TURGUT ÖZAL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TURGUT ÖZAL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2019 Cumartesi

27 MAYIS 1960 KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., BÖLÜM 10

27 MAYIS 1960 KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., BÖLÜM 10



Yıl dönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(5):

Sonuç 

Derin Düşünce sitesi için hazırladığım ‘ Türkiye Darbeler Tarihi ‘ yazı dizisinin özel başlığını bilinçli olarak, ‘ Devlet Kuranların, Millet Kurgusu ‘ olarak seçmiştim. Temelleri itibariyle devletin kurulmasında askerlerin rolü etkendir ancak, milleti kurgulamamaları gerektiğini ıskalamışlar dır. Bir devlet kurabilirsiniz belki ama o devletin topraklarında yaşayan yurttaşları 
kurgulayamazsınız. İşte bu darbeler, bu kurgulamaların sonucudur. Doğal, kendi halinde, olması gerektiği gibi bir zeminde şiddet ve düşmanlık mümkün değildir. Şiddet, kan, düşmanlık, ölüm, bölünme gibi olumsuzluklar hep bu sentetik kurguların sonucudur. Bugün bahsettiğimiz ‘ özgürlük ‘ sorunumuz aslında hep bu hesapçı kurgulamaların etkilerinin sonucudur. 

 Tarihin üzerinden geçen zamanla orantılı olarak yazılması kolaydır. Filmlere konu olabilir, belki bir şarkının sözlerine, bir şiire. Bir kalem yazabilir tüm bunları. Ancak fazlası vardır; o zamanı yaşayanlar. Daha da fazlası vardır; yaşayanların yakınları. 

 Yaşamak, yazmaktan çok daha zordur. Bir annenin yan odada uyuduğu evler vardır, çocuğunuzla koyun koyuna uyuduğunuz, eşinize sokulduğunuz, üstü açılmış mı diyerek usulca kapısını araladığınız odalarda, şevkatinizin baktığı kardeşler… Düşler vardır o evlerde, ışığın süzüldüğü her köşeye sinen, huzurlu düşler. Kabuslar vardır, sarıldığınız her nefesin sahibi olduğu kabuslar, vardır. Siz huzuru o evlere davet ededurun, sarıldığınız her canın kendini soluğunuzda saklı olduğu zamanlardan, huzurundan çok uzakta, bir ranza altında ayaklarını ve ellerini saklarken anımsadığı, tavaf ederken elektirik morarmış etlerini, 
çenesinden sızan kanın sıcaklığıyla yıllar sonra dahi canı gırtlağına dayanmış halde o kabuslardan uyandığı zamanlar da vardır. Ağlamaya başladığı ama hiç anlatmaya başlamadığı, herkesin sustuğu zamanlar vardır… 

 Zamanlar vardı. Artık yok, olmamalı. Bir dönemin suçlarının asıl faillerini görmeye bu kadar yaklaştığımız zamanlarda, bu acıların geçmişte kalması, darbenin ve darbe niyetlerinin devam etmemesi temennisiyle… 

 Bu çalışma sırasında fikir alış verişinde bulunduğum sevgili Hüseyin Kılınç beye ve Mehmet Yaşar Duru beye teşekkürlerimle. 



15 yaşında işkence gördüm 12 Eylül’de!… Cafer Solgun ile Ülkenin Toprağından Acı Sökmek 

Röportaj dahi olsa, kendimce yaptığım her çalışmanın başına, kısa bir paragraf girmeye çalışırım. Ya da sonuna bir cümle eklerim, kendimce toparlamaya çalışırım. Ancak ‘ 12 Eylül Darbesi ‘ başlığında, Cafer Solgun ile yaptığım röportaj özelinde, öyle ‘ acılar ‘ okudum ki, ne giriş yapacak kelimem, ne de sonuç çıkacak kuvvetim kalmadı. Ne diyeyim; saçlarına yıldız düşmüş anneler 
gibiyim, gibiyiz… Artık bitsin! 

C.B: Cafer bey, sizi zaten daha önce yaptığımız çalışma nedeniyle tanıyoruz. Ancak hafızaların tazelenmesi açısından, bize kendinizden bahseder misiniz? 

12 Eylül dönemi ve bugüne dair kendinizi tanıtabilir misiniz? 

C.S:  Dersimliyim. Aleviyim. Bazı çevreler solcu olmayı neredeyse ulusalcı, devletçi, statükocu olmakla eşdeğer hale getirdiler uzun zamandır; ama eşitlik, özgürlük, demokrasi ve adalet değerlerini savunmak, ölçüsü ve ölçütü özgürlük olmak manasında solcuyum. Öğrenim hayatım liseli bir genç iken “içeriye” atılmam sebebiyle yarım kaldı. İlk olarak, Ülkücülerin işlediği bir cinayeti protesto etmek için okulumuzda (Çağlayan Lisesi) düzenlenen boykota 
katıldığım için tutuklandım. 1978 yılıydı, 15 yaşındaydım ve İstanbul 2. Şube (İstanbul Sirkecide ki Sansaryan Han’da idi) ile 1. Şube’de (Gayrettepede idi) bir hafta süreyle işkence gördüm. Bu yaşadığım ilk işkence tecrübesiydi; ama maalesef sonuncusu olmadı… 

Türkiye nin yakın siyasi tarihinin önemli dönemlerini “içeride” karşıladım. Toplam 17.5 yıl hapis kaldım. Bunun 7.5 yılı, 12 Eylül cuntası dönemini içermektedir. 
Bu 7.5 yılım 1980 Mart, 1987 Ağustos yılları arasında İstanbul Davut paşa Sıkıyönetim Cezaevi ile sonradan açılan Metris Sıkıyönetim Ceza evinde, daha sonra açılan Sağmalcılar Özel Tip (Hücre Tipi) Ceza evinde ve sonradan tekrar Metriste geçti. Çıktıktan sonra 12 Eylül faşizminin yaratmak, şekillendirmek istediği toplum modelini kabullenemediğim ve elbette değerlerimi koruduğum için mücadeleme devam ettim. O dönem henüz 12 Eylül’ün etkileri devam 
ettiğinden yeni yeni başlayan sosyalist yayınlar içerisinde en etkilisi olan Yeni Çözüm dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptım. Yasal, demokratik alanda gençliğin örgütlenmesi ve mücadelesi içerisinde yer aldım. Daha sonra, gelişen Kürt hareketi ile ilişkili olduğum iddiasıyla 1993 yılında tekrar tutuklandım. Sürgünler nedeniyle çok sayıda ceza evinde kaldım. 2002 Kasım ayında tahliye oldum. Gazetecilik yaptım. Öyküler ve araştırma kitaplarım yayınlandı. Sivil toplum alanında Türkiye’nin demokratikleşmesine yönelik etkinlikler ile Kürt sorunu ve Dersim ile ilgili sivil inisiyatifler içerisinde yer aldım. 

2007 yılında arkadaşlarımla birlikte Toplumsal Olayları Araştırma ve Yüzleşme Derneği (Yüzleşme Derneği) adında bir dernek kurduk ve halen çalışmalarını sürdürmektedir. 

C.B: 12 Eylül dönemini o zamanlar nasıl okuyordunuz, ideolojiniz, fikirleriniz daha çok hangi tarafa yakındı? 

C.S: Solcu bir genç idim. Dolayısıyla 12 Eylül darbesini faşist bir cunta olarak anladım. Öyleydi de. Fakat tabii ki darbenin etki ve sonuçlarını doğru anlayacak, tahlil edecek derinlikli bir bilincim yoktu; bu, zamanla oluştu. Darbeyi devrimci mücadelenin gelişiminin önünü kesmek için egemen güçlerin başvurduğu bir “çare” olarak görmüş ve direnme kararı almıştık. Ama direnişimiz, darbecilerin dayatmaları nedeniyle tamamen bir insanlık onurunu ve inançlarını, değerlerini koruma anlamı ifade ediyordu. Bugünden geçmişe baktığımda, kuşkusuz 
günümüzdeki kadar derinlikli olmasa da 12 Eylül algımızın ve ona karşı direnme 
kararlılığımızın, temelde doğru olduğunu düşünüyorum. Zamanla anladığım en önemli gerçek ise, 12 Eylül öncesi yaşanan kanlı karmaşanın “öngörülen”, planlanan bir süreç olduğudur. 

Bununla bağlantılı olarak, bütün topluma karşı bir “şekillendirme” amacı taşıyordu. Nitekim 12 Eylül, daha önce gerçekleşen darbeler içerisinde kendi anlayışını en çok kurumlaştıran darbedir. Yeni bir anayasa getirmiştir. 

Üniversitelerin başına YÖK’ü getirmiştir. Yargıyı yeniden düzenlemiştir; HSYK bir 12 Eylül kurumudur. Çalışma yaşamını düzenleyen yeni uygulamalar getirmiştir. Din derslerini “zorunlu” hale getirmiştir vb. Yani söz konusu olan sadece “devrimci mücadeleyi” engellemek, tasfiye etmek değil; bir bütün olarak ülkeyi ve toplumu Kemalist bir mantıkla yeniden kurgulamaktı. 

C.B: Bugüne geldiğimizde siyasi düşüncelerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu? 
C.S: Gerek 12 Eylül’ü algılama biçimimde, gerekse de siyasi anlayış ve düşüncelerimde özde bir değişiklik yok; ama bir “olgunlaşma” olduğu da kesindir. Ama “olgunlaştım” derken kastımın “değişmedim” demek olmadığını özellikle vurgulamak isterim. Bence olgunlaşmış olmak, en önemli değişimdir… 

C.B: O günden bugüne zihinsel değişimler yaşadık, bunu neye bağlıyorsunuz? Ya da değişim olduysa bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz? 
C.S: Hayat, en büyük öğretmendir. Kuşkusuz bunun için hayat karşısında “öğrenci” olmasını bilmek gerekir. Türkiye yakın tarihinde çok sarsıcı süreçler yaşadı. Bunlardan biri olarak 12 Eylül, sadece siyasi tarihimiz açısından değil, kişisel tarihlerimiz açısından da adeta bir “milat” anlamı taşıyor. 12 Eylül’de yaşanan zulmün sonrasını hatırlayın: Önce bir Turgut Özal ve ANAP dönemi yaşadık. Bu dönemin olumlu ve olumsuz yönleriyle çok önemli olduğunu ve 
özellikle de “zihniyet değişimi” anlamında objektif olarak çok önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Ekonomik bağlamda Türkiye’nin uluslar arası sermayeye hiçbir dönem olmadığı kadar güçlü bağlarla eklemlenmesi, politik düzlemde de kaçınılmaz etkiler yarattı. 

