Devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2021 Salı

Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar

 Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar




TASAM  12 Eki 2021

Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar
ABD ise geniş yüzölçümü, 330 milyonu yakın nüfusu, sanayileşme ve teknolojide elde ettiği ilerleme, büyüyen ve gelişen ekonomisi, doğal kaynakları, demografik yapısı, Birleşmiş Milletlerdeki veto gücü, IMF ve NATO içerisindeki yeri, uluslararası alandaki saygın konumu ile tüm dünyanın dikkatini her daim üzerine çeken bir güç görünümündedir....

“Düşünce Diplomasisi: Yeni Dünya Yeni Ufuklar“

Dünyadaki temel trendlere bakıldığında “toprak ve makineyi“ takiben “bilgi ve bilgiye dayalı ürünler“ temelli yeni ekonomi çağında küresel rekabet “mikro-milliyetçilik“, “entegrasyon“ ve “öngörülemezlik“ üzerinden gelişmekte, hayatın ve devletin yeni doğasını belirleyen meydan okumaların; “kaynak ve paylaşım krizi“, “üretim-tüketim-büyüme“ formülünün sürdürülemezliği, Çin kaldıracı ile “orta sınıfın tasfiyesi“, “enerji, su ve gıda güvensizliği“, hayatın her alanında “4. boyuta geçiş“, “işgücünde insan kaynağının tasfiyesi“, değişen devlet doğası ve beklenti yönetimi temelinde “sert güçten yumuşak ve akıllı güce geçiş“ olduğu temel referanslar olarak şekillenmektedir.

Tüm bu temel parametreler içerisinde, teknolojideki dönüşümler; yapay zeka, sanal/artırılmış gerçeklik ve mobilite merkezli gelişerek tüm insan hayatını ve doğasını değiştirmeye adaydır. “Endüstri 4,0“ ve “Toplum 5,0“ kavramlarının dünyanın dönüşümünü endüstri ve toplum boyutları ile yönetmek açısından önemli başlıklar olduğu aşikârdır. Bir diğer etken de Çin’in dünya sahnesinde her geçen gün etkinleşmeye başlamasıyla oluşturduğu türbülanstır. Yeni İpek Yolu projesi “Kuşak ve Yol“; hem karadan hem denizden yüzden fazla ülkeyi ilgilendiren bir küresel entegrasyon projesi olarak şekillenmekte, iktisadi pastanın dağılımını kalıcı olarak değiştirmektedir. Orta sınıfı olmayan ülkelerde, otoriter rejimler ya da kaos, iki seçenek olarak önümüzde durmaktadır. Bölgesel ve küresel güvenlik anlamındaki iş bölümünün nasıl yapılacağı ve bedellerinin nasıl paylaşılacağı da önümüzdeki dönemin tartışma konuları olmaya adaydır.

Güvenlik üzerinden yeni ittifakların gelişmesi ise başat ülkelerin aldıkları risklerden ve inisiyatiflerden okunabilmektedir. Mülkiyet ve güç kavramlarının niteliği ile iş modeli tarihsel olarak değişmektedir. “Başarıda Başarısızlık“ sendromu yaşayan AB’nin geleceğini; Brexit sonrası Batı’da yeniden canlanan kamplaşmanın sonuçları belirleyecektir. Tüm bu gelişmelerle birlikte, “Güvenliğin Ekosistemi“, hukukuyla birlikte değişmektedir. “Güvenlik - Demokrasi“ ikilemini bundan sonra çok daha fazla yaşanacaktır. Çünkü orta sınıfı eriyen ve güvenlik ekseni sofistike bir zemine kayan ülkelerde demokrasinin yaşatılması zordur. “Güvenlik bize otoriter rejimler mi getirecek“ sorusunun daha fazla tartışılması gerekmektedir.
Türkiye; 84 milyonluk nüfusu, gelişerek büyüyen ekonomisi ve Afro-Avrasya ana kıtası ortasındaki jeostratejik konumu ile öne çıkmaktadır. Avrupa, Karadeniz, Kafkaslar, Asya, Orta Doğu ve Afrika ülkeleri ile arasındaki tarihî, siyasi ve kültürel bağları, Birleşmiş Milletler başta olmak üzere uluslararası alanda yükselen aktivitesi, NATO, AGIT ve CICA gibi örgütlerin önemli üyelerinden olması ve son dönemde geliştirdiği aktif dış politikası ile küresel platformda önemi gittikçe artan bir aktör hâline gelmiştir.

ABD ise geniş yüzölçümü, 330 milyonu yakın nüfusu, sanayileşme ve teknolojide elde ettiği ilerleme, büyüyen ve gelişen ekonomisi, doğal kaynakları, demografik yapısı, Birleşmiş Milletlerdeki veto gücü, IMF ve NATO içerisindeki yeri, uluslararası alandaki saygın konumu ile tüm dünyanın dikkatini her daim üzerine çeken bir güç görünümündedir.
Osmanlı Devleti ile ABD arasındaki ilk temaslar 18. yüzyılın sonlarında Akdeniz’deki Türk limanlarında sürdürülen deniz ticareti ile başlayıp gelişmiştir. Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasındaki diplomatik ilişkiler ise 1927’de başlayıp bilhassa 2. Dünya Savaşı sonrasında hızla genişleyip derinleşmiştir.

Türkiye ile ABD arasında; ikili, bölgesel ve küresel birçok konuda her düzeyde yoğun ilişki ve ziyaret trafiği söz konusudur. Temaslarda, ikili ilişkilerin yanı sıra, terörizm ile mücadele, Suriye, Libya ve Irak’ta yaşanan gelişmeler, PYD/YPG/PKK ve DAİŞ tehdidi öne çıkmakla birlikte, Kıbrıs sorunu ve Doğu Akdeniz, İran, Kafkaslar, Venezuela ile NATO konuları, enerji güvenliği, kitle imha silahlarının yayılması gibi konular da ele alınmaktadır.
Türkiye’de 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimi sonrasında iki ülke ilişkilerinde hassas bir döneme girilmiştir. Bu bağlamda, FETÖ faaliyetleriyle mücadele ve örgüt liderinin iadesi ikili gündemde en üst sıralarda bulunmaktadır. Karşılaşılan zorluk ve sınamaların aşılması, ikili ilişkilerin gündeminde öne çıkan konuların ele alınması ve işbirliğinin daha da ileri götürülmesi amacıyla iki ülke arasındaki temaslar her düzeyde yoğun şekilde sürdürülmektedir.

Türkiye - ABD ekonomik ve ticari ilişkilerinin hukuki çerçevesini 1990 tarihli “Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması“; 1997 tarihli “Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşması“ ve 2000 tarihli “Ticaret ve Yatırım Çerçeve Anlaşması“ (TIFA) teşkil etmektedir.
ABD Türkiye’nin önemli ticaret ortaklarından biridir. Türkiye - ABD ikili ticaretinde, 2020 yılında ticaret hacmi yaklaşık 22,1 milyar dolar, ticaret açığı ise Türkiye aleyhine yaklaşık 1,8 milyar dolar civarında olmuştur. ABD 2020 yılında Türkiye'nin en çok ihracat yaptığı 3. ülke ve en çok ithalat yaptığı 5. ülke olmuştur. Türkiye’nin ABD’ye ihraç ettiği başlıca ürünler; motorlu taşıtlar, kazanlar, makine aksam ve parçaları, demir ve çelik, halılar, mineral yakıt ve yağlardır. ABD’nin Türkiye’ye ihraç ettiği başlıca ürünler; hava taşıtları, demir ve çelik, mineral yakıt ve yağlar, kazan, makine ve mekanik cihazlar ile optik, tıbbi ve cerrahi cihazlardır. İki ülke de ikili ticaret hacmini 5 katına çıkarmayı hedeflemektedir.

Türkiye’de 1.874 Amerikan şirketi faaliyette bulunmaktadır. Türkiye'yi 2019 yılında 585.303 Amerikalı turist ziyaret etmiştir.

Demokrasi, laiklik, G20 üyeliği, Dünya Ticaret Örgütü üyeliği ve kalkınmacı ekonomilere sahip olmaları iki ülkenin ortak özellikleridir. Türkiye, büyüyen ekonomisi, geniş pazarı, askerî gücü, bilişim teknolojisindeki üstünlüğüyle küresel alanda etkin bir güç olan ABD’ye gereken önemi vermektedir.

Türkiye, ABD için kilit müttefik olmayı sürdürmektedir ve hâlâ ABD’yi fazlasıyla önemli bir ortak olarak görmektedir. Bu iki ülke Orta Doğu’da barışı ve istikrarı destekleme, terörizme ve aşırıcılığa karşı mücadele, açık ve küresel bir ekonomiye teşvik etme, güvenli enerji taşımacılığı sağlama, Karadeniz’de, Kafkaslar’da ve Orta Asya bölgelerinde güvenliğin sağlanması, Birleşmiş Milletler ile yararlı işbirliğinin devamı gibi çok sayıda ortak menfaati paylaşmaktadır. Böylesine önemli stratejik çıkar örtüşmesi, karşılıklı yararlı işbirliği için gelecek vaat eden spektrum fırsatı sağlamaktadır.

