24 Mayıs 2019 Cuma

OPERASYON BÖLÜM 3

OPERASYON BÖLÜM 3


İran Hep Tetikte, 

İran ise hem ideolojisi, hem rekabeti, hem de karşılıklı dengeler içindeki konumlanmaları yüzünden Türkiye’yle ilişkileri son derece kötü bulunmaktadır. İran rejimine yönelik en büyük kalkışmanın yaşandığı Tahran’daki son öğrenci 
olaylarının sorumlusu olarak Türkiye’yi göstermektedir. 

İran da 1979 yılındaki İslam devriminden sonraki en büyük gösteriler geçtiğimiz 1999 temmuzunun ilk günlerinde başladı. Bir hafta süren gösterilerde kaç kişinin öldüğü, yaralandığı ya da gözaltına alındığına dair resmî bir açıklama yapılmadı. 
Gösterilerin başlama sebebi İran’ın önde gelen yayın organlarından Selam gazetesinin 7 temmuzda kapatılmasıydı. 
Selam gazetesi, Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi yanlısı olarak biliniyor. Kararı veren Ruhaniyet Özel Mahkemesi, gazetenin devletin gizli bir belgesini yayımladığını, bunun üzerine basın ve ceza kanununun “Gizli belgelerin izin 
alınmadan yayınlanması ve halkın zihninde kargaşa yaratmaya yönelik yalan yaymak ve propaganda yapmakla” ilgili maddelerine göre gazete hakkında dava açıldığını ve suçun tekrarının önlenmesi için gazetenin yayınının durdurulduğunu açıkladı. 
Selam gazetesi, 6 temmuz 1999 tarihinde, 1998’de İran’da meydana gelen seri cinayetlerin sorumlusu olarak tutuklanan ve 19 haziranda intihar ettiği açıklanan eski İstihbarat Bakan Yardımcısı Said İmami’nin İstihbarat Bakanı’na 
yazdığı bir mektubu yayımlamıştı. Mektupta, basına ve muhalif yazarlara ağır kısıtlamalar getirilmesi öneriliyordu. 
İran’da rejime yönelik bilimsel muhalefetin yükseldiği kaynakların başında gelen Tahran Üniversitesi’nin dört öğretim üyesi ölü bulunmuştu. İran hükûmeti cinayetlerin sorumlusu olarak kendi gizli servisinin içindeki bir gizli yapılanmayı 
göstermişti. 

İran’daki İsyan.,

İran’daki ilk gösteriler 8 temmuz 1999’da Tahran Üniversitesi’nde başladı. Gece üniversitede eylem başlatan öğrencilere 9 temmuz sabahı polis müdahale etmek istedi. Kampüse girmeye çalışan öğrenciler ile polis arasında çatışma çıktı. Kampüse giremeyen polis ve sivil Besiç (gönüllü) güçler üniversiteyi kuşattı. Aynı gün gösteriler diğer kentlere de sıçradı. Binlerce öğrenci ve Hatemi yanlısı halk özgürlük sloganlarıyla sokağa döküldü. Olayların 5. günü sona erdiğinde Tahran valiliği gösterileri yasakladı. Buna rağmen 13 temmuz günü binlerce öğrenci yine sokaklardaydı.“Ya özgürlük, ya ölüm” sloganları atan göstericilerle polis çatıştı. 6 gün süren olaylarda kaç kişinin öldüğü resmî olarak açıklanmadı. Öğrenciler onlarca kişinin öldüğünü, binlerce kişinin de gözaltına alındığını iddia etti. 
Selam gazetesinin kapatılmasıyla başlayan olayların yedinci gününde bu kez mollalar sokaklardaydı. Dinî lider Ayetullah Ali Hamaney’in resimlerini taşıyan binlerce kişi öğrencileri protesto etti. 
Gösterilerde gözaltına alınan öğrencilerin büyük çoğunluğu serbest bırakılırken sadece öğrenci liderleri tutuklandı ve mahkeme karşısına çıkarılmaya başlandı. Şu ana kadar Tahran Devrim Mahkemesi’nde yargılanan beş öğrenci 
liderinden dördü idama çarptırıldı, bir kişiyse 2,5 yıl hapis cezası aldı. 
İran yönetiminin olayların arkasında Ankara’nın bulunduğuna yönelik çok sert suçlamaları oldu. İranlılar, rejim karşıtı Halkın Mücahitleri Örgütü’nün ve Ankara ile Washington’ın oyunlarının olaylara yol açtığını dile getirdiler. 
Olaylara karışan bazı kişileri televizyonlara çıkartarak konuşturdular. Bu kişiler Türkiye’de eğitim gördüklerini ileri sürdüler. 

Yani Abdullah Öcalan’ın, yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, Avrupa’nın hesaplayamadığı kadar büyük değişimlere neden oldu. Öcalan’ın sonradan “ikiyüzlü “ olmakla suçladığı Avrupa, Amerika’nın çelmesini göremedi. 
Avrupa-PKK ilişkileri Aslında PKK ile Avrupa’nın ilişkileri olabildiğince iyiydi : 
Yunanistan’la ilişkiler günbegün artıyordu. 20 mart 1992’de PASOK milletvekili Varivakis, Vounatso ve Papazoi’nin de aralarında bulunduğu Yunan heyeti Bekaa Vadisi’nde Öcalan’ı ziyaret etti. 
14 haziran 1995’de, Yunanistan Parlamentosu Başkanı Birinci Yardımcısı Panayotis Sgourides başkanlığında, milletvekilleri Haci Dimitriou, Dimitris Vounatsos, Leonardo Hacandreou, Yannis Statopoulos, Maria Mahera, 
Vounacos Statopoulos ve Kostas Badouvas’tan oluşan bir Yunan parlamento heyeti, Bekaa Vadisi’nde yine Öcalan’la görüştü. 
Emekli Amiral Andonis Naksakis, Yunan istihbaratı tarafından PKK’yla ilgili temasları ayarlama ve bu örgütün uluslararası bağlantılarına destek verme amacıyla atandı. Daha sonra Öcalan’ın yakalanması sürecinde Öcalan’ı 
başından atmak isteyen Yunan gizli servisiyle kavga etti. Yunanistan Yeni Demokrasi Partisi milletvekilleri Mihalis Galenianos ve Elizavet Papazoi, Abdullah Öcalan ve adamlarıyla Bekaa’da 1992’de görüştü. 

1997 yazında yine P. Sgourides başkanlığındaki bir Yunan parlamento heyeti Bekaa Vadisi’nde Öcalan’la tekrar görüştü. 17-19 ekim 1988’de PASOK’ta Papandreu’nun danışmanı ve Yunan gizli servisi ajanı Mihalis Haralanbidis, bir grup Yunanlı generalle Bekaa Vadisi’nde yine PKK liderinin konuğu oldular. Bunların arasında Yunanistan’ın o dönemde PKK’yla ilişkilerden sorumlu olarak atadığı General Dimitris Matafias da vardı. Yunanistan iki ay sonra, Bekaa’daki PKK kampına 20 000 Kalaşnikof tüfek gönderdi. 

Almanya ve PKK 

Almanya da PKK’sız ve Öcalan’sız, daha doğrusu Kürtsüz, Ortadoğu ve Drah Nah Osten yani “Büyük Doğu Politikası”nı yürütemiyordu. Hatta bu uğurda Alman gizli servisi Kani Yılmaz adlı PKK Avrupa sorumlusunu iyiden iyiye kendisine eleman yapmıştı. Bununla da kalmayan Almanya-PKK ilişkileri, giderek üst düzeyde gelişmeler gösteriyordu. Kürt kartı Alman dış politikasının temel unsurlarından birisi haline gelmişti. PKK ve Öcalan bu kartın en aktif unsuruydu. 

Ekim 1995’te Hristiyan Demokrat Partisi (CDU) Federal Milletvekili ve Berlin eski İçişleri Senatörü Heinrich Lummer Şam’da, 1995 yazında Federal Anayasayı Koruma Örgütü’nden casus Grünewald yine Şam’da, mart 1996 ve Mart 1997’de yine CDU’lu Lummer’in Şam’da ve Suriye’nin kontrolü altındaki Lübnan topraklarında, Öcalan’la görüştükleri ortaya çıktı. Lummer, kasım 1995’te yaptığı açıklamada, ‘‘Almanya’nın çıkarları için gerekirse şeytanla bile görüşürüm’’ diyerek, buluşmayı doğruladı. O dönem Helmut Kohl’e bağlı çalışan İstihbarattan Sorumlu Devlet eski Bakanı Bernd Schmidbauer de aynı tarihte yaptığı bir açıklamayla, Grünewald’in Şam’a giderek Öcalan’la görüştüğünü açıkladı. 

Eski Doğu Almanya’da iktidarda bulunan Sosyalist Birlik Partisi’nin uzantısı durumunda bulunan Demokratik Sosyalizm Partisi’nden (PDS) Heike Krause ve Rolf Köhne ile Yeşiller’den Bavyera Eyalet Meclisi Milletvekilleri Elisabeth Köhler ve Hans G.Schramm’in PKK’nın Almanya’daki en büyük destekçileri olduğuna dair haber, 5 aralık 1994 tarihli Focus dergisinde yer aldı. 

