enerji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
enerji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2021 Salı

Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar

 Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar




TASAM  12 Eki 2021

Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar
ABD ise geniş yüzölçümü, 330 milyonu yakın nüfusu, sanayileşme ve teknolojide elde ettiği ilerleme, büyüyen ve gelişen ekonomisi, doğal kaynakları, demografik yapısı, Birleşmiş Milletlerdeki veto gücü, IMF ve NATO içerisindeki yeri, uluslararası alandaki saygın konumu ile tüm dünyanın dikkatini her daim üzerine çeken bir güç görünümündedir....

“Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar“

Dünyadaki temel trendlere bakıldığında “toprak ve makineyi“ takiben “bilgi ve bilgiye dayalı ürünler“ temelli yeni ekonomi çağında küresel rekabet “mikro-milliyetçilik“, “entegrasyon“ ve “öngörülemezlik“ üzerinden gelişmekte, hayatın ve devletin yeni doğasını belirleyen meydan okumaların; “kaynak ve paylaşım krizi“, “üretim-tüketim-büyüme“ formülünün sürdürülemezliği, Çin kaldıracı ile “orta sınıfın tasfiyesi“, “enerji, su ve gıda güvensizliği“, hayatın her alanında “4. boyuta geçiş“, “işgücünde insan kaynağının tasfiyesi“, değişen devlet doğası ve beklenti yönetimi temelinde “sert güçten yumuşak ve akıllı güce geçiş“ olduğu temel referanslar olarak şekillenmektedir.

Tüm bu temel parametreler içerisinde, teknolojideki dönüşümler; yapay zeka, sanal/artırılmış gerçeklik ve mobilite merkezli gelişerek tüm insan hayatını ve doğasını değiştirmeye adaydır. “Endüstri 4,0“ ve “Toplum 5,0“ kavramlarının dünyanın dönüşümünü endüstri ve toplum boyutları ile yönetmek açısından önemli başlıklar olduğu aşikârdır. Bir diğer etken de Çin’in dünya sahnesinde her geçen gün etkinleşmeye başlamasıyla oluşturduğu türbülanstır. Yeni İpek Yolu projesi “Kuşak ve Yol“; hem karadan hem denizden yüzden fazla ülkeyi ilgilendiren bir küresel entegrasyon projesi olarak şekillenmekte, iktisadi pastanın dağılımını kalıcı olarak değiştirmektedir. Orta sınıfı olmayan ülkelerde, otoriter rejimler ya da kaos, iki seçenek olarak önümüzde durmaktadır. Bölgesel ve küresel güvenlik anlamındaki iş bölümünün nasıl yapılacağı ve bedellerinin nasıl paylaşılacağı da önümüzdeki dönemin tartışma konuları olmaya adaydır.

Güvenlik üzerinden yeni ittifakların gelişmesi ise başat ülkelerin aldıkları risklerden ve inisiyatiflerden okunabilmektedir. Mülkiyet ve güç kavramlarının niteliği ile iş modeli tarihsel olarak değişmektedir. “Başarıda Başarısızlık“ sendromu yaşayan AB’nin geleceğini; Brexit sonrası Batı’da yeniden canlanan kamplaşmanın sonuçları belirleyecektir. Tüm bu gelişmelerle birlikte, “Güvenliğin Ekosistemi“, hukukuyla birlikte değişmektedir. “Güvenlik - Demokrasi“ ikilemini bundan sonra çok daha fazla yaşanacaktır. Çünkü orta sınıfı eriyen ve güvenlik ekseni sofistike bir zemine kayan ülkelerde demokrasinin yaşatılması zordur. “Güvenlik bize otoriter rejimler mi getirecek“ sorusunun daha fazla tartışılması gerekmektedir.
Türkiye; 84 milyonluk nüfusu, gelişerek büyüyen ekonomisi ve Afro-Avrasya ana kıtası ortasındaki jeostratejik konumu ile öne çıkmaktadır. Avrupa, Karadeniz, Kafkaslar, Asya, Orta Doğu ve Afrika ülkeleri ile arasındaki tarihî, siyasi ve kültürel bağları, Birleşmiş Milletler başta olmak üzere uluslararası alanda yükselen aktivitesi, NATO, AGIT ve CICA gibi örgütlerin önemli üyelerinden olması ve son dönemde geliştirdiği aktif dış politikası ile küresel platformda önemi gittikçe artan bir aktör hâline gelmiştir.

ABD ise geniş yüzölçümü, 330 milyonu yakın nüfusu, sanayileşme ve teknolojide elde ettiği ilerleme, büyüyen ve gelişen ekonomisi, doğal kaynakları, demografik yapısı, Birleşmiş Milletlerdeki veto gücü, IMF ve NATO içerisindeki yeri, uluslararası alandaki saygın konumu ile tüm dünyanın dikkatini her daim üzerine çeken bir güç görünümündedir.
Osmanlı Devleti ile ABD arasındaki ilk temaslar 18. yüzyılın sonlarında Akdeniz’deki Türk limanlarında sürdürülen deniz ticareti ile başlayıp gelişmiştir. Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasındaki diplomatik ilişkiler ise 1927’de başlayıp bilhassa 2. Dünya Savaşı sonrasında hızla genişleyip derinleşmiştir.

Türkiye ile ABD arasında; ikili, bölgesel ve küresel birçok konuda her düzeyde yoğun ilişki ve ziyaret trafiği söz konusudur. Temaslarda, ikili ilişkilerin yanı sıra, terörizm ile mücadele, Suriye, Libya ve Irak’ta yaşanan gelişmeler, PYD/YPG/PKK ve DAİŞ tehdidi öne çıkmakla birlikte, Kıbrıs sorunu ve Doğu Akdeniz, İran, Kafkaslar, Venezuela ile NATO konuları, enerji güvenliği, kitle imha silahlarının yayılması gibi konular da ele alınmaktadır.
Türkiye’de 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimi sonrasında iki ülke ilişkilerinde hassas bir döneme girilmiştir. Bu bağlamda, FETÖ faaliyetleriyle mücadele ve örgüt liderinin iadesi ikili gündemde en üst sıralarda bulunmaktadır. Karşılaşılan zorluk ve sınamaların aşılması, ikili ilişkilerin gündeminde öne çıkan konuların ele alınması ve işbirliğinin daha da ileri götürülmesi amacıyla iki ülke arasındaki temaslar her düzeyde yoğun şekilde sürdürülmektedir.

Türkiye - ABD ekonomik ve ticari ilişkilerinin hukuki çerçevesini 1990 tarihli “Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması“; 1997 tarihli “Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşması“ ve 2000 tarihli “Ticaret ve Yatırım Çerçeve Anlaşması“ (TIFA) teşkil etmektedir.
ABD Türkiye’nin önemli ticaret ortaklarından biridir. Türkiye - ABD ikili ticaretinde, 2020 yılında ticaret hacmi yaklaşık 22,1 milyar dolar, ticaret açığı ise Türkiye aleyhine yaklaşık 1,8 milyar dolar civarında olmuştur. ABD 2020 yılında Türkiye'nin en çok ihracat yaptığı 3. ülke ve en çok ithalat yaptığı 5. ülke olmuştur. Türkiye’nin ABD’ye ihraç ettiği başlıca ürünler; motorlu taşıtlar, kazanlar, makine aksam ve parçaları, demir ve çelik, halılar, mineral yakıt ve yağlardır. ABD’nin Türkiye’ye ihraç ettiği başlıca ürünler; hava taşıtları, demir ve çelik, mineral yakıt ve yağlar, kazan, makine ve mekanik cihazlar ile optik, tıbbi ve cerrahi cihazlardır. İki ülke de ikili ticaret hacmini 5 katına çıkarmayı hedeflemektedir.

Türkiye’de 1.874 Amerikan şirketi faaliyette bulunmaktadır. Türkiye'yi 2019 yılında 585.303 Amerikalı turist ziyaret etmiştir.

Demokrasi, laiklik, G20 üyeliği, Dünya Ticaret Örgütü üyeliği ve kalkınmacı ekonomilere sahip olmaları iki ülkenin ortak özellikleridir. Türkiye, büyüyen ekonomisi, geniş pazarı, askerî gücü, bilişim teknolojisindeki üstünlüğüyle küresel alanda etkin bir güç olan ABD’ye gereken önemi vermektedir.

Türkiye, ABD için kilit müttefik olmayı sürdürmektedir ve hâlâ ABD’yi fazlasıyla önemli bir ortak olarak görmektedir. Bu iki ülke Orta Doğu’da barışı ve istikrarı destekleme, terörizme ve aşırıcılığa karşı mücadele, açık ve küresel bir ekonomiye teşvik etme, güvenli enerji taşımacılığı sağlama, Karadeniz’de, Kafkaslar’da ve Orta Asya bölgelerinde güvenliğin sağlanması, Birleşmiş Milletler ile yararlı işbirliğinin devamı gibi çok sayıda ortak menfaati paylaşmaktadır. Böylesine önemli stratejik çıkar örtüşmesi, karşılıklı yararlı işbirliği için gelecek vaat eden spektrum fırsatı sağlamaktadır.

Ancak bugün Türkiye - ABD ilişkileri daha önce sahip olduğu stratejik kaliteden yoksundur. “Model Ortaklık“ beklentileri şöyle dursun; iki taraf da güncel konu alanlarının ötesini görebilmenin zor olduğu kanısında olup gerçek çıkarları ile siyasi amaçları arasında etkili bağ kurmakta zorluk yaşamaktadır. Bu ilişki yapısı, her iki ülke için daha geniş stratejik çıkarlara hizmet edebilmesi adına genişletilmeli ve derinleştirilmelidir. Bu bağlamda Haziran 2021’de yapılan son NATO Zirvesi'nin ve Devlet Başkanları düzeyinde yapılan görüşmenin sonuçları, rol paylaşımı ve önceliklerin yeniden belirlenmesi için yeni bir milattır. Yaşanacak gelişmeler; sürdürülebilir, reel politik ve karşılıklı önceliklere dayalı bir süreç gelişip gelişmeyeceğini teyit edecektir.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ivme kazanan küreselleşme ve ardından çok boyutlulukla gelen temel eğilim, ülkelerin tek başlarına değil belirli bölgesel işbirlikleri ve bölge-ötesi ortaklıklar vasıtasıyla güçlenmesi yönündedir. Ülkeler artık ekonomik, siyasal, kültürel bakımdan diyalog ve iş birliğine dayalı açık bir yapıya doğru yönelmekte, uyum sağlayamayanlar ise ciddi istikrarsızlıklar yaşamaktadır.

İki ülkenin, bölgesel meselelere çözüm bulunması hususunda işbirliği içinde çalışmalarına duyulan ihtiyaç da derinden hissedilmektedir. Çok boyutlu şekillenen dünya güç sistematiği içerisinde Türkiye - ABD ilişkilerinin ifade edilen “model ortaklık“ niteliği kazanabilmesi için, yalnızca siyasi ve stratejik temelli değil, her parametrede karşılıklı derinlik oluşturacak bir yapıya doğru yönelinmesi gerekir. Tarih; iki ülkeye karşılıklı bağımlılığı derinleştirecek stratejik fırsatlar sunmaktadır. Bu bağlamda sektör temsilcilerini stratejik boyutu da kapsayan bir yaklaşımla bir araya getirecek olan Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu önemli bir işlev görecektir.

Ana Tema
Düşünce Diplomasisi Yeni Dünya Yeni Ufuklar
***

7 Ekim 2020 Çarşamba

11 EYLÜL ÖRTÜSÜNDE, ABD NİN ZORA DAYALI ORTADOĞU POLİTİKASINDA SÖYLEMSEL BİR DEĞİŞİM., BÖLÜM 1

11 EYLÜL ÖRTÜSÜNDE, ABD NİN ZORA DAYALI ORTADOĞU POLİTİKASINDA SÖYLEMSEL BİR DEĞİŞİM., BÖLÜM 1


11 Eylül Örtüsünde, ABD Zora Dayalı Ortadoğu Politikası, Afganistan,Irak,Suriye,Örnek,Enerji,Petrol,Doğalgaz,Şeyda GÜDEK,ABD, 11 Eylül Saldırıları, Terör, Dış Politika,Bush Doktrini,


Şeyda GÜDEK.1

Niğde Ömer Halisdemir Universitesi

Ömer Halisdemir Üniversitesi

İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi.

11 Eylül Örtüsünde ABD'nin Zora Dayalı Ortadoğu Politikası: Afganistan ve Irak Örnekleri,

https://www.researchgate.net/publication/320256257

http://dergipark.gov.tr/ohuiibf/


ABD’NİN ZORA DAYALI DIŞ POLİTİKASINDA SÖYLEMSELBİR DEĞİŞİM: 11 EYLÜL TERÖRÜ


Şeyda GÜDEK.1

Özet

ABD kuruluşundan sonra ulusal bütünlüğünü ve güvenliğini sağlayarak gücünü arttırmaya odaklanmış ve bu nedenle izolasyonist bir dış politika benimsemiştir. 

Fakat izolasyonist politikasını sürdürürken çıkarları için zor kullanmaktan kaçınmamıştır. Süreç içerisinde, önce kıta üzerinde hâkimiyet sağlamaya çalışmış, daha sonra dışarı açılmaya başlamıştır. ABD’nin bir dünya hegemonu olma yönündeki gücü ise, ilk olarak I. Dünya Savaşı’nda kendini belli etmiştir. 

Fakat savaş sonrasında ABD izolasyonist çizgisine geri dönmüştür. 

