırım iddiaları sorunlarında göreli sorunlar yaşanması ihtimali varsa da Obama döneminde Türkiye?nin özellikle BM çerçevesinde ve Transatlantik ilişkilerde yaşanabilecek işbirliği ve müzakere süreçlerinde ABD ve AB ile uyumlu hareket etmesi Türk dış politika çıktılarına önemli katkılar sağlayabilecektir. Obama?nın işbirliği ve müzakereye ağırlık veren dış politika tasarımı, Türkiye?nin Batılılaşma ve güvenlik-ülke bütünlüğünü koruma politikaları arasında yaşanan gerginliğe son verebilecektir.

2.1. Türk Dış Politika Geleneği

Türk dış politikasını belirleyen ve genç Türkiye?nin tarihi boyunca etkili olmuş temel ilkeler ile ilgili olarak genelleme yapmak sakıncalı olmakla birlikte en azından iki önemli hedefin hala dış politika gündeminde yer aldığını söylemek mümkün. Coğrafi ve güvenlik anlamında statükonun korunması ve Batılılaşma, kuruluşundan itibaren ?farklı formalar bürünse ve değişik şekillerde ifade edilse de?Türk dış politikasının başlıca hedefleri olageldi.

İstiklal Savaşı?nı takip eden dönemde, Versay Antlaşması ile kurulan düzenin özellikle Birinci Dünya Savaşı?nın mağlupları tarafından kabul edilmeyeceğini ve bu nedenle de aslında sağlam dengeler üzerinde kurulmadığı varsayımıyla hareket eden dönemin Türk dış politika yapıcıları, bu nedenle Türkiye?nin içinde bulunduğu coğrafyadaki dengenin bozulmamasını ve dolayısıyla da ülkenin toprak bütünlüğünün korunmasını birincil hedef olarak belirlemişlerdir. Bu hedef kendini en iyi şekilde Atatürk?ün ?Yurtta sulh, cihanda sulh? cümlesinde ifade etmektedir. Burada verilmek istenen mesaj, Türkiye?nin Misak-ı Milli ile elde ettiklerinden memnun olduğu ve aynı memnuniyetin de dış dünyadan beklendiğidir.

Coğrafi statükonun korunmasının yanında Batılılaşma da yeni cumhuriyetin önemli dış politika hedefi olarak öne çıkmıştır. Esasen Kırım Savaşı?nı sona erdiren 1856 Paris Antlaşması ile ?Avrupa Kamu Hukuku? sistemine kabul edilen Osmanlı döneminden miras kalan Batılılaşma ve Batı kurumları içinde yer alma hedefi, cumhuriyetin kurulması ile birlikte özellikle devrimlerin yapılmasında kendini göstermiştir. Buna paralel olarak, gerek Birinci Dünya Savaşı ve gerekse de Kurtuluş Savaşı boyunca Türkiye ile savaşmış olan İngiltere ve Fransa ile mesafeli de olsa ilişki kurulmuştur. Savaş sonrası dönemde Atatürk bu iki ülkenin düşman olmadığını ve daha da önemlisi Türkiye?nin bu iki ülkenin öncülük ettiği Batı medeniyeti içinde yer alma arzusunu ifade etmiştir.

Versay düzeninin bir gün mutlaka çökeceğini gören Atatürk, çöküşün başladığı dönemde, Almanya ve İtalya gibi revizyonist ülkelerin değil İngiltere ve Fransa gibi statüko yanlısı güçlerin yanında olunması gerektiğini de ifade etmiştir. İşte İkinci Dünya Savaşı döneminde yapılan tam olarak budur. Türkiye iki kurucu dış politika hedefini savaş öncesi ve sırasında gözetmiş ve tam da bu nedenle Fransa ve İngiltere ile üçlü ittifak anlaşması imzalamıştır.

Savaşın sona ermesi ile birlikte Türkiye?nin yaptığı tercihlerde de yine statükonun korunması ve Batılılaşma hedeflerinin etkisi açık bir şekilde kendini göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı öncesinde statükoya yönelik tehditler başta İtalya olmak üzere Almanya ve diğer revizyonist devletlerden gelirken, savaş sonrasında ise Sovyetler Birliği Türkiye?nin toprak bütünlüğünü bozacak ciddi talepleri açık bir dille ifade etmeye başlamıştır.

Böylesi hassas bir ortamda Türkiye iki dış politika hedefini Batılı siyasi ve askeri kurumlara katılarak gerçekleştirme imkânı bulmuştur. Sovyet kaynaklı tehdide karşı NATO ve Batı Avrupa Birliği (BAB) gibi askeri kurumlara katılarak önlem alan Türkiye?nin Batılılaşma resmine ABD ilk kez işte bu dönemde belirgin bir şekilde girmiştir.

Bu dönemde Türkiye?nin gerek Avrupa Ekonomik Topluluğu?na (AET) gerekse de Avrupa Konseyi?ne başvurmasının altındaki temel motif yine Batılılaşma hedefidir. Yoksa Türkiye?nin AET?den henüz ciddi bir ekonomik beklentisi yoktur; Avrupa kıtasında demokratik ülkeler arasında ortak bir platform kurma amacı ile ortaya çıkan Avrupa Konseyi ise bu amacı dikkate alındığında Türkiye?nin ilgi sahasına girebilecek bir örgüt değildir. Asıl amaç, Batılı kurumlar arasında yer alarak Türkiye?nin siyasal tercihini ortaya koymaktır.

Bu şekilde ?uzlaştırılan? bu iki dış politika hedefi, Soğuk Savaş boyunca gerilime neden olmamıştır. Türkiye askeri ve siyasi tercihini Batı ittifakından yana kullanarak hem ülke bütünlüğü ve güvenliğine yönelik tehlikeleri bertaraf ederek kendi coğrafyasında statükoyu muhafaza etmiş, hem de Batılılaşma hedefinin en azından dışına çıkmamıştır.

2.2. 1990?lı yıllar, Değişimin Türk Dış Politikasında Meydana Getirdiği Gerilim ve Türkiye-Batı ilişkileri

Özellikle 1980?li yıllara kadar Türkiye-AT ilişkileri daha çok teknik konular etrafında şekillendiği ve Türk-Amerikan ilişkileri de Türkiyenin ABD?nin meşhur çevreleme politikasındaki (policy of containmant) rolüne endeksli olduğu için Türkiye-Batı ilişkilerinde sorun yaşanmamıştır. Sözü geçen nedenlerden ötürü gerek 1960 askeri darbesi ve gerekse de 1971 askeri muhtırası bu ilişkileri zedeleyici nitelikte sonuçlar doğurmamıştır.

Ancak 1980?li yıllarda özellikle AT?nin giderek daha siyasal bir görünüm kazanması ile birlikte Türkiye-Batı ilişkilerinde sorunlar baş göstermeye başlamış, özellikle 1990?lı yılların başlarından itibaren ise AB?nin insan hakları ve demokratikleşmeye odaklanan bir örgüt haline gelmesi Türkiye?yi ciddi bir ikilem yaşama noktasına getirmiştir.

Bu noktada artık Batılı kurumlar ve siyasi ve askeri ittifaklar içinde yer alarak hem Batılılaşma ve hem de statükoyu koruma hedeflerini aynı anda sağlama imkânı yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamıştır. Artık Türkiye açısından bu iki hedef çok da bağdaştırılabilir değildir. Türkiye?nin çevreleme politikasındaki rolü sona ermiş, bu da Türk-Amerikan ilişkilerinin başka parametreler etrafında yeniden şekillenmesi ihtiyacını beraberinde getirmiştir. Öte yandan AB Türkiye?ye artık stratejik ve askeri öneminden çok daha farklı bir perspektiften bakmaktadır.

Clinton dönemi nispeten sorunsuz geçiştirilse de Bush dönemi hem AB hem de Türkiye açısından sancılı geçmiştir. Transatlantik ilişkilerin yara aldığı bu dönemde AB ve ABD yönetimi arasında önemli anlaşmazlıklar baş göstermiş, bu da Türkiyenin Batılılaşma perspektifinde AB-ABD uyumunu olumsuz anlamda etkilemiştir.

Tek taraflılık ve anlaşmazlıkların kuvvet kullanımı yolu ile çözümlenmesinin damgasını vurduğu 11 Eylül sonrası neo-con tasarımlı Amerikan dış politikası Türkiyenin Batılılaşma çerçevesinde farklı bir tercih yapma noktasına getirmiştir. Bu noktada artık AB ve ABD Türkiyenin Batılılaşma resminde aynı anda yer almamakta ve birbirini destekler roller üstlenmemektedir. Bu nedenledir ki ABD?nin Türkiyenin AB üyeliğine destek vermesi bir anlam ifade etmemekte, öte taraftan Türkiye güvenliği ve statükonun korunması konusunda artık ABD?ye güvenememektedir.

2.3. Obama?nın Muhtemel Politikası ve Türkiye?nin Batılılaşma Girişimlerinde Gerilimin Yumuşama İhtimali

Obama?nın sözünü verdiği ve bazı ipuçlarını dile getirdiği politikalarının hayata geçmesi durumunda Bush dönemindeki tek taraflılığın yerini kısmi bir çok taraflılık ve başta Transatlantik ilişkilerde olmak üzere küresel platformlarda işbirliği alacaktır. Bu da büyük ölçüde AB ile ABD?nin küresel sorunlar ile mücadele etmede yeniden birlikte hareket edecekleri anlamına gelecektir. Bu da Batılılaşma çerçevesinde Türkiye açısından önemli bir gerilimi ortadan kaldırır nitelikte olacaktır, zira Türkiye hukuku ve insan haklarını merkeze alan AB ile Bush döneminde kuvveti ön planda tutan ABD arasında bir tercih yapmak zorunda kalmayacaktır. Kısacası, artık AB ile ABD aynı resmin içinde yer alacaktır; bu da Türkiye?nin, sorunlarını çözmede hangi aktörü muhatap alacağı sorununu büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır.

Yeni dönemde Türkiye?nin içinde bulunduğu coğrafyada statükonun korunması, bir başka ifade ile Türkiyenin güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması ise Obama?nın sözünü verdiği çok taraflı dış politika dizaynı çerçevesinde daha kolay olacaktır. Bundan önceki dönemlerde ABD ilişkilerini ikili temaslar çerçevesinde yürüten Türkiye, bu dönemde gerek BM Güvenlik Konseyi gerekse NATO ve diğer platformlar içinde ABD?nin de içinde bulunduğu çok taraflı müzakere ve girişimlerde sorunlarına daha kalıcı ve rasyonel çözümler bulma imkânına sahip olabilecektir.


3. Obama Döneminde Türk-Amerikan İlişkilerinde Sorun Alanları

3.1. Sözde Ermeni Soykırım İddialarının ABD Yasama ve Yürütmesi tarafından Tanınması İhtimali

Türk-Amerikan ilişkilerinde en uzun soluklu sorunlardan biri olan sözde Ermeni soykırımı sorunu aslında Amerika tarafından bakıldığında bir sorun değildir. Türkiye'nin üzerinde önemle durduğu bu konu ABD açısından tartışılmaya müsait değildir. Kısaca ifade etmek gerekirse çok sayıda Amerikan devlet kurumu, basın yayın organı ve Amerikan halkının önemli bir kısmı açısından "Türkler Ermenilere soykırım uygulamıştır; bunun tartışılır bir yanı da yoktur" vs.

Gerek Amerikan halkı gerekse ABD akademik çevreleri Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili kararlarını çoktan vermiştir. Zannedildiği gibi bu kararda Ermeni diasporasının çok fazla etkisi yoktur. Yani Amerikalılar Ermeni soykırım iddialarına sempati ile bakarken tamamen Ermeni diasporasının propaganda faaliyetlerinden etkilenerek sonuca ulaşmamışlardır. Bu hiç şüphe yok ki bu tür propagandaların hiç etkisi olmadığı anlamına gelmiyor. Ermeni diasporasının soykırımı tanıtma çabalarının önemli bir etkisi olmuşsa da bu etki belirleyici olmamıştır.

3.1.1. Ermeni Meselesi Neden İlgi Topluyor?

Öyleyse Amerikan halkının Ermeni soykırım iddialarına olumlu yaklaşmasının nedeni nedir? Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Amerikalılar özellikle nüfusu az etnik gruplar ile ilgili iddialara kolayca inanma eğilimindedirler. Hele bu iddialar soykırım gibi, bir bütün olarak bir etnik veya dini grubun mazlum görünmesini mümkün kılacak türden ise bu takdirde iddiaların gerçeklik payının olup olmadığına bile fazlaca bakılmamaktadır. Bu bağlamda tarihte hâkimiyet kurmamış, geniş bir coğrafyada etkin olmamış ve sayıca az etnik gruplar daha şanslıdır.

Bu nedenledir ki Ermeniler gibi Kürtler ile ilgili iddialar da kolayca benimsenebilmektedir. Ama örneğin Ermeni lobisinden daha etkin olan Yunan lobisinin Pontus soykırımının tanıtılması ile ilgili çabaları sonuç vermemektedir.

Bu çerçevede verilebilecek çok daha belirgin ve çarpıcı bir örnek de İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonların Çinlilere yaptıklarının ABD'de fazla bilinmemesi ve ilgi görmemesidir. Bu açıdan bakınca Amerikalılar kendilerini, sanki mazlum, mağdur ve küresel siyaset sahnesine çıkmaya fırsat bulamamış grupların hamisi olarak görme eğilimindedirler. Bu tutum kendini Ermeni soykırım iddialarında da göstermektedir.

Yukarıda sözü edilen tavrın somut tarihsel yansımalarından biri, ABD'nin idealist başkanlarından Wilson'ın bilinen meşhur girişimleridir. Yirminci yüzyılın self-determinasyonlar yüzyılı olmasında ve dolayısıyla da irili ufaklı çok sayıda devletin uluslararası politika sahnesine çıkmasında en azından düşünsel anlamda büyük katkısı olan Wilson etnik ve dini grupların kendi geleceklerini tayin edebilmeleri gerektiği gibi görünüşte gayet mantıklı ve insancıl bir düşünceden yola çıkmıştır. Böyle bir düşüncenin mantıksal dayanağı, bir coğrafyada hâkim etnik gruba göre daha az nüfusa sahip olan bir etnik ya da dini grubun hâkim grubun baskısı altında kalacağı ve üzerinde baskı kurulan etnik grubun bireylerinin temel hak ve özgürlüklerinin korunamayacağı idi. Wilson'a göre bu tür durumlarda en uygun çözüm, birçok açıdan, ama özellikle de etnik olarak türdeş olan grupların, baskın konumdaki gruptan ayrılarak kendi geleceğini tayin etmesiydi. Kendi kendilerini yönetme hakkına kavuşacak etnik gruplar böylece hem baskıdan kurtulmuş, hem de grup üyelerinin haklarını teminat altına almış olacaklardı.