Bu milletvekillerinin, Almanya’da yasaklı olan PKK’ya başka isimler altında  gösteri ve yürüyüş izni aldıkları ortaya çıktı. Aynı şekilde Yeşiller’den Angelika Beer’de PKK’nın destekçileri arasında yer aldı. Almanya’nın Hannover kenti Büyükşehir Belediye Başkanı Herbert Schmalstieg, yürüyüşlere katıldı. Türk 
hükûmetinden İstanbul, İzmir ve Diyarbakır’da PKK’ya büro açma izni vermesini talep etti. 
İngiltere klasik Ortadoğu dengeleri içinde bölgeyi çok iyi tanımasının avantajlarını PKK için de kullanmaktaydı. 
Politikaları her zamanki gibi Amerikan destekli ama kendine hastı. 

Avrupa’nın Toy Delikanlısı 

Temmuz 1998’de İngiliz Parlamenter John Austin Walker, ağustos 1998’de Lordlar Kamarası mensubu Lord Avebury, Şam’da Öcalan’la görüştü. 
İtalya garipti. Avrupa’nın az gelişmiş çocukları arasında sivrilme mücadelesinde o da PKK kartıyla dünyanın büyük oyun sahnesine adım atmak istiyordu. Mussolini’den sonraki düşleri askıdaydı. Terör belasını en iyi bilenlerden biriydi. 
Ama elini ateşe atmak onun büyükler kulübünde yer almasında önemli rol oynayacaktı. 
10 eylül 1998’de İtalyan Komünist Yeniden Kuruluş Partisi (PRC) milletvekili Montavani ve De Cesaris, Öcalan’ı Şam’da ziyaret ederek görüştü. Mantovani, daha sonra İtalyan Komünist Partisi ve Roma hükûmetinin bazı milletvekillerini örgütleyerek Öcalan’ı, 12 kasım gecesi Rus Havayolları’na ait bir uçakla İtalya’ya getirdi. Ve kıyamet İtalya’nın kifayetsiz muhteris omuzları üzerinde koptu. 

İspanya ise “çorbada tuzum olsun” misali, PKK’ya yabancı kalmamaya çaba sarf etti. 

Ağustos 1998’de İspanyol İzouierda Unida Partisi’nin dış politikadan sorumlu sekreteri ve Avrupa Parlamentosu üyesi Pedro Marcet başkanlığındaki bir İspanyol heyeti Şam’da Öcalan’la görüştü. 

Rusya ile PKK’nın arasındaki ilişkiler ise PKK’nın hamurunda vardı. Ve Rusya Kürt kartını ne bugün ne de yarın kimselere kaptırma niyetinde değildi. 
10 ekim 1997’de Rusya Parlamentosu alt kanadı Duma’nın Jeopolitik Komitesi Başkanı Aleksi Mitrofanov başkanlığında 4 kişilik Duma milletvekili heyeti Suriye’de Öcalan’la görüştüler. Bu milletvekili, Öcalan’ın Suriye’den Rusya’ya gelmesi ve burada 33 gün kalmasında kilit rol oynadı. 

Aslında Türkiye de son ana kadar bölgesel gelişmelerde PKK kartının kimin elinde nasıl bir koz olduğunu algılayamamıştır.Bu konuda kendisine hiç güvenilmemesine rağmen Celal Talabani yıllar öncesinden Türkiye’yi 
uyarmıştır. Talabani, Türkiye’de ilk temas kurduğu Dışişleri Bakanlığı yetkililerine “Amerika ne isterse o olacak” demiştir. 
Türkiye’nin yalancı ve samimi bulmadığı, bir zamanlar bölge kontrolü için savaştığı Mesut Barzani’ye karşı PKK desteğiyle üstünlük sağlayan Talabani, yıllar öncesinden bölgede olacaklar konusunda çok ilginç şeyler söylemişti. 

Bugünlere de ışık tutan bu görüşmenin ayrıntıları çok önemli. 

Talabani’nin PKK ve Öcalan Kehanetleri 

Tarih 26 haziran 1992. Yer Ankara, Balgat. Dışişleri Bakanlığı ana binası. Kürdistan Yurtsever Birliği’nin (KYB) lideri Celal Talabani binadadır. 25 haziran 1992 tarihinde Ankara’ya gelmiştir ve 26 haziran 1992 tarihinde bakanlık 
koridorlarını aşarak girdiği toplantı salonunda İstihbarat Araştırma Dairesi Başkanı Büyükelçi Cenk Duatepe ve diğer üst düzey Dışişleri mensupları Burhan Ant, Türkekul Kurttekin’le bir toplantı halindedir. Talabani’ye Ankara’daki 
İrtibat Görevlisi Sarchill Kazzaz da eşlik etmektedir. Gelin isterseniz tutanaklardan konuşmaları şöyle bir gözden geçirelim: 

“Talabani: Viyana’da düzenlenen Irak muhalif gruplarının toplantısı başarıyla sonuçlandı. Toplantıda çesitli muhalif gruplardan oluşan heyetlerin temaslarda bulunmak için bazı ülkeleri ziyaret etmeleri kararlaştırıldı. İlk ziyaret edilecek 

ülkenin Türkiye olmasında ısrar ettik ve bu isteğimizi size ilettik. Ziyaretimin nedenlerinden biri de bu konudaki cevabınızı öğrenmek. 

Kurttekin: Devlet erkanının halen Ankara dışında bulunduğunu biliyorsunuz. Biz Viyana’daki büyükelçiliğimizin heyetle görüşmesini öngördük. Ancak anladığımız kadarıyla grup Londra’ya geçmiş. Dolayısıyla görüşme Londra Büyükelçiliğimizle yapılabilir. 
Talabani: Heyet Londra’da değil, üyeleri Kahire, Riyad gibi bulundukları ülke başkentlerine döndüler. Önemli bir adım olarak gördüğümüz bu girişim için heyetin gidilen ülkede üst düzeyde kabul edilmesini istiyoruz. Oysa sizin bu 
cevabınız önerimizin reddi gibi bir mahiyet arz ediyor. 

Kurttekin: Talebinizi üst makamlarımıza ilettik. Pratik olacağı gerekçesiyle belirttiğim usulün izlenebileceği talimatını aldık. Ancak grup dağılmış ise, üyeleri bulundukları ülkedeki Türk Büyükelçiliği’yle görüşebilirler.” Talabani açıklıyor: PKK İran ve Ermenistan’ı üs yaptı “Talabani: Esasen biz ziyaret edilecek ilk ülke olarak Türkiye’ye önerdiğimizde birçoğu buna karşı çıktı. Sizin bu tavrınız bu çevrelerin işini kolaylaştırıyor. Heyetin ABD’de Baker ve Kongre üyeleriyle görüşmesi öngörülüyor. Belki de Başkan Bush’un da kabulü söz konusu olabilir. İngiltere’de Major ve Hurd kabul edecek. Türkiye’de de üst düzeyde bir kabul beklerdik. Ben bu cevabınızı önerimizin reddi şeklinde kabul ediyorurn. Heyete, ziyaretlerine Arap ülkelerinden başkalarını telkin edeceğim. 

Kurttekin: Pek tabiî, ziyaretlerine istedikleri yerden başlayabililer. Biz de bu ifadelerinizi üstlerimize aksettiririz. 

Talabani: Ziyaretimin birinci nedeni bu durumu size aktarıp, cevabınızı öğrenmekti. İkincisi ise, PKK’yla ilgili bazı yeni gelişmeler konusundaki fikirlerimi sunmak olacak. PKK şu anda İran ve Ermenistan’ı üs olarak kullanıyor. Öte 
yandan bu örgütün Suriye tarafından dışlanmış olduğu konusunda tereddütlerim var. Suriyeliler oyunlarının bir parçası olarak belki şimdilik bu rolü oynuyorlar, ancak PKK’nın bu ülkeden çıktığına inanmak güç. Bir diğer izlenimleri de 
PKK’nın Türkiye’deki etkisinin giderek kaybolmasıdır. Buna Abdullah Öcalan’ın deliliklerin de büyük katkıda bulunduğunu söylemeliyim. Kürtler Abdullah Öcalan’ın davalarına zarar verdiğini kabul etmeye başladılar. Bu hem 
sizin hem de bizim için çok olumlu bir gelişme. Bundan bir yıl evvel Mehdi Zana’yla görüşürken kendisi bana Abdullah Öcalan’ı desteklememiz gerektiğini kararlı bir ifadeyle söyledi. Ben de kendisine ’Şam’a gidip Öcalan’la bir görüş, 
döndüğünde aynı fikirdeysen bundan böyle senin her sözünü dinlerim’ dedim. Gitmiş görüşmüş, döndükten sonra kendisini gördüğümde ‘Haklıymışsın’ dedi.” 

Öcalan’ı Serbest bıraksanız Kürtler ondan kurtulmanın çaresini arar 

”Talabani: Diyeceğim o ki, Öcalan’ı Türkiye’de serbest bıraksanız Kürtler ondan bir an evvel kurtulmanın çaresini ararlar.PKK’ya yaklaşım konusunda aramızda bir fark var. Ben siyasetçiyim, bir devleti de temsil etmiyorum. Benim 
PKK’yla kavgam siyasî düzeyde olur. Ben PKK’yı Kürt milletinin gözünde afişe etmek için caniliğini, barbarlığını, Kürt milletine verdiği zararı, Saddam’la yaptığı işbirliğini herkese açıklayan siyasî bir kampanya sürdürürüm, ama onunla savaşamam. Sizi de anlayışla karşılıyorum. Siz bir devletsiniz ve PKKya karşı yumuşak davranamazsınız. Ama silahla da her şeyin halledileceğine inanmak zordur. İngiltere gibi tüm imkânları olan bir ülke İRA’yla baş edemiyor. 
Kanaatimce İçişleri bakanınızın teslim olan PKK’lı militanların hoşgörüyle karşılanacağı yolundaki açıklaması çok olumlu bir tutum. PKK’yı tecrit etmek istiyorsak daha siyasî davranmak gerektiğini ve onların silahını ellerinden almak 
gerektiğini düşünüyorum. 

