8 Şubat 2020 Cumartesi

Türk Dış Politikası, Türkiye Toplumunun İki Asırlık Bunalımı

Türk Dış Politikası, Türkiye Toplumunun İki Asırlık Bunalımı 



21. Yüzyılda Türkiye’nin Dış Politika Tercihlerinin Kökenleri 


Tolga ÖZTÜRK 

Özet 

Bu çalışma Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden günümüz Türkiye’sine kadar olan Batılılaşma sürecini incelemektedir. Bu çerçevede, Türkiye’de yaşanan jakoben hareketler ele alınmıştır. Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden sonra Dünya siyasetinde önemli değişiklikler yaşanmıştır. Türkiye de bu değişimlerden etkilenmiştir. Bu bağlamda, Türkiye’de bu değişimin nasıl yaşandığı incelenmiştir. 21. yüzyılda hala devam etmekte olan 
Türkiye’deki toplumsal bunalım kendisini dış politika tercihlerinde de göstermektedir. Türkiye’nin dış politika tercihleri, batılılaşma sürecinde yaşadığı toplumsal bunalımlar çerçevesinde değerlendirilmiştir. 


Giriş 

Türkiye toplumunun iki asrı aşan siyasal bölünmüşlüğünün kaynağında yatan nedenler derin bir tarihi arka plana dayanmaktadır. Bu tarihi arka plandan kaynaklanan toplumsal bölünmüşlük ülkenin siyasal tercihlerine ve buna bağlı olarak dış politikasındaki tercihlerine ciddi biçimde yansımıştır. 

Bir Balkan İmparatorluğu olan Osmanlılar, bilhassa Sultan 2. Mehmed döneminde, İstanbul fethinden sonra -Sultan 1. Selim döneminde İslam topraklarının tek çatı altında toplandığı dönem haricinde- sürekli Batı toplumu ile ilişki içerisinde olmuştur. Batı. ile ilişkilerin büyük çoğunluğunu savaşlar oluşturuyor olsa da bu Türkiye toplumu ile Batılılar arasında sürekli bir bilgi alışverişi ve karşılıklı etkileşimi doğurmuştur. 

. Çalışmada Batı kelimesi ile 15.yüzyıldan günümüze dek Batı ve Orta Avrupalı devletler kastedilmektedir. 

Osmanlı İmparatorluğu gibi Doğu’nun büyük, çok kültürlü ve merkezi 
imparatorlukları Orta Çağ’dan 20.yüzyılın başlarına kadar varlıklarını sürdürebilmişlerdir. 

Fakat söz konusu Eski Dünya’nın merkezi imparatorluklarının yerini, reformlarını başarıyla uygulayan ve sanayi devrimini gerçekleştiren Batılı ulus devletler almıştır. Batının yükselişiyle birlikte tüm dünyaya hâkim olmaya başlamasıyla merkezi imparatorluklar ve toplumlar hızlı bir şekilde Batının etkisi altına girmeye başlamıştır. Sanayi devrimi ile birlikte gelen siyasal yapılanmalar tüm dünyanın siyasal konjonktürünü kökünden değiştirmiştir. 

Batı ile komşu olan Osmanlılarda ise değişim diğer İslam toplumlarına oranla daha farklı bir çerçevede ilerlemiştir. Daha önce Batı tarafından örnek alınan Osmanlı, sonraki çağlarda Batıyı örnek alır hale gelmiştir. Bu değişim hem devlet nezdinde, hem de toplumsal düzeyde travmalara yol açmıştır. Osmanlı Türkiye’sinden günümüze dek Batıyı takip etme ve anlamlandırma çabaları toplumsal sarsıntılara yol açarken, siyasi alanlarda da doğal olarak bunalımlara neden olmuştur. 

Türkiye toplumunun, sanayi devrimini gerçekleştiremeyip seyretmekle yetinen 
Merkezi İmparatorluğunu ağır ağır kaybetmesinden kaynaklanan bunalımı, günümüzde hala atlatılamamış tır. Türkiye toplumunun iki asırlık bu bunalımı, toplumun bir kesiminin Batılılaşma adına kendi içine yabancılaşmasını doğurmuş, diğer bir kesimin ise tepkisellikten kurtulamayarak modernleşmenin önünde engel görülmesine neden olmuştur. Bu ikilem, ülkenin iç siyasetinde şiddetli bir seyir halini alırken doğal bir biçimde dış politika tercihlerinde de kendisini göstermiştir. 

Orta Çağ’dan Günümüze Batı, Batılılaşma ve Türkiye Toplumunun Bunalımı 

Batı Avrupa’nın kültürel dünyasının temel taşı olan Hıristiyanlık, kıtanın dünya 
üzerindeki rolünü de ağırlıklı olarak belirlemiştir. Roma merkezli Katolik mezhebinin felsefesi temelde mistisizmin önemli yer tuttuğu ve dünya işleriyle temelde fazla ilgili olmayan bir boyutta olmuştur. Bu felsefe tek merkezde yönetmeye çalıştığı kıta Avrupa’sının içerisinde barındırdığı potansiyeli dışarıya da yansıtmaya engel teşkil etmiştir. Söz konusu bu kültürel yapı bünyesinde feodal bir yapıyı da barındırmıştır. Günümüzün aksine, özellikle orta çağ süresince, Batı dünyasına derin bir devletsizlik geleneği hâkim olmuştur. Söz konusu feodal yapı ve dinin merkezde konumlandırıldığı bir dünyada Avrupalılar, reformlarla içerisinde bulundukları yoksulluk kısır döngüsünü kırmayı başarmışlardır.   
Bu kısır döngüyü kırmaya başladıkları temel nokta ise bu dünya işlerinden el çektirmeye dayalı Katolik mezhebine bir başkaldırı olan Protestan mezhebinin ortaya çıkmasıyla olmuştur. 
Alman prensliklerinde ortaya çıkan Lutheryanizm 193 ve Fransa’da ortaya çıkan Kalvinizm gibi toplumun iktisadi hayatını temelden etkileyecek kültürel devrimler gerçekleştirilmiştir. 

Gerçekleştirilen zihinsel dönüşümle birlikte devlet yapısı Roma kilisesinden uzaklaşıldıkça devlet yapısını kuvvetlendirmiştir. Tanrının krallıkları artık yerini yeryüzü krallıklarına bırakmaya başlamış, feodalite ve feodal toplum yerini tüccar sınıfına terk etmeye başlamıştır. 

Birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olan bu siyasal ekonomik ve toplumsal dönüşümler, Batı Avrupa’yı kaçınılmaz biçimde küçük fakat merkezi kuvvetli ve rekabete açık devletlerle dolu bir coğrafyaya evirmiştir. Doğunun devlet geleneği olan merkezi imparatorluklarının aksine daha az renkli ve küçük olan bu siyasal yapılanmalar dünyanın kaderini sonraki yüzyıllar boyunca şekillendirmişlerdir.194 

Rekabete dayalı bir düzenin içerisine giren Avrupalı devletler öncelikle birbirleri ile şiddetli bir mücadele içerisine girmişlerdir. Bu mücadelelerde uzun yıllar süren savaşların sonunda günümüzde dahi uluslararası sistemin temel taşı olarak kabul gören Vestfalya antlaşması ile önemli bir noktaya varılmıştır. Söz konusu antlaşma ile ulus devletlerin temeli atılmış ve kıtanın içerisinde gerçekleşen rekabet daha ziyade dışarıya doğru olmuştur. 

Avrupalı devletler feodalitenin ardından oluşturdukları tüccar sınıfla birlikte yeni bir sermaye sınıfı oluşmuş, bunun ardından devlet düzenli ordular da kurmuştur. Bu modern, düzenli ordularla başta Amerika kıtası olmak üzere yeni sömürgelerle kıtaya yoğun bir zenginlik aktarmaya başlamıştır.195 

Batının zihinsel devrimi ve ardından gelen ekonomik ve siyasal devrimleriyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu önce uzun bir Batıyı izleme ve duraklama dönemine girmiştir. Esasında Osmanlı İmparatorluğunun Batıya ayak uyduramama dönemi olarak da adlandırılabilecek bu dönem, 19.yüzyılın başlarına dek sahip olunan zenginliğin ve değer birikimlerinin eridiği dönem olarak da adlandırılabilir. 

Tanzimat Fermanı’nın 1839 yılında yürürlüğe girmesinin işlev açısından Osmanlı 
Türkiye’sine kazandırdığı en önemli şeyin reforma isteklilik, ilerlemeci bir iradenin yalnızca bir beyanı olarak görülebilir. Zira Tanzimat Fermanı’nda gerçekleştirilmesi planlanan reformlar genel itibariyle yüzeysel kalmış, Batının üst yönetim yapısını taklit etmekten öteye geçememiştir. Osmanlı Devletinin tüm vatandaşlarının açık bir şekilde yargılanacağının beyan edilmesi ile Batı tarzı hukuk devleti yaratılmak istenmiştir. Erkeklere 4 yıl askerlik hizmetinin zorunlu hale getirilmesi ile modern orduyu kuran Batı yine taklit edilmek istenmiştir. Bunların yanında herkesin mal güvenliğinin güvence altına alınmasıyla birlikte 
özel mülkiyet de güvence altına alınmak istenmiştir. Bu madde ile Protestan ahlakın hâkim olduğu dünyanın ve onun yarattığı ekonomik sistemin, artık doğunun merkezi imparatorluklarında doğru olarak kabul görmeye başlaması olarak değerlendirilebilir.196 

Tanzimat Fermanı ile kabul edilen değerler dizisi, Osmanlı İmparatorluğunun zorunlu olarak terk etmek zorunda kaldığı kendi felsefesini ve bariz biçimde Batıya karşı zayıfladığını bize göstermektedir. Bu güçten düşme durumunun daha kalıcı ve toplumsal travmalara yol açan sonucu ise Tanzimat sınıfı ile birlikte oluşan bürokrat sınıf olmuştur. Batılılaşmak adına Osmanlı Türkiye’si yaptığı temelsiz taklidin cezasını sonraki yüzyıllarda ağır biçimde ödemiştir. Osmanlı İmparatorluğunun temel paradoksu feodal sınıftan, tüccar sınıfını 
yaratamaması ve yeni bir sermaye sınıfı ve zenginlik oluşturamamasından 
kaynaklanmaktadır. Söz konusu sınıfsal bir temelden yoksun olan İmparatorluk, Batının üst yapısını taklit ettiğinde ortaya çıkan tablo halk tabanından kopuk bir üst-bürokratik kesim olmuştur. Bu paradoks sürekli padişah ve bürokratik sınıfın Batılılaşma adına Avrupa’yı taklit etme girişimleri ve sonucunda gelen başarısızlıklarla süregelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu giderek kötüleşen ekonomik durumuyla hegemonya paradoksuna da düşmüş, feodal sınıf üzerinde devam etmeye çalışıldıkça sürekli toprak kazanmak zorunda kalmış, fakat karşısında Orta Çağ Avrupa’sını bulamayınca da küçülmeye mahkûm kalmıştır.197 

Osmanlı İmparatorluğu sanayi devrimini de gerçekleştirememiştir. Bu bağlamda sanayi devrimini gerçekleştiren Avrupa devletleri için 
sahip olduğu geniş topraklar, ciddi bir hammadde kaynağı anlamına gelmiştir. 

Osmanlı Türkiye’sindeki toplumsal travmanın kaynağı Tanzimat Fermanı’na dayansa da kendisini özellikle 2. Abdülhamit zamanında ciddi manada hissettirmeye başlamıştır. Ulus devlet kavramının giderek dünyanın tek seçeneği haline gelmesi, buna bağlı olarak milliyetçi akımların artması ve kendisine sürekli artan siyasi saha bulması ve bu siyasal akımların bürokratik sınıf eliyle hayata geçmesi ayrıca devlet nezdinde de paradoksa neden olmuştur. 

İmparatorlukların yapısı gereği çok uluslu olmaları milliyetçi akımlara karşı onları dirençsiz kılarken, Osmanlı İmparatorluğu bizzat kendi yarattığı bürokratik sınıfı ile kendi kendini ölüme doğru sürüklemiştir. 1908 yılındaki ikinci meşrutiyet, 1913 Bab-ı Ali baskınları adeta sonun başlangıcının habercileri olmuşlardır. İmparatorluğun bu intiharı çok uluslu yapısının düşmanı olan milliyetçi akımları bizzat kendi okullarında yetiştirdiği, Jöntürkler, İttihad ve Terakki gibi jakoben. akımlarla olmuştur.198 

. Jakobenlik veya Jakobenizm kendi ideolojisini ve görüşlerini genellikle mensubu bulunduğu halk tabanından daha kıymetli gören tepeden inmeci akıma verilen addır. Keskin devrimci olarak da kullanılır. 

Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi kendini tüketmeye başlaması esasen tarih açısından izahı kolay bir hadise olarak görülebilir. Ulus devlet modeline sahip Avrupalıların dünyaya egemen olması 20. yüzyılın başlarına dek can çekişerek de olsa yaşamaya devam eden imparatorlukların sonunu getirmiştir. 

Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğunun içerisindeki ulus devlet modeline yakın duran ve din temelli bir imparatorluktan ırk temelli bir cumhuriyet öngören siyasi kadrolar, küresel konjonktürün karşı konulmaz etkisiyle yönetimde söz sahibi olmuşlardır. 

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından tasfiye olan Osmanlı İmparatorluğu yerini Türkiye Cumhuriyetine bırakmıştır. Türkiye kurulduğu yıllar itibariyle tek partili bir sistemle birlikte, yıkılan imparatorluğunun ardından tüm siyasal ve sosyal hayatı, Atatürk devrimleriyle birlikte Batılı normlara ulaştırmaya çalışmıştır. Dönemin dünya gücü olan Batılı devletlere karşı mağlup olup, imparatorluk topraklarının çoğunu onlara teslim ederken, söz konusu mağlubiyetinin tüm faturasını da kendi sistemine ve değerlerine keserek, Batılıları taklit etme 
yoluna gitmiştir. İttihat ve Terakki döneminden başlayan bu zihniyet, daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası ile birlikte cumhuriyet döneminde de aynı çizgiden ayrılmamıştır. Halk tabanından gelen bir hareket olmamasından kaynaklı, değişim genellikle tepeden inmeci bir şekilde devam etmiştir. Jakoben zihniyet cumhuriyetin kurucu unsuru olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında yoktan var olmasının söz konusu olmadığı aşikârdır. Tüm bürokrat kadrolar, devletteki diğer yönetim kademeleri, Tanzimat Fermanında oluşmaya başlayan halktan kopuk bürokrat zihniyetinin bir devamı niteliğinde olmuştur. 

Bu gerçeklik kendisini Türk dış politikasında da 20. yüzyıl boyunca göstermiştir. 

Türk Dış Politikası: Değişen Uluslararası Sistem ve Farklı Yaklaşımlar 
Türkiye Cumhuriyeti 20.yüzyıl boyunca edilgen bir dış politika tercih etmek zorunda kalmıştır. Bu edilgen dış politikanın en temel nedenlerinden ilki Türkiye’nin imkân ve kabiliyetlerinin çok sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır. Dünya savaşından yenik çıkan ve yeni bir cumhuriyet inşası ile uğraşan ülke ilk yıllarda her daim “izleyen” ve “itaat eden” olmuş, belirleyici olmaktan ziyade örnek aldığı Batılı devletlerin çizgisinde kalan bir politika belirlemiştir. 

Atatürk döneminde daha çok toplumsal dönüşüm için gerekli olan devrimlerle 
uğraşılmıştır. Bu devrimler daha ziyade iç meseleler hakkında olmuştur. Türkiye dış politika konusunda tercihlerinin ne yönde olacağı sorunsalı ise uluslararası sistemin çalkantılı bir döneme doğru sürüklendiği İkinci Dünya Savaşı sırasında kendisini daha fazla göstermiştir. Türkiye söz konusu dönemde iki farklı Batılı gücün birbirleriyle savaşmasından dolayı, imkânlarının da farkında olduğundan, tarafsız kalıp savaşa girmemek için yoğun çaba sarf etmiştir.199 İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ise uluslararası sistem şekillenmiş ve 90’lı yıllara kadar sürecek olan Soğuk Savaş dönemi başlamıştır. 

Türkiye 1946 yılından sonra çok partili hayata geçmiştir. Çok partili hayat, İttihat ve Terakki ekolünden farklı olarak, demokrat ve halk tabanına yakın bir çizgide seyreden siyasi bir oluşum olarak, aslında yine CHP’nin içerisinden çıkmıştır. Soğuk Savaş esnasında dünya siyaseti aslında çok fazla seçme şansı bırakmadığı için devletler ya ABD ya da SSCB tarafında iki blok halinde konuşlanmışlardır. Bu bloklaşma Türkiye gibi çevre devletlerden çok, ABD ve SSCB’nin istediği bir sonuç olmuştur. Zira bu iki süper güç nüfuzlarını bu yolla 
ve oluşturdukları korkuyla kolayca arttırabilmişlerdir. Türkiye ise ABD’nin ve Batı’nın siyasi nüfuz alanındaki yerini almıştır. Dünyadaki uluslararası sistem ve Türkiye’deki siyasi hayat aslında çıkışı olmayan bir kısır döngüyü Türk toplumuna dayatmıştır. Bu kısır döngü iç politikada Türk toplumunun tercihleri her ne olursa olsun Batı’nın periferisi olmaktan öte gidemeyeceği gerçeği olmuştur. Türk toplumu bu dönemde iç çatışmalarla ve ardından gelen  darbelerle Soğuk Savaş dönemimi geçirmiştir.200 

Soğuk Savaş döneminde ülkede belirleyici rol oynayan vesayet, yasama, yürütme ve yargı güçlerini her daim kontrol altında tutmuştur. Türk siyasal hayatı sağ görüşten ya da sol görüşten olması fark etmeksizin kendisine tahsis edilen alanın dışına çıkamamıştır. Eğer bu alanın dışına çıkmaya çalışan olursa, askeri darbe ile uzaklaştırılmış, ya siyasal hayattan yargı yoluyla dışlanmış, ya da üst mercilere gerek bırakılmaksızın vesayetin elinde bulunan medya 
organlarıyla itibarsızlaştırılarak sahanın dışına itilmiştir. Türkiye toplumu aslında kendisine zorunlu olarak sunulan seçenekler arasında Batı bloğunun ön karakolu konumunda ve neoliberal ekonomi politikaların altında ezilerek büyük bir bunalıma sürüklenmiştir.201 

Türkiye 21.yüzyılla birlikte dünyada değişen uluslararası sistemin kendine tanıdığı seçenekleri değerlendirme adına farklı dış politika tercihlerine yönelmeye başlamıştır. Söz konusu değişimlerin arka planında ise toplumdaki büyük kırılma ve bir asır boyunca Türk toplumu ve devletini Batının iki asırlık vesayetinden kurtulmaya başlayan uluslararası sistem yatmaktadır. Tüm hatalarına rağmen Türkiye artık Batının kendisine çizdiği çerçevenin dışına çıkmaya başlamış ve ona göre bir dış politika belirlemiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte uluslararası sistem artık çok kutuplu bir düzene doğru evrildiğinden, Türkiye daha fazla tercih imkânı bulmuştur. 

Türkiye bu dönemde daha fazla İslam coğrafyasıyla ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır ve hala bu politikalara devam etmektedir. Aslına bakıldığında tarihi ve kültürel bağlarının çok derin olduğu Osmanlı coğrafyasına tekrar, ilişkileri kuvvetlendirmek ve bu coğrafyada daha etkin olmak adına bir dış politika yürütmeye başlamıştır.202 Türkiye’nin bu politikayı tercih etmesi beraberinde bir takım sorunlar getirmiştir. Türkiye’nin ekonomik ve beşeri kabiliyet  yoksunluğu,  teknolojik yetersizliği gibi sorunlar yaşanmaktadır. Bunun yanında Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin netleşmemesinden kaynaklı çalkantılı dönemin yaşanması ciddi sıkıntılarla karşılaşılmasına gebedir. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada, başka değişle Osmanlı İmparatorluğunun Türkiye dışındaki topraklarında günümüzde ciddi bir istikrarsızlık söz konusudur. 

Bu istikrarsızlık Türkiye’nin başta bölgesine yönelik dışa açılım politikasının 
zor bir seçim olduğu anlamına gelmektedir.203 

Türkiye Cumhuriyeti yaşadığı asırlık bunalımın ardından tarihi ve kültürel bağlarının bulunduğu topraklarda tekrar etkin olma fırsatını yakalamıştır. 
Bu fırsat Sykes-Picot. antlaşmasına razı olmayan halk tabanının da desteğiyle gerçekleşen bir fırsattır. Türkiye iç politikasında yaşadığı değişimlerin neticesinde dış politikasında da değişimler yaşamıştır. 

Tarihi geri sarmak mümkün olmadığı gibi Türkiye 21.yüzyılda Soğuk Savaş’taki 
konumundan çok daha farklı bir yerde olacağını yaşadığı toplumsal sancılardan da anlaşılmaktadır. 

. Sykes-Picot Antlaşması 16 Mayıs 1916’da Fransa ve İngiltere arasında imzalanmıştır. Antlaşma genel olarak Ortadoğu bölgesindeki Osmanlı topraklarının paylaşılmasına ve sınırların yeniden çizilmesine yöneliktir. 
Daha fazla bilgi için: Sykes-Picot Agreement, 

http://wwi.lib.byu.edu/index.php/Sykes-Picot_Agreement (Erişim Tarihi 10 Eylül 2014) 

Sonuç Yerine 

Türkiye’nin coğrafyası, tarihinde yaşadığı kırılmaların ve yaşadığı toplumsal 
travmaların kaynağını oluşturmaktadır. Batı ile Doğu’nun dünyasının farklılıkları aslında çok keskin olmuştur. Bilhassa Roma İmparatorluğundan sonra Batının devletsizlik geleneği ve çok kültürlülüğe kapalı olması, sonunda ulus devlete dayanan siyasal dünyasını oluşturmasına kadar gitmiştir. Bu dünyanın toplumsal hayatta yarattığı en önemli hastalıklardan birisi de ırkçılık olmuştur. Doğu dünyası ise Batı’nın aksine çok kültürlülüğe her daim açık olmuş, siyasi hayatta da büyük ve çok kültürlü merkezi imparatorluklarla dolu bir tarihe sahip 
olmuştur. Türkiye, coğrafi konumu gereği Doğu’nun Batı’ya en yakın olduğu bölgede bulunmasından dolayı, Batı ile her daim daha fazla alış veriş içerisinde olmuştur. Sahip olduğu Doğulu kültürü, bilhassa yönetimde bulunan reformcu bürokratik kadro, Batının kültürüyle değiştirmeye çalışmış fakat başarılı olamamıştır. Bu başarısızlık Türkiye tarihinde yüz yıldan uzun süren bir yarı-sömürge parantezi açmıştır. Söz konusu dönem Türk toplumunda imtiyazlı bir azınlığın da oluşmasına yol açmıştır. Hâlihazırda bu imtiyazlı kesim ile resmi ideolojinin devşiremediği geri kalan halkın siyasi tercihleri de farklı olmaktadır. 
İmtiyazlı kesim elinde bulundurdukları ayrıcalıkları kaybetmeye başlamış, diğer kesim ise iktidarda 21. yüzyılda ilk kez söz sahibi olmaya başlamıştır. Bu minvalde Türk dış politikası da izolasyonist olmayan, coğrafyasındaki gelişmelere kayıtsız kalmayan bir yola girmeye başlamıştır. 

Bir asırdan uzun süren aradan sonra Türkiye, uluslararası konjonktürün de yardımıyla, hinterlandında daha aktif bir siyaset izleyeme başlamıştır. Bu aktif siyasetin zorlukları Türkiye’nin uzun süren aradan sonra dışa açılımın verdiği tecrübesizlikler, dünyada olan belirsizlikler, imkânların isteklere cevap verememesi gibi kısıtlarla mücadele etmek zorundadır. Bunun yanında Türkiye’nin iç politikada yaşanan toplumsal bölünmüşlüğün sıkıntılarıyla da baş edip, ortak bir zeminde toplumun birbirine daha fazla yakınlaşması için yüksek çaba sarf etmesi kaçınılmaz olarak değerlendirilebilir. 

