27 Mart 2015 Cuma

AKP ve HDP’nin Ağrı’da Taşnak-Hoybun Koalisyonu,








 Kaya Ataberk

kayaataberk@turksolu.com.tr
www.facebook.com/kaya.ataberk.7
www.twitter.com/kayaataberk80

< Bugün Türkiye’nin “sol” ve “laik” alternatifi olarak önümüze getirilmeye çalışılan HDP’nin kimliği İhsan Nuri’nin kimliğinin bir izdüşümünden başka bir şey değildir.
Bu kimlik Kürt ve Ermeni ırkçısıdır. Aryenlik davası güderek Türk-Turanlı düşmanlığı yapar.
Bu kimlik Bedirhanlar gibi feodal aşiret reislerinin uşağı İngiliz, Fransız ve ABD emperyalizmlerinin en vazgeçilmez işbirlikçisidir.
Yani ne soldur, ne laiktir, ne de bir başka şey…Sadece uşaktır… >





İhsan Nuri (üstte solda)

İhsan Nuri ile Taşnak temsilcisi Ardaşes Miradyan
Ağrı Dağı’nda (üstte sağda)


Sırrı Sakık


Fevzi Çakmak gitti  Taşnak-Hoybuncu İhsan Nuri geldi

Ağrı Belediye Başkanı HDP’li Sırrı Sakık daha göreve başlar başlamaz, şehirdeki Türk izlerini sileceğini açıklamıştı. Bunların başında Fevzi Çakmak, Alpaslan gibi mahalle adları ve Hava Şehitleri Anıtı geliyordu. Sakık, ilk adımı attı ve mahalle, cadde adlarını değiştirmeye başladı. Belediye Meclisi kararıyla Alpaslan Mahallesi’nin adı “Selahaddin Eyyubî”, Fevzi Çakmak Mahallesi’nin adı da “İhsan Nuri Paşa” yapıldı. Bilindiği gibi Kürtçüler Selahaddin Eyyubî’nin Kürt olduğunu iddia ederler. Fakat bu tarihî gerçeklere aykırıdır. Eyyubî’nin Türklüğü birçok tarihçinin eserlerinde defalarca kanıtlanmıştır. Dolayısıyla Alpaslan’ın Eyyubî yapılması Sakık açısından anlam taşısa da gerçekte bir Türk’ün adının başka bir Türk’le değiştirilmesi oldu. Ama Fevzi Çakmak’ın İhsan Nuri Paşa yapılması çok daha farklı bir durum.

İhsan Nuri Paşa adı verilen adam Ağrı Ayaklanması’nın elebaşılığını yapmış bir Taşnak-Hoybuncu. Yani hem Kürtçü, hem Ermenici, hem de Türklük ve Cumhuriyet düşmanı bir kişi. Yani bu ismin verilmesi HDP’nin karakterini anlamak açısından da önemli. İşin daha da önemli bir yanı da HDP’li Sırrı Sakık’ın bu “icraat”ının Belediye Meclisi’nde oybirliği ile kabul edilmiş olması. Ağrı Belediye Meclisi’nin 18 HDP’li, 13 AKP’li üyesi var. Yani İhsan Nuri ismine onay verenler sadece HDP’liler değil. AKP’liler de bu Taşnak-Hoybun elebaşının bir nevi “iade-i itibar”a tabi tutulmasının taraftarı oldu…

Peki, bu İhsan Nuri denen adam kimdir? Hayatı nasıl geçmiştir? Hem HDP’lilerin hem de AKP’lilerin onu sevmesinin kerametini bu hayatı incelediğimiz zaman daha yakından anlarız.

İhsan Nuri kimdir?

Gerçekte İhsan Nuri, paşa filan değildir. Bu ona Taşnak-Hoybun tarafından verilmiş bir sözde “paşalık”tır. Bunu en baştan belirtelim ki kimsenin aklına bu “paşalık” meselesi takılmasın.

İhsan Nuri 1893’te Bitlis’te dünyaya geldi. Kürtlerin çok dışlandığı ve ezildiği iddia edilen Osmanlı Devleti’nin bir vatandaşıydı. Bu ezilme ve dışlanmanın ne kadar uyduruk olduğunu kanıtlarcasına Erzincan’daki Askerî Rüştiye’de (Ortaokul) okuma şansı buldu. Sonrasında da İstanbul’a giderek buradaki Harbiye’ye alındı. 1910’da mezun oldu ve mülazım (teğmen) rütbesiyle göreve başladı. Fakat çok geçmeden içinden yetiştiği peygamber ocağına ihanet edecekti…

Cihan Harbi bittiğinde artık Kürtçülük yoluna iyice girmişti. 1918’de emperyalistlerin desteğiyle kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti ile ilişkiye geçti. Kürt Teali’nin lideri okurlarımızın çok iyi bildiği gibi Nakşî-Halidî Seyit Abdülkadir’di. Diğer önde gelenleri de Bedirhanîler, Babanzadeler, Cemilpaşalar gibi feodal Kürt aileleriydi. İhsan Nuri artık bunların ve İtilaf sömürgeciliğinin hizmetindeydi.

1924’te Hakkâri’de Nasturî Ayaklanması çıktığında İhsan Nuri, yüzbaşı rütbesinde isyanı bastırmakla görevli askerî birlikteydi. Uzun zamandır planlanan bir başka ayaklanmanın hazırlıkları içindeydiler. Bitlis mebusu Ziya Hurşit’in yine subay olan kardeşi, ağabeyinin çektiği bir telgrafı yanlış anlayarak beklenen Kürt ayaklanmasının başladığını zannedince firar ettiler. İhsan Nuri ve başka Kürt subaylar da onunla birlikteydi. Firarın ardından Nasturîlere destek olan İngilizlere katıldılar. Bekledikleri ayaklanma olan Şeyh Sait İsyanı baş gösterdiğinde tekrar Türkiye’ye geçtiler. Bunlar emirleri Azadî örgütünden alıyorlardı. Çoğu yakalandı ve tutuklandı. İhsan Nuri’nin şansı ise yaver gitti ve kaçmayı başardı. Birkaç yıl sonra Ağrı Ayaklanması’nda yeniden ortaya çıkacaktı…

Taşnak-Hoybun, Ağrı Ayaklanması ve İhsan Nuri

İhsan Nuri, İran’a geçmişti. Bu sırada Şeyh Sait Ayaklanması’nın ardından Türkiye’den kaçan diğer Kürtçüler de Fransız manda yönetimindeki Suriye ve Lübnan’da toplanıyorlardı. Bu sırada İngilizler ve Fransızlar Ermenilerle Kürtlerin ittifakını kurmaya karar vermişlerdi. Hem İngiltere hem de Fransa, Türkiye Cumhuriyeti’ni zor duruma sokmanın yollarını arıyorlardı. Şeyh Sait İsyanı ile İngilizler, Türkiye’nin Musul ve Kerkük ile ilgilenmesine engel olmuşlardı. Fransızlar ise özellikle Hatay konusunda Türkiye’nin girişimlerini engellemenin peşindeydiler. Şer cephesine kısa süre içinde İran da katıldı.

5 Ekim 1927’de Lübnan’da yaşayan Tebriz doğumlu Taşnak lideri Vahan Papazyan’ın evinde yapılan toplantı ile Ermeni-Kürt ittifak örgütü Taşnak-Hoybun kuruldu. Örgütün liderliğini Papazyan’la beraber Celadet Ali Bedirhan başta olmak üzere eski Kürtçülerle, Şeyh Sait’in oğlu Şeyh Ali Rıza üstlenecekti. Taşnak-Hoybun kuruluş bildirisinde amacının Turanî unsur olarak tanımladıkları Türklerle savaşmak olduğunu ve Ermenilerle Kürtlerin aynı Arî ırktan geldikleri belirtiliyordu.

Taşnak-Hoybun ilk iş olarak Ağrı Ayaklanması’nın örgütlenmesine girişti. Ayaklanmayı yürütecek kişi olarak da o sırada halen İran’da bulunan İhsan Nuri’yi seçtiler. Celalî Aşiretinden İbrahim Ağa ile İhsan Nuri’ye “paşalık” unvanı vererek Türkiye’ye geçmelerini sağladılar. Bu işte İran da onlara yardımcı oldu.

Ağrı İsyanı böylece başladı ve devleti uzun süre uğraştırdı. Genelkurmay raporlarında İhsan Nuri ve Ermeni ortakları şöyle geçiyordu:

“Bunların hepsinin başında da İhsan Nuri ve Ermeni Zilan bulunuyordu. Asi reisler herhangi bir teşebbüs karşısında özellikle Yüzbaşı İhsan Nuri’nin emirlerini dinlerlerdi. Başlıca asi reislerinin devlet icraatı karşısında sinirleri gevşediği ve aman dilemeye meyil ettikleri zamanlar olmuşsa da İhsan Nuri’nin propagandası ve fesatçı faaliyeti, bu asilerin dağılmasını önlemiş ve kendisinin asiler üzerindeki etkisi ve nüfuzu günden güne kuvvetlenmişti… ”

İsyanın bastırılmasında Türkiye’nin İran’ı taraf değiştirmeye zorlaması ve yoğun askerî ağırlığı etkili oldu. Türk Devleti gücünü gösterip muhayyel Kürdistan’ı Ağrı’ya defnedince tası tarağı toplayı İran’a kaçanlar arasında İhsan Nuri’nin yanında isyancı Kürt ağaları ile Abraham Şigo ve Karaköseli Kigam adlı Ermeniler de olacaktı. Ermenilerin Ağrı’ya bu yoğun ilgileri de tabii ki tesadüf değildi.

Ağrı ve Ermeniler

Bilindiği gibi Ermeniler Ağrı Dağı’nı millî sembolleri olarak görürler. Gerçekte ne Ağrı’yı ne de Doğu Anadolu’yu Kürtlerle paylaşmak gibi bir niyetleri vardır. 1927’den itibaren Kürtlerin içine katıldığı Taşnak-Hoybun projesi gerçekte Kürdistan’dan da çok Büyük Ermenistan’a hizmet eden bir projeydi. Bugün HDP’nin ve Sırrı Sakık’ın misyonu da aslında Ağrı ve doğu Anadolu’nun Kürdistan ve Ermenistan arasında paylaşılmasıdır. Sakık için Kürdistan’ın mı Ermenistan’ın mı daha önemli olduğunu bilmiyoruz. Fakat İhsan Nuri isminin etrafında bugün yeniden toplanan ihanet şebekesinin içinde hem HDP’nin, hem AKP’nin, hem de perde arkasında 1915’in 100. yıldönümünde yeniden gündeme getirilecek Ermeni iddialarının olduğu açıktır.

AKP, HDP ve Ermeni lobisi Ağrı’da, İhsan Nuri ismi çevresinde Taşnak-Hoybun’u, bu emperyalist uşağı ve ırkçı ittifakı yeniden kurdular. Bunu hiç kuşkusuz ve net olarak tespit etmek gerekir.

Son olarak HDP’nin kimliğine de gelelim…

İhsan Nuri ve HDP’nin kimliği

Bugün Türkiye’nin “sol” ve “laik” alternatifi olarak önümüze getirilmeye çalışılan HDP’nin kimliği İhsan Nuri’nin kimliğinin bir izdüşümünden başka bir şey değildir.

Bu kimlik Kürt ve Ermeni ırkçısıdır. Aryenlik davası güderek Türk-Turanlı düşmanlığı yapar.

Bu kimlik Seyit Abdülkadir’in, Şeyh Sait ile oğlu Şeyh Ali Rıza’nın, Nakşî Şeriatçılarının emrindedir.

Bu kimlik Bedirhanlar gibi feodal aşiret reislerinin uşağıdır.

Ve yine bu kimlik İngiliz, Fransız ve ABD emperyalizmlerinin en vazgeçilmez işbirlikçisidir.