Wilson'ın self-determinasyon ile ilgili düşüncelerinin en önemli ve somut adreslerinden biri hiç şüphesiz Anadolu'daki Ermeniler ve Kürtler idi. ABD'nin henüz o tarihlerde başlayan Ermeni -ve de Kürt- ilgisi denilebilir ki hiç sona ermemiş ve günümüze kadar -yönetimler değişmişse de- taşınmıştır.

Bu ilgi başlangıçta kendini en çok akademik alanda göstermiştir. Sistemli bir şekilde yürütülen Türklerin yirminci yüzyılın başında Ermenilere soykırım uyguladığını ispat mahiyetindeki çalışmalar zaman içinde Ermeni soykırım iddialarının altyapısını teşkil eder hale gelmiştir.

Özellikle akademik çevrelerde Ermeni soykırım iddialarına gösterilen ilgi ve sempatinin yansımaları zaman içinde siyasi alanda aksetmeye başlamıştır. Bunun bir sonucu olarak da günümüzde Amerikan Kongresi Türkiye'nin kâbusu olan Ermeni soykırımını tanıma tasarılarını sürekli gündeme getirmekten çekinmemektedir. Türkiye bu girişimlerin şimdiye kadar kesin bir sonuç vermemesi ile rahatlasa da siyasi alanda bu sorun bitmiş değildir -ve bitecek gibi de görünmemektedir.

3.1.2. Ermeni Soykırım Ve Ermeni Lobisinin Aldığı Mesafe

Ama daha da önemlisi Ermeni soykırım iddialarında -tabiî ki Ermeniler lehine- çok önemli mesafeler alınmıştır. Bir kere Ermeni soykırımı halk arasında çok popüler olmuş ve bilinir bir hale gelmiştir.

Dahası, hemen hemen her üniversitede Ermeni soykırımı ile ilgili çalışmalar yapılmakta, çok sayıdaki üniversitede de özel olarak Ermeni soykırımı merkezleri, müzeleri, koleksiyonları vb. açılmış ve açılmaktadır. Bunun bir sonucu olarak ABD'nin çok sayıdaki eyaletinde parlamento kararları ile Ermeni soykırımı resmen tanınmıştır. Elli eyaletin en azından kırkında Ermeni Soykırımı resmen tanınmış durumdadır. Bu durumda federal düzeyde Ermeni soykırımının tanınmamış olması önemli ise de bu gidişle bunun olmayacağının da garantisi verilemez.

Ancak belirtmek gerekir ki Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili sorunda Amerikan yönetimlerinin tutumu genel Amerikan tutumundan biraz farklı olmuştur. Amerikan halkı, akademyası ve yasaması Ermeni soykırım iddialarına sempati ile bakarken Amerikan yönetimleri, yani Amerikan yürütmesi, genelde dış politik konjonktürü göz önünde bulundurmuş ve Türkiye ile bağların kopmasına neden olabilecek adımları atmama şeklinde rasyonel bir tutum benimsemiştir.

3.1.3. Türkiye'nin İmkânları

Ancak bu durum, Türkiye'nin ABD'ye bağımlı kalması gerektiği sonucunu doğurmamalıdır. Avrupa ülkelerinde ve parlamentosunda Ermeni meselesinde, Türkiye'yi zor duruma sokacak kararlar ard arda geliyor. Yarın benzer bir durumun Amerikan Kongresi'nde de vuku bulacağını düşünerek hazırlıklı olmak gerekiyor.

İngilizlerin PKK ve Ermeni meselesinde Türkiye'yi destekler açıklamaları, Türkiye'yi yanıltmamalıdır. Anglo-Amerikan siyaseti, pragmatizm paradigması üzerine kuruludur. Amerikalıların ve İngilizlerin Türkiye'yi şimdilik destekler görünmelerinin gerisinde Türkiye'nin orta ve uzun vadedeki stratejik ve jeo-politik öneminin ve vazgeçilemezliğinin kavranılmış olması yatmaktadır.

Anglo-Amerikan siyaseti, bölgenin ve küresel sistemin geleceğinin Türkiye'nin jeo-stratejik, jeo-politik, jeo-ekonomik ve jeo-kültürel imkânlarını kullanmaya başlaması durumunda Türkiye'nin bölgesel ve küresel aktör olmaya başlayacağını çok iyi görüyor; o yüzden Türkiye'yi Batı-ekseninden koparacak bir girişime kapı aralamaktan özellikle çekiniyorlar. Türkiye'nin tarihsel derinliğinin verdiği bu avantajı, uzun vadede büyük açılımlara ve atılımlara dönüştürmenin yollarını araştırması gerekiyor.


3.1.4. ABD Yönetiminin Genel Tavrı


Bununla birlikte, bu ABD'nin Türkiye'nin konu ile ilgili tezlerine yakın olduğu veya Ermeni soykırım iddialarını reddettiği şeklinde yorumlanmamalıdır. Hiçbir Amerikan yönetimi yirminci yüzyılın başlarında meydana gelen olaylar için soykırım nitelemesini kullanmamıştır; ama soykırım yerine kullanılan nitelemeler de Türkiye'yi aklar nitelikte değildir. Örneğin George Bush 1990 yılında yaptığı bir konuşmada Ermenilerin Osmanlı yöneticilerinin ellerinde korkunç katliamlara maruz kaldığını iddia etmiştir. Kaldı ki resmi mahiyette olmasa da bazı Amerikan başkanları doğrudan soykırım ifadesini kullanmıştır. Örneğin Ronald Reagan, Nazi soykırımının unutulmaması gerektiğini ifade ederken Ermeni "soykırımı"na atıfta bulunmuş ve bu soykırımın da unutulmaması gerektiğini ima etmiştir. Amerikan yönetimlerinin soykırım sıfatını kullanmıyor olmaları belki Ermenileri hayal kırıklığına uğratmaktadır; ancak ABD yürütmesinin soykırım iddialarını kökten ve kesin bir şekilde reddetmemesi Ermenileri gelecek için ümitlendirmektedir.

Her ne kadar Amerikan yönetimlerinin tavrı şimdiye kadar Ermeni soykırımını tanımamak şeklinde belirmişse de özellikle Amerikan başkanları Ermeni soykırımı "davası"na sıcak baktıklarını hissettirecek ifadeler kullanmışlardır. Örneğin Jimmy Carter Ermeni olayları ilgili olarak açıkça soykırım ifadesini kullanmamışsa da soykırım imasında bulunmuştur. Malum olayları bir bütün olarak Ermeni milletini yok etme girişimi olarak tanımlayan Carter bu olayların unutulmaması için bir Başkan olarak kendisinin gerekeni yapacağını da taahhüt etmiştir.

ABD yönetiminin günümüze kadar sadece Nazi soykırımını ve Darfur'daki olayları soykırım olarak tanıdığı dikkate alındığında ABD'nin Ermeni olaylarını soykırım olarak nitelendirmemiş olmasının aslında Türkiye'ye yapılmış bir jest olmadığı ortaya çıkmaktadır. BM de dâhil olmak üzere hiçbir uluslararası örgüt ve devlet Darfur'daki olayları soykırım olarak tanımamışken ABD'nin tam tersi bir tutum takınması, ABD yönetiminin soykırım konusuna tamamen politik yaklaştığını göstermektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Türk-Amerikan ilişkilerinde belirgin bir kayma ve değişme yaşandığında Ermeni soykırım iddialarının da ABD yönetimi tarafından kabul edilebileceğini söylemek mümkündür.

3.1.5. Obama ve Ermeni Soykırım İddiaları

Türk-Amerikan ilişkilerinde uzunca bir süredir gündemdeki yerini koruyan Ermeni soykırım iddiaları, Demokrat Parti adayı Barack Obama nın başkan seçilmesi ile birlikte yeni bir boyut kazanacak gibi görünüyor. Seçim kampanyası sırasında Ermeni soykırım iddialarına çok açık bir şekilde destek veren Obama başkanlık görevine fiilen başladıktan sonra Amerikan yönetiminin Ermeni soykırımını resmen tanıyacağı yönünde sinyaller verdi. Amerikan dış politikası ve özelde de Türkiye-Amerika ilişkileri açısından bakıldığında böyle bir ihtimalin gerçekleşme ihtimali belirsiz olsa da Ermeni lobisinin ilk kez Amerikan yönetimince soykırım iddialarının tanınması konusunda somut bir beklenti içinde olduğunu söylemek mümkündür.

Bununla birlikte, Obama döneminde Ermeni soykırım iddialarının Amerikan yönetimince tanınıp tanınmayacağı konusunda net bir şey söylemek için henüz oldukça erken. Obama?nın radikal bir adım atarak iddiaların tanınması yönünde somut bir girişimde bulunması için nedenler olduğu gibi geçmiş Amerikan yönetimlerinin bu konudaki geleneksel tutumunu da devam ettirmesi ihtimal dâhilinde.

Obama nın iddiaları çok ciddi bir şekilde dikkate alması için en önemli neden seçim kampanyalarında kendini adeta bağlayan açıklamalarda bulunmuş olması. Ermeni soykırım iddialarının tanınması gerektiği ile ilgili o kadar net ve güçlü açıklamalar yaptı ki Obama nın bu açıklamaların aksi bir tutum ve politikayı açıklaması çok zor olacak. Bundan önce de Ermeni soykırım iddiaları seçim kampanyalarına konu olmuştu. Ama hiçbiri Obama nın kampanyasındaki kadar net bir şekilde ortaya konulmamıştı.

Bunun yanı sıra Obama nın sadece kampanyalarda değil Senatör olarak Kongre?deki faaliyet ve tutumları da Ermeni soykırım iddialarına nasıl baktığı ile ilgili önemli ipuçları veriyor. Soykırım iddialarına olan inancını defalarca gösteren Obama, Amerikan yasama organında iddiaların resmen tanınması için en fazla ve en azimli çalışan üyelerden bir tanesi. Bu açıdan değerlendirildiğinde Obama?nın aslında Ermeni soykırım iddialarına sadece Ermenilerin oylarını elde etmek için değil böyle bir soykırım vuku bulduğuna inandırıldığı için destek verdiğini söylemek mümkün. Bir başka deyişle Ermeni soykırımı Obama için bir seçim malzemesinin çok ötesinde bir anlam ifade ediyor.

Kendisinin de bir siyah olması ve dezavantajlı bir gruba mensup olması da doğal olarak mazlum ve mağdur olarak görülen ve gösterilen Ermenilerin iddialarını Obama?nın nazarında daha değerli hale getiriyor. İnsan haklarına belirgin ve reelpolitik parametreleri dışında bir önem atfeden Obama gerek etnik gerekse de siyasi kimliği nedeni ile Ermeni iddialarına önceki Amerikan başkan ve başkan adaylarından daha fazla ve daha samimi bir ilgi gösteriyor. Bu da doğal olarak Obama?nın Ermeni soykırımını resmen tanıyacağı ihtimalini güçlendiriyor.

Bununla birlikte bu tanımanın o kadar kolay olmayacağını da söylemek mümkün. Muhtemelen dış politika ve özellikle de Orta Doğu hakkında pek fazla bilgisi olmayan Obama seçim kampanyası sırasında ve Kongre deki görevi boyunca dış politika dengelerini ve Türkiye?nin ABD açısından Orta Doğu bölgesindeki kilit rolünü hesaba katmak zorunda kalmadı. Bu nedenle de Ermeni soykırım iddialarına olan yakınlık ve samimiyetini hiçbir engel olmadan gösterebildi. Ancak başkan olmanın getirdiği sorumluluk ve yükün farkına vardığında Ermeni soykırım iddialarının tanınmasının o kadar kolay olmadığının farkına varacaktır.

Her şeyden önce Türkiye henüz Bush döneminde Türk-Amerikan ilişkilerinin eskisi gibi yürüyemeyeceğini ve kendi bölgesel çıkarlarının Amerikan yönetimince tanınması gerektiğini göstermiş ve bunu da Amerikan yönetimine kabul ettirmiştir. Durum böyleyken ve Ortadoğu bölgesinde ABD Türkiye?ye ciddi anlamda muhtaç iken sonucu belirsiz bir macera olması yüksek bir ihtimal olan Ermeni soykırım iddialarının tanınması Amerikan dış politikasına hakim olan ilkeler açısından bakıldığında ihtimal dışı gibi görünmektedir.

Irak konusunda net bir politikası olmayan ve Beyaz Saray a gelmesi durumunda bu ülkedeki karışıklık ve siyasi belirsizlik ile uğraşmak zorunda kalacak olan Obama, Irak ile ilgili nasıl bir politika izlerse izlesin Türkiye?nin ciddi destek ve yardımına ihtiyaç duyacaktır. Bölgede kalmaya devam etmesi halinde de bölgeyi terk etmesi durumunda da Türkiye ABD?nin en önemli destekçisi ve müttefiki olacaktır. Böylesi bir durumda Ermeni soykırımının tanınması gibi Amerikan dış politikasına görünür bir gelecekte ciddi bir katkısı olmayacak adımın Obama tarafından dikkate alınmayacağını söylemek herhalde mümkündür.

Bununla birlikte yukarıda belirtilen diğer sebepler de dikkate alındığında Obama?nın Ermeni soykırım iddialarının tanınması konusunda nasıl hareket edeceği hakkında kesin bir şey söylemenin mümkün olmadığı ortadadır. Radikal ve kararlı ifadesi ve görüntüsü ile diğer Amerikan başkanlarından farklı bir profil sunan Obama nın başkanlığı döneminde reelpolitiki ve bölgesel dengeleri göz ardı edip etmeyeceği muğlak bir konu gibi gözükmektedir.