Kaynakça 

Kitap ve Makaleler 

Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik Türkiye’nin Uluslararası Konumu, İstanbul, Küre Yayınları, 2011 

Bruce Cronin, “The Paradox of Hegemony: America’s Ambiguous Relationship with the United Nations”, European Journal of International 
Relations, cilt 7, no 1, 2001 

François Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi 1900-1930, çev.Ali Berktay, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2013 

İlhan Tekeli ve Selim İlkin, Dış Siyaseti ve Askeri Stratejileriyle İkinci Dünya Savaşı Türkiyesi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2013 

Joseph Francis Kelly, The Ecumenical Councils of the Catholic Church: A History, St. Joseph, Liturgical Yayınları, 2009 

Oral Sander, Siyasi Tarih İlkçağlardan 1918’e,Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2007 

Turgay Merih, Soğuk Savaş ve Türkiye (1930-1960), İstanbul, Ebabil Yayıncılık, 2006 

William Cleveland ve Martin Bunton, A History of the Modern Middle East, Boulder, Westview Yayınları, 2009 


Raporlar 

Osman Bahadır Dinçer ve Mustafa Kutay, Türkiye’nin Ortadoğu’daki Güç Kapasitesi-Mümkünün Sınırları Ampirik Bir İnceleme, Usak Raporu, No 12-03, 2012 

İnternetten Alınan Kaynaklar 

Sykes-Picot Agreement, http://wwi.lib.byu.edu/index.php/Sykes-Picot_Agreement  (Erişim Tarihi 10 Eylül 2014) 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

193 Joseph Francis Kelly, The Ecumenical Councils of the Catholic Church: A History, St. Joseph, Liturgical Yayınları, 2009, s. 60-65. 
194 Oral Sander, Siyasi Tarih İlkçağlardan 1918’e,Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2007, s.72-75. 
195 A.g.e., s.98. 
196 William Cleveland ve Martin Bunton, A History of the Modern Middle East, Boulder, Westview Yayınları, 2009, s.80-84. 
197 Bruce Cronin, “The Paradox of Hegemony: America’s Ambiguous Relationship with the United Nations”, European Journal of 
      International Relations, cilt 7, no 1, 2001, s.103-104. 
198 François Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi 1900-1930, çev.Ali Berktay, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2013, s.161. 

199 İlhan Tekeli ve Selim İlkin, Dış Siyaseti ve Askeri Stratejileriyle İkinci Dünya Savaşı Türkiyesi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2013, s.22-40. 
200 Turgay Merih, Soğuk Savaş ve Türkiye (1930-1960), İstanbul, Ebabil Yayıncılık, 2006, s.92-95. 
201 A.g.e. s.245-251. 
202 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik Türkiye’nin Uluslararası Konumu, İstanbul, Küre Yayınları, 2011, s.62-70. 
203 Osman Bahadır Dinçer ve Mustafa Kutay, Türkiye’nin Ortadoğu’daki Güç Kapasitesi-Mümkünün Sınırları Ampirik Bir İnceleme, 
Usak Raporu, No 12-03, 2012, s.38-39. 

***

Obama Doktrini’nin Arap Baharı Pratiği

Obama Doktrini’nin Arap Baharı Pratiği 



MEHMET ALİ GÖNGEN*

*Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Doktora Programı 

 Özet 

ABD'nin Arap Baharı karşısında sergilediği 'çekingen' tutum uluslararası 
platformlarda tartışma konusu olmaktadır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ından bu yana dünyadaki her gelişme karşısında aktif bir rol üslenen ABD, Arap Baharı karşısında izlediği aşırı ihtiyatlı tutum, kimi akademik çevrelerce ''ABD'nin hegemonik gücünden ciddi aşınmalar olduğu'' şeklinde değerlendirilirken, kimi akademik çevreler de ABD'nin düşük profilli bu tutumunu, Obama'nın dış politikada, ''insani zorunluluklar dışında mümkün olduğunca askeri seçeneği öteleyen, zorunlu hallerde ise BM gibi çok uluslu örgütlerin meşrulaştırıcı onayını gerekli gören yaklaşımına'' bağlamaktadır. Bu bağlamda bu çalışmanın amacı ABD'nin, Arap Baharı karşısında sergilediği düşük profilli politikasının nedenlerini irdelemektir. ABD'nin dış politika ekolleri kapsamında Obama doktrini ve Arap 
baharına yaklaşımı Mısır, Libya ve Suriye bağlamında incelenecek. Bu üç ülkenin 
incelenmesinin sebebi bir yandan hem bahsi geçen ülkelerin farklı potansiyellere sahip olması hem de içinde barındırdığı farklı dengeler, Arap Baharı'na prototip örnekler teşkil ettiğinin düşünülmesi, diğer yandan ABD'nin Arap Baharı'na yaklaşımını da özetlediğine inanılmasıdır. 

Giriş 

Bu çalışma, ABD'nin Arap Baharı karşısındaki tutumunu Obama doktrini etrafında okumayı hedeflemektedir. ABD'nin Arap Baharı politikası; tek taraflı askeri müdahale seçeneğini önceleyen, ABD'nin hegemonyasını sürdürme yolunda saldırgan davranan Bush'un aksine, mümkün olduğunca diplomatik yollarla ABD hegemonyasını sağlamak isteyen, mümkün olmayan durumlarda BM, NATO gibi çok uluslu örgütlerin meşrulaştırıcı onayına ihtiyaç duyan Obama doktrini ile uyumlu olduğu ve büyük ölçüde de sonuç aldığı bu çalışmanın temel iddiasıdır. 

 ''Terörle mücadele' konsepti çerçevesinde Bush döneminde Ortadoğu'da oldukça saldırgan bir politika izleyen ABD, Obama dönemi ile beraber, Arap Baharı sürecinde askeri müdahaleyi öteleyen, daha ihtiyatlı bir politika benimsediği gözlenmektedir. Obama doktrini de denen bu yaklaşım, bazı akademik çevrelerce Bush döneminin saldırgan politikaları sonucu dünyada ciddi imaj kaybına uğrayan ABD'nin, imaj düzeltme çabası olarak yorumlanmıştır. ABD'nin, Arap Baharı karşısındaki duruşunu anlamak için, Prototip örnek olarak seçtiğimiz Mısır, Libya, Tunus gibi ülkelerle ABD'nin politikasını incelemeye çalışacağız. 

Bu üç ülkenin seçilmesinin nedeni, özellikleri tek tek incelendiğinde hem sahip oldukları/olmadıkları enerji kaynakları, hem içinde  barındırdıkları / barındırmadıkları mezhepsel/etnik farklılıkları hem de isyandan önce ABD ile olan sıcak/sıcak olmayan ilişkileri bakımından bir çok özü barındırmasıdır. 

1. Obama Doktrini 

Temmuz 2008 yılında ABD'de yapılan bir ankete göre Amerikan halkı ''Amerika'nın dünyadaki duruşunu iyileştirmeyi'' ABD'nin en önemli dış politika önceliği olarak görüyordu. Bu yönüyle Obama halkın duygularını iyi yakalamıştı 169; 

Obama seçim kampanyasında ABD'nin Irak işgalini eleştirmiş, Rusya, Çin ve İran dahil olmak üzere tüm ülkelerle ilişkilerin yeniden düzenlenmesi üzerinde durmuştu. Nitekim 20 Ocak'taki göreve başlama töreninde ''Amerika her bir ülkenin dostudur.....ve bir kez daha başı çekmeye hazırız'' demişti. 

Bush BM, DTÖ, Uluslararası ceza Mahkemesi gibi kurumların Amerika'nın egemenliğini kısıtladığını iddia ederken, halefi Obama bu örgütlerin ABD'yi daha güvenli kılacağına inanıyordu. Bu mesaj, göreve başlama töreninden üç hafta sonra, eski senatör ve Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı, Başkan Yardımcısı Joseph Biden tarafından doğrudan Avrupalı liderlerle paylaşılmıştı. 

Konuşmasında Başkan yardımcısı, ''Uluslararası ittifakların ve örgütlerin Amerika'nın gücünü azaltmadığına inanıyoruz, onları kollektif güvenliğimizi,  ekonomik çıkarlarımızı ve değerlerimizi geliştirmeye yardım ettiğine inanıyoruz. Bu yüzden katılacağız, dinleyeceğiz, danışacağız 170''. 

ABD halkının kendisine olan desteğini barışçı yöntemleri savunmasına bağlayan 
Obama, dış politikada zor kullanmayı gerektirecek seçeneklerden özenle kaçınmaya çalışmıştır. ''Dış politikada Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı olmasını içermektedir. Bush dönemindeki Neo-Con siyasi elitin tek yönlü askeri güç kullanma konusundaki aşırı istekliliğinin ABD’nin küresel imajına ve güvenilirliğine yönelik olumsuz sonuçlarına bir tepki olarak gelişmiştir''171. İlk seçim kampanyasında Guantanamo'daki kampı  kapatacağını açıklayan, Irak'ta ABD askerlerini çekeceğini söyleyen, 2009'da ABD Başkanı olarak gittiği Kahire Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada Ortadoğu'da Müslüman dünyaya 'yeni bir başlangıç' vaat eden Obama'nın bu söylemlerini bu çerçevede okumak mümkündür. 

Obama sözü geçen konuşmasında ''Hiç bir yönetim sistemi bir ülke tarafından başka herhangi birisine zorla kabul ettirilemez veya ettirilmemeli.........Barışçıl bir seçimin sonucunu çıkartmayı varsaymadığımız gibi, Amerika herkes için en iyisini bildiğini varsaymıyor. Ama tüm insanların bazı şeyler için arzu duyduğuna yönelik kararlı bir inancım var: ne düşündüğünü açıkça söyleyebilme ve nasıl yönetileceğine dair söz sahibi olma; hukukun üstünlüğü ve adaletin eşit yönetimine güven; şeffaf ve halktan çalmayan bir yönetim, seçtiğin gibi yaşama özgürlüğü. Bunlar sadece Amerikan fikirleri değil; bunlar insan hakları. Ve işte 
bu yüzden bunları her yerde savunacağız''172. Konuşma incelendiğinde bir yandan ABD'nin müdahaleci olmayacağı ama diğer taraftan insan haklarını savunacağı sonucuna varabiliriz. Kuşkusuz en önemli mesajı şu cümlesinde gizli: ''Amerika herkes için en iyisini bildiğini varsaymıyor''. Bu cümle Bush döneminin kötü izlerini silmeyi hedefleyen söz olarak değerlendirilmelidir. 

Ancak yine de yukarıda özetleyemeye çalıştığımız Obama doktrinin de öne çıkan 
'insan hakları konusunda duyarlı olmak'' ve '' doğrudan askeri güç kullanımı konusunda aşırı ihtiyatlı olmak'' saptamasında, çıkarlarla idealler çatıştığında Obama'nın ABD çıkarlarını tercih etmekte tereddüt etmediğini belirtmek gerekir. Bu yönüyle Arap Baharı güzel bir örnektir. Mısır'daki ayaklama da bir süre tereddüt yaşayan Obama yönetimi halkın kararlılığı karşısında yıllardır Amerika'ya dostça politikalar izlemiş Mübarek'in gitmesi yönünde tavır alırken, Bahreyn konusunda Suudi Arabistan'ın Bahreyn yönetimini desteklemek üzere asker göndermesi karşısında sessiz kalmıştır173. Burada Bahreyn'in özel konumuna değinmek yerinde olacaktır: Bahreyn tarihsel olarak İran'ın üzerinde hak iddia ettiği bir ülkedir. 1970'lere kadar İran Bahreyn'i bir eyaleti olarak görüyordu. Ülke nüfusunun %70'i Şii olmasına karşılık Sünni bir hanedan iktidardadır. Diğer yandan Suudi Arabistan'ın sınır komşusu olması sebebiyle ülke İran ve Suudi Arabistan arasında hem mezhepsel hem de siyasi olarak çekişme alanı durumundadır. Daha da önemlisi ülkede ABD'nin askeri üssü 
vardır174. Mısır konusunda isyancıları destekleyerek Suudi Arabistan'ı hayal kırıklığına uğratan ABD, Suudi Arabistan'ın, Bahreyn'e asker göndermesine sessiz kalarak hem isyan sonrası oluşabilecek İran etkisindeki bir yönetime müsaade etmemiş oldu hem de bölgedeki önemli müttefiki olan Suudi Arabistan'dan yana tavır almış oldu. Ulusal çıkarlar ve idealler arasındaki çelişkide çıkarların tercih edilmesi 'insan hakları konusunda duyarlılığı' ciddi 
biçimde anlamsızlaştırırken 'askeri müdahale konusunda aşırı tedbir belki de Obama yönetimi ile ilgili üzerinde en çok durulması gereken konu olarak kalıyor. 

Son on yılda Irak işgalinin merkeze oturduğu ABD'nin Ortadoğu politikasının siyasi ve maddi maliyetinin çok yüksek olduğu kanısında olan Obama yönetimi gerek Ortadoğu gerekse Çin ve Rusya ile ilişkilerde Bush döneminin tek başına hareket eden tavrından uzaklaşmaya çalışarak müttefikleriyle daha fazla işbirliği içinde hareket eden bir politika benimsediği söylenebilir. Irak işgalinde 5000 Amerikan askerinin hayatını kaybetmesi, 1 trilyon dolar üzerindeki savaş faturası ve prestij kaybı, Obama yönetiminin bu politikalarında belirleyici olmuştur 175. 