Ancak bugün Türkiye - ABD ilişkileri daha önce sahip olduğu stratejik kaliteden yoksundur. “Model Ortaklık“ beklentileri şöyle dursun; iki taraf da güncel konu alanlarının ötesini görebilmenin zor olduğu kanısında olup gerçek çıkarları ile siyasi amaçları arasında etkili bağ kurmakta zorluk yaşamaktadır. Bu ilişki yapısı, her iki ülke için daha geniş stratejik çıkarlara hizmet edebilmesi adına genişletilmeli ve derinleştirilmelidir. Bu bağlamda Haziran 2021’de yapılan son NATO Zirvesi'nin ve Devlet Başkanları düzeyinde yapılan görüşmenin sonuçları, rol paylaşımı ve önceliklerin yeniden belirlenmesi için yeni bir milattır. Yaşanacak gelişmeler; sürdürülebilir, reel politik ve karşılıklı önceliklere dayalı bir süreç gelişip gelişmeyeceğini teyit edecektir.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ivme kazanan küreselleşme ve ardından çok boyutlulukla gelen temel eğilim, ülkelerin tek başlarına değil belirli bölgesel işbirlikleri ve bölge-ötesi ortaklıklar vasıtasıyla güçlenmesi yönündedir. Ülkeler artık ekonomik, siyasal, kültürel bakımdan diyalog ve iş birliğine dayalı açık bir yapıya doğru yönelmekte, uyum sağlayamayanlar ise ciddi istikrarsızlıklar yaşamaktadır.

İki ülkenin, bölgesel meselelere çözüm bulunması hususunda işbirliği içinde çalışmalarına duyulan ihtiyaç da derinden hissedilmektedir. Çok boyutlu şekillenen dünya güç sistematiği içerisinde Türkiye - ABD ilişkilerinin ifade edilen “model ortaklık“ niteliği kazanabilmesi için, yalnızca siyasi ve stratejik temelli değil, her parametrede karşılıklı derinlik oluşturacak bir yapıya doğru yönelinmesi gerekir. Tarih; iki ülkeye karşılıklı bağımlılığı derinleştirecek stratejik fırsatlar sunmaktadır. Bu bağlamda sektör temsilcilerini stratejik boyutu da kapsayan bir yaklaşımla bir araya getirecek olan Türkiye - ABD Stratejik Diyaloğu önemli bir işlev görecektir.

Ana Tema
Düşünce Diplomasisi Yeni Dünya Yeni Ufuklar
***

8 Ocak 2021 Cuma

Devlet Ciddiyet ve Sorumluluktur.,

Devlet Ciddiyet ve Sorumluluktur.,







Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
09 Ocak 2012

 


    Değerlerini bizim kadar kolay harcayan, tüketen bir toplum var mı? 
Kıymetleri yıpratmakta, törpülemekte ne kadar mahiriz!  
İsterseniz bu kadir bilmez tavrı kurumlar çapında ele alalım. 
Bu konuda akla ilk gelen kavram ve kurumlardan biri hiç şüphesiz ki “yargı ve yargı organları”dır. “Hâkimlik biraz Allah olmaktır” diyen, boş söz söylememiştir. Yargı mensupları her zaman her yerde saygı görür, görmelidir. 
Ancak bu saygıyı korumaya öncelikle kendileri özen göstermelidir.İddianame hazırlayan savcılar ciddi ve sorumlu olmak zorundadır. 
İdamını istediği sanığın sekiz yıl devam eden yargılanması sonunda dosyaya yeni hiçbir delil girmediği ve yeni bir tanık ortaya çıkmadığı halde beraatını isteyen savcının görevini ciddiyet ve sorumluluk ahlakıyla yerine getirdiğinden bahsetmek mümkün müdür? Adalete güven ve yargıya saygının korunması, ancak iddianamenin hazırlanması, mahkemece kabulü, hakimin tutukluluk sürelerini vicdanlı bir hukuk anlayışıyla incelemesiyle mümkündür.  

   Savcılar ve hakimler, 27 Mayıs darbecilerinin emirerleri olmayı kabul eden Yassıada Mahkemesi Başkanı Başol ve Başsavcı Altay Ömer’in akıbetlerini görsünler ve unutmasınlar. 
Nerde bu afralı ve tafralı adamlar. 
Geride hangi şeref parıltısı veya kırıntısı bıraktılar? 
İşkenceyle Ölümüne sebep oldukları güzide devlet adamlarının hatıraları dimdik ayakta... Savcı Egesel; Çuvala koydurup çuvalın ağzını bağlattığı, cennet mekan Tevfik İleri’yi kaldırıp duvara vurmaları için dört ere teslim ediyordu. Bu ve benzeri gayretlere rağmen İleri’nin iradesini kıramadı. 

Bir gün mahkemede çılgın bir sesle “Tevfik İleri! seni elimle asacağım” diye bağırıyordu. 
   Tevfik İleri o’na döndü ve “ Dün burada Sağlık Bakanı Dr. Lütfü Kırdar vardı. Konuşurken düştü ve öldü. 

Gece güneş battı, ay doğdu. Sabah ay giderken güneş doğdu. Bu sebeple sizin ölüm tehditlerinize ben sadece gülüyorum” dedi. 

    Ne oldu bu büyük İman, İnanç adamları? Tevfik İleri’yi ve birlikte yargılandığı mesai arkadaşlarını en sıcak duygularla yad ediyoruz. 
Savcı Egesel’in nasıl anıldığını ise herhalde söylemeye gerek yok. En hafif ifadeyle “lânet ediyoruz.”Evet yargının onurunu şuur, vicdan, ahlak sahibi hakim ve savcılar korur. Dünyanın geçici saadet ve başarısını ebedi hayatın sonsuz güzelliklerine tercih edenler ebediyen hüsrana uğrar. 

Biz yaşayarak idam sehpasının gölgesinde kendi mukaddeslerimizi savunduk. Savcı Nurettin Soyer 1980 darbesinin şöhretli askeri savcısı idi. 

Zulmün her türlüsünü denedi. Akıbeti berbat oldu. Ama askeri hakim Vural Özenirler mahkeme başkanı olarak haktan ve hukuktan ayrılmamaya dikkat gösterdi. Askeri Yargıtay ise adaletin abidesi oldu.Hepimiz servetlerin en büyüğünün “fazilet” olduğunu unutmamalıyız.

Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasını isteyen iddianame tam bir hukuk tezadıdır. Başbuğ’u Kamuoyu önünde “ Terör Örgütü Yöneticisi ” olmak, “Çete kurmak” la suçlamanın varmak istediği hedef nedir? 

   Bu talihsiz suçlamalar inandırıcı olabilir mi? Anayasa’nın 148. Maddesinin tayin ettiği yargılama usuluyle Başbuğ Yüce Divan’da yargılanmalıdır. 
Bugünkü sakat yaklaşım devam edecekse gerekçeleri kamuoyuna açıklanmalı dır. Unutmayalım, dünyanın herhangi bir yerinde bir insana yapılan haksızlığı kendinize yapılmış hissetmiyorsanız, siz o haksızlığa talipsiniz demektir. Evet, ülkemiz her zamankinden fazla ciddiyete ve sorumluluk duygusuyla hareket edilmesine muhtaçtır. Dış politikanın tayin ve tesbiti, iç politikadaki mesuliyetsiz, devlete ve kurumlarına olan güveni yok eden uygulamalar artık yerini “ Devlet ciddiyeti, dikkat ve sorumluluk ahlakı ” na terk etmelidir. Devlete olan güven kaybedilirse zaman içinde her şey kaybedilir! 