Bununla birlikte, ister Amerikan yönetimi Obama döneminde soykırım iddialarını tanıyarak radikal bir adım atsın, isterse de Türkiye?nin hassasiyetlerini dikkate alsın, Türk dış politikasının bu konuda alternatif bir yaklaşım benimsemesinin zamanının geldiği açıktır. Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili olarak Türkiye artık ABD yönetimi ya da yasamasının bu konuda atacağı adımlara bağımlı olmadan proaktif bir tutum benimseyebilmelidir.

Obama soykırım iddialarını tanıyan ifadeler kullanmasa bile bu Ermeni soykırım iddialarının ABD yönetimi tarafından bir gün tanımlanabileceği ihtimalinin var olduğunu hiçbir zaman değiştirmeyecektir. Bir başka deyişle, Ermeni lobileri ve Diaspora, bu sefer olmasa bile girişimlerinden vazgeçmeyecek ve isteklerini kabul ettirinceye kadar etkili yöntemler kullanmaya devam edeceklerdir. Bu nedenle de Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili dış politika sorununun artık başka bir bağlama oturtulması gerekmektedir.

Bu yeni bağlamın ne olabileceği konusunda net bir şey söylemek mümkün değilse de genel hatları ile Türkiye?nin kendi öneri veya alternatiflerini geliştirdiği ve de karşı hamlelere cevap vermek zorunda kalmayacağı bir ortam geliştirilmek zorundadır. Aksi takdirde, uzunca bir süredir devam eden ve Ermeni lobileri ile Amerikan yönetimlerinin daha başat göründüğü kısır döngü karşısında Türk dış politikası, Kongre nezdinde çalışan karşı lobilere dayalı geleneksel tutumunun bağlarından kurtulamayacaktır.

Bu çerçevede uzun vadede takip edilebilecek ve hedeflenilebilecek en uygun politika, Ermeni soykırım iddiaları üzerindeki ABD etkisini azaltmak olmalıdır. Bu hiç şüphesiz kolay değildir; ancak Türkiye öyle adımlar atabilmeli ki ABD yönetiminin iddiaları soykırım olarak tanıyıp tanımaması o kadar etkili olmayacak bir hale gelmelidir. Bu anlamda Ermenistan ile son dönemde kurulan gayri resmi ilişkilerin önemli olduğu ortadadır. Yine Anadolu topraklarındaki Ermeni tarihi varlığına karşı gösterilecek özen, Ermeniler ile diyalogu derinleştireceği gibi, Ermeni soykırım iddialarının tanınması meselesinin önemini en azından azaltabilecektir.

Bu açıdan bakıldığında aslında Obama döneminin Türkiye için bir fırsat olabileceğini söylemek mümkündür. Böylece Türkiye, Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili olarak Amerikan yönetimine endeksli bir dış politikayı sürdüremeyeceğinin farkına varabilir ki bu da alternatif arayışlarını da beraberinde getirecektir. Etkili yeni bir politika ise ABD?nin bu konudaki tutumunun önemini iyice azaltabilecek ve Türk-Ermeni ilişkilerinde denklem dışına itebilecektir.

Bununla birlikte bu, Türkiye?nin Obama?nın Ermeni soykırımını tanıma yönündeki sinyalleri hiç dikkate almaması gerektiği anlamına gelmemelidir. Halen söz konusu iddiaların tanınacağı ile ilgili kesin bir şey söylemek mümkündür. Ermeni lobisi istediklerini elde etme konusunda her zamankinden belki daha ümitlidir; ama gerek Kongre de gerekse de yönetimde Türkiye ye rağmen ve Türkiye yi ABD de uzaklaştırma pahasına daha ziyade tarihin ve uluslar arası hukukun bir meselesi olan bir konu hakkında adım atılmaması gerektiğini ifade edebilecek çok sayıda politikacı olacaktır.

Bu bağlamda özellikle diğer Demokrat Parti adayı Hillary Clinton ın Obama tarafından Dışişleri Bakanı olarak seçilmiş olması Türkiye açısından önemli bir fırsat potansiyeli taşımaktadır. Her ne kadar Ermeni soykırım iddialarına adaylığı sırasında yakınlığını gizlemese de Clinton?ın oldukça deneyimli ve Türkiye?yi yakından bilen bir politikacı olduğu dikkate alındığında Ermeni soykırım iddiaları konusunda daha rasyonel bir çizginin benimsenmesinde önemli bir rol oynaması ihtimal dahilindedir.

Belki bundan çok daha önemlisi, daha önce Jimmy Carter ın dış politika danışmanlığını yapan ve sonraki dönemlerde de önemli üst düzey görevlerde bulunan meşhur stratejist  Brezinski nin Obama nın seçim kampanyası sırasında dış politika danışmanı olarak görev almış olması. Obama nın dış politika konularında bu denli önemli bir isme güvenmesi, başkanlığı döneminde Ermeni soykırım iddialarının tanınması gibi radikal sayılabilecek kararları alırken çok dikkatli davranacağını gösteriyor. Brezinski nin ve Clinton ın Obama nın dış politika düzeninde yer alması Türk dış politika yapıcılarının işlerini kolaylaştırıcı bir faktör olacaktır; zira her iki isim de gerek tecrübeleri gerekse de vizyonları ile ikili ilişkilerin düzgün yürümesine katkıda bulunacak niteliklere sahiptir.

3.2. Obama Ve Türk-Amerikan İlişkilerinde Stratejik Ortaklık

Özellikle Türkiye'de ABD-Türkiye ikili ilişkilerini nitelendirmek için 'stratejik ortaklık' teriminin kullanılması son dönemlerde adeta bir moda ve bir klişe haline geldi. Öyle ki ikili ilişkilerin stratejik ortaklık seviyesinden aşağıya düşüp düşmediği, iki ülke arasındaki ilişkiler hakkında yapılan analizlerin önemli temalarından birisi oluyor zaman zaman. İlginç olan, siyasetçiler bile bu kavrama özel bir vurgu yapmakta ve Türk tarafının ABD için taşıdığı önemin bir göstergesi olarak stratejik ortaklığı öne çıkarmaya gayret göstermekteler.

Ancak gerçekte stratejik ortaklığın ne olduğu tam olarak belli değil; belli olsa bile tarafların, özellikle de ABD'nin bu kavrama nasıl bir anlam yüklediğini tam olarak kestirmek oldukça güç. Belirgin ve herkesçe kabul edilebilir bir anlamı olmadığı için kavramın Türk-Amerikan ilişkilerinde sıklıkla öne çıkarılması pek gerçekçi gözükmüyor.

Türk tarafının aksine ABD Türkiye ile olan ilişkilerinde şimdiye kadar stratejik ortaklık retoriğini daha az ve çok daha dikkatli kullana geldi. Bununla birlikte Amerikalı bazı üst düzey yetkililerin daha çok Türk tarafını motive etmek ve sembolik bir jest yapmak için Türkiye için stratejik ortak nitelendirmesini kullandıkları da bir gerçek. Ancak pratikte bunun fazlaca bir anlamı olmayabiliyor. Çünkü somut bir anlamı ve daha da önemlisi pratikte bir yansıması olmayan stratejik ortaklık kavramı yalnızca basına verilen demeçlerin ve benzeri açıklamaların oldukça genel ve çoğunlukla da yeni ve somut bir şeyler içermeyen içeriklerini süsleyen genel geçer ve basmakalıp bir ifade fonksiyonunu görebiliyor bazen.

Bu aslında hiç de işe yaramayan işlevine rağmen bile ABD'li yetkililer bu kavramı kullanmakta cimri davranabiliyor. Hatta bazen de pragmatist dış politika ve diplomasi anlayışlarına uygun olarak ABD'li yetkililer stratejik ortaklık kavramını Türkiye'ye karşı bir tehdit ve bir siyasi blöf aracı olarak kullanmaktan da çekinmiyor. Bunun en somut ve en son örneklerinden birisi Irak krizi sırasında yaşandı. ABD isteklerine olumsuz yanıt veren meşhur tezkereden sonra çok sayıda Amerikalı yetkili - sadece o döneme has olmak kaydıyla- Türkiye ile ABD arasında -geçici bir süre için- stratejik ortaklığın olmadığını açık bir şekilde ifade etmişti. Bundan endişe duyulması gerektiğini ima edercesine çok sayıda Türk analist ve köşe yazarı da bu açıklamaları gündeme getirmiş ve uyarı niteliğindeki değerlendirmelerinde bu hususun altını önemle çizmişlerdi.

Hâlbuki bu stratejik ortaklık ne idi ki onu ne bitirmişti  Örneğin TBMM'nin tezkereyi reddetmesi Türkiye ile ABD arasında stratejik ortaklığı bitiren koşullar arasında daha önceden yer almış mıydı? Eğer böyle bir koşul yok idiyse bu stratejik ortaklık nasıl sona erebiliyordu? Ya da çok daha önemlisi, Türk tarafının ABD açısından olumsuz ve ikili ilişkilere zarar verecek nitelikteki herhangi bir davranışı iki ülke arasındaki stratejik ortaklığı sona erdirirken aynı şey Amerikan tarafının böylesi bir davranışında sözkonusu olabilir miydi? Eğer ABD'nin Türkiye'yi rahatsız edici bir tutumu söz konusu olduğunda Türkiye-ABD stratejik ortaklığının sona ermesi gündeme gelmiyorsa o zaman gerçek bir ortaklıktan söz etmek mümkün mü? Bu ve buna benzer çok sayıdaki soruya verilecek cevap Türkiye ile ABD arasında var olduğu iddia edilen stratejik ortaklığın ne kadar gerçekçi olduğunu ortaya koyacaktır. Diğer türlü stratejik ortaklığa yapılan sürekli vurgu iki ülke arasındaki ilişkilerin gerçek boyutları ve seyri ile görülmesini ve değerlendirilmesini engelleyici bir etken vazifesini görecektir.

Stratejik ortaklık kavramının belirli bir tanımı olsa bile Türk-Amerikan ilişkilerinin bu kavram ile açıklanıp açıklanamayacağı da tam olarak belli değil. Her iki tarafın da stratejik ortaklık nitelemesini kullanmasından yola çıkarak iki ülke arasında bu tür bir ilişkinin olduğunu söylemek tabii ki mümkün. Diğer bir ifade ile iki tarafın da açık bir şekilde kabul ettiği bir ilişki türünün aslında ikili ilişkilerde olmadığını söylemek çok sağlıklı bir yaklaşım gözükmüyor. Buna göre söz konusu stratejik ortaklık ilişkisinin içeriğinden ve her iki tarafın bu ortaklığı nasıl yorumladığından çok tarafların ikili ilişkileri nasıl isimlendirdiği önemli.

Ancak genel olarak kabul gören stratejik ortaklık tanımından yola çıkıldığında bile iki ülke ilişkilerinin aslında stratejik ortaklık seviyesinde olmadığı söylenebilir. İki ülke arasında stratejik ortaklık ilişkisinden bahsedebilmek için iki ülke dış politika amaçları arasında önemli ölçüde bir örtüşme olması, iki ülkenin ekonomik olarak çok yakın ilişkiler içinde olması ve en önemlisi de iki ülke halklarının kendilerini birbirlerine çok yakın hissetmeleri gerektiği kabul ediliyor. Stratejik ortaklığın böyle bir anlamı ve Türkiye ile ABD arasında bu anlamda bir ilişki var ise o zaman gerçekten de Türkiye ile ABD arasındaki ikili ilişkilerin çok özel olduğunu vurgulamak için bu kavramı kullanmak gerekli ve mantıklı. Ancak Türkiye ile ABD arasında, yukarıdaki anlamı ile bir stratejik ortaklık ilişkisinin olduğunu söylemek o kadar kolay değil. Her şeyden önce, şayet iki ülkenin dış politika amaçlarında bir örtüşme olsaydı TBMM bahsi geçen tezkereyi zaten reddetmezdi. İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin iyi olduğunu söylemek de bütünüyle imkânsız. Hele hele iki ülke halkları arasında doğru dürüst bir temas bile olmadığı düşünüldüğünde stratejik ortaklık kavramını Türk-Amerikan ilişkilerine uygulamak olasılığı pek düşük olmakta.

3.2.1. Obama Dönemi  Stratejik Ortaklık İlişkisinde Farklılığa Neden Olur Mu?

Hukuki bir altyapısı olan stratejik ortaklık ilişkisinin Türkiye ile ABD arasında kurulması o kadar olmayacaktır. Bunun yanı sıra Türk ve amerikan çıkarlarının neredeyse tamamen örtüşmesinden veya Türk ve Amerikan halklarının arasında ciddi bir yakınlıktan söz edilmeyeceğine göre devamlı ve köklü bir stratejik ortaklık da söz konusu olmayacaktır. Ancak iki ülke yeni dönemde özellikle bölgesel sorunlardan kaynaklı yeni işbirliği geliştirme seçeneğini değerlendirebilirler. Özellikle Ortadoğu bölgesini ilgilendiren sorunlarda diplomasi ve hukuka daha fazla önem vereceğinin sinyallerini veren Obama ve yönetimi için Türkiye?nin katkısı, Clinton dönemi ikili ilişkilerinde var olan yapıcı atmosferin geri gelmesine olanak sağlayabilir.

Bu tür bir ilişki iki ülkenin güvenlik endişeleri ve ulusal çıkarlarını ilgilendirdiği kadar bölgesel istikrarın kısmen de olsa sağlanmasına hedefine odaklandığı takdirde daha yapıcı ve inandırıcı bir niteliğe bürünecektir. Obama nın vaat ettiği dış politika tasarımı böylesi bir çıktıyı daha mümkün hale getirmektedir. Türkiye nin de son yıllarda daha belirgin bir hale gelen bölgede istikrarın sağlanmasına yönelik aktif tutumu da dikkate alındığında iki ülkenin Ortadoğu bölgesinin kronik sorunlarını çözme adına dönem dönem de birlikte hareket etmeleri ihtimalinin artabileceğini söylemek mümkündür. Bir bölge ülkesi olarak Türkiye ve bölge sorunlarının çözümünde katkısı ve etkisi göz ardı edilemeyecek önemli bir aktör olarak ABD, Filistin sorunu, İran?ın nükleer programı, Irak sorunu ve mezhepsel ve etnik çatışmalar gibi bölgeye mahsus bir dizi sorunda eşit ve dengeli bir işbirliği geliştirebildikleri takdirde hem ABD?nin imajı restore edilebilecek ve hem de bölge görece de olsa rahat bir nefes alabilecektir.