Devamında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolize edilen sosyalist blokun yıkılması var. 

Onun da sonrasında dünyadaki çok sayıda ulusal ve toplumsal temelli sorunun uzlaşma ve anlaşmalarla nihayetlenmesi var. Aynı dönem, herkesin anlayış ve algısı, yüklediği anlam farklı olmakla beraber genel olarak “demokrasi” kavramının önem kazanması gündeme geldi. 

Türkiye’de de Kürt sorunu artık gizlenemez boyutlarda gelişti. Beraberinde Kemalist inkarcılık, ister istemez çözüldü. Vesayetçi anlayışın kendisini sürdürmesi için “tehdit ve tehlike” önceliklerini güncellemesi gerekti. Öyle de yapıldı. Kemalist aydın cinayetleri, “irtica geldi-geliyor” psikolojisi ve bunun üzerine “bin yıl sürecek” denilen “post modern” 28 Şubat süreci gelişti… Kaba hatlarıyla özetlediğim bu süreçlerin zihniyetlerimizi değiştirmemesi, 
olgunlaştırmaması düşünülemezdi elbette. Bu değişim ve olgunlaşma biraz ağır gerçekleşti; ama büyük ölçüde gerçekleşti… Örneğin darbelere karşı olmak günümüzde artık toplumsal bir tavır veya refleks haline geldi. Farklı siyasi veya ideolojik düşüncelerin, farklı inanç ve etnik, kültürel kimliklerin demokratik bir çerçeve içerisinde bir arada olabileceği görüldü. 

Kemalist dayatmalar ve bunun en doğrudan süreçleri olan darbelerin demokrasi ve bir arada yaşama kültürümüze zarar verdiği bir toplumsal duyarlılık, hatta bir bilinç haline geldi. Kuşkusuz bütün bu gelişmeler deyim yerindeyse zıddını da doğurdu veya netleştirdi. 3-4 sene önce 27 Mayıs da dahil bütün darbelere karşı olmak gerektiğini yazdığımda, bu, bilerek ya da bilmeyerek “iyi darbe-kötü darbe” ayrımı yapan solda şaşkınlık ve tepkiyle karşılanmıştı. 

Bugün daha ileri bir noktadayız. 

C.B: O günlere dönmek istiyorum, bize 12 eylül öncesi ve sonrası Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal şartlardan bahsedebilir misiniz?

C.S: 12 Eylül öncesinin en büyük özelliği, toplumun neredeyse tamamını etkisi altına alan bir sağ-sol kamplaşmasının yaşanmasıydı. Bu kutuplaşma durumu devletin güvenlik birimlerini içine alacak boyutlarda yaygınlaşmıştı. ABD ve SSCB’nin başını çektiği uluslar arası düzlemde de bir kamplaşma vardı. Bunun sonucu olarak ABD faşist cunta rejimlerini destekliyordu. 

Türkiye’de de devletin temel politikası ABD’nin “komünizme karşı olmak” konseptiyle uyumluydu. 1979 yılında İran’da gerçekleşen devrim, Ortadoğu’da ABD’nin uydusu Türkiye’nin önemini daha da artırdı. Türkiye’nin göremediğimiz özgünlüğü, kendisini ülkenin ve devletin sahibi olarak konumlandırmış olanlar açısından, yaşanan kanlı karmaşanın “uygun” bir ortam oluşturmuş olmasıydı. (Nitekim darbeci paşalardan biri, 3. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel, sonraki yıllarda “aslında biz darbeyi 1979 Temmuz’unda yapacaktık, ama şartların biraz daha olgunlaşmasını bekledik” diyecekti…) Ülkücü, milliyetçi çevreler 
“komünizme karşı mücadele” adı altında devlet tarafından silahlandırılmış, seferber edilmişti. 

Devrimci güçler ise, “yaklaşan devrim” için mücadele ediyordu. İnsanların öldüğü bu kanlı karmaşa ortamını derinleştirmek için 1 Mayıs (1977), Maraş (1978), Çorum (1980) gibi kitlesel katliamlar düzenlemekten de geri durulmadı. O karmaşa ortamında neler olup bittiğini ve Türkiye’nin nereye gittiğini kimsenin gördüğünü söyleyemem… Neler olup bittiğini ve sağ-sol kamplaşmasının taraflarının hangi derin senaryolara hizmet ettiğini görmek için 12 Eylül darbesinin yaşanması gerekti maalesef… Sonrasında sol dağıldı, hala bile açık ve net bir dille telaffuz edilemeyen ağır bir yenilgiye uğradı, tasfiye edildi. 1980'lerin sonlarında başlayan toparlanma çabaları da, bu bilinçten yoksun olduğu için 1990'lı yılların ikinci yarısına gelmeden etkisiz kılındı. 1990'lı yıllardan itibaren ise artık gündemimizde 12 Eylül faşizmine karşı direniş içerisinde kitleselleşmiş bir Kürt sorunu ve PKK olgusu vardı… 

C.B: Bugünden 12 Eylül’e baktığımızda yorumlamalarınız değişti mi? 

C.S: Yukarıda da değindiğim gibi, değişmekten ziyade görüşlerimin olgunlaşmasından, derinleşmesinden bahsedebiliriz. 12 Eylül zihniyetini daha net bir şekilde tahlil edecek bilinç ve deneyime sahip olmaktır söz konusu olan. Yoksa 12 Eylül’ün bir faşizm olduğu noktasında o zamanki algım ile bugünkü anlayışım farklı değil. 
C.B: Biraz çekinerek soracağım, malum bazı yaşadıklarımız geçmiştedir ancak ağırlıkları geleceğe yansımıştır. Siz o dönem yargılandınız mı, tutuklandınız mı? Bu süreci paylaşabilir misiniz? 

C.S: Tabii ki. Çok şükür geçmişimde utanç duyacağım hiçbir şey yok, neden paylaşmayayım ya da siz neden çekinerek sorasınız? Kişi olarak “çocuksu” hatalarım olmuştur elbette; ama “bilerek” herhangi bir hatam olmadığı gibi, duygularım, duyarlılıklarım kişiliğimi oluşturan temel taşlardır hala. Benim de içinde olduğum binlerce kişinin işkence görmesi, tutuklanması, haksız yargılamalara tabi tutulması… olsa olsa darbecilerin utancı olabilir; ama onlarda da bu duygu yoktur… Devrimci Sol adlı örgütün üyesi olmak suçlamasıyla tutuklandım. Devrimci Sol-Dev-Genç ana davasının “sanıklarından” biri olarak 146/1 maddeden yargılandım. İroniye bakar mısınız: Bu memleketin solcuları “anayasayı ilga etmek” suçlamasıyla idam istemiyle yargılandılar, bazılarımız idam da edildi; ama o anayasayı hep darbeciler “ilga” etti. Çiğnedi. 

Kafasına göre değiştirdi. Bu arada ilginç bir şey daha söyleyeyim: Hala sanığım! Söz konusu dava 1982 yılında açıldı ve halen devam ediyor! Şu anda Yargıtay aşamasında… İstanbul’da kurulan 2 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılandım, arkadaşlarımla birlikte… Ama bu yargılamanın adil olmadığını söylememe gerek var mı? Yargılamalar işkence altında alınan ifadelerle yapıldı. Sıkıyönetim savcısı olan subaylar ve yargıçlar da bu işkenceci işleyişin birer 
parçasıydı. Mahkeme salonlarında dayak yediğimiz, saldırıya uğradığımız çok olmuştur. 

Bunlardan bir tanesinde, 6 Kasım 1982'de yapılan anayasa referandumu ve cuntanın şefi Kenan Evren’i cumhurbaşkanı yapma oylamasında, mahkemede “cunta anayasasına hayır!” dediğimiz için saldırıya uğradık… 12 Eylül hukuku, neresinden baksanız tipik bir faşizm idi… 

C.B: Çok özür dileyerek soruyorum, işkence desem… 

C.S: Emniyette çok ağır işkenceler gördüm. İlk defa işkence gördüğümde 15 yaşındaydım. İkincisinde (1980) de 18 yaşından küçüktüm. Yaşımı belirtmemin nedeni, işkenceciler de hiçbir vicdan, izan kırıntısı dahi bulunmadığının anlaşılması içindir. Falaka, askı, elektrik, tazyikli soğuk suya tutma, “denizaltı” dedikleri işkence (Askıda iken yüzüme pamuklu bir bez koyup suya tuttular. Boğuluyorsun, ciğerlerin patlayacak gibi oluyor. Sonradan bunun CIA’nin bir işkence yöntemi olduğunu öğrendim.), kaba dayak gibi çok sayıda işkence yöntemine maruz kaldım. İnsanların işkence altındaki bağrışlarını dinlettiler. Bu işkenceler 12 Eylül döneminde cezaevlerinde de başka yöntemlerle devam etti. Dayatılan kurallara (İstiklal Marşı okuma, Askerlere “komutanım” diye hitap etme, Atatürk eğitimine katılma vb.) uymayınca kaba dayak ve falaka başta olmak üzere saatlerce süren işkence seansları oluyordu. Dayatılan şey sadece “kurallara” uymak da değildi; amaçlanan “nedamet”  getirmek, yani “itirafçı” olmaktı… O dönemin TRT programlarını hatırlayanlar bilir: Çeşitli cezaevlerinden sağcı veya solcu tutuklular “Atatürk’ün ne kadar büyük adam olduğunu şimdi anladım” türü açıklamalar yapmak üzere ekrana çıkartılırdı. Yine “şükür” diyeceğim; çok işkence gördüm, toplamı yüzlerce günü bulan açlık direnişlerine katıldım, ama bu tür utançla anacağım bir “hatıram” yok… 

C.B: 12 Eylül sonrası malum birden kargaşa ve şiddet ortamı duruldu, neredeyse darbe ile sona erdi, bunu nasıl yorumluyorsunuz? 