Kaynak Yeniçağ: Devlet ciddiyet ve sorumluluktur - Agah Oktay GÜNER 

6 Şubat 2017 Pazartesi

ÖZELLEŞTİRME, İKTİDAR DÖNÜŞÜMÜ VE DEVLET



 
ÖZELLEŞTİRME, İKTİDAR DÖNÜŞÜMÜ VE DEVLET  
           

Metin SARAÇOĞLU


 I.GİRİŞ  


            Bu yazımızda Türkiye'de yaklaşık olarak son yirmi yıldır devam etmekte olan bir tartışmayı ele alıp irdeleyecek ve sonuçlarını neler olduğu / olacağını belirlemeye çalışacağız Burada sadece ekonomik konularla sınırlı kalmadan, yönetim, siyaset ve toplumsal yapı ile ilgili olarak da vurgulamalar yapılacaktır. 
            Bu tartışma öz olarak kamu - özel sektör bağlamında, genel olarak da devlet ve iktidarın bölüşümü başka bir ifadeyle de dönüşümü üzerinde yoğunlaşmaktadır. Türkiye'yi yönetenler ekonomik, siyasal ve sosyal alanda her zaman dış dünyadaki gelişmeleri ve oluşumları referans almışlardır. Ekonomik konularda ve politikalarda da durum farklı olmamıştır. Örneğin, Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında, piyasa ekonomisi ve özel sektöre dayalı bir gelişme modeli hemen benimsenmiş ancak gerek 1929 krizi, gerekse Bolşevik ihtilali ve merkezi plana dayalı kalkınma tercihleri bizim ekonomik yaklaşımlarımızda hemen etkisini göstermiştir. Bu yaklaşım kısa süren DP iktidarına ayrı tutarsak ki durum orada da farklı değildir- 1980'lere kadar devam etmiştir. Özetle izlenecek ekonomik stratejilerin ve uygulanacak kalkınma modellerinde hep dış ülkelerdeki gelişmelerden etkilendiğini görmekteyiz. 
            1970'lere gelinceye kadar iktisatçılar gerekse ekonomik karar alıcıları ve uygulayıcıları, reel üretim ve istihdamdaki dalgalanmaların nedenleri ve giderilme yolları konusunda geçerli araçlara sahiptirler. Ancak bu yıllarda başlayan, yüksek enflasyonla yüksek işsizliğin aynı anda yaşanması ( stagflasyon)  ve bu dengesizliğin ortadan kaldırılmasında başarısız kaldırılmasında başarısız kalınması, yeni politika değişikliğini beraberinde getirmiştir. Nedir bunlar? Teorik detaya girmeden kısaca ; talep yönlü politikalar terk edilerek, arz yönlü iktisat politikalarının  ağırlık kazandığı bir süreç olarak tanımlayabiliriz. 
            İktisat literatüründe " Yeni Sağ " olarak adlandırılan uygulama da " Reaganomics" ve " Thatcherizm" olarak ortaya çıkan bu politikaların temel önermesi; " Kamu yöneticilerinin belli bir noktadan sonra kendi kişisel çıkarlarını, kamu yararının üzerinde tutma eğilimlerinin kaçınılmaz olduğudur." Bu durumda ne  yapmalı ? Kamu sektörü küçültülmeli, kamunun kaynak dağılımını bozucu etkilerini yanı sıra israf etmesinin önüne de bu şekilde geçilmelidir. 
            Genel anlamda bu tartışma liberalizm, küreselleşme, globalleşme, piyasaların entegrasyonu, sınırların kalkması gibi sıkça duyduğumuz kavramlar etrafında sürdü ve sürmektedir. 
            Daha önce vurguladığımız gibi, bu tartışmaların Türkiye üzerinde etkisinin oluşması uzun sürmedi. Türkiye ekonomisinde 1980'lerden sonra " 24 Ocak kararları" olarak bilinen uygulamalarda ekonomik yapıda bir takım radikal kararların alındığını görmekteyiz. Bu yaklaşım, genel olarak piyasa ekonomisinin şartlarını sağlanması, piyasaların liberalleşmesi ve KİT'lerin özelleştirilmesi gibi uygulamalarda kendini göstermiştir. 
            Türkiye'de bu çerçevede ciddi manada terminolojik ( kavramsal) hatalar yapıldığını görmekteyiz. Öyle ki ülkemizde aydınından en sade vatandaşına kadar bir kişi aynı anda liberal, milliyetçi, muhafazakar ve demokrat olduğunu söyleyebilmektedir. Bu olgu kısa sürede toplum kesimlerine yayılmakta ve genel kabul görmektedir. Ancak bu dört kavramın bir arada bulunmasında ve uygulanmasında teorik imkansızlıklar vardır. Çünkü düşünce hayatın tarihsel gelişimi içinde bu kavramın çıkış noktaları, uygulama alanları ve yaklaşımları birbirinden farklıdır. 

 2.ÖZELLEŞTİRME  

            Özelleştirme gerek teoride, gerekse uygulamada tam olarak açıklığa kavuşturulmamış bir kavramdır. Bunun temel nedeni, özelleştirmenin bir çok bilim dalının doğrudan ilgi alanına girmesidir. Bu ise yapılan bilimsel tanımlamalara da farklılık oluşması sonucu vermektedir. Örneğin ekonomi bilimi açısından özelleştirme; devletin ekonomik faaliyetlerinin azaltılması veya  tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Daha dar anlamda ise, devletin ekonomik faaliyetlerini gerçekleştirdiği KİT'lerin, özel sektöre devridir. Buna karşılık hukuk bilimi açısından özelleştirme KİT'lerin yönetiminin özel sektöre devridir. Dolayısıyla hukuk bilimi yönünden"Yönetimin Özelleştirmesi ", ekonomi bilimi açısından ise ;"Mülkiyetin Özelleştirilmesi" önem kazanmaktadır. 
            Özelleştirme; milli ekonomi içindeki kamu ekonomisini rolü ve fonksiyonlarını azaltacak, piyasa ekonomisine işlerlik kazandıracak uygulamaları içermektedir. Özelleştirmenin sosyal rasyoneli ise; sermaye mülkiyetini tabana yayılmasını sağlamaktır. 
            Özelleştirme; bir " ekonomik itikad" olarak toplumsal yapımızın içine yerleşmiş bulunmaktadır. Öyle ki siyasi kirlenmeyi ortadan kaldırıcak bireysel fayda ve refahla birlikte sorumluluk artacak kamu açıkları ortadan kalkacaktır. Bütün bu argümanlara karşılık uygulamada 1980' lerden bu tarafa kamu kesiminin ekonomi içindeki payı artmakta, bireysel sorumluluk ise çökmektedir. 
            Sonuçta ülke kaynakları ve devasa kuruluşları aracı kurumlar marifetiyle ve  de uluslararası finans merkezlerinin Türkiye içindeki uzantılarının etkili " lobi" faaliyetleri kanalıyla satılmaktadır. Ülke kaynakları % 20 -20 bölünerek, taşeronlara satılmakta veya kiraya verilmektedir. POAŞ ve TEAŞ' da bu yapılmıştır. TEAŞ'ın santrallerini yirmi yıllığına satın alan firmaların her birisinin bir veya birden fazla yabancı ortağı vardır. Burada yapılmak istenen " Türkiye Cumhuriyet Devletini mülksüzleştirmektir."  
            Dünyada ekonomik açılan mevcut olan eşitsizlikler, birçok ülkede kamu kesimi krizini derinleştirmiştir. Bu anlamda özelleştirme faaliyetinin tanımlanabilmesi için başka bir gelişmeyi de gözden uzak tutmamak gerekir. Bu Euro-dolar'ların uluslararası sınır tanımayan bir duruma gelmesidir. 
            Bu çok uluslu şirketlerin sürekli yayılma arzusu, devletin döviz hareketlerine ve ekonomiye getirdiği düzenlemelerin sınırlarına çarptılar. Özellikle bazı sektörler kamu mülkiyetinin sınırlarıyla karşı karşıya geldiler. Dolayısıyla şöyle bir tablo ortaya çıktı. Devlet finansal anlamda krize girmiş durumda, mali problemler nedeniyle alt yapı, sanayi, eğitim-sağlık gibi kamu hizmetlerine yatırım yapması imkansız hale gelmiştir. Diğer yönden yabancı sermayenin genişleme ihtiyacı var ve çok uluslu şirketler dünyanın globalleşmesini istemektedir. Ve bu iki olgu uluslararası banka sisteminin çökmemesi şeklinde kesin ihtiyaç ile birleşiyor. 
            Türkiye'de özelleştirme; etkinlik sağlamak, geliri tabana yaymak veya " kamu kesimi aşırı büyüdü, bunu küçültmemiz gerekir" gibi gerekçelerle  yapılmaktadır. Aksine birçok gelişmekte olan ülkede olduğu gibi Dünya Bankası ve İMF tarafından empoze edilmiştir ve edilmektedir. Buradaki amaç, tamamen global kararlar, piyasalar ve çok uluslu şirketlerin yayılmaları ile ilgilidir. 
            Bugün bölünmeden önceki adıyla TEK ( Türkiye Elektrik Kurumu ) 'de ihtiyaçtan % 30 fazla personel bulunmaktadır. Buna karşılık Türkiye'de elektrik hizmetlerinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması gerekmektedir. Ancak burada bir sorun ortaya çıkmaktadır: Kaynak problemi... Bütçesinin ancak % 10-11'ini yatırıma ayırabilen bir ülke için yatırım yapma imkanı ortadan kalkmaktadır. İşte bu noktada Dünya bankası devreye girmektedir. Ancak farklı bir amaca yönelik olarak Dünya Bankası 1944'de kurulduğunda, böyle durumlar için kurulmuştu. Amaç; 1993'te Dünya Bankası'nın aktardığı kredileri % 15'i enerji sektörü içindir. Ancak 1993'te Dünya Bankası politika değişikliği yaptı. Kredi vermeyi iki şarta bağladı. Bunlar; özelleştirme ve elektrik fiyatlarındaki sübvansiyonun kaldırılması. Türkiye'de bunlara harfiyen uymuştur. Elektrik santralleri ihalelerinden gelen "pis kokularda" bu ülkenin içsel bir problemi ve bir "etik" sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. 

 2.1 ÖZELLEŞTİRME İÇİN BİR ÖRNEK  

            Türkiye'de yapılan ve yapılacak olan özelleştirmeler içinde stratejik sektörler arasında yer alan elektrik santrallerinin satılması ayrı bir öneme sahiptir. Bunun yanı sıra PETKİM, POAŞ, Limanlar, Telekom ve Tüpraş'ın da özelleştirmeleri yapılmıştır  TEAŞ'ın yanı sıra adı geçen diğer kuruluşların özelleştirilmesi yukarıda değindiğimiz "Devletin mülksüzleştirilmesi" süresince hız katacaktır. Karar otoritesi tercihini belirlemiştir. Öyle ki, Özelleştirme İdaresi Başkanı; "Ekonomide stratejik sektör diye bir kavramın olmadığını, bunların da pekala özel sektöre verilebileceğini,  bunların da vatan evlatları olduğu " nu söylemektedir!.. 
            Bu nedenle çalışmamızın bu bölümünde TEAŞ'ın özelleştirilmesi örnek olay olarak, rakamlar ve veriler doğrultusunda  adı geçen "vatan evlatlarının " nasıl bir satışı gerçekleştirdiklerini ortaya koymaya çalışacağız. 
 