   II. Dünya Savaşı sonrasında ideolojik kutuplaşmanın bir sonucu olan Soğuk Savaş’ın dayattığı konjonktürel şartlar nedeniyle, bu sefer, ABD’nin  gelenekselleşmiş izolasyonist politikasını sürdürmesi mümkün olmamıştır. SSCB’nin dağılmasından sonra ABD, Yeni Dünya Düzeni kuruculuğu ile tüm dünyada etkili olmaya devam edeceğini, dolayısıyla hegemonyasını ilan etmiştir. Bundan sonraki dış politika çıktılarının şekli ve söylemi değişmekle birlikte, temelde bu motivasyonunda bir değişiklik olmamıştır. Bu bağlamda bir kırılmaya neden olduğu şeklinde geniş bir kanı oluşturan 11 Eylül saldırıları, esasında ABD’nin dış politikasında bir değişiklik yaratmamıştır. Aksine Soğuk Savaş’tan sonra ABD’nin ortadan kalkan ideolojik düşmanının yerine, yeni düşmanı, terörü ikame etmiştir. ABD bu muğlak düşman üzerinden geliştirdiği söylem ve sloganlarla, Afganistan ve Irak gibi çıkarlarına ters düşen odaklardaki  müdahalelerini meşrulaştırmaya çalışmıştır. Zira ABD 11 Eylül saldırılarının ardından, bu saldırıların asıl nedenini anlamak için bir öz eleştiri yapmaktan  ziyade, saldırıları hegemonyasını tahkim etmek için meşruiyet yaratma amacıyla kullanmıştır.

GİRİŞ

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından Soğuk Savaş’ın sona ermesi özellikle ABD ve Batı dünyasında bir öforya ile karşılanmıştır. 

Doğu bloğunun çökmesiyle ABD Atlantik’ten Pasifik’e kadar dünya üzerindeki ekonomik, askeri ve siyasi açıdan tek süper güç olarak kalmıştır. 

İyimser cenahta yer alan birtakım Batılı gözlemciler, Batının zaferi ile liberal-demokrasilerin gelişeceği, silahlanmanın azalacağı, barış ve refah dönemi yolunun açıldığına dair ütopik beklentiler içine girmişlerdir (Kurt, 2014: 172). Ancak Ruanda’da yaşanan kıyım, Bosna’da meydana gelen çatışmalar, Etiyopya ve Sudan’daki açlık problemleri ve Körfez Savaşı gibi yaşanan bir dizi olumsuz gelişmeler bu beklentilere gölge düşürmüştür.

Uluslararası alanda bu olumsuz hareketlilik sürerken, dünyayı ikiye bölen kutuplaşmanın sona ermesinin ardından gelen döneme dair yeni tezler ve yaklaşımlar da geliştirilmeye başlanmıştır. Bu anlamda Zbigniew Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” adlı eseri, Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu ve Son İnsan” ve patenti Bernard Lewis’e ait olmak üzere Samuel P. Hantington’un “Medeniyetler Çatışması” adlı tezi gibi farklı görüşler gündemde yer etmeye başlamıştır. 

   Fukuyama eserinde tarihin sonunun geldiğine işaret ederek, liberalizmin zafer kazandığını ve dünyaya egemen olduğunu ifade etmiştir (Fukuyama, 2011). 

Huntington’a göre Avrupa’daki ideolojik bölünmenin sona ermesi, İslam ve Hıristiyan dünyası arasındaki kültürel farklılıkların ortaya çıkacağı yeni bir dönemin önünü açmıştır (Huntington, 1993). Bu nedenle 21. yüzyıl bu iki medeniyet arasındaki çatışmadan dolayı, din ağırlıklı uygarlık çatışmalarının yaşanacağı bir yüzyıl olacaktır (Hungtinton, 1993). Bernard Lewis “Müslüman Öfkesinin Kökenleri” isimli çalışmasında, İslam toplumları ile Batı arasındabir çatışma olduğunu ileri sürmüştür ve bu çatışma ona göre “medeniyetler çatışması”dır (Lewis, 1990). Brzezinski ise, Soğuk Savaş’tan sonra dünyanın tek büyük gücü haline gelen ABD’nin 21. yüzyılda üstünlüğünü korumak için nasıl bir küresel strateji izlemesi gerektiği konusuna odaklanmıştır (Brzezinski, 2005).

Bu teorik tartışmalar arasında ABD daha önce işaretlerini vermiş olmakla birlikte, Körfez Savaş’ından sonra açık bir şekilde Wilsoncu terimlerle Yeni Dünya Düzeni’ni ilan etmiştir (Kissinger, 2006: 781). Bu düzen ile ABD, Soğuk Savaş sonrası süreçte dünya politikasının alacağı şekli kendisine göre tanımlamıştır, ki zaten bu dönem ideolojik ve stratejik bir tehdidin yokluğu nedeniyle daha fazla ulusal çıkarlara dayalı dış politika izleme serbestisi sağlamaktadır. Başkan George H. W. Bush’un ifade ettiği şekliyle Yeni Dünya Düzeni:

“Soğuk Savaş’ı aşan bir yeni uluslararası ortaklığı düşünüyoruz: Uluslararası ve bölgesel organizasyonlar aracılığıyla danışma, işbirliği ve ortak harekete dayanan bir ortaklık; ilkelerin ve hukukun üstünlüğünün birleştiği, maliyetlerin ve yükümlülüklerin eşit şekilde paylaşılmasıyla desteklenen bir ortaklık; demokrasiyi, refahı, barışı yaygınlaştırmak ve silahları azaltmak amacında olan bir ortaklık”(US Departman of State, 8 October 1990).

Nihayetinde ABD, Soğuk Savaş sonrasında kendi önderliğinde bir dünya yaratmakta ve bunu yaparken de Batı dünyasının mevcut düzenini, siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını dünyanın geri kalanına dayatmaktadır (Kantarcı, 2012: 61). ABD rejisörlüğünü üstlendiği Yeni Dünya Düzeni’ni inşa etmeye çalışırken, tek yanlılığa ve geçici ittifaklara dayalı politikalar izlemesi ile dünyanın geri kalanını gittikçe daha fazla rahatsız etmeye başlamıştır (Selamoğlu, 2007: 84). Böyle bir ortamda 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yönelik gerçekleştirilen terör saldırıları, hem ABD’nin uluslararası stratejilerinin hem de uluslararası aktörlerin ilişkilerinin yönünü değiştirerek, uluslararası sistemin dönüm noktasını oluşturmuştur. Dolayısıyla ABD 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile 2001’de yaşanan bu saldırılara kadar gördüğü rüyadan uyanmış ve sınırlarının ötesine ciddi şekilde bakmak zorunda kalmıştır (Davutoğlu, 2002: 56). Nitekim ABD bu 12 yıllık süre zarfında teknolojik atılımlarla ekonomiyi canlandırmış, bilimsel ve teknolojik öncüllüğünü sürdürmek için küresel denetim mekanizmaları kurmuş, uluslararası örgütlerdeki kendi kontrol alanını genişletmiş ve kıtası dışındaki bölgelerde etkinlik alanını güçlendirmiştir. Fakat diğer taraftan küresel ve bölgesel sorunlar geçici ateşkes anlaşmalarıyla dondurulup, kalıcı bir çözüm arayışına gidilmemiştir (Davutoğlu, 2002: 67). ABD’nin bu emperyalist, genişlemeci ve özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra benimsediği kurtarıcı rolüne dayanarak kurduğu “Pax Americana” 2 döneminden itibaren geliştirdiği şiddete dayalı hegemonyaya3 ilk olmasa da4, en büyük başkaldırı 11 Eylül terör saldırıları olarak vuku bulmuştur (Parla, 2002: 37).

11 Eylül sabahı yerel saat 09.00’da ilk uçak ABD’nin en yüksek binalarından olan New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerinden birine çarptığında, New York halkı bu olayın izahı güç bir kaza olduğunu düşünmüştür (Polat, 2006: 43). Ancak on sekiz dakika sonra diğer kuleye de bir uçağın çarpmasından sonra olayın kaza olmadığı anlaşılmıştır (Fisk, 2011: 724). Yanmaya başlayan 410 metre yüksekliğindeki iki kule çok geçmeden, olayı televizyon başında naklen izleyen dünyanın gözleri önünde, içinde bulunan binlerce kişiyle birlikte çökmüştür. 

İkiz kulelere düzenlenen saldırıdan yarım saat sonra bu kez ABD Savunma Bakanlığı’na (Pentagon) bir uçaklı saldırı daha gerçekleşmiş ve aynı zamanda ABD Dışişleri Bakanlığı’nın önünde bomba yüklü iki araç patlatılmıştır (Cumhuriyet Gazetesi, 12 Eylül 2001). Washington’a doğru rotası çevrilmiş olan, kaçırılmış uçaklardan dördüncüsü ise Pensilvanya bölgesine saat 10.10’da zorunlu iniş yapmıştır. Uçaktaki yolcular hava korsanlarını etkisiz hale getirmeye çalışmışlar, ancak kendilerini kurtaramasalar da muhtemelen Amerikan Kongre Binası veya Beyaz Sarayı kurtarmışlardır (Hook ve Spanier, 2014: 277).Birbiri ardına gerçekleşen 11 Eylül terör saldırıları, ABD’nin tarihine kendi topraklarında maruz kaldığı en büyük saldırı olarak geçmiştir (Taşkın, 2010: 40). Böyle büyük bir etkiye sahip olması hasebiyle, doğal olarak, bu saldırılar ABD’nin hem iç hem dış politikasında ciddi kırılmalara neden olduğu şeklinde bir algı yerleşmeye başlamıştır.

El-Kaide’nin üyesi olan on dokuz hava korsanının neden olduğu terör olaylarından sonra Washington yönetimi, ABD’nin temsil ettikleri her şeyden nefret eden teröristlerin gerçekleştirdiğini iddia ettiği saldırıların gerisindeki saikin, aslında Amerikan dış politika pratiklerinin olduğu gerçeğini görmezden gelmiştir (Sontag, 2001: 130; Said, 2001: 144; Ahmed, 2001: 166). Bu doğrultuda ABD, “teröre karşı savaş” açarak özellikle de sorunun kaynağı olarak gördüğü Ortadoğu’ya yönelik olarak tek taraflı ve zora dayalı dış politika geliştirme eğilimine gitmiştir. Bu nedenle de saldırıların ardından Arap devletleri de dâhil dünyanın neredeyse tamamından kazandığı sempatik desteğin yerini zamanla uzlaşmaz bir muhalefet almıştır (Owen, 2006:220; Goldschmidt Jr. ve Davidson, 2010:422). ABD’nin yaşadığı değişim sadece dış politika ile sınırlı kalmamış, iç politikada da anayasal hakları ve hukukun üstünlüğü ilkesini ortadan kaldırmayı meşrulaştırma yolunda kullanılmıştır (Chossudovsky, 2005:4).

Bu minvalde 11 Eylül olaylarının hemen sonrasında ABD dış politikasında yaşanan teorik ve pratik gelişmeleri incelemek büyük bir öneme nail olacaktır. Bu sayede 11 Eylül saldırılarının gerçekten bir kırılma teşkil edip etmediği açıklık kazanacaktır. Ancak doğru bir bakış açısı kazandırılması için öncelikli ABD’nin 11 Eylül öncesinde sahip olduğu dış politik tutum ele alınmaya çalışılacaktır. Bu bölümde ABD’nin dış politikası hakkında genel bir çerçeve çizilmesi amaçlanmıştır. Zira 11 Eylül öncesinde, ABD’nin dış politika pratiklerinde şiddetin yerini anlamaksızın 11 Eylül olaylarının bir etki yaratıp yaratmadığı anlaşılmayacaktır. İkinci bölümde ise çalışmanın bizatihi özünü oluşturan, 11 Eylül sonrası ABD’nin zora dayalı dış politika eğilimi incelenmeye çalışılacaktır. Fakat burada değerlendirme genelde Ortadoğu, özelde ise ABD’nin söylemsel düzeyde terörün müsebbibi yaftasıyla işgal ettiği Afganistan ve Irak ile sınırlı tutulmuştur. 11 Eylül saldırılarının hemen ardından ve bu gerekçe ile gerçekleştirilen müdahaleler oldukları için Afganistan ve Irak müdahalelerine kısaca değinilme ihtiyacı hissedilmiştir. Nihayet sonuç bölümünde, 11 Eylül’ün gerçekten bir kırılmamı olduğu, yoksa sadece söylemsel anlamda bir değişiklik getirmekle sınırlı mı kaldığı konusunda bir değerlendirme yapılmaya çalışılacaktır.

DİPNOTLAR;

1 Arş. Gör., Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi, İİBF, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü,  seydagudek@ohu.edu.tr 

2 Pax Americana dönemi, George H. W. Bush’un 1991’de BM’de yaptığı konuşmadan sonra başlamıştır. Amerikan Barışı anlamına gelen bu ifade ABD için, Soğuk Savaş’tan sonra ABD’nin liderliğinde küresel bir barışın tesisine takabül etmektedir. PaxAmericana hedefi aynı zamanda ABD’nin küresel genişleme    stratejisi izlemesini zorunlu kılmıştır (Toman ve Akman, 2014: 313-314; Kurtbağ, 2007: 54-63).

3 Çalışmada hegemonya kavramı, Antonio Gramsci’nin ifade ettiği şekliyle kullanılmıştır. Ona göre hegemonya yalnızca çıplak güce ya da fiziksel zorlamaya  dayanmayan, aynı zamanda egemenliğini sağladığı öğelerin aktif rızasını da alan bir yapıdır. Bu nedenle uluslararası platforma bir devletin hegemon olarak çıkabilmesi için kitleleri kendi siyasi projelerine evrensel kurumlar, değerler ve mekanizmalar yoluyla onların rızalarını alma ve bu projeler doğrultusunda onları hareket ettirme yeteneğine sahip olabilmelidir. ABD’nin 11 Eylül 2001’de yaşadığı saldırılar, hegemonyanın rıza yönünü ihmal etmesinden    kaynaklanmaktadır.