C.S: “Amacın hasıl olması” olarak yorumluyorum… Kuşkusuz başka birçok neden de sayılabilir. Örneğin dönemin devrimci örgütleri kendi durumlarını çok “abartılı” değerlendiriyorlardı. 12 Eylül öncesi kitlesel kabarışın sağlıklı, istikrarlı bir kabarış olmadığını görememişlerdi. Ufukta bizi bekleyen bir “devrim” yoktu. Örgütsel yapılar sanılanın aksine son derece güçsüz idi, vb. 

C.B: Peki, darbe döneminden sonra hayatınız hem içsel olarak hem de sosyal olarak normale döndü mü? 

C.S: Hayatımın değişik dönemlerinde kendi hayatım adına vicdani muhasebeler yaptım. Kişilik ve düşüncelerimin acılarla olgunlaştığını söyleyebilirim. İşkencecilerim de dahil kimseye karşı kin, nefret, düşmanlık duyguları içerisinde değilim. Yüzleşme ve hesaplaşmanın ülkemizin geleceği adına olması gerektiğine inanıyor, bunun için uğraş veriyorum. Ama bütün bunlar kişisel olarak “normal” olduğumu söylemek için yeterli mi? Emin değilim… Bazen hepimizin psikolojisini sakatladıklarını düşünüyorum. En azından kendi adıma söyleyebilirim bunu. Çok 
duygusal ve hassas bir yapım olması, bu hikaye ile doğrudan bağlantılı mesela. 

C.B: Sizce darbe nedir? Şartlara göre gereklidir, diyebilir misiniz? 

C.S: Tabii ki öyle bir düşüncem yok. Kemalist zihniyeti bilince çıkaramadığım dönemlerde ben de içerisinde olduğum sol yapılara hakim olan anlayış nedeniyle örneğin 27 Mayıs darbesi için “o farklı” gibi şeyler düşünüyordum. Ama bunu aşalı çok oldu. Darbelerin her türü ülkemizin kendi dinamikleri ile, kendi mecrasında ileriye doğru yürümesine yapılan müdahalelerdir ve “iyisi-kötüsü” yoktur. Zaten söylemleri şöyle ya da böyle olsa da tümü de aynı zihniyetten beslenerek yapılmıştır. Aralarında olduğu varsayılan farklar sadece 
konjonktüreldir; yani dönemin ihtiyaçlarına göre Kemalist zihniyet ve vesayetin hakimiyetini korumaktan başkaca bir amaçları olmamıştır. 

C.B: Bugün malum Ergenekon yapılanmasına dair itiraflara şahit oluyoruz, halen süren bir dava var, 12 Eylül ve Ergenekon ya da derin devlet siyaseti arasında bağlantı kuruyor musunuz? Ya da 12 Eylül’ün mimari sizce kimlerdi? 

C.S: Zihniyet olarak hiçbir farkı yok. 12 Eylül’ün deşifre olmasından, artık savunulamaz hale gelmesinden dolayı 12 Eylül darbesine karşı olduğunu söyleyip de 28 Şubat’tan yana olmak ya da Ergenekon soruşturmasına “öyle bir şey yok, AKP muhalefeti tasfiye ediyor” türü tepkiler vermek, İlkersiz, tutarsız tutumlardır. Farkında olarak ya da olmayarak asıl realiteyi görmekten kaçınmaktır. 12 Eylül’ün öncesi de sonrası da dahil olmak üzere bütün darbelerin, darbe girişimlerinin, planlamalarının, organizasyonlarının mimarı ve sorumlusu, kendisini Türkiye’nin etnik, dini, kültürel gerçeklerini “yok” etmekle mükellef gören anlayış ve bu anlayışın örgütlü kadrolarıdır… 

C.B: Türkiye malum militer bir yapıya sahip, hatta birçoğumuz için ‘ her Türk asker doğar ‘. Darbe yıllarını yaşamış biri olarak, TSK algınız nedir? 

C.S: Bir önceki soruya cevabımda tarif ettiğimi sanıyorum. Bir başka ifadeyle de belirtilebilir: Türkiye’de TSK, herhangi bir ordu değildir. Kendisini “kurucu güç” olarak görmektedir. Dolayısıyla “kurduğu” rejimi “korumak-kollamak” misyonu ile kendisini donatmıştır. Böyle olduğu için de, herhangi bir ülkenin ordusundan farklı olarak adeta bir iç savaş ordusudur. 

Zira kendisine “düşman”, “tehdit” veya “tehlike” olarak bellediği bütün dinamikler, aslında Türkiye’nin gerçekleridir… 

C.B: Biraz da gündeme dönmek istiyorum. Önümüzde bir Referandum süreci var, özel değilse Referandum oyunuz nedir ve oyunuzun gerekçeleri nelerdir? 

C.S: Daha önce de 12 Eylül Anayasası çeşitli maddeleri itibarıyla değiştirildi. Ancak ilk defa bu anayasanın özüne “dokunan” bazı değişiklikler yapılmak isteniyor. Benim istemim ve beklentim, 12 Eylül anayasasının “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” denilen maddeleri de dahil tümüyle değiştirilmesi, Türkiye’de yaşayan herkesin farklılıklarıyla varlığını güvence altına alan bir anayasa yapılmasıdır. Mevcut 26 Maddelik değişiklik paketi, 
Kürt sorunu ve Alevilerin istemlerini görmezden gelmek ile malul olduğu ve bahsettiğim nitelikte olmadığı için son derece yetersizdir. Ancak bizi “bir adım ileri” götürecek mahiyettedir. 13 Eylül günü yeni, sivil ve demokratik anayasa istemimizi her zamankinden daha canlı bir şekilde gündeme getirmemiz şartıyla, “evet” oyu vereceğim. (Bu arada ilk defa sandığa bu vesileyle gideceğimi de belirtmiş olayım.) Sonucun “evet” çıkması yeni anayasa talebimizi gündemleştirmemiz yönünde daha olumlu bir ortam sağlayacaktır. 

Referandumda “boykot” tavrını anlayışla karşılamak gerektiğini düşünüyorum; Kürtler ve Aleviler açısından. (Ama Alevi örgütlerinin tutumu da malum; 12 Eylül’ün en çok gadrine uğramış bir toplum olmakla 12 Eylül anayasasını, mevcut statükoyu korumak birbiriyle hiçbir şekilde bağdaştırılacak tutumlar değildir.) Ancak statükocular dışındaki insanlarımız açısından “hayır” demenin asla doğru bir tercih olmadığına inanıyorum. 12 Eylül anayasasını savunma 
durumuna düşmenin, 12 Eylülcüleri yargı önüne çıkarmayı engellemenin “hayırlı” bir iş olmadığına inanıyorum.

C.B: Toparlayacak olursak 12 Eylül darbe yıllarını yaşadıklarınızdan yola çıkarak nasıl yorumluyorsunuz? 

C.S: 12 Eylül darbesinin herkes adına çok ciddi ve öğretici bir “yüzleşme” konusu olduğuna inanıyorum. Türkiye toplumunun da 12 Eylül ve darbeler ile yüzleşmesi gerekiyor. 
Darbecilerin kendilerini “başarılı” addetmelerine neden olan, biraz da “biziz” çünkü… 
Günümüzde ortaya çıkan duyarlılığın kalıcı bir bilince dönüşmesi, geleceğimize daha güvenle bakmamızın en büyük umut kaynağıdır… Kişi olarak acılı süreçler yaşamış olmamın bir “bedeli” olacaksa eğer, isterim ki bu “bedel”, herkes adına daha demokratik, özgür bir Türkiye olsun ve bizler, bugünkünden daha farklı sorunlar için uğraş verelim… Mesela Dersim’e bu sene neden az turist geldiğini tartışalım… Ya da İstanbul’daki ulaşım sorunu neden hala çözülmedi diye eleştirelim belediyeyi… Veyahut da gayrısafi milli hasıladaki düşüş nedeniyle hükümetin ekonomiden sorumlu bakanını istifaya davet edelim… “Normal” dertleri olan barış içerisinde huzurlu bir Türkiye’de yaşayacaksak, kişi olarak yaşadığımız bütün acıların unutulmasından yana hiçbir şikayetim olmaz. Çocuklarımızın bizim anılarımızı dinlemekten sıkılmalarına da alışırım. 

Bir hakkım, katkım olmuşsa böyle bir cennet Türkiye’ye, “helal” ederim… Öbür türlü vicdan sahibi her insan gibi ben de rahat ve huzurlu bir uyku bile uyuyamayacağım… 

Biraz duygusal bir kelam etmiş olacağım, ama, yaşıyorsam, bunun içindir… 

11. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

18 Mart 2019 Pazartesi

Başkanlık Sistemi Tartışmaları.,

Başkanlık Sistemi Tartışmaları.,




Prof. Dr. Atilla SANDIKLI
05 Ocak 2016


TÜRKIYE’de başkanlık sistemine geçiş tartışmaları 1987 yılında Başbakan Turgut Özal döneminde başladı. 1997 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlık tartışmalarını tekrar gündeme getirdi. Son olarak Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan başkanlık sisteminin gelmesi için yoğun bir kampanya yürütüyor.

Ancak yapılan kamuoyu araştırmalarında başkanlık sistemine destek yüzde 30-35 düzeyinde. Halkın başkanlık sistemini bilmediği konusunda görüşler öne sürülüyor.

Hatta kampanyalar beyin yıkama ve baskı oluşturma seviyesine kadar ulaşıyor. Türk toplumunun baskı ve beyin yıkamalardan çok, engin sezgisi ile karar verdiği ihmal ediliyor.

NEDEN BAŞKANLIK SİSTEMİ?

Başkanlık sistemini savunanların başlıca tezi; ülkede ekonomik ve siyasi istikrar ancak başkanlık sistemi ile garantiye alınabilir.

Parlamenter sistemde hükümetler her an değişebilir. Bu nedenle yürütmenin istikrarını sağlamak zordur. Bu yaklaşım Türkiye’de uzun süreli koalisyonları besleyecek siyasi kültürün olmadığı varsayımına dayanmaktadır.