Birol Akgün'ün özetlediği gibi, ''Obama, kendisini ne Jefferson gibi “özgürlüğün 
imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir. Sözde özgürleştirici bir misyonun Vietnam’dan Irak’a kadar pek çok örnekte Amerika’ya olan maliyetini iyi bilen Obama, dış politikada yeni felaketlerle karşılaşmamak için ABD’nin kendi dar çıkarları temelinde değil, ancak ve ancak diğer ülkelerle birlikte hareket ederek sonuç alabileceğine inanmaktadır. Bu bağlamda da askeri güç kullanmak için BM gibi çok uluslu örgütlerin meşrulaştırıcı onayını gerekli görmektedir''176. Obama'nın 
inandığı bu ekolün teorisyenlerinden Joseph Nye'nin ifadesi ile, ABD, Dünyanın 
efendisi/jandarması değil dünyanın lideridir177. 

2. ABD'nin Arap Baharı Karşısındaki Tutumu 

2.1. Mısır 

Arap Baharı öncesi Mısır ile ABD ilişkilerine bakıldığında, 1967 yılında Mısır'ın 
İsrail'e karşı kaybettiği savaş kırılma noktası olarak kabul edilebilir. Çünkü bu tarihten önce Camal Abdül Nasır yönetimindeki Mısır, Arap dünyasının liderliğine soyunmuş, bu çerçevede 1958-1961 arası kısa dönemli Suriye ile birleşme yoluna gitmiş178, Arap milliyetçiliği söylemleri ile anti Amerikan ve İsrail yönünde politikalar benimsemiş ve Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği cephesinde yer almıştı. Ancak 1967-1973 savaşlarından sonra Cemal Abdül Nasır'ın yerine Mısır Cumhurbaşkanı görevine gelen Enver Sedat'ın İsrail ile 
ABD gözetiminde Camp David sürecini başlatması ve bunun sonucu olarak İsrail'i resmen tanıması sonrasında Sovyetler Birliği ile olan yakınlığına son vererek ABD bloğuna geçti. Bu gelişme Arap Dünyasında büyük tepkilere sebep olmuş, Mısır Arap Birliğinden ihraç edilmiş ancak diğer taraftan Camp David ile birlikte Mısır, ABD'den yılda 1,5 milyar dolar askeri yardım paketi almıştır. Böylece Sovyetler Birliği bloğundan ABD bloğuna dönüş yapan Mısır, Hüsnü Mübarek döneminde de bu tavrını korumuş, bunun sonucu olarak belirtilen 
yardımlar her yıl düzenli olarak sürmüştür179. 

1970'li yılların ortalarında başkan olan Enver Sedat'ın İsrail ziyareti ve ardından 
1979'da İsrail ile imzalanan barış anlaşmasından Arap Baharına kadar geçen süreçte Mısır, ABD'nin Ortadoğu politikasına uygun davranan önemli bir müttefikti. Bu sebeple Mısır'da isyan başladığında ABD, Özellikle İsrail ve Suudi Arabistan'ın Hüsnü Mübarek lehine söylemlerde bulunması ile beraber bir müddet tereddüt yaşadı180. Ancak durumun iyice kontrolden çıktığını gören ABD, ''kazanacak tarafta'' olmayı seçti. ABD, ayaklanmanın yörüngesinden çıkıp sadece Mısır'daki düzeni değil, İsrail ile olan ilişkileri de etkileyeceği kaygısı taşırken, orduyu devreye sokarak ya da ordunun bu inisiyatifi almasını destekleyerek, Hüsnü Mübarek'in yönetimden ayrılmasını hızlandırdı 181. Mübarek sonrası seçimle yönetime gelen Müslüman Kardeşler destekli Mursi için, Kasım 2012'de İsrail'in Filistin'e saldırması sonun başlangıcı olmuştur. Filistin'e saldırı karşısında Mursi'nin iki seçeneği vardı; ya birçok Arap ülkesi gibi sessiz kalacaktı ya da bu saldırı karşısında sesini yükseltecekti. Devrimin sesleri hala sokaklarda yankılanırken, istese de, sessiz kalamazdı. Nitekim HAMAS ve EL-
Fetih arasında arabuluculuk rolünden, Arap ülkelerinin Filistin'e yardım etmesine kadar bir çok konuda aktif rol alan Mursi'nin askeri darbe ile yönetimden uzaklaştırılması ABD dış işleri başkanı John Kerry tarafından, "Mısır'da ülkenin kaos ve şiddete doğru gitmesinden endişelenen milyonlarca insan ordudan müdahale etmesini istedi"182 şeklinde yorumlandı. 

2.2. Libya 

Libya, Avrupa'ya yakın olması, Avrupa ile Afrika arasında bir geçiş noktasında 
bulunması dolayısıyla stratejik öneme sahip bir ülkedir. Aynı zamanda Libya petrol zengini bir ülke olması da önemini arttırmaktadır. OPEC 2013 verilerine göre Libya dünya kanıtlanmış ham petrol rezervleri sıralamasında sekizinci, doğal gaz rezervleri sıralamasında ise yirmi birinci sıradadır.183 Batı ve özellikle de ABD karşıtı söylemleri dikkat çeken kırk yıllık Muammer Kaddafi iktidarı, Libya'yı Arap Baharı'ndan önce uluslararası siyasette önemli kılan başka bir olguydu. 

Arap Baharı'nın başlangıç noktası olan Tunus ve sonrasında Mısır ile kıyaslandığında Libya'da isyan çok daha çatışmalı geçti. 40 yıldır iktidarda olan Kaddafi'ye karşı 17 Şubat'ta isyancılar tarafından ilan edilen 'öfke günü' sonrası gösteriler yoğunlaşmış ve bütün ülkeye yayılmıştı 184. Ülkenin denetimini hızla kaybeden Kaddafi, sivilleri yönelik saldırılarını yoğunlaştırınca 24 Mart'ta NATO, ülke üzerinde uçuşa yasak bölge uygulayarak  ve  Kaddafi'nin askeri üsslerine, tank sıralarına ve diğer askeri varlığına büyük ölçekli hava saldırıları yürüterek duruma müdahale etti. Obama yönetimi Libya konusunda geniş çaplı ve direkt bir askeri müdahaleden ziyade hava ve açık deniz askeri operasyonlarını diğer NATO ülkeleri ile paylaşmış, Libya'daki kara savaşını isyancılara bırakmıştı. Obama bu durumu 'yük sadece ABD'de olmamalı'' sözleriyle özetlemişti 185. 

ABD doğrudan doğruya Libya'nın iç işlerine müdahale etmemeye özen göstermiş, isyanın iç savaşa dönüşmesi ile beraber ülkedeki sivillerin durumu üzerinden BM ve NATO gibi çok uluslu örgütleri harekete geçirmeye 
çalışmıştır. Nitekim Libya konusunda Obama BM Güvenlik Konseyi kararı çıkmadan ABD askerlerine silah kullanma yetkisi vermemiştir. Obama'nın 28 Mart 2011 tarihli konuşması ABD'nin Libya müdahalesi ile ilgili tutumunu açıkladığı gibi Obama'nın ABD'ye küresel çapta biçtiği misyonu da özetlemektedir; '' Elbette ki Amerika baskı olan her yere kendi ordusunu gönderemez. Biz müdahalenin risklerini ve maliyetini göz önüne alarak, her zaman harekete geçmenin gerekliliği hususunda önce kendi çıkarlarımızı düşünmeliyiz. Ancak bu, doğru olanı yapmayı sonsuza kadar engelleyecek bir argümana dönüşmemelidir…. Ülkemizin bu kadar çok acil sorunu varken, ABD’nin dünyanın polis gücü olarak hareket etmesi beklenmemelidir… 

Baskıcı rejimlere karşı harekete geçme yükümlülüğü yalnızca Amerika ’nın  olmamalıdır…  Biz Libya’da sivil halk dehşet derecesinde bir şiddete maruz kaldığı için harekete geçtik 186.” 

Libya'ya Müdahale konusunda ABD geniş bir ittifak sağlamıştı. Koalisyona İngiltere, Fransa, Kanada, Danimarka Norveç, İtalya, İspanya, Yunanistan, Türkiye gibi ülkelerin yanı sıra Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Arap ülkelerini de katmıştır187. 20 Ekim günü isyancılar tarafından memleketi Sirt'te bir kanalizasyon çukurunda yakalanan Kaddafi'nin katledilmesi ile isyan nihayete ermiştir. Mısır'da 'sadık müttefiki' Mübarek'e karşı önceleri ılımlı bir tutum sergileyen daha sonra halkın kararlılığı ile beraber 'kazanacak tarafta' olmayı 
seçen ABD, isyan sonrası yönetime gelen İslami tandaslı Müslüman kardeşlerin askeri darbe sonrası yönetimden uzaklaşmasına ses çıkarmamış, petrol zengini Libya'da ise ABD aleyhine politikalar üreten Kaddafi'ye karşı BM ve NATO'yu harekete geçirerek, hatta liderliği Fransa'ya bırakarak sonuç almıştır. 

2.3. Suriye 

ABD'nin Suriye ile ilgili genel politikalarına baktığımız zaman soğuk savaş 
döneminden beri olumlu şeylerden bahsetmeye imkan yoktur. Soğuk savaş döneminde SSCB bloğunda yer alan Suriye'nin İran ile olan yakın ilişkileri, İsrail'e karşı mücadele eden HAMAS, Hizbullah gibi örgütlere destek vermesi sonucu ABD tarafından 'şer ekseni', 'haydut ülke' gibi tanımlamalara maruz kalmıştır. Bu sebeplerden dolayı Suriye, ABD açısından uluslararası sistemin dışında olan bir ülkedir. Ayrıca, Suriye'nin Rusya ile iyi ekonomik ilişkilere sahip olduğunu ve Rusya'nın en büyük askeri üslerinden birinin bu ülkede olduğunu 
not etmek gerekir. Suriye'ye içeriden bakıldığında da içinde bir çok dengeyi barındırdığı söylenebilir. Suriye'de nüfusun % 10'unu oluşturan Aleviler iktidarı elinde bulundurmaktadır. Suriye'de %10-15 arasında bir Kürt nüfus vardır ve ayaklanma başlayıncaya kadar temel haklardan yoksundular; Bir çoğu vatandaş sayılmadığından dolayı kimlikleri yoktu. Bu sebepten dolayı mülk edinemiyorlar, resmi olarak evlenemiyorlar, çocuklarını okula gönderemiyorlardı. 

2011’de Dera’da başlayan ayaklanmalar karşısında ise ABD gelişmeleri yakından izlemiş ve Esad yönetimine şiddet kullanmamasını, muhaliflerle siyasi diyalog başlatmasını önermiştir. Olayların tırmanması üzerine ABD konuyu bir yandan BM gündemine taşırken, diğer yandan Türkiye ve Arap Birliği ülkeleriyle yakın temasa geçmiştir. 

Yeni ABD dış politikasına uygun olarak, Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini desteklemiş tir 188. Bu çerçevede ancak 2011 Ağustos ayında Başkan Obama artık Esad yönetiminin gitmesi gerektiğini açıklamıştır. 6 Şubat 2012 tarihi itibariyle de diplomatlarını geri çekmiştir. Bundan sonraki süreçte ''Esad gitmeli'' şeklinde bir politika izleyen ABD 
yönetimi bu doğrultuda BM gündemini getirdiği Suriye'ye müdahale ile ilgili her zaman Rusya ve Çin'in vetosuyla karşılaşmıştır. Bunun üzerine ABD yönetimi Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler ile Arap Ligi, İslam Konferansı Örgütü gibi çok uluslu örgütleri devreye sokarak sonuç almaya çalıştı. Diğer taraftan Suriye'de iç savaş uzadıkça hem Suriye'deki iç dengeler hem de bölgesel dengeler yüzünden savaş, tam bir mezhepsel eksene oturdu. Bölgesel bloklaşma: Bir taraftan Esad rejimi, İran ve Hizbullah diğer taraftan Suudi 
Arabistan, Türkiye, Katar şeklinde oldu. Mezhepsel bloklaşma en çok Esad rejimine yaradı. Çünkü böylelikle Esad, Sünni tehdidine karşılık her zaman yanında yer alacak bir Alevi ve Hıristiyan azınlığın desteğini çok güçlü bir şekilde sağlayabilmiştir . Bu durum aynı zamanda muhaliflerin birleşmesi önünde önemli bir engeldir. Bu da sorunu kendi içinde daha çıkılmaz hale getirmiştir. Mezhepsel olarak bölünen Suriye muhalefeti diğer yandan etnik olarak da bütünleşemedi. 