4 1983 tarihinden başlayarak 2001 tarihine kadar, Amerikan hedeflerine karşı pek çok ulus ötesi terör saldırısı farklı gruplar ve hükümetler tarafından  gerçekleştirilmiştir. (Ayrıntılı bilgi için bakınız; Hook ve Spanier, 2014: 271-274)

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


5 Mart 2019 Salı

Doğu Akdeniz Kıta Sahanlığı Sorunsalı Üzerinden Doğalgaz Paylaşımı BÖLÜM 2

Doğu Akdeniz Kıta Sahanlığı Sorunsalı Üzerinden Doğalgaz Paylaşımı BÖLÜM 2




Natural gas sharing on the Eastern Mediterranean continent coastal problematic 

Bölge ülkelerinden GKRY, büyük devletlerin enerji şirketleri ile doğalgazın çıkarılması konusunda anlaşmalar yapmıştır. GKRY’nin bu şirketlere ruhsat yetkisi vermesi, itirazı halinde Türkiye’yi büyük devletlerle karşı karşıya getirmek olarak da değerlendirilmektedir. 
Bölgeye bakıldığında ABD ( Noble, Exxon Mobil), Fransa (Total), İtalya (Eni), Kore (Kogas) ve Hollanda (Shell) gibi ülkelerin enerji şirketleri ile bölgede bulunduğu görülmektedir. Bu durum bölgenin, coğrafi konumu itibariyle kıyısı olan ülkelerin deniz yetki alanları dâhilinde hak sahibi olmasının yanı sıra, dünyanın pek çok ülkesinin dikkatini çektiğini ve bölgeden pay çıkarmaya çalıştığını göstermektedir. 

GKRY, Kıbrıs Adası civarında parsellenmiş bölgelerdeki enerji yataklarında KKTC ve Türkiye’ye karşı hak ihlalleri yaparak Kıbrıs Sorunu’nu denize taşımaya çalışmaktadır. Kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge kavramları göz önüne alındığında Rum Kesimi’nin böyle bir yetkisinin olmadığı, kendi deniz yetki alanını ilan edip, bölgede tek hak sahibinin kendisi gibi davranması deniz hukukuna aykırı bir tutumdur. 

5. Bölge Ülkelerinin Tutumu 

Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkelere baktığımızda, karşımıza siyasi ve ekonomik olarak istikrarı olmayan ülkeler çıkmaktadır. Son yıllarda Yunanistan, GKRY ve Türkiye’nin ekonomik krizle, İsrail-Filistin, Lübnan, Suriye ve Mısır gibi Ortadoğu ülkelerinin ise iç karışıklıklar, siyasi kaos ve istikrarsızlık içinde olduğu bir tablo görmekteyiz. 

Özellikle “Arap Baharı” sonrasında Doğu Akdeniz’deki enerji üreticisi olan ülkelerde yaşanan siyasi krizler bölgedeki hidrokarbon üretimini ciddi şekilde etkilemiş ve ülkeler arası enerji temelli güç dengelerinin yeniden yapılanmasına neden olmuştur. Bu noktada özellikle Suriye ve Mısır’daki üretimin ciddi şekilde düşmüş ve hatta duraksama noktasına gelmiş olması Doğu Akdeniz’de bahsi geçen doğal gaz keşiflerinin lideri durumundaki İsrail’i yeni bir konuma oturtmuştur. İsrail’i enerji bağımlısı bir ülke olmaktan enerji ihraç eden bir ülke olma durumuna taşıyan bu yeni konum gerek bölgesel enerji dengelerinin 
değişmesi gerekse özellikle İsrail ve Mısır arasındaki ilişkilerin yeni bir boyuta taşınmasına neden olmuştur (Üstün, 2016: 4). 

 Doğu Akdeniz enerji kaynakları bölge ülkelerine siyasi, ekonomik ve jeopolitik açıdan avantajlar sağlarken öte yandan askeri ve siyasi anlamda pek çok riski de beraberinde getirmektedir. Böylesi bir ortamda kıyısı oldukları Doğu Akdeniz’in hidrokarbon yatakları ve paylaşımı hususunda nasıl adımlar attıklarına bakalım. 

5.1. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) 

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Avrupa Birliği’nin desteğini de alarak 2 Nisan 2004’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye’nin haklarını yok sayarakKıbrıs Cumhuriyeti” adına 21 Mart 2003 tarihinden geçerli olmak üzere münhasır ekonomik bölge ilanında bulunmuştur. GKRY, 17 Şubat 2003 tarihinde Mısır, 17 Ocak 2007 tarihinde Lübnan ve 17 Aralık 2010 tarihinde İsrail ile MEB sınırlandırma antlaşmaları imzalamıştır. GKRY’nin Lübnan ile imzaladığı anlaşma Türkiye’nin girişimleri neticesinde Lübnan parlamentosunda henüz onaylanmamıştır (Yaycı,2012:16). 

Tek taraflı ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde (MEB) enerji keşif çalışmalarına başlayan GKRY, 2007 yılında bu bölgeleri uluslararası ihaleye çıkartarak bu manevra kısıtlamasında etkili olmuştur. 

Bu ihale sonucunda Amerikan Noble Şirketi 12. Parselin ruhsatını alarak sondaj çalışmalarına başlamıştır. Ardından 12. parselin güneyinde kalan ve “Afrodit” olarak adlandırılan bölgede yoğun doğalgaz rezervleri bulunduğu açıklanmıştır. Afrodit bölgesinde bulunan doğalgaz yataklarından dolayı, GKRY’nin MEB’inde 
olduğu iddia edilen ruhsatlanmamış diğer parsellere de ilgi artmıştır. Ekonomik değeri tam olarak belirlenmemiş olsa da Doğu Akdeniz bölgesindeki enerji kaynakları ve bunların kullanım hakları bölge devletleri için hukuksal bir sorun oluşturmaktadır (Ercümen, 2015). 

GKRY Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerinden yürüttüğü çalışmalar ve gerçekleştirdiği iş birlikleri ile ekonomisinde istikrar sağlamaya çalışmaktadır. Yunanistan’da yaşanan ekonomik krizden müttefik ülke olarak doğrudan etkilenen GKRY birtakım problemlerle karşı karşıya kalmıştır. Bu sebeple 
Akdeniz’de keşfettiği doğalgaz rezervini bir an evvel ekonomiye kazandırmanın yollarını aramaktadır. Afrodit sahasındaki doğalgaz rezervinin % 90’a yakın ithal petrole bağımlı olan tüketimine doğrudan katkı sağlaması beklenmektedir (Karagöl ve Özdemir, 2017: 36). 

Kıbrıs Rum Kesimi, sözde münhasır ekonomik bölgesinden çıkarılan doğalgazın deniz altına döşenecek boru hattı ile Yunanistan üzerinden Avrupa’ya taşınmasını hususunda İsrail ve Mısır ile antlaşmalar yapmıştır. Bölgede önemli ölçüde hakları olan Türkiye ve KKTC’nin yapılan bu anlaşmaya göre saf dışı bırakıldığı görülmektedir. GKRY ve İsrail’in çıkardıkları gazın denizin 3 km altından boru hattı ile İtalya’ya kadar götürülecek olmasının ülkeler açısından epey maliyetli olmasından ötürü makul ve mümkün görünmemektedir. 
 İlgili Resim 

Şekil 3. Doğu Akdeniz’de Doğal Kaynak Rezerv Sahaları 
 Kaynak: Varlı, 2018 

Rum Kesimi’nin gayrimeşru adımlar ve hak ihlalleri ile Türkiye’yi yok sayarak aldığı kararlar Eylül 2018’de Mısır ile imzalanan denizaltından doğalgaz taşınması ile ilgili anlaşmaya Türkiye kayıtsız kalmamıştır. Türk hükümeti; “Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin onay vermediği, rızasının olmadığı hiçbir projenin oldubittiye getirilmesine izin vermeyeceğiz. Tek taraflı, Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin haklarının yok sayıldığı, adadaki tarafların eşit ve adil pay almadığı bir sisteme geçit vermeyeceğiz. Türkiye’nin bu konudaki tavrı ve duruşu nettir. Uluslararası hukuktan kaynaklı hak ve menfaatlerimizi sonuna kadar korumaya kararlıyız.” (Akşam Gazetesi, 2018) diyerek tepki göstermiştir. 

5.2. İsrail 

İsrail, 17 Aralık 2010 tarihinde GKRY ile münhasır ekonomik bölge antlaşması imzalamış, diğer ilgili kıyıdaşlar devletlerle herhangi bir anlaşma imzalamadan 12 Temmuz 2011 tarihinde münhasır ekonomik bölge sınırlarını gösteren koordinat listesini Birleşmiş Milletler’e bildirerek MEB ilanında bulunmuştur (Yaycı: 2012:27). Bu noktada İsrail’in rolü belirginleşmeye başlamıştır. İsrail’in halen üretimde olan Tamar Gaz Sahası (gaz rezervi 283 milyar m³) ile nihai yatırım kararı bekleyen ve ihracat amaçlı geliştirilmesi öngörülen Leviathan sahası (gaz rezervi 509 milyar m³) göze çarpmaktadır. Ayrıca, bölgede 
keşfedilen iki yeni saha daha bulunmaktadır. Tüm bu kaynaklar İsrail’in 200 yıllık gaz ihtiyacını karşılamakla kalmayıp ihraç imkânı da sunmaktadır (Üstün, 2016:4). İsrail, Leviathan ve Tamar sahalarında doğalgaz çıkarmaya başlamakla birlikte, son dönemlerde GKRY ve Yunanistan ile gazın Avrupa’ya ihracı 
konusunda görüşmeler yapmaktadır. 

Şekil 4. İsrail MEB’inde Keşfedilen Doğalgaz Yatakları 
 Kaynak: Karagölve Özdemir,2017 

 5.3. Mısır 

Arap Baharı, yaşadığı darbeler ve iç karışıklarla sık sık gündeme gelen Mısır, Doğu Akdeniz’deki hakları, Münhasır Ekonomik Bölge (MEB), enerji kaynakları üzerindeki yetkisi ve politikaları ile de son zamanlarda çeşitli hamleler yapmaktadır. Mısır, bölgedeki enerji kaynaklarının çıkarılması ve kendi iç 
ihtiyacını karşıladıktan sonra Avrupa’ya ihraç etme hususunda Güney Kıbrıs ve İsrail ile anlaşmalar yapmıştır. 

Gerek İsrail’le yapılan, gerekse GKRY ile gerçekleştirilen müzakereler neticesinde Mısır, Doğu Akdeniz kaynaklarının uluslararası piyasalara arzı noktasında önemli bir dağıtım merkezi haline gelme fırsatını yakalamıştır. Tarafların anlaşmaları halinde Kahire’nin, ihtiyaç duyacağı enerjiyi tedarik edebileceği gibi ülkesi üzerinden sıvılaştırılan doğalgazı, uluslararası piyasalara arz ederek, yeniden doğalgaz ihracına başlayabileceği açıktır. Bunun yanı sıra İsrail ve GKRY’nin keşifleri, Kahire’nin Doğu Akdeniz’den daha fazla faydalanma arzusunu artırmıştır. Bu durum Mısır’ın Doğu Akdeniz’deki yetki alanının belirlenmesi 
için GKRY, Yunanistan ve İsrail’le MEB anlaşmalarını imzalamasına teşvik edecektir (Kurt ve Tamçelik, 2015). 

Mısır hükümeti Türkiye’nin itirazlarına rağmen 2018 Eylül ayında GKRY ile Larnaka’da doğalgaz anlaşması imzalamıştır. GKRY Enerji Bakanı Yorgos Lakkotripis ile Mısır Petrol Bakanı Tarek El Molla’nın Larnaka’da imzaladığı anlaşmaya göre, Rum yönetiminin ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölge’de (MEB) bulunan Afrodit 12’inci parseldeki doğalgaz, denizaltından boru hattı ile Mısır’daki doğalgaz sıvılaştırma terminaline taşınması kararını almıştır. (Varlı, 2018a). Mısır tıpkı Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve İsrail gibi bölgede üretilecek olan doğalgazın çıkarılması ve ihracı taraftarı olan üç ülkeden biridir. Kendi aralarında münhasır ekonomik bölge anlaşması ve kıta sahanlığı paylaşımı yapan bu ülkeler çıkarılan doğalgazın sıvılaştırılması (LNG) ve deniz altından boru hattıyla Avrupa’ya iletimi konusunda ortak kararlar almışlardır. 

5.4. Türkiye ve KKTC 

Türkiye’nin Akdeniz’deki kıta sahanlığının dış sınırı, Uluslararası hukuka göre ilgili kıyı devletleri ile bütün ilgili ya da özel koşulları dikkate alan hakkaniyet ilkelerine dayalı antlaşmalarla belirlenecektir. Doğu Akdeniz’de özellikle 32° 16 ' 18 '' D boylamının batısında kalan sahalarda MEB veya kıta sahanlığı 
sınırlandırması Türkiye’nin yerleşik uluslararası hukuktan doğan mevcut hukuki egemen haklarını ilgilendirmektedir. 32° 16 ' 18 '' D boylamının batısında MEB ve kıta sahanlığı sınırlandırması, bölgedeki ilgili ülkeler arasında hakça ilkelere dayalı antlaşmalarla gerçekleştirilmelidir (Başeren, 2013: 263). Türkiye 
Doğu Akdeniz’de pek çok sorunla karşı karşıya bulunmaktadır. Son yıllarda tırmanan bölge devletleri ile olan rekabet ve çatışma konuları olan enerji konusunun varlığı önemini korumaktadır. Ayrıca Akdeniz’de Türk-Yunan rekabeti, Kıbrıs konusu, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sorunu vardır. Buna ilave olarak Türkiye-Suriye ilişkileri, Filistin meselesi yüzünden gerginleşen Türkiye-İsrail ilişkileri gibi sorunlar, yeni dönemin kimlik, terörizm, dinsel akımlar, yasadışı göç, kaçakçılık gibi belli bir devletten bağımsız 
“postmodern” sorunlar ile birlikte birleşerek bölgenin Türkiye için bir kriz merkezi olarak ön plana çıkması sonucunu doğurmaktadır (Baysoy,2017: 146). Bunlarla birlikte Doğu Akdeniz’deki son zamanların revaçta konusu doğalgaz yataklarıdır ve Türk hükümetinin açıklamasına göre Türkiye çeşitli adımlar atmaya hazırlanmaktadır. Türkiye ekonomisi için enerji üreticisi bir ülke konumuna gelmek son derece önemlidir. 