Ben PKK’ya daha farklı yaklaşabiliyorum, çünkü ben Kürt’üm ve onların anlayabileceği lisanı ve üslupla düşünüyorum. HEP’lilerle burada yaptığım görüşmelerde hata yaptıklarını söylüyorum. Önceleri bana inanmıyorlardı. 
Şimdi ise ne kadar haklı olduğumu teslim ediyorlar. Onlara SHP’den ayrılmalarının hata olduğunu söyledim. Şimdi bana hak veriyorlar. Zaten bizde Türkmenler tarafından söylenen bir atasözü vardır. ‘Bir Kürt’ün beyninin ancak 
olaydan sonra çalıştığı’ tasvir ediliyor. Diğer taraftan PKK’nın işlediği cinayetlere ilişkin olarak hazırlanan kasetler de çok faydalı, bunların televizyonlardan yayınlanması halkı etkiliyor. Biz Kuzey Irak’ta bunu yapıyoruz ve netice 
alıyoruz. 

Duatepe: Yeri gelmişken söyleyeyim. Talebiniz üzerine PTT ve TRT teknisyenlerinden oluşan bir ekibi Kuzey Irak’a gönderdik. Ancak adı geçenler Kuzey Irak’ta bizim anladığımız tarzda bir televizyon yayın şebekesi  bulunmadığını, kısıtlı ve bölgesel yayın kapasitesi olan 3 verici bulunduğunu TV yayın şebekesinin tam anlamıyla kurulmasının ise büyük bir proje hazırlanması, bunun da yüklü bir bütçeyle desteklenmesi gerektiğini bildirdiler. 
Bu görevliler ayrıca, kendililerine yakın ilgi gösterilmediği gibi, tecrit dahi edildiklerini bildirdiler. 

Talabani: Kuzey Irak’ta 4 istasyon ve her biri 1S kw gücünde 4 vericimiz var. Bunlar Kerkük’teki Irak vericisinden daha güçlü ve 200 km2’lik bir alana yayın yapabiliyor. Bizim sorunumuz bunlardan üçünün devre dışı bulunması. 
Bunların yedek parçalarının karşılanmasını istiyoruz. Büyük projeye gerek yok. Bu yedek parçaların bedelini de ödemeye hazırız. Bu teknisyenlere ilgi gösterilmediği, tecrit edildikleri iddiasına gelince, ben kendilerine evimde yemek 
verdim. Gittikleri her yerde de yakın ilgi gördüklerini söyleyebilirim. 

Kurttekin: Benim dikkatinizi çekmek istediğim bir husus Avrupa’daki gazetecilere verdiğiniz demeçlerle ilgili. Bu demeçleriniz belki de basın organlarınca tam yansıtılmıyor ve tutumunuzda dalgalanmalar olduğu izlenimi yaratıyor. 
Örneğin İtalyan La Republica gazetesine verdiğiniz demeçten (Roma Büyükelçiliği’nin 740 sayılı açık teli) Irak’ta sadece Kürtler ve Arapların yaşadıkları gibi bir netice ortaya çıkıyor. Yine bu demecinizde yarın bir gün Kürdistan’ın bağımsızlığına kavuşabileceğini söylüyorsunuz. (Sayın Kurttekin daha sonra makalenin metnini okumuştur.) 

Talabani: Bu makalede yer alan her şeyi söyledim ve bugün bana aynı sorular sorulsa aynı şeyi söylerdim. Her şeyden önce benim Irak’ta sadece Kürt ve Arapların yaşadığı gibi fikir öne sürmem imkânsız. Ben Türkmenlerin talebi 
üzerine onların da sözcülüğünü yapıyorum. Bunu Türkmenlere sorabilirsiniz. Kürdistan’ın bağımsızlığı konusuna gelince; cümleyi tam okursanız benim ‘Eğer bir gün Araplar birleşirse Kürdistan bu ülkenin bir parçası olmayacaktır’ 
dediğimi göreceksiniz. Biz Irak’ın bölünmesini istemiyoruz ayrıca gerçekten de yarın bir gün Araplar birleşirse, Kürtler Arapların bir kolonisi olmayacaktır. Belki Türkiye’yle birleşmeye karar verir, belki bağımsız bir devlet kurarız, ama 
artık hiçbir zaman Arap sultasında yaşamak istemiyoruz. Samimi olarak ifade edeyim ki, şimdi Irak’ın bölünmesi için en müsait vakit. Buna rağmen biz Irak’ın bütünlüğünün korunmasına taraftarız. Eğer bölünmeyi isteseydik çoktan 
harekete geçerdik. Bizim tavrımız çok açık. Bu bakımdan makalede yazılarının hepsinin doğru olduğunu ve bizi anlayışla karşılamanız gerektiğini düşünüyoruz.” 



***


22 Mayıs 2019 Çarşamba

OPERASYON BÖLÜM 2

OPERASYON BÖLÜM 2


Avrupa-Amerika farkı. 

Dünya yeniden kurulurken, Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan bu sıcaklıkları “kaynama” noktasına ulaştıran şey Abdullah Öcalan’ın yakalanması sırasında Amerika’nın verdiği büyük destektir. 
Türkiye ile Amerika arasındaki bu gelişim, Körfez Savaşı’ndan bu yana zaten var olan, karşılıklı etkileşimin bir sonucu. Türkiye daha sonra Avrupa ile Amerika arasında tercihlerini ve kendi yolunu çokça arayan, ama Avrupa kapılarında kendine geçiş olanağı bulamayan bir ülke olarak kaldı. 
Türkiye, içinde yaşadığı Avrupalı mı olalım, Amerikalı mı çatışmasında arada sıkıştı. Bunda Türkiye’nin içten yıpratılmasını sağlayan ayrılıkçı PKK terörü en etkili unsurdur. Türkiye’nin ekonomik kaynaklarının yönelimi, askerî 
mekanizmaların iç politikadaki etkin kullanımı ve bunların PKK terörüyle destekli, siyasal İslam’ın yükselişiyle geldiği iç denge arayışları, tercihlerini yapmakta olan Türkiye’yi zorladı. Buna bir de Avrupa’nın Kürt kartını ezici ve Türkiye’yi yıkıcı anlamda kullanmaya kalkması eklenince, Amerikan politikalarının siyasetimizin belirleyeni durumuna geçmesi kendiliğinden oldu da bitti bile. Öcalan’ın yakalanmasına kadar geçen süreçte Avrupa’nın tutumu inanılır gibi 
değildi. 

Amerika’nın iki canı: Talabani ve Barzani,

Amerika’nın Türkiye’ye bu politik ilişkiler içinde PKK terör örgütünün başı Abdullah Öcalan’ı vermesi, Türkiye ile Amerika arasındaki yaklaşımları doruğa çıkarttı. Avrupa’nın tersine (ve çoğu zaman karşısında) Öcalan kartı Amerika’nın baştan beri istemediği bir şeydi. Amerika bölgede kendisiyle tam uyumlu, düşmanı Saddam’la çatışan iki Kürt yerel lider Mesut Barzani ve Celal Talabani’yi bulmuşken, Öcalan’ı ve PKK’ yı hoş göremezdi zaten. Amerika 1975 yılından bu yana Barzani ve Talabani’yle silah ve parasal ilişki içinde bulunuyor. Amerika için Barzani ve Talabani ikilisi bölgenin vazgeçilmez unsurları. Amerika bunu pekiştirmek amacıyla bölgeden topladığı beş bin peşmergeyi Amerikan vatandaşı yaptı. Bu peşmergeler aldıkları eğitimin ardından tekrar Kuzey Irak’a getirilerek yerleştirildiler. (Amerika ile Kürtlerin dansını daha yakından incelemek isteyen okurlar için ABD’nin Kürt Kartı, Turan Yavuz, Doğan Kitapçılık, mayıs 1998. 

Kuzey Irak’ta Amerika’nın yardımıyla altyapı sorunları çözüme kavuşan, kurumları yeniden yapılandırılan bir hükûmet ve bölge devleti hızlı adımlarla kuruluyor. Abdullah Öcalan ve PKK yapısı, Türkiye’nin üzerindeki sıkı 
baskısı, lideri, fikri ve gelecek planlarıyla Amerika’nın bölge politikalarını ve Kuzey Irak’ta oluşturduğu Kürt tampon devlet fikrini zedeleyecek bir noktaydı. Amerika, Öcalan’ı Türkiye’ye vererek bu noktayı etkisizleştirdi. Abdullah 
Öcalan’ın kendi ifadesiyle Amerika, “ilkel ve Avrupacı” bulduğu Öcalan’dan, Barzani ve Talabani’yi kurtardı. 

