Yeni Dünya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yeni Dünya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2021 Salı

Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar

 Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar




TASAM  12 Eki 2021

Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar
ABD ise geniş yüzölçümü, 330 milyonu yakın nüfusu, sanayileşme ve teknolojide elde ettiği ilerleme, büyüyen ve gelişen ekonomisi, doğal kaynakları, demografik yapısı, Birleşmiş Milletlerdeki veto gücü, IMF ve NATO içerisindeki yeri, uluslararası alandaki saygın konumu ile tüm dünyanın dikkatini her daim üzerine çeken bir güç görünümündedir....

“Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar“

Dünyadaki temel trendlere bakıldığında “toprak ve makineyi“ takiben “bilgi ve bilgiye dayalı ürünler“ temelli yeni ekonomi çağında küresel rekabet “mikro-milliyetçilik“, “entegrasyon“ ve “öngörülemezlik“ üzerinden gelişmekte, hayatın ve devletin yeni doğasını belirleyen meydan okumaların; “kaynak ve paylaşım krizi“, “üretim-tüketim-büyüme“ formülünün sürdürülemezliği, Çin kaldıracı ile “orta sınıfın tasfiyesi“, “enerji, su ve gıda güvensizliği“, hayatın her alanında “4. boyuta geçiş“, “işgücünde insan kaynağının tasfiyesi“, değişen devlet doğası ve beklenti yönetimi temelinde “sert güçten yumuşak ve akıllı güce geçiş“ olduğu temel referanslar olarak şekillenmektedir.

Tüm bu temel parametreler içerisinde, teknolojideki dönüşümler; yapay zeka, sanal/artırılmış gerçeklik ve mobilite merkezli gelişerek tüm insan hayatını ve doğasını değiştirmeye adaydır. “Endüstri 4,0“ ve “Toplum 5,0“ kavramlarının dünyanın dönüşümünü endüstri ve toplum boyutları ile yönetmek açısından önemli başlıklar olduğu aşikârdır. Bir diğer etken de Çin’in dünya sahnesinde her geçen gün etkinleşmeye başlamasıyla oluşturduğu türbülanstır. Yeni İpek Yolu projesi “Kuşak ve Yol“; hem karadan hem denizden yüzden fazla ülkeyi ilgilendiren bir küresel entegrasyon projesi olarak şekillenmekte, iktisadi pastanın dağılımını kalıcı olarak değiştirmektedir. Orta sınıfı olmayan ülkelerde, otoriter rejimler ya da kaos, iki seçenek olarak önümüzde durmaktadır. Bölgesel ve küresel güvenlik anlamındaki iş bölümünün nasıl yapılacağı ve bedellerinin nasıl paylaşılacağı da önümüzdeki dönemin tartışma konuları olmaya adaydır.

Güvenlik üzerinden yeni ittifakların gelişmesi ise başat ülkelerin aldıkları risklerden ve inisiyatiflerden okunabilmektedir. Mülkiyet ve güç kavramlarının niteliği ile iş modeli tarihsel olarak değişmektedir. “Başarıda Başarısızlık“ sendromu yaşayan AB’nin geleceğini; Brexit sonrası Batı’da yeniden canlanan kamplaşmanın sonuçları belirleyecektir. Tüm bu gelişmelerle birlikte, “Güvenliğin Ekosistemi“, hukukuyla birlikte değişmektedir. “Güvenlik - Demokrasi“ ikilemini bundan sonra çok daha fazla yaşanacaktır. Çünkü orta sınıfı eriyen ve güvenlik ekseni sofistike bir zemine kayan ülkelerde demokrasinin yaşatılması zordur. “Güvenlik bize otoriter rejimler mi getirecek“ sorusunun daha fazla tartışılması gerekmektedir.
Türkiye; 84 milyonluk nüfusu, gelişerek büyüyen ekonomisi ve Afro-Avrasya ana kıtası ortasındaki jeostratejik konumu ile öne çıkmaktadır. Avrupa, Karadeniz, Kafkaslar, Asya, Orta Doğu ve Afrika ülkeleri ile arasındaki tarihî, siyasi ve kültürel bağları, Birleşmiş Milletler başta olmak üzere uluslararası alanda yükselen aktivitesi, NATO, AGIT ve CICA gibi örgütlerin önemli üyelerinden olması ve son dönemde geliştirdiği aktif dış politikası ile küresel platformda önemi gittikçe artan bir aktör hâline gelmiştir.

ABD ise geniş yüzölçümü, 330 milyonu yakın nüfusu, sanayileşme ve teknolojide elde ettiği ilerleme, büyüyen ve gelişen ekonomisi, doğal kaynakları, demografik yapısı, Birleşmiş Milletlerdeki veto gücü, IMF ve NATO içerisindeki yeri, uluslararası alandaki saygın konumu ile tüm dünyanın dikkatini her daim üzerine çeken bir güç görünümündedir.
Osmanlı Devleti ile ABD arasındaki ilk temaslar 18. yüzyılın sonlarında Akdeniz’deki Türk limanlarında sürdürülen deniz ticareti ile başlayıp gelişmiştir. Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasındaki diplomatik ilişkiler ise 1927’de başlayıp bilhassa 2. Dünya Savaşı sonrasında hızla genişleyip derinleşmiştir.

Türkiye ile ABD arasında; ikili, bölgesel ve küresel birçok konuda her düzeyde yoğun ilişki ve ziyaret trafiği söz konusudur. Temaslarda, ikili ilişkilerin yanı sıra, terörizm ile mücadele, Suriye, Libya ve Irak’ta yaşanan gelişmeler, PYD/YPG/PKK ve DAİŞ tehdidi öne çıkmakla birlikte, Kıbrıs sorunu ve Doğu Akdeniz, İran, Kafkaslar, Venezuela ile NATO konuları, enerji güvenliği, kitle imha silahlarının yayılması gibi konular da ele alınmaktadır.
Türkiye’de 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimi sonrasında iki ülke ilişkilerinde hassas bir döneme girilmiştir. Bu bağlamda, FETÖ faaliyetleriyle mücadele ve örgüt liderinin iadesi ikili gündemde en üst sıralarda bulunmaktadır. Karşılaşılan zorluk ve sınamaların aşılması, ikili ilişkilerin gündeminde öne çıkan konuların ele alınması ve işbirliğinin daha da ileri götürülmesi amacıyla iki ülke arasındaki temaslar her düzeyde yoğun şekilde sürdürülmektedir.

Türkiye - ABD ekonomik ve ticari ilişkilerinin hukuki çerçevesini 1990 tarihli “Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması“; 1997 tarihli “Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşması“ ve 2000 tarihli “Ticaret ve Yatırım Çerçeve Anlaşması“ (TIFA) teşkil etmektedir.
ABD Türkiye’nin önemli ticaret ortaklarından biridir. Türkiye - ABD ikili ticaretinde, 2020 yılında ticaret hacmi yaklaşık 22,1 milyar dolar, ticaret açığı ise Türkiye aleyhine yaklaşık 1,8 milyar dolar civarında olmuştur. ABD 2020 yılında Türkiye'nin en çok ihracat yaptığı 3. ülke ve en çok ithalat yaptığı 5. ülke olmuştur. Türkiye’nin ABD’ye ihraç ettiği başlıca ürünler; motorlu taşıtlar, kazanlar, makine aksam ve parçaları, demir ve çelik, halılar, mineral yakıt ve yağlardır. ABD’nin Türkiye’ye ihraç ettiği başlıca ürünler; hava taşıtları, demir ve çelik, mineral yakıt ve yağlar, kazan, makine ve mekanik cihazlar ile optik, tıbbi ve cerrahi cihazlardır. İki ülke de ikili ticaret hacmini 5 katına çıkarmayı hedeflemektedir.

Türkiye’de 1.874 Amerikan şirketi faaliyette bulunmaktadır. Türkiye'yi 2019 yılında 585.303 Amerikalı turist ziyaret etmiştir.

Demokrasi, laiklik, G20 üyeliği, Dünya Ticaret Örgütü üyeliği ve kalkınmacı ekonomilere sahip olmaları iki ülkenin ortak özellikleridir. Türkiye, büyüyen ekonomisi, geniş pazarı, askerî gücü, bilişim teknolojisindeki üstünlüğüyle küresel alanda etkin bir güç olan ABD’ye gereken önemi vermektedir.

Türkiye, ABD için kilit müttefik olmayı sürdürmektedir ve hâlâ ABD’yi fazlasıyla önemli bir ortak olarak görmektedir. Bu iki ülke Orta Doğu’da barışı ve istikrarı destekleme, terörizme ve aşırıcılığa karşı mücadele, açık ve küresel bir ekonomiye teşvik etme, güvenli enerji taşımacılığı sağlama, Karadeniz’de, Kafkaslar’da ve Orta Asya bölgelerinde güvenliğin sağlanması, Birleşmiş Milletler ile yararlı işbirliğinin devamı gibi çok sayıda ortak menfaati paylaşmaktadır. Böylesine önemli stratejik çıkar örtüşmesi, karşılıklı yararlı işbirliği için gelecek vaat eden spektrum fırsatı sağlamaktadır.