Diğer bir tez; başkanlık sisteminde yapılması planlanan projelerin hızla gerçekleştirilmesi, sınırlama ve engellerin ortadan kaldırılmasıdır. Parlamenter sistemde muhalefet partileri tarafından yürütmenin denetlenmesi engel ve geciktirme olarak değerlendirilmektedir.

Bu görüşleri 2002’den bu yana devam eden AK Parti iktidarları geçersiz kılmaktadır.

AK Parti 13 yıldır iktidardadır ve 17 yıla kadar iktidarda kalacaktır. Otoriter yönetimler hariç hangi ülkede bu kadar süre iktidarda kalan bir lider ve parti var?

Ayrıca AK Parti projelerini hızla hayata geçirmekle övünmüyor mu? Devrim niteliğinde değişim yaptığını vurgulamıyor mu? Gerçekten devrim niteliğinde değişim yaptı ve planladığı projeleri hızla gerçekleştirdi.

Peki, o zaman başkanlık sistemi neden bu kadar isteniyor?

BAŞKANLIK SİSTEMİ SORUNSUZ MU?

Geçmiş dönemlerde parlamenter sistemde bazı istikrarsız dönemleri yaşadık.

Ancak başkanlık sisteminde de istikrarsızlıklar yaşanmaktadır. Başkanlık sisteminde sabit görev süresi de bir sistem krizine yol açabilir. Başkan oldukça istisnai bir durum olan “suçlama” dışında görevden alınamaz.

Hastalık dolayısıyla iş göremez hale gelen veya meşruiyetini yitiren bir başkanın görevden alınamaması ciddi bir otorite sorununa yol açabilir. Hatta bu sorun bir rejim krizine dönüşebilir.

Venezuela’da Başkan Carlos Andres Peres ve Brezilya’da Başkan Fernando Collar’ın döneminde yaşanan krizler veya Arjantin’de başkan Peron’un 1974’te ölümünden sonra yerine gelen başkan yardımcısı olan eşi Maria Estela Martines de Peron’un meşruiyet sorunu yaşaması ve 1976 darbesiyle iktidardan düşürülmesi başkanlık sisteminde sabit görev süresinin yarattığı problemlere örnek olarak gösterilebilir.

Ayrıca başkanlık sisteminde yürütme; yasama organının çıkaracağı kanunlara ve kabul edeceği bütçeye bağlıdır. Başkan ile parlamento çoğunluğunun farklı siyasi eğilimlerde olduğu durumlarda bunun istikrarsızlığa sebep olması mümkündür.

Üstelik başkanlık sistemleri rejim krizlerini çözecek anayasal mekanizmalardan da yoksundur.

Bu durum Latin Amerika ülkelerinde anayasal krizlere ve askeri darbelerle demokrasinin kesintiye uğramasına sebep olmuştur. ABD gibi gelişmiş demokrasilerde bütçe kongre tarafından onaylanmadığı için günler, hatta haftalarca devlet hizmetleri kesintiye uğramıştır.

Bilimsel çalışmalar, başkanlık sisteminde demokrasinin kesintiye uğraması ihtimalinin parlamenter sistemlere göre daha kuvvetli olduğunu göstermektedir.

Bu yazı 05.01.2016 tarihinde Yeni Yüzyıl Gazetesinde yayımlanmıştır.
http://www.gazeteyeniyuzyil.com/makale/baskanlik-sistemi-tartismalari-792

Alıntı Web Adresi ;

http://www.bilgesam.org/incele/2273/-baskanlik-sistemi-tartismalari/#.XI-tiokzbIU

***********

2 Şubat 2018 Cuma

Kaftancıoğlu, CHP'de SHP'lileşme Alanı Açtı


“ Kaftancıoğlu, CHP'de SHP'lileşme Alanı Açtı ”




PROF. DR. TANJU TOSUN YORUMLADI,

Prof. Tosun CHP yönetiminin desteklediği Kaftancıoğlu’nun İstanbul İl Başkanı seçilmesinin parti için “SHP’lileşme alanı” açtığını belirterek, bunun hakiki bir sol siyasetle sürdürülebilir kılınması gerektiğini belirtti.

Ekin Karaca

İstanbul - BİA Haber Merkezi
17 Ocak 2018, Çarşamba 17:13


Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Tanju Tosun ile Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul İl Başkanlığı’na Canan Kaftancıoğlu’nun seçilmesini, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarına yakın medyanın karalama kampanyalarının ardından Kaftancıoğlu hakkında başlatılan soruşturma ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kendisini hedef almasını konuştuk.

Bir kadın, doktor olarak Kaftancıoğlu’nun CHP gibi bir partinin İstanbul İl Başkanı olmasının sembolik olarak çok önemli olduğunu ifade eden Prof. Tosun, Kaftancıoğlu’nun alışıldık CHP söylemlerinin dışında yer almasını da önemli buluyor ve ekliyor:

“İstanbul örneği CHP'de potansiyel olarak SHP'lileşme (Sosyaldemokrat Halkçı Parti) alanı açmıştır. Bunu emek, demokratikleşme, özgürlükler, insan hakları üzerinden sürdürülebilir kılması gerekiyor. Bütün bunların karşılığı da hakiki bir sol siyasete tekabül ediyor.”


“Kadın ve doktor olması sembolik önem taşıyor”

CHP İstanbul İl Başkanlığı’na ilk kez bir kadının seçilmesini nasıl yorumluyorsunuz? Bunun CHP siyasetine olası etkileri sizce ne olacak?

İstanbul'da ilk kez CHP'nin kadın il başkanı oldu.

Parti içinde örgüt içinde görev yapmış bir isim. Dolayısıyla CHP gibi bir partide örgüt içinde emek harcayarak yükselişin güzel bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Aslında bunu kadının Türkiye siyasetinde kendi emeğiyle yükselişinin bir örneği olarak da okumak gerekiyor. Böyle bir seçimin gerçekleşmesi CHP'de politika yapan kadınların karşısında örnek olarak duracak.

“Parti Yönetimine aday güçlü bir ulusalcı kesim yok”

Canan Kaftancıoğlu’nun seçilmesinin ardından CHP tabanındaki ulusalcı kesimden olumsuz tepkiler geldi. Bu tepkilerin nedeni nedir? CHP’nin genelinde böyle bir yaklaşım sözkonusu mu?

CHP'de Kılıçdaroğlu'nun genel başkan seçilmesinden itibaren parti içinde ulusalcı kesimin özgül ağırlığı önemli ölçüde kayboldu. Zaten CHP'de Baykal'ın genel başkanlığının son döneminden itibaren toplu olarak parti içinde ağırlığa sahip bir ulusalcı kesimden söz etmek mümkün değildi.

Fikir olarak bazı aktörler kendilerini ulusalcı olarak tanımlayıp, ulusalcı hassasiyetlerle CHP içinde politika yapmaktaydılar. Ancak parti içinde bir kanat olarak ciddi şekilde parti yönetimine aday ulusalcı kesimden söz etmek mümkün değil.

Kaftancıoğlu’nun İstanbul İl Başkanı seçilmesinden sonra ortaya çıkan tepkilerin ideolojik görünümlü tepki altında kanımca mevzii kapma, kurultay sürecinde bir şekilde pozisyon alma olduğunu düşünüyorum. Ama bu pozisyon almanın arka planında ideolojik temeli olan bir arayış söz konusu değildir.

“ Kürt ve Sol Seçmene Yönelik Siyaset ”

Genel Merkez Kaftancıoğlu'nu destekliyor. Tabanda belli bir ulusalcı kesim var. Kaftancıoğlu'nun İstanbul'da rahat çalışabilmesi için, hedeflerini gerçekleştirebilmesi için Genel Merkez'in nasıl bir yol izlemesi gerekiyor? Çünkü CHP'de bugüne kadar hem ulusalcı kesime hem liberal kesime hem sol-sosyalist kesimlere hem de milliyetçilere hoş görünme çabası vardı...

2019'da genel seçim, yerel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimi var. 2019 başarısının kodları İstanbul'u kazanmaktan geçiyor. Dolayısıyla İstanbul'u CHP'ye kazandıracak dinamik fayda-maliyet analizi yapıldığında özellikle marjinal faydası en yüksek olan toplumsal kategori sosyalist ve Kürt seçmenin oyları olduğunu düşünüyorum.

CHP bu süreçte stratejik olarak özellikle Kürt seçmen ve sosyalist seçmene yönelik olarak bir strateji izleyecek.

Kaftancıoğlu'nun da il başkanı seçilmesi CHP'nin İstanbul'da önceki seçimlerle karşılaştırıldığında daha geniş bir toplumsal ittifak oluşturma adına bir artı değer diye düşünüyorum.

“ Örgütten Seçmene Ulaşılacak ”

İl Başkanı olarak Kaftancıoğlu’nun bu süreçte rolü ne olacak?

İl başkanı her ne kadar öncelikli olarak örgütü dizayn eden isim olmakla birlikte, örgütü harekete geçirecek olan isimdir.

Ama örgütü harekete geçirirken de söylemden ziyade önümüzdeki süreçte eylem aktivizmi etkili olacak.

Bir partili kimliği ile CHP örgütlerini harekete geçirip örgütten seçmene ulaşmak…

Kaftancıoğlu'nun siyasal çizgisine bakıldığında CHP kimliğine sahip olmakla birlikte CHP'yi daha özgürlükçü bir çizgide yorumlayan, tanımlayan aktör olduğu için bence Kürt ve sol seçmene İstanbul'da ulaşma adına böyle bir misyon üstlenecek. Seçmene dokunma anlamında bir artı değeri olabilir.

Bu Noktada Ulusalcı seçmen geri çekilir mi?

Hayır, siyasal konjonktür şu aşamada buna müsait değil. Tabandaki ulusalcı seçmenin de CHP'yi terk edip başka partiye gitme lüksü olduğunu düşünmüyorum.

“Kapsayıcı söylemin CHP örgütlerinde karşılık bulması gerekir”
Kaftancıoğlu'nun İstanbul il örgütünün başında yer almasına HDP seçmeninin olası tepkisi nasıl olur?

Önümüzdeki süreçte, kampanya süreci işlemeye başladığında nasıl bir eylem takvimini hayata geçirecekleri ve söylem çok önemli.