PYD öncülüğünde örgütlenen Kürt muhalefeti hiçbir tarafta yer almayacağını 
kendi bölgelerine saldırı olmadıkça kimseyle savaşmayacaklarını ilan ederek Kürt yoğunluklu bölgelerde yönetimi ele geçirdi. 

ABD Başkanı Obama’nın 6 Mart 2012 tarihli basın toplantısında Suriye'ye askeri 
müdahale hakkında söyledikleri bu çıkmaza işaret etmektedir. 

Durumun Libya'dakinden çok farklı olduğunu ve bu sebeple ABD’nin tek taraflı askeri harekât düzenlemesini yanlış bulduğunu vurgulayan Obama, “Libya konusunda biz uluslararası toplumu harekete geçirdik, BM Güvenlik Konseyi’nin onayını aldık, bölgedeki Arap ülkelerinin tam desteğini sağladık ve askeri hareketin kısa zamanda sonuç getireceğine emin olduktan sonra harekete geçtik. Suriye’de ise durum çok daha karmaşıktır 189” dedi. ''Çok daha karmaşıktır' belirlemesi kuşkusuz hem BM'de sağlanamayan ittifaka hem de Suriye'deki mezhep ve etnik temelli bölünmüşlüğe işaret etmektedir. Çünkü mezhepsel bir eksene oturan problem yüzünden hem içte muhalefet arasında bir birlik sağlanamamakta hem de dış müdahalenin diğer Şii nüfusa sahip Lübnan, Yemen, Bahreyn ve Kuveyt gibi ülkelerde ne gibi sonuçlar doğuracağı ve 
giderek bunun bütün bir İslam coğrafyasında ne gibi kaoslara sebep olacağı 
ön görülememektedir 190. Nitekim bugün Irak ve Yemen'de yaşananlar izlendiğinde bu kaygının yersiz olmadığı anlaşılmaktadır. İki ülkede de mezhep savaşları yaşanmaktadır. 

Bu arada özellikle 2012 baharında cihadist örgütlerin Suriye'de iç savaşa aktif olarak dahil olması ABD'nin Suriye iç savaşına daha tereddütlü yaklaşmasına sebep olmuştur. İŞİD, El-Nusra gibi cihadist örgütlerin iktidarı ele geçirmesinden çekinen ABD yönetimi Esad- cihadist örgütler ikileminde kalmıştır. İŞİD ve El-Nusra gibi örgütlerin başlarda ÖSO tarafında görünmesi, ABD'nin ÖSO ve Suriye Ulusal Konseyi'ne de şüpheli yaklaşmasına sebep oldu. ABD eski diş işleri bakanı Hilery Clinton'un 1 Kasım 2012'de Hırvatistan'da ' Suriye Ulusal Konseyi bütün muhalefet temsil etmiyor191' sözlerini bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Cihadist örgütlerin savaşa katılımı ile beraber bir taraftan bölgede mezhepsel gerilim artarken, diğer taraftan başlarda Esad rejimine karşı mücadele ettikleri 
düşünülen bu örgütler bazen kendi aralarında bazen özgür Suriye Ordusu ile bazen Kürt muhalefeti olan PYD ile savaştıkları görüldü. Savaş Suriye'yi aşarak Irak'a sıçradı. Özellikle IŞİD, Şiilerin iktidarda olduğu Maliki hükümetine karşı savaşarak Irak'ın bazı bölgelerini ele geçirdi. 

Bu süreçte ABD yönetimi BM ve Arap Ligi gibi çok uluslu örgütleri devreye sokarak geri planda durmayı tercih etti. Bu çerçevede BM ve Arap Ligi BM eski genel sekreteri Kofi Annan'ı taraflar arasında arabuluculuk yapmak üzere görevlendirdi. Uluslararası diplomasinin çözüme yönelik çabaları bağlamında, ABD 30 Haziran 2012'de Cenevre'de ve Ocak 2014 Monrtö'de yapılan ve Cenevre-1 ve Cenevre -2 diye anılan girişimlere destek verdiyse de bu 
çabalardan bir sonuç çıkmadı. 

 Rusya ve Çin'in Suriye'ye yönelik silah ambargosu dahil her yaptırımı veto etmesi, mezhepsel çatışma ve bu çatışmanın bütün Ortadoğu'ya yayılma riski, etnik bölünme, cihadist örgütlerin kaos ortamından yararlanarak güçlenmeleri ve hem Suriye'de yönetimi ele geçirme hem de Irak gibi komşu ülkelerde tehdit oluşturmaları ABD'yi Suriye meselesinde daha dikkatli adım atmak zorunda bırakmıştır. Nihayet Selefi Cihadist İŞİD örgütünün 11 Haziran 2014'te Musul'u ele geçirmesi ile Irak'ı teslim alan mezhepçi savaş karşısında da ABD'nin 
tutumu değişmedi. Başlarda gelişmeleri takip etmekle yetinen ABD yönetimi, tehdidin Kürdistan Bölgesel Yönetimine yönelmesi karşısında, önce İŞİD'e karşı hava saldırısında bulunmuş, sonra uluslararası ittifak girişimlerine hız vermiştir. ABD, Irak ve Suriye'de İŞİD'e karşı olası müdahale senaryolarına başta Avrupa ülkeleri olmak üzere Katar, Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye gibi Sunni bölgesel güçleri de dahil etmeye çalışmıştır. Başkan Obama 20 Eylül 2014'te Suriye ve Irak'a müdahale ile ilgili sarf ettiği sözler Libya müdahalesi sırasında 
yaptığı değerlendirmenin kopyası gibiydi; "Ağustos ayından bu yana Amerikan pilotları, Irak'ta bu teröristlere karşı 170'i aşkın hava saldırısı gerçekleştirdi. Şimdi bu hava saldırılarında Fransa da bize katıldı. Bu teröristlere karşı, Irak ya da Suriye'de harekete geçmek için tereddüt etmeyeceğiz" ifadelerini kullandı. Bunun tek başına ABD'nin savaşı olmadığının altını çizen Obama, Amerikan askerlerini Irak yada Suriye topraklarına savaşa yollamayacağı nın bir kez daha vurguladı. Obama, "Sahadaki ortaklarımıza, kendi ülkelerinin geleceğini güvence altına almaları için, kendi yeteneklerimizi kullanarak yardımcı olmak daha 
etkili olacaktır. Hava gücü kullanacağız, ortaklarımıza ekipman ve eğitim desteği sağlayacağız. Tavsiyelerde bulunup yardımcı olacağız. Bu mücadelede geniş bir uluslararası koalisyona liderlik edeceğiz. Bu ABD'nin IŞİD ile mücadelesi değil, bu bölge insanlarının, dünyanın IŞİD ile mücadelesi 192" dedi. 

Sonuç 

Dünyada düzeni koruma/sağlama adına Irak ve Afganistan'ı işgal eden, Irak'ta ve Guantanamo'da askerlerinin yaptığı işkence görüntüleri ile sadece Ortadoğu'da değil bütün dünyada büyük bir imaj kaybına uğrayan ABD, Obama ile beraber imaj düzetme yoluna gitmiştir. Bu çerçevede ABD'nin Arap Baharı'na karşı izlediği politika incelendiğinde mümkün olduğunca askeri seçenekten uzak durduğunu, fakat çıkarları doğrultusunda sonuç aldığını söylemek mümkündür. Afrika ve Avrupa arasında önemli bir stratejik noktada bulunan, isyandan önce ''haydut devlet'' olarak tanımladığı petrol zengini Libya'da, BM ve NATO' üzerinden sonuç almasına bilen ABD, Mısır örneğinde olduğu gibi Ortadoğu'da kendi çıkarlarını tehdit altında gördüğünde Mısır'ın iç dengelerinden faydalanarak İslami tandaslı bir iktidarın uzun soluklu olmasını engellemiştir. İsyandan önce ''şer ekseni'nde'' sınıflandırdığı Suriye'de ise, gerek mezhepsel iç ve bölgesel dengeleri gerekse cihadist örgütlerin iktidara gelme olasılıklarına karşı ikilemde kalan ABD yönetiminin, zaman zaman geliştirdiği kısa dönemli politikalar çelişkili görünse de aslında temel olarak Obama Doktini olarak özetlediğimiz ''askeri güç kullanımı konusunda aşırı ihtiyatlı olan, askeri güç kullanmak için çok uluslu örgütlerin meşrulaştırıcı onayını gerekli gören'', ABD'nin küresel imajını  düzeltmeye dönük, yeni Amerikan yaklaşımı ile uyumlu görünmektedir. 


Kaynakça 

Akgün, Birol, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012. 

Arıboğan, Deniz Ülke, Büyük Resmi Görmek, İstanbul, Timaş Yayınları, 2013. 

Kanat, Kılıç Buğra, Amerikan Dış Politikasının Bir Darbeyle İmtihanı, 10 Temmuz 2013, 
http://setav.org/tr/abd-dis-politikasinin-bir-darbeyle-imtihani/yorum/6900 erişim Tarihi, 30 Nisan 2014. 

Cebeci, Erol A. ve Diğerleri, Başkanlık Seçimleri Sonrasında ABD'nin Ortadoğu Politikası, SETA Analiz, Sayı:54, Ekim 2012. 

Çakmak Cenap Çakmak, Arap Baharı Sürecinde ABD'nin Dış Politikası, İçinde Arap Baharı: Ortadoğu'da Demokrasi Arayışı ve Türkiye Modeli, Editör: Murat Aktaş, Ankara, Nobel Akademik Yayıncılık , 2012. 

Çubukçu Mete, Yıkılsın bu Düzen, Arap Ayaklanmaları ve Sonrası, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012. 

Djalılı Mohammad-Reza ve Kallner Thierry, Arap Baharı Karşısında İran ve Türkiye, İstanbul, Bilge Kültür Sanat Yayıncılık, 2013. 

Hook Steven W. ve Spaniner John, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayınevi, 2013. 

Özkan Mehmet, Mısır Dış Politikası: Dünü, Bugünü, Sorunları, SETA, sayı:88, Mart 2014 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

169 Steven W. Hook, John Spaniner, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayıevi, s, 359. 
170 Steven W. Hook, John Spaniner, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayıevi, s, 330. 
171 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,11. 
172 Steven W. Hook, John Spaniner, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayıevi, s, 351. 
173 Erol A. Cebeci ve Diğerleri, Başkanlık Seçimleri Sonrasında ABD'nin Ortadoğu Politikası, SETA Analiz, Sayı:54, Ekim 2012, s, 6-7. 
174 Mohammad-Reza Djalili, Thierry Kallner, Arap Baharı Karşısında İran ve Türkiye, Bilge Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2013, s.,62-63. 
175 Erol A. Cebeci ve Diğerleri, Başkanlık Seçimleri Sonrasında ABD'nin Ortadoğu Politikası, SETA Analiz, Sayı:54, Ekim 2012, s, 4. 
176 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,12. 
177 Deniz Ülke Arıboğan, Büyük Resmi Görmek, İstanbul, Timaş Yayınları, 2013, s. 62. 
178 Mehmet Özkan, Mısır Dış Politikası: Dünü, Bugünü, Sorunları, SETA, Mart 2014, Sayı:88, s,9. 
179 Mete Çubukçu, Yıkılsın bu Düzen, Arap Ayaklanmaları ve Sonrası, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012 , s,192. 
180 Kılıç Buğra Kanat, Amerikan Dış Politikasının Bir Darbeyle İmtihanı, 10 Temmuz 2013, 
      http://setav.org/tr/abd-dis-politikasinin-bir-darbeyle-imtihani/yorum/6900 erişim Tarihi, 30 Nisan 2014. 
181 Mete Çubukçu, a.g.e., s, 192. 
182 BBC Türkçe, Kerry: Mısır Ordusu Demokrasiyi geri getirdi. 2Ağustos 2013 
      http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/08/130802_kerry_misir.shtml, Erişim Tarihi, 15 Nisan 2014. 
183 http://www.opec.org/opec_web/static_files_project/media/downloads/publications/ASB2013.pdf , erişimtarihi 2 Nisan 2014. 
184 Çubukçu, Yıkılsın bu Düzen, Arap Ayaklanmaları ve Sonrası, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012 , s,116. 
185 Steven W. Hook, John Spaniner, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayıevi, s, 357. 
186 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), 
Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,11-12. 
187 Cenap Çakmak, Arap Baharı Sürecinde ABD'nin Dış Politikası, İçinde Arap Baharı: Ortadoğu'da Demokrasi Arayışı ve Türkiye Modeli, 
Editör: Murat Aktaş, Ankara, Nobel Akademik Yayıncılık , 2012, s.90. 
188 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), 
Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,13. 
189 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), 
Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,14. 
190 Mete Çubukçu, Yıkılsın bu Düzen, Arap Ayaklanmaları ve Sonrası, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012 , s,200. 
191 http://www.usasabah.com/Guncel/2012/11/1/suriye-ulusal-konseyini-sildi, erişim tarihi, 13 Mayıs 2013. 
192 Radikal, Obama: Dünya ABD'ye, ABD askerlerine güveniyor, 20 Eylül,2014, 
  http://www.radikal.com.tr/dunya/obama_dunya_abdye_abd_askerlerine_guveniyor-1213936, Erişim Tarihi, 21 Eylül, 2014. 