Bu operasyonun her iki ülkenin gizli servisleri arasındaki ilişki düzeyini geliştirdiği muhakkaktır. Bunun yansımalarını her iki ülkenin gizli servislerinin Ortadoğu ve Kafkaslar’ta yürüteceği operasyonlarda bundan sonra 
gözlemek kimseyi şaşırtmamalıdır. 

Bu ilişkinin Türkiye’nin savunma başta olmak üzere pek çok alanda aleyhine olacağı eleştirileri de bir gerçekliktir. 
Amerika’nın bölgedeki düşmanlarına karşı Türkiye’yi kullanma isteği yeni bir arzu değildir. Bu konuda Türkiye’de uzunca bir zamandır geçerli olan sağduyunun Öcalan operasyonuyla başlayan süreçte ortadan kalkmaya başlaması ulusal çıkarlar açısından tehlikelidir. 

Türkiye’de Gelişen Muhalefet 

Amerika’nın bu planlarıyla ilgili olarak Türkiye’de aslında güçlü bir muhalefet bulunmaktadır. Bu muhalefet Türkiye’nin bağımsız ve güçlü kimliğini korurken gelişmesi ve ilişkilerindeki karşılılık ilkesinin Türkiye aleyhine oluşmamasını istemektedir. Bu muhalif seslerin en güçlülerinden olan Attila İlhan’ın dile getirdikleri çok çarpıcı unsurlar taşımaktadır: 

“Ankara, NATO’ya girmekle, ulusal savunması’nı nasıl bir çark’a bağladığını, sanırım, Başkan Johnson’ın ünlü mektubuyla anlamıştı: 
‘...Türkiye ile aramızda mevcut askerî yardımın, veriliş maksatlarından başka gayelerde kullanılması için, hükûmetinizin Birleşik Devletler’in onayını alması gerekmektedir... Mevcut şartlar altında, Birleşik Amerika’nın, Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı müdahalede, Amerika tarafından sağlanmış malzemenin kullanılmasına muvafakat edemeyeceğini, size bütün samimiyetimle bildiririm...’ (haziran, 
1964). 
Bunun üzerine, o günleri yaşamış olanlar hatırlayacaktır, İsmet Paşa , ‘...büyük bir devletle ittifak, bir atla yatağa girmeye benzer’ demişti. Nereden mi biliyordu? O nesil bunu, cephelerde, üstelik bir imparatorluk kaybederek 
yaşamıştır. 

‘Kendi uçağını kendin yap!..’ 

Tanık/1. Şevket Süreyya Bey, eski Bolşevik, eski Kadro’cu (solcu Kemalist), incelemeci ve araştırmacı. 

‘...birbirinden sorumsuz, birbirinden mutaassıp ve çağdaş bir dünya görüşünden mahrum dört kişi, imparatorluğun kaderini, kendi aralarına ve ancak birbirlerine cesaret vererek, merkezi hükûmetler’in (Almanya, Avusturya ve Macaristan) kaderlerine bağlamışlardır. Bu dört kişi Enver Paşa, Talat Bey, Meclisi Mebusan Reisi Halil Bey ve Sadrazam Sait Halim Paşa’dır. Hele ittifakı imzalayan Sait Halim Paşa, bir Mısırlıdır, Türk vatanı ile bir ilgisi yoktur...’ 

‘...Türk/Alman İttifakı’nın imzası olayı şöyle özetlenebilir: Alman Sefiri Baron von Wangenhein, Almanya harbe girdikten sonra, Türk-Alman İttifakı’nın derhal imzalanmasını ister. Sadrazam’ın yalısına, kendi evi gibi dilediği zamanda girer çıkar; rica değil, tazyik eder; hatta bağırır çağırır, tehditlerde bulunur. Nihayet gene böyle bir sahnede ve onu yalının başka bir odasında oyalamaya çalışan Halil Bey, birkaç defa o oda ile arkadaşlarının bulundukları oda arasında gidip geldikten sonra çıkışmaya başlar: ‘...herife karşı ayıp oluyor yahu. Hem adam bağırıp çağırıyor, imzalayalım bu istediği neyse, çıkıp gitsin!..’ İstediği imzalanır, adam memnun, çıkar gider. Başları dertten kurtulur ama, milletin başını derde sokarlar ki, bu harp Türk tarihine, şu veya bu yolda, milyonlarca insanın kanına ve devletin yıkılışına mal olacaktır...’ (Tek Adam, cilt 1, s. 199/200, Remzi Kitabevi, 1969). 

İddia makamının ekidir: ‘...NATO’nun, Soğuk Savaş’ta Türkiye’ye attığı kazık, yalnız Johnson ‘ın mektubu mudur? 

Hayır! Önceleri Türkiye, Sovyet taarruzu halinde topyekûn mukabele’den yararlanacaktı; yani caydırıcılık dozu etkili ve güçlüydü; sonradan esnek mukabele’den yararlanabilecek düzeye indirildi; bu esnekliğin dozunu ve 
derecesini, elbette, Düveli Muazzama’nın (sistemin) çıkarları belirleyecekti; Türkiye’nin ‘ulusal çıkarları’ değil...’ ‘Kendi Uçağını Kendin Yap!’ afişleri, nereden çıkmıştı sanıyorsunuz? Aslında, Ulusal savunmanı kendin kur anlamına geliyordu.’ 

‘Tarih tekerrürden ibaret’ midir? 

Belge/1. ABD ile Türkiye arasında, ortak savunma: ‘Türkiye ile ABD; Suriye, İran ve Irak gibi nükleer füze sistemlerine sahip ülkelerden gelebilecek tehditlere karşı yürüttükleri ortak çalışmayı, Bill Clinton’ın ziyareti sırasında ilerletme kararı aldılar. ABD Savunma Bakanlığı, 3 Türk generalini ABD’de yapılacak bir toplantıya davet ederken, kurulacak ortak çalışma grubu, gelecek yıl ABD’de simülasyon tatbikatı gerçekleştirecek. ABD yönetimi, Soğuk Savaş sırasında kurulan ve SSCB’nin nükleer faaliyetlerini de izleyen, Belbaşı Sismik Gözlemevi’ni Türkiye’ye devrediyor...’ (Cumhuriyet, 24 kasım 1999). 

Belge/2. Türkiye’nin Ortak Savunma Projesi’ni, NATO’ya genişletme isteğini, ABD reddetti. ‘...ABD, Türkiye’nin, bölgesel balistik füze tehdidine karşı geliştirilmesi planlanan savunma şemsiyesinin NATO bünyesinde 
gerçekleştirilmesi istemini reddetti. ABD, Ortadoğu ülkelerinden kaynaklanabilecek füze tehdidine karşı, ortak bir çalışma geliştirmek amacıyla, iki yıl önce Türkiye ile işbirliği yapma kararı aldı. Çalışmalar sırasında, Türkiye bu projenin ekseninin genişletilmesi ve bir NATO çalışması olarak geliştirilmesi istemini dile getirdi. Ancak ABD, bu isteme, ‘...ikili düzeyde yapmamızda daha büyük yarar var’ diyerek karşı çıktı...’ (Cumhuriyet, 25 kasım 1999). 
Esas hakkında mütalaa: ‘...Washington, Avrasya’da, yani petrol ve su coğrafyasındaki, temel savunma stratejisi’ni acaba neden NATO çerçevesinde düşünmek istemiyor? 

Yoksa bu, Avrasya’yı, çoğu NATO üyesi Avrupa’lı müttefikleri’ne karşı bir koz olarak kullanmak tasarısından mı ileri geliyor? Bu, bir...’ 

‘...fakat asıl, ikincisi önemli: Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya yönelik Amerikan ortak savunma stratejisi’nde, potansiyel düşman olarak zikredilen ülkeler (İran, Irak ve Suriye), Türkiye’nin sınırı bitişik komşuları 
hem de Ankara’nın ulusal politikasında önceliği olan ülkeler, onları a priori hasım saymak, ülkenin ne kadar çıkarına uygun düşer? Hele, Wolfowitz Raporu’nda açıklanan, ABD Temel Savunma Stratejisi’nin esasları hatırlanırsa!...’ 
Öteki süper güç kim olabilir ki? 

Bilirkişi Raporu: Paul Marie de la Gorce , Wolfowitz Raporu’nu değerlendiriyor: 
‘...rapora göre, Avrupa’daki istikrarı; ya Rusya’da milliyetçiliğin diriltilmesi ya da Rusya’nın SSCB’den ayrılarak bağımsızlığını ilan etmiş ülkeleri yeniden kendisine bağlaması teşebbüsü, bozabilir: Ukrayna’yı, Beyaz Rusya’yı, belki de başkalarını!.. İşte burada, gelecek yıllara değin Amerikan politikasının, hangi temel düşünce’ye dayandığı meydana çıkıyor: Ne pahasına olursa olsun, Sovyetler Birliği’nin dağınık halde kalmasını, korumak; hatta gerekirse, bu dağılmayı hızlandırmak; hangi şartta olursa olsun, Rusya’da ya da (buraya dikkat!) Rusya etrafında güçlü bir süper devlet’in oluşmasını önlemek!...’ (Le Monde Diplomatique, nisan 1992).” Evet, alıntı yaptığımız kısım Attila İlhan’ın tanıkları, bilirkişi raporları ve sonuç değerlendirmesiyle büyük kavganın 
fotoğrafından bir bölüm. Ama dahası da var tabiî. 