Doğu Akdeniz’deki ihtilaflara bakacak olursak; Türkiye Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku’na aykırı adımlar atmamış, diğer bölge ülkelerinin haklarını ihlal edici konumda olmamıştır. Diğer sahildar ülkelerle olan ihtilafların hukuksal çerçevede çözülmesi ve paylaşımın adil yapılması taraftarı olmuştur. Bölgede 
gerginliği artıracak, Türkiye ve KKTC’nin hassasiyetlerini göz ardı edecek tavırlar sergileyen GKRY, her hamlesiyle Türkiye’yi saf dışı bırakmaya çalışmaktadır. KKTC’nin yetki alanları üzerinde “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına kararlar alan Rum Kesimi adada tek söz sahibi kendisi gibi davranmaktadır. GKRY, İsrail ve Mısır’ın doğalgaz ihracatı için izinsiz olarak yaptıkları anlaşmaya itiraz etmektedir. Türkiye Doğu Akdeniz’deki hak ve çıkarlarını korumaya kararlıdır. Bunların aşılmasına yönelik teşebbüslere izin vermeyecektir. Zira bölge ülkelerine bakıldığında deniz kuvvetleri ve donanma olarak Türkiye’nin bölgenin 
en büyük askeri gücü olduğu göz ardı edilmemelidir. GKRY’nin tek taraflı doğalgaz arama sahası ilan ettiği bölgelere Türkiye, TPAO (Türkiye Petrolleri Anonim Ortalığı) arama gemisiyle arama ve keşif çalışması yapmaktadır. Bu durumda Türkiye Doğu Akdeniz’de kendi deniz yetki alanlarını belirleyerek münhasır ekonomik bölgesini ilan etmelidir. Bölgedeki enerji yarışında söz sahibi ülke konumuna gelmelidir. 

5.5. Suriye 

Bölgenin kıyıdaş ülkelerinden Suriye’de ise, hak iddiaları ve paylaşımlar konusunda çeşitli hamleler yapan diğer ülkelere nazaran durum faklıdır. 2011’de sürüklendiği iç savaş ve Esad rejiminin diktası altında bir buhran ülkesi haline gelen Suriye, Doğu Akdeniz’deki yetki alanlarında ve enerji konusunda aktif bir rol alamamıştır. 2011’den önce Suriye Enerji Bakanlığı’nca hidrokarbon arama çalışmaları yapılmış ve ihaleyi Rus şirketleri almıştır. Suriye’deki olayların artması ile güvenlik sorunu ve istikrarsızlık gerekçesiyle çalışmalar durmuştur. Suriye’deki iç karışıklık ve büyük güçlerin bölgedeki çıkar çatışması sahanın 
jeopolitik dengelerini değiştirmektedir. 

ABD’nin Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (SSI) raporunda, Suriye kıyılarında 1,7 milyar varil petrol ile 3,5 trilyon m³ doğalgaz rezervi olabileceğinden söz edilmektedir. Bu rezervlerin Doğu Akdeniz havzasındaki toplam rezervlerin üçte biri civarında olduğu tahmin edilmektedir. BP Statistical Review of World Energy, Haziran 2016 raporuna göre Suriye’nin kara sınırları içinde halen ispatlanmış gaz rezervi 300 milyar m³ olup 2015 yılındaki üretimi ise sadece 4,2 milyar m³’tür. Doğal olarak bu bölgede Suriye’ye ait doğalgazın çıkartılmasında daha çok Rus firmalarının ağırlığının olması beklenmektedir. Bu durum tam da beklendiği gibi sonuçlanmış ve 2013 yılında Suriye Soyuzneftegaz ile 2200 km2’lik bir denizel alan için (Tartus-Banyas arası) 90 milyon dolarlık bir anlaşma imzalamıştır (Yıldız, 2018). 

Tarihten beri Akdeniz’e inme hayali olan Rusya, Ortadoğu’da patlak veren savaş ve kargaşayla birlikte bu coğrafyada beklediğinden daha kolay bir şekilde yer almıştır. Suriye’de Esad rejimi ile yaptığı çeşitli antlaşmalarla Doğu Akdeniz’e kıyısı olan Tartus ve Banyas gibi önemli limanlara konuşlanarak bölgenin dinamiğini değiştiren ülkelerden biri olmuştur. Bu durumda, Suriye’nin Rusya’nın desteğiyle bölgenin yeni bir petrol ve doğalgaz üreticisi ülke konumuna gelerek Doğu Akdeniz’in enerji jeopolitiğine etki etmesi olası gözükmektedir. Bu durum bölgedeki güç dengesi açısından daha da karmaşık bir sonuç doğmasına neden olmaktadır. 

6. Sonuç 

Dünyada ülkeler, içinde bulunduğu coğrafi şartlara bağlı olarak enerji fakiri veya enerji zengini bir konumdadır. Coğrafyanın sunduğu bu durum, ülkeleri enerji üretip ihraç eden veya enerji ithal eden ülkeler olarak ikiye ayırmaktadır. Doğu Akdeniz coğrafyasına baktığımızda keşfedilen hidrokarbon yatakları ile 
kıyısı bulunduğu ülkelere bazı avantajlar sunmaktadır. Kimi ülkeler ise bu avantajı fırsata çevirmeye çalışmaktadır. 

Akdeniz’in doğusundaki bu enerji yarışında iştahı en çok kabaran ve pek çok hamle yapan ülkelerin başında GKRY gelmektedir. Yaptığı hak ihlalleri ile KKTC ve Türkiye’nin tepkisini çeken Rum Kesimi; gerek siyasi-ekonomik gerekse toplumsal anlamda KKTC ile kesin çizgilerle ayrılamaz bir durumdadır. 
Yunanistan ve Rum Kesimi yıllardır bu tahrik edici davranışların bir çözüm getirmediğini görmüştür. Bu sebepten, Kıbrıs olarak enerji konusunda yapılacak anlaşmalar ve alınacak hukuka uygun ortak kararlarla siyasi çözümsüzlük çözüme kavuşabilecek, enerji konusunda atılacak yeni adımlar ise yıllardır aşılamaz haldeki meselede çıkar rol oynayabilecektir. 

Bölge ülkelerinden GKRY, İsrail ve Mısır çıkarılan gazın ihracatının yapılması ve Avrupa’ya taşınması hususunda anlaşmalar yapmaktadır. Bu anlaşmalarda Türkiye ve KKTC yok sayılmış Doğu Akdeniz’deki varlığı tanınmamıştır. Doğalgazda Rusya’ya bağımlı olan Avrupa Birliği ülkeleri Doğu Akdeniz’deki gazı önemsemektedir. Gazın, denizin altına inşa edilecek bir hatla Avrupa’ya taşınmasını planlamaktadır. Gazın taşınması hususunda ve Türkiye’nin bu hat güzergâhında saf dışı bırakıldığı görülmektedir. Antlaşmaya göre çıkarılan doğalgaz denizaltına inşa edilecek boru hattı ile Avrupa’ya taşınacaktır. Ancak bu yöntem oldukça maliyetlidir. Denizaltından iletimin yapılması demek, döşenen 
boruların denizaltı basıncına dayanması için inceltilmesi demektir ve bu da birim zamanda pompalanacak gaz miktarının azalması anlamına gelmektedir. 

Bu tabloya bakıldığında Avrupa, deniz altına hat döşenmesinin Rusya’dan aldığından daha pahalıya mal olacağının görmüştür. Bu durumda en ekonomik ve en makul yolun Türkiye üzerinden olduğu göz önünde bulundurulup, Türkiye’yi köşeye sıkıştırma düşüncesinden vazgeçilerek anlaşma yoluna gidilmelidir. Enerjinin ticaretinde ve ulaşımında maliyet önemli bir faktördür ve Türkiye enerji taşınması konusunda anahtar ülke konumundadır. 

Türkiye ise en kısa sürede kendi kıta sahanlığını ve münhasır ekonomik bölgesini ilan ederek bölgede enerji jeopolitiğindeki etkisiz tutumunu bırakmalı ve sahadaki söz sahibi aktörlerden biri haline gelmelidir. Türkiye de AB ülkeleri gibi doğalgazda Rusya’ya bağımlı haldedir. Türkiye birkaç yatakta doğalgaz keşfettiğinde Rusya’ya olan enerji bağımlılığından kurtulacaktır. Böylelikle Türkiye ekonomisinin en büyük sorunu olan cari açığın kapanması ve mali anlamda ülkenin rahatlaması hususunda önemli bir fırsat oluşacaktır. 

Türkiye’nin enerji çıkarlarını koruyabilmesi ve bölgede etkin bir rol oynayabilmesi için kıyıdaş ülkelerle diplomasi ayağını geliştirmesi gerekmektedir. Diğer ülkelerle bu durumu siyasi ve diplomatik yöntemlerle çözmeye çalışmalı, Doğu Akdeniz coğrafyasındaki etkin rolünü bir an önce almalıdır. 

Referanslar; 

Ak, G. (2013). Kıbrıs adası çevresindeki deniz dibi hidrokarbon zenginliklerinin adadaki sorunun çözümüne muhtemel etkileri, Motif Akademi Halkbilimi Dergisi-1, 334. 

Akşam Gazetesi. (2018), Akdeniz’de Rum Oyunu: Her türlü müdahaleyi yaparız, https://www.aksam.com.tr/guncel/akdenizde-rum-
oyunu-her-turlu-mudahaleyi-yapariz/haber-775806 (21.09.2018). 

Aslan, C. (2018), Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Paylaşımı Sorunu, http://cemalahmet.blogspot.com/2018/03/dogu-akdeniz-
deniz-yetki-alanlar_7.html (16.08.2018). 

Başeren, S.H. (2013). Doğu Akdeniz’de Hukuk ve Siyaset, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No: 608, Ankara. 

Baysoy, E. (2017). Doğu Akdeniz’in Dalgalı Jeopolitiği, Truva Yayınları, İstanbul. 

Ece, N.J. (2017). Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge: Sınırlandırma antlaşmaları, paydaşlar ve stratejiler, Journal of ETA 
Maritime Science, Cilt: 5 Sayı:1, 81-94. 

Ercümen, M.A. (2015), Gerilimin yeni adresi Doğu Akdeniz,http://insamer.com/tr/gerilimin-yeni-adresi-dogu-akdeniz_240.html 
(20.08.2018). 

Karagöl, E.T., Özdemir, B.Z. (2017). Türkiye’nin enerji ticaret merkezi olmasında Doğu Akdeniz’in rolü, SETA Yayınları, Turkuvaz 
Haberleşme ve Yayıncılık A.Ş., İstanbul. 

Kedikli, U., Deniz, T. (2015). Enerji kaynakları mücadelesinde Doğu Akdeniz Havzası ve deniz yetki alanları uyuşmazlığı, Alternatif 
Politika Cilt 7, Sayı 3, 402. 

Kurt, E., Tamçelik, S. (2015), Değişen Doğu Akdeniz denkleminde Mısır’ın hidrokarbon politiği ve Türkiye’ye yansımaları, 
https://www.researchgate.net/publication/312057557 (24.08.2018). 

Özgen, C. (2013), Doğu Akdeniz’de enerji güvenliğine yönelik bir girişim: Akdeniz kalkanı harekatı, Akademik Orta Doğu, Cilt 8, 
Sayı 1, 104. 

Özkan, A. (2009). Uluslararası deniz hukuku açısından Ege Denizi kıta sahanlığı uyuşmazlığı, Karadeniz Teknik Üniversitesi, 
Yayımlanmış Yüksek Lisans Tezi, Trabzon. 

Sandıklı, A., Budak, T., Ünal, B. (2013), Doğu Akdeniz'de enerji keşifleri ve Türkiye, Bilgesam Yayınları, Rapor No: 59. 

Turhan, A. (2016). Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de meydana gelen jeopolitik kırılmalar ve Türkiye Jeopolitiği, Uluslararası Afro-
Avrasya Araştırmaları Dergisi, Sayı 2, 21. 

U.S. Energy Information Administration (EIA), (2013) https://www.eia.gov/todayinenergy/detail.php?id=12611 (19.08.2018). 

Üstün, N. (2016). Doğu Akdeniz’de enerji politikaları ve Kıbrıs müzakerelerine etkisi, KTO Araştırma Raporu Ekonomik Araştırmalar ve Proje Müdürlüğü, Konya. 

Varlı, İ. (2018), Kıbrıs ve Doğu Akdeniz gazı nasıl paylaşılacak? Doğu Akdeniz’de enerji savaşları, https://www.birgun.net/haber-
detay/kibris-ve-dogu-akdeniz-gazi-nasil-paylasilacak-dogu-akdeniz-de-enerji-savaslari-204256.html, (21.09.2018). 

Yaycı, C.(2012). Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının sınırlandırılması sorunu ve Türkiye, Bilge Strateji, Cilt 4, Sayı 6, 1-70. 

Yıldız, D. (2018), Doğu Akdeniz’de Sular Isınıyor, http://www.hidropolitikakademi.org/dogu-akdenizde-sular-isiniyor.html 
(04.10.2018). 

Yıldız, D. (2018), Suriye’nin Doğu Akdeniz’e Kıyısı Yok Mu?,https://enerjigunlugu.net/icerik/26290/suriyenin-dogu-akdenize-kiyisi-
yok-mu-dursun-yildiz.html (29.08.2018). 