***


Dekolonizasyon Süreci ve Sonrasında ABD-Afrika İlişkileri

Dekolonizasyon Süreci ve Sonrasında ABD-Afrika İlişkileri 



HURİYE YILDIRIM
Dekolonizasyon Süreci ve Sonrasında ABD-Afrika İlişkileri 


Özet 

Afrika toplumları Batılı devletlerin teknolojik ve akabinde ekonomik gelişmelerinin ardından dünya üzerindeki izledikleri emperyalist politikaların altında uzunca yıllar yaşam mücadelesi vermiştir. İkinci Dünya Savaşından sonra uluslararası camiada yükselen milliyetçilik olgusu Afrika’yı da etkileyerek bu bölgede milli bilincin oluşarak sömürge yönetimlere karşı bağımsızlık mücadelelerinin verilmesine neden olmuştur. Soğuk Savaş döneminde Afrika toplumların milli mücadeleleri ABD ile SSCB rekabetinden de etkilenmiştir. 
Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde SSCB’nin Afrika’da başarısızlığa uğrayarak kıtadan ayrılması, ABD’nin politikalarında bir değişikliğe neden olmuştur. 1990’lı yıllarla ABD’nin dış politika konseptindeki ekonomik çıkarlar temelli değişiklikler bu dönemde Afrika’ya yönelik stratejilerinde de bir değişime neden olmuştur. 

Giriş 

Afrika, 16. yüzyıldaki Batılı ekonomik gelişmeler sonucunda Avrupalı devletler 
tarafından başta kölecilik ve devamında sömürgeci yönetimler aracılığıyla sömürülmeye başlanmıştır. 1884-1885 yıllarında gerçekleştirilen Berlin Konferansı sonrasında ise Afrika kıtası Avrupa’nın sömürgeci güçleri tarafından paylaşılmıştır.135 İkinci Dünya Savaşından sonra ise Afrika’da milli bilinç gelişip bağımsızlık hareketleri oluşmaya başlaması, ABD ve SSCB arasında kıyasıya süren Soğuk Savaş dönemiyle eş zamanlı olarak gerçekleşmiştir. Bu çerçevede Soğuk Savaş döneminde ABD’nin Afrika politikası komünizmin bu kıtada yayılıp 
kendisine tehdit olarak yönelmesini önleme temelinde yükselmiştir. Bunun yanında Afrika maden ve mineralleri de ABD’nin kıtaya yönelik politikasında önemli bir yere sahiptir. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise komünizm tehdidinin ortadan kalkmasına rağmen Amerikan ulusal çıkarlarının güvenliği ve petrol imtiyazları Washington’ın Afrika’ya yönelik ilgisinde etkendir. Aynı zamanda savaşlar, hastalık, yoksulluk ve kıtlık gibi sorunların etkisiyle yıllarca 
uluslararası sistemde varlığını koruyan ‘’Afrika Pesimizmini’’nin yerini, kıtanın enerji, hammadde, pazar ve işgücü potansiyelinin gelişen ve gelişmekte olan ülkeler nezdinde önem kazanmasıyla ‘’Afrika Optimizmi’’nin aldığını söylemek mümkündür. Bu çerçevede Çin, Rusya, Fransa ve İngiltere ile beraber ABD de Afrika kıtasındaki çıkar rekabetinde yerini almış, bu doğrultuda dış politikasında önemli yapılanmalara girişmiştir. 

ABD’nin Afrika politikalarının genel bir özeti durumundaki bu çalışmada İkinci 
Dünya Savaşının ardından uluslararası yapıdaki değişimle beraber Afrika kıtasındaki milli uyanış ve bağımsızlık hareketleri çerçevesinde gelişen ABD’nin bölgeye yönelik politikalarının genel eğilimleri analiz edilmektedir. 
Burada Soğuk Savaş dönemi ve sonrasındaki dönemlerde ABD’nin Afrika’ya yönelik politikalarında gözlemlenen temel değişikler incelenmektedir. Sonraki bölümde ise ABD’nin dış politikasında Afrika’ya yönelik uygulamaların temel parametreleri olan demokratikleşme ve insani yardım, enerji, ticaret ve 
güvenlik konuları ayrı alt başlıklar halinde ele alınacaktır. 

Soğuk Savaştan Günümüze Amerikan Dış Politikasında Değişen Afrika Eğilimleri: 

2. Dünya Savaşının ardından milliyetçilik olgusu Afrika topluluklarını etkilemeye 
başlamış, bu durum yerel halkların sömürge yönetimlerinden rahatsızlığıyla birleşince derin bir toplumsal karmaşa ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Wilson ilkelerinden biri olan self determinasyon hakkı Afrika milletleri tarafından benimsenmiş, böylece kıtada milli bağımsızlık mücadeleleri başlamıştır. 

1945-1960 yılları arasında ABD’nin Afrika’da bağımsızlık mücadeleleri ve Sharpeville soykırımı gibi trajedilere karşı gösterdiği ilginin asıl sebebi, belirtildiği gibi kamuoyu tepkisi ve vicdani sorumluluktan ziyade kıtada yayılmaya 
başlayan SSCB’nin komünist ideolojisi ve etkisini engellemektir.136 Soğuk Savaş döneminde ABD tüm dünyada olduğu gibi Afrika’da da demokrasi ve insan hakları kavramlarına vurgu yapsa da Sovyet yayılmacılığına karşı ırkçı ve otoriter rejimlerle zaman zaman ilişkiler kurmuştur. ABD’nin bu tutumuna Libya, Angola, Etiyopya ve Mozambik gibi ülkelerin iç sorunları örnek gösterilebilmektedir.137 1970’lerden sonra Mozambik Bağımsızlığı, Angola müdahalesinin başarısızlığı, Vietnam Savaşı, Küba Krizi ve Şah Rejiminin devrilmesi gibi gelişmelerle Amerikan dış politikasında önemli bir farklılaşma gözlemlenmiştir.138 

Soğuk Savaş döneminde SSCB ile nükleer savaşın eşiğine gelinmesinin yol açtığı yumuşama süreciyle beraber ABD’nin Afrika politikalarında bir değişim yaşanmıştır. ABD dış yardımlarında demokrasi ve insan hakları gibi koşullar getirerek bir anlamda kendi politikalarını dayatmaya başlamıştır.139 

Reagan döneminden sonra ABD tüm dünyada sarsılan itibarını ve hegemonyasını yeniden tesis etmek için Afrika’da daha müdahaleci bir tavır sergilemiştir.140 

Clinton’ın iktidarı boyunca Amerikan ulusal güvenlik konseptinin temeline ekonomik çıkarları ve bunun paralelinde demokrasi ve liberalizm olgularını konulmuştur.141 Bu dönemde Amerikan çıkarlarını sağlamak için dış politika araçları olarak “insani müdahale”, “yumuşak güç”(soft power), demokrasilerin ve liberal uygulamalarının coğrafi alanlarının genişletilmesi ön plana gelmiştir. Ayrıca IMF, Dünya Bankalarının fonları kapsamında dünya ülkeleri üzerinde bir hegemonya kurulması da Washington yönetimin öncelikli stratejilerinde 
olmuştur. Bu politikaların Afrika’ya uygulanması incelendiği zaman Clinton döneminde kıtada artan bir askeri varlıktan da söz etmek mümkündür. Afrika’da artan Amerikan askeri varlığının esasen iki nedeni vardır. Birincisi Amerikan ekonomik ve enerji çıkarlarını korumak, ikincisi 1998 yılında Tanzanya ve Kenya’da olmak üzere iki Amerikan elçiliğinin saldırıya uğraması ve saldırıların kamuoyu tarafından tepkiyle karşılanmasıdır.142 Bunun dışında bazı ticari ilişkiler de gündeme gelmiştir. Ancak Clinton yönetimine ilişkin geleneksel 
görüş eleştirileri bu dönemde uzun vadeli dış politikalardan ziyade kısa küreli uygulamalara gidildiğini vurgulamıştır. Dünya gündemini sarsan bazı olaylara yönelik olarak ABD’nin bu gelişmelere yeterince tepki vermediği tartışılmıştır. 

Bu kapsamda Ruanda Soykırımına karşı ABD’nin duyarsızlığı örnek verilebilmektedir.143 

 G. W. Bush döneminde Afrika politikası ise kıtada genişleyen Amerikan çıkarları, Sudan üzerindeki yoğun diplomatik girişimler, bölgeye yönelik kaynak aktarımları ve bazı tarihsel girişimler üzerine kurulmuştur. 
11 Eylül saldırılarından sonra ABD tüm dünyada demokrasi, insan hakları ve liberalizasyon kaygılarının yanında terörle mücadeleye de büyük vurgu yapmıştır.144 Ancak Bush döneminde Afrika’nın bazı alt yapı ve politik sorunları nedeniyle işbirliğinin güçleşmesinin yanında, Çin, Rusya, Hindistan ve Brezilya gibi aktörlerle rekabet de ivme kazanmıştır. ABD doğrudan yatırım ve enerji işbirlikleri konularına daha da önem vermeye başlarken. Amerikan ekonomik çıkarları uğruna Gine ve Moritanya’da darbeler, Etiyopya, Kenya, Nijerya, Uganda ve Zimbabve’de usulsüz seçimler gibi keskin otoriter rejim göstergelerine karşı tepkisiz kalınmıştır.145 

11 Eylül sonrası dönemde Bush’un müdahaleleri ile birlikte dünyada artan Amerikan karşıtlığına karşı ABD’nin bir imaj yenileme çalışmasına ihtiyacı doğmuştur. Ocak 2009’da siyahi bir başkanın Washington yönetiminin başına gelmesi bu imaj yenileme kapsamında yeni bir umut yaratmıştır. Yeni Amerikan başkanı Barack Obama’nın ılımlı politikalar izleyeceği imajını vermesi ilk yıllarda dünya kamuoyunda sempati ile karşılanmıştır. Obama döneminde Afrika politikası analiz edilmeye başlandığı zaman, Amerikan başkanının 

Temmuz 2009’da Gana Parlamentosu’nda yaptığı konuşma büyük dikkat çekmektedir. Bu konuşmada Obama, Afrika’nın ABD’nin bağlı olduğu siyasal alanın temel bir parçası olduğunu, bunun yanında ikili ilişkilerinin karşılıklı sorumluluk ve saygı üzerine inşa edildiğini ifade etmiştir.146 

Siyasi, Ekonomik, Toplumsal ve Askeri Açılardan ABD’nin Afrika’da Dış Politika Uygulamaları 

Demokrasi ve İnsani Yardım: 

ABD dış politikasının genel özellikleri kapsamında uluslararası alanda liberal 
politikalarının ve ekonomik çıkarlarının korunması amacıyla kendisine demokratik, insan haklarına saygılı ve serbest pazara entegre olabilecek müttefikler arayışındadır. Afrika’da da ülkelerin bu amaçla güvenlik ve istikrarın sağlanarak Amerikan politik ve sosyo-ekonomik sistemlerine dâhil olması yönünde birtakım demokratikleştirme programları ve insani yardım çalışmaları yürütülmektedir. Bu çalışmaların aynı zamanda Amerikan imajına ve kamu 
diplomasisine de hizmet ettiğini söylemek mümkündür. 