Sadece Kaftancıoğlu'nun tek başına varlığı bir şey ifade etmez. Bu, Kaftancıoğlu'nun kapsayıcı söyleminin CHP'nin örgüt yapısı içinde de karşılık bulması, kabul görmesi ve bundan hareketle seçmene yönelik bu tür mesajların verilebilmesi ve eyleme geçilmesi gerekir.

“CHP’nin sosyolojik tabanını genişletmesinden çekiniyorlar”
İktidara yakın medyada Kaftancıoğlu’nun hedef gösterilmesinin ardından Kaftancıoğlu hakkında soruşturma başlatıldı. Hemen ardından Erdoğan grup toplantısında Kaftancıoğlu’nu hedef aldı. Bu hamle CHP tabanını konsolide edecek bir etkiye neden olabilir mi? İkincisi bu yüklenme Kaftancıoğlu’nun dediği gibi korkudan mı kaynaklanıyor?

İktidarın bu şekilde Kaftancıoğlu'na yüklenmesi CHP tabanında bir biraraya gelme, toparlayıcı etki, bir anlamda konsolide olma gibi bir sonuca yol açabilir. Buna şüphe yok çünkü çok keskin bir iktidar ve muhalefet ayrışması var.

İkincisi Cumhurbaşkanı'nın Kaftancıoğlu'na yaklaşımını bir korku meselesi değil de sosyolojik ve politik bir endişeyle ilişkilendiriyorum ben.

“Kaftancıoğlu siyasal duruşu itibariyle acaba İstanbul'da acaba partinin sosyolojik tabanını genişletebilir mi, bu genişleme AKP için 2019'da telafisi mümkün olmayan bir takım sonuçlara yol açabilir mi?” Bunun endişesini taşıdıklarını düşünüyorum.

Çünkü İstanbul 2019'da gerek cumhurbaşkanlığı gerekse milletvekilliği ve yerel seçim sonuçlarına çok ciddi anlamda etki edecek bir seçim çevresi. Bir de tabii Kürt seçmenlerin çok fazla olduğu, sol seçmenin seçim sonuçlarına etki edebileceği bir yer. Bütün bunlar biraraya getirildiğinde, Kaftancıoğlu’na yüklenmelerini ciddi anlamda bıçak sırtında yaşanacak seçimden galip çıkmaya yönelik stratejik hamleler olarak düşünüyorum.

“Hakiki Sol Siyaset”

Kaftancıoğlu’nun siyaseten bugüne kadar gelen alışıldık CHP söyleminin dışına çıktığı gözlemleniyor. Kendisinin Genel Merkez tarafından da desteklendiğini düşünürsek, CHP siyaseten bir değişim mi yaşıyor? Gözlemlediğiniz kadarıyla bu değişimin tabandaki karşılığı nedir?

CHP, Bahçeli'nin Erdoğan'ı destekleyeceğini açıklamasının ardından siyasal hesaplarda dikkatli hareket etmek gerektiğini düşünüyor.

Dolayısıyla bu aynı zamanda siyasal strateji ama şöyle bir kazanım var. Siyasal taktik CHP'de tekrar sosyal demokrasiye yönelme fırsatı da yarattı.

SHP Politikalarına dönme işareti diyebiliriz yani...

İstanbul örneği CHP'de potansiyel olarak SHP'lileşme alanı açmıştır. Bunu emek, demokratikleşme, özgürlükler, insan hakları üzerinden sürdürülebilir kılması gerekiyor. Bütün bunların karşılığı da hakiki bir sol siyasete tekabül ediyor.

“Kaftancıoğlu Start verdi”

Kaftancıoğlu'nun basın açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kaftancıoğlu'nun Erdoğan'ın annesinin adının geçtiği bir görselin yer aldığı paylaşım nedeniyle özür dilemesi çok ciddi anlamda siyasal nezaket ve siyasal centilmenlik. Bu çok önemli. Türkiye siyasal kültüründe bu tür özür dilemeler, ciddi anlamda siyasal nezaketin eksik olduğu konjonktürde çok önemli.

Burada tabii Atatürk ile kurulan bağın bir askerlik bağından ziyade bir yoldaşlık bağı olarak yeniden dillendirilmesi de çok önemli diye düşünüyorum. Mustafa Kemal'in sivil kimliğinin CHP'nin profesyonel politik aktörlerinin söylemlerinde öne çıkması gerektiğine dair bir vurgu olarak, mesaj olarak değerlendiriyorum ben.

Kaftancıoğlu bugünkü açıklamayla birlikte aslında CHP İstanbul örgütü için seçim startını da vermiş oldu. (EKN) 

SHP Hakkında,


1985'te Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) ve Halkçı Parti’nin (HP) birleşmesiyle kuruldu.

1986'da Erdal İnönü Genel Başkan oldu ve 26 Eylül 1986 seçimleri'nde yüzde 22 oy aldı.

1987 genel seçimlerinde yüzde 24 oyla ANAP’ın ardından ikinci oldu.

1989 yerel seçimlerinde ise SHP başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere 39 ilin belediye başkanlığını kazandı.

Haziran 1989'da SHP Sosyalist Enternasyonal'e tam üye oldu.

SHP'nin 1989'da "SHP'nin Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakış ve Çözüm Önerileri" başlıklı raporu yayınlandı. Bu rapor hakkında Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) soruşturma başlattı.

Ekim 1991'de yapılan erken seçimleri DYP kazandı. SHP yüzde 20.75 oy oranıyla DYP ve ANAP'ın ardından üçüncü oldu. 

SHP, seçimlere katılmayan Halkın Emek Partisi (HEP) adaylarına Güneydoğu Anadolu illerinin listelerinde yer verdi. Bu destek sayesinde SHP'nin oyları Güneydoğu'da yüzde 50'leri geçti.

Seçimlerden sonra 6 Kasım 1991'de, TBMM 19. Yasama Dönemi için yapılan yemin töreninde Leyla Zana’nın başında Kürt ulusal renkleri olan bir bantla, Türkçe başladığı yemini Kürtçe "Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum" cümlesiyle tamamlaması nedeniyle meclis salonunda tepkiyle karşılaştı.

Süleyman Demirel DYP-SHP koalisyon hükümetini 20 Kasım 1991'de kurdu. SHP Genel Başkanı Erdal İnönü Başbakan Yardımcılığı görevini aldı.

Haziran 1992'de 12 Eylül döneminde çıkartılmış olan "kapatılan siyasi partilerin aynı adla tekrar açılmasını engelleyen yasa" kaldırıldı. SHP içindeki muhalefet hareketinin önde gelen ismi Deniz Baykal ve diğer CHP kökenliler CHP'yi tekrar açma kararı aldılar. 9 Eylül 1992'de CHP tekrar açıldı ve SHP'den ayrılan bir grup milletvekili CHP'ye geçti.

1993'te Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ölümü üzerine Başbakan Süleyman Demirel cumhurbaşkanı seçildi. Koalisyon ortağı SHP Demirel'in seçilmesi için DYP'ye destek verdi. Ardından DYP'nin başına geçen Tansu Çiller'in kurduğu hükümette SHP koalisyon ortaklığına devam etti.

Haziran 1993'te Genel Başkan Erdal İnönü siyaseti bırakacağını açıkladı. 11 Eylül 1993 tarihinde Ankara'da toplanan 4. Olağan Kurultay'da 1007 delegeden 559'unun oyunu alan Murat Karayalçın genel başkanlığa seçildi.

27 Mart 1994 yerel seçimlerine SHP de çok büyük oy yitirdi ve elinde bulundurduğu büyük şehirlerde seçimleri kaybetti. Bunun üzerine sol partilerin birleşmesi gündeme geldi. DSP buna yanaşmadı ancak CHP olumlu yanıt verdi. 18 Şubat 1995'te toplanan SHP-CHP ortak kurultayında partinin feshine ve CHP'ye katılmasına karar verildi.


Ekin Karaca , 
HAKKINDA

2004'te Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri bölümünden, 2008'de Bilgi Üniversitesi Kültürel Çalışmalar yüksek lisans programından mezun oldu. 2006-2007'de Nokta dergisinde, 2008-2011'de Aktüel dergisinde muhabirlik yaptı. 2011'den beri Bianet'te çalışıyor.


ÖZEL NOTUM;

1991 de SHP, HEP, BİRLEŞMESİ SODEP TÜRK SİYASETİNE NE GETİRMİŞTİ Kİ,,,? TÇ..,

http://bianet.org/bianet/siyaset/193408-kaftancioglu-chp-de-shp-lilesme-alani-acti



***

13 Aralık 2017 Çarşamba

Özal"ın 17 Yıllık Yatırımı, HAŞİM KILIÇ


Özal"ın 17 Yıllık Yatırımı, HAŞİM KILIÇ 


Özal'ın 17 yıllık yatırımı,HAŞİM KILIÇ

HAŞİM KILIÇ Yeni Anayasa mahkemesi başkanı seçildi.

(O DÖNEMDEKİ YAZIŞMALARIMDAN ALINMIŞTIR)

Haşim Kılıç Anayasa Mahkemesi'nin yeni Başkanı 
      Anayasa Mahkemesi Başkanlığına Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Haşim Kılıç seçildi.
      Tülay Tuğcu'nun yaş haddinden emekliye ayrılmasıyla boşalan Anayasa Mahkemesi başkanlığı için bir süredir devam eden seçimler bugün sonuçlandı. 
      Seçim sonucunda Başkanvekili Haşim Kılıç, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na seçildi. Kılıç, saat 14.00'de Anayasa Mahkemesi'nde basın toplantısı yapacak.
      Kılıç, Anayasa Mahkemesi başkanlığı görevini 4 yıl sürdürecek. 
      Haşim Kılıç, 13 Mart 1950 tarihinde Kırşehir'in Çiçekdağı ilçesinde doğdu.İlk, orta ve lise öğrenimini Yozgat'ta tamamlayan Kılıç, 1968 yılında Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'ne kaydoldu ve 1972 yılında mezun oldu. 
      1974 yılında Sayıştay Başkanlığı'nda denetçi yardımcısı olarak göreve başlayan Kılıç, denetçi, başdenetçi unvanlarını aldıktan sonra 1985 yılında Sayıştay Üyeliğine, beş yıl süren üyelikten sonra da 1990 yılında Cumhurbaşkanı murhum Turgut Özal tarafından Anayasa Mahkemesi Üyeliğine seçildi. 
      Kılıç, 7 Aralık 1999 tarihinde açık bulunan Anayasa Mahkemesi Başkanvekilliğine seçildi. Kılıç, 7 Aralık 2003 tarihinde yeniden bu görevi üstlendi.
      Evli ve dört çocuk babası olan Haşim Kılıç, Almanca biliyor.