***

Doğu Akdeniz Kıta Sahanlığı Sorunsalı Üzerinden Doğalgaz Paylaşımı BÖLÜM 1

Doğu Akdeniz Kıta Sahanlığı Sorunsalı Üzerinden Doğalgaz Paylaşımı BÖLÜM 1




Natural gas sharing on the Eastern Mediterranean continent coastal problematic 

Işılay Acar , 
Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Beşeri ve İktisadi Coğrafya Bilim Dalı, Ankara 

Mutlu Yılmaz , 
Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Coğrafya Bölümü, Ankara 

Özet: 

Bu çalışmada, keşfedilen zengin enerji yatakları ile kıyıdaş ülkeler arasında ihtilaflara sahne olan Doğu Akdeniz sahasının siyasal ve ekonomik açıdan önemi ve kıyısı bulunan ülkelerin kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge ve deniz yetki alanları ele alınmıştır. Bölge ülkelerinden özellikle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve İsrail’in diğer bölge ülkeleri ile deniz hukukuna uymayan antlaşma lar yapmasıyla, bölgede Kıbrıs Adası ve çevresi üzerinde hassasiyetleri olan Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tutumları incelenmiştir. Son yıllarda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin doğalgaz çıkarma çalışmaları ile bir doğalgaz ihraç ülkesi konumuna gelmek istemesi bölge ülkelerinin deniz hukukuna uyulmadığı gerekçesi ile tepkisini çekmiştir. Bölgede enerjinin keşfedilmesi ile birlikte Türkiye, İsrail, GKRY, KKTC, Lübnan ve Mısır gibi ülkeler hissedarlıkları konusunda çeşitli adımlar atmışlardır. Son yıllarda Suriye 
sorunu ile bölgede bir diğer önemli aktör olan özellikle Suriye kıyı şeridinde yer alan Rusya’nın Doğu Akdeniz jeopolitiğine etkileri tartışılmıştır. Son zamanlarda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan ve İsrail’in bir anlaşma ile Doğu Akdeniz doğalgazının Avrupa’ya ulaştırılmasını öngören projesi ve yankıları tartışılmıştır. Bölgedeki enerji rezervlerinin kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge kapsamında coğrafi dağılımı dikkate alınarak, hukuksal çerçevede diğer ülkelerin haklarına müdahale edilmeksizin paylaşılması gerektiği ifade edilmiştir. 

Bu doğrultuda araştırma konusuyla ilgili yerli ve yabancı literatür incelenmiş, sayısal veriler ilgili kurumlardan temin edilmiş ve konuya ilişkin haritalardan yararlanılmıştır. 

1.Giriş 

Akdeniz’de son yüzyıldaki sıcak askeri çatışmaların en yoğun olduğu bölge Doğu Akdeniz olmuştur. 

Jeopolitik önemini tarih boyunca sürdüren Doğu Akdeniz, son dönemdeki petrol ve doğalgaz keşifleri ile birlikte dikkatleri üzerine çeken bir bölge konumunu almıştır. Ancak keşfedilen hidrokarbon yatakları Doğu Akdeniz’de Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) 
ekseninde sorun yaşanmasına neden olmakta, Akdeniz bölgesine kıyı diğer devletler ve küresel güçler de bu soruna bir şekilde taraf olmaktadır. 

Akdeniz’in doğusu, üç kıta arasında kavşak konumda olması nedeniyle ticaret, ulaşım ve enerji aktarımının merkezinde yer almaktadır. Körfez Savaşı ve sonrasında dünyanın en sıcak çatışma bölgesi haline gelen Ortadoğu’ya yakınlığı, stratejik önemini arttırmaktadır. Ayrıca Süveyş Kanalı’nın bu bölgede 
yer alması çıkarılan enerji kaynaklarının işletilmesi ve taşınmasında transit geçiş güzergâhında bulunması bu önemi daha da arttırmaktadır. Irak, Mısır, Filistin, Suriye sorunu ve çeşitli askeri müdahaleler ile küresel güçlerin söz sahibi olmaya çalıştığı bölge, dünyanın merkezi adlandırmasını doğrular niteliktedir. Kıbrıs 
dâhil pek çok önemli liman ve üssü bünyesinde barındıran Doğu Akdeniz’in kıyıdaş ülkeleri arasında Kıbrıs Sorunu gibi tarihsel ihtilafların yanı sıra, son zamanlarda keşfedilen denizaltı hidrokarbon kaynaklarının aidiyeti hususu da bölgedeki hareketliliğin başlıca sebeplerindendir. 

Ülkelerin enerji ihtiyacı ve gelişen teknolojiyle birlikte artan enerji talebi, bölgedeki enerji kaynaklarına olan ilgiyi artırmaktadır. Kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge ve deniz yetki alanları konusunda Türkiye, istikrarlı bir duruş sergilemesine rağmen bölge ülkelerinden İsrail ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi diğer bölge ülkelerinin izni olmaksızın çeşitli hamlelerle tansiyonun yükselmesine neden olmaktadır. 

Bu çalışmada Doğu Akdeniz’in önemi vurgulanmış, bölge ülkelerinin hissedarlıkları, birbirlerine yönelik tutumları, söz konusu coğrafyanın sağladığı siyasi ve ekonomik gücün etkisi ele alınarak incelenmiştir. 


Şekil 1. Doğu Akdeniz ve Kıyıdaş Devletleri 
Kaynak: Kedikli ve Deniz, 2015 

2. Doğu Akdeniz’in Coğrafi Konumu ve Stratejik Önemi 

Bugün Doğu Akdeniz’in, Tunus’taki Bon Burnu ile İtalya’ya bağlı Sicilya Adası’nın batıya uzanan ucundaki Lilibeo Burnu arasında çizilen hattın doğusundaki bölgeyi ifade ettiği konusunda genel bir mutabakat vardır. Bu tanımlamaya istinaden Doğu Akdeniz; İtalya, Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, 
Karadağ, Arnavutluk, Yunanistan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Mısır, Libya ve Tunus kıyıları ile çevrilidir (Yaycı, 2012:2). 

Tarih boyunca Atlas Okyanusu ile Süveyş Kanalı’nı birbirine bağlayan önemli bir taşımacılık ve ticaret yolu güzergâhı olan Doğu Akdeniz deniz taşımacılığı, denizcilik faaliyetleri, deniz ticareti ve stratejik açıdan oldukça önemli bir bölge olarak değerlendirilmiş olup, bu bölgedeki hidrokarbon yataklarının keşfi ile 
önemi daha da artmıştır (Ece, 2017: 82). Akdeniz ve Akdeniz’in doğusu tarihsel süreçte pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış, ilgi çeken coğrafi ve stratejik özellikleri ile günümüze kadar pek çok gücün hâkimiyet mücadelesine sahne olmuştur. 

Doğu Akdeniz, jeopolitik teoriler açısından yadsınamaz öneme haiz bir bölgedir. Mackinder’in kara hâkimiyeti teorisine göre Doğu Akdeniz, merkez bölgesine -kalpgâha- giden deniz ticaretinin odak noktasıdır. Mahan’ın deniz hâkimiyeti teorisine göre doğu ile batı arasındaki ticaret yolları üzerinde yer alan ve Karadeniz ülkelerinin dünyaya açılan tek penceresi konumunda bulunan Doğu Akdeniz, küresel ticarette çok önemli bir ağırlığa sahiptir. Douchet’in hava hâkimiyeti teorisine göre Doğu Akdeniz, Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkaslar ile merkez bölgesinin güneydoğu kanadına havadan müdahale etme imkânı vermektedir. 

Spykman’ın kenar kuşak teorisine göreyse kenar kuşak ülkelerinden Yunanistan ve Türkiye ile doğrudan, Irak ve İran ile de dolaylı yoldan temas halinde olan Doğu Akdeniz, merkez bölgeyi çevreleyen kenar kuşağın önemli bir kısmını kontrol altında tutmaktadır (Özgen, 2013:104). 

Doğu Akdeniz, ticari ve siyasi yönleri ile birlikte enerji nakil hatları ve yeni keşfedilen petrol ve doğalgaz rezervleri ile de önemi artan bir coğrafyadır. Orta Doğu ve Hazar Bölgesinin yer altı kaynakları boru hatlarıyla -var olan ve yapılması düşünülen proje halindeki hatlar- deniz yoluyla talep piyasalarına 
ulaştırılmak üzere Doğu Akdeniz’e inmekte veya deniz yoluyla bu coğrafyadan transit geçiş yapmaktadır. Bu da Doğu Akdeniz’i bir anlamda enerji terminali yapmaktadır (Turhan, 2016: 21). 

3. Deniz Yetki Alanı Sınırlandırmasında Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge 

3.1. Kıta Sahanlığı 

Coğrafi bir kavram olan kıta sahanlığı, kara ülkesinin denizin altında süren doğal uzantısını; hukuki olarak ise, karasularının ötesinde başlayıp belirli bir uzaklık ve derinliğe kadar giden deniz tabanı ve toprak altını ifade etmektedir. Genel olarak kıta sahanlığı, 200 mil genişlik ilkesinin uygulanamadığı dar denizlerde 
hakça ilkelere göre sınırlanan, diğer denizlerde 200 mile kadar olan kıyı devletinin doğal kaynaklarının aranması ve işletilmesi ile sınırlı egemenliğine tabi olan alanı ifade eder. Güvenlik, ulaşım ve canlı kaynaklardan yararlanma açısından üzerindeki su kütlesi açık deniz statüsüne tabi bulunan, kıtaların kıyı 
çizgisi ile deniz dibine inen dik meyil arasındaki nispeten yumuşak meyilli doğal uzantısıdır (Özkan, 2009:5). 


Şekil 2. Kıta Sahanlığı 




Bu kavramın, uluslararası deniz hukukunun bir kavramı haline gelmesi, ABD Başkanı Truman’ın 1945’de yaptığı bir bildiri ile başlamıştır. Truman Bildirisi olarak da adlandırılan bu bildirge, ABD kıyılarının deniz altındaki kıta sahanlığında bulunan doğal kaynakların münhasıran ABD’ye ait olduğu ve 
ABD’den izinsiz hiçbir devlet ya da kişinin bu alanlarda doğal kaynak arayamayacağı veya işletemeyeceği ilan edilmektedir. Bu bildiri daha sonraki yıllarda başka devletlerce de kabul edilmiş ve bu ülkeler kıta sahanlıklarındaki doğal kaynaklar üzerinde münhasır yetkiler ilan etmişlerdir. Devletler, arasındaki uygulamada hızla gelişen bu eğilim sonucunda, kıta sahanlığı adı altında bir denizalanı, I. Deniz Hukuku Konferansı’nda tartışılmış ve 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi adı altında bir sözleşmeye konu olmuştur. Daha sonra da 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde VI. Bölümde tekrar bir düzenleme olmuştur. 

3.2. Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) 

Bir kıyı devletinin karasuları esas çizgisinden başlayarak 200 mile kadar varan ve karasuları dışında kalan su tabakası ile deniz yatağı ve onun toprak altında bu kıyı devletine münhasır ekonomik haklar ve yetkiler tanıyan tabii olmayan bir deniz alanıdır (Ak, 2013). Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin “Münhasır Ekonomik Bölgede sahildar devletlerin hakları, yetkisi veya yükümlükleri” başlıklı 56.1.a maddesinde MEB’deki kıyıdaş devletlerin “deniz yatağı üzerindeki sularda, deniz yataklarında ve bunların toprak altında canlı ve cansız doğal kaynaklarının araştırılması, işletilmesi muhafazası ve yönetimi konuları ile aynı şekilde sudan, akıntılardan ve rüzgarlardan enerji üretimi gibi, 
bölgenin ekonomik amaçlarla araştırılmasına ve işletilmesine yönelik diğer faaliyetlere ilişkin egemen haklar” yer almaktadır. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 56.2 maddesine göre “Münhasır ekonomik bölgede sahildar devlet, söz konusu Sözleşme uyarınca haklarını kullanırken ve yükümlülüklerini yerine getirirken, diğer devletlerin haklarını ve yükümlülüklerini gerektiği şekilde göz önünde bulunduracak ve bahsi geçen sözleşme hükümleriyle bağdaşacak biçimde hareket edecektir” (Ece, 2017). 

4. Doğu Akdeniz’de Enerji Kaynaklarının Keşfi ve Rezervler 

Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku’na göre Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynakları üzerinde hak sahibi olan kıyıdaş devletler Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Gazze Şeridi, Mısır, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi’dir. 

Doğu Akdeniz havzasında son yıllarda keşfedilen geniş enerji yatakları, sadece Akdeniz havzasındaki jeopolitik dengeleri değil parçası bulunduğu geniş Orta Doğu coğrafyasındaki dinamikleri de etkileyebilecek özelliktedir. Varlığı ispatlanan enerji kaynaklarının adil bir şekilde paylaşılmasıyla oluşacak 
refah ortamında, geliştirilmesi mümkün olan işbirlikleri ile Kıbrıs ve Filistin meselesi gibi bölgenin kronikleşmiş sorunlarının çözümüne yönelik yeni adımlar atılabilir (Sandıklı vd. 2013). Bölgede enerji varlığından haberdar olan kıyıdaş ülkeler, kendilerine ait kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeleri ilan ederek belli parseller üzerinde hak iddiasına başlamışlardır. Özellikle Kıbrıs Rum Kesimi kendi münhasır ekonomik bölgesini ilan ederek KKTC ve Türkiye’nin haklarını görmezden gelmiştir. Doğu Akdeniz’deki denizin tabanı altında mali değeri çok yüksek hidrokarbon zenginlikleri bulunmaktadır. Hatta bu bağlamda, 
bölgede 15 trilyon m3 doğalgaz ve zengin petrolün mevcudiyetinden bahsedilmektedir. Bu deniz altı zenginliğini Rumlar 1990’lı yıllarda keşfetmiştir. 2000 yılından itibarense konu, Kıbrıs Rum basınında geniş şekilde yer almaya başlamış; Rum yönetimi izlediği politikalar kapsamında, Mısır, Lübnan ve İsrail ile MEB anlaşmaları imzalamıştır (Ak, 2013). 