Yani ne soldur, ne laiktir, ne de bir başka şey…

Sadece uşaktır…

Uşaklara da ancak hak ettikleri muamele yapılmalıdır…

http://www.turksolu.com.tr/483/kataberk483.html

.

Sonu Menderes gibi olur mu?



Sonu Menderes gibi olur mu?




Başyazı
Gökçe Fırat
06.06.2005/Sayı:83

Tekelci sermaye desteğini çekiyor,

AKP iktidarının ilk günleri bu iktidarın sonunun sanki hiç gelmeyeceği izlenimi yaratıyordu. İktidar koltuğuna kurulanlar da, bu düşüncenin verdiği rahatlıkla biz istediğimiz her şeyi yaparız havasındaydı. Ancak son günlerde iktidarın en başındakinden en altındakine tüm AKP’lileri bir telaş, tedirginlik, belirsizlik almış durumda.

AKP iktidarı, kendisini iktidara taşıyan, iktidarına ses çıkarmayan, olumlamasa da olumsuzlamayan tüm kesimlerle arasının gittikçe açıldığını görmektedir. Bu nedenle AKP iktidarı için tehlike çanları çalmaktadır.

1- AKP, iktidara gelirken tekelci medya tarafından kendisine büyük bir kredi açılmıştı. AKP’nin gelişi adeta bir “beyaz devrim” olarak sunulmuştu. Kimileri ise bunu Menderes’in gelişine benzetiyordu.

Fakat AKP’yi alkışlayan, önünde eğilen o tekelci medya bugün AKP’yi gittikçe yalnız bırakmakta, sıkıştırmakta, yer yer karşısına çıkmaktadır.

Doğan grubunun AKP iktidarı ile ilişkilerinin kötü olduğu, Başbakan’la görüşemediği biliniyor. Özellikle son Türk Ceza Kanunu nedeniyle Doğan grubunun AKP’ye saldırısı artıyor. Daha iki yıl önce Erdoğan’ın gelişini Mendres’in gelişine benzeten Hürriyet’in başyazarı, şimdi Erdoğan’ın gidişi Menderes’in gidişine benzer uyarısı yapıyor.

Doğan grubunun ve genel olarak tekelci medyanın AKP iktidarı ile ters düşmesinin altında yatan esas nedenin AKP iktidarının Ortadoğu’da ABD’nin istediklerini yapamaması olduğu biliniyor. Nitekim 1 Mart Tezkeresi’nin geçmemesinden bu yana tekelci medya, AKP’yi, ABD’yi tatmin edememekle eleştiriyor.

2- AKP iktidarı TÜSİAD önderliğindeki sermaye olugarşisinin ilk tercihi değildi. Ancak yine de AKP ile TÜSİAD kolayca anlaşabilmişlerdi. Özellikle Sabancı’nın desteği AKP ile TÜSİAD’ı bir arada tutmuştu. Fakat son dönemde bu iyi ilişkilerin de gittikçe bozulduğu görülüyor.

İlişkileri bozan esas etmen yine dış politikada düğümleniyor. TÜSİAD, Türkiye’nin tüm milli meslelerinde dış güçlerin sözcülüğünü yaptığı için, ister istemez Türkiye gerçeği ile sınırlı AKP iktidarı ile çatışmaya giriyor.

ABD tarafından artan suçlamalara paralel bir şekilde TÜSİAD’ın da sesini yükselttiği ve AKP’ye saldırmaya başladığı görülüyor.

Koalisyon dağılıyor

3- AKP, iktidara gelirken, Saadet Partisi, MHP, ANAP, DYP kökenli pek çok ismi de içine almıştı. Şimdi bu koalisyonun da gitttikçe dağılmaya başladığı daha net görülüyor.

İktidarın Kıbrıs, AB ve Irak konularında aldığı tavırlar, bir grup MHP kökenli vekilin istifasına neden olmuştu. Hemen ardından Erkan Mumcu ile başlayan ikinci istifa dalgası geldi. Kabinedeki son değişiklikler ise iktidarın artık iktidar gücü ile bile koalisyonu bir arada tutamadığını gösteriyor.

Önümüzdeki dönemde ANAP, DYP, MHP tarafında ciddi bir güçlenmenin yaşanacağını göreceğiz. AKP’nin son kozu ise Saadet kökenli vekiller. Ancak yolun sonu geldikçe bu kanadın da AKP’yi yalnız bırakacağını göreceğiz.

4- AKP iktidarını ortaya çıkaran koalisyonun dağılmasında özellikle belerleyici olan etken, Fethullah Hoca’nın desteğinin artık şarta bağlı olması. AKP iktidarına en büyük desteği veren Nazlı Ilıcak gibi isimlerin bile AKP’yi eleştiren koroya dahil olması, Yeni Şafak içinde AKP’ye muhalefetin bastırılamaması bu nedenle.

ABD’nin Orta Asya’da Rusya ile işbirliği içinde Fethullah okullarına yönelik bir tasfiyeye giriştiği yolundaki haberler de son derece ciddiye alınmalı. Fethullah’ın sıkıştırılması, aynı zamanda Fethullah üzerinden AKP’nin sıkıştırılmasıdır.

Görüldüğü gibi AKP, artık kendisini iktidarda tutan bağlaşıkları ile ipleri koparma noktasındadır. AKP iktidarının gerek AB ile, gerekse ABD ile olan ilişkilerinde de durum hiç farklı değil. Her iki emperyalist kutup da AKP’ye karşı harekete geçmiş durumda.

ABD’nin Kürt kartı

Özellikle ABD’nin hareketleri mercek altına alınmalı.

ABD, PKK’yı harekete geçirerek AKP’yi köşeye sıkıştırmaktadır. Bir süredir PKK içinde yaşanan kargaşa ve bölünmelerden sonra Apo’nun hakimiyetinin arttığı, bu nedenle terör eylemlerinin başladığını izliyoruz. ABD, Apo’yu önce Leyla ve Osman’ı öne çıkararak zayıflatmış, hemen ardından teslim almıştır. Böylece Leyla ve Osman bir kenara itilirken, Apo yeniden önder haline getirilmiştir. Şimdi ise silahlı terörün yeniden şiddetlendiğini izliyoruz.

ABD, Kuzey Irak aşiretlerini de ciddi bir şekilde hareketlendirmiştir. Barzani grubunun Kuzey Irak’ta neredeyse tüm denetimi ele geçirdiği görülmektedir. Ancak son dönemde bu grubun Türkiye içinde de ciddi bir güç yarattığını görüyoruz.

Görüldüğü gibi ABD, Kürt terör kabilelerini ele alarak AKP’yi köşeye sıkıştırmıştır.

ABD’nin köşeye sıkıştırdığı AKP’ye yeniden bir rol biçip biçmeyeceği ise oldukça şüpheli. ABD, bir ilke olarak kendisine bir kez olsun baş kaldıranı affetmez. Bu nedenle AKP’nin ipinin çoktan çekildiği muhakkak.

ABD, AKP’yi gerek kendi koalisyonunu dağıtarak, gerek Kürt bölücülüğünü hareketlendirerek sıkıştırdıktan sonra özellikle son bir hamleyi yapmaktadır.

Senaryo bozulur mu?

ABD, karşısında esas engel olarak gördüğü Ordu konusunda oldukça kaygılıydı. Ordu’nun mutlaka hizaya getirilmesi gerekiyordu. Bunun için AKP’yi, Ordu’yu köşeye sıkıştırmak için kullandı. AKP’nin seçimle işbaşına gelmesi, arkasındaki halk desteği ve değiştiği gibi argümanlarla Ordu’yu sıkıştıran ABD, anlaşılan istediği sonucu aldı ki, şimdi, tam tersi bir sıkıştırma operasyonu başlatmış durumda.

Şimdi ise AKP’nin Ortadoğu’daki gelişmeleri anlayamadığı, köktendinci olduğu gibi argümanlarla ve Ordu’nun Ortadoğu’da geleceği gören bir anlayışa sahip olduğu propagandası ile AKP’yi sıkıştırmaktadır.

Burada özellikle bir gelişmenin altını çizmekte fayda var: Türk Silahlı Kuvvetleri temsilcisinin Talabani tarafından evinde ağırlandı.

Bundan sonrasına gelince, gerçekten Hürriyet başyazarının dediği gibi, AKP’nin sonu Menderes gibi olur mu, olmaz mı?

Bir açıdan olmaz, çünkü Menderes’i iktidardan indiren ve ipe gönderen kuvvet Amerikancı değildi.

Diğer bir açıdansa, Menderes’i ipe gönderen kuvvetin de, Amerikancı kademeye başkaldıran gençler olduğunu, bu gençlerin kademeyi bozarak komutayı ele aldıklarını biliyoruz.

Bu noktada, ABD’nin senaryosu bozulur mu, göreceğiz...

http://www.turksolu.com.tr/83/basyazi83.htm
.

Olumsuz Açılımlar,


Olumsuz Açılımlar,




Yekta Güngör Özden
06.06.2005/Sayı:83

Kurtuluş ve kuruluş aşamalarını, ulusal yaşam felsefesini, komşu ve dostların ikilemli yaklaşımını göz ardı ederek cemaat anlayışına uygun bir yapıyı edinmekten başka bir şey düşünmeyenler sakıncalı girişimlerini sürdürürken Batı’da olumsuz açılımlar birbirini izlemektedir. Eğilmeden ve ezilmeden AB’ye girmekten yana olanları suçlayan ödüncüler şimdi de Fransa’nın Avrupa Anayasası’na “Hayır” oyu vermesinin Türkiye için tehlike olmadığını savunarak kendilerini de aldatmaktadırlar. Evet’le hayır birbirinden farklı değil, aynı ise, “hayır”la evet denildiği de söylenebilir. Böylesine bir mantık çarpıklığı usla bağdaşmaz. İçimizdeki goygoycular yazgılarını kendi kişilik ve çabalarına değil, AB’ne bağlayan çıkarcılar için gerçekten dilin kemiği yoktur, kalem her yere oynar, istediklerini söyleyip yazabilirler. Fransa ve Almanya oylamaları, Federal Almanya seçimleri sonrası ortaya çıkarılacak senaryolara karşı hazır olmak gerekirken Anayasa oylamalarının nerdeyse lehimizde olduğunu savunacak ölçüde sapkınlığa düşmek bir anlamda tükeniştir.

14 Mayıs 1950’yi yeterince değerlendiremediğimiz ortada. Sonraki yılların Türkiye’yi nereye götürdüğü açık. Bunları yeterince incelemeden 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni “Darbe” diye basite indirgeyip aşağılamaktan çekinmeyenler kendilerini ve karıştıkları olayları unutan aymazlardır. 19 Mayıs’ın değerlendirmesi de doyurucu olmamıştır. Mustafa Kemal ve arkadaşları 18 Mart 1915’de Çanakkale’de, 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar’da Haçlıları durdurmasalardı, Türkleri yeryüzünden silmeyi amaçlayanlar kutsal toprakları da ele geçireceklerdi. Ulusal Kurtuluş Savaşı olmasa Türkler, 27 Mayıs Devrimi olmasa Cumhuriyet ne olacaktı, iyi düşünmek gerekir. 29 Mayıs 1453’de Fatih İstanbul’u fethetmiştir ama İstanbul’u Türkiye’yle birlikte yeniden kurtaran Mustafa Kemal’dir. Bu gerçekleri kökten dinci anlayışla tersine çevirerek toplantılar, törenler düzenlemek, yalan-yanlış anlatımlarla genç beyinleri koşullandırmak beyinsizliktir. Ortak değerlerimize birlikte sahip çıkıp onlarla övünmek onlara yaraşır olmaktır.