Özal ve Bush’un Kürt Planları 

Amerika bölgesel 2000 planları için Türkiye’yi öne sürüyor. Bu konuda Milli Güvenlik Kurulu dahil pek çok devlet kuruluşunda eskiden beri Türkiye’nin bir bölgesel savaşla öne sürülüp, Amerikan çıkarlarının koruyucusu ve dolayısıyla 
mağduru olmasının altı çiziliyordu. Buna karşı bir direnç gösteriliyordu. Özellikle Körfez Savaşı sırasında askerlerin Irak’a girmeme ve Özal-Bush formüllerine karşı direnme politikaları Avrupacı güçlerin ordu içindeki muhalefeti olarak 
yorumlanıyordu. 

Bu kavgayı o zaman büyük satranç tahtasında Lozancı olarak da adlandırılan Avrupacı güçler kazanmıştı. Ama Amerika planlarından asla vazgeçmedi. 
Ortadoğu’nun bütün Amerikan karşıtı güçleri Türkiye’ye hep kuşkuyla baktılar. Bu kuşkuyu ne Körfez Savaşı sırasında takınılan tutum, ne de Kıbrıs konusunda Amerika’ya karşı girişilen büyük mücadele değiştiremedi. Bunda NATO üyesi olmanın yanı sıra Türk ekonomisinin giderek Amerika’ya bağımlı bir duruma gelmesinin, dış politikada her ne şart altında olursa olsun Amerika’yla birlikte hareket etme kararlılığının büyük etkisi olsa gerek. Bu ekonomik tercih özellikle İMF ilişkileri ve devletin borçlanma taleplerindeki Amerikan ağırlığı, bölge ülkelerini etkileyen önemli bir unsur. 

Bölgenin önemli ve Amerika’yla ilişkileri çatışmalı, sorunlu ülkeleri olan Suriye, Irak ve İran, Türkiye’yi Amerikan gizli servislerinin desteğiyle kendi ülkesinde operasyonlar düzenlemekle suçlamaktadırlar. 

Suriye-Irak-İran: APO neden yalnız? 

Suriye giderek ağırlaşan ekonomik bunalımı nedeniyle Amerika’yla arasını düzeltmek ve İsrail’le barış anlaşması yaparak bölgede Türkiye’den kendisine yönelecek hareketlerden kurtulmaya çalışıyor. Bunun bir sonucudur ki 
Abdullah Öcalan Suriye’den çıkartılmak durumunda kalmıştır. Türkiye baskılarında etkili olabilmiştir. Suriye eskiyen savaş teknolojisi, bozuk ekonomisi yüzünden PKK’yla mücadele sırasında sık sık sınırlarından içerilere, kilometrelerce terörist takibine giren Türk güvenlik güçleri karşısında çaresiz kalmıştır. Türkiye bunu gördükten sonra Öcalan’la ilgili baskılarını yoğunlaştırmıştır. Sınır bölgelerinde terörist takibine sınırdan içeri girerek devam eden güvenlik güçleri karşısında en önce Suriye karakolları kaçarak yanıt vermiştir. Bu durum Sovyetler Birliği’nin dağılması, Rusya’nın içinde bulunduğu ekonomik durumun kötülüğü ve Suriye’ye yardım edememesinden kaynaklanıyor. 

Çünkü Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad, iktidara gelirken Türkiye ve Amerika’nın desteğini almıştır. Kendisi aslen Hataylıdır.Ama daha sonra ülkesini Ruslarla sıkı müttefik yapmıştır. Türkiye ile Amerika’nın istediğinde neler 
yapabileceğini iyi bilmektedir. Ayrıca ülke içi dengelerde etkin olan şeriatçı Müslüman Kardeşler örgütünün kendisine karşı zaman zaman başvurduğu darbe girişimlerinin arkasında da yine Türk-Amerikan ortak operasyonlarını  görmektedir. Suriye PKK’yla ilgili olarak kendisine giden bütün Türk heyetlerine Müslüman Kardeşler örgütünü karşı koz olarak sunmuştur. 

İki kutuplu dünya ve Soğuk Savaş yıllarının getirdiği dengeler içinde Rus yardımı sonucu Suriye, Türkiye karşısında durabilecek askerî yapıya sahipti. Hatta sınırını geçen veya yakın uçan Türk casus uçaklarının yanı sıra, Türk Tapu 
Kadastro uçağı dahi takip edilip Türk sınırları içinde vurularak düşürülmüştü. Ve bu durum karşılıklı güç dengesi içinde müzakerelerle halledilmeye çalışılan sıradan sınır olayları olarak kayıtlara geçirilmişti. 
Ama Sovyetlerin dağılması,Rusya’nın içinde bulunduğu durum Suriye’nin, Türkiye’ye yanıt vermesini ve silahlı kuvvetlerindeki modernizasyonu olanaksız hale getirdi. Suriye bu nedenle Türkiye ve İsrail karşısında, Amerika’yla iyi 
ilişkiler geliştirme ataklarını hızla sürdürmektedir. 

Irak ise özellikle kuzey bölgelerinde Amerika tarafından oluşturulan Kürt tampon devleti politikasına karşı Amerikan baskısı yüzünden hiçbir şey yapamamaktadır. Irak hava kuvvetleri ve silahlı unsurlarının teknik ve gelişmiş birimleri Amerikan saldırıları ve sıkı takibi sonucu tamamen yok edilmiş durumdadır.Silahlı unsurlarını ülkesinin topraklarını değil ama, iktidarını korumak için kullanmak zorunda bulunan Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, Türkiye’yi düşman olarak görmektedir.Amerika’nın Irak politikalarında da en etkin ülke Türkiye’dir. Türkiye’den kalkan Amerikan uçakları Irak üzerindeki kontrollerini düzenli olarak yapmakta bu Çevik Güç operasyonlarına Türkiye Büyük Millet Meclisi izin vermektedir. Suriye ile Irak’ın elele vermesi sonucu Fırat ve Dicle ırmaklarının kullanımı konusunda Türkiye karşıtı bir politik tutum Arap dünyasında ve Batılı çevrelerde kabul görmüştür. Bu nedenle Atatürk Barajı ile GAP yatırımlarına Türkiye Batı’dan da kredi alamamış, kendi olanaklarıyla bu projelerini gerçekleştirmek durumunda kalmıştır. Suriye ve Irak özellikle Mısır’ın Arap dünyasındaki liderlik arayışlarından yararlanarak sınır aşan sular konusunu önemli bir tartışma gündemi olarak tutuyorlar. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

OPERASYON BÖLÜM 1

OPERASYON BÖLÜM 1 



Yazan: Tuncay ÖZKAN, 


Yayın hakları: © Doğan Kitapçılık AŞ 
1 . baskı / şubat 2000 / ISBN 9 7 5- 6 7 70 - 6 2- 7 
Kapak tasarımı : Dipnot 
Baskı: Şefik Matbaası 
Doğan Kitapçılık AŞ Hürriyet Medya Towers , 34544 Güneşli-İSTANBUL 
Tel. ( 212) 677 06 20 - 677 07 39 F ak s ( 212) 6770749 


Operasyon 
Tuncay Özkan 


Babam Ziya Özkan’ ın Aziz hatırasına . . . 

Birinci Bölüm 

Ankara 

Ankara soğuk rüzgâra teslim olmuştu. Kentin üzerindeki sis, rüzgârın etkisiyle dağılırken, Ankara Kalesi’nin burçları güneşi yutmaya başlamıştı. 
Akşam oluyordu. 
Günlerden Perşembeydi. 4 şubat 1999 akşamı, olağan gibi gözüken her şey, az sonra gerçekleşecek randevuyla, bambaşka bir boyuta taşınacaktı. 
Amerikan gizli servisi CİA’ nın Ankara temsilcisi, Yenimahalle’de bulunan, Türk gizli servisi MİT’in resmî konutundaki randevusuna tam saatinde geldi. 
İki gizli servis mensubu karşılıklı nezaket sözcüklerinin sonrasında iş konuşmaya başladılar. Amerikalı casus, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’a çok önemli 
bir teklifte bulunuyordu. 
CİA yetkilisi, MİT Müsteşarı’na, PKK terör örgütünün başı Abdullah Öcalan’ın ortak gerçekleştirilecek bir operasyonla yakalanmasını ve Türkiye’ye 
getirilmesini öneriyordu. 
Saat 21.15 sularıydı. Şenkal Atasagun olayla ilgili biraz daha bilgi istedi. CİA yetkilisi ne istendiğini anlamıştı. 
Amerika, Türkiye’ye Abdullah Öcalan’ı teklif ediyordu. Ama şartı neydi? Amerika Öcalan’ı niye Türkiye’ye verecekti? 

Amerika’nın şartı Açıktı: 

“Operasyonu Amerikan ve Türk ekipleri gerçekleştirecek. Ancak ne olursa olsun Abdullah Öcalan Türkiye’ye sağ olarak getirilecek, mahkemede adil olarak yargılanacak ve öldürülmeyecekti.” 
Açıkça istenilen buydu. Ama sonradan yaşananlar olayın getirdiği olumlu rüzgârların Amerika’nın Usame Bin Laden, Saddam Hüseyin ve İran’a karşı girişeceği operasyonlarda MİT’in verdiği desteğin bu istek kadar önemli 
olduğunu ortaya koydu. 