Levant sahası olarak adlandırılan Mısır, İsrail, GKRY, KKTC, Lübnan ve Suriye kıyılarını içine alan Doğu Akdeniz havzasında zengin hidrokarbon yataklarının bulunduğu tahmini, bölge ülkelerinin hamlelerinin yanı sıra dünyanın önemli enerji şirketlerini de bölgeye çekmiştir. Her ülkenin kendi çıkarı doğrultusunda hareket etmek istemesi ve diğer ülkelerin buna yönelik tutumu bölgedeki suların iyice ısınmasına sebep olmaktadır. 

Levant havzası içerisinde bulunan İsrail MEB’i, 2009’da keşfedilen Tamar ve 2010’da keşfedilen Leviathan sahası ile yaklaşık 800 milyar metreküp doğalgaz rezervine ev sahipliği yapmaktadır. GKRY ve KKTC yönetimindeki Kıbrıs açıklarında yapılan araştırmalarda da Limasol Limanı’na yaklaşık 160 
kilometre mesafede 198 milyar metreküplük Afrodit sahası keşfedilmiştir (Çizelge 1). İtalyan enerji şirketi ENI, Mısır MEB’inde bulunan Nil Delta Havzası’nda 2015 yılında Akdeniz’in en büyük doğalgaz yataklarının keşfini gerçekleştirdiğini açıklamıştır (Karagöl ve Özdemir, 2017). 


Çizelge 1.Doğu Akdeniz’de Keşfedilen Doğalgaz Yatakları ve Rezerv Miktarları 
*Tahmini üretim yılı 
**Net bilgi bulunmamakta  Kaynak: U.S. Energy Information Administration (EIA), 2013 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR;

***

7 Şubat 2017 Salı

TÜRKİYE’NİN ENERJİDE DIŞA BAĞIMLILIĞININ TÜRKİYE - RUSYA İLİŞKİLERİNE ETKİLERİ




TÜRKİYE’NİN ENERJİDE DIŞA BAĞIMLILIĞININ TÜRKİYE - RUSYA İLİŞKİLERİNE ETKİLERİ




Barış DOSTERİ 
Özet ;

Bu metin 23 – 24 Eylül 2014 tarihlerinde Kocaeli Üniversitesinde düzenlenen “ Uluslararası Enerji ve Güvenlik Kongresi ” başlıklı konferansta sunulan tebliğdir. 


Türkiye, enerji tedarikinde dısa bağımlı bir ülkedir. Özellikle petrol ve doğalgaz açısından bu bağımlılık, Türk dıs politikasını da derinden etkiler. 
Öncelikle Rusya, Dran, Irak ve Azerbaycan gibi komsularından enerji ithal eden Türkiye’nin, doğalgazda Rusya’ya olan mutlak bağımlılığı, ilk nükleer santralin 
yapımının da yine bu ülke tarafından üstlenilmesi, iki ülkenin diplomatik iliskilerine de yansır. Suriye, Irak, Dran gibi önemli bölgesel konularda 
birbirinden farklı, hatta karsıt politikalar izleyen Ankara ve Moskova arasındaki iliskilerde, enerji her zaman ilk sırada gelir. Türkiye’nin bir numaralı dıs ticaret ortağı olan Rusya, dıs politikasında enerjiyi sadece Türkiye’ye karsı değil, Avrupa’ya karsı da önemli bir diplomatik silah olarak kullanır. Türkiye’nin yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmemesi, elektrik enerjisinde tek kaynağa (doğalgaz), bu kaynağın temininde de tek ülkeye (Rusya) bağımlı olması, enerji güvenliği ve ekonomik istikrar açısından olduğu kadar, dıs politika ve güvenlik açısından da önemli bir sorundur. 

Anahtar Kelimeler: Enerji, güvenlik, diplomasi, bağımlılık, doğalgaz. 

Giriş 

Enerji, uluslararası iliskilerde büyük önem tasır. Siyasette, ekonomide, diplomaside, güvenlikte çok önemli olan bir kaynaktır. Ona sahip olanlar tarafından stratejik bir silah olarak kullanılır. Çetin mücadelelerin, kanlı savasların nedenleri arasında ilk sıralarda gelir. Enerji kaynaklarının dünyadaki dengesiz dağılımı dikkate alındığında, Dngilizlerin ünlü devlet adamı Winston Churchill’in su sözleri daha iyi anlasılır: “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir”. Ülkelerin artan enerji talebinin yanında, artan nüfus da enerji 
alanındaki rekabeti keskinlestirir. Enerjinin çıkarılıp islenmesinden baslayarak, arzında, pazarlanmasında, tasınmasında zorlu bir rekabet söz konusudur. Ancak enerji arz güvenliğinde kolay çözümler yoktur. Enerjinin erisilebilir ve sürdürülebilir olması da kolay değildir. Hem kaynak bazında hem tedarikçi ülkede hem de tasıma güzergâhında çesitlilik sağlanması zordur. Günümüzde aynı anda hem ucuz, hem temiz, hem güvenli, hem de sürekli bir enerji kaynağına sahip olmak için yoğun çaba göstermek, gelismeleri yakından takip 
etmek gerekir. 

Dünyada enerji kaynaklarının tüketim kompozisyonu değisim halindedir. Gelismis ülkelerin yanı sıra gelismekte olan ülkelerin, en basta da Çin’in enerji talebinde büyük artıs söz konusudur. Kömürün ağırlığında bir miktar azalma, petrol, doğalgaz ve nükleer enerji kullanımında ise bir miktar artıs gözlenmekte dir. 

Su ve rüzgâr enerjisinin tüketiminde de artıs gözlenmektedir. 
Enerji üretiminde ise Orta Asya, Hazar ve Ortadoğu, yani Avrasya’nın merkezi ve çevresi öne çıkmaktadır. Ülkelerin büyümesine kosut olarak, enerji tüketimi de 
arttığından, enerji kullanımında tasarruf, verimlilik arayısları önem kazanmakta dır. Farklı enerji kaynaklarının, yeni, yerli ve yenilenebilir kaynakların önemi hızla artmaktadır. 

Enerji kaynağı açısından zengin ülkeler, bu kaynağı diplomaside etkili bir araç olarak kullanırken, tüm devletler, ikili ve çok taraflı siyasette, enerji güvenliğine büyük özen gösterirler. Enerji temininde dısa bağımlı olmanın, dıs politikada manevra sahasını daralttığını bilirler. Enerjiyi, sadece ekonomik gelismenin temel sartı olarak değil, aynı zamanda siyasi bağımsızlığın ve ulusal güvenliğin de temel unsuru olarak kabul ederler. Gelişmiş ülkeler, “enerji politik” denilen enerji siyasetinde, bilimsel bilgiyle beslenen, inisiyatif alabilen, proaktif politikalar izlerler. Bu sayede enerji alanında basarılı adımlar atar, azami kazanç sağlar, kayıplarını en aza indirmeye çalısırlar. 

Dünya birincil enerji tüketiminde, fosil yakıtların ağırlığı devam edecektir ki, özellikle Türkiye’nin çevresinde yasanan siyasi gelismeler, iç savaslar, çatısmalar ve isgaller de, büyük güçlerin, emperyalist merkezlerin, bu hesabı yaptıklarını göstermektedir. Farklı kurulusların ve uzmanların öngörülerinde kimi değisiklikler olsa da, 2020 yılında da fosil yakıtlar, yani petrol, kömür ve doğalgaz en çok tüketilen enerji kaynakları olacaktır. Farklı tahlil ve tahminlerin ortalaması alındığında, petrolün yaklasık yüzde 40, kömürün yaklasık yüzde 30, 
doğalgazın da yüzde 25 oranında tüketileceği hesaplanmaktadır. Kısacası, önümüzdeki yıllarda da fosil yakıtların baskın konumu değismeyecektir. 

Buna karsılık nükleer enerjinin ve hidroenerjinin payları yüzde 3 – 4 düzeyinde tahmin edilmektedir. Diğer yenilenebilir enerji kaynaklarına ise yüzde 1 oranında pay ayrılmaktadır. 
Ancak belirtmek gerekir ki, yukarıda da değinildiği üzere, farklı kurulusların farklı öngörüleri söz konusudur. Örneğin; piyasa değeri olarak dünyanın en büyük enerji sirketi olan Exxon Mobile’ın arastırmasına göre; 2025 yılına kadar doğalgaz, kömürün yerine geçip dünyada en çok kullanılan ikinci enerji türü olacaktır. Sirket, doğalgazın kömürü geçmesine neden olarak çevre kosullarını öne sürmektedir. Kömürden daha çevre dostu bir yakıt olan doğalgaz tüketiminin 2040’a kadar yüzde 65 artacağını öngörmektedir. Kömür tüketiminde ise önümüzdeki yıllarda biraz daha artıs, sonrasında ise sert bir düsüs beklemektedir.2 

1 – Türkiye’nin Dthal Enerji Bağımlılığının Boyutları 

Dünya Enerji Konseyi’nin Türkiye’yle ilgili verilerine göre; enerji talebi artan ülkelerden olan Türkiye’nin enerjide dısa bağımlılık oranı yüzde 72’dir ve toplam ithalatı içinde enerji kalemi yüzde yaklasık 25’lik paya sahiptir. Bu yüksek enerji ithalatı, artan cari açığın en büyük nedenidir. Hem gelismekte olan hem de nüfusu artan bir ülke olarak bu durum, Türkiye açısından sürdürülebilir değildir. Türkiye, petrol ve doğal gazda büyük ölçüde dısarıya bağımlıdır. Ülke bazında ele alındığında, en çok enerji ithal ettiği iki ülke Rusya ve iran’dır. Türkiye, yıldan yıla oranlar küçük ölçüde değisse de, kabaca, kullandığı doğalgazın yüzde 60’ını Rusya’dan ithal etmektedir. Rusya Türkiye’nin bir numaralı dıs ticaret ortağıdır. 
2013 itibariyle iki ülke arasındaki ticaret hacmi, dolaylı kalemlerle birlikte 50 milyar dolara ulasmıstır ve denge Rusya’nın lehinedir. Rusya Türkiye’deki doğalgaz dağıtımında da ortaklıklarla hisse sahibidir. Dç piyasada da enerji sektöründe etkili olmakta, yatırımlar yapmakta, ortaklıklar kurarak, Türk sirketlerini satın alarak gücünü pekistirmektedir. Mersin Akkuyu’da yapımına baslanan Türkiye’nin ilk nükleer santralinin yapımından isletmesine, yakıt tedarikinden yönetimine kadar yüzde yüz Rusya tarafından üstlenilmesi de, Türkiye’nin Rusya’ya olan enerji bağımlılığını artıracak bir diğer unsurdur. 

Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) raporlarına göre; 2011-2013 yılları arasında ham petrol ithalatında Dran ve Rusya’nın payı düsüs eğilimindeyken, Irak’ın payı artmıstır. 2013 yılında 2012 yılına göre, Dran’ın payı yüzde 39’dan yüzde 28’e, Rusya’nın payı yüzde 11’den yüzde 8’e düsmüs, Irak’ın payı yüzde 19’dan yüzde 32’ye çıkmıstır.3 Doğalgazda ise 2013 yılında kaynak ülkeler bazında Türkiye’nin doğalgaz ithalatı söyle gerçeklesmistir: Rusya yüzde 58’le ilk sıradadır. Onu yüzde 19’la Dran takip etmektedir. 

Azerbaycan yüzde 9, Cezayir LNG olarak yüzde 9 paya sahiptir. Nijerya’nın payı ise LNG olarak yüzde 3’tür.4 

Türkiye’de tüketilen doğalgazın yaklasık yarısı elektrik üretiminde kullanılmakta dır. Dlk sıradaki elektrik üretimini birbirine yakın oranlarla (yaklasık yüzde 25’er) sanayi ve konutlardaki tüketim takip etmektedir. Doğalgazda Türkiye’nin yerli üretiminin tüketimi karsılama oranı yüzde 1.5’tir. Bu oran, doğalgazda dısa bağımlılığın süreceğini de gösterir. 2013’te Türkiye’nin toplam enerji ithalatı 55.9 milyar dolar olarak gerçeklesmis, toplam ithalatının yüzde 22.2’sini olusturmustur. Bu fatura aynı zamanda toplam dıs ticaret açığının da yüzde 56’sını olusturmaktadır. 

Türkiye’de zaman zaman enerji temininde yasanan sıkıntılar, petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki dalgalanmalar ve bu ürünlerin ithalatındaki artıslar, yasamın her alanında etkisini göstermektedir. Sanayi üretiminden konutlardaki aydınlanma ya, hane halkının ısınmak için tükettiği yakıttan artan cari açığa dek her alana yansımaktadır. Doğalgazı en çok elektrik üretiminde, konutlarda ve sanayide kullanan Türkiye, al ya da öde ilkesine göre yaptığı anlasmalar ve garantili alım nedeniyle de, dünya ortalamasına göre daha yüksek bir doğal gaz faturası ödemektedir. Bu durum aynı zamanda sanayinin rekabet gücünü olumsuz etkilemekte ve konutlarında doğalgaz kullanan yurttasların bütçesini sarsmaktadır. 