Önceden belirtmeye çalıştığım gibi on beş günlük yazılarla olayların fotoğraflarını sunmak çabasındayım. Geçenleri unutmamak, geleceğe bilinçli yürümenin koşuludur. Toplumsal belleğin zayıflığı, medyanın siyasal yandaşlıkları olup bitenleri karanlıkta tutmaktadır. İç ve dış olayların kimilerini sayfalara taşımakla toplum belleğini ışıklandırmak istiyoruz.

Dış dünya

“Türkiye Avrupa’dan defolsun !” diyecek ölçüde insanlık ve uygarlık dışına düşen Avrupalıların kıskançlık, korku, kuşku ve kuruntuyla örülen bakışları Avrupa Anayasası oylamalarında etkili olabilmektedir. Siyasal iktidarın onlara bahane veren davranışları “Değişim”in gerçek olmadığını, “Takiyye”nin sürmekte olduğunu göstermiştir. Düşmanlıkların sergilendiği ortamda ulusal, uluslar arası siyaset gerçeklere değil, varsayımlarla duygusallıklara oturur. Bu temel sağlıklı olamaz. Avrupa, Türkiye’nin değerini bilmemektedir. Oyalayıcı sözler, özellikle sözde ermeni soykırımı savları konusunda aldatıcı tutumlar, yasama organlarında karar almalar, anıt açmalar, Türkiye’yi suçlamalar, özde bir değişiklik olmadığının kanıtlarıdır.

İngiltere Başbakanı günübirlik Türkiye’ye geldiğinde hemen Fener Rum Patrikhanesi’ni ziyaret etmiştir. Kendisi ortodoks olmamasına karşın siyasal amaçlı kapı çalış ekümenlik konusunda Türkiye’yi etkilemeye yöneliktir. Siyasal iktidar kendilerine ses çıkarılmaması, desteklenmeleri koşuluyla Batı’nın her girişimine ilgisiz kalmakta, ödünlerle sakıncalı sonuçlara neden olmaktadır. Bunlara AB’ye katılmak için de olsa katlanılamaz. Tarihi unutanlar her şeyi yitirirler. Sorunların gereken kararlılıkla, dirençle, özgüvenle ele alınmaması yeni sorunları getirir. Lozan Barış Antlaşması’na karşın adaları silahlandıran Yunanlılara ses çıkarılmaması gibi Batılıların içişlerimize doğrudan karışmaları karşısında da gereken tepki verilmemektedir. Tepkileri topluma, kimi kuruluş ve kişilere bırakmak olanları önemsememektir. Patrikhane sorunu, Heybeliada Ruhban Okulu sorunu, öbür Ege ve Kıbrıs sorunlarıyla dayatılmaktadır. AB üyeliği nedeniyle ezilip büzülerek yaklaşım hiçbir şey kazandırmaz. Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın ermenilere mektubu, eşi ermeni ABD’li Hungtinton’un önerileri, tatlandırıcı değil sulandırıcı “AB içinde ayrıcalıklı konum” yetkili ağızlardan gereken yanıtları almamıştır. RTE’ın kendine en yakınlardan birine “Başmüzakereci” yapması, kendinin o görevde bulunmuş gibi sayılmasını istemesindendir. Teslimiyetçiliğin boyutları görüşmelerde belli olacaktır.

PKK terörü can almayı sürdürürken Türkiye’ye gelen Irak geçici Başbakanı Caferi’yle birlikte namaz kılmak RTE’ın cemaatini doyurmuştur. ABD Dışişleri sözcüsü Richard Boucher “Öcalan cezaevine ait bir teröristtir” derken (19.5. 2005) Hükümetin bu konudaki hoşgörüsü Irak dağlarını serinletmektedir.

Federal Almanya’da Sosyal Demokratlar Kuzey Ren Vestfelya seçimlerinde ağır yenilgiye uğradılar. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkarak ayrıcalıklı ortaklıktan söz eden Angela Merkel’in Hıristiyan Demokrat Partisi iktidar yürüyüşünü %45 oyla güçlendirdi.

KKTC Başkanı MAT izolasyonun kaldırılması için ABD’nin öncülüğünü istedi (23.5.2005). Cumhuriyetçi Senatör Ed Whitfield başkanlığındaki ABD Temsilciler Meclisi Kurulu 30 Mayıs 2005’de Kuzey Kıbrıs’a geldi. Rum lideri Papadopulos’un “ziyaretin yasal olmadığı” görüşüne de karşı çıkan ABD’li kurul başkanının sergilediği tutumun yeni örneklerle geliştirilmesi gerekmektedir. Türkiye Başbakanı’nın ABD gezisinde Başkan Bush’la görüşmesinin buzları ne ölçüde erittiği, neler sağladığı, ne tür gelişmelere olanak verdiği görülecektir. Türkiye’nin ABD’nin eyaleti, üssü, sömürgesi, uydusu olmadığı herkesçe bilinmelidir. Afganistan’da terör Haziran başında 30’a yakın can aldı. Pakistan’da mezhep çatışmaları durmuyor. Irak’ta ölen ABD askeri 1630’a geldi. Terörü durdurmak, gidermek isteyenlerin yarattıkları terör herkesi düşündürmelidir.

İç dünyamız

Yürürlük günü ertelenerek düzeltmeleri beklenen Türk Ceza Yasası özlemler gerçekleşmeden, ertelenen içeriğiyle 1 Haziran 2005’te yürürlüğe girdi. Düzeltmelere ilişkin olup kaçak kurslar nedeniyle tartışılan yeni yasa yetişmediği için 5237 sayılı Yasa pek azı iyi, pek çoğu kötü kurallarıyla uygulanmaya başlanacaktır. Siyasal amaçlı yasa konusunda başlıca örneklerden biri olan bu düzenlemeyi “Devrim” diye nitelendirenler devrimin ne olduğunu bilmeyenlerdir. Bu yasayla birlikte Ceza Yargılama Yasası ve Önlemlerle Uygulanmaya ilişkin yasalar da yürürlüğe girdi. Uygulamacıları bekleyen sorunların ivedilikle çözümlenmesini ve tüm ilgililerin başarılı olacağını umuyoruz Toplumsal barışla ulusal esenlik için önemli bir dayanak olan yasaların ülkemizin aydınlığını arttırmasını diliyoruz.

PKK terörüne son bir yıl içinde 100’den fazla şehit verildi, 250’ye yakın yaralanan oldu. Tırmanışın Türkiye’yi zora sıkmak olduğu açık. İmralı yaşamının olanakları içinde buyruklarını kolaylıkla militanlarına ulaştıran elebaşı konusunda ciddi önlemler alındığını sanmıyoruz. AİHM kararına itirazın da sıkmabaş temyiz incelemesi gibi geçiştirici olması şaşırtmamalıdır. Başbakanın eşinin giyimiyle lâiklik karşıtlıklarını sürekli gündemde tutma çabası bu kestirmemizin, olasılıkların kanıtıdır. Partisinin İstanbul’daki bir toplantısında “Türbanı siyaset malzemesi yapmayacağız, yaptırmayacağız. ” sözü ile “Yüreğinin derinliklerindeki hıçkırık” ve “Zaman veriniz, bekleyiniz, sabırlı olunuz” sözleri inatlarından vazgeçmediklerini anlatmaktadır. TÜBİTAK Yasası konusundaki direnmeleri, kaçak kursları yaygınlaştırma çabaları da kafalarındaki düzeni gerçekleştirmek katılıklarına bağlanmalıdır. Lâikliğin ne olduğunu bilmeyen sözde dindarlar var. Bu konuda Türk Silahlı Kuvvetlerine çatacak ölçüde kendini yitiren, camilerde üst düzey görevlilere yer ayrılmasını isteyen RTE’nin kişisel eşyalarını milyarlar ödeyip kapışan insanlar var. Birlik Vakfı toplantısında yan yana gelin dünkü ve bugünkü kimi siyasetçilerin konuşması ürkütücüdür. Lisede uygulamalı din dersleri de zorunlu din derslerinin sorun olduğu bir ortamda iktidarın yönelişinin yeni bir göstergesidir.

İnançlarını lâiklik korumasında özgürce yaşamanın değerini bilmeyenler, hukuktan da anlamadıklarından Anayasa’da sıkmabaşla ilgili yasaklayıcı bir kural olmadığını söyleyip yaygaralarını sürdürmektedirler. Anayasa’da her konuda kural olmaz. Anayasa Mahkemesi’nin bir yasa nedeniyle aldığı karar anayasa kuralı düzeyindedir. Anayasa’yı yorumlamak yetkisi yalnızca Anayasa Mahkemesi’nde olduğundan onun yargısı herkesi bağlar. Anayasa’nın Başlangıç, 2., 11., 81., 103. Ve 153/ son maddelerini unutanlar, anlamlarını bilmeyenler, Mahkemenin işlevini kavrama yeteneğinden yoksun olan sözde siyasetçiler uluorta konuşurlar. Bağımlılıklarının, inancı oy aracı yapmak kurnazlıklarının esiridirler. Lâik Cumhuriyetin lâiklik karşıtlarının yönetimde olması daha nice aykırılık ve çarpıklıkları karşımıza çıkaracaktır.

Başbakanın eşinin sıkmabaşlı görünümü Suriye’deki uluslar arası toplantıda ülkemize ilişkin kanıları altüst etmiştir. Bu görünümüyle Mısır, Suriye, Azerbaycan Cumhurbaşkanlarının eşine “Asıl müslüman benim, siz değilsiniz” denildiği gibi konuk Başbakan eşleri için de aynı yaklaşımda bulunulmuş olunmaktadır. Bir bayan kendi kişisel tercihlerini resmî toplantılarda öne çıkaramaz. Temsil durumunda eğilimlerini bir yana bırakır. “Tüm Türk kadınları böyledir, böyle giyinir, ulusal giysileri budur” denilecek ortamlarda böyle kanı böyle izlenim uyandıracak kişisellikten kaçınmak gerekir. Eşinin görevi nedeniyle bir yerde bulunacak ya da y anında olacaksa ya çağdaş giyinir ya da katılmaz. Başka türlü davranmak hakkı yoktur, ülkemizi yanlış tanıtamaz.

Dincilerin, dincilikten başka anlayışları, ilkeleri, ortak nitelik ve yönelişleri yoktur. Siyasal, hukuksal, toplumsal, ekonomik vd. anlayışları, bilgileri, bağlı oldukları ulusal değerleri yoktur. Bu konulara önem vermezler. Amaçları şeriat olduğundan, devlet, demokrasi, hukuksallık, bağımsızlık, şehircilik, yapılanma, ulaşım, çevre, sağlık, eğitim, niceleri sayılabilir, hepsine din penceresinden katılıkla bakarlar. Her şeyin buna göre düzenlenmesini isterler. Aklı ve bilimi değil inancı ve varsayımı seçerler. İşte kaçak Kur’an kursları. Hem kaçak olup yasadışı konumlarını sürdürecekler, hem de yaptırımsız kalacaklar”Parasını ben veriyorum” diyerek Üniversite Rektörünün haklı tepkisini kınamaya çalışan Başbakanın bu sözleri gülünçtür. Sormak gerekir”Sizin paranızı, milletvekillerinkini, askerlerinkini, yargıçlarınkini kim veriyor, sen mi?” Bunlar yararsız ve yakışıksız sözlerdir. Ulusun parası devlet eliyle gerekenlere ödeniyor. Sizin imzanızla işlemler tamamlanıyor diye, yolluk ve ödeneklerini, aylıklarını, ücretlerini sen vermiş olmuyorsun. Parasını devletten alan herkes devlet yöneticilerinin kölesi, uşağı, buyruklarına göre davranacak bağımlısı mıdır?