Türkiye ile ABD?nin stratejik ortaklık kategorisine girebilecek bir işbirliğini gerektirecek çok sayıda sorun bulunmaktadır. Özellikle Ortadoğu bu çerçevede dikkate alınması gereken bölgelerin başında gelmektedir. Başta Filistin-İsrail sorunu olmak üzere Türkiye ile ABD İran?ın nükleer silahlanması, Irak ve bir bütün olarak dünyayı tehdit eden ve Ortadoğu kaynaklı sayılabilecek terörizm Türk-Amerikan işbirliğinin temelini oluşturacak konulardır.

Ancak gerek ABD nin gerekse de Türkiye nin bu sorunları çözme konusundaki yeterlilikleri ve hareket kabiliyetleri oldukça sınırlıdır. Özellikle İsrail-Filistin uyuşmazlığında gerek Obama nın gerekse de herhangi bir Amerikan yönetiminin yapabilecekleri İsraile baskı anlamında sınırlıdır. Zannedildiğinin aksine aslında ABD nin İsrail yönetimi ve siyasi yönelimleri üzerindeki etkisinin belirgin sınırları vardır. Dolayısıyla burada ABD nin İsraile verdiği destek ve tanıdığı kredi ile İsrail politikaları üzerindeki etkisi arasında ciddi bir farklılığın ve uçurumun olduğu dikkat çekmektedir.

Aslında aynı şey Türkiye için de geçerlidir. Türkiye?nin Ortadoğu sorunlarının çözümündeki potansiyelinin sınırları İsrail-Suriye müzakerelerindeki arabuluculuk rolünde kendini göstermiştir. İsrail?in Gazze saldırılarını düzenlemesi gerek ABD?nin gerekse de Türkiye?nin bu konudaki limitlerini net bir şekilde ortaya koymuştur. Ancak bu uzun süreli uyuşmazlığın çözümüne yönelik Türk-Amerikan işbirliği hiç şüphesiz bu sınırları en azından gevşetecek ve genişletecektir. Burada en önemli nokta, Filistin sorunu çözülmeden bölgedeki diğer sorunların kalıcı bir şekilde çözülemeyeceğinin ayırtına varılabilmesidir. Böylesi bir mutabakat, yapıcı ve verimli bir Türk-Amerikan işbirliğinin öncülü olabilecektir.

Filistin-İsrail uyuşmazlığında sağlanacak ilerleme diğer sorunların çözümüne de katkı sağlayabilecektir. Bu çerçevede tehdit ve güvenlik algısı kısmen de olsa değişecek bir İran ile nükleer hevesleri konusunda müzakere daha kolay olabilecektir. İran ile görüşülebileceği vaadini veren Obama ile İran yönetimi arasında Türkiye?nin köprü ve arabulucu işlevi görmemesi için herhangi bir neden yoktur.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



****

6 Nisan 2017 Perşembe

Ortadoğu’da Kürt İstilacılığı Başladı!

Ortadoğu’da Kürt İstilacılığı Başladı!



Kaya Ataberk
22.03.2004/Sayı:52



...Kürdistan”a dönüştürülmüş oluyordu. Kürt işbirlikçilerinin planları birbirleriyle örtüşmektedir. PKK’nın yeni ismi Kongra-Gel adına yapılan açıklamada da Suriye olayları katliam olarak nitelendirildi ve sorumlularının...

Ortadoğu’da Kürt istilacılığı başladı!

İşbirlikçi Kürtler BD ve AB bayraklarıyla ayaklandılar12 Mart günü Nusaybin’in tam karşısında yer alan sınır kasabası Kamışlı’da başlayan olaylar kısa süre içinde sadece Suriye açısından değil tüm Ortadoğu açısından da çok ciddi bir komplonun ABD tarafından başlatıldığını ortaya çıkardı. Kamışlı ilçesinde Arap ve Kürt futbol takımlarının taraftarları arasında başlayan olaylar kısa süre içinde Suriye’nin, başkent Şam dahil büyük kısmına yayılan bir Kürt ayaklanmasına dönüştü.

Uzun zamandır böyle bir ayaklanma için hazırlandıkları anlaşılan Kürt gruplar çatışmaları kısa sürede Haseki, Aynelarab, Halep gibi özellikle Türkiye sınırına yakın, Arap ve Kürtlerin birarada yaşadığı şehirlere yaydılar. Şam da dahil olmak üzere bu şehirlerde hükümet binalarına ve Arap halkına karşı saldırılar düzenlediler. Aynelarab’da kaymakamın oğlunu da öldüren Kürt ayaklanmacıların sık sık ABD lehine sloganlar attıkları, ABD bayrakları taşıdıkları ABD’yi müdahaleye çağırdıkları görüldü.

Kürt gruplar özellikle Halepçe olaylarının yıldönümünde çatışmaları daha da tırmandırdılar. Suriye hükümet güçleri ve Baas Partisi milisleri ayaklananlara karşı harekete geçmiş durumda. Kamışlı ve Haseki’de olaylar biraz durulmuş gibi görünse de Suriye’nin diğer şehirlerinde gerginlik tırmanmaya devam ediyor. Son derece organize ve planlı bir ayaklanma ile karşı karşıya olunduğu kesin.

Türkiye, Suriye ve İran’daki Kürtçü gruplar ise olayları Kürt katliamı olarak göstermeye çalışıyorlar ve ABD emperyalizmini Suriye ve diğer iki ülkeye müdahaleye çağırıyorlar. Bugüne kadar birbirleriyle anlaşamayan Kürt gruplar bir merkezden yönlendirildikleri çok açık olan eylemlerle Büyük Kürdistan için düğmeye basmış durumda.

Kuzey Irak aşiret reisi Celal Talabani’nin Irak’ta ABD tarafından Geçici Hükümet Konseyi başkanlığına getirilmesi yaz aylarında daha sonra yaşanacak olan gelişmelerin habercisi olmuştu. Talabani, Suriye’yi tehdit ederek gerekirse Kürtlerin yaşadığı Kamışlı bölgesine müdahale edeceklerini söylemiş ve bu bölge üzerinde hak iddia etmişti.

Bugün yaşananan ayaklanmanın ve çatışmanın ABD güdümündeki Barzani ve Talabani odakları tarafından aylar öncesinden planlandığı ortada. Suriye’deki Kürtçü grupların, Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani’nin kontrolündeki bölgede örgütlendikleri önceden de biliniyordu. Olayların başlamasından sonra da Barzani ayaklananlara destek verdiğini ve kaçanlar için sınırı açık tutacağını açıklamış bulunuyor.

Büyük Kürdistan için düğmeye basıldı

Suriye’de olayların başlamasının üzerinden birkaç gün geçmeden bir diğer operasyon da İran’da tetiklendi. İran’ın Mahabad kentinde IKDP militanları Devrim Muhafızları’nın karargahına saldırdı. Çatışmalar Sanadak, Merivan ve Bena şehirlerine de yayıldı. Suriye hükümet yetkilileri yaptıkları ilk açıklamadan itibaren olayların ABD tarafından örgütlendiğini ve yönlendirildiğini belirttiler. Ancak olayların sadece Suriye ile sınırlı kalmaması sadece Suriye’ye yapılacak ABD müdahalesine zemin hazırlamanın değil, çok daha ileri aşamada bir planın devreye sokulduğunun işaretçisi.

Yaşanan olaylar Kuzey Irak’ta kukla Kürt devletinin fiili olarak kurulmasının ardından, artık sıranın bu devletin hak iddia ettiği topraklar üzerinde Suriye, İran ve Türkiye aleyhine yayılmasına geldiği. Kürt devletinin bu bölgelere yayılması hem ABD destekçisi İsrail-Kürt hattının son derece güçlenmesini sağlayacak, hem de bölgenin gerçek sahipleri olan Türk, Arap ve İran halklarının emperyalizm ve ajanları karşısında çok büyük mevzi kaybetmesine sebep olacak.

Ayaklanan grupları, kontrol ettiği topraklarda besleyen Barzani olaylara ilişkin açıklamasında niyetlerini net bir şekilde açıkladı: “Kürtlerin bağımsız bir devlet kurma hakkı vardır. Kürdistan’ın her parçasında bulunan kürtler, birgün muhakkak bu millete layık olan bağımsızlık hakkını elde edeceklerdir”. Bu açıklama net bir şekilde Türkiye ve İran’ı da tehdit eden ve önümüzdeki günlerde planlananları ortaya seren bir açıklama. Bu açıklama kukla Kürt devletinin genişleme stratejisini bir kez daha ortaya koyması bakımından önemlidir.

Türkiye’deki Kürtçüler ayaklanmacı Kürtlere sahip çıktı

Türkiye’deki Kürtçü gruplar da olayların başlamasıyla beraber ayaklanmacıları destekler bir tutum takındılar. Kürtçü çevrenin sözcüsü durumundaki Gündem gazetesi her gün konuya geniş yer ayıranak Suriye’yi suçladı ve ABD’ye müdahale çağrısı yapan bir politika izledi. Gündem’in yaptığı yayının bir diğer kayda değer noktası, Suriye’de Kürt ayaklanmasının yaşandığı bölgenin sürekli olarak “güneybatı Kürdistan” olarak adlandırılmasıydı.

Bu söylemle “büyük Kürdistan” planı bir kez daha vurgulanmış ve Türk toprakları “Kuzey Kürdistan”a dönüştürülmüş oluyordu. Kürt işbirlikçilerinin planları birbirleriyle örtüşmektedir. PKK’nın yeni ismi Kongra-Gel adına yapılan açıklamada da Suriye olayları katliam olarak nitelendirildi ve sorumlularının cezalandırılacağı tehdidinde bulunuldu. İstanbul’da DEHAP, ÖTP ve bunlara yakın dernek ve kuruluşlar Suriye büyükelçiliği önünde eylem yaparak ayaklanmacılara destek oldular.

Türkiye’deki eylemler Avrupa’da yapılanlarla koşutluk içindeydi. Berlin, Paris, Cenevre gibi merkezlerde Kürt gruplar ortak eylemler yaptılar, Suriye elçiliklerine yürüdüler. Berlin’deki eylemde ise ABD elçisine bir dosya verildi ve Kürtler’e katliam yapıldığı iddia edilerek ABD müdahalesi istendi.

Beklediği zemini yakalayan ABD yanıt vermekte gecikmedi. ABD Dışişleri sözcüsü Adam Ereli de “Suriye hükümetini Suriye’deki tüm etnik azınlıklara hoşgörü uygulamaya çağırıyoruz” diyerek Suriye’ye üstü kapalı bir tehdit savurdu.

Türkiye’nin içinden geçtiği seçim süreci, Suriye ve İran’da yaşanan olaylarla beraber değerlendirildiğinde durumun önemi daha açık ortaya çıkmaktadır.

Dışişleri bakanı Abdullah Gül, gazetecilerin “Olaylar Türkiye’ye sıçrar mı?” sorusuna sinirlenerek “Türkiye’ye neden sıçrayacak? Türkiye’de Türk-Kürt savaşı mı var?” diyerek karşılık vermiştir. Doğru Türkiye’de bir iç savaş yoktur ama Gül’e bir soru da bizden: 20 yıldır Türk halkını katleden PKK ve Kürt bölücülüğü de mi yoktur?

Aslında plan Türkiye için de işlemekte. Özellikle doğu ve güneydoğu illeriyle, Adana, Mersin gibi büyük merkezlerde yerel yönetimlere oynayan Kürt bölücülüğü planını yerel yönetim yasasında yapılacak değişikliklere göre yapmakta. Bu yerel yönetimlerin özerk bölgeler gibi davranarak PKK’nın şehir ayaklanmaları planıyla beraber ABD’yi müdahaleye davet etmesi Türkiye üzerine yapılan planın özüdür.

Suriye’de yaşanan şehir ayaklanmaları hangi amacı güdüyorsa Türkiye’de de aynı amaçlı ayaklanmalar planlanmaktadır. Bunun yanısıra, tehdit sadece ABD’den de değildir. Gül, bu açıklamaları yaparken Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu üyesi Belçikalı Nelly Maes de “Türkiye, Irak ve Suriye’deki Kürtler’in özgürlüğü için kolları sıvadık” diyordu. Bu açıdan son olaylar dışımızda gelişiyor gibi görünse de Türkiye’nin hedefte olduğunu bilmek durumundayız.

Kürt yayılmacılığına karşı Ortadoğu’da ortak cephe

Suriye’de başlatılan ayaklanmanın bir kaç gün gibi çok kısa bir zaman içinde İran’a sıçraması ve Türkiye’de de destek eylemleri yapılması olayların aynı merkezden yönetildiğinin ve tehlikenin büyüklüğünün kanıtıdır. Özellikle yerel seçimlerde Kürt bölücülüğüne ve AKP’ye geçit verilmemesi ve bir Türk barikatı oluşturulabilmesi Suriye’dekine benzer bir duruma karşı engelleyici olacaktır. Türk milleti öncelikle Türkiye içerisinde Türk birliğini sağlamalı ardından da Ortadoğu çapında bir strateji geliştirmelidir.

Türk’ün vatan savunması Suriyelilerin, İranlıların ve Iraklı direniş odaklarının verdiği mücadelerle mazlum millet mücadeleleri olarak doğal müttefiktir. ABD’nin ve Kürt bölücülüğünün bölge çapındaki saldırısına karşı ortak cephe oluşturmak Ortadoğu’nun ezilen milletleri açısından en önemli stratejik adım olacaktır.


http://www.turksolu.com.tr/52/ataberk52.htm


..

Özelleştirme sömürgeci Batının yeni silahıdır,


 Özelleştirme sömürgeci Batının yeni silahıdır,


Cihan Dura 
22.03.2004/Sayı:52

Özelleştirme sömürgeci Batının yeni silahıdır

Özelleştirmeyi yapan, savunan, özelleştirmeye karşı çıkmayan, kendi halkına değil Batı oligarşisine hizmet eder.