-----

Gençler belki anımsamazlar ama orta yaş ve üstü olanlar çok iyi bilirler. Canım ülkemde bir zamanlar tv izlemek günah idi.  Tabii o zaman henüz bazı tv kanalları henüz kurulmamıştı. İşte bu tv izlemenin günah olduğu günlerde muhterem bir kanalın açılması gündeme gelmiş ve o zaman büyük bir Türk büyüğü "Kanal...  den hisse alanlar cennetten de tapu almış olurlar" demişti.

Neyse konumuz bu değil. 

Şimdi Anayasa Mahkemesi başkanı seçilen Haşim Kılıç.İşte bu tv izlemenin günah olduğu dönemlerde Turgut Özal tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine atanmak istendiğinde bazı münafıklar itira etmiş ve " o şahıs günah diye tv bile izlemiyor" demişlerdi de bir başka büyük Türk büyüğümüz olan Turgut Özal o zaman "ben kontrol ettirdim, evinin balkonunda tv anteni varmış" diyerek veciz bir şekilde konuyu değerlendirmişti. Yukarıda haberini okuduğunuz Haşim Kılıç işte o Haşim Kılıç' tır. 

Sakın gene azılarınız çıkıpta bu şahıs gericidir falan demesin. Adamın evinde tv bile varmış. 

E-Postamda paylaşılan bir yazıdan alınmıştır.
Ben de bazı ilaveler yapayım:


TEZİÇ'E KARŞI GÖRÜŞ BELİRTMİŞTİ

Kılıç, YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç'in, AİHM kararı nedeniyle türban konusunda anayasa değişikliği yapılamayacağı sözleriyle ilgili olarak, "İçtihatları, anayasa ve yasalara göre yapıyoruz. İçtihatın dayanağı olan anayasa değişirse, içtihat da değişir" diye konuşmuş idi.

BAŞKAN KILIÇ’IN EŞİ TÜRBANLI, KIZI DEĞİL

Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na seçilen Haşim Kılıç, kamuoyu gündemine ilk olarak evinde televizyon olup olmadığı şeklindeki polemiklerle gündeme gelmiş idi. Daha sonra eşinin türbanlı olması nedeniyle sık sık gündeme gelen Kılıç’ın iddialı bir masa tenisi oyuncusu olduğu öğrenildi.

17 Nisan 1993 tarihinde hayatını kaybeden Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile son görüşen isimlerden birinin de Haşim kılıç olduğu ortaya çıktı. 16 Nisan 1993 tarihinde Turgut Özal’ın, Haşim Kılıç’ı akşam vakti Köşk'e davet edip konuştuğunu aktaran kaynaklar görüşmeyi, “Cumhurbaşkanı Özal ile gece geç saatlere kadar görüştü. Cumhurbaşknı ertesi sabah hayatını kaybetti” şeklinde vermişti.
Ayrıca Kılıç , Türkiye'de yasa ve anayasa yapma sorunu olmadığını belirterek ''uygulamada ve yargıç ahlakında sorun olduğunu'' söylemişti.

****

Gönül Kılıç'a 2.5 milyar tazminat  

Yargıtay eski Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Haşim Kılıç'ın eşi Gönül Kılıç'a 2.5 milyar lira manevi tazminat ödemeye mahkûm oldu. Ankara 3'üncü Asliye Hukuk Mahkemesi, Savaş'ı, bir televizyon programındaki ‘‘Beni görünce başını halının altına soktu’’ sözleriyle kişilik haklarına hakaret ettiği gerekçesiyle, Gönül Kılıç'a manevi tazminat ödemeye mahkûm etti. Karar duruşmasında Savaş'ın avukatı Veli Devecioğlu davanın reddini istedi ancak kabul edilmedi. Savaş, hayatı boyunca doğruları söylediğini belirterek, ‘‘Sonucu neyse katlanırım. Esas hüküm henüz kesinleşmiş değil. Yargıtay onarsa kesinleşecek. Elbetteki hükmü temyiz edeceğim’’ dedi. 

Savaş, Kanal 6 Televizyonu'nda yayımlanan ‘Ceviz Kabuğu’ programında şöyle demişti:

‘‘Ben Başsavcı seçildiğimde, Anayasa Mahkemesi üyelerinin eşleri, kutlamak için bizim lojmana eşimi ziyarete gelmişler. Ben zili çalmam, kapıyı kendim anahtarla açarım. Kapının tam karşısında da salon var. İçeri girdim. Bir kadın beni görünce kendini yere attı, başını halıyla örtmeye çalıştı. Sara nöbeti geçiriyor sandım. Eşim koştu geldi. Ambulans çağırayım mı, diye sordum. Meğerse o kişi, Haşim Kılıç'ın eşiymiş, başı açıkken erkek eve girdi diye öyle davranıyormuş.'' 09.07.2001hurriyet.com.tr

****

Turgut Özal'ın 17 yıl sonrasını görerek belkide yaptığı en uzun vadeli,en önemli yatırımlardan biridir ne malum?Ahmet Dursun

Anayaa mahkemesine email atmak için.http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/uyeler/emekliuyeler/hasimkilic.html

****

Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş: 

Daha göreceğimiz çok şey var 

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği' nin davetlisi olarak bir konferans vermek üzere Bodrum' a gelen Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, Haşim Kılıç' ın Anayasa Mahkemesi Başkanlığı' na seçilmesini yorumladı. " Atatürk' ün Kemiklerini Sızlatan Parti CHP" adlı kitabında bu konuya geniş yer ayırdığını belirten Savaş, " Hepimiz, şimdiden Haşim Kılıç' ı, Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak selamlamaya hazırlanalım" diye yazmıştım da kimse inanmamıştı. Daha göreceğimiz çok şey var" dedi. Vural Savaş, Sözcü Gazetesi' nde önümüzdeki Salı günü yayımlanacak " Haşim Kılıç Olayı" başlıklı köşe yazısını önce Yarımada okurlarıyla paylaştı. 

Vural Savaş, bugün saat 17.00' de Bodrum Belediyesi Nurol Kültür Merkezi' nde " Cumhuriyetin Kazanımları ve Anayasamız" konulu bir konferans verecek. 

HAŞİM KILIÇ OLAYI; 

O zamanki İstanbul Baro Başkanı Turgut Kazan, 20 Kasım 1990 günü SHP Genel Başkanı Erdal İnönü' yü ziyaret ederek 

" Sayıştay yasası anayasaya aykırı şekilde değiştirildi. Televizyon izlemeyi günah sayan bir Nakşibendi mensubunu, Anayasa Mahkemesi' ne üye seçmek istiyorlar. Yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi' ne başvurun" diyor. 

Bununla yetinmeyip Emin Çölaşan' a mektup yazıyor: 

" Lütfen yazın… Bu oyunlardan sonra, Sayıştay kontenjanından, Anayasa Mahkemesi üyeliğine Haşim Kılıç isimli birini getirecekler. Bu şahıs büyük bir Atatürk düşmanıdır. 

" Lütfen bu ismi şimdiden açıklayın" diyor ve Emin Çölaşan, 28 Kasım 1990 günü bunu makale mevzuu yapıyor. 

Prof. Erdoğan Teziç, Prof. Bakır Çağlar ve Pertev Bilgen, " Hukuk Devletine Çağrı" başlıklı bir bildiri yayımlıyorlar ve " Sayıştay" ın aralarında Haşim Kılıç' ın da bulunduğu üç adayın seçim işleminin hukuken teşekkül etmiş bir Sayıştay Genel Kurulunca yapılmadığından, yoklukla malul olduğunu" söylüyorlar. 

Türkiye Barolar Birliği, 7 Aralık 1990 tarihli bildirisinde soruyor: 

" Yasa, Anayasa Mahkemesince iptal edilince ne olacaktır?" 

Cevap, yine bildiride mevcut: 

" Haşim Kılıç' a seçilme olanağı veren yasa ortadan kalkacağına, temel kalmayacağına göre Cumhurbaşkanınca atanan Haşim Kılıç' ın üyeliği, herhangi bir işleme gerek kalmadan düşecektir." 

Anayasa Mahkemesi, Haşim Kılıç' ın atanmasına temel teşkil eden yasa değişikliğini iptal ediyor. Ancak " Anayasa Mahkemesi iptal kararları geriye yürümez" deyip, Haşim Kılıç' a anayasaya aykırı bir yasa ile geldiği Anayasa Mahkemesi üyeliğine devam izni veriliyor. 

Prof. Dr. Erdoğan Teziç: 

" İptal kararının geriye yürümemesi,' hukuk güvenliğini sağlamak' amacıyla konulmuş olduğuna göre, bu ilke ancak kesin hüküm halini almış yargı ve idari kararlar için anlam ifade eder. Danıştayımızın görüşü de bu doğrultudadır" diyor. 

Mesela ilkokul mezunlarına Anayasa Mahkemesi üyeliği yolunu açan bir yasa çıksa ve sonradan iptal edilse, bu arada seçilenler göreve devam edebilirler. 

Bu uyarılara rağmen Turgut Özal, Haşim Kılıç' ı Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilince, 1 Aralık 1990 tarihli Milliyet Gazetesi' nde Melih Aşık, şunları yazdı: 

" Turgut Özal, bir tarikat üyesi olduğu söylenen Haşim Kılıç' ı Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçti. 

Haşim Kılıç, seçildiğinin ertesi günü bir gazetecinin 

' Siz laik misiniz?' sorusuna 

Laik' im diyemedi. Polemiğe girmeyelim gibi laflarla soruyu geçiştirdi."   

Melih Aşık yazısına şöyle devam ediyor: 

" Haşim Kılıç' ın hukukla en ufak bir ilgisinin olmadığını, kendisinin yüksek ticaret mezunu olduğunu da ekleyelim." 