Türkiye’mizin nice ciddi sorunları varken çocukça işlerle uğraşılıyor. Türkiye’de insan ticareti yapan 200 şebekeden söz ediliyor (basın, 21. 5. 2005) . AİHM’ne 1987’den bu yana Türkiye’den 9.591 başvuru yapılmış (basın, 28. 5. 2005). Bunları çözümlemek bir yana bırakılmış, sıkmabaş üzerinden siyaset yapıp yapmama konuşuluyor. ”Hassasiyetlerle uğraşmamak” uyarısı yapılıyor (basın, 29. 5. 2005). Duyarlık yalnız inanç alanında mı? Bizlerin bu konuda duyarlılığı yok mu? Ulusal konularda, örneğin bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, hukuksallık, ilkeler, lâiklik, Atatürk konularında duyarlık yok mu? Kadrolaşma, 80 bine varan atamalar ne oluyor? Kimin malı kimden kaçırılıyor? Herkese eşit yaklaştıklarını söyleyen Başbakan kimlere neler uygulanıyor, nasıl uygulanıyor, biliyor mu? Özelleştirmeler nasıl gidiyor, Seydişehir’de neler oluyor ayırdında mı?

Milletvekillerinin dokunulmazlıklarına benzetilmesi olanaksız yargı koşulları ve yöntemleri belli devlet görevlileri için söylenmeler sürüyor. Dokunulmazlık zırhına bürünenler kendileri ve yandaşları için çıkarılan yasalarla suçlarından kurtuluyorlar. Bu arada yargıç ve cumhuriyet savcılarına trafik cezası yazılıp yazılmayacağı tartışmaları yapılıyor. Cezaların nasıl verileceği kurallara bağlanmıştır. Bunları iyileştirerek, düzelterek eşitliği ve uygunluğu sağlamak varken suçlayıcı söylemlerle konulara yaklaşmak yanlıştır.

İktidar partisinin grup Başkanvekili kimi üniversiteleri terör yuvası gösteren ağır bir suçlamayı sonradan “Yanlış anlaşılma”ya bağlayarak geçiştirmek istemiştir. Ağızlarından çıkanları kulakları duymuyor. Hizbullah’ı, İbda-C’yi, hücre evlerini, domuz bağlarını, sopalı tarikatçıları, dergâh çarpıklıklarını, ahlaka aykırı ilişkileri, Müslimleri, Emineleri, terörü göz ardı edip bilim kuruluşlarını suçlamak asla doğru değildir. Her yerden her şey çıkabilir ama kötü örnek alınamaz. Cezaevlerindekilerin çoğu müslüman diye islam dini karalanıp suçlansa olur mu? Bu tür davranışlardan özenle kaçınmak gerekir. Toplumsal ırada bir sarsılma mı var kuşkusuna düşülüyor. Terörü, yolsuzlukları, ahlâksızlıkları, aykırılıkları, siyasal bozuklukları bırakıp ayrılıkçılara destek vermeye yeğleyen sözde aydınlar oldukça sorunlar tükenmez. Bu yanşaklar (densiz, geveze) oldukça insanlar birbiriyle uğraşır. Elini taşın altına koymayan, çıkarından başka bir şey düşünmeyen, sorunlarla ilgilenmeyen, bildirilere imza atmakla yetinen hazırcı öğretim elemanları üniversitelere gömülmüş durumda suskun, süklüm püklüm durmakta, bilimsel üretkenlikten uzakta zaman geçirmekte, kimi de medyada gösteri yapmaktadır. Kimi gösterişçi kurullar da, kurumlar da böyle tutuktur.

Türk Ceza Yasası’nın 163. maddesinin kaldırılmasının sonuçları bugünkü sorunlardır. “Tek kurtuluş hilâfet-Hilâfet elbet kurulacak-Müslümanların devleti raşid-i hilâfettir-Zulmün önünü ancak hilafetle keseriz” pankartları başkentte kolluk güçlerinin gözleri önünde açılıp yüzlerce kişi bu doğrultuda bağırıp çağırarak yürüyebiliyorsa yarınlarda daha yıkıcı saldırılar olacak demektir. Bunları bırakıp din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi lâikliği demokrasinin kaynağı, ulusal birliğin dayanağı, çağdaşlığın gereği olarak savunanlara saldıranlara ne demeli? Ermeni ve rum tırtılları, ajan tutumlu tulumlar, guguklar, AB ve ABD uydularına da... Birbirlerini sıkıca tutuyorlar. Atatürk Türkiyesi için vurdumduymaz olanlar, ermeniler için şaha kalkıyor. Bugün Atatürk sayesinde yaşamını sürdürüp de Atatürk Hava Limanı’ndayken “Bazen bir bardak su ama Atatürksüz olsun diyesim geliyor” diyebilenler var. Atatürk’ün akılcı (rasyonel) olduğunu miras olarak doğma değil, akıl bıraktığını söylediğini bilenler, örnekleme ve yorum yöntemlerini gözeterek “Atatürk yaşasaydı... ” söylemiyle sorunlara güncel çözüm arayınca kınayan aymazlar var. Atatürk’ün bedensel varlığının sonsuza göçtüğünü, geri gelmeyeceğini aklı olan herkes bilir. Ama değerbilir herkes Atatürk’ün ilkeleriyle, yarattıkları ve yaptıklarıyla yaşadığını da bilir. Koşulları ve ortamıyla O’nun yaptıklarını düşünüp bugün için neler yapılması gerektiğinin belirlemenin usdışı olduğunu söylemek için usunu yitirmek gerekir. Atatürk’ü benimsemeyenlerin, sevmeyenlerin, istemeyenlerin, adını anmaktan kaçınanların tersine yaklaşımları doğaldır. Kendilerinin bileceği iştir. Biz Atatürk’le övünüyor, Atatürkçü olmaktan onur ve kıvanç duyuyoruz. Söylemediklerimi, yazmadıklarımı söylemiş ve yazmışım gibi gösterip eleştiri için kendi yalanına sarılan pişkinlere yanıt vermeyi gereksiz buluyorum.

Değinmek gerekir

Zaman olsa, yer olsa yazacak, değinecek neler var. Ama yine de ele almak gerekiyor. Sorunları aşmak için neler olduğunu belirtmem zorunludur. Eğitimi dinselleştirmek, eğitim kurumlarını ele geçirmek sıkmabaşa güdümlü iktidarın amacıdır. Değişik saplantılarla bu yolda ileri-geri adımlarla sonuç almaya çalışmaktadır. İkinci bile değil, sözde cumhuriyetçilerle döneklerin desteğinde aşamalar kazanma uğraşındadır. Bağlı ve bağımlı hüt-döt iktidarının kalkışmalarının karşısına kimi aydınların bildiriler imzalamak, basın toplantıları, konferanslar düzenleyerek karşı çıkmaları dağınıklığı, karşıtlıkları giderip birleşmeye sağlamaya yararlı özveriler olarak düşünülmelidir. Sıkmabaşı bu iktidar kışkırtmaktadır. Ülkenin çözüm bekleyen nice sorunu varken boş yere kullanması anlaşılır tutum değildir. Özgürlükle asla ilgisi olmayan, tersine karanlığı, tutukluluğu çağrıştıran bir din-siyaset karışımı simge için insan ve zaman yitirmek bağışlanamaz.

Kendisi diktatörlüğü savunuyor, suç olmuyor. Siz demokrasiyi, hukuksallığı savunuyorsunuz, suç oluyor. Kendisi liberalizm tutkunu, siz bağımsızlık, ulusallık yanındasınız, o iyi, siz kötü. Tiksindirici bir anlayış, utandırıcı bir tutum. Bir gazete ya da dergide köşe kapmış, yazıp duruyor. Kendisi AB, ABD yanlısı olunca mârifet, siz Atatürk’ün dediği gibi “Türk Milliyetçisi” olunca rezalet. Milliyetçiliği ve ulusalcılığı birbirinden ayıran, tutuculuğu milliyetçilik, milliyetçiliği de tutuculuk sayan gericiler var. şimdi ulusalcılığa dönenlerin, ulusalcılığı savunan kimilerinin önceki yaptıklarına, sözlerine bakıp ulusalcılığı, bu soylu ve anlamlı kurumu ve kavramı kötülemenin anlamsızlığı açıktır. Dincilerin içinde pisliğe bulaşan yok mu? Liberalizmi savunanlar arasında kimler yok ki? Lâikliği benimseyenler içinde kötüler varsa lâiklik mi kötüdür? Milliyetçiyim, ırkçı-faşist değilim; ulusalcıyım, baskıcı, yasakçı değilim. Kuşkusuz ve tartışmasız Türk’üm ama Türkçülük çabasını uygun bulmuyorum. Bir kültür kurumu, kişisel aydınlanma, toplumsal barış ve dayanışma aracı olan dini karanlıklar kaynağı durumuna getirmek, dinsel sömürü oyuncularını tabulaştırmak, mezhep ve tarikat bozukluklarına hoşgörüşle yaklaşmak sakıncalıdır. Biz Atatürk’ü tabulaştırmıyor, akılcı ve gerçekçi tutumu-kişiliğini örnek alıyoruz. Kişilerin kendilerine özgü yöntem belirlemeleri başkalarını aynı yolu izlemek zorunda bırakmaz. Benim Atatürkçe düşünmem, O'nu örnek almam kimseyi ilgilendirmez. Benim yöntemimi uygun bulmeayanların kimleri ve neleri örnek aldıkları da beni ilgilendirmez.

Ermenilerle yandaşlarının yanlı, önyargılı konferans düzenlemeleri ne ölçüde yanlışsa onların ne olduklarını daha iyi gösterecek bu etkinliklerini engellemek de o ölçüde yanlış oldu kanısındayım. Yurtdışına kaçıp Türkiye düşmanlığı yapanların gazete köşelerinde yıkıcılıklarını serbestçe sürdürdüğü ortamda konunun uzmanı olmayanların ermenilere destek vermesi, kimilerinin “Katliam düzeyine varan bilinçli saldırı” diye yazması şaşırtmamalı, kimlerin, nerelere nasıl geldiği saptanıp yinelenmemesi için önlemler alınmalıdır. Terörü kınamayan, şehitlerine saygı duymayan, bağımsızlık ve ulusallık konusunda duyarlı olmayan kimse insan olamaz ki yurttaş olsun. Siyasetçilerin çoğu ilkeli değil. Yer kapmak, çıkar ve ün sağlamaktan başka düşünceleri yok gibi. Milletvekili olmak, seçilmek, yeniden seçilmek, başlıca amaçları. Seçilmeyeceğini anlayınca parti değiştirmek alışkanlıkları. Kimi kuruluşlarda da tanınmak, öne çıkmak, bir şeyler elde etmek amacıyla yerini bırakmamak için kuralları çiğneyen, oyunlara sapan, aykırılıklardan çekinmeyen yıllanmış etiket düşkünleri var. demokrasinin bir öğreti, bir disiplin, hak ve özgürlükleri kötüye kullanmadan olabildiğince yaşamasına olanak veren bir hukuksal ortam olduğunu unutup devlete çatmayı, karşıtlık ve aykırılıkları, bölücülük, yıkıcılık ve sapkınlıkları demokratlık, ilericilik, beceri sayan düşkünler türedi. Ahlâk, adalet, bilgi, deneyim göz ardı ediliyor, hemen “Milliyetçi eksenli popülist demogoji” suçlamasına kalkışılıyor. Milliyetçilik değil, onu sömürmek sakıncalıdır. Bunu anlamayanlara da acınır.

Geçenlerde bir yurttaş “Hep rumlar, ermeniler için çalışılıyor, Türkler ve Türkiye için yok sanki... ” dedi. Üzülmemek elde mi? Böyle bir kanı uyandıracak tutum ve davranışlar hepimizi düşündürmelidir.

Görevini yapanları suçlayan medya yardakçıları atıp tutuyor. Anayasa Mahkemesi anayasaya aykırılığı hatır için uygunluk olarak değerlendiremez. Yıllar önce Bursa’da bir toplantıda “Hukuka aykırı bir yasaya nasıl Anayasa’ya uygundur deniliyor?” sorusuna “Bu Anayasa hukuka aykırı, bu nedenle hukuka aykırı yasaya Anayasa’ya uygundur” yanıtı verildiğini anımsıyorum. İktidar maşaları boş durmuyor.