Dünya Bankası’nın eski danışmanlarından iktisatçı Doug Hellinger özelleştirmeyi şöyle tanımlıyordu: Kamu varlıklarının özel sektöre en büyük boyutlarda devredilmesi. Dünya Bankası’nın 1992’de yayınladığı verilere göre 80’den fazla ülke kamu işletmelerini özelleştirmek için iddialı çabalara girişmiş bulunuyordu. 1980’den beri az gelişmiş ülkelerde 2000’den fazla, tüm dünyada ise 6800 KİT özelleştirilmiştir. O tarihten günümüze bu rakamların, en azından bir kat daha arttığı tahmin edilebilir. Böylece kamudan özele tarihin en büyük servet transferi gerçekleştirildi. Peki bunlardan kim yararlandı? Ulusal varlıkların çoğu, özellikle en değerli ve en iyi durumda olanları Batıya aktarıldı; ulusötesi şirketlerin, bunların yerel ortaklarının eline geçti.

Servetle birlikte iktidar da el değiştiriyor. Ulus devletler kamu çıkarını koruma ve ilerletme yeteneklerini yitirdi. İktidar daha uzaklarda ve daha az sorumlu bir konumdaki, Dünya Bankası ve IMF gibi, ulus ötesi devletimsi mekanizmalarla iş çevreleri ittifakının eline geçti. Özelleştirmenin, Batının, ulus devletleri çökertmek için kullandığı yeni silahlardan biri olduğunu Brendan Martin’in (Özelleştirme Kimin Çıkarına, Cep Kitapları, İst., 1995) kitabından da yararlanarak göstermeye çalışalım.

Özelleştirmenin Frankeştaynı

Özelleştirmenin Dr. Frankeştayn’ı Amerika Birleşik Devletleri’dir. Özelleştirme Neoliberalizmin can damarıdır. Köhne liberalizmi “Neoliberalizm” adıyla hortlatıp dünyanın başına yeniden bela eden de Amerika Birleşik Devletleri’dir. Birinci yardakçısı da İngiltere olmakla birlikte, Neoliberalizmin “kutsal” iletisini (mesajını) yaymakta baş sorumluluk; doğrudan USAID ve diğer kanallarla, dolaylı olarak da Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlardaki egemenliği yoluyla ABD’ye aittir. 1980’li yıllar boyunca Washington’daki Reagan ve Bush yönetimleri, Dünya Bankası’na özelleştirmeyi zorlama yolunda daha ileri ve daha hızlı gitmesi için durmadan yüklenmiştir. Bankanın merkezi Washington’dadır, en büyük hissedarı ABD’dir; başkanını da ABD belirler.

Bu kadarlık bilgi dahi bize gösterir ki özelleştirme yapan ve onu destekleyen, kendi milletine değil ABD’ye, onun oligarşisine hizmet eder. TÜPRAŞ’ları sattıran ABD’dir, ABD’nin parababalarıdır (Yoksa akbabalar mı deseydim?). TÜPRAŞ’ları satan da, bu “bedhahlığı” sus pus seyreden de Türk ulusuna değil, ABD’ye hizmet etmiştir (“Bedhah” nedir diye sorarsanız, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ne bakınız).

Chicago Çetesi

Liberalizm 1970’lerin ortalarına kadar, dışlanmış, kenar mahallere sığınmış, unutulmuş bir akımdı. Ekonomide hakim görüş müdahalecilikti, devletçilikti. Sosyal devlet anlayışı ön plandaydı. Bugünkü ekonomik istikrarın, ekonomik gönencin, kalkınmanın ancak devletin öncülüğünde sağlanacağına inanılıyordu. Derken, liberalizm ve bireycilik yeniden canlandı. 1970’lerin sonlarına doğru dünyada kamu sektörünü saran sorunlar abartılmaya, Amerika’daki küçük bir marjinal ideologlar grubu tarafından istismar edilmeye başladı. Birbirine bağlı “Think-Tank”larda, siyasal kurumlarda ve üniversitelerde örgütlenmiş olan bu ideologların akademik ekseni; Friedrich Von Hayek ve Milton Friedman’ın neo-liberal vaazlarını verdikleri Chicago Üniversitesi’ydi.

Daha sonraki 12 yıl boyunca Chicago Okulu bütün ABD’yi etkisi altına aldı. Bu ideologların fikirleri, Şili’nin halkın oyuyla iktidara gelmiş sosyalist Allende Hükümeti’ni deviren CİA destekli darbeden sonra tüm dünyaya yayılmıştır. Cuntanın lideri General Pinochet; “Chicago boys” (Şikago çetesi) diye de anılan, Friedmancı öğretiye iman etmiş iktisatçıları hemen ekonomik politikanın yönetimine getirdi (CIA aynı senaryoyu birkaç yıl geçmeden Türkiye’de de sahneye koydu. Roller aynı, yalnız adlar değişikti : General Evren, 12 Eylül 1980 darbesi, Özal hükümeti ve ünlü ABD’den ithal “prens”ler, hemen ardından o gün bugündür uygulanan “Friedmancı-özelleştirmeci” politikalar... ABD yöneticilerinden birinin, 12 Eylül darbecileri hakkında “our boys” nitelemesini kullanmış olması anlamlı değil mi?).

Hayek’in 1979-1990 yıllarının İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher üzerindeki etkisi çok büyüktü. Thatcher Neo-liberal dünya görüşünün özünü şu ünlü sözleriyle ifade ediyordu: “Toplumsal” yoktur, yalnızca bireyler vardır... Eşitsizliklerle övünmek, yeteneklerin ve becerilerin eşitsiz dağılımını görerek, verilen firelerin hepimizin çıkarına olduğunu vurgulamak başlıca görevimizdir (Türkçesi: İster birey ya da grup düzeyinde, ister millet düzeyinde, altta kalanın canı çıksın!). 1970’lerde Neoliberalizmin Latin Amerika’da kök salmasına nasıl Chicago Çetesi yardım etmişse, Thatcherizm de 1980’lerde aynı ideolojinin tohumlarını Doğu ve Orta Avrupa’ya, bu arada Türkiye’ye serpmiştir. (Türkiye’de bu tohumları -Kenan Evren’in koruması altında- Turgut Özal ve partisi ANAP yeşertmiştir. Bilen bilir: Turgut Özal peder Bush’la olduğu kadar M. Thatcher’le de sıkı fıkıydı. Onlardan sürekli akıl alıyordu. Özal’ın “Ben zenginleri severim” sözünü hatırlayalım. Bunu tersinden alırsak şu anlama gelir: Fakirlerin canı cehenneme! Gerçekten T. Özal Thatcher’le aynı fikirde, “Yoksul Anadolu Türkünün canı cehenneme!” demek istiyordu. Dediğini de yaptı. Bir bakıma Türk’ü hâkir gören Osmanlı hânedanının zihniyetini de diriltmiş oldu).

Neoliberalizmin temel savları şunlardır: Piyasa her yönüyle, istikrarlı bir şekilde insanların yararına işler. Devlet denetimi ve kamu sektörü, kaynaşmış bir küresel kapitalizmin önündeki en ciddî engeldir. Devlet, özelleştirme yoluyla küçültülmeli ve etkisizleştirilmelidir. Ekonomik ve toplumsal politikada eşitsizlik teşvik edilmelidir. Birey kutsaldır ve devletten korunmalıdır. Devletin işi Neoliberalizme karşı oluşabilecek toplu hareketleri, gerekirse şiddet de kullanarak önlemektir.

Adam Smith Enstitüsü ve “Heritage” Vakfı

a) Özelleştirme salgınının dünyanın dört bir yanına yayılmasında büyük rol oynayan kuruluşların başında, 1977’de İngiltere’de kurulan Adam Smith Enstitüsü gelir. Başkanı Madsen Pirie kendini, bütün hayatını özelleştirmenin dünya çapında propagandasına ve yayılmasına vakfetmişti. Tam bir özelleştirme fanatiği ve militanıydı. Ona göre “özelleştirme her ülkeyi yeniden canlandırabilecek bir potansiyele sahipti. Özelleştirme dünyadaki kamu sektörleri arasındaki yürüyüşüne devam edecek, kamuya ait son tesis de satılmadıkça sona ermeyecektir.” (Bu fanatizm bana Kemal Kanakıtan’ı, pardon, Unakıtan’ı hatırlattı. Bu şahıs sanki Adam Smith Enstitüsü’nde yetişmiş, sanki Madsen Pirie’nin rahle-i tedrisinden geçmiş. Onun KİT’leri ortadan kaldırmak için neden gece yarıları pijamasıyla kapılara seğirttiği ve kimlerin direktifini cansiperane yerine getirmekte olduğu kolayca anlaşılmıyor mu? TÜPRAŞ ve benzerleri satıldıkça bizim yüreğimiz kan ağlıyor. Oysa elin İngilizi, özelleştirme delisi Madsen Pirie zil çalıp oynamıyor mu? Peki, ona bu kıyakları çeken kim?).

b) Adam Smith Enstitüsü’nün ABD’deki karşılığı “Heritage Foundation” (Miras Vakfı) adlı kurumdur. Bu vakıf Stuart Butler tarafından yönetilmektedir. İlk başkanı olan Edwin J. Feulner, ABD başkanlarından Ronald Reagan’ın kamu sektörü politikasını belirlemiştir. 250 kadar tutucu bilim adamı, yazar ve eylemciye hazırlattığı bir rapor “Reagan yönetiminin gündemini büyük ölçüde belirlemiş ve az gelişmiş ülkeleri ekonomi politikalarını değiştirmeye zorlamak için, dış yardımların kullanılmasını önermiştir.” (Türkiye de aynı yıllarda borçlanmaya başladı ve devletçi ekonomi politikasını terketti! Kimin zamanı? Tabii 12 Eylül darbesi, ANAP ve Turgut Özal zamanı... O gün bugündür, Türkiye’de -Atatürk’ün değil, yurtsever Türk aydınlarının değil, bilimsel gerçeklerin değil- Amerikan şirketlerinin hizmetkârı R. Reagan’ın, S. Butler’in, Feulner’in direktifleri uygulanıyor. Öyleyse özelleştirmeler karşısında kim sus pus oturuyorsa, Reagan’ın, S. Butler’in, Feulner’in, ulusötesi Amerikan şirketlerinin Türkiye üzerindeki planlarının, hedeflerinin gerçekleşmesine yardım etmiş olmuyor mu?).

ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı

Özelleştirmenin küresel promosyonundan, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bir dairesi olan ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) sorumludur.

USAID bir dış yardım örgütü olup özelleştirmenin dünyaya yayılmasında baş rolü oynamıştır. Özelleştirmenin pazarlanmasını büyük ölçüde, 1981’de bu amaçla kurulmuş olan Özel Girişim Bürosu (Özel Sektör İnisiyatifi) yürütmüştür. Özel Girişim Bürosu, Temsilciler Meclisi’nin bir raporunda “ABD’nin dış yardım programına Reagan yönetiminin bıraktığı başlıca miras” olarak nitelenmiştir.

USAID’in özelleştirme pazarlaması, yalnızca imalat kesimi gibi sektörlerle sınırlı kalmamış, sağlık, eğitim gibi kamu hizmetleri ile ulaşım ve telekomünikasyon gibi alt yapı sektörlerine de uzanmıştır (Türkiye’de yüzlerce sanayi tesisi, bu arada TÜPRAŞ işte böyle elden çıktı. Sırada Tekel, Petkim, Telekom ve diğerleri var. Neden? Çünkü USAID istedi, Özel Girişim Bürosu bildirdi; bizim temsilcilerimiz, bizim hükümetlerimiz de emirlere kuzu kuzu yerine getiriyor. Şimdi siz buna nasıl demokrasi dersiniz, hani nerede “Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur” ilkesi? ABD’deki üç beş patron ferman çıkarıyor, bizim sözde demokratlar da verilen emri uyguluyor. Bunun neresi demokrasi? Halk bunun neresinde? Hasan Cemal, M. Ali Birand, Mehmet Barlas, Nazlı Ilıcak, Çetin Altan ve benzeri demokrasi çığırtkanları bu durumlarda neden dut yemiş bülbüle dönüyorlar?).

IMF ve Dünya Bankası

Özelleştirme dar anlamda -Kamu iktisadi teşekküllerinin devri anlamında alınsa bile, yine de yapısal uyarlama programlarının önemli bir parçasını oluşturur. Özelleştirme geniş anlamda şu uygulamaları da içine alır: Devletin ekonomik ve sosyal rolünün daraltılması, sosyal güvenlik hizmetlerinin en düşük düzeye indirilmesi. Bu anlamda da özelleştirme Dünya Bankası’nın yapısal uyarlama modelinin tam merkezindedir.

a) Araç: Yapısal Uyum Programları

Özelleştirmeyi, ABD’nin çıkarları doğrultusunda Türkiye gibi ülkelere dayatmakla görevli iki kuruluş daha var: Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası. Marifetlerini, IMF “istikrar paketleri” ile, Dünya Bankası “yapısal uyum programları” ile yerine getiriyor. Kesinlikle neoliberal ideolojiye dayanan bu programlar, her iki kuruluşa da dünyanın dört bir yanında çok kötü bir şöhret kazandırmıştır. Çünkü programları daima kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve kamu sektörünün sistemli bir şekilde tahrip edilmesi sonucunu vermiştir.

Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi, Dünya Bankası’nın borçlu Üçüncü Dünya ülkelerine yutturduğu “yapısal uyum programları”nın önemli bir parçasıdır. Aynı programlar sağlık ve eğitim gibi hizmetlere ayrılan kamusal fonları, çoğunlukla yabancı mülkiyetindeki ihracat kesimine ve borç servisine yönlendirmiştir. Bu programlar yalnız kamu iktisadi teşekküllerinin (KİT) tasfiyesini değil, bu kuruluşlardan hangisinin, ne zaman satılacağını da içerebilmektedir. Sonuçta -hem Üçüncü Dünya ülkeleri içinde, hem de bu ülkelerle Batı arasında olmak üzere- yoksul kesimden varlıklı kesime doğru büyük bir kaynak aktarımı gerçekleşiyor. Bu yeni ilişki Yeni Sömürgecilik (Neo kolonyalizm) olarak adlandırılmaktadır (Evet, tam Thatcher’in, Özal’ın istediği gibi: Zengin gittikçe zenginleşirken, yoksul gittikçe yoksullaşıyor. Dabılyu Buş’un Irak’ta yaptığı da aynı. Hepsinin sloganı bir: Altta kalanın canı çıksın!) .

b) Hedef Ulus-Devleti yıkmak...

