Suriye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Suriye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mart 2021 Cuma

2000'Lİ YILLARDA KİMYASAL SİLAHLARIN ORTADOĞU GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ. BÖLÜM 4

2000'Lİ YILLARDA KİMYASAL SİLAHLARIN ORTADOĞU GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ. BÖLÜM 4 



Ortadoğu, Güvenlik, Kimyasal Silahlar, Prof. Dr. Sibel TURAN, H. Ekber KAYA, Nükleer silahlar,Kitle imha silahları, konvansiyonel silahlar,sarin gazı, tabun gazı, hardal gazı, Hafız Esed, Suriye, ABD, 


ABD Suriye hükümetinin kimyasal silah kullandığına yönelik kanıtlar olduğunu resmen açıklamıştır. Açıklama Milli Savunma Danışman Yardımcısı Ben Rhodes tarafından yapılmıştır. Bu açıklama ile ABD'nin kimyasal silah kullanımına karşı belitmiş olduğu kırmızı çizginin aşılmış olduğu Başkan Obama tarafından da belirtilmiştir. Amerikan istihbaratına göre, çatışmaların başlangıcından beri Esad rejimi sıklıkla fakat az miktarlarda kimyasal ajanı muhaliflara ve sivil halka karşı kullanmış ve 150 kadar insanın hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Amerikan kaynaklarına göre, muhaliflerin kullandığına yönelik herhangi bir bulgu mevcut değildir. BM Bağımsız komisyonu Esad rejiminin müsaade etmemesinden dolayı ülkede araştırma ve inceleme yapamamıştır. Aslında ABD Rusya ile birlite sorunu barışçıl yönde Cenevrre'de Esad rejiminin de yer alacağı müzakereler yoluyla çözmekten yana bir tutum içinde olmuştur. Haziran ayında yapılması düşünülen müzakereler Rusya ile anlaşılamadığı için Temmuz ayına kaydırılmıştır. Rusya’nın bir yandan müzakere ederken diğer yandan Esad’ı askeri açıdan destekleyerek muhalifleri bastırmaya devam edeceği kaygısı ABD'nin dikkatini çekmiştir. Buna ek olarak, İran’ın Hizbullah’a desteği ve açık destek vermesi sorunun boyutlarını attırmaktadır. Bu konuda diğer önemli bir etki ise Kuseyr bölgesinin Esad rejimi 
tarafından ele geçirilerek, Golan Tepeleri stratejik askersiz bölgenin işgal edilmesidir. Bu suretle muhaliflerin Humus’a sızmaları ve silah aktarmalarının 
yolu engellenmiştir. Esad, Humus ve Şam’ın sahil kesimindeki Tartus ve Lazkiye arasındaki deniz ulaşımını kontrol altına almıştır. İsrail ile Hizbullah elemanları 
70 metre kadar hassas bir mesafede karşı karşıya gelmişlerdir. Bu durum İsrail’in sınır güvenliği konusunda tehlikeli bir durum yaratmıştır.154 

2003 yılında ABD Irak’ı işgale kalkışırken bazı gerekçeler ileri sürerek işgali meşrulaştırmaya çalışmıştı. Baştan beri Arap Baharı sürecini olumlu 
bulduğunu söyleyen ABD’nin Suriye politikasının netleşmediği anlaşılmaktadır. 

Yaklaşık iki yıl önce Suriye’de Esad Yönetimine karşı halk hareketleri 
başladığında ABD Tunus, Mısır ve Libya’daki tutumunu sürdürdüğünü gösteren açıklamalar yapmış ve muhalif güçlere yer yer teknik ve istihbarat desteği 
verdiğini açıklamıştı. Doğru olmayan gerekçelerle Irak’ı işgal eden ABD’nin, Esad rejimindeki Suriye sessiz kalmasını şöyle açıklamak mümkündür; Suriye teröre destek vermiş bir ülke olmakla birlikte kitle imha silahlarını da bulunduran, hatta yetkililer tarafından kimyasal silah bulundurulduğu açıklanmış bir ülke olmakla birlikte, son iki yıldır Esad rejimi halka karşı elindeki bütün imkanlarla şiddetli saldırılar gerçekleştirmektedir. Bu bağlamda, 2003 yılında iç savaş dahi yokken Irak’a sözde demokrasi getirmek için işgali başlatan ABD’nin Suriye sessizliği manidar gözükmektedir.155 

Suriye'nin kimyasal silah stoklarını açmayı kabul etmesinin ardından Rusya ve ABD'nin anlaşmasıyla silahların imha edilmesi süreci başlamıştır. Birleşmiş 
Milletler kimyasal silah denetleme heyeti tarafından hazırlanan geçici rapor, Şam’ın Guta bölgesinde 21 Ağustos tarihine sarin gazı kullanıldığını belirtmiştir. Yüzlerce insanın öldüğü düşünülen saldırıda muhalifler ve Batılı ülkeler Esad rejimini suçlarken, Şam hükümeti muhalifleri sorumlu göstermişti. 

Suriye, Rusya ile ABD arasında yapılan anlaşma kapsamında kimyasal silah cephaneliğine ait bilgileri OPCW’ye teslim etmiş ve Kimyasal Silahlar 
Konvansiyonu’na katılmıştır. Beşar Esad, Alman Der Spiegel dergisine verdiği röportajda, 30 aydır süren iç savaşın sona ermesi için Almanya’nın arabuluculuk 
yapmasından memnun olacağını belirtmiş ve Almanya’dan gelecek bir heyetin Şam’da memnuniyetle karşılanacağını ifade etmiştir.156Ancak Süddeutsche 
Zeitung" gazetesi ile Alman Kuzey Almanya Radyo ve Televizyon Kurumu NDR'in haberine göre, adları gizli tutulan bazı Alman şirketleri, 1982 - 1993 yılları arasında Suriye'ye kontrol tesisleri pompa ve supaplar, Gaz detektörleri ve kimyasal yıkama tesisleri ile Sarin Gazı üretiminde kullanılan 2 bin 400 ton sülfürik Asit sattığı haberleri 2014 yılı Mart ayında Alman basını ve Bundestag'da tartışılmıştır.157 

Seymour Hersh’in, London Review of Books’ta yayınlanan ve geçen yıl Ağustos ayında Suriye’de düzenlenen kimyasal saldırının arkasında Türkiye Hükümetinin olduğunu iddia ettiği makalesinde, saldırının Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ve jandarmanın bilgisi dahilinde El Kaide bağlantılı El Nusra Cephesi tarafından gerçekleştirildiği iddia edilmekte. LRB’de (London Review of Books) yayımlanan haberdeki iddialara göre Türkiye’nin amacı, kimyasal silah kullanımını “kırmızı çizgisi” olarak belirleyen ABD’yi, “Suriye’ye askeri harekat düzenlemeye zorlamaktı.”.158 

Hersh’in makalesinde ayrıca, istihbarat raporuna dayandırılarak “The Rat Line” (Gizli Hat) olarak tanımlanan hatta, Libya’daki silahların ve cephaneliğin 
“Türkiye üzerinden Suriye’deki cihatçı gruplara iletildiği” öne sürülüyor. BBC Türkçe’nin sorularını yanıtlayan Seymour Hersh ise “kanıtların yetersiz olduğu 
ve kaynakların isimsiz olması sebebiyle makalenin güvenilirliğine dair soru işaretleri olduğu yönündeki eleştirilere tepki göstererek şunları söyledi: “Herkes 
zaten öyle der… Ben çok uzun zamandır bu işi yapıyorum. ABD’nin El Nusra gibi gruplar hakkında ne bilip ne bilmediğine dair sorular içeren ve 21 Ağustos’tan çok once sarin gazı üretebilme kapasitelerine dair en az bir belgeye erişimim var. 