İsmet İnönü’yü eleştiren iki kişinin birbirlerine yönelmeleri, ağır suçlamaları ilginç.

İMF diktatörlerinin 11. 5. 2005 toplantısında, 26 Nisan 2005 günlü iyi niyet mektubuna dayanarak Türkiye ile üç yıllık yeni bir stand-by anlaşması ve yaklaşık on milyar dolarlık ek kredi verilmesini onaylamasının bedeli ağır olacağa benzemektedir. Sağlık alanında güçlük getireceği, borç ödemeye ağırlık vereceği, borçlanma hastalığının süreceği sezilmektedir.

Kudüs Patriği 1. İrineos’un azli için yapılan Ortodoks Kiliseleri Zirvesi konusunda da iktidar suskunluğu yeğlemiştir. Sorunlarımızın tümü AB’ne ve ABD’ne mi bırakılmıştır? RTÜK üyelerinin seçimi konusunda siyaset işbirliği de ibret vericidir. Bilimde, yargıda, kamu yayıncılığında yansızlık, bağımsızlık yararlı olmanın ilk koşuludur.

Düzeltme

TÜRKSOLU Gazetesi’nin 23. 5. 2005 günlü, 82. Sayısının 6-7’nci sayfalarında yayımlanan “Bağımsızlık Bayrağı” başlıklı yazımdaki dizgi yanlışlıklarını aşağıda düzeltiyorum:

Altıncı sayfa

- 1. Sütunun 1. Paragrafının 12. Satırının başındaki 1. Sözcüğünün ilk harfi (m) ,

- 2. Sütunun 1. Paragrafının 2. Satırının 1. Sözcüğü “çabalı”,

- 2. Paragrafının 2. Satırının 4. Sözcüğü “Ceceli”,

- 3. Sütunun 2. Paragrafının 9. Satırının 2. Sözcüğü “düşlemektedir”,

- 3. Paragrafının 10. Satırının 1. Sözcüğü “çıkarmıyor”,

- 5. Paragrafının 1. Satırının 2. Sözcüğü “öğretimin”,

Yedinci sayfa

- 1. Sütunun 1. Paragrafının 5. Satırının 1. Sözcüğü “bağımsızlığı”,

- 2. Paragrafın 6. Satırının 3. Sözcüğü “istediğimi”,

- 2. Sütunun son paragrafının 7. Satırının 3. Sözcüğü “belirginliği”,

- 3. Sütunun 1. Paragrafının 21. Satırının 3. Sözcüğü “aynı”,

- 4. Sütunun 3. Satırındaki “gereksizdir” sözcüğünden sonraki bölüm de “Karara uymak, gerekeni yapmak, bu aşamada Anayasa’nın 90., 11. Maddelerini gözeterek Ceza Mahkemeleri Kanunu’nun 311. Maddesindeki engeli aşmak gerekir. Bizim kurallarımız AİHM’ni bağlamaz. Onların kararını yerine getirmezsek Avrupa Konseyi ilişkilerimizle AB üyelik sürecini tehlikeye atabiliriz. Bunları göz önüne alınca çok şey yapılabilir. İlgili Türk Mahkemesi, Ceza Mahkemeleri Kanunu’nun 311. Maddesinin konuya ilişkin bölümüne dayanıp olumsuz karar da alabilir, bu bölümü Anayasa’ya aykırı bulup Anayasa Mahkemesi’ne de iptali istemiyle başvurabilir. Anayasa Mahkemesi’nin kararını kestirmek güçtür. İktidar, 311. Madde değişikliğini mecliste sağlayabilir. Ancak, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın dosya Yargıtay’a gelince 311. Maddenin Anayasa Mahkemesi’ne başvurma yetkisi yoktur. Yerel Savcılar için de durum böyledir. ” olacak.


http://www.turksolu.com.tr/83/ozgun83.htm

.

Atatürk ve Cumhuriyet - İLKE








YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN

(Anayasa Mahkemesi Önceki Başkanlarından)


Büyük başarılarla tarihe geçen Osmanlı İmparatorluğu 36 padişah, 235 sadrazam ile 623 yıl sürmüş, baskıcı ve dinci kişisel yönetimin neden
olduğu gerileme ve yıkılma dönemindeki tutarsızlıklar, ekonomik güçlükler ve toprak kayıplarının içine düşürdüğü durumlara dayanamayıp yaşamına
son verilmiştir. Uygarlığın çağdaş olanaklarından yoksun kalan Osmanlı toplumu giderek kötülüklere düşmüş, savaşlarda yitirdiklerinin acılarıyla yürekleri dağlanan aileler umutsuzluk ve çözümsüzlükle kıvranmış, Batının sömürgesi işlemi uyulanan ülkemiz yayılmacı emperyalist dışgüçlerin işgaline uğramış, işbirlikçi iktidarın ihanetlerine eklenen isyanlarla karanlık tüm ağırlığıyla üzerimize çökmüştü. Yokluk, düşkünlük ve yalnızlık yurtseverleri değişik düşüncelerle uğraştırırken öğrencilik yıllarından beri ülkesinin geleceğine ilişkin tasarıları olan Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal Atatürk sevip saydığı, kendisine güvenen halkının başına geçerek müdafaa-i hukuk ruhu ve kuvay-ı milliye ateşiyle atıldığı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, Millî Mücadele adıyla anılan ölüm-kalım girişimini başlatmıştı.

Kimsenin önerisi, dayatması ve herhangi bir yardımı olmadan Erzurum ve Sivas Kongrelerini toplayarak başladığı yolculuğa kendinin ustaca  9. Ordu Müfettişliğine (Sonra 3. Ordu oldu) atanmasını sağlamış, 19 Mayıs 1919’da çıktığı Samsun’dan sonra 22 Haziran 1919’da “Bu ulusun bağımsızlığını yine bu ulusun istenci ve direnci kurtacaktır.” açıklığını taşıyan Amasya Genelgesi’ni kaleme alarak Anadolu İhtilâlı bayrağını açmıştır. Bu kutsal yürüyüş 23 Nisan 1920’de tam bir hukuksal kurumlaşma olan TBMM’nin açılışıyla ilk evresini tamamlamıştır. Meclis’in açılması kanımca Cumhuriyetin kurulmasıdır.

Adı, 1921 Anayasası’nın 29 Ekim 1923’de değiştirilmesiyle konulmuştur. Cepheden cepheye koşarak yaşamını adadığı ülkesini düşmanlardan
kurtarıp esenliğe çıkarmayı amaçlayan Mustafa Kemal, geleceğe ilişkin düşüncelerini 1905’de arkadaşlarına (Ali Fuat Cebesoy anılarında açıklıyor), 1908’de gazeteci-diplomat Rus İvan Malinov’a (Prof. Dr. Şerafettin Turan Türk Dili dergisine yazdı), Erzurum Kongresi sonrasında Mazhar Müfit Kansu’ya anlatıyor: Türkiye’de cumhuriyet kurulacaktır, lâtin harfleri kullanılacaktır, kadınlar örtünmeden kurtarılacaktır. Bunlar konuşmalarının önemli bölümleridir. Öbür sözü de Kongre öncesinde  Mazhar Müfit Kansu’nun “Mücadele başarıya ulaşırsa yönetim biçimi ne olacaktır?” sorusuna hiç duraksamadan verdiği “Hiç kuşkusuz cumhuriyet!” yanıtıdır. 30 Ağustos 1922 zaferine İsmet İnönü’nün
önerisiyle “Başkomutan Meydan Savaşı”adı verilmişti. Zaferin getirdiği sonuçların Cumhuriyete giden yolu açtığı unutulmamalıdır.

1 Kasım 1922’de 308 nolu TBMM kararıyla saltanatın kaldırılmasını, sınırlarımızın kesinleştiren 24 Temmuz 1923 günlü Lozan Barış Antlaşması izlemişti. Kimi arkadaşlarının karşı çıkmasına, “saltanat ve hilâfeti kurtarma amacıyla girişilen savaş” görüşüyle padişah yandaşlığının değişik anlatımlarla öne sürülmesine ve Mustafa Kemal’i engelleme çabalarına ödün verilmemiş, gece üzerinde çalışılan metnin CHP Meclis Grubu ve TBMM çoğunluğunun benimsemesiyle 29 Ekim 1923’de cumhuriyet “hükûmet biçimi” olarak ilân edilmiştir. Mustafa Kemal 15-20 Ekim 1927’de toplanan CHP II. Büyük Kurultayı’nda, sonu Türk Gençliğine Sesleniş’le biten 36,5 saatlik Büyük Söylevi’nde bu oluşumu belgeleriyle,
destansı biçimde anlatır. Olaylara dayandırarak anlattığı gelişmeler, her alanda tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği ve aydınlanmayı amaçlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın amacına uygun bir yapılanmayı kanıtlamaktadır. 20 Nisan 1924 günlü, 491 nolu ilk Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Teşkilâtı Esasiye Kanunu)’nın, sonraki 1961 ve 1982 Anayasalarının I. maddesiyle cumhuriyet devlet biçimi olarak benimsemiş, anılan anayasaların sırasıyla 102/4., 9. ve 4. maddelerine göre cumhuriyet biçiminin değiştirilmesi önerisi bile yasaklanmıştır. Bu durum, yaşamsal önemin kanıtıdır.

NEDİR?

Cumhuriyet, yönetenlerin yönetilenler tarafından, denetlenmek ve değiştirilmek koşuluyla belli bir süre için seçildiği düzenin adıdır. Tam eşitlikçi bir yurttaşlar düzeni, tam bir halk demokrasisidir. Atatürk, 29 Ekim 1933’deki Onuncu Yıl Söylevi’nde “Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü” olarak nitelediği cumhuriyetin, demokrasinin yaşama geçiş biçimi ve yönetimdeki adı olduğunu Türk Ulusu’nun yaradılışına ve karakterine en uygun rejim bilinerek seçildiğini söylemiştir. 4 Aralık 1923’de “Biz bu cumhuriyeti kanla kurduk” sözünden sonra 1 Kasım 1928 TBMM’ne açış konuşmasında “... cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” demiştir.

Kişilikleri, eğitimleri ne olursa olsun Osmanlı ailesinde babadan oğula geçen ve nice kanlı olaylara neden olan yöneticilik artık ulusun kendi istencini yansıtan çağdaş bir düzeye yükselmiştir. 30 Ağustos zaferini kazanan TBMM Ordularının ulusuna armağanı olan cumhuriyetin sahibitüm Türk Ulusu’dur. Atatürk’ün özdeyiş değerli, çok anlamlı “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir.” sözü hiçbir soy ve inanç ayrımı gözetmeksizin ümmetten ulus düzeyine, kul kölelikten yurttaşlığa yükselen toplum ve insan öğesinin bölünmez bütünlüğünü ve özgün niteliğini vurgulamaktadır.

Osmanlı enkazını kaldırıp küllerini temizleyerek kurulan cumhuriyet, yurttaşların dan kurumlarına değin yepyeni bir yapıdır. Anlayıştan ilkelere ve kurallara uzanan açılımında insan değerinin üzerine yaşamın vazgeçilmez gereklerini koyarak hak ve özgürlüklerle taçlandırmıştır. 20 Ocak 1921 günlü, 85 nolu TBMM Anayasası’nın 1. maddesindeki “Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur. Yönetim yöntemi, halkın geleceğini eylemli biçimde kendisinin yönetmesi ilkesine dayanmaktadır” açıklığıyla hedeflenen cumhuriyet ve egemenliği gökten yere indirip gerçek sahibinin eline bırakan lâikliktir.