Programlar ulus-devleti hedef alıyor. Nasıl? Bu devletleri işlevsiz hale getirerek... Böylece ortada kalan ulus devletin sorumlulukları, özellikle ekonomik ve sosyal gelişme için yaşamsal önem taşıyan sektörlerde, (i) piyasaya ve (ii) piyasayı yönlendirebilecek büyüklükteki ulusötesi grupların egemenliğindeki özel şirketlere aktarılmaktadır.

Yapısal uyum programları açıkça devletin ekonomik ve sosyal etkinliğini azaltmayı öngörür. Devletin sorumluluk alanını daraltır. Kamu hizmetleriyle sosyal güvenlik hedeflerini yönlendirme olanaklarını kısar. Bu amaçla idari ve diğer değişiklikler yapılarak, harcamaları azaltmak üzere işlerin taşeronlara ihale edilmesi, devlet işletmelerinin özel sektöre devri gibi yöntemler uygulanır (Devletin sorumluluklarının daraltılması, sosyal güvenlik hedeflerinin kısılması, idari reformlar, kamu harcamalarının azaltılması, kamu hizmetlerinin taşeronlara, özel sektöre devri... Dikkat! Bu lafları Türkiye’de de sık sık duymuyor muyuz? Bütün bunlar 12 Eylül’den bu yana, ANAP’lı, DYP’li, CHP’li, DSP’li, MHP’li, AKP’li hükümetler eliyle Türkiye’de de yapılmıyor mu? Peki kimin emriyle ve kimin çıkarına? Tekrarlayalım: Chicago Çetesi’nin, Adam Smith Enstitüsü ile Heritage Vakfı’nın, USAID’in, IMF ve Dünya Bankası’nın emriyle ve onların temsil ettiği Amerikalı ve Avrupalı zenginlerin, “küresel kraliyetçiler”in çıkarına!)

Bağlı Krediler

Dünya Bankası artık verdiği kredileri gittikçe daha fazla özelleştirme şartına bağlamaktadır. Güvenilir bir araştırmaya göre 1986 başına kadar Banka az gelişmiş ülkelere verdiği yapısal uyarlama kredilerinin yalnızca yüzde 13’ünü KİT’lerin özel sektöre devri koşuluna bağlamıştı. 1992 başlarında ise, Banka’nın kendi istatistiklerine göre, yapısal uyarlama kredilerinin yüzde 75i özel sektöre devir koşuluna bağlıydı. Oysa 1983 Dünya Bankası Raporu’nda, bakın ne yazıyordu: “Bir işletmenin verimliliğini etkileyen kilit etken, özel ya da kamu mülkiyetinde olması değil, nasıl yönetildiğidir.” 1989’da ise Banka fikrini değiştirmiş bulunuyordu. Neden acaba? Çünkü özelleştirmeyi teşvik etmesi için, ABD oligarşisinin ağır baskısı altına girmişti.

Ekonomik açıdan zorda olan bir hükümet IMF’ye ve Dünya Bankası’na başvurduğu an, kolunu kaptırmış, tuzağa düşmüş demektir. Amerika’nın ve Avrupa’nın sermayedarları pençelerine düşen bu avı, deyim yerindeyse, artık lokma lokma yutacaklardır: Kurban ülke “yardım” kabul ederken, maliye, bütçe, istihdam, dış ticaret, yatırım, döviz kuru ve kamu sektörü politikaları konularında, büyük güçlerin dayattığı bütün koşulları yerine getirmekle yükümlüdür. Koşullardan en başta geleni de özelleştirmedir. O ülke artık sanayileşemez ve gelişemez, ekonomisi gittikçe bozulur, battıkça batar. Sömürgeleşir. Ülkenin bütün ekonomik kaynakları adım adım kan içici yabancılarla onların bir avuç yerli işbirlikçilerinin eline geçer Artık yeni bir istiklal savaşından başka çare yoktur (O da bugünkü dünya konjonktüründe çok zordur. Bu nedenle önemli olan, böyle durumlara düşmemektir. Eğer düşüldüyse -Attilâ İlhan’ın deyişiyle- bir an önce “aklını başına toplamak”tır).

Sonuç

Ekonomik kalelerimizin en sarpı, en muhkemi, en muhteşemi TÜPRAŞ...

18 Nisan’da düşmana teslim ediliyor. 18 Nisan bizim için bir kara gündür artık...

Mütareke basınının demokrasi bezirgânlarında çıt yok. Onlar Chicago Çetesi’nin, USAID’in, IMF ve Dünya Bankası’nın, Batılı zenginlerin borazanları... Elbette öyle yapacaklar.

Peki ya siz Yurtseverler, Ulusalcılar, siz niye bu kadar etkisizsiniz?

Oysa Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini korumak ve savunmak demek; ekonomik kaynaklarımızı, TÜPRAŞ’ları korumak ve savunmak demektir. Çünkü “ekonomi demek, her şey demektir.” Çünkü TÜPRAŞ demek,Vatan demektir!

ABD’nin gizli planları hizmetinde Vatanımızın ekonomik kalelerini satanlar, bunları sırtlanlar gibi kapış kapış kapışanlar; bağımsızlığımızı ve Cumhuriyetimizi yok etmeye yönelen düşmanlardır.

Chicago Çetesi, Madsen Pirie’ler, Stuart Butler’ler, Edwin J. Feulner’ler, bunların patronları,... “dahilî bedhahlar”ın yardımıyla, zorla, hile ile Sevgili Vatanımızın tersanelerine, işletmelerine, topraklarına giriyorlar. Türkiye’yi Dolar ve Euro gücüyle ele geçiriyorlar.

İktidarda olanlar Atatürk’ün bildirdiği gibi...

Millet Yoksul, Bitkin ve Şaşkın.

Bu gidiş kötü, bu gidiş felaket...

Ey Vatan’ın Aziz Bekçisi! Tek umut sensin.

Bozkıra fidanı kim olsa diker. Sen TÜPRAŞ’lara bak.

Bayrak yere Düşmüş.

Sana Yaraşan, Albayrağı TÜPRAŞ’lara yeniden dikmektir!


http://www.turksolu.com.tr/52/dura52.htm



Çanakkale’de Direniş ve 18 Mart 1915


Çanakkale’de Direniş ve 18 Mart 1915



Turhan Feyizoğlu
22.03.2004/Sayı:52


Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın, ya da bir başka deyimiyle Anadolu direnme hareketinin başarılı olmasına yol açan öncüllerden en önemlilerinden birisi “Çanakkale Savaşı”dır. Emperyalist güçler, 1. Paylaşım Savaşı sırasında, bütün dünyayı paylaşmaya çalışırken amaçlarından bir tanesi de Osmanlı devletini tamamen yoketmekti. Bu nedenle, Osmanlı Devleti’ne saldırmışlar, Türkler de kendilerini savunmuşlardır.

3 Kasım 1914’te, 28 gemilik işgalci İngiliz ve Fransız donanması, Çanakkale Boğazı’nı topa tutarak savaşı başlattı. Direnmeler sonucu boğazdan geçemeyeceğini anlayan emperyalist güçler, 18 Mart 1915’te büyük bir hücum planlamıştı. Nusret isimli Türk mayın gemisinin ekibi, 17 Mart 1915’i 18 Mart 1915’e bağlayan gece, emperyalist güçlerin savaş gemilerinin boğazdan geçmelerini engellemek için mayın döşer.

İngiltere Başbakanı Churchill, Nusret mayın gemisi için, “Sadece savaşın değil, dünyanın geleceğini de değiştirdi” demişti.

18 Mart 1915 günü, 18 büyük zırhlı, birçok muhrip ve denizaltıdan oluşan emperyalist güçlerin donanması üç filo halinde Çanakkale Boğazı’na girdi. İşgalciler, 506 top kullanarak, Türk tabyalarını aralıksız 6 saat 45 dakika top ateşine tuttu.

Savaşta, İngiliz işgalcilerin İrresistible ve Ocean zırhlılarıyla Fransız işgalcilerin Bouvet zırhlısı top ve mayın isabetiyle battı. Ayrıca, İngilizlerin İnflexible ve Fransızların Gaulois ve Suffren zırhlıları ağır yara alarak saf dışıı kaldılar. Üç savaş gemileri de aldıkları yara sonucu karaya oturdu. İşgalci güçler ağır kayıp vermişlerdi. Bu durum karşısında Marmara Denizi’ne giremeyip geri çekilmek zorunda kaldılar.

İşgalci emperyalist güçlerin denizden yaptıkları girişim başarılı olamayınca karadan da destek saldırıları yaparak boğazı geçmek istediler. İngiliz, Fransız ve Anzak birliklerinden oluşan 75 bin kişilik bir askeri kuvvet hazırlandı. İlk çıkartmalar, 25 Nisan 1915 sabahı başladı. XlX. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal Paşa, çıkan işgalci birlikleri geri atmasını başardı. 34 yaşında genç bir komutan olan Yarbay Mustafa Kemal Paşa, savaşın bir anında, askerlerine, “Size taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum”, diyerek, yapılması gerekeni vurgulamıştı.

İngiliz işgalci güçlerinin donanma komutanı, tuttuğu not defterine Mustafa Kemal Paşa için, “Kaderin adamı” diye yazmıştı. Çanakkale’de bir ülkenin kaderi belirleniyordu. Kurtuluş Savaşı’nın yolu burada açılmıştı. İşgalci emperyalist güçler, bütün askeri birlikleriyle saldırıyorlardı. Cephede göğüs göğüse savaşlar yapılıyordu.

Osmanlı Devleti, o dönem egemenliği altında bulunan toprakları korumak amacıyla, Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Yemen’den Cezayir’e kadar dört ayrı cephede savaşmaktadır. Bu nedenle, eli silah tutan herkesi cepheye gitmektedir.

Örneğin, Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın yaptığı bir konuşma sonrasında, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi birinci sınıf öğrencileri de askere yazıldı. Kısa bir eğitimden geçen öğrenciler, iki tümen halinde doğruca cepheye gittiler. Cepheye giden bu öğrencilerin arasında 50 kadar da İstanbul Erkek Lisesi öğrencisi bulunmaktadır.

O dönemin coşkusunu vurgulamak açısından yaşanmış bir örnek aktarmak istiyorum. Vefa Lisesi Fransızca öğretmeni Ahmet Rıfkı Bey, 1915 yılının Mayıs ayında, okulda öğrencilerine ders vermek için sınıfa girdiğinde, sınıfta büyük bir suskunluk vardır. Öğrencilerden hiç birisi konuşmamaktadır. Merakla öğrencilerine, suskunluklarının nedenini sorar. Öğrencilerden birisi, “Öğretmenim, okulumuzda ve mahallemizde eli ayağı tutan herkes Çanakkaye’ye gönüllü gitti. Biz de gitmek istiyoruz. Fakat yaşımız tutmuyormuş. Söylermisiniz bize, vatanımız elden giderse vereceğiniz eğitim ne işe yarar?”, diye karşılık verir.

Öğretmen Ahmet Rıfkı Bey de, diğer gönüllüler gibi Çanakkale’ye emperyalistlere karşı direnmeye gider. Öğretmen, Ahmet Rıfkı Bey, vatanını savunurken şehit düşmüştür.

18 Mayıs 1915’i 19 Mayıs 1915’e bağlayan gece, işgalci güçlerin saldırılarına karşı öğrenciler taarruza giriştiler. Düşmanın topçu ateşiyle 3 saat içinde bütün öğrenciler şehit oldu. Bu nedenle, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1921 yılında mezun verememiştir.

Çanakkale Savaşı’nda Mustafa Kemal, büyük yararlılıklar göstermişti. Savaş, 8,5 ay sürdü. Emperyalist güçler büyük kayıplar verdiler. İngilizler 205.000, Fransızlar 47.000 kayıp vermiştir. Emperyalistlere karşı vatanlarını savunan Türkler, şehit, yaralı ve hasta olmak üzere 251.309 kayıp verdiler. Büyük bir kayıp verilmişti ama emperyalistleri geriletmeyi başarmıştılar. Emperyalist güçler, 8-9 Ocak 1916 günü, bütün askeri birliklerini geri çektiler.

Avusturyalı basın kralı Rupert Murdoch’un babası Sir Keith Murdoch da, Çanakkale Savaşı’nı izleyen bir savaş muhabiri idi. Keith Murdoch’un “Gelibolu Mektubu” diye adlandırılan ve dönemin Avusturya Başkanı Andrex Fisher ile İngiltere Başbakanı Herbert Asquit’e gönderdiği mektubunda, “Çanakkale geçilemeyecek” diye yazıyordu.

Dünya tarihi açısından önemi, emperyalist güçler, istedikleri paylaşımı gerçekleştirememiş, geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Rusya’da Çar yönetimi gitmiş, yerine sosyalistler iktidara gelmişlerdir.

Bu konuda yazılmış çok ciddi kitaplar bulunmaktadır. Bazılarını örnek olarak vermek istiyorum.

A) Ruşen Eşref Ünaydın “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal’le Mülakat” B) Ruşen Eşref Ünaydın “Çanakkale’de Savaşanlar Dediler ki” C) Mehmet Niyazi “Çanakkale Mahşeri”, D) Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam/Mustafa Kemal”, E) Aziz Nesin “Bu Yurdu Bize Verenler”.

Mehmet Akif Ersoy, “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker/Gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer” diyerek, duygularını yansıtmıştır. Mehmet Akif Ersoy, işgalci emperyalist güçlerin bu ortak saldırısını, “Son haçlı seferi” olarak değerlendirmiştir.

Çanakkale Savaşı’nın hem Türkiye tarihi hem de dünya tarihi açısından önemini bütün tarihçiler vurgulamışlardır.

Emperyalizm, büyük bir şamar yemiştir. Bunun acısını hiç bir zaman unutamayan emperyalist güçler, Türkiye lehine yazılan hiçbir şeyden memnun olmamışlardır. Yazanı da düşman görmüşlerdir.