Bu iddialar çok meşru iddialar. İnsanlar için “Kaynakların isimsiz olamsı” yapılabilecek en basit eleştiri. İsimlerini verirsem hepsi işini kaybeder. Herkes istediğini söyleyebilir.”. Seymour Hersh, “Makalede yer alan iddialar ABD 
yönetimindeki karar mercilerin görüşü mü, yoksa kaynakların bireysel görüşleri mi ?” sorusuna da şu yanıtı vermiştir: “Ben, ABD Başkanı’na giden ve Guta’nın 
doğusunda elde edilen sarinle, Suriye ordusunun mühimmat deposundaki sarinin aynı olmadığını söyleyen ABD Genelkurmay Başkanlığı’ndaki isimler hakkında 
yazıyorum. Dolayısıyla bunların yalnızca dışardakiler mi olduğuna siz karar verin. Tabi ki bunun hakkında konuşmayacağım.”159 

Hersh, BBC’nin ‘The World Tonight’ adlı radio programında da, savaşın uzun dönemde sonuçlarının ne olacağı sorusuna, “Savaşı Beşar Esad kazanır 
ve Türkiye dahil bölge büyük bir karmaşaya sürüklenir.” cevabını vermiştir.160 
Daha ilk günden sarin gazlı saldırının rejim güçleri tarafından gerçekleştirildiği şüphelerini dile getiren Seymour Hersh, Aralık ayında yazdığı “Bu Kimin Sarin’i” başılklı yazısında henüz Türkiye’yi suçlamaya başlamamıştı. Genel olarak Obama yönetiminin Suriye’deki atılgan tavrını yavaşlatmaya yönelik gibi görünen ilk makalede o dönemde Rus hükümetinin de desteklediği Esad rejimini saldırıdan aklayan bazı iddialar dile getiriliyordu. 

ABD yönetimi de kararsız kalmıştı ki, kırmızı çizgisi olarak tanımladığıı kimyasal silah kullanımı konusuna rağmen bu saldırıya tepkisiz kamıştır. Suriye yönetiminin kimyasal silahlarını uluslararası otoriteye devretmeyi kabul etmesiyle birlikte, durağan politikasını meşrulaştırmıştır. Nitekim kimyasal saldırı hem rejim hem de muhalif güçler tarafından kabul edilmeyince ölenler öldüğü ile kalmış, taraflar birbirlerini suçlamanın dışına çıkamamıştır.161 

Hersh'e göre Kimyasal saldırıyı eğer Esad güçleri gerçekleştirdiyse NSA'in haberi olurdu. Böylece Rusya hükümetinin Suriye iç savaşının başından beri Türkiye’yi 
savaşa müdahil olma yönündeki suçlayıcı beyanlarına tamamlayıcı bir ayrıntı daha eklenmiş oldu. Türkiye bir yerlere konumlandırılmaktaydı. Kimyasal saldırının 
sorumluluğunun Türkiye’ye yüklenmesi meselesinin, Suriye’ye silah taşıyan tırların yakalanması, Süleyman Şah Türbesi sızıntıları gibi diğer hikayelerle birlikte değerlendirilmesi durumunda nereye konumlandırıldığı ortaya çıkmaktaydı. Arıboğan’a göre “Hedef Türkiye’yi beceriksiz bir savaş kışkırtıcısı ve sivil ölümlerden sorumlu bir ülke haline getirmekti. Türkiye alevine benzin dökeni dünya kamuoyunu ve Batı yönetimlerini duyarlı hale getirmek için kitle imha silahlarının kullanımına bile yeşil ışık yakan, kendisi de Suriye’ye müdahil olmak için can atan, bunun için kendi kendisine saldırı düzenlemek de dahil komplolar içerisinde olan bir ülke görünümüne bürünüyordu”162 Çakır’ın değerlendirmesine göre “Ankara’nın Guta saldırısında payı olduğu iddiaları pek gerçekçi gözükmüyor. Ancak Guta’nın ardında Esad yönetimi değil de El Nusra bulunduğu iddialarının daha ağır bastığı ortada. 

Öte yandan hükümetin Kürtlerin ağırlıkla yaşadığı Rojava diye anılan bölgede PKK çizgisindeki PYD’ye karşı savaşan El Kaide ile doğrudan ya da dolaylı ilişki içindeki örgütlere sıcak baktığı, hatta destek verdiği iddiaları hala inandırıcı bir şekilde yalanmış değil. Keza hükümetin gerek Suriye, gerek Irak, gerekse küresel çapta El Kaide’ye karşı çok kararlı ve sistemli politikalar geliştirmiş olduğunuda tanık değiliz”163 Deneyimli Ortadoğu muhabiri Robert Fisk ise ABD’li gazeteci Seymour Hersh’ün aktardığı iddialara göndermede bulunduğu “Erdoğan: " model güçlü adamdan sıradan diktatöre” başlığını taşıyan makalesinde, Şam yakınlarında kullanılan kimyasal malzemenin Suriye rejiminin cephaneliğinde bulunmadığı iddiasını tekrarlamaktadır. 
Fisk ayrıca, 
Türkiye’nin Suriye’deki savaşa karışmayı sürdüreceğini vurgulayarak, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Hakan Fidan’ın 
aralarında olduğu yetkililerin Suriye hakkındaki görüşmelerini içerdiği belirtilen ses kaydına atıfta bulunmaktadır. Fisk, aynı yöndeki iddiaları makalesinde dile 
getiren eski arkadaşı olan Hersh’in adı belirsiz “yetkilileri” ve “uzmanları” kaynak olarak belirtmesine serzenişte bulunmaktadır.164  

Ancak kaynaklarını açıklamayan basın mensuplarının yazdıkları makaleler şimdilik afaki olarak kalmaktadırlar. Dostlararası dinleme ve izleme faaliyetlerinin 
artttığı ve skandalarla ortaya çıktığı günümüzde Suriye'de 21 Ağustosta kullanılan kimyasal malzemeyi kimin kullandığının ortaya çıkmaması da manidardır. 
ABD’nin açıklamalarına göre Suriye 2002 yılında “uzun dönemli kimyasal silah” programı başlattığını ve bu programın 1970’li yıllarda başlatılan programın devamı olduğunu açıklamıştır. Suriye’nin kimyasal silahları ne zaman, nasıl ve kim ya da kimlerin yardımı ile elde ettiği yönünde kesin kanıtlar bulunmamakla birlikte Kongre’ye sunulana 12 Eylül 2013 tarihli rapora göre, Suriye kimyasal silah programını, 1973 Arap-İsrail Savaşı’ndan hemen once Mısır’ın Suriye’ye az sayıda kimyasal silah ve fırlatma sistemleri vermesi ile başlatmıştır. 
    1980’lerde ise Suriye, muhtemelen Sovyetler Birliği’nin yardımı ile kimyasal silah üretmeye ilişkin teknolojik bilgi ve gerekli malzemeleri elde etmeye 
başladı. Kimyasal maddelerin ve ekipmanın aynı zamanda Avrupa kökenli firmalardan da alındığı belirtilmektedir. Suriye kimyasal programı için dışarıdan 
gelecek kimyasal maddelere bağımlı durumdadır. Ayrıca, çatışmalar başlamadan once Suriye Bilimsel Çalışmalar ve Araştırmalar Merkezi (CERS), dört farklı 
yerde kimyasal madde üretme tesisleri işletmekteydi. Bunlar; Dumayr, Khan Abou, Shamat ve Furklus’daki tesisler idi.165 Kimyasal ve biyolojik silahlar hem 
maliyet düşüklüğü hem de sağladığı caydırıcılık sayesinde rasyonel bir tercihtir. Suriye’nin bu konudaki en büyük destekçisi ise ironik bir şekilde yine Rusya olmuştur.166 