TABLO I. TEAŞ'ın Özelleştirilen 12 termik santrali ile ilgili değerlendirme 
Termik Santrallerin Toplam Kurulu Gücü (MW)                                                 6.723.000 
Toplam Kurulu elektrik Enerjisi içindeki Payı (%)                                                            32 
Termik Santrallerinin 1996 Yılı Toplam elektrik Üretimi ( kwh)                   35.063.500.000 
Termik Santrallerinin Toplam Kuruluş Maliyetleri (US$)                              7.305.750.000 
TEAŞ'ın 12 Santralden 1996 Yılı Karı (US $)                                                       758.451.500 
TEAŞ'ın 12 Termik Santralden 20 Yıllık Karı (US$)                                       15.169.030.000 
Devredilen Termik Santraller için İlan Edilen 20 Yıllık devir Bedeli (US$)   1.660.000.000 
Devir Bedelinin TEAŞ'ın 20 Yıllık Gelir Bedeli'ni Karşılama Oranı(%)                             11 
                             Kaynak: Enerji Bakanlığı ve TES-İŞ istatisliklerinden derlenmiştir.
 
TABLO II. İşletme Hakkı 20 Yılığına Devredilecek 10 Termik Santralle İlgili Bazı
 Bilgiler
( Hamidabad ve Ambarlı Hariç) 
Termik Santraller
 
 
 
Kurulu Gücü(MV)
 
 
 
Bugünkü Fiyatlarla Kuruluş Maliyeti (1.000$) TEAŞ'ın Ortalama Enerji Maliyeti (Cent/.kwh) TEAŞ'ın Ortalama Karı (Kwh başına  Cent)TEAŞ'ın Ortalama Yıllık Karı (US1.000$)
 
TEAŞ'ın Ortalama 20 Yıllık Karı (1.000US$)
 
20 Yıllık Devir Bedeli (1.000US$)
   
Alan Firma
 
 
 
 
Teklifi (Cent)
 
 
 
Çatalağzı B
300
450.000
2.20
2.50
43.687
873.750
75.000
KORONA
3.71
Çayırhan
300
450.000
2.20
2.50
37.500
750.000
85.000
PARK
4.31
Kangal 
 
 
300
 
 
450.000
 
 
2.20 
 
 
2.50
 
 
47.750
 
 
915.000
 
 
75.000
 
 
KOÇ-Demir Export NRG PEABONY
2.62
Kemerköy
 
  
 
 
630
 
 
 
 
945.000
 
 
 
 
2.20
 
 
 
 
2.50
 
 
 
 
30.600
 
 
 
 
612.000 
 
 
 
 
150.000 
 
 
 
 
Bayındır -Mimag- National Power- Pacificorp
2.59
Orhaneli
210
315.000
2.20
2.50
28.612
572.250
90.000
SÜZER
2.19
Soma A
44
66.000
2.20
2.50
6.787
135.750
15.000
SÜZER
4.39
Soma B
990
1.485.000
2.20
2.50
139.312
2.786.250
240.000
SÜZER
3.1
Tunç Bilek
429
643.500
2.20
2.50
41.625
832.500
100.000
TEMTAŞ
4.46
Yatağan
 
 
 
630
 
 
 
945.000
 
 
 
2.20
 
 
 
2.50 
 
 
 
76.312
 
 
 
1.526.250
 
 
 
160.000
 
 
 
Bayındır- Mimag- N.Power- Pacificorp
2.4
Yeniköy
 
420
 
630.000
 
2.20
 
2.50
 
57.225
 
1.144.500
 
100.000
 
Bayındır VE Diğerleri
2.4
             Kaynak Enerji Bakanlı ve TES-İŞ istatistiklerinden derlenmiştir.              Tablo 1ve 2'deki verilerden elde edilecek sonuçların yorumuna girmeden önce bir özet yapmamız gerekirse, 
            -Termik santralin işletme hakkı 20 yıllığına devir bedeli 1.2 milyar dolardır. 
            -Bu 10 santralin yıllık net kar toplamları 507 milyon dolardır. 
            -Devlet 1.2 milyar doları iki yıl beklemeden kendisi kazanaçakken, santralleri 20 yıllığına devretmiştir. 
            -Bir başka ifadeyle 2 yıllık karı peşin alabilmek için 18 yıllık kardan vazgeçmektedir. 
            -Elde edilecek gelir, 1.2 milyar dolar iken, vazgeçilen gelir yaklaşık 8.9 milyar dolardır. 
            -10 santralin toplam devir bedeliyle ancak Çatalağzı B ve Çayırhan gibi çok küçük santraller kurulabilir. 
            -Elektriğin kilovatının TEAŞ'dan daha fazla maliyete üreteceklerini söyleyen bu firmalar, sonuçta satış fiyatını da artıracaklardır. Bu durum elektriğe tüketicinin ödeyeceği bedelin artması anlamına gelmektedir. Öyleyse özleştirme sonucu, rekabet dolayısıyla "fiyatların düşeceği" fikri tamamen aldatmacadır. 
            -Bu santralleri alan firmaların, bu santrallere ne kadar yatırım yapacakları belirsizdir., bilinmemektedir. Sadece devletin üstlendiği 2 milyar dolarlık planlanmış bir yatırım vardır. 
            -Yenileme ve modernizasyonun yapılacağına yönelik bir yaklaşımı göremediğimize göre; bu santraller 20 yıl sonra teknik ömürlerini tamamladıktan sonra ne olacağı da bilinmemektedir. 
            -Üzerinde durulması gereken bir diğer konu da bu santrallerde çalışanların iş güvenliği ve sosyal güvenlik haklarının ne olacağıdır. Bu konuda da belirsizlik vardır. Örneğin Soma A+B termik santrallerinde çalışılan 1300 işçinin yarısının kuruluşu satın alan firmanın yükümlülüğü 650 x 950.000 TL'dır. 
            -Bu santrallerde çalışanların aşırı gürültüden dolayı - ki bu, araştırma ve gözlemlerle belirlenmiştir - onda yedisinin kulağı duymamakta, onda yedisinin çocuğu olmamaktadır. 
            Sonuç olarak, belki çok da iç açıcı olmayan bir tablo ortaya çıkmaktadır. Ancak Türkiye'de yapılan özelleştirme uygulamalarının "fotoğrafı" budur. Yoksa özelleştirmeyi sadece bir kamu kuruluşunun özel sektöre devri olarak düşünürseniz sonuç çıkmamaktadır. 
            Bugün için ülkemizde özelleştirme gerek; "Devletin kuşatma ve mülksüzleştirme" gerekse; "iktidar dönüşümünü" sağlama aracı olarak, aynen bir "tetikçi"görevi görmektedir. Bu ülkede "Savunma konsepti" belirleyenler, esas tehdidin özelleştirme uygulamalarının ekonomik ve sosyal sonuçlarından geleceğini görmelidirler. Devlet küçültmek, devleti satmak demek değildir.  
            2.2 İKTİDAR DÖNÜŞÜMÜ VE DEVLET  
            Türkiye'de 1980 'lerden sonra uygulanan ekonomik politikaların önemli iki etkisi, ekonomik ve sosyal hayatta görülmektedir. Sosyal yapıda fertler üzerindeki etkisini gözlemlediğimizde; sadece karını maksimize etmeyi amaçlayan, her davranışında Fayda/Maliyet analizi yapan bir birey tipinin ortaya çıktığını görmekteyiz. 
            İkinci etkisi ise; piyasanın parasallaşmasıdır. Ne demektir bu? Her değerin, her hareketin, kısaca her şeyin parayla ölçüldüğü bir ekonomik ve sosyal süreç. Piyasa parasallaştıkça birçok şeyin anlamı değişmektedir. Örneğin; hoca-öğrenci, karı-koca, amir-memur, son tahlilde de devlet-birey arasındaki ilişki farklılaşmaktadır. Bütün mal ve hizmetler metalaşmakta, adeta "paranız var ise itibarınız vardır" olgusu toplumsal yapı içinde süratle yayılmaktadır. 

            Bu sürecin hızlı yaşandığı toplumlarda "iktidar dönüşümü " nün ortaya çıkması ve yaşanması kaçınılmaz olmaktadır. Bugün Türkiye'de ekonomik, sosyal ve siyasal yapıda yaşanan bunalımının temelinde bu dönüşümün sancıları yatmaktadır. 

            Bu iktidar dönüşümünün ipuçlarını elde etmek ve de bu olgunun gerçekleşmesindeki süreci iyi anlamak için, iki prototipin incelenmesi gerekir. Koç ve Sabancı. Her ikisi de özel sektörün istihdam, üretim ve yarattıkları katma değer açısından önde gelenlerindendir. Kısacası her ikisi de sektör olmuşlardır. 
            Koç'un biyografisine bakıldığında 1950'li yıllarda CHP üyesidir. O dönemin iktidarının kendisine, bu partiden istifa etmesi için uzun süre baskı yaptığını görmekteyiz. Ford ile yapacağı ortak yatırım engellenmektedir. Bütün bu baskılara karşı Koç'da, Sabancı'da yakın yıllarda gördüğümüz karşı çıkışları ve "diklenmeleri " görememekteyiz. Örneğin Sabancı, zaman zaman karar otoritelerine ve kamu yöneticisine  "... Siz yiyicisiniz, Sadece yediniz, başka bir şey yapmadınız. " türünden açıklamalarını sıkça görmekteyiz. Birinde bir kabullenme, sessiz kalma var, diğerinde karşı çıkma, radikal açıklamaları gündeme getirme olgusu vardır. 