Ancak bugün Türkiye - ABD ilişkileri daha önce sahip olduğu stratejik kaliteden yoksundur. “Model Ortaklık“ beklentileri şöyle dursun; iki taraf da güncel konu alanlarının ötesini görebilmenin zor olduğu kanısında olup gerçek çıkarları ile siyasi amaçları arasında etkili bağ kurmakta zorluk yaşamaktadır. Bu ilişki yapısı, her iki ülke için daha geniş stratejik çıkarlara hizmet edebilmesi adına genişletilmeli ve derinleştirilmelidir. Bu bağlamda Haziran 2021’de yapılan son NATO Zirvesi'nin ve Devlet Başkanları düzeyinde yapılan görüşmenin sonuçları, rol paylaşımı ve önceliklerin yeniden belirlenmesi için yeni bir milattır. Yaşanacak gelişmeler; sürdürülebilir, reel politik ve karşılıklı önceliklere dayalı bir süreç gelişip gelişmeyeceğini teyit edecektir.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ivme kazanan küreselleşme ve ardından çok boyutlulukla gelen temel eğilim, ülkelerin tek başlarına değil belirli bölgesel işbirlikleri ve bölge-ötesi ortaklıklar vasıtasıyla güçlenmesi yönündedir. Ülkeler artık ekonomik, siyasal, kültürel bakımdan diyalog ve iş birliğine dayalı açık bir yapıya doğru yönelmekte, uyum sağlayamayanlar ise ciddi istikrarsızlıklar yaşamaktadır.

İki ülkenin, bölgesel meselelere çözüm bulunması hususunda işbirliği içinde çalışmalarına duyulan ihtiyaç da derinden hissedilmektedir. Çok boyutlu şekillenen dünya güç sistematiği içerisinde Türkiye - ABD ilişkilerinin ifade edilen “model ortaklık“ niteliği kazanabilmesi için, yalnızca siyasi ve stratejik temelli değil, her parametrede karşılıklı derinlik oluşturacak bir yapıya doğru yönelinmesi gerekir. Tarih; iki ülkeye karşılıklı bağımlılığı derinleştirecek stratejik fırsatlar sunmaktadır. Bu bağlamda sektör temsilcilerini stratejik boyutu da kapsayan bir yaklaşımla bir araya getirecek olan Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu önemli bir işlev görecektir.

Ana Tema
Düşünce Diplomasisi Yeni Dünya Yeni Ufuklar
***

30 Temmuz 2017 Pazar

Yeni Dünya Göç Sistemi: Avrupa Odaklı Modern Analiz BÖLÜM 2


Yeni Dünya Göç Sistemi: Avrupa Odaklı Modern Analiz BÖLÜM 2


İlk iki açıklamanın ardından göç olgusunun bir diğer tamamlayıcı ve ayırtedici kavramı olan Azınlık kavramı gelmektedir. Bu terim her ne kadar hukuksal 
bir kavram gibi görünse de varlığının temelini belirli bir toplumsal-kültürel gerçeklikten almaktadır. Bu kavrama temel oluşturan toplumsal-kültürel gerçeklik “farklı görülmek” ya da “ötekileştirilmek” fenomenine dayanır. Bu fenomenin toplumsal gerçeklik içindeki karşılığı bazen dinsel farklılıklar olabildiği gibi, bazen de dilsel-kültürel farklılıklar olabilmektedir. Kavrama konu olan olgunun iki yönlü paradigmal boyutu vardır. Bunlar, içerden ve dışarıdan yapılan tanımlar olarak ikiye ayrılmaktadır. Zira, her ne kadar kavram “tek taraflı”, yukarıdan bir belirlenimin konusu olsa da, karşı tarafın böyle tanımlanmak bakımından rızası ve hazırlıklı oluşu da tanımlama bakımından önemli bir etkendir. Bu sebeple böyle tanımlanmaya aday toplumsal grup ve cemaatlerin kendilerini nasıl gördüklerine ilişkin antropolojik bir bakış açısının, yine bu aday grup ya da cemaatin dışarıdan yapılan yaygın tarifi hukuki açıdan önemlidir (Aydın 2005, 122). 

Azınlıklar ile ilişkili sorunlar uluslararası haklar bakımından ülkelerin içişleri boyutundan çıkarak evrensel boyuta taşınabilecektir. Bunu gerçekleştirebilmek 
için, 1947’de Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından bir tanım yapılmıştır. “Başat olmayan bir durumda olup, bir devletin geri kalan nüfusundan sayısal olarak daha az olan, bu devletin uyruğu olan üyeleri etnik ve dilsel nitelikler bakımından nüfusun geri kalan bölümünden farklılık gösteren ve açık olarak olmasa da kendi kültürünü, geleneklerini ve dilini korumaya yönelik bir dayanışma duygusu taşıyan gruptur (Çakmak 2012, 11). İçeriden ve dışarıdan bakış açılarının oluşturduğu diyalektik içinde biçimlenen ve belirli ölçülerde istikrar kazanan aitlik algısı, toplumsal-kültürel alanda meydana çıkar. Bu noktada, yukarıda sıralanan üç kavrama ek olarak “kimlik” kavramı ortaya çıkar. Bireyin kendini ait hissettiği azınlık grubuna ya da cemaatiyle olan ilişkisini tanımlamak açısından önemli olan kavram göç politikaları üreten kaynak-hedef ülkelerin uluslararası alanlarda hukuken dayanaklı açıklamalarına konu olmaktadır. 

Avrupa’da Göç Politikalarının Tarihsel Analizi 

Dünya genelinde son dönemlerde göç kontrolünde açık sınır uygulamaları, 

20. yy’ın bir fenomeni olarak savunulmaktadır (Pluto 2004; Harris 2001). Ancak bunun gerçekleştirilebilir kolaylıkta olmadığı konusunda feodalizmin mutlak 
tecrübeleri vardır. Örneğin; 1662’de I. Elizabeth devrinde Papa yönetimindeki topraklarda kölelik hareketleri sınırlandırılmıştı. 1795’te kısmen kaldırılmış ve 
1800’de Birleşik Krallık’taki İrlandalılar’ın vatandaşlığı tamamen kabul edilmişti. Sonuçta büyük sayılarda İrlandalı fakir insan İngiltere’ye göç etmişti (Torpey 
2000, 66-67). Benzer şekilde 1548’den 1807’ye kadar Alman topraklarında ve Prusya köylüleri arasında kalıtsal kölelik (hereditary servitude) ve diğer ağır devlet kontrolleri gevşetilmesi sonucunda serbest kalan işgücünün serbest pazarlara yöneldiği görülmüştür (Torpey 2000, 59). Feodal dönemde gerçekleşen bu iki lokal örnek nitelikli işgücünün kontrolü açısından mobilitenin sakınılması gereken bir toplumsal olgu olduğu kanaati oluşturmuştur. 1820’lerden itibaren özellikle Büyük Britanya’da serbest ticaret koşullarıyla birlikte büyük bir göç süreci başlamıştır (Timmer ve Williamson 1998, 739-771). Almanya 1856’da göçmen hakları konusunu ilk kez gündeme getirmiş, ısrarlar üzerine göçmenlerin hakları ve yerleşim izinleri kendilerine verilmiştir. Takip eden birkaç yıl içerisinde Alman topraklarında (Hollanda dâhil) ve aynı zamanda karşılıklı anlaşmaları kabul eden İngiltere, Fransa, Belçika ve İskandinav ülkeleri gibi Avrupalı devletlerde göçmen kontrollerinin gevşetilmesi gerçekleşmiştir (Torpey 2000, 77). Ancak, küreselleşme trendleri evrensel anlamda dünyada ve 1870’lerdeki Amerika, Kanada, Arjantin ve Brezilya’da yavaş yavaş göçü kısıtlamaya başlamıştır (Timmer ve Williamson 1998, 739). Amerika’da 1918 kongre döneminde hem dış göç hem de iç göç kısıtlanırken aynı yasa 1919’da sadece dış göçü kapsayacak şekilde değiştirilmiştir (Torpey 2001, 264). 1920ler’deki göç sınırlamalarının evrensel sonuçları Amerika’nın büyük bir hedef ülke haline dönüşmesine kadar devam etmiştir (Andreas ve Snyder 2000, 31-54). 