Boris Yeltsin’in kimyasal silahsızlanma konusundaki baş danışmanı ve Rusya Kimyasal Silahlar Askeri Akademisi Başkanı emekli general Anatoly Kuntsevich Suriye’de kimyasal üretim yapan bir fabrika kurmuştur. 
Bu fabrikanın ihtiyacı olan kimyasal silah yapımında kullanılan hammaddenin ise Güney Kıbrıs üzerinden Suriye’ye sokulduğu zannedilmektedir. 
Ayrıca Suriye, Almanya ve Fransa’dan da çok sayıda hammadde ithal etmiştir.167 
OPCW Genel Direktörü Ahmet Üzümcü, ABD'nin 31 Aralık tarihine kadar Suriye' den çıkarılması kararlaştırılan kimyasal silahların imhası için yardım teklifinde bulunduğunu söylemiştir. ABD'nin imhanın maliyetini de üstlenmeye aday olduğunu belirten Üzümcü, 190 üye ülkeye bu sürece destek vermesi hususunda çağrı da bulundu. ABD aralarında sarin ve sinir gazının da bulunduğu 500 tonluk kimyasalı Akdeniz'de bir donanma gemisini kullanarak imha etmeyi planlamaktadır. Üzümcü bu iş için ABD'ye gerekli teknolojik desteğin de verileceğini belirtmiştir. Suriye'deki kimyasalların imha süreci son olarak Arnavutluk'un söz konusu kimyasalları kendi ülkesinde imha etmeyi reddetmesinin ardından tıkanmıştı. Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü Suriye'deki kimyasalların 31 Aralık'a kadar yurtdışına çıkarılmasını, en geç 2014 yılının ortalarına kadarsa imha edilmesini planlamaktadır.168 

5. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

2000'Lİ YILLARDA KİMYASAL SİLAHLARIN ORTADOĞU GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ. BÖLÜM 3

2000'Lİ YILLARDA KİMYASAL SİLAHLARIN ORTADOĞU GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ. BÖLÜM 3 



Ortadoğu, Güvenlik, Kimyasal Silahlar, Prof. Dr. Sibel TURAN, H. Ekber KAYA, Nükleer silahlar,Kitle imha silahları, konvansiyonel silahlar,sarin gazı, tabun gazı, hardal gazı, Hafız Esed, Suriye, ABD, 


    Suriye Ortadoğu'da en geniş kimyasal savaş yeteneğine sahip ülkedir. 
Ülkenin ilk kimyasal silah yeteneği İsrail'e karşı yapılan 1973 yılındaki savaşta Mısır tarafından sağlanmıştır. O zamandan beri, Suriye hardal gazı, sarin ve 
muhtemelen de VX sinir gazı dahil olmak üzere kimyasal silah ajanlarını geliştirmek ve üretmek için yerli bir yeteneği elde etmiş görünmektedir. 
Kimyasal silah ajanları Halep bölgesindeki Hama, Humus ve Al-Safira köylerinin yakınında bulanan tesislerde üretilmiştir. Ancak Suriye kimyasal silah maddesi üretmek için bazı çift kullanımlı ekipman ve kritik öncü kimyasallar bakımından dış kaynaklara bağımlı kalır. Son yıllarda İran, kimyasal silahlarla ilgili öncüleri geliştirme ve üretim için teknik yardım ve tesislerin tedarikçisi olarak tespit edilmiştir. Suriye'nin Scud-B ve Scud-C balistik füzelerinin, top mermilerinin kimyasal savaş yeteneğine sahip olduğuna inanılmaktadır.139 

Birçok güvensizlik kaynağı içinde, Suriye'nin belirli bir seviyede konvansiyonel olmayan bir caydırıcılığa ulaşmak istemesinin temel sebebi İsrail ile uzun zamandan beri devam eden husumetidir. Klasik silah rekabeti dinamiklerine ilave olarak, Hafız Esad bir dizi konudan dolayı İsrail ile stratejik bir eşitliğe ulaşmayı hedeflemiştir. Dolayısıyla Suriye açısından bakıldığında, İsrail'in, 1982'deki Lübnan Savaşı'nda, net bir şekilde ortaya çıkan, konvansiyonel askeri kapasitesindeki üstünlüğü dengelemenin tek yolu kitle imha silahlarına sahip olmaktı.140 

Suriye’nin kimyasal silahları hakkındaki endişeler sürmektedir. Beşar Esad’ın yönetimi kaybetmesi durumunda kimyasal silahları üzerindeki denetimini kaybetmesinden ve silahların muhalif grupların veya teröristlerin eline geçmesinden endişe edilmektedir. Bu durumda kimyasal maddelerin 
denetimi daha da zorlaşacaktır. Suriye Kimyasal Silah anlaşmasına taraf olmadığı için Suriye’nin sahip olduğu silahların gerçek miktarı hakkında net bir 
bilgi bulunmamaktadır. 1993’te imzalanan antlaşmaya 188 ülke taraftır ve dünyanın kimyasal silah endüstrisinin büyük bölümünü kontrol etmektedir. 
2013’ün başlarında yapılan OPCW’ye göre dünyadaki kimyasal silah stoklarının %80’i imha edilmiştir. Arnavutluk, Hindistan ve Güney Kore ellerindeki bütün 
stokları imha etmiştir. Ancak Libya, ABD ,Rusya henüz hepsini yok etmemiştir. 
ABD %90’ını, Rusya %70’ini imha etmiştir.141 Suriye, Ortadoğu bölgesinde nitelik ve nicelik bakımından en geniş kapsamlı kimyasal silah envanterine sahip 
olduğuna inanılan bir ülkedir. Suriye’nin içinde bulunduğu kaos ortamında, bölge ülkeleri açısından önem arz eden konulardan bir tanesi Suriye toprakları 
üzerinde bu silah stokunun güvenliğinin sağlanması ve özellikle terör gruplarının eline düşmesinin engel olunmasıdır. Suriye, NPT’ye taraf ülke olarak nükleer 
silaha sahip olmamak ve üretmemek konusunda bir taahhüde girmiş olmakla birlikte, İsrail’in nükleer gücünü dengelemek ve caydırıcı bir unsur olarak 
kimyasal silahlar konusunda benzer bir kısıtlamaya tabi olmak istememiş, bu bağlamdan hareket ederek 1993 tarihli Kimyasal Silahlar Konvansiyonu’na taraf 
olmamıştır.142 

Teröristler fosgen, klor, saf amonyak gibi toksik endüstriyel kimyasalları gitgide daha çok kullanmaktadır. Birçok ülkede bu maddelerin satışı denetlenmemekte dir hatta birçoğunu sıradan bir marketten alabilirsiniz. Bunların üretimi de büyük miktarda olduğu için denetlenmesi daha da zorlaşmaktadır. 

Örneğin klorun üretimi 2006 yılında 65 milyon tondur. Teröristlerin gelişigüzel yapılan kimyasal silah denemeleri son yıllarda birçok kazaya sebebiyet vermekte  dir. Örneğin 1999’dan 2001’e kadar El-Kaide’nin bomba yapıcı ve kimyageri Abu Khabab al-Masri Afganistan’daki Durante ve Tarnak kamplarında kimyasal, biyolojik ve radyolojik silah çalışmaları yapmıştır. 2002 Ağustosunda CNN’in yaptığı habere göre 1990’ların son yıllarında bu kamplarda köpekler ve diğer hayvanlar üzerinde deneme yapılmıştır. Haziran 2002’de Abu Musab al-Zarqawi tarafından yönetilen aşırı bir grup kuzeydoğu Irak’ta uzak bir köşede kurulmuş olan Khurmal kampında ham kimyasal gereçlerle denemeler ve çalışmalar yapmışlardır. Bu terörist grubun elemanları İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Türkiye’ye gizlice girerek siyanür ve biyolojik silah yapmaya yarayan hint tohumuyla saldırılar düzenlemeyi planlamaktaydılar. 