Amerika’nın Şartı 

Amerika şart olarak, Abdullah Öcalan’ın sağ olarak Türkiye’ye getirilip, yargılanması ve öldürülmemesi konusunda garanti ve güvence istiyordu. Onlara göre en önemlisi buydu. Türkiye’nin Öcalan’ı yok etmek konusundaki daha önce gerçekleştirdiği operasyonlardan haberdar olan Amerikan yönetimi, Öcalan’ın sağ ele geçirilmesinde ısrarlıydı. 

Şenkal Atasagun, Amerikalı temsilcinin sözlerini dikkatle dinledi. Bu konudaki kararı tek başına vermesinin mümkün olmadığını aktardı. 

Atasagun, Başbakan Bülent Ecevit’e ulaştı. Ecevit o sırada Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in verdiği bir yemek nedeniyle Çankaya’da Başbakanlık Konutu’nun hemen altında bulunan Dışişleri Konutu’ndaydı. Konu çok özeldi ve hemen görüşmek gerekiyordu. Ecevit, ”gelin” dedi. Atasagun’a başbakanlık konutunda randevu verdi. 
Saat 22.45’de Başbakan Ecevit ile MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun başbaşa görüşmeye başladılar. Ecevit, CİA yetkilisinin aktardıklarını duyunca, Cumhurbaşkanı’na bilgi vermek gerektiğini söyleyip, Süleyman Demirel’i aradı. 
Çankaya Köşkü 4 şubat 1999 perşembe gününü yorgun geçirmişti. Cumhurbaşkanı Demirel’in “devlet günü” dediği günlerden biriydi. Sabah 09.00’dan, akşam 20.00’ye kadar yoğun bir şekilde çalışılmıştı. Saat 17.30’da MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, 18.00’de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, 19.00’da ise Başbakan Bülent Ecevit 

Çankaya Köşkü’ne gelerek brifing dosyalarını anlatmışlardı Demirel’e. Kapıda bekleyen gazeteci ordusu, bu haftalık ve olağan geçen görüşmelerden bir şey çıkmayacağını çok iyi biliyordu. 

Ama Başbakan Ecevit’in telefonuyla sarsılan Çankaya Köşkü’nde az sonra gerçekleşecek zirve, hepsinden farklıydı. Saat 23.10’da olağanüstü zirveye kapılarını açmıştı Köşk. 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit ve MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun konuyu tartışmaya başladıklarında Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu da toplantıdaki yerini aldı. Kapıda gazeteciler yoktu. 
Toplantıdan bakanların dahi bilgisi olmamıştı. Ankara’da çıt çıkmıyordu. 

MİT VE CİA’nın gizli protokolü 

Atasagun kendisine iletilen teklifi aktardı. Amerika’nın şartı kabul edilebilir bulunuyordu. Öcalan, sağ olarak ele geçirilirse, Türk gizli servisinin elemanları kendisini “sağ ve sağlıklı” olarak Türkiye’ye getirecekler ve adalete teslim 
edeceklerdi. 

Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, Öcalan’ın “teslim edilebilirliği konusuna çok güvenmediğini” belli ediyordu. Ama bu operasyona girilmeliydi. 

Operasyonun bütün sorumluluğu Şenkal Atasagun’a verildi. Operasyon başından sonuna kadar MİT’e ve müsteşarına teslim edildi. Atasagun’un isteği üzerine Genelkurmay İstihbarat Dairesi’nin başında bulunan General Fevzi Türkeri de, çalışmaya dahil edildi. Ankara soğuktu. Işıklar içindeki kentin manzarası üzerinde dumanlar vardı. Büyük sırrı saklayacak olan zirve konukları Çankaya Köşkü’nden ayrı ayrı çıktılar. Ayrı kapıları kullandılar. Sırlarıyla beraber kentin buz tutmuş yollarında gözden kayboldular. 
Atasagun, Çankaya Köşkü’nden ayrıldıktan sonra yeniden konutuna, kendisini beklemekte olan CİA yetkililerinin yanına döndü. 

“Tamam” dedi, “Abdullah Öcalan sağ olarak getirilecek ve yargıya teslim edilecek. Bağımsız Türk yargısı kendisini en adil bir şekilde yargılayacak.” 

Asrın gizli servis operasyonu işte bu sözlerle başlamış oluyordu. İki gizli servis arasında hemen oracıkta bir kâğıt üzerinde basit bir protokol yapıldı. Protokol içinde şunlar yazıyordu: 

“Abdullah Öcalan’ın ele geçirilerek Türkiye’ye getirilmesinde Türk gizli servisi MİT ile Amerikan gizli servisi CİA birlikte ve ortak bir operasyon yapacaklardır. Öcalan sağ olarak ele geçirilip adil bir şekilde yargılanacaktır.” 

Oturulup bir hazırlık planı yapıldı. Her şey bir anda gelişti. Öcalan, operasyonuna ad bile konmadı. 

Amerikan Çelmesi 

Türkiye’nin Öcalan’ı ele geçirme isteği malumdu. Peki ama Amerika, Abdullah Öcalan gibi bir büyük kozu, masadaki en önemli Kürt kartını neden Türkiye’ye veriyordu? Aslında sonunun Amerikalıların elinden olacağını bilmeden, bu sorunun yanıtını yakalanmadan az önce, Özgür Politika gazetesinde Abdullah Öcalan şöyle veriyordu: 
‘‘Doğrudan ABD tarafından yönlendirilen komployla ulusal kurtuluş çizgisinin tamamen tasfiyesi amaçlanmaktadır. Kuzey Iraklı Kürt liderlerin katıldığı Washington Deklarasyonu süreci tasfiyemiz üzerinde kuruldu. 
Mesut Barzani ile Celal Talabani’nin Ankara’ya gidişleri bu çerçevededir. Kimse kendini aldatmasın.’’ Öcalan yakalandıktan sonra toplanan PKK’nın VI. Kongresi Öcalan’ın yakalanmasının Amerika’nın bölgesel etkinliklerinin yeni dizaynı içinde değerlendirilmesi gerektiğine inandığını açıkladı. 
PKK’nın VI. Kongresi 1999 ocak-şubat döneminde Kuzey Irak-İran sınırında Kandil Dağları bölgesinde toplandı. Kongre sonrasında alınan kararlar PKK’nın yayın organı Özgür Politika gazetesinde 5 mart 1999 tarihinde yayımlandı. “Zafer Kongresi Uluslararası Komploya Yanıttır” başlıklı bildiride şöyle denildi: 
“ABD emperyalizmi, İsrail Siyonizmi ve Türk faşizminin tüm uluslararası güçleriyle, Kürt ihanetini de kullanarak gerçekleştirdiği 9 ekim 1998 komplosu, hiçbir uluslararası hukuk kuralına, ahlak kuralına ve insanlık ölçülerine bağlı 
kalmaksızın sürdürülmüş, parti önderliğimizin yüksek öngörülü ve kararlı mücadelesine rağmen 15 şubat 1999 günü korsanlık eylemiyle yeni bir aşamaya ulaşmıştır.” 

“İkiyüzlü Avrupa” 

“Parti önderimizin oldukça ölçülü olan mücadele çizgisi ve Kürt sorununa siyasî çözüm bulma arayış ve çabasının böyle alçakça bir yöntemle karşılaşması, tarihin oldukça derinlikli bir olayı olarak karşı karşıya olduğumuz düşman 
gerçeğini, Kürt halkının haklarının karşısındaki dünya gerçeğini, ABD entrikacılığı ile Avrupa ikiyüzlülüğünü açıkça ortaya koymuştur.” 

PKK bazı şeyleri anlıyordu, ama anlaması için Türk-Kürt 30 000 kişinin ölmesi ve Türkiye’nin tam yüz milyar dolarlık bir kayba uğraması gerekiyordu. Ama PKK, içindeki canavarın kan isteğine gem vuramaz bir haldeydi. Bu yüzden de terör batağında çırpınıp duruyordu. Dünya onu dışlayalı çok zaman olmuştu. Özellikle Amerikan yönetimi terör raporlarında PKK için özel bölümler açmaya başlamıştı. 

Başka bir deyişle PKK’nın ve Abdullah Öcalan’ın Amerika için bir önemi kalmamıştı. Washington’da hem de Türk Büyükelçiliği’nin yanı başında yıllardır bürosu olan PKK, Amerika’dan tokat yemeden gerçekleri anlamayacak kadar 
kötü bir durumdaydı. 

Amerika için Türkiye her zamankinden daha fazla önem kazanmıştı. Bunu anlamak ve algılamakta PKK çok gecikti. Arkasındaki büyük güç Avrupa’ya güvenmekle ne kadar yanıldığını sonradan gördü. Amerika, Türkiye’yi 
Avrupa’dan daha farklı bir konumda görüyordu. Bu konum daha sonra “stratejik müttefiklik” olarak adlandırıldı. 

Amerika’nın Türkiye Planı 

Türkiye, Amerika için ne ifade ediyor? Bu sorunun yanıtı PKK’nın neden Amerika tarafından pasifize edildiğinin de göstergesi. Bu aynı zamanda Amerika’nın bugüne kadar Türkiye’nin başına bela olan PKK’yı neden kolladığının da cevabı. Türkiye, Amerika açısından vazgeçilmez bir üs. Ekonomik, insanî ve fizikî coğrafyası Türkiye’yi Amerika’nın vazgeçilmezi yaptı. Bunu bir strateji uzmanı dostum “Amerika, Washington’dan vazgeçer, ama Türkiye’den vazgeçemez” diye tanımladı. 