İngiltere, 1905’te Doğu Avrupa kaynaklı Yahudi göçü korkusuyla kısıtlama politikaları başlattı. 1930’a kadar İngiltere’de İrlandalı göçmenler dahil sedece 
%1’lik bir yabancı popülasyon mevcuttu. Eşzamanlı olarak otoriter rejimlerin hâkim olduğu Sovyetler Birliği, Almanya, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi ülkeler 
içinde de göç kontrolleri ve sınırlamalar yeniden dirilmişti. Böylece, II. Dünya Savaşı öncesinde, birçok ülke mutlak feodal dönem kısıtlamacılığı şartları 
benzeri bir göç yönetimi uygulamasını başlattı. 19. yy’ın sonlarından başlayarak küreselleşme sürecinden uzaklaşıldı. Ağır ve kısıtlı ticari faaliyetlerle birlikte 
işgücü de görece serbest kaldı. Bununla birlikte, 20. yy’da, geri döndürülemez bir göç yönetimi değişimi görüldü. Değişim, ulus devletle birlikte lokal seviyede 
yetkinin yer değiştirmesi anlamına geliyordu. Otoritenin yer değiştirmesi büyük bir kapasite zorlamasına ve modern teknoloji-dökümantasyonun faydasında 
artış meydana getirdi. Modern Refah Devleti’nin özelliklerinden biri olan bireysel özgürlükler ve liberal yaklaşım, merkezi otoritenin müdaheleci devlet algısıyla 
uyuşmuyordu. Böylece merkezi otorite II. Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen Modern Dünya Sistemi içerisinde yerini kaybetti (Torpey 2000, 38). 

Modern refah devleti vatandaşlığı ve milliyetçiliğin yükselmesiyle birlikte çağdaş göç yönetiminin köşetaşlarından biri daha yerini almış oldu. Savaş sonrası 
insan hakları koruma sistemleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde yeni akım kapsamında gerçekleşmiştir. Vatansız insanlar ve mültecilerin korunması 
için 1949 Cenova Konvensiyonları rehberlik etmiştir (Skran 1995, 78). İşgöçüne gelince ILO, 1949’da şu anda 45 ülke tarafından onaylanan vasıfsız işgücü 
politikasını içeren bir anlaşma ortaya koydu. Bu anlaşma Kuzey Avrupa’da ekonomik genişleme sürecinde takip edilecek temel yönelimler ve gerekli misafir işçi kaynağını sağladı (Cenova 1949). Özellikle, Yeni Dünya’nın yerleşimci toplumları (Avusturalya, Kanada ve ABD) geçici işgücü göçünden ziyade kalıcı 
göçü tercih ettiler. Bu yaklaşımı 1980’lerin sonuna kadar sürdürdüler (Freeman ve Birrell 2001, 525-551). Ekonomik refahta artışın görüldüğü 1950’lerin ve 
1960’ların sonlarında gelişmiş dünyanın çoğunda işgücü kıtlığı hâkimdi ve göçe olan ekonomik ihtiyaç açıkça ortadaydı. Göç türü ise tarihi, kültürel ve coğrafik 
parametrelere göre çeşitlilik gösterdi. Örneğin; Fransa, Hollanda ve Birleşik Krallık gibi kolonileşme sonrası ülkelerde koloniyel vatandaşlık yükseldi. Almanya, Avusturya, İsviçre ve Belçika kendilerinin geçici işgücü olarak tanımladığı (Gastarbeiter) işgücüne güveniyorlardı. Yeni Dünya ise kalıcı göçü teşvik ediyordu. Güney Avrupa ise öncelikle Kuzey Avrupa’ya işgücü ihracatçısı konumundaydı. 1973’teki petrol krizleri göç politikası tarihinde açık bir dönüm noktasıdır. Kuzey Avrupa ülkeleri, vasıfsız misafir işçi alımını durdurdu ve başarısız da olsa mevcut olanları da geri göndermeye çalıştı. Güney Avrupa ülkeleri politika değişikliği ile ilgili geçişlerine işgücü ihracatından uzaklaşarak başladı. Öncelikle kendi işçilerinin dönüşüyle ve daha sonra 1980ler’de başka yerlerden işgücü alımıyla devam ettiler (Pellegrino ve Taylor 1998, 5). 

Avrupa’da Göç, Kapasite ve Çözümler 

Kısmen Kanada, ABD ve Birleşik Krallık hariç olmakla beraber 1974’ten bu yana göç politikası seçeneklerinin çoğu açık şekilde donmuş durumdadır. Buna 
rağmen, ABD ve Birleşik Krallık’ta dahi yasadışı göçmenlerin ve sığınmacıların girişi temel ucuz yasadışı işgücü olanağı sağlamıştır. Bu yüzden resmi göç 
politikaları konunun sadece bir bölümüdür (Freeman ve Birrell 2001, 525-551). Fakat vasıflı işçiler ve aile göçünü destekleyen bir puan sistemi ile de olsa 
onyıllardır göreceli olarak açık bir göç politikasına büyük çapta yasadışı göç eşlik etmektedir. Avrupa’da, Güney Avrupa ülkeleri diğerlerine kıyasla az yasal 
göçmen kabul etmiştir. Çoğu göç vize süresini aşma, yasadışı çalışma ve yasadışı girişten etkilenmiştir. Dolayısıyla, yasallaştırma programları yoluyla kısa süreli yasal statüler verilmiştir. 

Toplam göç ve istihdam genel olarak, Kuzey Avrupa ülkeleri veya geniş Anglosakson dünyasında sınırlandırılmış görünse de, yasadışı göç ve yasadışı 
çalışma, Güney Avrupa’da da sınırlandırılmamıştır. Massey, devletin kısıtlayıcı göç politikalarının uygulama kapasitesinin yasadışı göçün dünya çapında tutarlı 
olarak neden yükselme eğiliminde olduğunu teorize eden bir denemeyi ele almıştır. Otoriter körfez ülkelerinden göçü destekleyen yapılarıyla geleneksel yerleşik ülkelere kadar değişen devlet kapasiteleri ile ilgili bir düşünce dizisi ortaya atmaktadır. Bu yaklaşımla ilgili sorun körfez devletlerinin dahi yüksek rakamlarda yasadışı göçmenlerinin olduğudur. Aslında bu ülkelerin kaç tane göçmen işçisi olduğu hakkında çok az bilgileri var gibi görünmektedir (Massey 1999, 303-322). 

Alternatif bir yaklaşım, işgücü pazarının ihtiyaçlarına göre devletin göçü yönetme kapasitelerinin neden bu kadar yetersiz göründüğünü sorgulamaktadır. 
Bu sorgulamaya iki açıklama sunulabilir. Birincisi; hemen hemen tüm ülkeler için yakın gelecekteki ekonomik ihtiyaçları tahmin etmek zor, ki bu tahminler 
sıklıkla geçici işgücü ihtiyacını ya gözardı ederler ya da olduğundan fazla gösterirler. Ayrıca değişen piyasa şartlarına çabuk tepki veremezler. Yanlış tahminin sonuçları kötüdür. Özellikle, işverenler, yasadışı göçmen işgücünü kullanmada daha fazla güven ve esneklik bulurlar. İkincisi ise, göç politikasının 
liberalleştirilmesi politik bir yere konmak zorundadır. Eğer, seçmen göçmen işgücü ihtiyacına ikna olmamışsa veya iş mücadelesi ya da maaş seviyeleri 
konusunda kendini tehdit altında hissediyorsa, bu politikanın takip edilmesi olası değildir (Baldwin ve Edwards 2005, 8). 

Yukarıda belirtildiği gibi 1974’teki “durağan” göç politikası gelişmiş kapitalizmdeki üretim faktörlerinin artan liberalleştirilmesi ışığında ilk bakışta kafa karıştırıcı görünür. AB’de artan ticaret ve sermaye aktarımı ve devlet firmalarının düzensizleştirilmesi ile buna eşlik eden işgücü hareketinin serbestleştirilmesi gerçekleşmiştir. 19. yy’ın sonlarındaki küreselleşmenin dönemsel benzer yönleri de aynı şeyi ortaya koymaktadır. Buna rağmen gerçekleştiği görülen şey ise, hükümetlerin sermaye aktarımı ve para birimlerinin kontrolünü kaybettiklerini ve pazarlarını küresel ticarete açarken göç politikalarını kontrol altına almaları aslında ülkenin sınırlarının korunması ile eş anlamlıdır. Yani egemenliğin son kalesidir (Schain 2004, 150-170). Aslında ekonomik krize mantıklı bir tepki olarak görülen kısıtlayıcı göç politikaları, ekonomik zorunluluklardan bağımsız hale gelmiştir. Pragmatikten çok ideolojik ve milliyetçi politik bağlamlarla sıkı sıkıya bağlıdır (Pastore 2007, 56-62). Özellikle ulusal güvenliği veya terörizme karşı alınan önlemleri ilgilendiren her gelecek kriz daha sıkı sınır kontrolü ve kısıtlayıcı göç politikasıyla bağdaştırılabilir (Adamson 2006, 165-199). Göç yönetiminin bu şekilde politikleştirilmesinin sonucunda yasadışı göç ve yasadışı istihdam modern kapitalizmin temel yapısal bileşenleri haline gelmiştir (Palidda 2005, 63). 

Bunlara paralel olarak kısmen tepki niteliğindeki ilginin bir sonucu da Kıta Avrupası’nda ve diğer gelişmiş bölgelerde dış politika ve kalkınma süreçlerinin 
etkilenmesidir. Bu konuyla ilgili olarak Pastore, politik alandaki göç ve gelişimi aşağıdaki gibi açıklamaya çalışmıştır. Şekilde, Avrupa merkezli göç politikaları nın iki boyutundan bahsedilmektedir. İçerdeki göç politikasının geliştirici misyonuyla sürece etki ettiği görülmektedir. Diğer boyut ise dış etkenlerin sürece (kültürel kimlik ve farklılıklar gibi) birleştirici misyonuyla etki ettiğini vurgulamaktadır. 