Ancak aktif bir polis organizasyonuyla bu planlarını gerçekleştiremeden yakalandılar. Mayıs 2004’te ABD askeri konvoyu Irak’ta 155 Milimetrelik kimyasal 
silah başlığı imha ettiler.143 

Kimyasalların korunması ve güvenliği için terörizm gibi yeni endişe alanları ortaya çıkmıştır. Kimyasal Silah Antlaşması sadece devleti aktör olarak almaktadır. Anlaşma devlet dışı aktörlerce meydana getirilecek bir kimyasal terörizme değinmemiştir. Ancak Suriye’deki rejimin düşmesi ve kimyasalların Hizbullah gibi devlet dışı aktörlerin eline geçmesi ihtimali devletleri konu üzerinde düşünmeye itmiştir. Dolayısıyla taraflar OPCW ve Kimyasal Silah Antlaşması için yeni bir düzenleme yapmayı düşünmektedir.144 Son yıllarda biyolojik ve kimyasal silahlar terörist örgütlce korku salarak ve tehtid yaratarak amaçlarını yerine getirmek için bir araç haline gelmiştir. Gerçekten de El-Kaide örgütü gerektiği taktirde kimyasal ve biyolojik silahlar kullanmakta tereddüt etmeyeceklerini açık bir şekilde belirtmiştir. Dolayısıyla güvenlik ve silahsızlandırma hareketleri ülkelerin yanı sıra bu devlet dışı örgütleri de hedef almalıdır.145 

Suriye, Fransa tarafından uzun soluklu programla takip edilen, dünyanın en önemli kullanıma hazır kimyasal silah hammadde stoklarına sahip ülkesidir. 

Muhaliflerle yaptığı savaşta Beşar Esad’ın rejimi sarin içeren silahları sivil halk üzerinde Nisan 2013’te kullanmıştır. Suriye uzun zamandır kimyasal silah 
depolarıyla ve bunları aktaracağı sistemlerle doludur. Suriye 1000 tonluk kimyasal madde ve öncül kimyasallara sahiptir. Suriye birkaç yüz ton son formuyla 
stoklanmış sülfür, onlarca ton en önemli kimyasal silah aracı olan VX, birkaç yüz ton sarine sahiptir. Ayrıca 500 km erimli sülfür, sarin ve VX taşıyabilen Scud C 
füzesi, 300 km erimli sarin ve VX taşıyabilen Scud B füzesi, her üç maddeyi de taşıyabilen 250 ve 300 km erimli M600 füzesi, 70 km erimli her üç maddeyi de 
taşıyabilen SS21 füzesi, modeline göre 100 ve 300 litre toksit madde taşıyabilen bomba, her üç maddeyi de taşıyabilen ağır silahları ülkesinde bulundurmakta dır.146 
Bunun yanı sıra ABD ve diğer hükümetler her ne kadar Asad rejiminin kimyasal silahlarını güvende tuttuğuna inandığını söylese de politikacılar bu silahların 
herhangi bir iç savaş ve kaos durumunda terörist grupların eline geçmesinden çekinmektedir. Ayrıca Suriye’nin bu silahları Lübnan’daki Hizbullah’a yollama 
tehlikesi de ABD yetkililerinin aklında bir soru işarteidir. Dolayısıyla ABD bu kimyasal silahların aktarılmasını önlemek için bölgesel müttefiklerinden yardım 
istemektedir.147 23 Haziran 2012’de Suriye hükümetinin kimyasal silahlara sadece kendi ülkesinin güvenliği için sahip olduğunu itiraf etmiştir. Suriye 
tarafından yapıldığı ispatlanan birkaç tane kimyasal silah saldırısı mevcuttur. 

23 Aralık 2012’de Hama’da 7 kişiyi öldüren 50 kişiyi yaralayan bir saldırı olmuştur. Bu kişilerin zehirli gazla öldürüldüğü tespit edilmiştir. 

Dr. Nashwan Abu-Abdo’ya göre semptomlar sinir gazı kullanıldığı, bu gazla kişilerin sinir sistemlerinin felç edildiği açıklanmıştır. 

19 Mart 2013'de 31 kişi ölmüş, 300 kişi etkilenmiş ve Suriye’deki muhalifler ve hükümet biribirini suçlamıştır. Maruz kalan kişilerin kolinerjik semptomlar 
gösterdiği bildirilmiştir. Bunlar sinir gazlarının ortaya çıkardığı semptomlar olarak açıklanmaltadır.148 19 Mart 2013’te Suriye’nin resmi haber ajansı SANA’nın yaptığı açıklamaya göre Halep’in hükümet yönetimindeki bölümlerinde ve Şam’ın banliyölerinde roket saldırısı olduğunu açıklamıştır. 

Bu habere geöre terörist olarak adlandırdıkları muhalif grup saldırıları gerçekleştirmiştir. Saldırıda 25 kişi ölmüş 86 kişi yaralanmıştır. Rusya tarafı 
muhalif grubun 19 Mart sabahı Halep ilinde muhalif grupların silahlı kanadının kimyasal silah kullandığı kaydedildiğini belirterek Esad yönetimine destek 
vermiştir. Muhalif grupsa anında iddiaları yalanlamış ve hükümeti suçlamıştır. 
İki taraf da kurbanların nefes almakta zorlandığı ve kimyasalla temas ettikleri anda derilerinin mavimtrak bir renk aldığını belirtmiştir. Her iki taraf da kanıt olarak fotoğraflar ve videolar çıkarsa da hangisinin sorumlu olduğuna dair bir kanıt bulunmamaktadır. Bir hafta sonra kullanılan maddenin klor CL17 olduğu 
belirlenmiştir. Klor bulunması kolay ve satışı büyük bir pazara yuayılan bir maddedir. En basitinden yüzme havuzları için kullanılır. Aslında madde birinci 
Dünya savaşında da kimyasal silah aracı olarak kullanılmıştır. Ancak Klorun 25 kişinin ölümüne neden olması olası değildir. Kimyasal silah uzmanı Jean-Pascal 
Zanders’e göre klorun dozajı arttığında insanları hasta edebileceğini ancak öldüremeyeceğini öne sürmektedir. Haberler roketlerin kullanıldığını iddia etmiştir 
ancak patlama maddenin çoğunu yok edecek ve etkisini azaltacaktır. 

Bu nedenle roket kullanılmış olması olası değildir.149 Suriye muhaliflerinin kimyasal silah kullanacak kapasiteye sahip olmadığı, bunları stoklayacak veya kullanacak gereçlere sahip olmadığı, bu grupları Suriye gibi deneyim sahibi olmadığı dolayısıyla böyle bir saldırıyı gerçekleştiremeyecekleri aşikardır. 
Oysa ki Beşar Esad ve silahlı kuvvetleri bu silahları kullanacak ekipman ve deneyime sahiptir.150 

Saldırıyı Esad yönetiminin gerçekleştirmiş olma olasılığı, Esad yönetiminin daha once konvansiyonel metodlarla kendi halkına karşı giriştiği saldırılar göz önünde 
bulundurulduğu noktada her zaman akla gelen ilk seçenek olacaktır. Özellikle 1982 yılında gerçekleştirilen Hama Katliamı tüm dünyanın çok iyi bildiği bir 
insanlık dramıdır. Suriye yönetiminin ordu aracılığıyla muhalefete karşı düzenlediği saldırılar da düşünüldüğünde, Şam’daki kimyasal silah saldırısının Esad’ın emriyle gerçekleştirilmiş olma olasılığını arttırmaktadır. Ne var ki, Şam yönetiminin çatışmada üstünlüğü ele geçirdiği ve tüm dünyanın Şam’a dikkat çekip özellikle kimyasal saldırı ihtimaline karşı dikkat kesildiği bir anda, çok yakınındaki bir bölgeye tüm dünyanın gözleri önünde kimyasal saldırı gerçekleştirmesi ihtimali de hiç de akla uygun değildir. 