Cumhuriyet sözcük olarak hukuksal, toplumsal ve siyasal alanda genel bir anlam taşımakla birlikte ona asıl değerini veren uygulama biçimi ve nitelikleridir. Birçok devlet cumhuriyet adını taşımakta ve ulusal kurtuluş savaşı vererek dünyaya örnek olan ve “Türk Mucizesi” olarak adlandırılan başarının simgesi olamamıştır. Günümüzde kimi ruhsal ve beyinsel bozuklukların, kimi siyasal eğilimlerin, inanç katılıklarının, çıkarcılıkların ve aymazlıkla, sapkınlıkların yansıması olan karşıtlıklar, numaralandırma çabaları, bilinçsizliğin ve değerbilmezliğin ibret verici örneklerindendir. 10. Yıl Marşı ile övüncümüzü ve kıvancımızı coşkuyla açıklamamız, 1930’larda dünyadaki 12-13 cumhuriyetin önde gelenlerinden gösterilen Türkiye’nin gerçeklerinden kaynaklanmaktadır. Özellikle 1950 sonrası verilen ödünlerle yöneticilerin ağır kusurları sonucu cumhuriyet kan yitirmeye başlamıştır. 84. yıldönümünü kutladığımız günümüzde “100. yılını kutlayabilecek miyiz?” endişelerine tanık olmak üzücüdür. Atatürk’ü ve cumhuriyeti yeterince anlamadığımız, anlatamadığımız, değerlerini bilemediğimiz gerçeği, sorumluluğumuzu ve hepimizin yanlışlık ve yanılgılarını gündeme getirmektedir.

DURUM

Yanlış bir insan hakları, özgürlük, demokrasi, din, lâiklik anlayışı, duygusallık, inat, zıtlaşma, partizanlık ve kötü siyasetle toplumsal barış bozulmuş, en büyük insanlık suçu terörle ulusal dayanışma sarsılmış, gereksiz düzenlemelerle cumhuriyetin niteliklerinden arındırılması aymazlıkları yeğlenmiştir.
Cumhuriyet yalnız sözcük değildir. Nitelikleriyle bir bütündür. Anayasa’nın 
2. maddesinin “...demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devletidir.”  dediği yapı,
cumhuriyetin tanımıdır. Bu kutsal yapıyı niteliklerinden soyutlamak, yalnız sözde ve kâğıt üzerinde bırakmak, açılımıyla ilgili maddelerden çıkararak yalnız tanımda korumak cumhuriyetten yararlananların, onu koruma andı içenlerin katlanabileceği bir durum değildir.

Tekil devlet yapısını, bir ulus gerçeğini, ülkenin tümlüğünü bozarak toprak koparıp ayrı devlet kurma çabasında olanlarla destekçileri iç ve dış odakları gözetirsek, eleştiri ve önerilerinin doğrultusunu kavrarsak karşılaştığımız tehlike daha iyi anlışılır. Dinlerin olduğu yerde bulunup olmadığı yerde bulunmayan, devletin dinden bağımsızlığını, aklın özgürlüğünü anlatan lâiklik asla din karşıtlığı
değildir. Başta din ve vicdan özgürlüğü olmak üzere her tür hak ve özgürlüğün güvencesidir. Bağımsızlığın, demokrasinin, çağdaşlığın kaynağı; siyasal, hukuksal ve ulusal birliğin dayanağı; eşitliğin, kardeşliğin, dostluğun, akılcılığın, bilimselliğin, barışın, uygarlığın en elverişli iklimidir. Laiklik sayesinde geldiğimiz ve ulaşmayı amaçladığımız güzellikler ve günler, köktendinci sömürücülerin kötülükleriyle kararmaktadır. Lâik Atatürk cumhuriyeti yönetiminin karşıtlarının eline geçmesi, koruyucularının ve sorumlularının bağışlanmaz tutumlarına bağlanmalıdır.
Gereksiz tartışmalarla zaman ve emek yitirilmekte, cumhuriyeti gönendirerek Türk Devrimi’nin temeli olan Atatürk ilkeleri güçlendirecek yerde karalama ve geçersiz kılma uğraşları sürdürülüp yaygınlaştırılmakta, Anayasa ile oynayarak AB ve ABD özlemleri doğrultusunda dinci düzenin yolları döşenmektedir.

Bizi dünya uluslar ailesi içinde onurlu ve saygın yerimize oturtan, her alanda Türk Devrimi’nin açılımlarıyla başka ülkelerde yüzyıllarca başarılamayan gelişmeleri 10-15 yıla sığdıran, yollar, demiryolları, köprüler, uçak alanları, kara, deniz ve hava limanları, hastaneler, okullar, üniversiteler, kitaplıklar kazandıran, günün olanaklarıyla donatıp yapılarla bayındır kılan, yabancıların yanında düşkün kalmaktan kurtaran cumhuriyet ulusal onurumuzun simgesidir. Cumhuriyetin kazandırdıkları olmasa AB üyeliği söz konusu olamazdı.
Günümüz dünyasında 54-55 müslüman çoğunluklu ülkelerden hiçbirinde islâmiyet Türkiye’deki kadar mutlu ve özgür yaşanmamaktadır.
Bu ülkelerin hepsindeki cami toplamından fazlası yalnız Türkiye’de vardır.

Hiçbir yurttaşın dinsel görevlerini ve dininin gereklerini yerine getirmesinde kamu düzenini olumsuz etkilemedikçe hiçbir engel ve sınır yoktur. Devletin
her görevi, her katı, ülkeninin her yeri herkese açıktır. 
Osmanlı döneminde azınlıkların dinsel görevlerinin vergi karşılığında yerine getirebildikleri, üç tür okul, beş tür mahkeme ve onbeş tür nikâh olduğu gözardı edilmemelidir.
3 Mart 1924 günlü, 429, 430, ve 431 nolu yasalarla cumhuriyetin dokusu güçlendirilmiş, 1926’de Medenî Yasa, 1928 ve 1937 Anayasa değişiklikleri
ve öbür yasalarla yapı tamamlanmıştır.
Günümüz Anayasası’nın “İnkılâp Kanunlarının korunması” başlıklı 174. maddesinde sıralanan sekiz devrim yasasının amacı “...Türkiye Cumhuriyeti nin lâiklik niteliğini koruma ve Türk toplumunu çağdaşlık uygarlık düzeyinin üstüne çıkarma...” olarak belirtilmiştir. Bu yasaların Anayasaya aykırılıklarının ileri sürülememesi ve ancak TBMM’nce değiştirilip kaldırılabilme olgusu konunun önemini açıklamaya yeter.
Cumhuriyet bizim herşeyimizdir. Ama tehditler ve tehlikeler açıktır.

Cumhuriyet, Türkiye’nin kurtarıcı ve kurucusu, Türkiye aydınlanmasının kaynağı, Türkiye’mizle özdeşleşerek kurumlaşmış Atatürk’ten asla ayrılamaz. Niteliklerine asla dokunulamaz. Oy, seçim, iktidar ödünleriyle yozlaştırılamaz. Güvencesi Türk Ulusu, özellikle Türk Gençliğidir. 
Biçimsel bırakmamak, sorunların çözümlenmesinde en değerli kaynak olarak yararlanmak için en sağlıklı dayanaktır.

Özet değinmeleri içeren bu yazı cumhuriyetle kazandıklarımızı anımsatırken cumhuriyet olmasa, padişah-halife ya da bir dikta heveslisinin elinde kalsak ne olacağımızı düşündürmeli ve görevlerimizi daha iyi yapmamız konusunda uyarıcı sayılmalıdır.
Yoksa, cumhuriyetin tanımından başlayıp siyasal, ekonomik, toplumsal, bilimsel, askerî alanlarda binlerce başarısını örneklerle, kanıtlarla anlatmak olanağı vardır. Başarısızlıklar cumhuriyet kurumunun değil, yönetcilerin ve sahip çıkması gerekenlerindir.
Ne var ki lâik cumhuriyet karşıtları yönetimi ele geçirmişlerdir. Geldikleri yerler, kullandıkları yetkiler, medyanın büyük kesimine yuvalanmaları, kimi üniversiteler de ve devlet organlarında etkinlikleri gözetilirse bunlara dayanan temelinin ne ölçüde sağlam olduğu kabul edilir.
Dinle bir tutulan sıkmabaş için Anayasa hazırlıklarına girişildiği günümüzde ABD baskıları, AB dayatmaları, terör ve ılımlı islâm açılımlarıyla sorunlar ağında olduğumuz kuşkusuzdur. Kapitülâsyonları, sömürge düşkünlüğünü, yeni mandacıları, Sevr’i unutmayıp Lozan’ı özümseyerek Atatürk Cumhuriyeti’ni sonsuza değin bağımsız yaşatmakyurtseverlerin insanlık borcu ve yurttaşlık görevidir. 

http://www.mayadergisi.com/wp-content/themes/NewsDaily/arsiv-files/246yektagungorozden.pdf

.

Bağımsızlık Bayrağı



Bağımsızlık Bayrağı



23.05.2005 / Sayı:82
Yekta Güngör Özden


Müdafaa-i Hukuk ruhu, Kuva-yı Milliye ateşiyle kotarılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız her alanda tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği ve aydınlanmayı amaç edinmişti. Demokrasiyi amaçlayan Cumhuriyet’i kazandıran ve Türk Mucizesi adıyla anılan bu kutsal savaşın başlangıcı 19 Mayıs Samsun çıkışıyla başlamış, Anadolu İhtilâli’nin bayrağı da “Bu ulusun bağımsızlığını, yine bu ulusun istenci ve kararı kurtaracaktır.” Maddesiyle ünlenen 22 Haziran 1919 günlü Amasya Genelgesi olmuştur. Yepyeni bir insan yepyeni bir toplum, yepyeni bir ulus, yepyeni bir devleti bize armağan eden Mustafa Kemal ve arkadaşları kurallardan kurumlara uzanan anlayış değişikliğini gerçekleştiren eğitimle bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir.” özdeyişi ulusal varlığımızın, ulusal yapımızın, bugünümüzün ve yarınımızın özünü yansıtan soylu bir düşünce ve duygu ortaklığının açıklanmasıdır. Ayrılıkçı, bölücü, Atatürk ilkelerine dayanan Türk Devrimini yadsıyan sapkınlarla geliştirilmeye çalışılan yıkıcı tutumların gömmek istedikleri karanlık şimdilerde dış güçlerle içimizdeki işbirlikçilerinin değişik alanlardaki dayatmalarıyla gündemdedir. Lozan’ın intikamını almak için 2. Sevr’i uygulamaya çalışanlar her yola başvurmakta, tüm değer yargılarını alt-üst ederek isteklerini elde etmeye uğraşmaktadırlar. Globalleşme, küreselleşme adıyla sömürücü kollarıyla dünyayı sarmayı beceri sayan emperyalist yayılmacı güçler hiçbir kural tanımamaktadır. Kendilerine yönelik en küçük kalkışmayı acımasızca bastıran, ana dili uygulamasından dönen, ulusal devleti savunan kimi Avrupalılar Türkiye söz konusu olunca karşı çıktıkları her şeyi geçerli saymakta, “terörist” ilân ettiklerinin yaptıklarından binlerce fazlasını yapan bizdeki kuklalarına toz kondurmamakta, destekçilerine madalyalar vermektedir. 19 Mayıs’larda “Atatürk olmasaydı neler olurdu, ne olurduk?” diye düşünmek, yılda birkaç gün değil sürekli Atatürk’ü anmak gerekir.