Şekil 2: Politika Alanında Göç ve Gelişim 

Kaynak: Pastore Ferruccio. “Migration and Development (M&D) Policy Field” Critical Remarks on an Emerging Policy Field. Routledge Press. London,2009 s:56-62 

Yasadışı göçün daha iyi bir yaşam ve dünyanın en zengin ülkelerinde iş bulmak için bilinen en etkili yol olduğunu, önceki göçmenler ve potansiyel göçmenler 
gayet iyi bilmektedirler. Aynı zamanda, kulaktan dolma bilgiler yoluyla şunu da biliyorlar ki, vasıfsız veya vasıflı işçiler için yasal olarak göç etmek hiç kolay bir yol değildir. Bu yüzden 21. yüzyılın başında yasadışı göç olgusu yapısal anlamda içselleşmiş olarak tanımlanabilir. Akdeniz’deki küçük adalara botlarla  Afrika lılar’ın durmaksızın gelişi insani bir krizdir. Bu kriz dünya göçünün yaklaşık otuz yıldır yanlış yönetilmesinin bir sonucudur. Ancak, yapısal sorunlar 
kolay çözümlere sahip değildir. Yasadışı göç bir istisna değildir. Küresel ısınma veya diğer temel sorunlar gibi hükümet politikaları da neredeyse evrensel olarak yenilenebilir niteliktedir. 

Yasadışı göçün, önemli sonuçlarından birisi de güvenlik boyutudur. Hedef ülkelerdeki toplum yaşamına etki eden yabancı akını, çoğu zaman ekonomik 
veya siyasi yönleriyle ele alınmaktadır. Oysa 11 Eylül sonrası dönemde batıda, güvenlik alanında yüksek hassasiyetler oluşmuştur. 

Bu durum, AB ve ABD içerisinde göç politikalarının güvenlik penceresinden değerlendirilmesi sonucunu meydana getirmiştir. 

Etnopolitik Çatışma Alanları 

Avrupa’nın, birikim ve tecrübeleri ile en başından beri göz önünde tuttuğu bir konu da etnopolitik çatışmalar ve anlaşmazlıklardır. 
Bu husus farklı perspektiflerden analiz ediliyor gibi görünmektedir. Bir taraftan, genel eğilimin yanı sıra Batı Avrupa içerisinde çoktan içselleşmiş duruma 
gelmiş iken diğer üyeler arasında demokrasi, insan hakları ve vatandaşların hukuk kuralları kazanımları anlamına gelmeye devam etmektedir. 
Üstelik farklılıklara saygı, anadil veya inanç konuları da arka planda durmaktadır. Ancak son dönemde AB’nin resmi ideolojik perspektifi şekil 
yönünden tanımsız direktifler ve politikalar içermektedir. Ayrıca, üye ülkeler içerisindeki azınlık-çoğunluk inançlarının yönetimindeki tek enstrüman 
da birliğin bu normatif ve kurumsal uzak duruşundan ibarettir. Şimdilik hem birlik içerisinde hem de sınırlara komşu ülkelerde bu çalışmalar başarı ile 
yönetilmiştir. 

Sorunlu bölgeler olan Kuzey İrlanda, Bask Bölgesi ve Korsika farklı şiddet seviyelerinde zamam zaman insan yaşamlarının sona ermesiyle sonuçlanan 
hadiselere zemin olmuştur. AB sınırları içindeki diğer devletler, etnopolitik sorunlu ilişkilerin içerdiği ikincil alanlardaki bu tip hadiselerden mevcut gerilim 
itibariyle paylarına düşeni almışlardır. Bu ilişkiler fiziksel güvenliği olduğu kadar bireysel vatandaşlık ve devletin yanında diğer güvenlik boyutlarını da içerir. 
Örneğin; etnopolitik çatışma, acil çözüm üretilmez ise, uzun vadede sosyo-ekonomik güvenlik sorunlarına da sebebiyet verecektir. 

AB içindeki bu çatışmalar, bir bütün olarak 2004’teki genişlemeden önce düzenli ve iyi planlanmış bir haldeyken üye devletler kısa sürede bu çatışmalarla 
yüzleşmek zorunda kalmıştır. Sonuçta üye devletlerin geneli tarafından aktif engellemeyle bu sorunların birlik içi antlaşmalar seviyesinde çözülmeyeceği sonucuna varılmıştır. Diğer taraftan, merkez Avrupa’ya uzakta bulunan post-komünist Doğu Avrupa’nın büyük kısmında 1990’ların başından itibaren AB’ye adaptasyon için daha fazla politika yürütülmekteydi. Çatışmalar birliğin dışında fazla tehlikeli görünmüyordu. Ancak, hem kısa vadede hem de mümkün olan uzun vadede genişleme yoluyla bu sorunlar birlik içerisine taşınacaktı. Diğer bir deyişle, AB’nin “yeni komşuluk” anlaşmaları bu potansiyeli artırıyordu. 

AB büyümesinin bir başka pratik sonucu da komünizmin çöküşü olmuştur. Soğuk savaş sonunda Avrupa’daki politik ve ekonomik büyüme hacmi AB dışındaki 
bu ülkelere de yaramıştır. Tüm bu gelişmeler AB içinde kurumsal ve etkili bir etnopolitik sorunla mücadele yönteminin doğmasına sebep olmuştur. Öncelik 
olarak amaçlanan üye olmayan ülkelerde ve daha dışa kapalı ilişkilerde birliğin yaygın dış güvenlik politikasını etkin kılmaktır (Wolff ve Rodt 2008). 

Göç olgusunda önemli bir diğer nokta ise, etkileyen aktif göçmenlerin ve etkilenen pasif yapının varlığıdır. Zaten birliğin tüm çabaları göçler neticesinde 
mevcut ideal dokusunun bozulmasını engellemeye yöneliktir. Her ne kadar Balkanlar, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’dan Avrupa’ya ve dünyanın diğer endüstri 
merkezlerine işçi göçü için özellikle ikinci dünya savaşından sonraki dönem bir milat olarak değerlendirilse de, son yıllarda küreselleşmenin kazandırdığı ivme, 
bu göçü tetikleyen bir faktör olmuştur. Bu göç dalgası kapsamında yine küreselleşmenin etkisiyle yukarıda sıralanan tüm bölgelerde yaşayanlar için Avrupa ve Kuzey Amerika önemli bir hedef alan olmuştur. Avrupa’ya yapılan göçler incelendiğinde, birliğin münferit göçmenler dışında, kitlesel akımlara da maruz kaldığı rahatlıkla görülebilmektedir (Göç Strateji Belgesi 2003). Kitlesel göç hareketlerinin ilkine kaynaklık eden durum, II. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda yıkılan ekonomilerini yeniden inşa etmek üzere Batı Avrupa devletlerinin işgücü ihtiyacını karşılamak üzere başlamıştır. Bu bağlamda Batı Avrupa, savaşın ertesinde, eski sömürge ülkelerinden ve diğer üçüncü dünya ülkelerinden gelen işçi göçüne sahne olmuştur. 

1990’lara gelindiğinde komünizmin çöküşüyle birlikte AB içerisindeki sınırların korunmasız hale gelmesi, küreselleşmeyle birleştiğinde kitlesel göçün kısmen 
açıklayıcısı olmuştur. Avrupa’da bugün yer yer yaşanan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, buna paralel gelişen nefret suçları, göçmen karşıtlığı ekseninden bağımsız değerlendirilemez. Özellikle yabancı düşmanlığının beslendiği lokomotif güçlerden bir tanesi de göçmen karşıtlığıdır. Göç dalgasının Avrupa’da yarattığı 
etnik ve kültürel heterojen yapı bu sorunların kaynağı olarak gösterilebilir. Çünkü siyasi, sosyal ve iktisadi her türlü açmaz, bu heterojen yapının bir sonucu olarak görülebilmektedir. Aradığı refahı, hak ve özgürlükler ortamını kendi ülkesinde bulamayan göçmenlerin AB sınırları içerisindeki müreffeh ülkelere kimi zaman yasal yollardan kimi zaman da yasadışı olarak yönelmesi, birliğin göç politikalarını gözden geçirmesine, sınır kontrollerini yaygınlaştırma sına, vize uygulamalarını koymasına neden olsa da, bu önlemler her zaman istenilen sonucu vermemektedir. Çünkü yasal yollarla birliğe giremeyen insanları organize bir şekilde toparlayan ve AB sınırlarına sokan suç örgütleri teşekkül etmiştir. Bu durum insan ticareti (trafficking in persons) denilen sorunu gündeme getirmiştir. Göçmen kaçakçılığı ve insan ticaretiyle mücadeleyi zorlu kılan temel psikolojik dinamik, suça iştirak eden organize örgüt ya da grupların mensuplarının bu işi zorda kalmışlara yardım olarak yorumlamalarıdır. 