 Rusya, Çin ve İran gibi müttefikleri olan bir yönetimin böyle bir işe girişmesi anlamsız görünmektedir.151 

Ulusal Güvenlik Stratejisi, ABD'nin çerçeve güvenlik stratejisini oluşturmakta; “Kitle imha silahları ile savaş için ulusal strateji” ve “Anavatanın güvenliği stratejisi” ise bu çerçeve stratejinin ayrıntılı alt bölümlerini oluşturmaktadır. Aralık 2002'de yayınlanan “Kitle imha silahları ile savaş için ulusal strateji” ise üç temele dayandırılmıştır. İlk olarak kitle imha silahları ile savaş için karşı tedbirler, ikinci olarak kitle imha silahlarının yayılmasını önleyici tedbirler ve son olarak kitle imha silahlarının kullanılmaları durumunda uygulanacak tedbirler olarak sıralanmış tır.152 

Suriyeli muhaliflere destek veren ABD başta olmak üzere İngiltere, Fransa, İsrail ve Türkiye; Sünni Arapların diplomatic önderliğine soyunmuş Suudi Arabistan ve Kata rile birlikte, Şam’daki kimyasal silah kullanımı Suriye yönetiminin üzerine yüklemekte ve bu konuda yoğun bir propaganda yapmaktadırlar.153 

4. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

2000'Lİ YILLARDA KİMYASAL SİLAHLARIN ORTADOĞU GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ. BÖLÜM 2

2000'Lİ YILLARDA KİMYASAL SİLAHLARIN ORTADOĞU GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ. BÖLÜM 2 


Ortadoğu, Güvenlik, Kimyasal Silahlar, Prof. Dr. Sibel TURAN, H. Ekber KAYA, Nükleer silahlar,Kitle imha silahları, konvansiyonel silahlar,sarin gazı, tabun gazı, hardal gazı, Hafız Esed, Suriye, ABD, 

Dar anlamda ise Uluslararası sistemin güç kullanımı ve savaş tehdidinden uzak olarak, küresel çatışmalardan korunması olarak tanımlanabilir. Tarihsel süreçte 
silahsızlanma konusunda Uluslararası düzeyde çok sayıda girişim yapıldığı görülmekte ancak Uluslararası güvenliğin önündeki en önemli engellerden biri 
olan silahsızlanma girişimlerinin görece başarısızlıkla sonuçlandığı söylenebilmekte dir. Silahlanma girişimleri günümüzde de artan bir ivmeyle sürmekte ve ne 
savaşaların ne de terörizm gibi diğer çatışma türlerinin önüne geçilebilmekte dir.115 
Ortadoğu bölgesinde genel olarak güvenlik politikalarını ve güvenlik algılamalarını etkilemekle birlikte bizzat şekil veren birçok dahili ve harici risk faktörü bulunmaktadır. Dini ve etnik kaynaklı çatışmalar, su ve petrol meselelerinden meydana gelen sorunlar, baskıcı liderlerin neden olduğu siyasal ve sosyal çekişmeler, bölge içi silahlanma yarışının ürettiği problemler gibi sebepler güvenliği kısır bir duruma sokmaktadır.116 

Dünya genelinde silah satışlarına ve askeri harcamaların oranlarına bakıldığında Ortadoğu bölgesi her zaman ön sıralarda yer almıştır. Ortadoğu bölgesinde askeri harcamalar nüfusa oranlandığında dünyada ilk sırayı almaktadır.117 

Ortadoğu Bölgesinde kitle imha silahları ve bunları uzak menzillere gönderme vasıtaları olarak bilinen balistik füzelere sahip olan ya da sahip olma yolunda ilerleyen ülkelerin sayısı da azımsanamayacak düzeydedir. 

Hem konvansiyonel silah sistemlerinin hem de kitle imha silahları kapasitelerinin giderek artması, Ortadoğu'daki istikrarsızlık ortamını ve buna neden olan faktörleri yakından bilen uzmanlar tarafından büyük bir tedirginlik ile karşılanmaktadır.118 Ortadoğu ülkelerine özellikle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt gibi ülkelere ABD tarafından İran tehdidi karşısında artan bir şekilde silah yardımı gerçekleşmektedir. İşin ilginç tarafı ise Arap devletlerinin farkında olmadan birbirleriyle silahlanma yarşına girmeleridir. Bu durum ise en çok ABD'nin işine gelmektedir.119 Bölgenin silahlanmasında 3 önemli faktörün rolünü görmekteyiz. İlk olarak bölgenin jeopolitk konumunu söylemek mümkün. 

İkinci olarak bölgenin kültürel yapısı ve son olarak da dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip olması ve madenler bakımından da dünyanın en zengin bölgelerinden biri olmasıdır.120 

İsrail devletinin varlığını bölgenin güvenliğini tehdit edebilecek unsurların başında görmemiz yanlış olmaz. İsrail hem Arap Ortadoğu'suna mensup bölge ülkeleri hem de diğer bölge devletleri için tehdit oluşturmaktadır. Bunu anlamak için de Arap ülkeleri ile yaptığı savaşların sayısına bakmak yeterli olacaktır.121 Bu bağlamda Ortadoğu bölgesinde İsrail gibi bir devletin olması ayrıca silahlanma yarışında da önemli rol oynamaktadır. Terörist örgütler karşısında konvansiyonel silahların yanı sıra gizli servis ve istihbarat gibi unsurları da güçlü tutan İsrail'in elinde bulunan askeri gücü diğer bölge devletlerinin tehdit algılamalarını sürekli tetikte tutmalarına sebep olmaktadır.122 

Bir İsrailli karar alıcı için İsrail devletinin Ortadoğu'daki varlığı her şeyden önce dinsel bir hak ve zorunluluktur. Bu hak ve zorunluluk da İsrail’in ulusal 
çıkarının esas temelini oluşturur. Bir Arap karar alıcı için ise İsrail'in Müslüman topraklarında kurulmuş olması, İslam dinin yaşam alanına bir saldırıdır ve 
Yahudiler nefret edilen bir öteki olabilmektedirler. Böyle bir yaklaşım şeklinden dolayı da bölgede uygulanmak istenen idealist ve barışa yönelik girişimler çoğu 
zaman başarısızlığa uğramaktadır. Bu durum, Orta Doğu’daki tüm devletleri kendi siyasi ve askeri gücünü yükseltmeye ve özellikle askeri caydırıcılıklarını arttırmaya teşvik etmektedir.İsrail'de kurulduğu günden itibaren kendisini düşmanlarla çevrilmiş olarak algılamakta bu algılama çerçevesinde silahlanmaktadır. Onun askeri gücü arttırma gayretleri çerçevesinde nükleer veya kimyasal silahlanma önemli bir yer teşkil etmektedir. Böylece silahlanarak bekasını ve güvenliğini sağlama çabaları bölge devletlerinin dış politikalarındaki en önemli amaç haline gelebilmektedir.123 

Ortadoğu bölgesi için İsrail'in nükleer yeteneği yani nükleer başlık ve bunları fırlatma vasıtalarına sahip olması bölgedeki bazı diğer ülkelerin caydırıcılık ve bir nevi eşitliği sağlamak amaçlı olarak kimyasal silah programları başlatmalarına ve bu silahlara sahip olmalarına neden olmuştur. Bu ülkeler Mısır, Libya, İran, Irak ve Suriye'dir. Mısır, İran, Irak ve Libya'nın Soğuk savaş döneminde kimyasal silahları kullandıkları bilinmektedir. Böylece bölgede var olan sorunlara kitle imha silahlarının yayılması sorunu da eklenmiştir.124 Özellikle İslam Devrimi sonrasında artan bir hızda girişimlerde bulunan İran'ın kimyasal ve biyolojik silahlar ve balistik füzeler alanında kayda değer stoklara sahip olduğu ve nükleer silah geliştirdiği yönünde önemli mesafeler katettiğine ilişkin kapsamlı bilgiler 1990'lı yıllardan bu yana ortaya konulmaktadır.125 