ABD, Afrika’da demokrasinin kurumsallaşması geliştirilmesi amacıyla yerel bazda bazı projeler uygulamaktadır. Bu kapsamda örneğin sivil toplum kuruluşlarına katılım ve demokratik bilinç sağlanması konusunda çalışmalar yapılmaktadır. Özellikle Afrikalı gençlerin eğitim ve demokratik faaliyetlere katılımını destekleyen programlar Washington hükümeti tarafından desteklenmektedir. 2010 yılında Obama tarafından Genç Afrikalı Liderler Girişimi (YALI) bu amaçla kurulmuş ve Afrika kıtasındaki çalışmalara başlanmıştır.147 

ABD, Afrika’da sivil toplumun desteklenmesinin yanında insan hakları bilincinin yaygınlaştırılması ve medya unsurlarının işlevsel hale gelmesi kapsamında da çalışmalar yapmaktadır. Bunun yanında devlet kurumlarının demokratikleştirilmesi ve işlerlik kazandırılması amacıyla başta Afrika Birliği gibi bölgesel örgütler ve sonrasında Afrika devletleriyle ikili ilişkiler kapsamında demokratik tecrübe paylaşımları ve mevzuat çalışmaları yapılmaktadır.148 ABD hükümeti “Açık Hükümet Ortaklığı”149 ve ‘’Maden Endüstrileri Açıklık Girişiminde’’150 Afrika üyeliklerini genişletmeyi amaçlamaktadır. Beyaz 
Saray’ın Afrika’da demokrasinin gelişmesi adına yaptığı diğer bir girişim ise Afrika Birliği’nin Demokrasi, Seçimler ve Hükümet ile ilgili sözleşmesini desteklemektedir. 

Ekonomi ve Ticaret: 

 ABD, kendi ekonomik çıkarlarını güvenceye almak adına, hem hammaddesini 
karşılayacağı hem de daha sonrasında ürünleri için bir pazar potansiyelinde olan Afrika’da ekonomik büyüme, ticaret ve yatırımı desteklemeye büyük önem vermektedir. Yabancı yatırımcılar için elverişsiz olan hukuksal statü ve alt yapıyı geliştirmek üzere Washington tarafından “Büyüme için Partnerlik”151, “Gıda Güvenliği ve Beslenme için Yeni İttifak”152 ve ‘’Açık Hükümet Partnerliği’’ gibi uluslararası programlar oluşturulmuştur. ABD Afrika’da özel sektörü geliştirmenin yanında, kıtanın kalkınması açısından bölgesel entegrasyonlara da 
önem vermektedir. Bu nedenle Washington Yönetimi “ABD-Doğu Afrika Topluluğu Ticaret ve Yatırım Girişimi” gibi oluşumların yanında, Afrikalı hükümetlere gümrük duvarlarını düşürerek kıta içinde ticaretin canlandırılması konusunda destek vermektedir.153 Bunlardan daha önemlisi ABD, Afrika’nın dünya pazarına açılabilmesi açısından bölge hükümetlerinin kapasitesini arttırmak için “Afrika Büyümesi ve Fırsatı Sözleşmesini” (AGOA) kabul etmiştir. 
Son olarak ise Beyaz Saray Amerikan şirketlerini Afrika pazarına girmesi konusunda Ulusal İhracat Girişimi kapsamında desteklemektedir 

ABD’nin Afrika ile yaptığı ticaret hacimlerinde özellikle 2000’li yıllardan itibaren bir artış gözlenmektedir. 1998 yılında ABD’nin Afrika’ya yönelik ihracatı 11 milyon dolar, ithalatı yaklaşık 16 milyon dolar iken günümüzde bu rakamlar neredeyse üç katına çıkarılmıştır.154 ABD, Afrika kıtasında Çin mal ve hizmetleri ile ciddi bir rekabet durumundadır. Yıllardır var olan bölgesel tecrübesi ile Çin kıtaya ucuz mal ve işgücü sunarak Afrika’nın bir numaralı ticari partneri olmuştur. Bunun yanında dış politikasında Afrika hakkında yeni stratejiler oluşturan Rusya’da Washington yönetimin ticari alanda bir rakibi olarak yorumlanabilmektedir 


Enerji: 

ABD günlük yaklaşık 20 milyon varil tüketim kapasitesiyle dünyanın en büyük petrol tüketicisi durumundadır. Bunun paralelinde ABD rafine petrol ithal eden ülkeler listesinde de ilk sıradadır.155 ABD’nin enerji alanında çalışmalar yapan uzmanlar, son yıllarda Afrika’nın sahip olduğu enerji rezervlerinin gelecek yıllarda yapılacak detaylı araştırmalar sonrasında daha da artabileceğini belirtmektedir. 

Örneğin ABD Enerji Departmanı 2002-2025 yılları arasında Afrika’nın petrol üretiminin %91 oranında artabileceğini açıklamıştır. Daha eski dönemlerde de, 17 Mayıs 2002 tarihinde de “Ulusal Enerji Politikası” kapsamında Afrika petrollerinin ABD için önemine değinilmiştir. Bush bu dönemde Dick Cheney liderliğinde “Ulusal Enerji Politikası Geliştirme Grubunu” enerji konusunda araştırmalar yapması konusunda görevlendirmiştir.156

 Bu çalışmalar sonunda “Cheney Raporu” olarak anılan metinde Afrika’nın artan üretim kapasitesinin Amerikan enerji ihtiyacı için gerekli olduğunu, bu yüzden Amerikan petrol şirketlerine Afrika’da yatırım yapması konusunda teşvik edilmesi gerektiği belirtilmiştir.157 


ABD ihtiyacı olan enerjinin yaklaşık %10’luk bir kısmını Afrika kıtasından sağlamaktadır. 
Afrika’da özellikle Libya, Angola ve Nijerya’nın zengin petrol kaynakları Amerikan yönetimin ilgisini bu üç ülkeye doğru çekmiştir. Ayrıca Afrika’daki petrollerin sülfür oranının düşük olması da kalitesini arttırmaktadır. Afrika kıtasının enerji kaynakları açısından zenginliği ABD’nin Ulusal Enerji Politikasında ve dış politikasında yer almaktadır. ABD yönetimi petrol şirketlerinin Afrika hükümetleriyle beraber çalışması konusunda bazı kararlar almıştır. Örneğin önemli enerji şirketlerinden biri olan Chevron son 10 yılda Afrika kıtasında 
37 milyar dolarlık yatırım yapmıştır. Chevron’un yatırımlar konusunda iyi ilişkilere sahip olduğu başlıca ülkeler ise Fas, Sierra-Leon, Nijerya ve Çad’tır.158 Diğer bir önemli enerji şirketi olan Exxonmobil ise benzer şekilde fraklı alanlarda çalışma yapmak üzere 30’dan fazla ülkede aktif çalışmalar yapmaktadır. 159 

ABD’nin önümüzdeki yıllarda Afrika ile olan enerji bağlarını güçlendirmesi 
beklenmektedir. Öyle ki kıtanın güvenlik ve istikrarsızlık sorunlarına çözüm araması, Afrikalı devletlerin gelişmesi adına yaptığı girişimlerin önemli bir nedeninin enerji alanındaki kaygıları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 


Güvenlik: 

ABD, küresel alanda siyasi ve ekonomik çıkarlarını tehlikeye düşürecek her türlü 
duruma karşı mücadele etmeyi Ulusal Güvenlik Stratejilerinde sıkça dile getirmektedir. Tüm dünya kapsamında olduğu gibi ABD, Afrika kıtasında da doğrudan yatırımlarının, enerji kaynakları ile bunların transfer hatlarının güvenliğini ve bölgedeki Amerikan vatandaşlarının sağlamak için bu bölgede askeri olarak varlığını sürdürmektedir. Bunun yanında özellikle 11 
Eylül dönemi sonrası El-Kaide ve diğer terör örgütleriyle mücadele kapsamında da Amerikan askerleri Afrika’da görevlendirilmiştir. Son olarak ABD, Afrika ülkelerine bağımsızlık sonrası ulusal yapılanma süreçlerinde askeri yardımlarda bulunmaktadır. Buradaki amaç Afrika’da güvenlik ve istikrarın sağlanarak Amerikan çıkar ve politikalarının güvence altına alınmasıdır.160 

Amerikan askerleri Afrika kıtasına İkinci Dünya Savaşı sırasında İngilizleri Kuzey 
Afrika’da Almanya ve İtalya’ya karşı desteklemek için Meşale Operasyonu ile girmiştir.161 

Bu tarihten sonra birçok Afrika ülkesi ile güvenlik ve istikrarı sağlamak adına ikili askeri anlaşmalar yapılmış ve bu ülkeleri askeri yardımlar ulaştırılmıştır. Kıtada güvenliği ve Amerikan çıkarlarını tehlikeye düşüren Kongo, Libya, Liberya ve Sudan gibi ülkelere müdahalelerde bulunulmuştur.162 

1998 yılında Kenya ve Tanzanya’daki Amerikan elçiliklerine yapılan saldırılar ile 11 Eylül sonrasındaki terör faaliyetlerinin Afrika kıtasında da etkili olması sebebiyle 2007 yılında Washington yönetimi ABD-Afrika Komutanlığını (AFRICOM) oluşturmuştur. AFRICOM’un görev alanı Afrika’nın Mısır haricindeki kıtasal alanı ile Hint ve Atlas Okyanuslarını ile hava sahalarını kapsamaktadır. AFRICOM için Amerikan Hükümeti tarafından 2012 yılında 276 milyon dolarlık bir bütçe ayrılmıştır.163 

ABD özellikle Amerikan şirketlerinin yatırımı ve enerji güvenliğini açısından Afrika kıtasında deniz kuvvetlerine büyük önem vermektedir. Atlantik ve Hint Okyanusunda görev alan Amerikan donanmalarının varlığı özellikle Gine Körfezi ve Somali açıklarında önemlidir. Burada var olan korsancılık faaliyetleri hem Amerikan ekonomik çıkarlarını hem de bölge insanının güvenliğini olumsuz etkilemektedir. Örneğin 2012’de Dünya Gıda Yardımı kapsamında Somali’ye besin maddesi taşıyan gemi korsanlar tarafından saldırıya uğramış ve yapılan yardım ihtiyaç sahiplerine ulaştırılamamıştır.164 Bunun dışında Afrika kıyıları bazı yerel topluluklar için balıkçılık açısından önemli bir gelir kaynağı konumundadır. Afrikalılar kaçak balıkçılık yüzünden her yıl yaklaşık olarak bir milyar dolarlık bir kayıpla karşı karşıya kalmaktadır.165 Bu nedenlerle ABD, Afrika ülkelerinin sahil güvenliğinin sağlanması, çevrenin korunması uluslararası deniz hukukuna olan bağlılığın ve tecrübenin arttırılması adına Afrika Deniz Hukuku Uygulama Partnerliğini (AMLEP) oluşturulmuştur.166 

ABD’nin son yıllarda artan Amerikan çıkarlarına paralel olarak Afrika ülkelerine 
verdiği askeri destek de artmaktadır.167 
Gine ve Somali açıklarındaki korsan tehdidinin yanında; Somali, Etiyopya, Eritre, Nijerya, Sudan ve Cibuti gibi ülkelere radikal terör faaliyetlerine maruz kaldığı için ABD tarafından önem verilmektedir. Bu güvenlik algılamaları açısından Amerikan birliklerinin çalışmalar yaptığı ülkeler Nijer, Gine, Burkina Faso, Fildişi, Togo, Senegal, Benin, Çad, Liberya, Nijerya, Gambiya, Gana ve Sierra Leone’dur. Bunun yanında geçtiğimiz yıllarda Mali’de patlak veren olaylar üzerine Fransa’nın giriştiği müdahaleye “African-led International Support Mission in Mali (AFISMA)” kapsamında ABD de Fransız askerlerine destek vermektedir.168 

Sonuç 

Soğuk Savaş döneminde SSCB ile rekabet ve Afrika kökenli Amerikan vatandaşları temelli kamuoyu etkisi kapsamında Afrika ile ilgilenen ABD, Soğuk Savaş sonrası dönemde değişen siyasi ve ekonomik çıkarları ve küresel konjonktür kapsamında politika değişikliğine gitmiştir. Özellikle enerji ithalatı tedarikini çeşitlendirip güçlendirmek ve Amerikan endüstrisi için hammadde ve pazar sağlama gibi amaçlarla Afrika kıtasına verilen önem arttırılmıştır. ABD’nin Afrika politikasına genel olarak bakıldığı zaman kıtaya yönelik var olan enerji ve ekonomik çıkarları, güvenlik, demokratikleştirme ve insani yardım 
politikalarıyla güvence altına alınmaya çalışılmaktadır. Washington hükümeti bu politikaları kapsamında hem bölgesel oluşumları desteklemekte hem de Afrika hükümetleri ile var olan bağlarını güçlendirme çabasına girişmiştir. 