            Kısaca ele aldığımız bu örnek olay, Türkiye'de kamu-özel sektör dengesi, genelde de devlet-iş adamı ilişkisinin zaman içinde değişimini göstermesi açısından ilginçtir. Devlet özel sektörü 1980'lere kadar el altından desteklenmesine rağmen, diğer taraftan kamu oyuna güvenilmez, kuşku duyulması gereken kişiler olarak sunmuştur. Kredi, teşvik, kota, yatırım indirimi gibi yollarla da sürekli baskı altında tutabilmiştir. Ne zamana kadar? Miladi bir tarih belirlemek istenilirse, buna TUSİAD'ın ilanlı protestosunu söyleyebiliriz. Ancak bu süreç 80'lerden sonra hızlanmıştır. Özellikle de 1989 Kambiyo rejiminin "32 Sayılı Karar" ile libere edilmesiyle üst noktalara varmıştır. Bu ve benzeri uygulamalarla Türk özel sektörünün devlete bağlı olması olgusu ortadan kalkmıştır. Çünkü kaynak ihtiyacını, kredi sıkışıklığını dış piyasalardan kolayca sağlayabilmektedir. Buna birde kamunun iç borçlanma politikası da eklenince, hareket alanı genişlemekte, bazı küçük engeller de kolayca aşılmaktadır. Kısaca; devlet ile olan "göbek bağı" artık kesilmiştir.Sabancı'nın ekonomik ve siyasi konularda radikal sayılabilecek çıkışları yapabilme rahatlığı, bunlardan kaynaklanmaktadır. 

            Burada üzerinde durulması gereken bir konu da sermayenin bir bölümünü "dinsel etiket" yapıştırılarak, ekonomik sürecin dışına itilme çabalarıdır. Teşebbüsün önündeki engellerin kaldırılması gerektiği devlet yöneticileri tarafından her fırsatta dile getirilmesine karşılık kesime geliştirilen yaklaşım farklıdır. 

            3 -SONUÇ  

            Sonuç olarak, Devlet kapital, inisiyatifini elinden kaçırmıştır veya kaybetmek üzeredir. Bunun arkasından siyasi inisiyatifin terk edilmesi gelecektir. Bu da kaçınılmazdır. Bunu belirtileri de görülmektedir. Nasıl mı ? 

            Başkanlık sistemi ve T.B.M.M'nin görev ve fonksiyonlarında istenen değişiklikler yapılarak. Ne yapılmak isteniyor ? T.B.M.M. tamamen bir "temsilciler meclisi" konumuna indirgenecek, sadece yasamayla ilgili görevleri yapacak ve kendini tadil edecektir. Hükümeti, yani "karar organını" belirleme yetkisi olmayacak bir meclis istenmektedir. Siyaset; bugün bile varlığı kuşku götürmeyen kapital inisiyatifi elinde bulunduran "lobi"lerin eline geçecektir. Ülkede yeni çıkar birliktelikleri kurulacak ve kendini yenileyerek ve devam edip gidecektir. Yapılmak istenen budur. 
                                                                                                       Metin SARAÇOĞLU 
                                                                                                       Araştırma Görevlisi 
                                                                                                      G.Ü. Sos.Bil. Enstitüsü 



http://www.mevzuatdergisi.com/


1 Şubat 2017 Çarşamba

Terör-Medya-Devlet


Terör-Medya-Devlet



Bu yazının amacını, 2003 Kasım ayı içerisinde İstanbul’da meydana gelen terör olaylarını kimlerin, hangi örgütlerin veya bu örgütleri destekleyen uluslararası güçlerin kimler olduğu sorusunun cevabını araştırmak yada analiz etmek oluşturmamaktadır. Söz konusu incelemenin ana gayesi, “herhangi bir terör eylemi için Türkiye’nin ne kadar ideal bir ülke olduğu gerçeğinin” ortaya konulmaya çalışılmasıdır. Ortaya atılan bu iddiayı desteklemek için İstanbul’da meydana gelen terör saldırılarına farklı bir perspektifle bakış esas alınmış ve bu olaylarda medya’nın yeri ile devletin denetim ve gözetim mekanizmasındaki yetersizliği irdelenmeye çalışılmıştır.

Özellikle medyanın veya genel olarak kitle iletişim araçlarının kamuoyu oluşturmanın neresinde olduğunun önemi, karşılaştırmalı olarak Batı dünyası-Türkiye örneği ile verilmeye çalışılmıştır.

Türkiye, birçok bakımdan kendisine özgü, özgün olgulara ve anlayışlara sahip bir ülkedir. Örneğin, demokrasinin beşiği İngiltere’deki “demokrasi” anlayışı ile Türkiye’deki “demokrasi” teoriği ve pratiği oldukça farklıdır. Batı dünyası ile Türkiye karşılaştırmasında -sosyal alandan hukukî alana hattâ ahlâkî alana- aynı temel ilkeler üzerine kurulmuş olan kuralların Batı dünyası’nda farklı, Türkiye’de ise çok daha farklı yorumlarına ve uygulanışına onlarca örnek verilebilir.

İngiltere, yıllarca terörist eylemlere sahne olmuş ve bu saldırılara karşı mücadele vermiş önemli bir Avrupa ülkesidir. Dış dünyaya karşı kendisini demokrasinin beşiği olarak yansıtmayı başarı ile yürüten bu ülkedeki terörist eylemlerden birçok dünya vatandaşının haberi dahi olmamıştır. Benzer şekilde, terör eylemlerini İspanya veya İtalya örneği ile de pekiştirmek mümkündür.

Amerika Birleşik Devletleri’nin 11 Eylül olayları sırasındaki ve sonrasındaki görüntüsü de ders alınması gereken önemli bir örnek teşkil etmiştir. Terör saldırıları sırası ve sonrasında gerek ABD yönetimi gerekse Amerikan medyası kendi üzerlerine düşen görevi lâyıkıyla yerine getirmiştir.

Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırı sonrasında binlerce kişi hayatını kaybetmiş, yıkılan İkiz Kule’nin altından binlerce insanın cesedi çıkartılmış, ancak ne Amerika ne de dünya kamuoyu bu görüntüleri izlemiştir. Aynı saldırı Türkiye’de olsaydı neler olurdu? Enkazın altından çıkartılan ceset görüntüleri Türk televizyon ekranlarından ve Türk gazetelerinin manşetlerinden acaba nasıl verilirdi?

Birkaç yıl önce bir Türk futbol takımı ile bir İngiliz futbol takımının maçı öncesinde İstanbul’da Türk ve İngiliz holiganlar arasında çıkan kavgada, Türk holiganlar tarafından iki İngiliz bıçaklanarak öldürülmüş ve Türk medyası günlerce öldürülen iki İngiliz’in kanlı cesetlerini ayrıntıları ile TV ekranlarına taşımışlardır. Mevcut durumu garip bulan bir İngiliz TV programcısı Türkiye’nin önde gelen televizyon kanallarından birisinde katılmış olduğu tartışma programında tartışmayı yöneten Türk oturum yöneticisine hayretler içerisinde kaldığını şu şekilde ifade etmiştir: “Ülkenizde işlenen cinayette iki İngiliz’in cesedinin kanlı görüntülerini Türk televizyonları olarak günlerce ekranlarınıza taşımanıza biz İngiliz medyası olarak hayret ettik, İngiltere’de İngiliz halkına izlettirdiğimiz görüntülerin tamamını sizin görüntülerinizden aldık. Bakın, eğer İngiltere’de aynı şekilde İngilizler tarafından Türkler öldürülmüş olsaydı, hiçbir İngiliz televizyonu yada gazetesi bu şekilde bir yayın yapmazdı. Öldürülen insanların kanlarının görüntülerini ne kendi ne de dünya kamuoyuna izlettirmezdi. Bu ülkenizin imajı açısından da hiç hoş bir durum değil…”

Yine İngiltere’den bir örnek: Terörist Abdullah Öcalan’ın yakalandığı dönem. BBC Televizyonu Öcalan’ın yakalanması ile ilgili canlı yayında bir Türk profesörü konuk etmiştir. Türk profesöre İngiliz spiker PKK ile ilgili soru yöneltir. Türk profesör, İngiliz halkına konuyu daha iyi anlaması için IRA örgütünü örnek vererek açıklamak ister. Türk profesör IRA örneğine başlar başlamaz yönetmen yerinden fırlayarak hemen yayının kesilmesi ve reklâm girilmesi komutunu verir. Reklâm arasında profesöre sert bir şekilde ‘kendisine PKK’yı sorduklarını ve IRA ile ilgili konulara girmemesi gerektiği’ söylenir.

Türkiye’de Resmî Devlet Televizyonu olan TRT’nin yayınları irdelendiğinde kendi rotasına göre yayın yapan özel TV kanallarını yadırgamak bu TV kanallarına karşı haksızlık olacaktır.

Son İngiltere–Türkiye Millî Maçının devre arasında soyunma odalarına gidiş sırasında İngiliz ve Türk futbolcular arasındaki kavga görüntülerini yayınlayan devlet televizyonu TRT, FIFA tarafından Türkiye’ye verilen cezanın en önemli delilini FIFA’ya ve Avrupa kamuoyuna kendi elleriyle, yayınladığı kavga görüntüleriyle sunmuştur. İngiliz SKY TV, TRT’den aldığı kavga görüntüleri günlerce İngiliz halkına seyrettirmiştir.