İran ve Irak arasında 1980-1988 yılları arasında gerçekleşen savaşta çok sayıda insan hayatını kaybetti. Buna ek olarak savaşın yol açtığı ekonomik yıkım şaşırtıcı boyutlardaydı. İki ülkenin de altyapıları zarar görmüş, milyarlarca dolar petrol geliri sürekli büyük silah alımlarında israf olmuştur. 
Savaşın en karanlık kısımlarından biri Irak'ın İran'a karşı kimyasal silah kullanması ve İran'ın da buna yanıt olarak kimyasal silaha başvurmasıdır. İki tarafın da kimyasal silah kullanması devam eden tehlikeli örnekler yarattı. Küresel bir bakış açısıyla, Irak'ın ve sözde İran'ın kimyasal silah kullanması, Üçüncü Dünya ülkelerinin kitle imha silahlarına sahip olmalarına ve potansiyel bir çatışmada bu araçların kullanımının taktik askeri ve stratejik siyasi faydalar yaratacağını gösterdi.126 Kasım 1983'te İran, Birleşmiş Milletler'e yaptığı başvuruda, Irak'ın savaş sırasında kimyasal silah kullanmakta olduğunu ileri sürmüştür. İranlıların tedavi gördüğü ülkelerin basınında da Irak'ın kimyasal silah kullandığına ilişkin haberler yer almıştır. Mart 1984'te Birleşmiş Milletler Genel sekreteri tarafından oluşturulan bir uzmanlar grubu İran'da kullanılan kimyasal silahların türünü ve kullanılış süresini belirlemek üzere bölgeye gönderilmiştir. Açıklanan rapora göre kimyasal silahların tabun ve hardal gazı ile birlikte havadan atılan bombalar şeklinde kullanıldığı tespit edilmiştir.127 

Irak, İsrail'in kitle imha silahlarını geliştirdiği şüphesi ki dayanakları olan bir şüpheydi sebebiyle 1980'den önce kimyasal silah programını başlatmıştı. 1988 tarihli bir ABD Dışişleri Bakanlığı analizinde “Irak, ilkin İsrail'in kimyasal silah tehditine karşı kimyasal silah elde etme gereği duyuyor gibi göründü” denilmektedir. Irak 1965 yılılnda Sovyet programını model alan Silahli Güçler Kimyasal Teşkilatı Müdürlüğü'nü kurmuştur. Sonraki yıl Irak, dost Arap 
ülkelerinin kimyasal saldırı kabiliyetini arttırmak için Arap ülkelerinden gelen subayları eğitmek için destek vermiştir.128 Irak’ın kimyasal ve biyolojik 
kapasitesi nükleer programından çok daha kapsamlı ve daha çok sinir gazları (sarin, tabun, VX), CS (biber gazı) ve hardal gazı üzerindeki araştırmaları 
kapsamıştır. Irak, kimyasal silah kapasitesini hem İran-Irak savaşı boyunca hem de Kürt azınlığına karşı yürütülen ve Halepçe kentinde 5.000 sivili öldürdüğü al-
Anfal operasyonunda yaygın olarak kullanmıştır. 1980’lerin sonlarındaki raporlar Irak’ın her ay yaklaşık 60 ton hardal gazı ve dörder ton da sarin ve tabun ürettiğini öne sürmüştür. Birinci Körfez Savaşı ve bunu izleyen uluslararası doğrulama ve imha sürecinin ardından, Irak toplam 3.859 ton kullanılabilir kimyasal madde ürettiğini, 3.315 tonunu silah haline getirdiğini ve bunun da yüzde 80’ini İran-Irak Savaşı boyunca kullandığını iddia etmiştir.129 

Peki ya kimyasal silahlar kimden? Kimyasalların bileşenleri ve imalat teçhizatı farklı kaynaklardan geldi; Irak hükümeti de kimyasal silah üretme kapasitesine sahipti. Halepçe'de bulunan bomba kovanlarının çoğu Rus yapımı. Batılı şirketler bakımından ise 85 Alman, 19 Fransız, 18 İngiliz ve 18 Amerikan şirketine dair veriler var.130 Rusya’nın Sesi radyosuna demeç veren Karen Kwiantowski, Amerika’nın İran’la savaş sırasında Saddam Hüseyin’e kimyasal silah verdiğini söylemiştir. Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’nda da görev yapan Karen Kwiantowski, Amerika’nın kimyasal silahlarla ilgili geçmişine değindikten sonra çeşitli ülkelerde kullanılan kitle imha silahlarıyla ilgili olarak “evet biz bu işleri yaptık” demiştir. İran-Irak savaşı sırasında Saddam yönetiminin kullandığı kimyasal silahlara da değinen Karen Kwiantowski, “bu yeni bir haber değil, biz İran-Irak savaşında tarafsız değildik, Saddam Hüseyin’e kimyasal ve biyolojik silahlar verdik” demiştir.131 

Aralık 1998 ile birlikte Birleşmiş Milletler Özel Komisyonu (UNSCOM) müfettişleri 38,537 doldurulmuş ve doldurulmamış kimyasal mühimmat, 690 metrik ton kimyasal silah ajanı, 3275 metrik tondan fazla öncül kimyasallar, 425 adetin üzerinde kilit üretim ekipmanları, 125 analitik araç imha edildi. 

Ağustos 1998'de Irak tek taraflı olarak, Kimyasal silahlarla ilgi bitmemiş silahlanmanın çözüldüğünü ve UNSCOM ile işbirliğini sonlandırdığını açıklamıştır. 
ABD ve Birleşik Krallığın Çöl Tilkisi operasyonu ile Aralık 1998'de UNSCOM ülkeden çekildi. Ocak 1999'dan Kasım 2002'ye Irak'ın KİS programlarını canlandırmak için girişimlerine yönelik çok az yeni bilgi mevcuttu. Batılı istihbarat ajansları, büyük olasılıkla UNSCOM'un geri çekilmesi ile kimyasal silahların üretim yeteneklerinde retorasyona yol açtığını düşünmüştür. Irak'lı muhalif gruplar tarafından sağlanan istihbaratlar da bu endişeleri güçlendirdi.132 

11 Eylül 2001'de yaşanan çifte terörist saldırılarının ABD ve Avrupa güvenlik önceliklerinin şekillenmesi üzerindeki etkisi büyüktür. Bu olay sonrasında, taraflar yeni güvenlik doktrinlerini ilan etmiş ve bu doktrinleri uygulamaya koymuşlardır. ABD ,Uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayarak, Irak'ta ilk kez Amerikan yeni ulusal güvenlik stratejisini Avrupalıların tepkilerine rağmen benimsemiştir. 
Bir başka deyişle Irak'ta uygulanmış olan Bush doktrini; Washington yönetimi tarafından Saddam rejiminin terörizmi destek verdiği ve kitle imha silahlarını gizlediği gerekçesine dayandırılmış ve Uluslararası Hukuk dönemin başat gücü ABD'nin güvenlik algılayışına göre biçimlendirilmiştir. Ancak ABD'nin Irak'ta gerçekleştirmiş olduğu askeri müdahalenin sonrasında Washington yönetiminin iddialarını destekleyecek hiçbir kanıt bulunamamıştır.133 Pek çok kesim tarafından ABD başarısız olarak nitelendirilmiş, kitle imha silahları ile ilgili hiçbir kanıt bulunamamış, çok fazla Amerikan askeri ölmüş, birçoğu yaralanmış bunlarla birlikte ABD ekonomik olarak da büyük kayıplar yaşamıştır. Müdahale sonrası Irak'ta mevcut olan etnik ve dinsel ayrımın temeline dayanarak oluşturulmaya çalışılan demokrasinin tam olarak yerleştiğini söylemek pek mümkün olmamıştır.134 

Kimyasal silahlarla ilgili son 15 yıldır varolan sorunlar kimyasal silah sahibi ülkelerin bu silahları imha edip etmediğiyle ilgilidir. 6 kimyasal silah sahibi 
ülke Rusya, Arnavutluk, ABD, Hindistan, Kuzey Kore, Libya toplamda 70 bin ton kimyasal silah gereçleri, 8.6 milyon kadar mühimmat ve konteynera sahip olduklarını belirtmişlerdir. Bunlar arasında Rusya 40.000 ton, ABD 28.575 ton, Hindistan 1000 ton civarı, Kuzey Kore 600 ton civarı kimyasal silah stoğuna sahip olduğunu bildirmiştir. Bununla birlikte 2006 sonlarına doğru ABD stoğunun %50’den azını, Kuzey Kore %70 civarını, Rusya Federasyonu %16’sını imha ettiğini açıklamıştır.135 Arnavutluk ise 2007 Temmuzunda stoğunun tamamını imha eden ilk kimyasal silah sahibi ülke olmuştur. 