SONUÇ 

Göç ilişkilerinin incelenmesinde uluslararası aktörlerin müşterek organizasyonlar oluşturduğu görülmektedir. Bu durum göçü meydana getiren faktörleri 
kısmen ortadan kaldırırken Avrupa ekonomi-politiğinde daha derinlikli analizler yapmaya olanak tanımaktadır. Gelişen konjönktürde güvenlik sorunlarını minimize etmek amacıyla oluşturulan önleyici güçler (preventive forces) AB-NATO işbirliğine örnek olarak gösterilebilir. Entegrasyon tanımlamaları ve son dönem ortak operasyonlar Avrupa anakarasına doğru büyüyen göçün formatını da değiştirmektedir. AB büyüme trendleri altıncı paket olarak tanımlanan süreçte doğu Avrupa odaklı bir yönelim göstermektedir. Bahsi geçen büyümenin gerçekleşebilmesi açısından bölgenin etnik yapısı önemli bir role sahiptir. 
NATO kaynaklı askeri çözümler doğu Avrupa’da olası çatışmaların neticesinde zorunlu toplumsal mobilitenin de şekillenmesinde etkilidir. 

Böylesi bir değişim Avrupa’daki göçün yalnızca ekonomi sebepli olmadığını düşündürmektedir. Üstelik hedef ülkelerin sadece batı Avrupa ile sınırlı olmadığını da tarihsel bazı gerekçelerle açıklamak mümkün görünmektedir. Örneğin kuzey Amerika ve Avusturalya II. Dünya Savaşı ve daha öncesinden bölge kaynaklı göçmenlerin hedefinde bulunmuştur. 

2000’li yıllardan –özellikle 11 Eylül olayından- sonra AB ve ABD’nin her ne koşul altında olursa olsun göçmenlere duyduğu hoşgörü perspektifinin inandırıcılığı 
azalmıştır. Batı medeniyetinin tek eksenli ve tek istikametli siyasi kültürü göç politikalarının yapımında 11 Eylül tecrübesinin ışığında yeni arayışlara yönelmiştir. 

Böylesi bir tarihi tecrübe içerik açısından rasyonel politikalardan uzaklaşmakla birlikte birey güvenliğinden teritoryal güvenliğe doğru kaymıştır. Haliyle, 
farklı senaryolara uyum geliştirebilecek diplomatik bir duruş batı için şimdilik yeterince uzak görünmektedir. 

Yeni dünya sisteminin zorlayıcı paradoksal ilişkisi, kaynakta bulunan az gelişmiş ülkeler ile hedef ülkeler arasındaki dolaylı ya da defacto müdahaleler 
neticesinde meydana gelmektedir. Ortadoğu, Güney Asya, MENA ve Sahra altı ülkelerin göç tanımları yapılırken hemen her resmi ya da gayri resmi açıklamada bu bölgelerin jeopolitik konumlarına atıf yapılmaktadır. Küresel dengelerle çıkar merkezli bağımlılık etkileşimleri süper-hegemonik güçlerin amaçlarını pekiştirmektedir. 

Bu konudaki en önemli göstergelerden birini de ekonomik-siyasal stratejinin yanı sıra kültürel statükonun güçlü bir biçimde yerleştiği gerçeği oluşturmaktadır. 
Hem de soğuk savaş parametrelerinin ortadan kalktığı yeni düzen içerisinde merkez-çevre dinamiğinin tarihsel yoğun temposu daha da hızlanırken 
bunu söylemek hayli kolaylaşmıştır. 

Teritoryal devletin kabusu olan fiziki sınır kaygısı kademeli bir biçimde –zaman zaman da entegrasyon kılıfına uydurularak- bölgesel etkinliklerle giderilmeye 
çalışılmaktadır. AB’nin politik ve psikolojik sınırlarında bulunan görece düşük ekonomik devirli ve kısmen umut vaadeden ülkeler olası göç hareketlerinin 
ara istasyonları rolünü üstlenmiş durumdadırlar. Avrupa’nın yakın kara havzası ile deniz irtibatının bulunduğu bölgelerde (Balkanlar, MENA ve Kafkaslar) yukarıda açıklanmaya çalışılan yeni stratejinin örneklerini oluşturmaktadır. 2010 yılının son aylarındandan itibaren Arap coğrafyasında başlayan ve gittikçe büyüyen toplumsal hareketlerin batı açısından ilk ve kurumsal değerlendirmeleri 2011’in Mart ayında Paris’te toplanan zirve ile başlamıştır. Devamında BM kararları çerçevesinde AB’nin silahlı güçlerinin de kullanılması kararlaştırılmıştır. Ancak kısa bir zaman sonra NATO mevcut operasyonların yönetimini ele aldığını 
açıklamıştır. 
Bu örnek AB’nin önleme kapasitesi ve göç yönetimi hususlarında kısıtlı bir varlık gösterdiğinin açık bir kanıtıdır. 

KAYNAKÇA 

A Adepojou, ‘Trends in international migration in and from Africa’, in D Massey & JE Taylor (eds), International Migration: 
Prospects and Policies in a Global Market, Oxford: Oxford University Press, 2004, p. 65. 
A Pellegrino & JE Taylor, Worlds in Motion, Oxford: Oxford University Press, 1998, p. 5. 
A Portes, ‘Toward a structural analysis of illegal (undocumented) immigration’, International Migration Review, 12 (4), 1978, p. 470 
A Timmer & J Williamson, ‘Immigration policy prior to the 1930s’, Population and Development Review, 24 (4), 1998, p. 739–771 
AA, Afolayan. ‘Issues and challenges of emigration dynamics in developing countries’, International Migration, 39 (4), 2001, p. 10. 
Andreas & Snyder, The Wall around the West, Rowman & Littlefield Publishers, 2000 p. 31-54 
Aydın, Suavi. “Azınlık Kavramına İçeriden Bakmak”, Türkiye’de Çoğunluk ve Azınlık Politikaları Avrupa Birliği Bütünleşme Sürecinde Yurttaşlık ve Azınlık 
Tartışmaları. Derleyen: Ayhan Kaya, Turgut Tarhanlı. TESEV İstanbul-2005 
Bahar, Halil İbrahim. “Sosyoloji” USAK (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu), Ankara, 2008 
Borjas, George J. “Economic Theory and International Migration”, International Migration Review, 23, s. 457-485 
Böhning, Wolf R. The Migration of Workers in the UK and the European Community, Oxford: Oxford University Press, 1972. “Continuities in Transnational 
Migration: An Analysis of Nineteen Mexican Communities”, American Journal of Sociology, 99, 1994, p. 1492-1533 
Çakmak, Haydar. “Avrupa Birliği’nin Etnik Yapısı”, Avrupa Birliği’ndeki Halkların Kökenleri ve Gerçekler. Kripto Yayınları. Ankara-2012 
de Haas, Hein (2005) Migration, Remittances and Regional Development: The Case of the Todgha Oasis, Southern Morocco. Paper presented at Ceres 
summer school 2005 “Governance for social transformation” Institute of Social Studies, The Hague, 28 June 2005. 
Everett S. LEE. A Theory of Migration, University of Pennsylvania, Nisan 23,1965 (“Population Studies Center Series in Studies of Human Resources,’ No.1) 
F, Adamson. ‘Crossing borders: international migration and national security’, International Security, Summer 2006, Vol. 31, No. 1, p. 165-19 Posted Online 
F, Pastore. ‘Europe, migration and development: critical remarks on an emerging policy field’, Development, CESPI, Uluslararası Politika Merkezi, Göç 
Çalışmaları, Raporu. 50 (4), 2007, p. 56–62. 
G, Freeman & B, Birrell. Population and Development Review, ‘Divergent paths of immigration politics in the United States and Australia’ Article first 
published online: 27 JAN 2004, Volume 27, Issue 3, p. 525–551, September 2001 
Glazer, Nathan ve Moynihan, Daniel P. “Etnhnicity: Theory and Experience” Harvard University Press. Temmuz-1975 
Göç Strateji Belgesi. AB Bakanlığı Resmi Web Sitesi, http://www.abgs.gov.tr/ 
H Olesen, ‘Migration, return and development’, International Migration, 40 (5), 2002, p. 125–150. 
J Torpey,-a- The Invention of the Passport, Cambridge: Cambridge University Press, 2000, p. 66–67. 
J, Salt & J, Stein, ‘Migration as a business: the case of trafficking’, International Migration, 35 (4), 1997, p. 467–494. 
Lee, Everett S. “A Theory of Migration”, Cambridge Press, 1969 
M Baldwin-Edwards & M Schain, ‘The politics of immigration’, West European Politics, 17 (2), 1994, p. 1–16.-a 
M, Baldwin-Edwards, ‘Semi-reluctant hosts: Southern Europe’s ambivalent response to immigration’, Studi Emigrazione, 39 (145), 2002, p. 33. 
M, Schain. ‘The politics of immigration’, The symbolic role of border controls in the Schengen area is also noted in K Groenendijk, ‘Reinstatement of 
controls at the internal borders of Europe: why and against whom?’, European Law Journal, 10 (2), 2004, p. 150–170. 
Massey, D. ‘International migration at the dawn of the twenty-first century: the role of the state’, Population and Development Review, 25 (2), 1999, 
p. 303–322 
Massey, Douglas S. “Social Structure, Household Strategies and the Cumulative Causation of Migration”, Population Index 56, 1990, p.3-26. Harvard 
University Press, Cambridge, 1993 
N Harris, Thinking the Unthinkable: The Immigration Myth Exposed, London: IB Tauris, 2001; and T Hayter, Open Borders: The Case against Immigration 
Controls, London: Pluto, 2004. 
Notably EG Ravenstein, ‘The laws of migration’, Journal of the Royal Statistical Society, 48, 1885, p. 167–227. 
ORSAM, “Küresel Göç ve Avrupa Birliği ile Türkiye’nin Göç Politikalarının Gelişimi”, Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi Rapor No:123, Black Sea 
International Rapor No:22, Haziran-2012 
P. Martin, Bordering on Control: Combating Irregular Migration in North America and Europe, Migration Research Series No 13, Geneva: International 
Organisation for Migration, 2003, p. 6. Pagliani, Paola. “The Human Development Approach and People with Disabilities” IDP, 
2010 Report 
Palidda, S. “The New Management of Migrations”. History and Antropolgy. Racial Criminalization of Migratnts in the 21st Century, Ed: Prof. Salvatore Palidda, 
Farnham-2005 
Pastore Ferruccio. “Migration and Development (M&D) Policy Field” Critical Remarks on an Emerging Policy Field. Routledge Press. London,2009 s:56-62 
Skran, C. Refugees in Inter-war Europe: The Emergence of a Regime, Oxford: Clarendon Press, 1995. 
Smaghi, L.B. (Aktaran, Dinç 2012) “Why Enlarge the EU? A look at the Macroeconomic Implications” The International Spectator, 2:51-63. 
Sönmezoğlu, Faruk. Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, s. 555,487 Haz. Ülke Arıboğan, Gülden Ayman, Beril Dedeoğlu. Der Yayınları, İstanbul-2005 
Stefan Wolff, Annemarie Peen Rodt. “the EU and the Management of Ethnic Conflict”, 
The Protection of Minorities in the Wider Europe. p.128-150, Palgrave, Macmillan, London-2008 
Taştan, Yahya K. Siyaset ve Kültür Dergisi, “Etnisite Kuramları”, Düşünce Dünyasında Türkiz. Sayı: 6-2010 
Yılmaz-Başçeri, Esin. “Uluslararası Politikada Yeni Alanlar, Yeni Bakışlar”, “Uluslararası Göç”. Derleyen. Faruk SÖNMEZOĞLU. Der Yayınları-248. İstanbul-1998 