2003 Kasım ayı içerisinde Türkiye’nin dünyaca bilinen en önemli kentinde gerçekleşmiş olan terör saldırıları dünya kamuoyunda Türk medyasının sayesinde istenilen yankıyı fazlasıyla uyandırmıştır.

Bombalama eylemlerini her kim veya örgüt düzenlediyse, genel olarak terör eyleminin teoriği ve pratiği açısından önemli bir zafer kazanmıştır. Çünkü hiçbir terör örgütü reklâmını, kontrolsüz Türk medyasından daha iyi bir başka ülkenin medyasına yaptıramazdı. Nitekim, İstanbul’daki bombalama olaylarını üstlenen bir terör örgütü kendi Internet sitesinde, amaçlarının İngiliz çıkarlarına darbe vurmak olduğunu açıklamıştır. İngiliz çıkarlarına İngiltere’de değil de Türkiye’de darbe vurma fikri ve eylemi oldukça düşündürücüdür. Aslında böylesi bir durum, bu yazının ilk paragrafında iddia edilen savı desteklemektedir. Türk medyasının kontrolsüz yayın anlayışı sayesinde olayları gerçekleştiren terör örgütü, sesini başka hiçbir ülkede bu kadar sansasyonel olarak duyuramazdı. İngiliz çıkarlarına darbe vurma amacıyla yapıldığı iddia edilen terör eylemleri İngiltere’de yapılmış olsaydı, söz konusu gelişmeden bırakın dünya kamuoyunu, patlamaların gerçekleştiği mahallerin dışındaki İngilizlerin dahi haberi olmazdı.

SÜPER GÜÇ MEDYAYI NASIL KONTROL EDİYOR?: 

Büyük Devlet Olmanın Sırları

1955-1975 yılları arasında gerçekleşen Vietnam Savaşı, ABD’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Savaş, medyanın özellikle televizyonun, savaş sırasında kamuoyunu etkileme ve oluşturma, ulusal konsensüs sağlama gücünü göstermiştir. 1960’lı yıllarda ABD’de giderek yaygınlaşan televizyon, savaşın kaderini değiştirmekle kalmamış, Amerikalıların yenilgisinde önemli rol oynamıştır. ABD’den 19 bin km uzakta cereyan eden savaş, televizyon sayesinde Amerikalıların oturma odalarına taşınmıştır. Savaş görüntüleri olarak ölen, yaralanan, acı çeken asker görüntüleri, savaş sırasında mağdur olan sivil halkın durumu, özetle kan ve gözyaşı, insanları savaştan soğutmuş ve böylece ABD kamuoyunun savaşa olan desteği her geçen gün azalmıştır. Zaten, 1960’lardan itibaren Vietnam Savaşı yaygın halk muhalefetini ortaya çıkartmış ve Amerikalı gençler arasında haksız bir savaşa karşı sıkı bir duruş ortaya çıkmıştı. 1970’lere gelindiğinde ise nüfusun büyük çoğunluğu savaş karşıtı olmuştur.

Amerikalı gazetecilerden George F. Will: “Amerikan İç Savaşı” sırasında; 1862 Antietam Muharebesi’nde 20 binden fazla asker öldü. İç Savaş’ın en kanlı çarpışmaları Antietam Muharebesi’nde yaşandı. Eğer, Antietam Muharebesi sırasında televizyon olsa ve Amerikalılar evlerindeki televizyonlardan bu kanlı çarpışmaları izlemiş olsalardı, Güney ve Kuzey birleşmesi yerine, ayrı kalmasını tercih ederlerdi.” şeklinde bir değerlendirme yapmıştır.

Vietnam Savaşı’ndan sonra ABD eski başkanlarından Lyndon Johnson’ın tespiti de aynı görüşü savunmuştur. Johnson: “Vietnam Savaşı’nı televizyon yüzünden kaybettik. Çünkü, Vietnam Savaşı tarihte televizyondan naklen yayınlanan ilk savaştı.” demiştir.

Vietnam Savaşı yenilgisinde basının olumsuz rolünü unutmayan Amerikan yönetimleri Ronald Reagan dönemi başta olmak üzere geçmişten aldıkları dersle, Amerikanın katıldığı/katılacağı savaşlarda enformasyon akışının kontrolünü sağlama veya bunu sınırlandırma yoluna gitmişlerdir.

ABD’nin Granada ve Panama’ya düzenlediği askerî müdahalelerde, son olarak Irak’la yaptığı iki savaş sırasında basına uygulanan sınırlama ve sansür had safhaya ulaşmıştır.
Birinci ABD-Irak Savaşı öncesinde gerek dönemin ABD Başkanı George Bush gerekse General Schwarzkopf ABD-Irak Savaşı’nın yeni bir Vietnam Savaşı olmayacağı teminatını vermişlerdir.

Savaş öncesi medyaya yönelik olarak “Haber Havuzu” şeklinde bir uygulamayla savaşla ilgili çıkacak olan haberlerin kontrolü Pentagon’a verilmiştir. Savaş bölgesine getirilen gazetecileri özel bir sınavla seçen, görüşlerine başvurulan uzmanları, Bush yönetimini destekleyen lobilere ve silâh şirketlerine yakın isimlerden oluşturan Pentagon, Birinci ABD-Irak Savaşı’nı televizyondan âdeta naklen yayınlayan CNN aracılığı ile savaşı gerek Amerikan kamuoyuna gerekse dünya kamuoyuna Amerikan gözlükleriyle yansıtmıştır.
Henüz savaş öncesinde Bush yönetimine verdiği destekle savaş çığırtkanlığı yapan medya, savaşın gerekliliği, maliyeti gibi konuları işlemekten imtina ile sakınmıştır. 150 bin Iraklı askerin öldüğü, 200 bin Iraklı askerin yaralandığı, 50 bin civarında sivilin hayatını kaybettiği veya yaralandığı Birinci ABD-Irak Savaşı TV ekranlarına, gazete sütunlarına kanın sıçramadığı “temiz” bir savaş olarak sunulmuş, savaş sırasında ölü ve yaralılara, yakılan, yıkılan hattâ yerle bir olan şehirlere ait görüntüler verilmemiş, savaş, CNN ekranlarından âdeta bir video oyunu şeklinde sunulmuştur.

2003 yılı Şubat ayında başlayan İkinci ABD - Irak Savaşı öncesi/sırası ve sonrasında da farklı uygulamalar olmamıştır ve/veya olmamaktadır.

SON SÖZ

Eğer üçüncü dünya ülkesi değilseniz, eğer devlet olarak büyük güç olma hedefleriniz varsa, eğer geleceğe yönelik idealleriniz varsa ve eğer dünyayı yönetmeye aday iseniz, yine devlet olarak edebiyattan sanata, film endüstrisinden medyaya kadar birçok alanı kontrol altında tutmanız gerekir.


10 Kasım 2016 Perşembe

28 ŞUBAT SÜRECİ ÜZERİNE DEVLET AKLINDA BİR KIRILMADIR, BÖLÜM 7



28 ŞUBAT SÜRECİ ÜZERİNE BÖLÜM 7





28 Şubat Süreci Devlet Aklında Bir Kırılmadır
Hatem Ete 
01 Şubat 2009


    Turuncu Dergisinin 28 Şubat Sürecinin yıldönümü dolayısıyla SETA Araştırmacısı Hatem Ete ile gerçekleştirdiği röportaj

Sizinle ağırlıklı olarak 28 Şubat Sürecini konuşacağız ama isterseniz daha önce Türkiye’nin darbelerle imtihanını konuşalım. 

    Türkiye’de demokratik sistem niye bu kadar sıkça müdahalelere uğruyor?

   Bildiğiniz gibi, Türkiye’de çok partili siyasal hayat Cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden 23 yıl geçtikten sonra mümkün olabildi. Demokratik sisteme geçiş için toplumsal muhalefetin zayıflaması beklendi. Bu çerçevede iki muhalif partinin hemen kapatılması toplumun henüz ‘demokratik olgunluğa’ erişmediği kanaatine dayandırıldı. İkinci Dünya Savaşından sonra iç ve dış dinamiklerin çok partili hayatı zorunlu hale getirmesiyle milli iradenin siyasal sisteme taşınmasına izin verildi. 

Seçimlerin CHP aleyhine sonuçlanması bürokratik seçkinleri tedirgin etti. Bu tablo elitlerin, önlem alınmazsa serbest seçimler neticesinde gelen iktidarların rejimin ideolojik yapısıyla oynayacağından endişe duymasına yol açtı. Bürokratik seçkinler bu duruma 27 Mayıs 1960’ta darbe yaparak karşılık verdi. Darbe sonrasında, seçilmiş hükumetler in ülkeyi yönettiği bir fotoğrafın arkasında özerk kurumlar aracılığıyla bürokrasinin fiilen ülkeyi yönetmesini sağlayan bir vesayetçi rejim yerleştirildi. 

Fiilen devlet-hükumet ayırımı yapıldı. Bu iş bölümünde devletin ulusal güvenliğini ilgilendiren konular özerk kurumların inisiyatifine bırakılırken hükumetin faaliyet alanı hizmet-icraatla sınırlandı. Sivil iktidarlar vesayetten kurtulma isteğinde bulunup bu zımni anlaşmanın gereklerine uy(a)madıklarında başka bir müdahaleye maruz kaldılar. 