Arnavutluk Ordusu 2002’de Tirana civarında 16 ton kimyasal silah deposu olduğunu bildirmiştir. Aslında bu bir sürprisdir çünkü Kimyasal Silah 
konferansının bir üyesidir. Bunun üzerine Arnavutluk hemen Avrupa Birliği ve ABD’ye kimyasal silahları güvenli bir şekilde yok etme konusunda kendisine 
yardımcı olacak desteği vermelerini istemiştir. Bunun yanı sıra Batı tarafından ortya konan programa uymuş ve ABD bu milli güvenliğe karşı yükselen tehtite 
karşı Arnavutluğun tavrından duyduğu memnuniyeti ve Arnavutluğun partnerliğinden duyduğu hoşnutluğu dile getirmiştir. 136 

2011’de Libya’da Kaddafi’nin devrilmesiyle birlikte kimyasal silah imhasıyla ilgili girişimlere çıkmaza girmiştir. Bunun üzerine kimyasal silahlarının hepsini yok etmesi için verilen süre OPCW ve AB Topluluk İstikrar Programı imha süresini 29 Nisan 2012’ye kadar uzatmıştır. Ancak Libya tam olarak stoğunu ortadan kaldıramamış, %51 civarını yok etmeyi başarmıştır.137 

Irak, Suriye gibi birkaç tane gelişmekte olan devlet Soğuk Savaş sırasında güçlü konvansiyonel ülkelere karşı bir tedbir olması ve stratejik olarak diğer ülkelere karşı caydırıcı olarak kullanmak için kimyasal silah edinmişlerdir. Ancak 1997 Nisanında Kimyasal Silahlar Sözleşmesi yürürlüğe konduğundan beri kimyasal silahlar caydırıcı amaçlı olsa bile eski politik ve ahlaki meşruluğunu kaybetmiştir. Aksine kimyasal silah üreten ve bu nedenle Afganistan’ın BM tarafından işgaline neden olan El-Kaide gibi devlet dışı terör örgütleri için bir tehtid haline gelmiştir. 
El Kaide nukleer, kimyasal ve biyolojik silahlar olan kitle imha silahlarını üretme 
ve kullanma konusunda tehdit yaratmıştır. 

21 Mayıs 2003’te El-Kaide yöneticilerinden Nasir bin Hamd al- Fahd’ın yayınladığı fetvada İslami kanunlara göre batılı ülkelere karşı kitle imha silahları kullanmak doğrudan veya dolaylı olarak onlar tarafından öldürülen sayısı yaklaşık 10 milyon olarak belirtilen Müslümanın öcünü almak demektir.138 

***

2000'Lİ YILLARDA KİMYASAL SİLAHLARIN ORTADOĞU GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ. BÖLÜM 1

2000'Lİ YILLARDA KİMYASAL SİLAHLARIN ORTADOĞU GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ. BÖLÜM 1 

Ortadoğu, Güvenlik, Kimyasal Silahlar, Ortadoğu,Prof. Dr. Sibel TURAN, H. Ekber KAYA, Nükleer silahlar,11 Eylül Saldırısı,Kitle imha silahları, konvansiyonel silahlar,sarin gazı, tabun gazı, hardal gazı, Hafız Esed, Suriye, ABD, 

Prof. Dr. Sibel TURAN* 
*Trakya Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü 
sibelturan1@gmail.com 
H. Ekber KAYA** 
**Trakya Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler ABD Doktora Öğrencisi 
hulusiekber@gmail.com 

ÖZET 

Kitle imha silahlarından biri olan kimyasal silahlar tarihin eski dönemlerinden beri var olmasına rağmen, özellikle 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren daha fazla ilgi görmüş ve bu ilgi günümüze kadar devam etmiştir. Bilim adamlarının geliştirdikleri kimyasal silahlar büyük etkileri olan gazlar ve maddeler olup, yapımları da oldukça basittir. Nükleer silahlarla karşılaştrılıdığında maliyetinin daha az olması ve fazla teknik bilgi gerektirmemesinden dolayı genellikle az gelişmiş ülkeler tarafından tercih edilen bir silah türü olmuştur. 
"Uluslararası İlişkiler" literatüründe “fakir ülkelerin nükleer silahı” olarak da ifade edildiği görülmektedir. Bölgede İsrail'in nükleer silah sahibi olması ve Arap 
toplumlarını kendine tehdit olarak algılaması, İran'ın nükleer çalışmaları ve İsrail'e karşı izlediği politika diğer bölge ülkelerini de kitle imha silahları konusunda tetiklemiştir. Bu bağlamda Ortadoğu bölgesinin kimyasal silahlar bakımından incelenmesi ve söz konusu silahların bölgedeki güvenlik anlayışlarını nasıl şekillendirdiğini ortaya koymak yanlış olmaz. Bu bölge birçok ülkeyi içinde barındırmasına rağmen 2000'li yıllarda yaşanan gelişmeler çerçevesinde, 
kimyasal silahlarla birlikte anılan ülkelerin başında gelen Suriye ve Irak çalışmada öncelikli incelenecek devletler olacaktır. Kimyasal silahların Ortadoğu'daki varlığı ve yarattığı tehdit, ABD'nin 11 Eylül saldırılarından sonra Irak müdahalesinin gerekçesini, ülkedeki kimyasal silahların varlığına dayandırması, Arap baharı kapsamında; özellikle son gelişmeler ışığında, Suriye'de yaşanan kimyasal saldırılar, kimyasal silahların bazı devlet dışı aktörlerin eline geçmesi ve bütün bu söz konusu gelişmelerin Ortadoğu güvenliğine etkilerinin araştırılması çalışmanın amacı için önem arz etmektedir. 

Bunun yanı sıra bir on yıl önceki döneme geri dönümler yapılmadan anılan yıların açımlanması da mümkün görünmemektedir. 

2000'li YILLARDA KİMYASAL SİLAHLARIN ORTADOĞU BÖLGESİNİN GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ 

Kitle imha silahları içinde en geniş etki edebilme yeteneğine sahip ve en yüksek maliyeti gerektiren nükleer silahlardır. Bu sebepten incelendiğinde ekonomik gelişmişlik düzeyi yüksek ve teknolojik altyapısı yeterli olan ülkelerde nükleer silahlanmanın ve bu kapsamda yapılan çalışmaların olduğunu görmekteyiz. Nükleer silahların aksine kimyasal ve biyolojik silahlar maliyetleri düşük, yüksek teknolojiye fazla gerek duymayan, bunların yanı sıra özellikle yasa dışı grupların eline geçme olasılığı da fazla olan silahlardır. Bu sayılan özellikleri ile kimyasal silahlar, Ortadoğu bölgesinin güvenliğini tehdit etmektedir. 
Dolayısıyla bu silahlar daha çok az gelişmiş ülkelerin elinde bulunmaktadır. 
Ortadoğu coğrafyası da bu silahların yakın tarihte kullanıldığı ve günümüzde de bölge güvenliğine zarar vermeye devam eden bir sorun olmuştur. Geçmişten 
günümüze çatışmanın ve silahlanmanın hız kesmeden devam ettiği bölgede kimyasal silahlar ülkelerin ellerinde bulundurdukları caydırıcılıkları yüksek 
silahlardır. Özellikle günümüzde ve yakın geçmişte Suriye ve Irak kimyasal silahlar kapsamında dünyanın dikkatini bu bölgeye çekmektedir. 
Kitle imha silahları (KİS), konvansiyonel silahlara göre daha fazla tahribat yapabilen ve çok daha fazla sayıda insan ve diğer canlıların ölümüne neden olan nükleer, biyolojik ve kimyasal silahların ortak tanımıdır. Bunları taşıma yeteneğine sahip olan füzeler ve radyolojik silahlar da kitle imha silahları kapsamında değerlendirilmektedir.97 Kitle imha silahları ifadesi ilk kez Canterbury Başpiskoposu tarafından 1937'de kullanılmıştır. Ancak kitle imha silahlarının 
modern ifadesi 1947'de Başkan Harry Truman tarafından imzalanan belgede "kitle imhası için uyarlanabilen" ifadesinin eklenmesiyle tanımlanmıştır. Ardından 
Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabul edilen önergede bu ifadeye rastlanmıştır. Birkaç yıl içinde "kitle imha silahları" ifadesinin kullanımı tercih edilmiştir. Ardından ifade 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde silahsızlanma antlaşmalarında yer almıştır. BM 1948'de ifadeye standart bir tanımlama getirmiştir. Buna göre kitlesel imha silahları atomik patlayıcı silahlar, radyo atomik materyalli silahlar, öldürücü biyolojik ve kimyasal silahlarla atom bombasına veya yukarıdakilere benzer etkiye sahip gelecekte üretilebilecek tüm silahlara verilen genel addır.98 