Soğuk Savaş sonrası dönemde tüm dünyada gündeme oturan “Uluslararası arenada tek kutupluluk mu yoksa çok kutupluluk mu hâkimdir?” tartışmasının da ışığında Afrika kıtasına bakıldığı zaman, burada tek bir küresel gücün egemenliğinden bahsetmek mümkün değildir. Afrika üzerinde Fransa, İngiltere gibi eski sömürgeci güçler yanında özellikle son yıllarda girişimleri yoğunlaşan Rusya, Çin ve Brezilya gibi aktörler de mevcuttur. ABD burada küresel hegemonyasını yeniden tesis edip, Amerikan çıkarlarını sağlama çabalarını güderken Afrika kıtasında diğer aktörlerle rekabetten de endişe duymaktadır. Özellikle dünya üzerinde azalan hidrokarbon kaynakları ve artan enerji ihtiyacı ile daralan hammadde ve pazar fırsatları Afrika üzerindeki rekabeti önümüzdeki yıllarda daha da arttıracaktır. Amerikan yönetimi burada politikalarını geliştirip uygulamaya çalışırken; AB, Çin ve Rusya gibi güçleri de sürekli göz önünde bulundurmak zorundadır. Bu güçlerle rekabette avantaj sağlanması adına ABD, kıtada Amerikan yatırımlarını desteklemeli, Afrika ülkelerini ile ikili ilişkileri 
geliştirmeli, insan hakları ihlalleri ve eşitsizliklerin önüne geçmeye çalışmalı, güvenlik ve istikrar sağlama kapsamında demokrasi ve hukuk vurgusuyla işlevsel ve kalıcı çözümler arayışında olmalı ve daha çok yumuşak güç kapsamında çalışmalar yapmalıdır. 


Kaynakça: 

. “A Regional Policy That Drove Change The Billion Dollar Treasure Hunt”, NEPAD Stop Illegal Fishing Case Study Series, No:6, Haziran 2013 
. Buğra Sarı, “Amerikan Ulusal Çıkarları ve Afrika”, Ankara Üniversitesi Afrika 
Çalışmaları Dergisi Cilt:1, Sayı:2, Bahar 2012 
. David J. Francis, US Strategy in Africa: AFRICOM, Terrorism and and Security 
Challenges, Routledge Global Security Studies, New York, 2010 
. Jennifer G. Coke, Stephen Morrison, U.S. Africa Policy: Beyond the Bush Year: Critical Challenges fort he Oama Administration, CSIS, 2009 
. Justin Vaisse, P.D. Charles, Louis Balthaza, La Politique Etrangere des Etats-Unis: Fondement, Acteurs, Formulations, Sciences-Po Yayınları, 2003. 
. Lauren Ploch, Africa Command: U. S. Strategic Interests and the Role of the U. S. Military in Africa, Diane Yayınları, 2010 
. Mark B. Feldman, “The United States Foreign Sovereign Immunities Act of 1976 in Perspective: a Founder's View”, International and Comparative Law Quarterly, 35 
. Michael T. Klare, Blood and Oil: The Dangers and Consequences of America’s Growing Dependency on Imported Petroleum, Metropolitan Books, Newyork, 2004 
. Ömer Kurtbağ, Amerikan Yeni Sağı ve Dış Politikası, USAK Yayınları, Ankara, 2010 
. Stacy-Ann Elvy, “Towards a New Democratic Africa: The African Charter on 
Democracy, Elections and Governance”, Emory International Law Review, Cilt: 27, no:1, 
2013. 
. Stephen Gill, American Hegemony and the Trilateral Commission, CUP Archive, 1991 
. William Minter, “The US and the War in Angola”,Review of African Political Economy, 
Sayı:50 , Africa in a New World Order (Mart 1991), 
. “Attacks on US Embassies in Kenya and Tanzania”, 
. ABD Başkanı Barack Obama’nın Gana Parlamentosundaki Konuşması, URL: 
http://www.whitehouse.gov/the-press-office/remarks-president-ghanaian-parliament 
(20.09.2014). 
. YALI resmi internet sayfası, URL: http://youngafricanleaders.state.gov/yali/ (20.09.2014). 
. Open Government Partnership web sitesi, URL: http://www.opengovpartnership.org/about 
(20.09.2014). 
. Extractive Industries Transparency Initiative, URL: http://eiti.org/extractive-industries-
transparency-initiative-0 (20.09.2014). 
. Partnership for Growth, URL: http://www.state.gov/r/pa/prs/ps/2011/11/177887.htm 
(20.09.2014). 
. The New Alliance for Food Security and Nutrition, URL: http://feedthefuture.gov/lp/new-
alliance-food-security-and-nutrition (20.09.2014). 
. The United States and East African Community Announce Progress under Trade and 
Investment Partnership, URL: http://www.ustr.gov/about-us/press-office/press-
releases/2012/october/us-eac-announce-progress (20.09.2014). 
. U.S. trade in goods with Africa URL: http://www.census.gov/foreign-
trade/balance/c0013.html (20.09.2014). 
. David H. Shinn,”Africa China, the United States and Oil”, Center for Strategic& 
International Studies, URL: www.csis.org (20.09.2014). 
. “Chevron Invest $37bn In Africa In The Last 10Years”, URL: 
http://www.dailytimes.com.ng/article/chevron-invest-37bn-africa-last-10years 
(20.09.2014). 
. “ExxonMobil in Africa”, URL: http://www.exxonmobilafrica.com/ (20.09.2014) 
. David Zambeki, “North Africa”, URL: http://www.pbs.org/thewar/detail_5211.htm 
(20.09.2014). 
. Michael O'Hanlon, U.S. Military Intervention, Done Right Could Boost African stability, 
URL: http://articles.latimes.com/2014/feb/16/opinion/la-oe-ohanlon-troops-to-africa-
20140216 (20.09.2014) 
. Nick Turse, “US Military Averaging More Than a Mission a Day in Africa”, URL: 
http://www.truth-out.org/news/item/22738-us-military-averaging-more-than-a-mission-a-
day-in-africa (20.09.2014). 
. “Threats from Piracy off Coast of Somalia”, 
URL:http://www.state.gov/t/pm/ppa/piracy/c32661.htm (20.09.2014). 
. Nick Turse, “America’s Proxy Wars in Africa”, URL: 
http://www.thenation.com/article/178839/americas-proxy-wars-africa# (20.09.2014) 
. “Berlin II ? Vers un nouveau partage de l'Afrique”, 
URL:http://cadtm.org/IMG/article_PDF/article_a4157.pdf (20.09.2014) 
. “Sharpeville And After Suppression And Liberation In Southern Africa” URL: 
http://kora.matrix.msu.edu/files/50/304/32-130-DA3-84-al.sff.document.acoa001002.pdf 
(20.09.2014) 
. http://www.globalsecurity.org/security/ops/98emb.htm (20.09.2014) 
. AFRICOM resmi internet sayfası, URL: www.africom.mi (20.09.2014) 
URL: http://www.state.gov/t/pm/ppa/piracy/c32661.htm (20.09.2014) 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


135 Bkz. “Berlin II ? Vers un nouveau partage de l'Afrique”, URL:
      http://cadtm.org/IMG/article_PDF/article_a4157.pdf (20.09.2014). 
136 Bkz. “Sharpeville And After Suppression And Liberation In Southern Africa” URL: 
      http://kora.matrix.msu.edu/files/50/304/32-130-DA3-84-al.sff.document.acoa001002.pdf (20.09.2014) 
137 Bkz. Buğra Sarı, “Amerikan Ulusal Çıkarları ve Afrika”, Ankara Üniversitesi Afrika Çalışmaları Dergisi Cilt:1, Sayı:2, Bahar 2012, s.99. 
138 Bkz. William Minter, “The US and the War in Angola”,Review of African Political Economy, Sayı:50 , Africa in a New World Order 
      (Mart 1991), s. 135-144. 
139 Bkz. Mark B. Feldman, “The United States Foreign Sovereign Immunities Act of 1976 in Perspective: a Founder's View”, International 
      and Comparative Law Quarterly, 35, s.302-319. 
140 Bkz. Stephen Gill, American Hegemony and the Trilateral Commission, CUP Archive, 1991, s.71. 
141 Bkz. Justin Vaisse, P.D. Charles, Louis Balthaza, La Politique Etrangere des Etats-Unis: Fondement, Acteurs, Formulations, 
      Sciences-Po Yay
142 Bkz. “Attacks on US Embassies in Kenya and Tanzania”, URL: 
      http://www.globalsecurity.org/security/ops/98emb.htm (20.09.2014). 
143 Bkz. Ömer Kurtbağ, Amerikan Yeni Sağı ve Dış Politikası, USAK Yayınları, Ankara, 2010, s.264. 
144 Bkz. Jennifer G. Coke, Stephen Morrison, U.S. Africa Policy: Beyond the Bush Year: Critical Challenges fort he Oama Administration, 
      CSIS, 2009, s.1-5. 
145 Bkz. Jennifer G. Coke, a.g.e., s.4. 
146 Bkz. ABD Başkanı Barack Obama’nın Gana Parlamentosundaki Konuşması, URL: 
      http://www.whitehouse.gov/the-press-office/remarks-president-ghanaian-parliament (20.09.2014). 
147 Bkz YALI resmi internet sayfası, URL: http://youngafricanleaders.state.gov/yali/ (20.09.2014). 
148 Bkz. Stacy-Ann Elvy, “Towards a New Democratic Africa: The African Charter on Democracy, Elections and 
      Governance”, Emory International Law Review, Cilt: 27, no:1, 2013. 
149 Bkz. Open Government Partnership web sitesi, URL: 
      http://www.opengovpartnership.org/about (20.09.2014). 
150 Bkz. Extractive Industries Transparency Initiative, URL: 
      http://eiti.org/extractive-industries-transparency-initiative-0 (20.09.2014). 
151 Bkz. Partnership for Growth, URL: http://www.state.gov/r/pa/prs/ps/2011/11/177887.htm (20.09.2014). 
152 Bkz. The New Alliance for Food Security and Nutrition, URL: 
      http://feedthefuture.gov/lp/new-alliance-food-security-and-nutrition (20.09.2014). 
153 Bkz. The United States and East African Community Announce Progress under Trade and Investment Partnership, URL: 
      http://www.ustr.gov/about-us/press-office/press-releases/2012/october/us-eac-announce-progress (20.09.2014). 
154 Bkz. U.S. trade in goods with Africa URL: 
      http://www.census.gov/foreign-trade/balance/c0013.html (20.09.2014). 
155 Bkz. David H. Shinn,”Africa China, the United States and Oil”, Center for Strategic& International Studies, URL: 
      www.csis.org (20.09.2014). 
156 Bkz. Michael T. Klare, Blood and Oil: The Dangers and Consequences of America’s Growing Dependency on Imported Petroleum, 
      Metropolitan Books, Newyork, 2004, s. 56-73. 
157 Bkz. Buğra Sarı, a.g.e. 
158 “Chevron Invest $37bn In Africa In The Last 10Years”, URL: 
      http://www.dailytimes.com.ng/article/chevron-invest-37bn-africa-last-10years (20.09.2014). 
159 Bkz. “ExxonMobil in Africa”, URL: 
      http://www.exxonmobilafrica.com/ (20.09.2014). 
160 Bkz. David J. Francis, US Strategy in Africa: AFRICOM, Terrorism and and Security Challenges, Routledge Global Security Studies, 
      New York, 2010, s.177. 
161 Bkz. David Zambeki, “North Africa”, URL: 
      http://www.pbs.org/thewar/detail_5211.htm (20.09.2014). 
162 Bkz. Michael O'Hanlon, U.S. Military Intervention, Done Right Could Boost African stability, URL: 
      http://articles.latimes.com/2014/feb/16/opinion/la-oe-ohanlon-troops-to-africa-20140216 (20.09.2014) 
163 Bkz. AFRICOM resmi internet sayfası, URL: 
      www.africom.mi (20.09.2014) 
164 Bkz. “Threats from Piracy off Coast of Somalia”, URL: 
      http://www.state.gov/t/pm/ppa/piracy/c32661.htm (20.09.2014). 
165 Bkz. “A Regional Policy That Drove Change The Billion Dollar Treasure Hunt”, NEPAD Stop Illegal Fishing Case Study Series, No:6, Haziran 2013. 
166 Bkz. Lauren Ploch, Africa Command: U. S. Strategic Interests and the Role of the U. S. Military in Africa, Diane Yayınları, 2010, s.17. 
167 Bkz. Nick Turse, “US Military Averaging More Than a Mission a Day in Africa”, URL: 
       http://www.truth-out.org/news/item/22738-us-military-averaging-more-than-a-mission-a-day-in-africa (20.09.2014). 
168 Bkz. Nick Turse, “America’s Proxy Wars in Africa”, URL: 
http://www.thenation.com/article/178839/americas-proxy-wars-africa# (20.09.2014) 


***