Yapılan her darbe vesayet rejimini biraz daha sağlamlaştıracak otoriter mekanizmalar geliştirdi ve böylece vesayetçi rejim kurumsallaştı.

Darbeler hep aynı amaç ve ideolojiyle mi gerçekleşti? Başka bir deyişle, darbeler arasında belli bir sürekliliğin izi sürülebilir mi yoksa her bir darbe ayrı bir vizyonumu benimsedi?

Aslında bütün müdahaleler tek bir amaca hizmet etti. Bu amaç siyasal iktidarı bürokratik vesayet altına almaktı. Nitekim bütün darbeler milli iradeyi sınırlayan 
bürokratik kurumlar inşa etti. 27 Mayıs müdahalesiyle MGK, Anayasa Mahkemesi, DPT, Senato, ‘özgür’ üniversite ve TRT kuruldu. 12 Mart Muhtırası DGM ve Üniversiteler Arası Kurul’u inşa etti. 12 Eylül müdahalesi ise özgür üniversitenin kargaşaya yol açtığını düşünerek YÖK’ü inşa etti, Senato’yu işlevsiz bularak ortadan kaldırdı ve Cumhurbaşkanlığının yetkilerini arttırdı. Böylece her darbe aynı vesayetçi amaç doğrultusunda siyasal iradeyi denetleyecek güncel mekanizmaları hayata geçirdi.

28 Şubat müdahalesi siyasal İslam paranoyası çerçevesinde meşrulaştırıldı. Türkiye’de siyasal İslam’ın güçlenmesinin arkasındaki dinamikler neler?


Bunun için 1950’den beri, bir kaç yıllık istisna hariç tutulduğunda, sürekli iktidar olan merkez-sağ partileri ve bu partilerin devlet-toplum dinamiğinde gördüğü işlevi konuşmamız gerekir. Merkez-sağ partiler rejimin Kemalist yapısına halel getirmeden toplumu devletle barıştırma işlevi gördü. Bu işlevleri neticesinde merkez - sağ partiler, ekonomik, siyasal ve kültürel olarak çevrenin merkeze taşınmasına aracılık ettiler ve toplumsal yapının dönüşümüne ciddi katkılarda bulundular. 
Şehirleşme, eğitim seferberliği ve ekonomik entegrasyon gibi politikalar neticesinde eğitimli, dindar, yeni bir orta sınıf oluştu. 1990’lara kadar, büyük ölçüde merkez-sağ partileri destekleyen bu kitle, 1970’lerden beri İslami bir söylemle siyasal alanda gittikçe güçlenen Milli Görüş geleneğinin merkeze yakınlaşmasıyla siyasal bir kimlik edindi. Belli bir güce ulaştıktan sonra bu kesimler, merkez-sağın hizmet-icraatla sınırlı iktidarını yetersiz bularak kendi kimlik bileşenlerinin de iktidara yansımasını talep ettiler. Merkez-sağ doğası gereği bu taleplere cevap veremeyince toplumsal desteğini yitirdi. Böylece bu toplumsal kesimlerin taleplerini siyasal sisteme taşıma misyonu yüklenen RP güçlenerek bir iktidar alternatifi olarak belirdi.

RP iktidara gelince de 28 Şubat Süreci başladı...


Evet. Merkez-sağın zayıflayarak tek başına iktidar olma potansiyelini kaybetmesi ve RP’nin söyleminde temsil edilen İslamcılığın güçlenerek iktidar alternatifi 
olması, Zinde güçleri endişeye sevk etti. Vesayet sisteminin tehlikeye girdiğini düşünen çevreler, bu toplumsal dönüşümü 28 Şubat Süreci ile yönetmeye çalıştı. 28 Şubat Süreci, sivil ve askeri bürokrasinin medya ve iş çevrelerinin de desteğini alarak RP’yi ve arkasındaki toplumsal ve ekonomik desteği yok etme stratejisini ifade ediyor. Bu süreçte, İslamcılığın yükselişi ve merkez-sağın çözülmesi faktörlerinin arkasındaki yerel ve küresel sosyolojik dinamikler devre dışı tutuldu. Sorunun asayiş eksenli yasaklayıcı politikalarla çözüme kavuşturulabileceğine inanıldı.

28 Şubat Sürecini diğer müdahalelerden farklı kılan nedir?


Aslında birçok noktada farklılık var. İlk farklılık müdahalenin tarzıyla ilgilidir. 28 Şubat Süreci’nde askeri elit birçok iç ve dış faktörün etkisiyle, kışlasından çıkıp 
siyasal alanı yeniden düzenleme yolunu tercih etmedi. Gerekli görülen müdahaleleri gerçekleştirmek üzere ‘silahsız kuvvetler’ sürece dâhil edildi. 

Birinci özelliğin sonucu sayılabilecek ikinci farklılık müdahalenin süresi ile ilgilidir. Asker kışlasından çıkmadığı için kışlasına geri dönmek için kendisine bir milat da belirlemedi. Dolayısıyla, her darbenin/müdahalenin ilk garantisi olan ‘TSK’nın düzeni yeniden tesis ettiği en kısa süre içinde kışlasına geri dönüp siyaseti asıl sahiplerine iade edeceği’ teminatı, 28 Şubat Sürecinde yerini, ‘bu müdahalenin gerekirse 1000 yıl sürebileceği’ tehdidine bıraktı. Üçüncü farklılık müdahalenin dayandığı strateji ve içerikle ilgilidir. Eski darbelerin tamamı belli bir kesime dayanmama ve belli bir kesimi bastırmama konusunda olağanüstü bir hassasiyet göstererek TSK’nın tarafsızlığı ve siyaset-üstülüğüne vurgu yapma ihtiyacı hissederken 28 Şubat Süreci, açıkça toplumun belli bir kesimini diğer kesimlerin üzerine saldı ve böylece toplumsal ayrışmayı tetikledi. Dolayısıyla hem biçim hem de içerik yönünden daha önceki müdahalelerle karşılaştırıldığın da, 28 Şubat Süreci’nin devlet geleneğinde bir kırılmayı teşkil ettiği açıktır.

28 Şubat Süreci hedeflediği sonuçlar itibariyle başarılı oldu mu?

Kısa vadede bazı hedeflerinde başarıya ulaştığı söylenebilir. Ancak orta ve uzun vadede başarısız olması bir yana, Türkiye’nin 10–15 yıllık potansiyelini yok etti. 
Önce başarılı olduğu kısımdan başlayalım. 28 Şubat Sürecinin en önemli kısa vade hedefi Refah-Yol iktidarını ortadan kaldırmaktı. Bu hedefinde başarıya ulaştı. 
İkinci hedefi, psikolojik harekâtın yanı sıra yasal düzenlemelerle RP’nin arkasındaki toplumsal desteği ortadan kaldırmaktı. Bunun için, Türkiye’deki İslami kesimlerin merkez-sağ iktidarlarla yapılan müzakereler neticesinde elde ettikleri kazanımların bir kısmını ortadan kaldırdılar. Bunların en önemlisi İmam Hatip Liselerinin işlevsizleştirilmesi dir ki, bunda başarılı olunduğu söylenebilir. İslami çevrelerin bugüne gelmesini sağlayan faktörlerin başında gelen ‘nesil siyaseti’ böylece akamete uğratıldı. Bu sonuçların yanı sıra 28 Şubat sürecini yürüten ve destekleyen kesimlerin öngördüğünün tersine birçok sonuç da ortaya çıktı. 

Öncelikle, bu sürece destek veren merkez-sağ partiler var olan güçlerini de yitirerek Türk siyasal yaşamından tamamen silindiler. Böylece, merkez partileri güçlendirmek için uygulanan strateji, merkez partileri yok etme işlevi gördü. Bundan daha vahim sonuç, kitlelerin karşı karşıya getirilmesi sonucunda birlik ve beraberliğin zedelenmesi oldu. Diğer hiçbir müdahale bugüne kadar böyle bir sonuca yol açmamıştı. Ancak süreci yönlendiren aktörlerin devlet aklından yoksun miyop stratejileri neticesinde Refah-Yol’dan kurtulmak pahasına toplumsal barış tehlikeye atıldı. Bir diğer sonuç, siyasal İslam paranoyası çerçevesinde hayata geçirilen otoriter siyasal iklim dolayısıyla, Türkiye’nin soğuk savaş sonrası fırsatları ıskalaması oldu. Dünyanın yeni bir düzenin fırsatlarından istifade ettiği bir ortamda Türkiye bütün enerjisini soğuk savaş iklimini tahkim etmek yolunda harcadı. Sonuçta toplumsal dönüşümün önü alınamadı ve 2002’de AK Parti, çözülen merkez-sağ’ın devlet ile toplum arasındaki aracılık işlevini de devralarak iktidara geldi.

Ancak vesayet sistemi, AK Parti iktidarına da baskı kurmayı sürdürdü. 
Gazetelere birçok darbe teşebbüsü yansıdı…


Evet. 2002’de iktidara gelen AK Parti, bir yandan, merkez-sağ partilerin siyaset geleneğinin izinde hizmeti ve icraatı önplana çıkardı. 