PDF İNDİRME KAYNAK,

http://dergipark.gov.tr/download/issue-file/750
***

Yeni Dünya Göç Sistemi: Avrupa Odaklı Modern Analiz BÖLÜM 1


Yeni Dünya Göç Sistemi: Avrupa Odaklı Modern Analiz 


New World Immigration System: A Modern Analysis Focused on Europe 
Fatih ÇAM
1 Araştırmacı-Yazar, İstanbul, 
fatihsib@hotmail.com 


Giriş 

Göç kritik bir ifade ile coğrafi mekân değiştirmektir. Ancak insanlar, doğup büyüdükleri toprakları farklı sebeplerle terk etmektedirler. Göç kararı alan bireylerin, daha iyi yaşam koşullarına sahip olduğuna inandıkları yerlere (Avrupa Birliği, Kuzey Amerika gibi) gitmek için yaşadığı bölgeyi terk edebileceği gerçeği, yine dünya üzerinde bu bölgelerin en çok göç alan bölgeler olması sonucunu doğurmuştur. Göç olgusu, yalnızca tek bir boyutuyla değerlen dirilemeyecek derecede “indirgenemez komplekslik” te bir yapı olduğundan, meselenin açıklanmaya çalışılan üç temel boyutunun üzerinde durulmasında fayda vardır. Anılan temel üç boyut için, iktisadi, siyasi-hukuki, sosyal ve kültürel boyut şeklinde bir ayırıma gitmek mümkündür. Başta refah seviyesinin yüksekliği ve bunun yarattığı özgürlükler penceresi bakımından Avrupa ve Kuzey Amerika, Az Gelişmiş Ülkeler’de yaşayan insanlar açısından birer cazibe merkezi konumundadırlar. Bu merkezilik; Dünyanın ve Avrupa’nın güvenlik politikalarını, küreselleşmenin etkisiyle özellikle son yıllarda tekrar gözden geçirmek zorunda bırakmıştır. 

Yeni Dünya Göç Sistemi’nde insani gelişim ve göç bağlantılı politikaların, insan güvenliği yaklaşımından ayrı düşünülmesi olanaksızdır. Bu çalışmada küresel 
ölçekli savaşların bitmesinden ve iki kutuplu yapının şekil değiştirmesinin ardından tartışılmaya başlanan insan güvenliği konusunun devletler bazında 
hukuki ve sosyo-ekonomik boyutları da ele alınmaya çalışılmıştır. Yine, insan güvenliği ile uzlaşmış politik yaklaşımlarla birlikte göç olgusunun yeniden 
düşünülmesi gerektiğini de savunan çalışmada göç teorileri ve göçe neden olan faktörler incelenmiştir. Ayrıca farklı paradigmalar üzerinden Yeni Dünya Göç Sistemi içerisinde insan hakları ve etnisite kavramları değerlendirilmiştir. Mevcut politikaların tarihsel analizini yapabilmenin gerekli koşulu olarak yakınçağ göç hareketleri ve devletler bazında ilk uygulamalar içerisinden örnekler seçilmiştir. Son dönemde yüksek sesle dikkat çekilmeye çalışılan etnopolitik çatışma alanları ve göç bağlantıları ayrıca ele alınmıştır. Esasında ekonomik gerekçelere bir tepki olarak gözüken kısıtlayıcı göç politikaları, gittikçe ekonomik açıklamalardan bağımsız hale gelmektedir. Bu yönüyle bu iddia göç olgusunu ideolojik ve milliyetçi politik bağlamlarla yakın ilişkili konuma getirmektedir. Dini, etnik, politik baskılar, aşırı nüfus ve açlık gibi nedenler insanları bir başka yerde yaşamaya zorlamaktadır. 

Sosyo-politik sebeplerle meydana gelen göç, günümüzde mülteci ve iltica kavramlarını gündeme getirmektedir. Dünya üzerinde ekonomik gerekçeler 
yüzünden göç edenlerin yanı sıra büyük oranda sığınmacı olarak göç etmek zorunda olan insanlar da vardır. I. ve II. Dünya Savaşlarından sonra Avrupa, Asya ve Afrika’da bir çok sınır değişmiştir. Bu ülkelerdeki insanlar yeni sınırlar sebebiyle bir ülkeden diğer ülkeye göç etmek zorunda kalmışlar ya da yaşadıkları yerde bir anda azınlık durumuna düşmüşlerdir. 

İktisadi, Hukuki ve Sosyolojik Boyut 

Üretim faktörleri arasında en önemlilerinden biri olarak kabul edilen işgücü ihtiyacı, göç konusunun da temel belirleyicisidir. Kolonyel eğilimli ülkelerdeki 
işçi ihtiyacı, başlangıçta Afrika üzerinden kölelik düzeneğiyle karşılanarak, tarım işçisi ve hizmet alanlarında kullanılmaktaydı. Sanayi devrimiyle birlikte işgücü 
ihtiyacı şekil değiştirmeye başlamıştır. Değişikliğin sonuçlarından birisi de, daha nitelikli işçi grupları tarafından oluşturulan örgütlü yapılardır. 
Bu durumda devletler; ücretler, işçilerin serbest dolaşımı ve göç konularında, kolonileşme sonrası alışkanlıklarını terk ederek yeni kontrol mekanizmaları 
geliştirmeye başlamışlardır. 
Özellikle Batı Yarımkürede yaklaşık ikiyüz yıl önce başlayan endüstri atılımlarının ardından ekonomik faaliyetler süratle tarım dışına kaymıştır. İşletmeler ve 
fabrika sahipleri yığınlar halinde işçi istihdam etmeye ve onlara düzenli olarak ödemeler yapmaya başlamıştır. Kalabalıklaşan nüfusun ihtiyaçlarını karşılaya
mayan tarım kesimi bu kalabalıkların bir kısmını dışarı atmak zorunda kalmıştır. 

Bununla birlikte taşrada tarımsal ürünlerin fiyatları da düşmeye başlamıştır. Tam tersine, şehirlerde hizmet veya endüstri sektörlerinde çalışanlar düzenli 
gelire sahip olmanın garantisi altında yaşamaya başlamışlardır (USAK 2008, 263). Artan ekonomik yatırımların büyük oranlarda kentlerde yapılması hem 
kentlerin büyümesinde etkili olmuş hem de tarım faaliyetleriyle uğraşan kesimin verimliliğini dolaylı olarak düşürmüştür. Tarım verimliliğinin gerilemesi ve 
kentleşme arasındaki bu ters orantı diğer kamusal alanlarda da kendini göstermiştir. Eğitim, sağlık ve altyapı hizmetleri gibi hizmetlerin de kentli insana daha yakın olması, yatırım politikalarının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Gelişen teknolojiyle birlikte tarımda kullanılan eski usul uygulamaların yerini almaya  başlamıştır.  Bununla birlikte tarım alanındaki işgücü fazlası meydana gelmiştir. 