Kafkas enerji yatakları ve buradaki Türk kökenli uluslar, Ortadoğu’daki dengeler, Balkanların çatışmalara gebe durumu, Asya’ya uzanan yeni yapılanmalar, İsrail’in yeni dengeler içindeki arayışları ile Amerika’yla girdiği güç çatışmaları ve Rusya’nın belirsizliği bu ilişkilerin vazgeçilmez noktalarını oluşturuyor. 
Şangay beşlisi olarak adlandırılan Çin, Rusya, Kazakistan, Türkmenistan ve Hindistan ittifakı, bölgesel güç dengesi yaratarak, Amerika karşısında potansiyel güç arayışıdır. Yani dünyanın patronluğunu tek başına Amerika’ya bırakmama 
mücadelesinin önemli bir adımıdır. 

Çünkü Amerika yeni dünya düzeni stratejisini, bu bölgelerdeki çokkültürlü, çokuluslu, egemen ama küçük olan, “demokrasi”yle yönetilen devletçikler oluşturmak üzerine kurmuş durumda. Nüfuz alanı üzerindeki büyük devletleri de iç çatışmalar veya ekonomik kontrolle yönetebilir veya yönlendirebilir olmak istiyor. 

En önemli ilişki noktalarından biri ise Çin’e karşı Amerika’nın geliştirdiği stratejiler içinde Türkiye’nin önemidir. 
Komünizmini yenileyen, sürekli gelişen ve büyüyen Çin, Rusya ve Kafkaslar’daki Türk kökenli devletlerle çevrelenmiş durumda. Sincan Özerk Bölgesi ve buradaki ayrılıkçı faaliyetler Çin’in başını ağrıtan başlıca sorun. Çin Doğu Türkistan 
sorunu nedeniyle ciddi bir tehdit altında olduğunu dile getiriyor. Bu sorunun zaman zaman MİT’in kışkırtmalarına dayandığı Çin tarafından iddia edilmektedir. Türkiye’de bölgenin ayrılıkçı liderlerinin ve militanlarının etkin olduğu da 
gözlenmektedir. 

Çin ile Türkiye arasında özellikle silah sanayii konusunda gelişen ilişkiler, öncelikle bu sorunun Türkiye tarafından sahiplenilmemesi üzerine kurulu bulunuyor. PKK’ya karşı verdiği mücadelede Avrupa ve Amerika’nın silah 
ambargolarından bunalan Türkiye’nin alternatif olarak Çin’e yöneldiği biliniyor. Çin’i memnun etmek isteyen Türkiye, Doğu Türkistan sorunuyla ilgili olarak bir üs gibi kullanılmasını önleyecek düzenlemeler yaptı. Ancak bu konuda ne 
kadar dayanabilecek, bunu kestirmek güç. Ayrıca, Afganistan ve Tacikistan’ın iç durumları ve yönetimlerindeki şeriatçı güçler, Çin karşısında Amerika’yı 
Türkiye’ye yönlendiriyor. Büyüyen bir dev olarak Çin “tehdidi” karşısında, Amerika’nın en etkin kozu Türkiye. Sadece Çin mi? Hayır. Türkiye, Amerika’nın Balkan politikalarının en etkin gücü. Amerika’ya ve var olan NATO’ya rağmen, silahlı bir ordu kurma kararı alan Avrupa’nın ekonomik çıkarları karşısında Amerika’nın kozu yine Türkiye. Ortadoğu ve Kafkas enerji politikalarının da belirleyeni Türkiye’dir. İran, Irak, Suriye’yle sorunları olan Amerika, bölgesel etkinliğini Türkiye’yle pekiştiriyor. 

Türkiye’nin bugünkü paylaşım dengeleri içinde sorunlu, ama geleceğin büyük ekonomi merkezleri durumunda olan ülkelerle coğrafî, tarihî ve fiilî ilişkileri var. Bu ilişkiler önümüzdeki yüzyılın kaderini belirleyecek. Bunlar, Kafkasya’nın Türk ulusları. Ayrıca Türkiye ekonomik pazar olarak var olması gereken bir ülke. Bölgenin en istikrarlı ve gelişen ülkesi olduğu gerçeği inkâr edilemez. Potansiyeli de ortada. Türkiye dünyanın en gelişmiş 16. Ekonomisi. 

Araştırma geliştirme yatırımlarına en çok bütçe ayıran 17. ülke. Yetişmiş insan gücü, Batı tipi kurumları ve “Laik Cumhuriyet” sistemi Türkiye’yi vazgeçilmez kılıyor. Amerika’nın 1960 sonrasında Türkiye’de izlediği ılımlı İslam modelini geliştirme politikaları, 12 Eylül müdahalesiyle tuttu. Yani Türkiye Amerika’nın istediği kıvamda. Amerika bundan sonra Türkiye’yi bir pazar ülke ve Amerikalıların ifade ettiği “stratejik müttefik” lik konumunda görmek istiyor. 
Çünkü mallarını pazarlayacağı bir ülke olarak Türkiye önemlidir. Amerika, Türkiye’de kaybederse, dünyadaki konumunda büyük gedikler açılmasını engelleyemeyecektir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

19 Mayıs 2019 Pazar

HEPAR neden kapatıldı?

HEPAR neden kapatıldı? 

Osman Pamukoğlu açıkladı.,
23 Nisan 2019
Gündem.



 











HEPAR., KURUCU Başkanı Osman Pamukoğlu, ( HEPAR'ın ) geçtiğimiz günlerde yapılan olağanüstü kurultayda alınan kararla kapatıldığını ifade etti.

Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu'nun kurduğu Hak ve Eşitlik Partisi (HEPAR) geçtiğimiz günlerde yapılan olağanüstü kurultayda alınan kararla kapatıldı.

Karar HEPAR Gençliği Twitter hesabından, " 4 Eylül 2008’de kurulan Hak ve Eşitlik Partisi; hiçbir kurum ve kuruluştan yardım ve destek görmeden, bir avuç yurtseverin maddi ve manevi desteği ile, 10 yıl hayatta kalmayı başarmıştır. 21 Nisan 2019’da toplanan Olağanüstü Kurultay’da alınan kararla; “parti kapatılmıştır" şeklinde duyuruldu.

Independent Türkçe’ye konuşan HEPAR Başkanı Osman Pamukoğlu,  “ Partimize içerden ve dışardan birçok ambargo uygulandı. Partimiz ilk kurulduğunda AB’nin 6 ayda bir gönderdiği ilerleme raporunda ‘ bu parti büyümesin’ diye yer aldı. Türkiye’de Meclis ya da dışından bir çok parti var ama neden onlar yer almadı... Sonuç olarak hiçbir bağış alamadık. Destek gelmedi. Biz bir avuç yurtsever kendi ödediğimiz aidatlarla partiyi 10 yıl ayakta tutabildik” dedi.

“ Propaganda yapamıyorsunuz, etkinlik yapamıyorsunuz, daha çok il ve ilçe örgütü açamıyorsunuz. Dişimizi tırnağımıza takarak partiyi 10 yıl ayakta tuttuk. Gidebildiğimiz kadarıyla etkinliklere katıldık ama daha fazlası mümkün olamadı” diyen Osman Pamukoğlu, tüm çabalarına rağmen HEPAR’ın istedikleri anlamda güce erişemediğini söyledi. 


https://www.milligazete.com.tr/haber/2478927/hepar-neden-kapatildi-osman-pamukoglu-acikladi

****

Tek Çıkar yol, Genel seçim ve… AKP’den Kurtulmak!


Tek Çıkar yol, Genel seçim ve… 
AKP’den Kurtulmak!

İLK KURŞUN Gazetesinden alıntıdır...

Sabahattin Yılmaz Özdil,

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Boğaz’daki restoranlarda bi levreğe 500 lira ödeyip, sırtını Boğaz’a dönerek oturan öküzler var bu ülkede... O nedenle, üç tarafımız denizle çevrili olmasına 
rağmen, ahalinin çoğu yüzme bilmez. 

O nedenle, Denizi olmayan ülkeler dünya yelken şampiyonu çıkarırken, Dünyanın en güzel midye dolmasını denizi olmayan, benim canım Mardinlilerim yapar.

*
İşte bu nedenle, Erzurum’da başlayan Üniversite Kış Oyunları’nı çok önemsiyorum. “Milat” olarak görüyorum. 
Çünkü, papağan gibi tekrar edilmesine rağmen, zannedildiği gibi“zengin sporu” filan değildir. Hatta, iddianın aksine, zenginlerin yapamadığı spordur!

*
Kanıt mı?

*
Açılış töreni yapıldı, ay-yıldızlı bayrağımızı Sabahattin Oğlağo taşıdı. Alaskalı eskimo gibisoyadı var ama, Muşlu o... Adını ilk defa duyanlar “afferin 
çocuğa şekerim” diyecek, eminim... Halbuki boru değil, 2002 Salt Lake City, 2006 Torino, 2010 Vancouver, üçolimpiyata katıldı. Çocuklarımızı spora 
yönlendiren Muş Valiliği’nin mucizesi, kayaklıkoşuda rakipsiz Türkiye şampiyonu, Atatürk Üniversitesi Spor Akademisi öğrencisi o.

*
Atatürk Üniversitesi... İkinci kanıtım.