Türkiye’nin 1990 – 2011 dönemi enerjiyle ilgili verileri incelendiğinde 1990’dan bu yana dısarıya bağımlılığın hızla arttığı görülür. Enerji talebini yerli üretimle karsılama oranı 1990’da yüzde 48.1 iken, 2000’de yüzde 33.1’e, 2010’da ise yüzde 29.2’ye gerilemistir. Son dönemde izlenen politikaların sürdürülmesi halinde, birincil enerji tüketiminde yüzde 70’ler düzeyinde olan dısa bağımlılığın süreceği ve daha da artacağı saptanmaktadır. EPDK analizlerine göre; Türkiye’de 2010 – 2030 döneminde yapılacak enerji yatırımlarının toplamı 225 – 280 milyar dolar olarak tahmin edilmektedir. Enerji yatırımlarında en büyük pay makine ve donanıma aittir. Yatırım tutarının asgari yüzde 60’ının makine ve donanım alımına ayrılacağı kabul edilirse, 20 yıllık dönemde 225 – 280 milyar dolar olması tahmin edilen enerji yatırımlarının 135 – 168 milyar dolarlık bölümünün makine ve donanıma harcanacağı görülür. Türkiye’nin enerjideki yüksek bağımlılığı, araç / gereç / donanım dikkate alındığında çok daha yüksek boyutlara ulasmaktadır. Söyle ki, Türkiye, elektrik üretim ekipmanları için 
her yıl 7 – 8.5 milyar doları yurt dısına aktarmaktadır ve birçok alanda olduğu gibi ekipmanlar konusunda da Çin, Türkiye için en büyük kaynak konumunda dır.5  Bu durum, sadece iktisadi iliskilerde değil, siyasi ve diplomatik iliskilerde de sık sık gündeme gelmekte, Türkiye’ye karsı caydırıcı bir koz olarak kullanılmaktadır. Türkiye’nin Malatya’nın Kürecik ilçesine yerlestirilen füze radarı sistemi, yine Türk topraklarına yerlestirilen patriot füzeleri, Suriye gibi konu baslıklarında Rusya ve Dran’la farklı cephelerde olduğu dikkate alınırsa, bağımlılığın siyasi yansımaları daha net görülür. Yüksek enerji bağımlılığı iktisadi boyutunun yanında, siyasette, diplomaside, ulusal güvenlikte de ciddi riskler yaratır. Türkiye, petrol ithalatında Rusya ve İran’a karsı alternatif yaratmıs ise de, doğalgaz temininde bu iki ülkeye karsı ciddi bir seçenek yaratabilmis değildir. Enerji koridoru olmak, enerji dağıtım üssü olarak öne çıkmak amacıyla muhtelif enerji geçis güzergâhları, enerji nakil hatları için projeler üreten veya üretilen projelere katılan Türkiye, muhtelif projelere karsın, bu konuda henüz umduğu sıçramayı yapamamıstır. Ekonomik, stratejik, jeopolitik engelleri asmakta zorlanmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin bizzat kendisinin de içinde 
bulunduğu enerji projelerinde zaman zaman Rusya ile ters düsmesi de ( Örneğin; Basarısızlıkla Sonuçlanan NABUCCO gibi) Türkiye’nin Rusya’ya karsı elini zayıflatan bir diğer unsurdur. 

2 – Rusya’nın Enerji Kartı 

Rusya, dünyanın en önemli enerji üreticilerinden biridir. Yeryüzünün en zengin doğalgaz rezervlerine sahiptir. Dünyanın en büyük doğalgaz ihracatçısıdır. Petrol ihracatında da dünyada üçüncü sıradadır. Uluslararası enerji piyasalarında çok etkili bir aktördür. Enerji öncelikli bir ekonomi politikası gütmekte, enerjiyi dıs politikasında çok temel, stratejik bir silah olarak kullanmaktadır. Sadece güçlü bir enerji tedarikçisi olarak değil, aynı zamanda enerji geçis yollarını denetleyen büyük bir devlet olarak da jeopolitik, stratejik, ekonomik ve diplomatik ağırlığını artırmaktadır. Ayrıca, bölgedeki tarihsel konumunu, gücünü, ittifak iliskilerini kullanmakta, bölge ülkeleri üzerindeki ekolojik hakimiyetini pekistirmekte, 
yumusak güç unsurlarını da devreye sokmaktadır. Enerji ihracında pazarını genisletip çesitlendirmekte, güçlü iliskiler içinde olduğu Çin’le enerji alanında dev isbirliği projelerine imza atmaktadır. “Dünyanın fabrikası” olarak nitelenen Çin’in Rusya’dan yaptığı enerji ithalatı, Rusya’nın elini güçlendirmektedir. 

Rusya, her ne kadar son dönemlerde Ukrayna ile yasadığı sorunlar ve Kırım’ın Rusya’ya katılması nedeniyle G 8’den6 dıslanmıs, üyeliği askıya alınmıs ise de bu ülkeler arasındaki en büyük enerji üreticisi ve ihracatçısıdır. Ülke siyasetine devlet baskanı Vladimir Putin’in ağırlığını koymasıyla birlikte benimsenen enerji politikası, petrol ve kömürde göreli olarak liberal ve özel sektöre öncelik tanıyan bir yaklasıma sahipken, doğalgaz ve elektrik üretiminde devlete ağırlık vermektedir. Ülkenin sadece ekonomisinde değil, politik ve diplomatik adımlarında da önemli yer tutan enerji sektöründe, en büyük ulusal enerji sirketi olan Gazprom’a stratejik önem verilmektedir. Bu kurulusun yöneticileri Putin’e yakın isimlerden oluşmaktadır. 

Rusya, dünyanın ve Avrasya’nın en büyük güçlerinden olan Çin’le her alanda gelisen iliskilere sahiptir. İki ülke birbirlerini “stratejik ortak” olarak tanımlamaktadır. Sanghay İsbirliği Örgütü’nde (SDÖ), BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) içinde, 

Birlesmis Milletler Güvenlik Konseyi’nde birlikte hareket etmektedir. Ortadoğu basta olmak üzere, dünyanın sorunlu bölgelerinde izledikleri politikalar büyük ölçüde örtüsmektedir. iki ülke orduları ortak tatbikatlar düzenlemektedir. Çin’in enerji talebenin sürekli arttığı düsünüldüğünde, Rusya ile Çin arasındaki uzun vadeli isbirliğinin, bu bağlamda Gazprom’un önemi daha iyi anlasılır.7 Rusya, Çin’in yanında, Avrupa Birliği’yle ve özellikle de birliğin en büyük ekonomisi olan Almanya’yla enerji alanında yakın iliski içindedir. AB’nin ve Almanya’nın en büyük doğalgaz tedarikçisidir. 

Rusya, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerinde de elektrik ve doğalgaz tasınmasında ve dağıtımında etkisini artırmaya çalısmaktadır. Enerji piyasaları nda kendisi açısından dezavantaj olusturan altyapı sorunlarını, bu alandaki büyük ölçekli yatırımlarla asmakta, eksiklerini gidermektedir. Avrupa’da özellikle Almanya ve İtalya’yla enerji düzleminde yakın iliskileri bulunan Rusya’nın, bu düzeyde olmasa bile, Fransa ve İngiltere’yle de iliskileri gelismistir. Avrupa Birliği Rus doğalgazına bağımlı olduğundan bu durum siyasi iliskilere de yansımak ta, AB’nin doğalgaz talebinin artmasına kosut olarak, ithalat bağımlılığı da artmaktadır. 

Avrupa’nın artan enerji talebi ve Rusya’ya olan bağımlılığı üzerinde önemle durmak gerekir. Zira bu bağımlılık, Batı’nın Rusya’ya karsı blok olarak hareket etmesini zorlastırmakta, Batı içinde çatlak yaratmaktadır. Rusya’nın bölgesel ve küresel diplomaside elini güçlendirmektedir. Söyle ki, AB’nin doğalgaz talebi yıllık 560 milyar metreküptür. Bu miktar dünya doğalgaz talebinin yüzde 17’sini olusturmaktadır. AB’nin doğalgaz üretimi 2013’te 200 milyar metreküp olmustur. Aradaki fark 360 milyar metreküptür, yani AB yüzde 64 oranında ithalat bağımlısıdır. 2030’a gelindiğinde AB’nin doğalgaz tüketimi 760 milyar metreküp olacak, üretimi ise 160 milyar metreküpe inecektir. Yani ithalatı 600 milyar metreküpü bulacaktır. Bu da dıs kaynak bağımlılığını yüzde 80’e tasıyacaktır. AB’ye gelen doğalgazın yüzde 80’i boru hatlarıyla, yüzde 20’si ise LNG olarak Nijerya ve Katar’dan gelmektedir. Boru hatlarıyla gelen 3 ana koridor sunlardır: 

1 – Norveç ve Dngiltere kaynaklı koridor. 

2 – Rusya kaynaklı koridor. 

3 – Afrika üzerinden, Cezayir ve Libya’dan gelen, Akdeniz’den geçen boru hatları. 

2013’te Rusya’dan 136 milyar metreküp doğalgaz ithal eden AB’nin doğalgaz pazarının yüzde 38’i Rusya’nın elindedir. 2030’a gelindiğinde Rusya’nın 
Avrupa’ya 236 milyar metreküp doğalgaz satacağı tahmin edilmektedir ki, bu Avrupa’nın Rusya’ya olan bağımlılığının daha da artacağının isaretidir.8 

Rusya’nın geçtiğimiz yıllarda doğalgaz nedeniyle Ukrayna ile yasadığı sorunlar, son aylarda Kırım’ın Rusya’ya katılması ve Ukrayna’da yasanan gerginlik nedeniyle boyut değistirmistir. Rusya – Ukrayna gerginliğinin siyasi, diplomatik ve askeri boyutunun yanında iktisadi boyutu ve enerji boyutu da vardır. Bu sorunda ABD ve AB her ne kadar Ukrayna’dan yana tavır almıslarsa da, Rusya üzerinde bekledikleri etkiyi yaratamamıslardır. Bunda, Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığının ve özellikle Almanya’nın Rusya’yla olan yakın iliskilerinin payı büyüktür. Almanya’nın Çin ve Dran’la da iliskilerinin gelistiği düsünüldüğünde, bu tercihinin Rusya’yla sınırlı taktik bir adım olmadığı, daha genis boyutlu bir stratejik adım olduğu düsünülebilir. 

Rusya, enerji konusunda çok yönlü, çok boyutlu bir siyaset izlemektedir. Örneğin; İran’la bu ülkenin nükleer faaliyetleri bağlamında isbirliği yapmakta, bu ülkeye teknoloji satmaktadır. Keza ülkenin en büyük enerji sirketi olan Gazprom, bir yandan Irak’taki varlığını güçlendirmekte, bir yandan da Kuzey Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetimi’yle temaslarını sıklastırmaktadır. Gazprom, bir yandan Avrupa’da serbestlesen yatırım ortamından yararlanırken, diğer yandan Ortadoğu’da İran ve Irak’ta, Kuzey Afrika’da ise özellikle Libya, Cezayir ve Mısır’da yeni üretim, paylasım ve ticaret anlasmaları arayısındadır. Gazprom’un sirket olarak yeni sahalara yayılısı, devlet merkezli uluslararası politikalarla uyumludur. Kremlin’in dıs politikadaki önceliklerini gözetmektedir. Avrupa pazarındaki serbestleşmeden etkili şekilde yararlanırken, Rusya’nın jeopolitik hedeflerine de, alternatif enerji güzergahlarındaki kontrolünü artırarak aracılık yapmaktadır. Güney Akım Projesi de, Rusya’nın Avrupa’yla kurduğu enerji iliskisinin, ekonomik olmanın ötesinde stratejik önceliklere sahip olduğu kanısını güçlendirmektedir.9 

3 – Türkiye – Rusya Dliskilerinde Enerji Unsuru 

Dıs politika, enerji ihtiyacı dikkate alınmadan yürütülemez. Türkiye gibi, enerjide dısa bağımlı olan (petrolde yüzde 93, doğalgazda yüzde 98 oranında), tükettiği enerjinin büyük bölümünü iki ülkeden (Rusya ve Dran) ve diğer komsu ülkelerden temin eden bir ülkenin, bu yalın gerçek nedeniyle diplomaside eli çok kuvvetli değildir. Rusya ile iliskiler özelinde bakıldığında Türkiye, nükleer santral yapımına 15 yılda toplam 71 milyar dolar ödeyecektir. En büyük ekonomik sorunlarından biri cari açık olan, verdiği cari açığın büyük bölümü de 
enerji ithalatından kaynaklanan Türkiye, bu durumun siyasette, ekonomide, diplomaside, ulusal güvenlikte yarattığı sorunlarla sık sık yüzlesmektedir. Örneğin; petrol fiyatındaki 10 dolarlık artıs, cari açığı 5 milyar dolar artırdığından, enerji faturası konusunda oldukça endiseli bir ülkedir. 

Türkiye ile Rusya arasında ilk doğalgaz anlasması, henüz SSCB dağılmadan önce, 1986’da imzalanmıstır. SSSCB dağıldıktan sonra da iliskiler ekonomik ve politik açıdan hızla gelismistir. Dki ülkenin ekonomik yapıları ve sanayileri, rekabetçi olmaktan çok, birbirinin eksiklerini giderici özelliklere sahiptir. 1986’da imzalanan anlasmaya göre; Türkiye doğalgaz bedelinin bir bölümünü mal ve hizmetle ödeyebilecekken, ilerleyen yıllarda Rusya’dan ithal ettiği doğalgaza karsılık bu ülkeye mal ihraç etmeyi sürdürememistir. Bugüne dek Rusya 
pazarından yeterince yararlanamamıstır. 1997’de Rusya ile ikinci büyük doğalgaz anlasması imzalanmıs ve Mavi Akım olarak bilinen projeyle Türkiye, 25 yıl boyunca Rusya’dan yılda 16 milyar metreküp doğalgaz almayı yükümlen mistir. 2004 Aralık ayında Putin’in Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret sonrasında ekonomik ilişkiler daha da gelişmiştir. 