“Endüstrileşme ve tarım dışı üretim faktörleri, göç konusundaki gerekli ekonomik altyapıyı hazırlamıştır. Ayrıca, fakirlik, işsizlik ve hatta politik baskılar 
göç potansiyelini belirlemekte yeterli değildir” (Yılmaz-Başçeri 1998, 495). 20. yüzyılda küresel göç hareketlerini belirleyen en önemli dinamikler bir taraftan 
dünyanın fakir bölgelerinde meydana gelen yoksulluk ve işsizlik gibi sebeplerden kaynaklanan göçmen arzı iken diğer yandan gelişmiş bölgelerdeki işgücü 
açığını göçmenlerin ucuz işgücü emeğiyle kapatmaya dayalı ekonomik yaklaşım olmuştur (ORSAM 2012, 10). Son yıllarda, dünya üzerinde düzensiz göç 
konusunda izlenen göç politikaları sonucunda oluşturulmuş sınırların denetimi ve güvenlikleştirme uygulamaları sığınmacı kabulünü giderek azaltmaktadır. 
Sığınma talebiyle başvuran insanların bu politikalar neticesinde yasal yolları terkederek başka alternatif yollara yöneldiği tespit edilmiştir. “Örneğin, 2007 
yılında iltica başvuruları Fransa’da % 9,7, Almanya’da % 9 oranında düşerken, buna paralel olarak İngiltere’de de son 14 yılın en düşük seviyesine inmiştir”. 

Uluslararası hukukta iltica konularında sığınma ve sığınmacılarla ilgili olarak 28 Temmuz 1951 tarihli “Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Cenevre Sözleşmesi” ve bu sözleşmenin 31 Ocak 1967 tarihli Protokolü temel belge olarak kabul edilmektedir (ORSAM 2012, 19). 

“Mülteci sorununun uluslararası boyutunun büyümesi ve sığınmacının ülkesini terk ederek, kaybettiği haklardan dolayı içine düşeceği hukuksuz 
ortamın kaldırılması gereği, sığınmacıların durumunun uluslararası hukukta düzenlenmesi ihtiyacını doğurmuştur. Bu düzenleme yapılırken Birleşmiş 
Milletler’in İnsan Hakları Beyannamesi temel olarak alınmış, insanlık onuruna aykırı durumlarla karşılaşan ve bu yüzden göç etmek zorunda kalan 
sığınmacılara, bu temel hakları göç ettikleri ülkelerin sağlaması gerektiği Birleşmiş Milletler’de kabul edilmiştir” (Sönmezoğlu 1998, 498). 




Tablo 1. İnsani Gelişim ve Göç Bağlantıları 

Kaynak: Paola Pagliani; “Mobility and Human Development in National and Regional Human Development Reports” IDP 2010, 22 

Pagliani, insani gelişim konularında IOM’a sunduğu 2010 yılı raporunda; “uzun, sağlıklı, yaratıcı yaşamlar ve insanların özgürlüklerinin genişlemesi için 
sürdürülebilir aktif kalkınma şekillerine” ihtiyaç olduğunu belirtmiştir. Rapor, benzer ya da farklı gerekçelerle ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan insanların 
uğradığı hak kayıpları neticesinde meydana gelen boşlukları doldurmak amacıyla yapılacak olan yasal çalışmalar ve küresel göç politikalarına yön vermesi 
amacıyla oluşturulmuştur. 
Raporda, uluslararası göç olgusunun tüm boyutları ile insan yaşamına etki eden yönleri ele alınmıştır. Ayrıca finansman, küresel boyutlar ve 
insan güvenliği konularının yanı sıra, küreselleşme, insan hakları, demokrasi ve adli konular başlıklar halinde sıralanmıştır (Pagliani 2010). Pagliani’nin sunduğu 
raporda, Birleşmiş Milletler’in belirlediği kriterlerin uluslararası göç politikalarının oluşturulmasında resmi çerçeveye destek olarak kullanılan veriler içermektedir. 

Lee (1969) tarafından geliştirilen push and pull (itme-çekme) teorisi, göç olgusunun temel karakteristiklerini açıklamak amacıyla ortaya atılmıştır. İtici faktörler, genellikle kaynak ülkelerin göç konusunda yürüttükleri olumsuz politikaları neticesinde meydana gelen işgücü göçü olarak tanımlamak mümkündür. Bu politikalara, düşük ücretler, işsizlik, yüksek vergiler örnek olarak gösterilebilir. Çekici faktörler ise hedef ülkelerdeki refah, yüksek işgücü ihtiyacı, dini ve politik özgürlüklerle nispeten iyi çevre algısı olarak özetlenebilir. 



Şekil 1: Lee’nin İtme-Çekme Teorisi 

Kaynak: Wei Li, Osvaldo Muniz ve Yvonne Schleicher. AAG Center For Global Geography 
Education “Why do people move to work in another place or country?” Based on Migration Conceptual 
Framework Lee, http://cgge.aag.org/Migration1e/conceptualFramework_Jan10 

Lee’nin itme-çekme teorisi Şekil 1’de, pozitif ve negatif unsurlar bu faktörlere delalet etmektedir. İki kutup arasındaki engellerin dağ şeklinde temsili 
fiziksel olarak algılanmamalıdır. Örneğin; kısıtlayıcı göç kanunları muhtemel göç için zorlu bir bariyer olabilir. Göçe karar vermek, göç edilen yerde kalıcı olmak 
göçmenin ilk düşündüğü engeller olarak tanımlanır. İtme-çekme teorisinin mantığı hedef (+) çeker, kaynak (-) iter gibi görünse de, her iki noktada karşı 
motivasyonları içerebilmektedir. 

Uluslararası Göç Ve Yasadışı Göçe Neden Olan Faktörler 

1978’te Alejandro Portes, Meksikalıların ABD’ye yasadışı göçü hakkında bir problem olarak değil probleme bir çözüm olarak baktığını ifade etmiştir (Portes 
1978, 470). İlgili beyanatta Birleşik Devletler otoritelerinin göç politikasıyla ülkenin işgücü piyasası ihtiyaçlarını yönetme konusundaki kabiliyetsizliğinden 
veya isteksizliğinden bahsetmiştir. Ekonomik ihtiyaç ve hükümet politikası arasındaki benzer bir uyumsuzluk, Batı dünyası ve özellikle Avrupa’da da gözlenmiştir. 
1974’te politik tartışma adeta donmuştur. Öyle ki; devlet etkili bir göç yönetimi ile ulusal işgücü kıtlığına çözüm bulma kapasitesini kaybetmişti. Ortada 
bir göç krizi olduğuna dair popüler bir algı oluşmaya başlamıştı. Oysa ki, bu göç akımlarının yönetiminden çok, göçmenlere verilecek politik tepki kriziydi 
(Baldwin-Edwards 1994, 1-16). 

Afoloyan, göçün sebeplerini; nüfus artışı ve nüfus yoğunluğu, ekonomik kırılganlık ve borç, sosyokültürel meseleler, ekolojik felaketler, sosyal ağlar, 
hükümetlerin göç politikaları ve bölgesel ekonomik entegrasyon şekillerinde açıklar (Afoloyan 2001, 10). Afrika örneğinde Adepojou, göç faktölerini; 
işgücü artışı, ekonomik düşüş ve borç, etnopolitik çatışmalar, ekolojik bozulmalar başlıkları altında toplar. Bu bağlamda göç, bireyler ve aileler için bir 
hayatta kalma stratejisi olarak görülebilir (Adepojou 2004, 65). 

Göç üzerine çok daha eski literatür, bazı çağdaş demografik literatürle birlikte nüfus artışının göç eğilimi ile direk bağlantısı olduğunu varsaymaktadır 
(Ravenstein 1885, 167-227). Başka bir deyişle; yüksek doğum oranı yüksek göçe yol açarken düşük nüfus artışı dışarıdan göçe ihtiyacı doğurabilir. 
Ancak, bunların arasında küresel olarak hiçbir bağlantı olmadığını gösteren yeterli ampirik kanıtla birlikte göç üzerine bu yaklaşım terk edilmiştir. 
Gelişen dünyanın çoğunu kapsayan yüksek verimlilik oranlarına sahip ülkeler için önemli olan ekonomilerinin yeni işgücünü absorbe edebilme kapasitesidir. 
Gelecekteki göç baskıları için hayati belirleyiciler, basit nüfus artışlarından ziyade istihdam yaratımı olacaktır. 