*
Türkiye’de 156 üniversite var, Milli takımda sadece 35 üniversiteden sporcu bulunuyor,121 üniversitenin “üniversite oyunları”yla alakası yok maalesef... 
En çok katkı sağlayan ise, 23 sporcuyla, Atatürk Üniversitesi... Öğrencilerin gelir durumu, şehrin ekonomisi,üniversitenin imkânları bakımından sıralama 
yapsak, herhalde bu 156 üniversite arasında 100 küsuruncu sıralarda gelir. Ama “zengin sporu” zannedilen milli takımda, en başta.

*
Ha, denebilir ki, Erzurum’da dağ var, kar var, ondan... Kardeşim, karlı dağın kralı Kayseri’de var, şahane tesis var, biri Abdullah Gül adıyla, dört tane de 
üniversite var. Ama, milli takımda numunelik, bi sporcu bile yok ordan... 

Kayak bilmeyen Abdullah Gül, üçüncü kanıtım.

*
Tekirdağ’ın adı dağlı ama, doğru dürüst dağı mağı yok, en yüksek rakımlı yeri, Çankaya Köşkü’nden bile aşağıda... Buna rağmen, Namık Kemal 
Üniversitesi’nden hiç olmazsa bir tane milli sporcusu var, artistik patende, ismi Damla... Damlaya damlaya göl olur elbet.

*
Kocaeli Üniversitesi’ni kutlamak gerek, tek başına 17 sporcusu var milli takımda... En çok sporcu gönderen şehir, başkent; Hacettepe’den 10, 
Gazi’den 7, Ankara Üniversitesi’nden6, Bilkent’ten 5, ODTÜ’den 4, Atılım’dan 1, Ufuk’tan 1, toplam 34... En çok üniversiteden sporcu gönderen şehir 
İstanbul; Bilgi’den 12, Aydın ve İstanbul Üniversitesi’nden 2’şer,Boğaziçi, Galatasaray, Koç, Sabancı, Marmara, Okan, Haliç ve Doğuş’tan 1’er, 24 sporcu...

*
5 bin yıllık tarihi boyunca yapılabilmiş en büyük kardan adamı sadece 5 milimetre boyunda olan İzmir’imi ayıplamıyorum haliyle... 
Hiç olmazsa, Artistik patene bir sporcu göndermeyi başaran Dokuz Eylül Üniversitesi’ni tebrik ediyorum. 
Malum, biz çipura yız...

Kış sporlarının daha çok, müzik eşliğinde sıcak şarap, sucuk-ekmek tarafıyla ilgileniyoruz. O

*
Eskişehir Anadolu’dan 9, Kars Kafkas’tan 7, Polis Akademisi, Uludağ, Açık Öğretim ve Niğde’den 3’er, Kastamonu’dan 2, Bolu İzzet Baysal, 
Sivas Cumhuriyet, Van 100’üncü Yıl, Kuzey Kıbrıs Doğu Akdeniz, Ağrı İbrahim Çeçen ve Aksaray Üniversitesi’nden 1’er...

*
Ayrıca, ABD’de okuyan 5, Kanada, İngiltere, Fransa ve Ukrayna’da okuyan 1’er sporcumuz var milli takımımızda.

*
Evet, mutlaka rezaletler yaşanacaktır organizasyonda... Elektrikler kesilecek, yarışmalar yarım kalacak, hakemler soyulacak, pistlere giren adamlar 
kayakçılarla çarpışacaktır, çığ bile düşmesi muhtemeldir... Dünyanın en iyisini yaptık ayaklarıyla dikilen tesislerde kaç paralık voli vurulduğu, hangi 
bademlerin köşeyi döndüğü elbette ortaya çıkacaktır.

*
Ancak, Milattır.

*
Kış sporları, zengin sporu değildir. 
Biraz merak, yeterlidir. 

Başta futbol Manyağı basınımız, tüm Türkiye’nin... 
Muşlu Sabahattin’in Taşıdığı bayrağın peşinden gitmesini diliyorum.



***

Tek Yol !


Tek Yol ! 

Cüneyt Arcayürek,


28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Rejimsel kaygılar yine ön plana çıktı.

60-70 yıldır demokrasimizi bir türlü sağlıklı kurallara bağlayamadık.
Bu ülkede demokrasi kavgasının eksik olduğu tek bir dönem gösteremezsiniz.
Gelenin de gidenin de ağzında demokrasi, söz ve düşünce özgürlüğü gibi temel kurallar hiç eksik olmadı.Arada bir 27 Mayıs Anayasası’nın gerçek 
demokrasiyi içerdiği söylenir ama.. yürürlüğe girmesinin üzerinden üç-beş yıl geçti, geçmedi.
Her açıdan saldırıya uğradı. 1970’lerde sağcı parlamentoların baskısıyla 27 Mayıs Anayasası da delik deşik edildi. Yamalı bohçaya dönüştü!
O gün bugündür Türkiye hâlâ bir anayasa arar durur.

***
12 Eylül’de askerler kendi kafalarına göre anayasa yaptılar.
Bugün de AKP, RTE kafasına göre yeni bir anayasa hazırlığında.
RTE dün de öyle söylüyordu, bugün de “geniş katılımla bir anayasa yapılacağından” söz ediyor.
Toplumsal sorunlar bir yana atıldı; yukarıdan aşağıya anayasa konusunda, hatta birbirine zıt görüşler tartışılıyor.
Yeni anayasanın temel kuralları ne olabilir veya olmalıdır diye yönlendirici tek bir açıklamaya rastlayana aşk olsun!
Gereği de yok! Zira toplumsal duyarlılık o denli zayıf ki…
Çankaya’daki, Strasbourg’a giderken kamuoyuna cazip gelecek kimi açıklamalar yaptı.
RTE kimi konularda ne kadar katı duruyorsa, Çankaya’daki AKP’li o konuda daha yumuşak açıklamalar yaparak kamuoyu oluşturma peşinde.
Başbakan, 12 Eylül referandumundan önce başkanlık sistemini savundu.
Yukarıdaki “rakibi”, beş ay sonra başkanlık sistemine çekinceleri olduğunu söylüyor.
Hemen her gün medyanın konu edindiği Hırant Dink cinayetine hükümet fazla ilgi göstermediği havası yayılınca….
…aylardır tartışılan konuyu sanki yeni duymuş gibi cinayeti Devlet Denetleme Kurulu’na “inceleteceğini” söylüyor ve üstelik, devlet adına özür diler gibi, 
“Dink konusunda mahcubuz” diyor.
Dink konusunda devletin mahcup olduğunu söyleyen bir Cumhurbaşkanı; Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı 
cinayetlerinin gerçek faillerinin yıllardır bir türlü ortaya çıkarılmamasından acaba mahcubiyet duymuyor mu?
Bu cinayetlerin üzerine neden gerektiği kadar gidilmediğini araştırma görevini Devlet Denetleme Kurulu’na vermeyi niçin düşünmüyor?
Çankaya’dakinin ilgisine layık olabilmek için acaba, Batı’nın ilgisini çeken Ermeni kökenli olmak mı gerekiyor?

***
Anayasa Mahkemesi’ne, Yargıtay ve Danıştay’a uzanan iktidar elinin ülkeyi yargı alanında nereye sürüklemek istediği hakkında Çankaya’dakinin ağzı kilitli.
Uçağına aldığı gazeteciler de Çankaya’dakine hükümetin Anayasa Mahkemesi’yle Yargıtay ve Danıştay’ın özünü değiştirme girişimiyle ilgili görüşlerini 
sormuyorlar.
Oysa AKP iktidarı doğrudan kendisine bağlı olacak Anayasa Mahkemesi aracılığıyla Yargıtay ve Danıştay’ı etkisiz hale getirmeyi veya kendi doğrultusunda 
adalet dağıtır birer yargı organına dönüştürmeyi amaçlıyor.
Köşk dışında her çevre tehlikenin farkında!

***
Garip bir terslik yaşanıyor. Meclis Komisyonu’nda ana muhalefet; yeni yargı yapılanmasını Nazi Almanya’sının amaç ve içeriğine benzetiyor.
Hükümet adına konuşan Cemil Çiçek ise 12 Eylül referandumunda halkın kendilerine yargıyı dilediği gibi eğip bükecek yetkiyi verdiğini savunuyor.
Bu savunmanın halk oyu ile iktidara geldikten sonra ülkeyi kapalı cezaevine dönüştüren, mahkemeleri iktidarın emrine alan Nazi iktidarından farkı ne?
2011 seçimlerinden sonra yeni anayasa hazırlanacağı gündemde.
İktidar zorlanarak; yüksek yargı organlarının yeniden yapılandırılması ile ilgili düzenlemeler neden yeni anayasaya bırakılmıyor? Bu acele neden?
Soran yok, tabii yanıtlayacak da!

***
Ana muhalefet milletvekilleri, AKP’nin ülkeyi adım adım faşizme götürdüğünü açıklıyorlar. “Yurttaşları bu ‘açık ve yakın tehlikeye karşı’ uyarıyor; anayasal 
ve meşru zemin içinde toplumsal haklarını kullanmalarının zorunlu olduğunu” söylüyorlar.

Toplumsal haklar yürüyüşlerden, mitinglerden geçiyor.
Daha önce denenen bu türden yöntemler; yürüyüşler, mitingler, RTE’yi amacından vazgeçirmedi.

***