Rusya, Hazar petrolünün Rusya’yı dıslayarak Bakü – Ceyhan Boru Hattı üzerinden batı pazarlarına tasınmasını ise kendisi için bir yenilgi olarak görmüstür. Bu olayın ve diğer gelismelerin de etkisiyle, ürettiği enerjiyi dünya pazarlarına ulastırmak için, yani sadece üretimde değil nakilde de söz sahibi olabilmek için, sürekli biçimde alternatif yolları gündeme getirmistir. Bu kapsamda Rusya’da üretilen enerjinin dünya pazarlarına ulastırılmasında Türkiye’yi de alternatif bir güzergâh olarak görenler vardır. Ancak belirtmek gerekir ki, ABD’nin, Rusya’nın enerji üretimi ve iletimindeki tekelini kırmaya dönük adımlarını hesaba katan Rusya’da, Türkiye’nin enerji dağıtım üssü, enerji geçis yolu olma çabasını endiseyle karsılayanlar çoğunluktadır. 

Karadeniz ve Türk Boğazlarını kendisi açısından yasamsal önemde gören ve Montrö Boğazlar Sözlesmesi konusunda çok hassas olan Rusya, 2008’de Gürcistan’la yaptığı savas sırasında, Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözlesmesi konusunda gösterdiği hassasiyeti ise takdir etmistir. Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyesi olmasına siddetle karsı çıkan Moskova’nın bu kaygılarını Ankara da büyük ölçüde paylasmaktadır. Ancak Ukrayna’da yasanan gelismeler sonrasında Türkiye’nin izlediği diplomasi ve Montrö Boğazlar Sözlesmesi konusunda esnemeye baslayan tavrı, Moskova’da endiseyle izlenmektedir. 

Rusya, ekonomik iliskilerdeki avantajlı pozisyonunu baskı aracı olarak kullanırken, yasanan krizlerde, aslında hassas ve kırılgan olan tarafın Türkiye olduğunu basarılı sekilde Ankara’ya hissettirmistir. Rusya’nın gümrüklerinde Türk mallarına uyguladığı zorlastırıcı rejim hafızalardaki tazeliğini korumaktadır. Rusya sadece Türkiye’den gelen Türk mallarını değil, Türk orjinli ama Avrupa’dan gelen malları bile “kırmızı hat” uygulamasıyla teker teker kontrol etmek suretiyle gümrüklerinde günlerce bekletmistir. Özellikle Türk tekstil ve 
insaat sektörü gümrük krizinden milyonlarca dolar zararla çıkmıstır. Yaz ve sonbahar ayları geldiğinde ise “domates krizi”, “mandalina krizi” adlarıyla neredeyse geleneksellesen bir sebze – meyve krizi yasanmaktadır. Rusya, geçtiğimiz yıllarda birkaç kez, tarım ürünlerinde yüksek oranda ilaç kalıntısı, nitrat ve Akdeniz Sineği bulunduğu gerekçesiyle Türkiye’den bazı tarım ürünlerinin ithalatını durdurmuştur.10 

Türkiye ile Rusya, Suriye’deki iç savasta, Irak siyasetinde, Türkiye’ye yerlestirilen füze kalkanı radarında, ABD’nin Karadeniz’e yönelik hesaplarında ve bu bağlamda Montrö Boğazlar Sözlesmesi’ni esnetmeye hatta mümkünse değistirmeye yönelik politikalarında, Ukrayna’daki son gelismelerde farklı politikalar izlemektedirler. Gelisen iktisadi, toplumsal, kültürel iliskilere, coğrafi yakınlığa, Rus turistlerin Türkiye’ye yönelik ilgisine, Türkiye’nin, Rusya’nın kurucu üye olduğu Sanghay Dsbirliği Örgütü’ne “Diyalog Ortağı” olarak kabul edilmesine rağmen, Türkiye’nin ABD basta olmak üzere Batı Bloku ve NATO ile olan güçlü bağları nedeniyle, Türkiye ile Rusya arasında, güçlü bir yakınlasma yasanmamaktadır. Her ne kadar Türkiye, Avrupa Birliği’yle soğuyan ilişkilerinin de etkisiyle, Sanghay Dsbirliği Örgütü’ne katılmak istediğini birkaç kez dillendirmiş olsa da, mevcut durumda bu üyeliğin gerçekleşmesi olanaksızdır. 

Her ikisi de büyük imparatorlukların bakiyesi ve Avrasya ülkesi olan Türkiye ile Rusya, Soğuk Savas’ın bitip, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, ikili iliskilerde rekabet ve isbirliğini aynı anda düsünmeye baslamıslardır. Özellikle Orta Asya’da bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetleri’nin ortaya çıkısıyla birlikte, Ankara’nın adımlarına karsı Moskova tedirgin olmustur. Türkiye’nin, eski Sovyet coğrafyasında, Orta Asya ve Kafkasya’da etkili olma çabalarının devamının gelmemesi ve Putin dönemiyle birlikte Rusya’nın “yakın çevre”den baslayarak yeniden öne çıkması sonrasında iki ülke iliskileri hızla gelismeye baslamıstır. Ancak, Rusya özellikle son yıllarda, Türkiye’nin “ılımlı islam” projesine destek verdiğini, bunun da Orta Asya’da radikal akımları güçlendirdiğini düsünmektedir. Dki ülkenin Karadeniz ve Ortadoğu politikalarında da bir rekabet olmakla birlikte, Rusya’nın Avrasya ve Ortadoğu’da artan etkisine kosut olarak, küresel bir aktör olarak da öne çıktığı ve gelişmelere ağırlık koyduğu görülmektedir. 

Dünyanın kanıtlanmıs doğalgaz ve petrol rezervlerinin yüzde 70’ini çevresinde bulunduran Türkiye, dünyanın enerji nakil merkezi, enerji geçis üssü, enerji transit istasyonu olmaya çalısmaktadır. Bu hedef Türkiye’yi heyecanlandır maktadır. Ancak bu hedefe, Rusya’ya rağmen ulasmak olanaksız dır. Türkiye, boru hatları diplomasisi izlemeye çalısırken Rusya’ya karsı net, kararlı, etkili bir siyaset takip edememektedir. Bütüncül, sağlıklı ve etkili bir enerji politikası yoktur. Rusya ise kaynak ülke olarak ve Avrupa’nın doğalgazda kendisine 
olan bağımlılığını bilerek, dinamik ve basarılı bir boru hatları diplomasisi izlemektedir. Özellikle Karadeniz’deki, Hazar ve çevresindeki enerji kaynakları söz konusu olduğunda Rusya’nın bariz bir belirleyiciliği söz konusudur. Ayrıca, Akdeniz’deki, Irak’taki ve Dran’daki enerji kaynaklarının çıkarılması, islenmesi, dünya pazarlarına ulastırılması için de, Türkiye’nin komsularıyla iyi iliskiler içinde olması gerekir. Ancak mevcut tabloda Türkiye; Suriye ve Irak basta olmak üzere komsularıyla irili ufaklı sorunlar yasamaktadır. Bölgesel bir güç olan Dran’la tarihsel rekabet içindedir. Türkiye, en az sorunlu olduğu komsusu olan ve enerji ithal ettiği Azerbaycan’la da, Ermeni açılımı sonrasında gerginlik yasamıstır. Rusya’nın özellikle Suriye ve Dran’la yakın iliskileri, Irak’la gelisen münasebetleri, Azerbaycan üzerindeki nüfuzu dikkate alındığında, Türkiye’nin enerji konusundaki hedefine ulasmasının, enerji köprüsü olmasının, en azından simdilik olanaksız olduğu görülür. 

Sonuç 

Doğalgaz yakıtlı elektrik üretim santrallerinde gaz gereksiniminin hangi ülkeden, hangi anlasmalarla, hangi boru hatlarıyla, hangi yatırımlarla karsılanacağı çok önemlidir. Elektrik üretiminde doğalgaz payının yüzde 30’un altına düsürülmesi hedefine ulasabilmek için, dısa bağımlılığın azaltılması gerekir. Türkiye’nin, yerli ve yenilenebilir enerji kaynakları açısından potansiyeli yüksektir. Kimi değerlendirmelere göre; önümüzdeki 25 yıllık elektrik enerjisi gereksiniminin tamamını yerli kömür ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının verimli sekilde kullanılmasıyla karsılamak mümkündür. Ancak bunun için planlamaya, enerjide milli politikalara ve sürdürülebilir kalkınmayı önceleyen yaklasımlara gereksinim vardır. Bu kaynakların daha etkin ve verimli kullanılması için, devlet öncülüğün de stratejik planlama yapılması sarttır. Son yıllarda uygulandığı üzere, dileyenin, dilediği yerde, dilediği kaynak veya yakıtla, dilediği teknolojiyle, dilediği zaman aralığında, yeterli denetim olmaksızın yaptığı enerji yatırım uygulamalarından vazgeçilmelidir.11 

Enerjide bağımlılık ekonomide bağımlılık demektir. Ekonomik bağımlılık ise siyasi, askeri, diplomatik, kültürel, teknolojik bağımlılığı getirir. Bu da, ulusal bağımsızlıkla ve milli egemenlikle bağdasmaz. Türkiye, enerji kaynaklarını daha verimli değerlendirmelidir. Enerji iletimindeki kayıp ve kaçağı (üretilen elektriğin beste beri kayıp ve kaçaktır) en alt düzeye çekmelidir. Enerjide kaynak çesitliliği yaratmalı, tek bir kaynağa (doğalgaz) ve bu kaynağın temininde tek bir ülkeye (Rusya) bağımlılığa son vermelidir. Entegre bir enerji politikası izlemeli, bu alanda stratejik planlama yapmalı, kendi kaynaklarını arayıp, üretip, isletmelidir. Fosil yakıtlar arasında petrol ve doğalgaz açısından fakir olan Türkiye, kömür rezervleri açısından asırı zengin olmasa da, fakir bir ülke de değildir. Keza yenilenebilir enerji kaynakları söz konusu olduğunda Türkiye rüzgâr, günes ve jeotermal enerji potansiyeli yüksek bir ülkedir. Dünyanın 7. büyük jeotermal enerji potansiyeline sahip olan Türkiye, bu alana daha çok yatırım yapmalıdır. 

Türkiye kamu öncülüğünde planlamaya öncelik verirken, bu yolla belirsizliklerin, gereksiz yatırımların, çevre dostu olmayan projelerin önüne geçmelidir. Sözde değil, özde bir ulusal enerji politikası saptanmalıdır. Dthal enerjiye bağımlılığı azaltacak yerli, yenilenebilir kaynaklara öncelik tanınmalıdır. Doğalgazda Rusya’ya olan bağımlılığı azaltmak için hem doğalgaza alternatif kaynak arayısına girilmeli, hem de kaynak ülkelerde çesitliliğe gidilmelidir. Enerji politikalarında hedefler gerçekçi, akılcı ve uygulanabilir olmalıdır. 

DİPNOTLAR;


1  Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Öğretim Görevlisi 
2 “ Doğalgaz, Kömürün Saltanatını Bitiriyor ”, Hazar World, Ocak 2014, Sayı: 14, s: 4. 
3 www.epdk.org.tr, Petrol Piyasası Sektör Raporu, 2013. 
4 www.epdk.org.tr, 2013 Yılı Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu. 
5 Oğuz Türkyılmaz, “Bağımlılığın Öteki Yüzü”, Cumhuriyet Enerji, 4 Aralık 2012, s: 4. 
6 G 8, Dngilizce “Group of Eight” tümcesinden türemis olup, dünyanın GSMH’sı en yüksek olan ülkelerini belirtmek için kullanılır. 
Rusya bu gruba en son katılan ülkedir. Diğer üyeleri sunlardır: ABD, Japonya, Almanya, Dngiltere, Fransa, İtalya, Kanada. 
1975 yılından beri her yıl ekonomi zirvesi düzenleyen bu ülkeler, dünya ekonomisinin yaklasık üçte ikisini temsil ederler. 
7 Süreyya Yiğit, “Türkiye, Büyük Orta Asya ve SDÖ Pekin Zirvesi”, Ortadoğu Analiz, Ağustos 2012, Cilt: 4, Sayı: 44, s: 56. 
8 Samir Kerimli, Türkiye’nin Enerji Merkezi Olması Yolunda TANAP Projesinin Rolü, Hazar Strateji Enstitüsü Yayınları, Dstanbul, 2014, s: 9 – 10. 
9 Sanem Özer, “Doğu Akdeniz’de Enerji Güvenliği ve Savasları”, Ortadoğu Analiz, Aralık 2013, Cilt: 5, Sayı: 60, s: 71. 
10 Fatih Özbay, “Soğuk Savas Sonrası Türkiye – Rusya Dliskileri: 1992 – 2010”, Bilge Strateji, Cilt: 3, Sayı: 4, Bahar 2011, s: 62 – 63. 
11 Oğuz Türkyılmaz, age. 


KAYNAKÇA 

“ Doğalgaz, Kömürün Saltanatını Bitiriyor”, Hazar World, Ocak 2014, Sayı: 14, s: 4. 
  2013 Yılı Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu, www.epdk.org.tr 
  Fatih Özbay, “ Soğuk Savas Sonrası Türkiye – Rusya Dliskileri: 1992 – 2010 ”, Bilge Strateji, Cilt: 3, Sayı: 4, Bahar 2011, s: 62 – 63. 
  Oğuz Türkyılmaz, “Bağımlılığın Öteki Yüzü”, Cumhuriyet Enerji, 4 Aralık 2012, s: 4. 
  Petrol Piyasası Sektör Raporu, 2013. www.epdk.org.tr 
  Samir Kerimli, Türkiye’nin Enerji Merkezi Olması Yolunda TANAP Projesinin Rolü, Hazar Strateji Enstitüsü Yayınları, Dstanbul, 2014, s: 9 – 10. 
  Sanem Özer, “Doğu Akdeniz’de Enerji Güvenliği ve Savasları”, Ortadoğu Analiz, Aralık 2013, Cilt: 5, Sayı: 60, s: 71. 
  Süreyya Yiğit, “Türkiye, Büyük Orta Asya ve SDÖ Pekin Zirvesi”, Ortadoğu Analiz, Ağustos 2012, Cilt: 4, Sayı: 44, s: 56. 


*****