Son çalışmalar gönüllü uluslararası göçü bir gelişim seviyesi olarak görme eğilimindedir. Bu seviye çok düşük bir gelişmişlik seviyesinden “orta-üzeri” gelir 
düzeyine geçişi göstermektedir. Bu görüşe göre göç gelişmemişlikten değil, ge-lişimin kendisinden ortaya çıkmaktadır. Genellikle; dünyanın ana işgücü 
ihracatçıları Kuzey Afrika veya Filipinler gibi orta ve orta-üzeri gelir düzeyine sahip ülkelerdir (Haas 2005, 678). Olesen, bu düşük ve orta gelir düzeyine ve 
yüksek göç oranına sahip ülkeleri “göç toplulukları” olarak adlandırmaktadır. Bu ülkelerin bir üst seviyesindeki ülkelerden itibaren göç, azalmaya başlar. 
Olesen, göç alan ve göç veren ülkeler arasındaki bu gelir seviyesini açıklarken (Amerikan doları alım paritesi ölçü birimi kabul edilerek) değişim oranlarını 
1/3’ten 1/4.5’e kadar varsayar (Olesen 2002, 125-150). Yasadışı göçle mücadele ve düzenleme programlarının varlığına rağmen, yasadışı yabancı sayılarının durağan ya da artan miktarlarda olduğu tüm dünyada kolaylıkla görülebilmektedir. Örneğin; yasadışı göç olgusu, başta Meksikalılar olmak üzere, ABD içinde azalmaksızın devam etmektedir. 2006 yılında Amerikan ekonomisinde 11 milyon yasadışı çalışan yabancı olduğu tahmin edilmektedir (Martin 2003, 6). 

Avrupa’da ise yasadışı göç konusunun son durumu gerçekte tahmin edilenden de fazladır. Deniz bağlantılı ulaşım yolları ile İspanya, İtalya, Yunanistan, Kıbrıs 
ve Malta, Doğu Akdeniz sınırında büyük oranlarda gerçekleşmektedir. 1990’ların sonunda küçük ölçeklerde başlayan ve botlarla gerçekleşen kaçak Afrikalı 
göçmen girişleri İspanya ve İtalya’da büyük insanlık trajedilerine yol açmıştır. Özellikle 2000’li yılların sonlarına doğru son haddine ulaşmıştır. Bölgedeki tüm 
yasadışı ulaşım (bilindiği kadarıyla) küçük deniz araçlarıyla, son derece olumsuz koşullar altında küçük adalar üzerinden (Lempedusa, Fuerleventura; İtalya), 
(Kanarya; İspanya), (Samos; Yunanistan) gerçekleştirilmektedir. Bu husus ilgili ülkeler için büyük problem teşkil etmektedir. Ayrıca kıyıya varabilenlerin 
%10’undan fazlasının denizde öldüğü tahmin edilmektedir (Adepojou 2004, 67). 

Yeni Dünya Göç Sistemi 

Douglas Massey, Yeni Dünya Göç Sisteminin birçok karekteristiğini şöyle tanımlamaktadır. Birinci olarak çoğu göçmenler sınırlı sermayesi olan, düşük iş 
imkânları oranları ve elverişsiz işgücü rezervi olan ülkelerden gelmektedirler. Gelişen dünyadaki işgücü kaynağı ve talepteki dengesizlik Avrupa’nın 
sanayileşmesi sürecindekinden çok daha kötüdür. İkinci olarak göç ülkeleri, geçmişte olduğundan çok daha fazla “sermaye-yoğun” ve çok daha az “emek-yoğun” dur. 
Uluslararası göçmenler artık yüksek segmentli işgücü piyasalarındaki marjinal boşlukları doldurmaktadırlar. Üçüncüsü göçmenlerin bu ekonomik marjinalleşmesi, onların hizmetine olan kalıcı talebe rağmen artık göçmenlere ihtiyaç olma-dığına dair sosyopolitik bir algıya yol açmıştır. Ortaya konulan son karekteristik ise dünyada beş göç sisteminin var olduğudur; Kuzey Amerika, Batı Avrupa, Asya-Pasifik, Körfez Bölgesi ve Güney Amerika. Bu bölgeleri besleyen göç ülkeleri; tarihi bağlar, ticaret, politika ve kültürle şekillenmektedir. Buna rağmen bu ülkeler sömürülmüş, fakir ve görece güneylidir (Pellegrino ve Taylor 1998, 5). 

Emek göçmenlerinin yarıdan fazlası, mültecilerin ise bundan daha yüksek bir oranı Asya, Afrika ve Latin Amerika menşeilidir. Dünyanın geçen yüzyılının 
seksenli yıllarının sonundan itibaren değişen siyasi, ekonomik ve toplumsal yapısı, eski sosyalist ülkelerin nüfuslarını da gelişmiş kapitalist ülkelerin kullanımına hazır bir işgücü rezervuarı haline getirmiştir. Küresel göç nüfusunun büyük çoğunluğu yeryüzünün güney bölgelerinden Batı Avrupa, ABD ve Kanada olmak üzere Kuzey bölgelerine göç etmek zorunda kalan insanların göç hareketleri sonucunda meydana gelmektedir. Bu nüfusun daha küçük bir kısmı ise coğrafi olarak olmasa da sosyo-ekonomik gelişmişlik ve kültürel “kimlik” açısından Kuzey ülkesi sayabileceğimiz Avustralya’ya; yine başka bir kısmı ise petrol ihraç eden Ortadoğu ülkelerine göç edenlerden oluşmaktadır (Massey 1988, 233). 

İnsan Hakları, Etnisite ve Azınlıklar 

Yenidünya sistemi içerisinde göç olgusu, sebepleri ve sonuçlarıyla araştırmacıların ilgi alanında bulunmaya devam etmektedir. Göç süreçlerinin her kademesinde sıkça karşılaşılan İnsan Hakları, Etnisite ve Azınlıklar kavramları da çalışmanın sebep ve sonuç içerikli alanlarında birçok kez kullanılmıştır. Kaynak 
ülkelerde kimi zaman bu kavramlara bağlı sorunlar göç etme kararının alınmasında büyük rol oynamaktadır. Bazen de aynı kavramlar, hedef ülkede yeni sorunların tanım alanına girmektedirler. Göçmen, yeni yaşam alanında hak ihlalleriyle karşılaşabilmekte ya da kendisini etnisiteye veya azınlıklara karşı yeterli hoşgörünün bulunmadığı hedef ya da transit yaşam alanlarında bulabilmektedir. 

Tarihsel olarak insan haklarının ilk önemli belgelerinden Magna Carta şartı, 1215 yılında İngiliz göçmenlerin krala karşı hak ve hukuklarını kabul ettirdikleri 
bir belge olarak bilinmektedir. Diğer önemli iki tarihi belge de yine İngiltere’de Habeas Corpus (1679) ve Bill of Rights (1689)’ta yayınlanmış deklerasyonlardır. 
Bu belgelerin bugünkü insan haklarının temelini oluşturduklarına inanılmaktadır. Modern anlamda ise Birleşmiş Milletler, 10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni yayınlayarak insan haklarının korunması konusunda uluslararası ve yasal bir zemin sağlamıştır. Göç olgusunun merkezinde bulunan insanın yaşam hakkı, düşünce, ifade, eşitlik, özel yaşam, güvenlik gibi temel hakları ve hukuku bu şekilde garanti altına alınmıştır. 1990’lardan ve özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra insan hakları kavramı nitelik ve nicelik olarak zenginleşmiştir. 

Özgür ve demokratik rejimlerde yaşama hakkı, insani suçlar, gıda güvenliği, çevre sorunları, tedavi hakkı gibi konularla ilgili kavramlar uluslararası 
mahkemelerin, örgütlerin ve yenidünya sisteminin hassas konusu haline gelmiştir (Çakmak 2012, 9-12). 

Göç hususunda sebep-sonuç problematiğine değinen bir diğer kavram da etnisite’dir. Etnisite; ya da bir başka deyişle etnik grup kavramı, sosyolojide belirsiz olarak tanımlanmaktadır. Irk terimine karşı etnisite biraz daha geniş bir kavram olarak kabul edilebilir. Bir sosyal oluşumdaki özellikleri, grubun bireylerinin o oluşumla özdeşleşmesini, siyasi, kültürel ya da ırk bağlarıyla aidiyeti açıklamak üzere ortaya çıkmış bir kavramdır (Glazer ve Moynihan 1975, 55). 

Yukarıda verilen Marksist ve İlkçi sosyolojik görüşle birlikte kültürel görüş te etnisiteyi bireyin iradesinden bağımsız olarak ele almaktadır. Bir başka ifadeyle, 
etnik aidiyet doğuştan, verili ve tarif edilemez niteliklerle kuşatılmıştır. Bütün toplumlarda var olan irrasyonel bağlılıklar, kan, ırk, lisan, bölge ve benzeri 
unsurlara dayanır. Sadece üçüncü dünya ülkelerinde değil, modern devletlerde de etnik gruplar veya toplumlar, ilksel gerçeklikler üzerine inşa edilirler. 
Etnisite kavramı, günümüz siyasal ve toplumsal hayatında belirleyici olan önemli kavramlardan biridir. Bu kavramı değerlendirmeden yeni etnik oluşumları 
değerlendirmek mümkün değildir (Taştan 2010, 199). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***