Emperyalist güçler, 20 yüzyılın başında yapamadıklarını 21. yüzyılda gerçekleştirmek için daha da güçlü olarak saldırmaktadırlar. Bu kez, amaçlarını çok sinsi uygulamaya koymuşlardır. 21. asrın imparatoru Amerika, hazırladığı planları birbiri ardısıra uygulamak istemekte ve ilgi alanına giren her ülkedeki gelişmeleri hiçbir zaman tesadüfe bırakmıyacak şekilde kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin yollarını bulmaktadır. Bunlardan bir tanesi de, “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” diye adlandırılan projedir. Bu proje uygulamaya sokulmuştur. Türkiye’nin çevresinde yaşanan sıcak gelişmeler bunun kanıtıdır.

Amerika, adım attığı her gelişmeden sonra, “Kaygılanmayın” diyerek, Türkiye’yi oyalamaktadır. Türk halkı Amerika’ya güvenmemektedir. Bunu, Amerikan Demokrat Parti üyesi Richard Holbrooke, 10 Mart 2004’te yayınlanan açıklamasında, “Bakın dostumuz Türkiye’de Clinton döneminde halkın yüzde 65’i ABD siyasetini destekliyordu. Bugün bu rakam yüzde 15’e indi”, diyerek dile getirmiştir.

Çanakkale’de emperyalist güçlere karşı verilen direniş, her yönüyle öğrenilmesi, öğretilmesi gereken önemli bir direniştir. Onları sevgiyle anıyorum.


http://www.turksolu.com.tr/52/feyizoglu52.htm


***

1 Nisan 2017 Cumartesi

SURİYE’DE MANDA YÖNETİMİNİN KURULMASI VE MİLLÎ MÜCADELE’YE ETKİLERİ BÖLÜM 2


SURİYE’DE MANDA YÖNETİMİNİN KURULMASI VE MİLLÎ MÜCADELE’YE ETKİLERİ.,
 BÖLÜM 2



Fransızlar böyle bir yükümlülüğü alırken elbette manda yönetimi sadece Suriye’yi kapsamıyordu. İşgal ettikleri bölgeler de zaten bunu açıkça 
gösteriyordu. Özellikle Urfa, Antep, Adana, Mersin ve Halep bölgelerini İngilizlerle anlaşarak işgal etmeleri, pazarlıkların ne kadar çetin geçtiğini 
göstermektedir. Fransızların Ermenileri kullanarak bu bölgede yaptıkları işgal ve mezalimler Anadolu’daki Millî Mücadele hareketini güçlü hâle getirirken 
Araplarla Türkleri ortak hareket etmeye yöneltiyordu. Sonyel, Mustafa Kemal’in takip ettiği politikayı şöyle özetliyordu: “Mustafa Kemal, Fransızlardan İngilizleri ayırarak Kemalist Türkiye ile bir anlaşmaya varmaya zorlar ve o sıralarda San Remo’da Türkiye’nin kaderi konusunda görüşmelerde bulunan İtilaf devletleri üzerinde olumlu izlenim yaratır umuduyla tüm gücünü Kilikya’da Fransızlarla Ermenilere karşı seferber etmeye başlıyor. Fransızların zaten kuşatılmış ve askerî açıdan umutsuz bir durumda bulundukları Mersin, Tarsus, İslahiye, Maraş, Antep ve Urfa’da çete savaşları düzenliyor. Suriye’deki Arapları Fransızlara karşı kışkırtarak ve Suriyeli yöresel katları (makamları), Türklere karşı savaşan Fransız askerlerine silah gönderilmesini engellemeye üsteleyerek Suriye’de Fransızlara karşı baş gösteren genel sızlanmadan büyük ölçüde yararlanıyor; bu davranışlarında, Fransızların Urfa, Kilis ve Antep’deki ordularına ek güç ve savaş gereçleri sevk etmek için Suriye’deki demir yollarından yararlanmalarını önleyen Suriye yönetiminden epeyi yardım görüyordu.”19 

Bu gelişmeler karsısında Fransızlar TBMM Hükûmeti ile anlaşma yollarını aramış ve Robert de Caix, M. Sava ve Amiral Lebon’dan oluşan Fransız Kurulu 20 Mayıs’ta Ankara’ya gelmişlerdir. Önce soğuk karşılanan heyetle yapılan görüşmeler sonucunda 20 günlük bir ateşkes anlaşması imzalanmasıyla sonuçlanmıştır. 29 Mayıs gecesi başlayacak ateşkes anlaşmasına göre: “… bu süre içinde Pozantı, Sis, Antep, Maraş ve Urfa boşaltılarak kamu güvenliği Türk Jandarmasına bırakılacak; savaş tutsakları ve diğer tutuklular karşılıklı olarak mübadele edilecek; Kilikya’ da Fransız yönetimi ve iş adamlarına ayrıcalık hakları verilecek; buna karşılık, Fransızlar, Türk millî cereyanına karşı hiçbir davranışta bulunmayacak; bu akımın siyasi amaçlarını gayriresmî olarak destekleyecekler.”20 

Bu ateşkes anlaşması Millî Mücadele’yi yürütenlere hem zaman kazandırıyor hem de siyaseten Batılı devletlere karşı bir avantaj sağlarken iç meselelerini çözme ve birlik beraberlik sağlama imkânı veriyordu. Bu ateşkesten en çok rahatsız olan İngilizler ve Araplar olmuştur. İngilizler bunu, “İtilaf devletlerinin onuruna karşı indirilen “ciddi bir darbe ve “Kemalistleri Anadolu’yu kontrolünde tutan bir yönetim olarak tanımak yolunda ilk önemli adım” olarak nitelemişlerdir.21 Ateşkes 8 Haziran’da bozulurken 18 Haziran’dan itibaren ise bölgede şiddetli çatışmalar başlıyordu. 

1920 Haziran’ında başlayan Fransız mandasına karşı Araplarla Fransızlar arasındaki çatışmalar kısa sürede başlamıştır. 19 Temmuz’da başlayan çatışmalar üzerine Fransa, Faysal’a bir kesin uyarı gönderir. 24 Temmuz’da Fransızlar, Maisalum’da Arapları bozguna uğratarak Şam’a girmişlerdir. 31 Temmuz’da da Faysal’ın ailesiyle Dera’ya sığındığı bildirilmiştir.22 Faysal, Suriye’den Irak’a kaçmış, İngilizlerin desteği ile Irak krallığının başına geçmiştir. 

1920 Haziran’ında başlayan Fransız mandası halkın çok şiddetli tepkisi ile karşılaşmıştır. Suriye’deki bu tepkiler Irak’ta olduğu gibi bağımsızlık süreci boyunca devam etmiştir. Mandacı güç olarak Fransa’nın seçilmesi Milletler Cemiyetinin İngiltere ile Fransa arasında, nasıl kullanıldığını göstermesi bakımından önemlidir. Suriye halkı bu nedenle bir tercih yapma imkânına sahip olmamış, bir emri vaki ile karşı karşıya kalmıştır. İskenderun sancağı da ister istemez Fransa’nın mandası altında kalmaktan kurtulamamıştır. 

B. Suriye’de Kurulan Manda Sisteminin Uygulanması 

Fransa, “kutsal uygarlık görevi olarak” aldığı mandaterlik yükümlülüğünü hiçbir zaman Cemiyet-i Akvam nizamnamesinin 22. maddesinde belirtilen, şirin gözüken ifadeler açısından değerlendirmemiş ve uygulamayı da böyle yapmamıştır. Bu uygulamaları tamamıyla bir sömürü düzeni kurup bu düzene Fransa’ya güç olarak dönüştürme hareketi olarak bakmıştır. Yani Fransa’nın Osmanlı Devleti üzerindeki amaçları23 açısından bakmışlardır. Suriye Dosyası adlı eserinde araştırmacı Ömer Faruk Abdullah Fransa’nın manda uygulamalarını şu şekilde ifade etmektedir: “Fransa, manda yönetimi süresince, sistematik olarak Suriye’nin Cezayirleştirilmesi” politikasını uygulamıştır. Fransızcayı Arapçaya eşit olarak resmî dil ilan ettiler. Arapçayı ve Arap-İslam Kültürünü bertaraf edip yerine Fransızca, Fransız klasikleri, Fransız tarih ve coğrafyasını yerleştirmek için Suriye eğitim sistemini tümüyle değiştirdiler. Hatta Suriye’de kutlanan bayramlar İslami ve mahalli bayramlar değil Fransız bayramlarıydı ve Suriyeli öğrencileri Fransız bayrağını selamlamaya ve Fransız millî marşı “Marseailles” i söylemeye mecbur ettiler. 

Bununla birlikte etkisi en fazla sürecek olan, Fransa’nın ekonomi politikasıydı; manda döneminde, Suriye kapitalist dünya pazarının içine itilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun iç işleri üzerinde Avrupa’nın aşırı etkisinin bir sonucu olarak 1800’lerde Suriye ve Batı ekonomileri arasındaki bağımlılık ilişkisi 1920 ve 1930’lara kadar doruk noktasına ulaştı. Birçok yazar, Fransızların Suriye ekonomisini modernize etmek veya ülkede yerli bir ekonomik yapı geliştirmek için pek az şey yaptıkları konusunda görüş birliği içindedirler. Bununla birlikte Fransa’nın ekonomi politikası Suriye’nin ekonomik yapısını ve geleneksel ticaret şeklini sistematik olarak ortadan kaldırmıştır. Sömürge dönemindeki yapay politik bölünmeler, sömürge öncesi ticaret modeli üzerinde bir etki yarattı. Mesela Halep, geçmişte güneyde Türkiye ile kuzeyde Irak’la yaptığı canlı ticaret yoluyla zenginleşmişti. Fakat politik bölünmeler, bu doğal zenginlik yollarını tümüyle kapattı. Çünkü giriş vergileri ve idari kırtasiyecilik (bürokrasi) Suriye 
mallarının dış pazardaki rekabet üstünlüğünü azalttı. Diğer taraftan Suriye özel gümrük vergileri ve tarifeler sebebiyle tercih edilen Avrupa ithal mallarına boğulmuş olduğundan kendi malları ülke içinde pek itibar görmüyordu. 

Fransız mandasının temel amaçlarından biri de Suriye’nin verimli tarım sektörünü, Fransız hububat ve pamuk ihtiyacını karşılayacak bir kaynak hâline getirmekti. Bu işlemi kolaylaştırmak için de ülkede ki tarım arazilerini birkaç zengin toprak sahibinin (feodalistin) ellerinde toplamaya çalıştılar. Gerçi araziyi, toprak sahibi bir seçkin küçük zümrenin elinde toplama politikası XIX. yüzyılda, Osmanlı dönemi sırasında başlamıştı; fakat manda döneminde Fransız arazi hukuku ilkelerine uygun olarak sistematikleştirildi. Manda ayrıca Avrupalıların, Suriye’nin ipek ve tütün üretimini tekellerine almasına ve Suriye’nin yol yapımı elektrifikasyon ve demir yolu inşası gibi projeleri üzerinde söz sahibi olmasına da imkân sağladı. Nihayet Fransız Bankası ve bankacılık sisteminin ülkeye girmesi ile ülke ekonomisinin Fransa ve Batı Kapitalist pazarlarıyla bağımlı ilişkiler içine 
sokulması görevi tamamlanmış oldu. 

Diğer yerlerdeki sömürgeci güçler gibi Fransızlar da bölgedeki ırk ve din farklılıklarını kendi menfaati için kullanarak Levant Bölgesi (Doğu Akdeniz Ülkeleri) üzerindeki hâkimiyetleri sağlamlaştırmaya çalıştılar. Manda dönemi azınlıklar politikası ve Fransa’nın onlar üzerindeki “vasiyeti” asla dış destek olmadan varlığını koruyamayacak olan azınlıklara özel güç ve ayrıcalıklarsağladı. Bu nedenle mandaları altındaki Suriye’yi ve Lübnan’ı mezheplere bölüp yerli azınlıklardan kendilerine “sadık uşaklar” seçitler; bunlar statülerini korumak için Fransa’ya bağlı kalacak ve bunun sonucu Fransız sömürge yönetimi devamınca karşılıklı olarak kendi menfaatleri de olacaktır. Bu politika bölgede azınlık hâkimiyetli küçük devletler ortaya çıkarmıştır. XIX. yüzyılda Lübnan’da Marunite hâkimiyetli bir bölge meydana getirmişti ve mandaları döneminde bu bölgenin sınırlarını “emniyetle hükmede bilecekleri bütün Müslüman kesimleri” içine alacak şekilde genişlettiler. Öte yandan bugünkü Suriye’nin Kuzey Batısı olan Tarsus ve Lazkiye bölgesinde Nusayri hâkimiyetli birer devlet kurdular. Bununla da kalmayıp merkezî Suriye’yi kuzeyde Halep ve güneyde Şam arasında 
bölmeye çalıştılar. Bu münasebetle iki kent arasındaki geleneksel ayrılıkları ve rekabeti körüklemeye gayret ettiler ancak bu konuda başarılı olamadılar 
ve merkez Suriye bölünmemiş olarak kaldı. Bununla birlikte bağımsız Dürzi Nusayri Devletleri 1942’ye kadar merkez Suriye’nin idaresi altına girmediler. 

Fransız mandası, Suriye üzerinde daimî bir hâkimiyet için uzun vadeli planları olan sömürgeci ve askerî bir rejim olmaktan başka bir şey değildi. 

Mesela Fransızların manda dönemi boyunca yaptıkları askerî harcamalar, sivil harcamaların toplamının hemen hemen on katı kadardı. Fransız Askerî 
Yönetimi, Fransız sömürgeci güçlerini takviye etmek amacıyla Suriye’de Les Troupes Speciales Du Levant (Özel Doğu Akdeniz Birlikleri) adlı yerli bir 
ordu kurdular; ordunun komutan ve subayları Fransızdı, askerlerin ise büyük çoğunluğunu çeşitli yerli azınlıklardan –özellikle Dürzî ve Nusayri’lerden, az 
miktarda ise Ermeni ve Çerkez’lerden– seçtiler. Fransız azınlık politikası, Fransız rejimine bağlı kalacakları şekilde planlanan bu güçlerin yaratılması için çok dikkatlice genişletildi. Bu uygulama ve model Suriye meselelerini günümüze kadar etkilemeye devam etti.”24 

TBMM Hükûmeti ile Fransızlar arasında yapılan 20 Ekim 1921 tarihli Ankara itilafnamesi ile bölge, geçici diyebileceğimiz bir çözüme kavuşturulmuştur. Nitekim 15 Mart 1923’te Adana’ya ilk ziyaretini yapan Mustafa Kemal “… Anavatanın dışında kalan İskenderun ve Antakya Bölgelerini temsilen siyahlar giymiş bir kız çocuğuna hitaben: “Dört bin yıldır, Türk toprağı olmuş bir toprak parçası düşman elinde kalamaz” yollu bir açıklama yapmıştı.”25. 