Öte yandan, 

AB hedefini ve bu hedefe ulaşmak için gerçekleştirilmesi gereken yasal düzenlemeleri, 28 Şubat Sürecinin oluşturduğu tahribatı gidermek işlevinde kullandı. 2003–2004 yıllarında planlanan darbe teşebbüslerinin hayata geçmemiş olması, bürokrasi içindeki etkili çevrelerin 28 Şubat sürecindeki akıl tutulmasından ders aldıklarını gösteriyor. Anlaşılan darbe yandaşları gereken desteği bulmakta başarılı olamamışlar. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile başlayıp AK Parti hakkındaki kapatma davasının sonuçlanmasıyla biten süreç ise biraz daha farklı dinamiklere sahip. Askeri bürokrasiden çok sivil bürokrasinin bu süreçte inisiyatif almasının nedeni, AK Parti’nin son iki yılda merkez-sağ partilerin sınırlarını zorlayarak kimlik problemlerinin çözümüne istekli olmasıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimi, yeni Anayasa yazımı, başörtüsü düzenlemesinin iptali ve AK Parti’ye yönelik kapatma davası çerçevesinde yaşanan kriz, AK Parti’nin kimliğine ve politikalarının sınırlarına yöneliktir. Bu krizlerle verilen mesaj, AK Parti’nin klasik merkez-sağın sınırlarına geri çekilmesi gerektiğidir.

Bugünlerin en yoğun gündem maddelerinden biri de Ergenekon davası. Siz bu davayı nasıl değerlendiriyorsunuz?


Bu süreç, vesayet rejiminin ve bu rejimin taşıyıcıları olan asker ve sivil bürokrasinin sistem içindeki ağırlıkları ile ilgilidir. Bu, hukukla hukuk dışılık, siyasi iktidarla vesayetçi rejim arasında bir mücadeledir. Bu anlamda Ergenekon, merkez sağ-sol iktidar döneminde sorgulanamayan vesayet rejiminin, iktidarını legal yollarla sağlayamadığında veya eskiden olduğu gibi darbe yaparak sistemi tekrar tahkim edemediğinde, hukuk dışına çıkmasını ifade ediyor. Eğer bu süreç, asker ve sivil bürokrasi içindeki çürüklerin temizlendiği kriminal bir dava olarak sonuç alacaksa Türkiye eline geçen büyük bir fırsatı heba etmiş olur. Bu davanın, mutlaka vesayetçi rejimi ve darbe geleneğini ilgilendiren bazı kararlar da alması gerekir. Vesayetçi rejimin kaderini belirleyecek bu sürecin devletin üst makamlarında, siyasal ve toplumsal alanda bir çatışma ve gerilime yol açması hem kaçınılmaz hem de doğaldır. Varlıklarını borçlu oldukları vesayetçi rejime teolojik bir bağla bağlanan siyasi, idari, hukuki ve entelektüel çevrelerin bu süreci sulandırmaları ve meseleyi rejimin bekası tartışmasına çevirmelerine karşı uyanık olmak gerekir. 

Bu sürecin devleti zaafa uğratmayacak bir şekilde sonuçlanmasında askerin de büyük sorumlulukları vardır. Askeri kurumlar, siyasetteki olağandışı güçlerini hukuk dışına çıkma yönünde bir icazet olarak algılayan personelini korumaya çalışmayıp demokratik bir asker-sivil ilişkiler mekanizmasının hayata geçirilmesine verdiği destek ölçüsünde hem kurumsal gücünü hem de toplumsal imajını koruyacaktır.

Darbeleri ve darbelerin siyasal sisteme etkilerini konuştuk. Biraz da aydınların ve toplumun darbeleri algılayışını konuşalım isterseniz. Aydınların darbelere bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?


Türk aydını ilkesel olarak vesayetçi rejimi tahkim eden müdahalelere karşı durmak yerine çoğunlukla müdahaleler arasında ayırım yapmayı tercih etmiştir. 

Mesela sol aydınların önemli bir kısmı 27 Mayıs’ı ‘özgürlükçü’ bularak alkışlarken, 12 Mart ve 12 Eylül’ü otoriter bularak lanetlemiştir. Sağ aydınların önemli kısmı da tam tersi bir tutumla hareket etmiştir. Aynı şekilde 28 Şubat Süreci de siyasal İslam paranoyası çerçevesinde önemli bir taraftar kitlesi edinebilmiştir. 
Hâlbuki bütün müdahaleler görünür yüzlerinde farklılaşan projelerine rağmen aynı doğrultuda hareket etmişlerdir. Bu doğrultu, milli iradenin egemenliğine karşı bürokratik vesayeti tahkim etmektir. Bu anlamda, örneğin yürürlüğe koydukları Anayasalar arasında toplumsal katılım anlamında önemli ölçüde farklılık olmasına rağmen 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası aynı istikamette yol alır. Bu nedenle müdahale ve vesayetin kendisini sorunsallaştırmadan vaz edilenlere odaklandığımızda, elimizde müdahaleleri değer hiyerarşisine tabi tutmaktan başka bir şey kalmaz. Üstelik aynı bürokratik mekanizmanın 1961’de verdiği hakları 1971 ve 1982’de neden geri aldığını da anlamlandıramayız. Keza 28 Şubat’ın 50 yıllık geleneğe rest çekişini anlamlandırmak da zorlaşır.

Genellikle toplumun darbelere gereken tepkiyi göstermediği darbe süreçlerinde sivil otoriteyi yalnız bıraktığı söylenir. Bu düşünceye katılıyor musunuz?

Demokratik sistemin kesintiye uğratılmasına karşı halkın meydanlara dökülmemesi, Türk siyasal literatüründe toplumunun devletine bağlılığına, uysallığına ve daha 
birçok açıklama tarzına başvurularak izah edilmeye çalışılmıştır. Ben bu düşüncenin eksik bir gözlemden kaynaklandığını düşünüyorum. Toplumun büyük bir kesimi, darbe karşısında meydanları doldurmasa da darbelerin öngördüğü denkleme razı olmamıştır. Her darbeden sonra, darbeye maruz kalmış siyasal geleneğin daha yüksek bir oyla iktidara taşınmasını bu çerçevede algılamak gerekir. Toplumun bir nevi sivil itaatsizlik olarak değerlendirilebilecek bu tutumu nedeniyledir ki, darbeye maruz kalan siyasal gelenek 1950’den beri güçlenerek varlığını sürdürebilmiştir. Aslında toplumun darbe karşıtlığı siyasi parti liderlerinin sinmişliklerine rağmen devam etmiştir. Erdoğan öncesinde hiç bir lider, askeri müdahalelere yüksek sesle karşı çıkmadığı halde toplum müdahalelere karşıtlığını seçim sandıklarında göstermeyi sürdürmüştür.

Demokratik sisteme yönelik bu müdahalelerin siyasal sitemin şekillenmesindeki uzun vadeli etkilerini sormak istiyorum. Bu müdahaleler nasıl bir siyasal iklime yol açtı?


Vesayet rejimini tahkim etmek adına demokratik sisteme yapılan müdahaleler, öngördüğü sonuçların aksine sistemin konsolidasyonunu geciktirdi. Demokratik 
sistemin kendi iç dinamikleriyle işleyişine izin verildiğinde siyasal faaliyetler çoğulcu bir niteliğe bürünmüşken, siyasal işleyişe yapılan müdahaleler her seferinde toplumun polarizasyonuna ve tarafların radikalleşmesine yol açmıştır. Merkez-sağ ideoloji, devlet-toplum ilişkilerinin barışık işlemesi için bir şanstı. 
Merkez-sağ iktidarlar, halkın müdahalelerle hesabını geciktiren, unutturan bir işlev görüyordu. Halk elitlerle görülecek bir hesabı olduğunu unuttukça, 
merkez-sağ partiler müdahaleden kaynaklanan tepki oylarını kaybederek ideolojik yönlerini kaybediyorlardı. Böylece, dikkatler parti programlarına, iktidar performanslarına, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadele stratejilerine çekildikçe, merkez-sağ partiler, zamanla, oy ve meşruiyet kaybına uğruyorlardı. Ancak, her darbe milleti terk etmeye başladığı siyasal kadrolara tekrar eklemledi. Böylece, paradoksal olarak, müdahaleler siyasal hayattan silmek istedikleri kadrolar için can simidi işlevi gördüler. Bunun için, siyasal partilerin müdahale öncesi ve sonrası oy oranlarına bakmak yeterlidir.

Yukarıda bu müdahalelerin ters teptiğinden bahsettiniz. Buna rağmen müdahaleler devam etti. Sizce elitler neden bundan ders çıkarmıyorlar?


Aslında gecikmiş de olsa bundan ders çıkarıldığını söylemek mümkündür. Hilmi Özkök ve Yaşar Büyükanıt’ın darbe teşebbüslerine geçit vermemesi, 

İlker Başbuğ’un Ergenekon sürecine verdiği destek ve Özkök’ün tavrını eleştirenlere 28 Şubat Sürecinden örneklerle verdiği cevaplar, ordunun bu oyunu gördüğünün işaretleri olarak alınabilir. AK Parti iktidarından bu yana gazetelere yansıyan beş darbe teşebbüsünün gerçekleşememiş olmasında bu gözlemin büyük payı vardır. 

Bugün Ergenekon davasıyla ortaya çıkan fotoğraf da darbe heveslilerinin düştüğü anakronizmi ve marjinalliği apaçık ortaya koyuyor zaten.


http://arsiv.setav.org/public/HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=6504&q=28-subat-sureci-devlet-aklinda-bir-kirilmadir#

****