Hayret

Benim yazdığım “Gençlik Andı” Milli Birlik Komitesi’nce uygun bulunmuş, 10 Kasım 1960’dan bu yana her yıl 19 Mayıs törenlerinde Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda öğretmenler topluluğunca seslendiriliyordu. 1980 olayından sonra Devrim sözcüğünü inkılâp, ulus sözcüğünü millet, özgürlük sözcüğünü hürriyet yaparak okuttular. Milli Eğitim Bakanlığı ile Ankara Valiliği’ne yazıyla başvurdum, yanıt alamadım. Milli Eğitim Bakanlarından Metin Bostancıoğlu “Başbakanlık genelgesi gereği yeni sözcükleri kullanamadıklarını” söyledi. Önceki yıl imam hatipli öğrencilere Atatürk’ün Gençliğe Seslenişi’nin Atatürk’e yanıtını okuttular. Nasılsa bu yıl kısaltılmış yanıtın sonunda benim Gençlik Andı’mı öğrenci topluluğu yine aynen seslendirdi. Bu bir gelişme midir, sıkmabaşlıların özgürlük isterken kimilerinin “Atatürk’ün izindeyiz” demeleri gibi takiyye midir, göreceğiz.

19 Mayıs törenlerini bırakma, geçiştirme çabaları davranış, Milli Eğitim Bakanı’nın bulunmaması türü aykırılık ve çelişkiler yeni girişimlerle sürecektir. AİHM’deki “sözde türban” davasının temyiz duruşmasında Hükûmet adına yapılan konuşmanın onama istemiyle sonuçlanması da değerlendirilecek, anlaşılacaktır.

Aykırılıklar, iktidara yaranma çabasıyla sürmektedir. Ankara Özel Cebeci İlköğretim Okulu’nun Kocatepe Kültür Merkezi’ndeki gericilik gösterisi, kimi öğretmen ve yöneticilerinin gazetelere yansıyan tutumları nerede ve nasıl olduğumuzla birlikte yarın neler olacağını anlatmaktadır. Bir büyük gazetenin kızlarımızın eğitimi için başlattığı kampanyanın değişik ilgilerle sürdürüldüğü bir ortamda aynı grubun kimi yazarlarının bu konuda ilk ışığı yakan Atatürk’e ve Atatürkçülere karşı olumsuz tutumu çirkinliklerle birlikte birbirine eklenmektedir.

Kimi yazarlar da okundukça tiksinti uyandırmakta, mide bulandırmakta, rejim karşıtlarının cumhuriyetin nitelikleri, demokrasi ve ulusal ilkeler konusundaki yıkıcı tutumları ne yazık ki düşünce özgürlüğü ve demokrasi kapsamında değerlendirilmektedir. Bu ters yaklaşım yeni Türk Ceza Yasası’nda basına karşı yürürlüğe konulan kuralların gerekçesi sayılmaktadır. Akılla, mantıkla, gerçekle, insaf ve vicdanla hiç ilgisi olmayan gülünecek yorumlar, bilimsellikle bağdaşmayan değerlendirmeler, amaçlı anlatımlar güven duygusunu sarsmaktadır. Bu ortamda TÜBİTAK’la ilgili yasanın üç maddesi yeniden görüşülmesi için yasama organına Cumhurbaşkanınca geri gönderilmişse de yeniden yasalaştıracakları kuşkusuzdur. Bu arada Atatürk’ün vasiyetine aykırı biçimde devletleştirilen Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları’nın gerçek sahipleri üyelerine geri verilmesi, devletin isterse uygun bulduğu kuruluşları oluşturması gerekirken kurumları tümüyle yozlaştırma, ele geçirme ve kullanma amaçlı değişiklik istekleri duyulmaktadır.

Diyanet İşleri Başkanlığı’na 15 bin kadro verilmesine ilişkin yasa önerisi TBMM’nde beklerken yeniden 20 bin kadro verilmesi önerisi de gündemdedir. Her yıl 1500 yeni cami yapıldığından söz ettiği bildirilen yasa gerekçesi okullarımızın durumunu düşündürmektedir.

Sakallı cübbeli kimilerinin İstanbul’da belli yerleri dolaşarak tehditler savurdukları yanlı gazetelerin sütunlarını doldurmaktadır.

Bir parti lideri partisinin yitirdiği, alamadığı oyların nedenini anlamamış olacak ki “Kürt kimliğini benimsemek zorundayız” selâmıyla belli bölgelerde konuşmaktadır. Hepimizi kapsayan Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşı-Vatandaşı kimliği az gelmekte, terörün Avrupa şımartması nedeniyle yeniden azgınlaştığı şu günlerde böyle sözlerle oy ve iktidar düşmektedir.

İçlerinde azınlıktan olduğunu söyleyerek övünen, azınlıkçı olduğunu böbürlenerek açıklayanların bulunduğu kimileri ırkçılık ve şiddet uyarısıyla kamuoyunun karşısına çıkmaktadır. Hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasına, şeriatçı kalkışmalara, köktendinci ve partizan kadrolaşmaya, yolsuzluklara, Türk Devrimi ve Atatürk ilkelerinin budanmasına, hukukun gözardı edilmesine ses çıkarmamakta, “Çok seslilik ve farklılıklar” adı altında bölünmeyi, anarşiyi, ilkelerden ödünlerle yıkımı unutuyorlar.

Anayasa’nın Egemenlik kuralını AB’ye uyum için değiştirmek gerekmeden, kutsal ilke korunarak ortaklığın ve üyeliğin gerekleri yerine getirilebilecekken 1924 Anayasası’na dönme amaçlı değişiklik düşünceleriyle yetkili organların kullanma haklarını ellerinden alıp çoğunluk diktasına yol açma tehlikesi üzerinde durulmaktadır. İnsanlık dışı uygulamalarla, vahşet ve zulüm biçiminde süren Bush’un ölçüsüzlüğü ve pervasızlığına özenenler, Başkanlık Sistemi önerisiyle sakıncalı gidişlerini geçerli saydırmak isteyenler görülmektedir.

Eğitim-öğretim af yasalarıyla bozulması yetmiyormuş gibi zararlı tutumları nedeniyle geri çağrılan doktora ve master öğrencilerine katmerli af getirilmesi de düşündürücüdür. Hem üniversitelere yerleştirilecekler, hem de borçlarından kurtarılacaklardır. Demiştim ya “Bozmadıkları bir şey, bozulmadık bir şey kalmayacak.”

Gerçeğin Onuru

Atatürk karşıtları ödüllendirilmeye çalışılırken, Atatürkçülere ilişkin gerçekdışı değerlendirme, anlatım, değişik yayın organlarındaki çirkin yaklaşımlar birbirlerine yollama yaparak safsatalarını yaymaktadır. Bunlar bana sataştıkça daha çok aranıyor, daha çok kutlanıyor, daha çok destekleniyorum. Yazdıklarından böyle bilgim oluyor, yazacak bir şey bulamayınca kötü ruhlarının böyle yaptırdığını görüyor, gülüp geçiyorum. Kim olduklarını daha iyi belirten, kişiliklerini, niteliklerini tüm boyut ve düzeyiyle ortaya koyan yazılarıyla Atatürk ve Atatürkçülüğe açıkça söyleyemediklerini adımızı kullanarak söylemeye çalışıyorlar. Ben, görevinin ve mesleğinin gereklerine, yargıçlık niteliklerine aykırı davranmadan emekli olmuş, şimdi üniversitelerde yöneticilik ve öğretim görevliliği yapan, Atatürkçü gençleri destekleyen, hiçbir gazetenin kadrosunda olmayan, hiçbir gazeteden ücret almayan, yalnız kendi yazısıyla sorumlu olan, kitaplarını gençlere bağışlayan birisiyim. Üstelik hakkımda yazı yazanlardan kimilerini daha önceki saldırıları nedeniyle manevi tazminatla cezaya bağlamıştım. Ayrıca içinde bulundukları grubun haftada iki yazı yazmam için getirdiği öneriyi geri çevirmiş (belgesini saklıyorum) ve gazetelerinde bulunan kimileri nedeniyle aralarına katılamayacağımı söylemiştim. Kimileri gibi, geldiği görevlerde kalmak için her yola başvuran değil, tersine, gençleştirmek, yenileştirmek için yerini özveriyle bırakan, bir dönem daha kalma önerilerini kabûl etmeyen, her görevinde elinden gelen çabayı gösteren bir yurttaşım. Birinin kulaktan dolma yazısına dayanıp öbürü yazmakta, birinin yarım yamalak ya da yanlış duyduğunu, amaçlı iletileni, ters yansıttığını ele alıp gerçekdışı atılımlarla sataşmaktadır. Örneğin cumartesi 10.30’da düzenlenen, bir meslektaşımla konuşmacı olarak çağrıldığım konuşma için bir gün önceden yapılması gereken duyurunun aynı gün yapılmasını, salonun dolu olması gerekirken kimi sıraların boş olduğunu, bağnaz-yobaz takımının dayanışmayla kaldırımları bile doldurması karşısında aydınların duyarsızlığının düşündürücü olduğu gerçeğini söylememi “...konuşmama kimse gelmiyor diye yakındığım, dövündüğüm” biçiminde verenler o biçimler çıkıyor. Ben öğretmenim. Dersimde bir kişi olsa görevimi yaparım. Olması gerekeni söylemek yakınıp dövünmek değil, iyi ilâç acıdır türü, doğruya çağrıdır.

Soyguncuları, hortumcuları, kaçakçıları, sahtekârları, kumarbazları, ahlâksızları, rüşvetçileri, hırsızları, dönekleri, hainleri, faşistleri, bölücü-yıkıcıları, mezhepçi ve tarikatçıları, şeriatçıları, çıkarcıları, mafyayı, onursuzları, namussuzları, dolandırıcıları, korktukları, muhtaç oldukları kimselere, yoldaşlarını bırakıp kiralayan, satılan, komünist, faşist, kürtçü, köktendinci, kullanılan, kötülükleriyle damgalı birisi olmadığım için kimi bozuklar, ahmaklar, patron amigosu, medya maşası pisler bana saldırmaktadır. Türkiye’miz ne pisler, ne pislikler gördü bunlar da geçecektir. Patronlarına, başlarındakilere bir şey diyebiliyor, onları eleştirebiliyorlar mı? Medya mikroplarını besleyen doyumsuz kan emiciler, uslanmaz ve utanmaz Ali Kemal özentileri elele bakalım nereye düşecekler? Çiftçiyi azarlayanlara, Türkiye’yi azarlayanlara, aşağılayanlara, sıkmabaş için alanları doldurup devleti tehdit edenlere, cenaze törenlerinde ve her toplantıda teröristlerin resimlerini taşıyıp slogan atanlara, askerlerimizi şehit edenlere, genel kurullarında bayrak asmayan sözde demokratlara, kara çarşaflı, bohçabaşlı, kışkırtıcı erkeklerle destekli gerici gösterilere, iktidarın her alandaki tutarsızlık ve başarısızlıklarına bir şey demiyor, diyemezler, emzikleri ağızlarından alınmış olur. Yalanın yaldızı kara leke olur, gerçeğin onuru güneş gibi yükselir. Artıklar bunu anlayamaz, bilemezler.

Örneğin

Saddam’ın diktatörlüğünü ve kötülüklerini eleştirmekle yetinmeyip ABD ve destekçilerinin Irak’ı işgalini, art niyetlerini, petrol kaynaklarını ele geçirme amaçlarını kınayan, bağnazlığı, özgürlüğü, ülkesini savunanları bu yönden övenleri olmadık nedenlerle suçlayan yalancı yalakalar, Brüksel mızıkacıları türemiştir. Öylesine katı ve önyargılı ki Özbekistan olaylarını bile çarpıtmakta, dinci kalkışmaları demokrasi atılımları gibi karşılamaktadır. Gazetede değişik görüşlerin, değişik imzaların yer alabileceğini unutacak ölçüde uçuk kaçık kişilerden her şey beklenir. Sık sık zırvalıyorlar.