Turgut Özal, bu konuda Mülkiye haftasında yaptığı konuşmada, Haşim Kılıç' ı seçme nedenini şöyle anlattı: 

" Sayıştay Genel Kurulu, ehil olan üç kişiyi bana gönderdi. Bir de kağıt geldi önüme. Kağıtta, gazetede yazan ' televizyon seyretmeyen Anayasa Mahkemesi üye adayı' notları vardı. Bunun üzerine, hemen iki kişiyi bu adayın evine, tahkikat için gönderdim. Aday Haşim Kılıç televizyon seyrediyormuş hem de uydu yayın. Belki ikinciyi seçecektim ama bu tahkikattan sonra onu seçtim." 

2 Aralık 1990 günü Hasan Pulur, Milliyet Gazetesi' nde şunları yazdı: 

" Böyle bir olay üzerine tarihe geçen bir beyit de vardır: 

' Olacak bir kişinin bahtı kavi, talihi yar, 
Kehlesi (biti) dahi mahallinde anın işine yarar.' 

Rüstem Paşa' yı gömleğindeki bit, padişah damadı ve sadrazam yapmış, Haşim Kılıç' ı da evindeki televizyon, Anayasa Mahkemesi üyesi… 

Rüstem Paşa' nınki 'kehle-i ikbal' ise Haşim Kılıç' ınkine 'televizyon-u ikbal' dense yeridir." 

30 Kasım 1990 günü Sabah Gazetesi' nde Güngör Mengi, şöyle bir değerlendirme yapıyor: 

" Son olayda eleştirilen, devletin tarif edilmiş niteliklerini reddeden zihniyette birinin böyle bir göreve nasıl olup da getirildiğidir. 

Çünkü bu, en basit benzetmeyle kediye ciğer teslim etmektedir. Anayasa Mahkemesi, demokratik ve laik cumhuriyetin güvencesi olan en yüksek yargı kurumudur." 

Ve Haşim Kılıç, 22.10.2007 tarihinde Anayasa Mahkemesi Başkanlığı' na seçildi. 

" Atatürk' ün Kemiklerini Sızlatan Parti CHP" eserimde: " Hepimiz, şimdiden Haşim Kılıç' ı, Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak selamlamaya hazırlanalım" diye yazmıştım da (S.145) kimse inanmamıştı. Daha göreceğimiz çok şey var. 

http://ahmetdursun374.blogcu.com/ozal-in-17-yillik-yatirimi-hasim-kilic/7223607
****

1 Ekim 2017 Pazar

Öncesi ve Sonrasıyla 12 Eylül Kronoloji

Öncesi ve Sonrasıyla 12 Eylül Kronoloji


Öncesi ve Sonrasıyla 12 Eylül Kronoloji

Siyasi cinayetler, kanlı 1 Mayıs, Çorum ve Maraş olayları, Meclis'in kilitlenmesi, ekonomik buhran ve diğerleri... Türkiye tarihine bir balyoz gibi 
inen sürecin kilometre taşları.

Darbenin ardından 1982 yılında yapılan referandumla Kenan Evren'in yedi yıllığına Cumhurbaşkanlığı'na getirilmesi kabul edildi. [AA]
Türkiye'nin siyasi ve sosyal hayatını yeniden dizayn eden 12 Eylül süreci öncesindeki çalkantılar, askeri müdahalenin ardından yerini mutlak 
baskının hakim olduğu bir atmosfere bıraktı. 

Darbenin ardından 650 bin kişi göz altına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi için idam 
cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi, 50 kişinin cezası infaz edildi.

98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı, 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi 
siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. 

171 kişinin gözaltında işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 
3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hakimin işine son verildi.

31 gazeteci cezaevine girdi, 300 gazeteci saldırıya uğradı. Üç gazeteci silahlı saldırıda öldürüldü.

Gazeteler 300 gün yayın yapamadı, 13 büyük gazete için 303 dava açıldı, 39 ton gazete ve dergi imha edildi.

Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi, 14 kişi açlık grevinde öldü.

1977

1 Mayıs: İstanbul Taksim Meydanı’nda düzenlenen İşçi Bayramı kutlamalarında kalabalığın üzerine meçhul saldırganlar tarafından bir binanın 
çatısından ateş açıldı. Hâlâ aydınlatılamayan ve tarihe 'Kanlı 1 Mayıs' olarak geçen olayda 33 kişi hayatını kaybetti.
13 Haziran: Dönemin başbakanı Süleyman Demirel istifa etti. Milliyetçi Cephe Hükümeti sona erdi.

29 Mayıs: İzmir Havaalimanı'nda Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Bülent Ecevit’e silahlı saldırı düzenlendi. Sağ kurtulan Ecevit, kontrgerillayı 
suçladı.

21 Haziran: Hükümeti kurma görevini alan CHP lideri Bülent Ecevit kabineyi açıkladı.

1978

15 Ocak: Sol ve sağ örgütler arasındaki şiddet olayları arttı, son iki haftada 30’dan fazla kişi öldü. 

16 Mart: İstanbul Üniversitesi’nden çıkan sol görüşlü kalabalık bir öğrenci grubunun üzerine bomba atıldı ve otomatik silahlarla ateş açıldı. 
'16 Mart Katliamı' adı verilen olayda yedi öğrenci öldü, 47 kişi yaralandı. Saldırı aydınlatılamadı, üç kişinin yargılandığı dava 2008 yılında 
zamanaşımından düştü.

17 Nisan: Adalet Partisi üyesi Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu, kendisine gönderilen bir bombalı paketi açarken, gelini ve iki torunuyla 
birlikte öldü. Malatya’da büyük olaylar yaşandı. Sokak gösterileri günlerce sürdü.

19 Mayıs: Ankara’da, Gençlik ve Spor Bayramı’nda kız öğrencilerin kıyafetlerinden dolayı aleyhte tezahürat yapıldı. İstanbul’da tribünlerin önünde 
bomba patladı. Antakya’da kız öğrencilere saldırıldı, elbiseleri yırtıldı. MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Anıtkabir’deki anma törenine 
katılmadı.

2 Haziran: Madrid’de Ermeni örgütü ASALA’nın düzenlediği silahlı saldırı sonucunda, Türkiye’nin Madrid Büyükelçisi Zeki Kuneralp’in makam 
arabasında bulunan eşi Necla Kuneralp, emekli Büyükelçi Beşir Balcıoğlu ve aracın şoförü öldü. Büyükelçi araçta bulunmadığı için kurtuldu. 
Bu tarihten sonra Ermeni örgütü 21 ülkede gerçekleştirdiği saldırılarda 42 Türk diplomat hayatını kaybetti.

4 Ekim: MHP İstanbul İl Başkanı Recep Haşatlı, oğluyla birlikte evinde uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Cinayeti, 'Marksist Leninist 
Silahlı Propaganda Birliği' örgütü üstlendi.

9 Ekim: Ankara’da Bahçelievler semtinde yedi Türkiye İşçi Partisi üyesi öğrenci, Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı’nın da aralarında olduğu 
ülkücüler tarafından evlerinde öldürüldü. Kırcı 1999'da yakalanıp yargılandı ve hüküm giydi. Cezaevinden çıktıktan sonra verdiği röportajda, 
"O zaman gençtik; bizleri kullandılar" dedi. 

20 Ekim: İTÜ Elektrik Fakültesi Dekanı Bedri Karafakioğlu İstanbul’da uğradığı silahlı saldırı sonucunda yaşamını yitirdi.

27 Kasım: Abdullah Öcalan PKK örgütünü kurdu.

19 Aralık: Kahramanmaraş’ta Çiçek Sineması’na bomba atılması olayının sol görüşlü gruplar tarafından gerçekleştirildiği haberinin yayılmasıyla 
ayaklanan sağcı ve ülkücü gruplar, sol partilerin ve derneklerin binalarına saldırdı. Kısa sürede karşılıklı çatışmaya dönen olaylar bir hafta sürdü. 
100’den fazla vatandaşın öldüğü olaylarda Alevilere ait 200'ün üzerinde ev yakıldı, işyerleri tahrip edildi.

Şiddet olaylarının kontrolden çıkma nedeni olarak, güvenlik güçlerinin, saldırıların kendilerine yöneldiği iddiasıyla kentten çekilmesi gösterildi. 
Bu durum Aleviler üzerindeki baskının ve saldırıların artması anlamına geliyordu. Olaylar Kayseri ve Gaziantep'ten gönderilen askeri birliklerin 
müdahalesiyle bastırıldı.

Olayların ardından İstanbul ve Ankara dahil çok sayıda ilde sıkıyönetim ilan edilmiş, Başbakan Ecevit ise olayların kendisini, uzun süredir direndiği 
sıkıyönetim talebine zorlamak için kontrgerilla tarafından çıkarıldığını söylemişti. 

26 Aralık: 13 ilde daha Sıkıyönetim ilan edildi.

1979

1 Şubat: Milliyet Gazetesi Başyazarı ve Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, İstanbul Nişantaşı’ndaki evinin önünde otomobilinin içindeyken 
uğradığı silahlı saldırıda öldürüldü. Saldırının faili Mehmet Ali Ağca 5 ay sonra yakalandı. Ağca, 6 ay sonra ülkücü bir grubun yardımıyla, tutulduğu 
askeri cezaevinden kaçtı ve Bulgaristan'a geçti.

9 Nisan: CIA hesabına casusluk yaptığı öne sürülen MİT İstihbarat Başkan Yardımcısı emekli Albay Sabahattin Savaşman 17 yıl 6 ay hapis 
cezasına mahkum oldu.

25 Nisan: Sıkıyönetim TBMM tarafından 2 ay daha uzatıldı.


13 Mayıs: TÜSİAD gazetelere ilan vererek, Bülent Ecevit Hükümeti’nin çekilmesini istedi.

11 Haziran: IMF’nin baskısıyla Türk Lirası’nda devalüasyon yapıldı.

13 Temmuz: Ankara’da Mısır Büyükelçiliği’ni basan üç Filistinli, elçilik personelini rehin aldı. Çıkan çatışmada bir polis ile bir bekçi öldü. 
Eylemciler 15 Temmuz’da teslim oldu.

5 Ekim: İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş sinema oyuncusu Aynur Aydan’la ilişkisinin basına yansıması sonucu görevinden istifa etti.