Asıl sorun, Fransa’nın Suriye üzerindeki manda yönetimini sona erdirmesiyle ve Hatay’ın Türkiye’ye katılması ile çözümlenecektir. 

Suriye’de Fransız mandasının kurulması Türkiye ile Fransa’yı karşı karşıya getirmesi bakımından Türkiye için önem arz etmektedir. 1. “Türk- Fransız münasebetlerini en fazla etkileyen husus Fransa’nın mandası altına konulmuş olan Suriye ile Türkiye arasındaki sınır meselesi idi. Bu sebeple Fransız Hükûmeti Türkiye’deki çıkarlarının sınırlandırılmasına göz yumuş bunun karşılığında Suriye sınır meselesinde Türkiye’den tavizler koparmak istemiştir.”26 2. İskenderun sancağında yaşayan Türklerin millî kültürleri muhafaza etmesi ve geliştirmesi bakımından önemlidir. 3. Fransızların bölgedeki işgal ve zulümleri Anadolu’daki Millî Mücadele hareketinin ivme kazanması ve birliğin sağlanması açısından önemlidir. 4. İngiliz - Fransız ayrılığının belirginleşmesi ve rekabeti açısından önem teşkil etmektedir. 5. Osmanlı borçları içerisinde en çok paya sahip olan Fransa’nın Türkiye ile ilişkileri bakımından önemlidir. 

Sonuç 

Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesini sağlayan anlaşmalardan olan Mondros Ateşkes Anlaşması’nın imzalanmasına müteakiben İtilaf devletleri ile ilgili niyetlerini uygulama alanına koymaya başlamışlardır. Osmanlı Devleti’ni parçalama ve cezalandırmaya yönelik gizli paylaşma anlaşmalarını Rusya’nın savaştan çekilmesini de fırsat bilerek Osmanlı topraklarını işgale başlamışlarıdır. Sykes-Picot Anlaşması’nı temel alan bu işgal hareketleri 8 Kasım 1918’de İngilizler tarafından başlatılmıştır. Sykes-Picot Anlaşması’na göre Fransızlara düşen bölge gibi gözükmesine rağmen İngilizlerin Musul’u işgali elbette anlamlıdır. 1918 sonları ile 1919 ve 1920’de devam edecek olan bu işgal hareketlerinin amacı önce nüfuz bölgesi oluşturmak gibi gözüküyorsa da manda sisteminin oluşturulmasıyla sömürü düzeni kurulmuştur. 

Osmanlı Devleti’nden ayrılacak toprakları a sınıfı manda sistemine sokarak kendi niyetlerini sevecen ve iyi niyetli göstermeye çabalamışlardır. 

Bu sistemi mandater devletin, manda altındaki mahmi devleti eğitmeyi, kendi kendini idare edecek seviyeye getirmeyi bir görev gibi kabul etmişlerdir. 
Günümüzde, Irak’a özgürlük getirmeyi dünyaya ilan ederek Irak’ı kan gölüne çevirenlerin yaptığı da aynıdır. Manda sistemini ortaya koyan ABD Devlet 
Başkanı Woodrow Wilson’un takipçileri aynı yolu izlemektedir. Sömürgeci devletler, manda sisteminde mandaları altındaki ülkelerde yaşayan halkları 
insan yerine bile koymadan sömürmeyi tercih etmişlerdir. 

Urfa’yı, Antep’i, Adana’yı, Maraş’ı, Mersin’i, İskenderun Sancağını, Suriye’yi, Irak’ı, Filistin’i, Anadolu’yu uzun bir süre kan gölüne çeviren bu ülkelerdir. “Böl, parçala, yönet politikalarına manda sistemi vasıtasıyla ulaşmaya çabalamışlar ve yeni devlet ile devletçikler yaratmışlardır. Suriye, Ürdün, Lübnan ve İsrail bunlara örnek olarak ilk akla gelenleridir. 

Suriye üzerindeki Fransa’nın mandaterliği de bunlardan biridir. Suriye de Fransa’nın manda yönetimi sırasında yaptığı; Suriye’nin 

Cezayirleştirilmesi, Fransızcayı Arapçaya eşit hâle getirme, Arap - İslam kültürü yerine Fransız kültürünü dayatma, Suriye’nin eğitim sistemini değiştirme, bayramlarını hatta millî marşlarını değiştirme gibi uygulamalara girmişlerdir. 

Fransa’nın ekonomi politikasını uygulayarak Suriye ekonomisini modernize etme riyakârlığıyla geleneksel Suriye ekonomisi ve ticaretini sistematik şekilde bozmuşlardır. Bölgedeki ırk ve din farklılıklarını kendi çıkarları için kullanarak yerli azınlıkları kendilerine düşünmeden itaat eden uşaklar hâline getirmişlerdir. Suriye üzerindeki Fransız mandası özellikle askerî güce dayalı olarak kalmış Fransızlar da tam anlamıyla isteklerini gerçekleştirememişlerdir. 

Anadolu’nun güney kesimlerini koparmaya çalışan ve en azından kukla bir Ermeni devleti kurma niyeti ile hareket eden Fransa bu bölgede amacına ulaşamamıştır. Ancak Türk milletinin direnişi ve Mustafa Kemal gibi tarihi değiştirecek bir önderi sayesinde emperyalistlerin planları bozulmuştur. 
Kurmaya çalıştıkları devletler ile ilgili niyetlerini bugün de gerçekleşmeye çalışmaktadırlar. Kukla Ermeni Devleti, Kürt Devleti kurma ve İskenderun 
sancağını Suriye’ye bağlama düşünceleri ve böylece bölgede nüfuzlarını genişletme ve sağlamlaştırma hayalleri de suya düşmüştür. Ancak emperyalist güçler; günümüze kadar gelen nifak tohumları atma, istikrarsız, sürekli sömürge gibi kullanılacak ülkeler yaratmada başarılı olmuşlardır. İşte bu olaylar günümüz için iyi bir ibret aynası olarak karşımızda durmaktadır. Bugünkü Irak bu aynada neler olduğunu gösteren olaylarla doludur. Bu bölgeye bakanlar ve bölgenin tarihini okuyanlar için. 

Kaynaklar; 

ABDULLAH, Ömer Faruk; Suriye Dosyası, Akabe Yayınları, İstanbul 1988. 

AKYÜZ, Yahya; Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu 1919- 1922, Ankara 1988. 

EVANS, Laurence; Türkiye’nin Paylaşılması, (1914- 1924), (Türkçesi: Tevfik ALANAY) Milliyet Yayınları 1973. 

FİSHER, Sydney Nettleton; The Middle East A History, London 1966. 

Gönlübol, Mehmet – Sar, Cem; Olaylarla Türk Dış Politikası, c. I (1919-1973), Ankara 1977. 

KASALAK, Kadir; Millî Mücadele’de Manda ve Himaye Meselesi, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Yayınları, Ankara 1993. 

SONYEL, Salahi R.; Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, II, TTK Yayınları, Ankara 1991. 

UMAR, Ömer Osman; Türkiye Suriye İlişkileri (1918- 1940), Elazığ 2003. 

YERASİMOS, Stefanos; Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu, İstanbul 2000. 

Ek-1: Ankara İtilafnamesi, 1921. 

Madde 1) Her iki taraf işbu anlaşmanın imzalanmasından itibaren aralarında harbin sona ereceğini bildirirler. Ordular, mülki memurlar, ahali keyfiyetten derhâl haberdar edilecektirler. 

Madde 2) İşbu anlaşmanın imzasını müteakip, her iki tarafın harp esirleriyle mevkuf veya mahpus Türk, Fransız bütün şahıslar serbest bırakılacak ve kendilerini, tevkif eden taraf yol masrafını ödeyerek gösterilecek en yakın şehre gönderilecektir. 

Madde 3) İşbu anlaşmanın imzasından başlayarak en geç iki ay içinde Fransız kıtaları 8. maddede de yazılı hattın güneyine ve Türk kıtaları da kuzeyine çekileceklerdir. 

Madde 4) 3. maddede belirtilen müddet zarfında seçilecek bir karma komisyon bu maddenin ne şekilde tatbik olunacağını tespit edecektir. 

Madde 5) Her iki taraf boşaltılan arazide, buranın işgalini müteakip genel af ilan edecektir. 

Madde 6) Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, Misak-ı Millî’de açıkça tanınan azınlıklar haklarının, bu hususta müttefikler ile bunların düşmanları ve bazı dostlar arasında yapılmış mukavelelerdeki esaslara dayanarak kendi tarafından teyit olunacağını bildirir. 

Madde 7) İskenderun Bölgesi (Hatay) için özel bir idare usulü tesis olunacaktır. Bu mıntıkanın Türk ırkından olan ahalisi kültürlerinin inkişafı için her türlü teşkilattan faydalanacaklardır. Türk lisanı orada resmî dil olacaktır. 

Madde 8) 3. maddede zikredilen hat: İskenderun körfezinde Payas'tan başlayarak Meydan-ı Ekbez – Kilis - Çobanbeyli istasyonuna gidecek ve 
demir yolu Türkiye'de kalmak üzere Çobanbeyli'den Nusaybin'e varacaktır. Payas ile Meydan-ı Ekbez ve Çobanbeyli istasyonları Suriye'de kalacaktır. 
İşbu anlaşmanın imzasından itibaren bir ay içinde mezkûr hattı tespit etmek üzere her iki taraf delegelerinden mürekkep bir komisyon seçilecek ve bu 
komisyon tespit muamelesine nezaret edecektir. 

Madde 9) Osmanlı sülalesinin kurucusu Sultan Osman'ın dedesi Süleyman Şah'ın Caber kalesinde bulunan ve Türk mezarı ismiyle belirli türbesi müştemilatı ile Türkiye'nin malı olacak ve Türkiye oraya muhafızlar koyacak ve Türk bayrağı çekecektir. 

Madde 10) Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, Pozantı ile Nusaybin arasındaki Bağdat demir yolu parçasını, Adana ilinde yapılmış bulunan şubelerin işletme hakları ile bütün ticaret ve ulaştırma işlerini Fransa Hükûmeti'nin göstereceği bir Fransız grubuna vermesini kabul eder. Türkiye Hükûmeti Meydan-ı Ekbez'den Çobanbeyli'ye kadar Suriye arazisinde demir yolu ile askerî ulaştırma yapacaktır. 


Madde 11) İşbu anlaşma yürürlüğe girdikten sonra seçilecek bir karma komisyon Türkiye ile Suriye arasındaki gümrük işlerini düzenleyecek, bu işlem yapılıncaya kadar her iki hükûmet hareketinde serbest olacaktır. 

Madde 12) Türkiye ve Suriye, Kırık suyundan hakkaniyet üzere faydalanacak lardır. Suriye Hükûmeti, masrafı kendisine ait olmak üzere Fırat nehrinin Türkiye kısmından su alabilecektir. 

Madde 13) Madde 8 de belirtilen hududun her iki tarafında oturan yerli ve yarı göçebe halk buradaki otlaklardan faydalanacak veya emlak, araziye sahip bulunanlar eskisi gibi haklarını kullanmaya devam edeceklerdir. Bunlar işletme ihtiyaçları için serbestçe ve hiç bir gümrük veya otlak resmi ve ne de başka bir resim vermeksizin hayvanlarını, araçlarını, tohumlarını ve bitkilerini taşıyabilecek lerdir. Bunlara ait vergileri oturdukları memlekette ödemeleri kararlaştırılmış tır."27 

DİPNOTLAR,

1 Ömer Osman Umar; Türkiye Suriye İlişkileri (1918- 1940), Elazığ 2003, s. 6- 8. 
2 Stefanos Yerasimos; Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu, İstanbul 2000, s. 158. 
3 Ömer Faruk Abdullah; Suriye Dosyası, İstanbul 1988, s. 31. 
4 Yerasimos; s. 150- 151. 
5 Umar; s.11. 
6 a.g.e.; s. 13. 
7 Umar; s. 13. 
8 Yerasimos; s. 162- 163. 
9 Yahya Akyüz; Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu 1919- 1922, Ankara 1988, s. 144. 
10 Yerasimos; s. 165. 
11 Laurence Evans; Türkiye’nin Paylaşılması, (1914 - 1924), (Türkçesi: Tevfik ALANAY) Milliyet Yayınları 1973, s. 218. 
12 a.g.e.; s. 220. 
13 a.g.e.; s. 228. 
14 a.g.e.; s. 229. 
15 a.g.e.; s. 242. 
16 Evans;. s. 252- 253. 
17 Yerasimos; s. 170. 
18 Evans; s. 255. 
19 Salahi R. Sonyel; Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, II, Ankara 1991, s. 69. 
20 a.g.e. ; s. 71- 72. 
21 Sonyel; s. 72. 
22 Evans; s. 258. 
23 Akyüz; s. 58- 65. (Yahya Akyüz, Türkiye’deki Fransız menfaatlerini geniş bir biçimde izah ederken şu başlıklar altında vermektedir: 
1. Fransa’nın mali iktisadî menfaatleri, 
2. Fransa’nın Kültürel menfaatleri, 
3. Fransa’nın Doğu Kataloliklerinin koruyucusu olması ile ilgili menfaatleri, 
4. Fransa’nın siyasi – askerî menfaatleri, s. 58- 65.). 
24 Abdullah; s. 34 – 36. 
25 Stefanos; s. 187. 
26 Mehmet Gönlübol – Cem Sar; Olaylarla Türk Dış Politikası, C. 1 (1919 – 1973), Ankara 1977, s. 88. 
27 tr.wikisource.org/wiki/Ankara_İtilafnamesi (tr.wikipedia.org/wiki/Ankara_Anlaşması). 


***