Kimi de Atatürkçülükte ekonomiyi, bir Atatürkçünün ekonomiye bakışını, Atatürk ilkelerini temel edinmiş rejimde ekonomideki uygulamaları göz ardı edip “Atatürkçü ekonomi” diye yeni bir öğreti dalı, bir kuram, bir açılım istemini sanmaktadır. Yargı metinlerini anlamak ve kavramak yetenek ister. Karşı oyları değerlendirmek için konuya yakınlık gerekir. Kaldı ki “Atatürkçü ekonomi” olsa ne sakıncası var? Atatürk’ün Türkiye’ye özgü koşulları ve yöntemi açıklaması ekonomi yönünden Atatürkçülüktür. Ekonominin Türkiye uygulamasıdır. 17 Şubat 1923 demeci bunun en güzel örneğidir. Atatürk’ün önerip öngördüğü, bağımsızlık olgusuyla değerlendirilmesi, ulusal yarar yönünden ele alınması, vurgulanması gereken tutum ve yöntemdir. Gidiştir, ilkedir. Bilimsel görüşler olumlu olumsuz eleştirilebilir. Bir şey bulmuş gibi hemen alaya kalkışıp küçültmek için eleştirmek doğru değildir. Çatacak başka kimse ele alınacak başka olaylar yokmuş gibi. Öyle ya Atatürk’e saldıranlar bize neler yapmaz ki? Özelleştirmeyi tümüyle yasaklamayıp getirilen yöntemin Anayasa’ya aykırı olduğunu söyleyince bizi eleştirenler yıllar sonra gerçeği görüp her şeyi yok pahasına elden çıkarmayı yanlış bulduklarını yazmaya başladılar.

Bir Atatürkçünün Atatürkçe düşünüp çalışması ve yaşaması görüşü genelleştirilip “En Atatürkçü düşünce yöntemi” denilmiş gibi veriliyor. Bir konuşma ya da yazının içinde kendi amaçlarına göre alınıp değiştirilerek verilen bölüm saptırılıyor. Doğru düşünmek, düşünmeyi öğrenmekle başlar. Bilimsel yöntemler, türleri, kişiye özgü uygulaması, alışkanlıkları vardır. Ama bir Atatürkçü için Atatürkçe, Atatürk gibi davranmak asıldır. Atatürk’ün ele aldığı sorunlarda ve konularda O’nun bugün yaşasaydı bu kazanımlar, bu olanaklar, bu toplumsal düzeyde, uluslar arası ilişkilerin getirdiği ortamda neler yapabileceğini düşünmekten söz etmek yadırganamaz. Bu benim görüşüm. Tersini savunanlar da olabilir. Bunlar için Atatürk’ün Misak-ı Maarif’i de yadsınır Misak-ı Milli de. Bunlar Said-i Nursi’yi, Recep Tayyip’i, Erbakan’ı, Türkeş’i önerebilir, dediklerini örnek alabilir. Atatürkçü eğitim bunlar için olacak şey değildir. Bunlar için Atatürkçü bir hukuk da olmaz. Yani Atatürk’ün hukuka yaklaşımı gibi yaklaşım düşünülemez. Atatürk’ün yaptıkları gibi yapmak, yapacağı gibi yapmaya çalışmak yanlış mı? Bana göre çok iyi ve çok güzel. Keşke herkes böyle davransa, böyle yapsa. Kaldı ki benim belli konularla sınırlı önerimi genelleştirip felsefe yöntemi gibi genelleştirmek tam bir çarpıtmadır.

Kimi de hiç ilişkim, ilgim olmayan, hiç tanımadığım ve birlikteliğim söz konusu olmayanlarla beni aynı çizgiye alıyor. Niye ben? Niye başkaları değil? Beni sokağa çıkıp halka sorsunlar. Halkımın sevgisi, ilgisi, saygısı bu kendini bir şey sanıp da hiçbir şey olmayanları çatlatır. Bu kimileri için Atatürkçü olmak suç. Benim için de tanımsız bir onur. Görevlerimdeki yansızlığım, bağımsız ve özgür tutumum, yazacak bir aykırılık bulmamaları aşağılık kimseleri çıldırtıyor. Bunların alçaklıklarını tanımlamayı kendime yakıştıramıyorum. Herkes ne çocukları olduğunu anlıyor. Bu asalaklar, bu âdiler, bu kakan-kokanlar yok yere sataşıp saldırdıkça ne kadar haklı olduğum daha iyi anlaşılıyor. Bunlar beni övse yanlış bir şey yaptığımı sanıp üzülürdüm. Atatürkçülüğüm bunları kudurtuyor. Ne tuhaf... Kendini ilerici sayan gericilikle eleştirirken, gericiler de ilericilikle-aşırılıkla suçluyor. İki uç da hasta. Hem de nasıl ve ne biçim...İnanıp inanmadığım kimseyi ilgilendirmediği gibi başkalarının inanıp inanmaması da beni ilgilendirmez. Herkesin inancına, inanıp inanmamasına saygı duyarım, o kadar. Ben, inanç sömürüsüne karşıyım. Baş açılarak bir şeyler sağlandığını ileri sürenler, başlar kapatılarak neler sağlamaya çalışıldığını unutup unutturuyor. Yazık.

Başka Örnekler

Gerçekdışı, terbiyedışı yazılarıyla tazminat ödettirdiğim, patronunun yanında eleştirip kınadığım, düzgün davranmak sözünü tutmayanlar yanında hiç tanışıp konuşmadığım kimileri de bir konuşma ya da yazımı değil doğrudan beni eleştirmeyi yeğliyor. Ne düşüklük. Bunlara haklı davranışları düğmelikle suçlayan yeni “ilikler” ekleniyor. Bolu İzzet Baysal Üniversitesi Rektörü’nün haklı davranışını iktidar bakışıyla kınamaya kalkışıyorlar. Sormadan, araştırmadan, öğrenmeden, incelemeden.

Kimileri kendini yazar sanıp Genel Kurmay Başkanı’nın görev konuşmasını “Askeri vesayet” sayıp atıp tutuyor, kimi de “28 Şubatların olmasına gerek kalmamalı” diyecek yerde iktidar okşamasıyla “Yeni bir 28 Şubat olmayacak” diyebiliyor. Hukuk dışılığı kimse istemez. Yeter ki iktidarlar hukuk dışına düşmesin. Bu bağlamda “Müslüman ülkesi, Müslüman devleti olmamayı” anlamayan, anlamak istemeyen de oldu. Devletin, ülkeyi ve ulusu kapsayan bir insan ve hukuk kurumu olduğunu bilmeyenler de var. lâiklik konusunda lisede, üniversitede bir şey öğrenmeden diploma alıp yine bilmeden karşı çıkanlar var. Çekinmeden Cumhurbaşkanı’nı inançlara saldırmakla suçlayan tarikatçılar var. Kahramanmaraş, Çorum, Sivas olaylarını, Hizbullah’ı, Hizbüt-tahrir’i, hücre evlerini, domuz bağlarını, aczmendi olaylarını unutanlar var. Şeyh Sait isyanını, Menemen kıyımını unutturmak isteyenler var. Bağımsızlığın kalmadığı görüşünü kötü, yanlış örneklerle anlatıp bağımlılığı savunanlar var.

Demokrasinin kaynağı, temel koşulu, olmazsa olmazı; siyasal, hukuksal ve ulusal birliğin dayanağı; Türkiye’mizin koşullarında, günümüzün ortamında özel bir yeri olan; aydınlanmanın, bilimselliğin, eşitliğin uygarlık ve insanlığın altın anahtarı; karşılaştığı gerici saldırıların belirlendiği ve amacı açık lâiklik Anayasa’nın Başlangıç’ı ve 2., 4., 14., 28., 42., 58., 68., 69., 82., 103., 134. Ve 174. Maddeleriyle önemi ve değeri vurgulanarak güvenceye alınmıştır. Özgürlük sav ve istemiyle korumasız bırakılmasını istemek asla demokratlık olmadığı gibi kötü amaca dayanması da aymazlıktır. Bu konuda iki doğru olmaz. Hukukla ilgisi olmayanların, “yayım”la “yayın”ı karıştıranların hukuk konusundaki görüşleri, büyüklenerek değerlendirmeleri, birbirlerine karşı olan iki görüşü de önemli bulmaları ciddiye alınamaz. Şakşakçılar ve karıştırıcılar inandırıcı olamaz.

Dış Olaylar

Sözde ermeni soykırımı tasarılarıyla çalkalanan sözde dost ülkeler Türkiye karşıtlıklarından dönmüyor. Avrupa Konseyi Zirvesi’ne katılan Başbakan RTE’nin konuşması, ardından Ermenistan Cumhurbaşkanı Koçaryan’ın sözleri sıkıştırmanın artacağını gösteriyor. Fransa’nın Avrupa Anayasası için yapacağı halkoylamasının sonuçlarını kestirmek güç. Olumsuz sonucu önlemek için komşu ülkelerden gözdağı sesleri çıkmaya başladı. Irak’taki intihar saldırıları ve ABD’nin protesto gösterileri Pakistan’a taşabiliyor. Çok amaçlı BOP’un tehlikelerinin çok yönlü olacağı, Türkiye’yi derinden etkileyeceği tartışılıyor. Barzani’nin Kerkük’ün Kürdistan’a katılacağı sözlerine gereken tepkinin verilmemesi düşündürüyor. PKK konusunda batılıların tutumu çelişkili ve ikilemli. Carlos’u terörist olarak niteleyen, Bader-Manhof çetesini bir gecede fotokopi çıkarır gibi ayı yöntemle öldüren Batılıların Apo’yu koruma çabaları ilginç bulunuyor.

Türkiye’nin üyesi bulunduğu Avrupa Konseyi’nin İnsan Hakları Komisyonu yerine geçen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AB’nin bir kuruluşu değildir. Apo konusundaki karar, Türkiye temsilcisinin de aralarında bulunacağı siyasal komitede incelenecektir. Türkiye, itirazlarını doyurucu biçimde ve kanıtlarıyla sunarsa gereksiz AİHM kararı değişebilir. Karar gereksiz, amaçlı, yanlı olsa da sonuçta Türkiye’yi bağlar. Zaman yeterlidir. Telâş da efelik de gereksizdir. Karara uymak, gerekeni yapmak, bu aşamada Anayasa’nın 90., 11. Maddelerini gözeterek Ceza Mahkemeleri Kanunu’nun 311. Maddesinin konuya ilişkin bölümüne dayanıp olumsuz karar da alabilir, bu maddeyi Anayasa’ya aykırı bulup Anayasa Mahkemesi’ne de başvurabilir. Anayasa Mahkemesi’nin kararını kestirmek güçtür. İktidar 311. Madde değişikliğini Meclis’te sağlayabilir. Ancak Yargıtay’a gelince 311. Maddenin Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesini istemekten başka doğrudan Anayasa Mahkemesi’ne başvurma yetkisi yoktur. Yerel savcılar için de durum böyledir.

Ülkemizde toplumsal tepki yok. Sıkmabaş için alanları dolduranlar bağımsızlık için, özelleştirme için, terörist kuklanın ayrıcalıklarını kınamak için ses çıkarmıyor. AİHM kararını sözlü kınamak, uygarca eleştirmek için yüzbinler alanları doldurmalı idi. Anayasa Mahkemesi kararlarının Anayasa kuralı değerinde olduğunu bilmeyenler sıkmabaş için Anayasa’da kural istiyorlar. Onurumuz için, geleceğimiz için dayanışmayı gözardı ediyorlar.

Bir Öneri

Önceki Ulaştırma Bakanlarından ve Anayasa Mahkemesi üyelerinden İhsan Pekel’in “Atatürk’ü Anlamak ve Anmak” adlı iki ciltlik kitabı Atatürk Araştırma Merkezi yayını olarak çıktı. Atatürk’ü ve ilkelerini yeterince tanımamaktan anlamamaktan çekilen sıkıntılara değinerek bu konuları kanıtlarıyla inceleyen yapıtı okuyuculara öneriyorum. Kişiliği, ilkeleri ve görüşleriyle Atatürk’ü doyurucu biçimde tanıtmaktadır.

http://www.turksolu.com.tr/82/ozden82.htm

.