19 Kasım: Milliyetçi gazeteci - yazar, eski AP milletvekili İlhan Egemen Darendelioğlu İstanbul’da uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetti.

27 Aralık: Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhurbaşkanı'na uyarı mektubu verdi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ile kuvvet komutanlarını 
imzasını taşıyan mektupta ülkedeki iç karışıklıkla ilgili rahatsızlıklar dile getirildi. 

Mektup 2012 yılında mahkeme tarafından kabul edilen 12 Eylül davası iddianamesinde 'müdahalenin şartlarını olgunlaştırma' kararınının bir yıl 
önce alındığının delili olarak gösterildi.

Mektupta "Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana 
alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik 
her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla 
istemektedir" ifadelerine yer verildi.

1980

1 Ocak: Genelkurmay Başkanı Evren ile kuvvet komutanları Çankaya Köşkü'nde Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ile görüştü.

24 Ocak: '24 Ocak Kararları' olarak bilinen ekonomik program açıklandı. Yaşanan ekonomik istikrarsızlık, üretimin azalması ve karaborsacalığın 
oluşması gibi nedenlerin ortadan kaldırılması için kamu harcamalarının sınırlandırılması, ücretlerin düşürülmesi, serbest döviz kuru gibi ekonomik 
önlemlerin alınması kararlaştırıldı. Bunun için Süleyman Demirel, daha sonra Türk siyasi yaşamına damgasını vuracak bir ismi, Turgut Özal'ı 
Başbakanlık Müsteşarı olarak atadı. IMF ile bu kapsamda bir anlaşma imzalandı.

6 Nisan: Fahri Korutürk’ün cumhurbaşkanlığı süresinin sona ermesiyle TBMM’de seçim bunalımı başladı. CHP ve AP adaylarını son anda gösterdi. 
Seçimler sırasında hiçbir aday cumhurbaşkanı olmak için yeter oyu alamadı. Meclis onlarca defa tekrar oylama yaptı fakat bir türlü yeni 
cumhurbaşkanı seçilemedi.

Korutürk’ün görevinin bitişinin ardından 9 Kasım
1982’ye kadar cumhurbaşkanı seçilemedi. [AA]

27 Mayıs: MHP’li eski bakanlardan Gün Sazak Devrimci Sol örgütü üyeleri tarafından aracına binerken öldürüldü.

17 Haziran: Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, kuvvet komutanları ve Genelkurmay 2. Başkanı Necdet Öztorun'a kod adı 'Bayrak Harekatı' 
olan bir darbenin 11 Temmuz 1980'de gerçekleştirilmesi talimatını verdi.

2 Temmuz: 'Bayrak Harekatı' Süleyman Demirel hükümetinin güvenoyu almasıyla ertelendi. 

4 Temmuz: Kahramanmaraş’ta yaşanan Alevi-Sünni çatışmasına benzer olayların tekrarı Çorum'da yaşandı. Olaylarda resmi kayıtlara göre 57 
kişi hayatını kaybetti.

19 Temmuz: Eski başbakanlardan Nihat Erim İstanbul Dragos'ta öldürüldü.

22 Temmuz: DİSK'in eski genel başkanı, Maden-İş Sendikası Başkanı Kemal Türkler, Nihat Erim cinayetine misilleme olarak öldürüldü.

28 Ağustos: '5 Eylül 1980'den itibaren her an hazır olunması' bildirilen 'Bayrak Harekatı' emirleri özel kuryelerle kuvvet komutanlarına teslim edildi.

5 Eylül: Dışişleri Bakanı AP’li Hayrettin Erkmen, TBMM’de gensoru ile düşürülen ilk bakan oldu.

6 Eylül: MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan tarafından İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesini protesto etmek amacıyla Konya’da düzenlenen 
mitingde söylenen sözler, TSK tarafından "şeriat amaçlı bir kalkışma girişimi" olarak değerlendirildi.

Kenan Evren darbe bildirisini okurken Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun 
yanındaydı. [AA]

12 Eylül: Ordu ülkenin yönetimine el koydu. Genelkurmay Başkanı Evren ve kuvvet komutanlarından oluşan Milli Güvenlik Konseyi üyeleri darbe 
bildirisini TRT aracılığıyla duyurdu.

Bildiride, "Türk Silahlı Kuvvetleri el ele vererek İç Hizmet Kanunu'nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk milleti 
adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur" ifadelerine yer verildi.

Daha sonraki bidirilerle sıkıyönetim bölgelerine komutanlar atandı. Siyasi partiler ile Türk Hava Kurumu ve Çocuk Esirgeme Kurumu dışındaki 
derneklerin faaliyetleri yasaklandı. Polis, jandarmanın emrine verildi.

Darbenin gece 03:00'te ilanından sonra aynı gün sabah saat 5:30'da Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan'a Genelkurmay 
Başkanı imzasıyla birer tebliğ gönderildi. 

Tüm tebliğlerde "TSK yönetime el koymuştur. Hükümetiniz feshedilmiş, parlamento üyeliğiniz düşmüştür. Talimatı getiren subayın ikazlarına 
uyunuz" ifadesiyle birlikte gidecekleri adresler belirtildi.

17 Eylül: Gözaltı süresi uzatıldı.

18 Eylül: Milli Güvenlik Konseyi'nin başkan ve dört üyesi TBMM Onur Salonu'nda törenle yemin etti.

Erdal Eren mahkeme salonunda jandarma ile birlikte.

Erdal Eren’in yaşının tespiti için kemik muayenesi yapılmadı. [AA]

19 Eylül: 1402 Sayılı Yasa, sıkıyönetim komutanlarının bütün kamu personelini gerekçesiz görevden alabilecek şekilde yeniden düzenlendi.

8 Ekim: Darbeden sonra ilk idam edilenler solcu Necdet Adalı ve sağcı Mustafa Pehlivanoğlu oldu. Cezaları sabaha karşı Ankara Merkez Kapalı 
Cezaevi'nde infaz edildi.

Kenan Evren, 2012 yılındaki 12 Eylül davası’nda "Bir sağdan, bir soldan astık" diyerek tarafsız davrandıklarını söyledi. 

11 Ekim: Aranan MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş ve diğer milletvekilleri dahil 36 MHP'li hakkında gıyabi tutuklama kararı verildi.

15 Ekim: Erbakan ve diğer MSP'liler 2 Numaralı Askeri Mahkeme tarafından tutuklandı.

10 Kasım: Onur Yayınları Sahibi İlhan Erdost, Mamak Askeri Cezaevi'ne götürülürken, dövülerek öldürüldü.

3 Aralık: 17 yaşında olduğu söylenen Erdal Eren, resmi nüfus kaydındaki yaşı göz önüne alınarak idam edildi. Eren, 17 günlük yargılamadan 
sonra idam edildi.

19 Aralık: DİSK davası başladı.

1981

24 Nisan: MSP'lilerin yargılanmasına başlandı. Erbakan için 14-36 yıl hapis istendi.
29 Nisan: Toplam 587 sanıklı MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında Türkeş dahil 220 sanık hakkında idam istendi. 
22 Temmuz: Evren, Erzurum konuşmasında "Artık yeni aldığımız bir kararla ilk ve ortaokullara, liselere mecburi din dersi konulacaktır" dedi.
15 Ekim: Ülkedeki bütün siyasi partiler kapatıldı.

1982

13 Temmuz: Geçici maddeler dışında 200 maddeden oluşan yeni anayasa tasarısı açıklandı.
7 Kasım: Yeni anayasa için halk oylaması yapıldı. Anayasa yüzde 90'ın üzerinde oyla kabul edildi. Evren yedi yıllığına Cumhurbaşkanı seçilirken, 
Milli Güvenlik Konseyi de Cumhurbaşkanlığı Konseyi'ne dönüştü.

1983

24 Nisan: Siyasi Partiler Yasası çıktı.
20 Mayıs: Anavatan Partisi (ANAP) kuruldu.
6 Kasım: Darbe sonrası ilk genel seçimler yapıldı. Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi oyların yüzde 45‘ini alarak tek başına iktidar oldu.

2010

12 Eylül: Anayasa değişikliği için yapılan referandum sonucunda 12 Eylül darbesinin sorumlularının yargılanmasını engelleyen geçici 15. madde 
kaldırıldı.

2012

4 Nisan: Darbeden sonra ülkeyi yöneten Milli Güvenlik Konseyi’nin hayatta kalan iki üyesi yargılanmaya başlandı. Genelkurmay Başkanı Kenan 
Evren ve Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya ilk duruşmaya sağlık raporu göndererek gelmedi.
İki isim, "Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın tamamını veya bir kısmını değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya ve Anayasa ile teşekkül etmiş olan 
Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel olmaya cebren teşebbüs etmek'' suçlamasından 'ağırlaştırılmış 
müebbet hapis cezası' istemiyle yargılanıyor.
11 Nisan: TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu kurulması için verilen önergeler oybirliği ile kabul edildi. 17 milletvekilinden oluşan 
komisyon, 1404 sayfalık bir rapor hazırladı. (raporun birinci ve ikinciciltleri)
20 Kasım: Hastanede yatan Evren ve Şahinkaya telekonferans yöntemiyle ilk kez hakim karşısına çıktı.
21 Kasım: Evren ve Şahinkaya, 'kurucu iktidar' olduklarını belirterek, mahkemenin kendilerini yargılayamayacağını iddia ettiler. "Bugün de olsa 
aynı şekilde ihtilal yapardık" diyen Evren, sorulara yanıtvermedi.

2013

13 Şubat: Dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, davada haklarının ihlal edildiği 
gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru yaptı.
27 Mart: 32 yıldır süren ve 1243 sanıkla başlayan Devrimci Sol örgütü ana davası "olağanüstü zamanaşımı" gerekçesiyle düştü. 2009’da 
ömürboyu hapis cezasına çarptırılan 39 sanık da serbest kaldı.

2014

18 Haziran: Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'yı 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun "Devlet kuvvetleri aleyhine 
cürümler" başlıklı 146. maddesi uyarınca ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Mahkeme daha sonra takdirini kullanarak sanıklar 
hakkındaki cezayı müebbet hapse çevirdi.

http://www.aljazeera.com.tr/kronoloji/kronoloji-oncesi-ve-sonrasiyla-12-eylul

***