Kavramın ifade ettiği diğer bir anlam ise, Kitle imha silahları, konvansiyonel silahların defalarca kullanılması sonucunda ortaya çıkabilen insan kaybını sadece bir defa kullanılmaları sonucu meydana getiren, bununla birlikte konvansiyonel silahların oluşturamadığı saldırı sonrası olumsuz etkileri de bulunan silahlar olarak da tanımlanmaktadır.99 

Başka bir tanıma göre ise kullanıldıkları ortamlarda canlı cansız varlıklar arasında hiçbir ayırım yapmaksızın büyük yıkıma yol açan, ölüme ve sakatlanmalara 
sebebiyet veren konvansiyonel olmayan silahlara kitle imha silahları denilmektedir.100 
Stratejik bombardıman uçağı ile atılacak olan nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların nisbi etkilerini inceleyen Birleşmiş Milletler'in çalışmasına göre: 1 megatonluk bir nükleer bomba 300 km²lik bir alan içinde korunmasız halkın %90'ını öldürebilir. 15 tonluk bir kimyasal silah 60 km²lik bir alandaki halkın %50'sini öldürebilir. 10 tonluk bir biyolojik silah 100 bin km² lik bir alandaki halkın %25'ini öldürür ve %50'sini hastalandırır. Bu etkiler, kimyasal ve biyolojik silahların geniş bir alana yayılabildiği ve toprak düzeyine ulaştığı durumlarda gerçekleşebilir. Nükleer silahların etkileri ise yer düzeyinde veya uygun yükseklikte patlatılması ile sağlanabilir.101 

Biyolojik ve kimyasal silahlar “yoksul adamın atom bombası”102 olarak tarif edilmiştir, fakat üretiminin ve programının kolaylığı yanıltıcı bir izlenim 
verir.103 

Kimyasal silahlar, ister sıvı ,ister gaz veya katı durumda olsun, kimyasal maddelerden oluşan ve kullanıldığında insanlar, hayvanlar ve bitkiler 
üzerinde doğrudan zehirleyici etkisi olan silahlardır. Bu bağlamda kimyasal maddeden de oluşsa doğrudan ilk etkisi ısıtma ya da basınç yaratma olan silahlar 
kimyasal silah sayılmamaktadır.104 Kimyasal silahlar biyolojik silahlara göre daha etkili ve çok daha ölümcüldür. Kimyasal silahların etkileri genellikle hızlı 
ve şiddetlidir. Bu silahlar nefes yoluyla, yutarak ve deri teması ile etki eder. 
Nükleer silahların aksine kimyasal silahlar nispeten ucuz ve üretimi kolaydır. 70 farklı kimyasalın oluşturulduğu bilinmekte ve buna bağlı olarak çok sayıda ülkenin kimyasal ajan stoklamayı sürdürdüğü tahmin edilmektedir. Kimyasal planların ve ülkelerin saptanamayan yeni kimyasallar üretebilmesi, Uluslararası anlaşmaları büyük ölçüde kimyasal silahların gelişimini kontrol etmekte etkisiz kılmakta dır.105 
Birleşmiş Milletler 1969 yılında insanlar, hayvanlar ve bitkiler üzerine doğrudan toksik etkileri nedeni ile kullanılan her türlü katı, sıvı ve gaz halindeki 
kimyasal maddeleri kimyasal savaş ajanları olarak kabul etmiştir. 1993'teki kimyasal silahlar konvansiyonu ile de kimyasal silah olarak tipleri ve miktarları 
uygun olan ve bunları elde etmek için kullanılan kimyasallar, bu kimyasalları kullanmak için gerekli cihaz ve mühimmatlarve bunların kullanımına yönelik 
özel olarak tasarlanmış her türlü teçhizat kimyasal silah olarak tanımlanmıştır.106 
30 Ekim 2010 itibariyle bildirilmiş 71.194 ton kimyasal silahdan 44.131 tanesi, 8.67 milyon bildirilmiş mühimmattan 3.95 milyonu imha edilmiştir. 

OPCW’ye (Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü) kimyasal silah stoklarıyla ilgili bilgi veren ülkeler Arnavutluk, Hindistan, Irak, Güney Kore, Libya, Rusya ve 
ABD’dir. Arnavutluk, Güney Kore ve Hindistan bütün stoklarını yok etmiştir. 
Ayrıca Üçüncü kategori kimyasal silahların da yok edildiğini bildirmişlerdir. ABD ve Rusya’nın politik ve ekonomik kısıtlamalardan dolayı kimyasal silahlarının 
tamamını imha etmelerinin imkansız olduğu anlaşılmıştır. 2010’da Irak kimyasal silah depolarının 1990’ların ilk yıllarında görevde olan UNSCOM’un taahütü 
altındaki Al Muthanna’daki 13. Ve 41. Sığınakta bulunduğunu açıklamıştır. Irak bunları yok etmeye olumlu yaklaşmaktaydı. 
Mayıs-Ağustos 2010’da danışman bir komite bir imha planı yapmış, Irak hükümeti de bu planı Kabul etmiştir.107 

Kimyasal Silahların Geliştirilmesinin, Üretiminin, Stoklanmasının ve Kullanımının 
Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşmeye göre Taraf olan Devletlerden her biri, hangi koşullar altında olursa olsun, hiçbir zaman : Kimyasal silah geliştirmemeyi, üretmemeyi, bir başka şekilde elde etmemeyi, stoklamayı ve elde tutmamayı, veya doğrudan doğruya veya dolaylı yoldan bir başkasına kimyasal silah devretmemeyi; Kimyasal silah kullanmamayı; 

Kimyasal silah kullanımı amacıyla herhangi bir askeri hazırlık içinde yer almamayı; Hiç kimseye, bu Sözleşme çerçevesinde bir Taraf Devlete yasaklanmış bulunan herhangi bir faaliyetle iştigal etmekte yardımcı olmamayı, bu yönde cesaret vermemeyi veya teşvik etmemeyi, taahhüt eder.108 
Kimyasal silahlar sözleşmesine göre kimyasallar amaç ve tedavilerine göre üç gruba ayrılır. Birinci grupta tipik olarak silahlarda kullanılan sarin, tabun ve hardal gazı, İkinci grupta Amiton ve BZ gibi silahlarda kullanılabilen kimyasallar. Üçüncü grupta ise araştırma, ilaç, boya, tekstil vb. 

Üretimlerde kullanılabilir olan en az toksit madde bulunduran kimyasallar. Özellikle insanlara karşı kullanılan kimyasal silah ajanları öldürücü ve sakatlayıcı olarak iki kategoriye ayrılır.109 
Nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlardaki gelişmeler ve üretim hızı ve bu silahların dünya üzerindeki yayılması, çıkabilecek savaşları ortak bir özelliğe 
doğru itmektedir. Dünyanın neresinde olursa olsun, bu silahların tahrip ve etki alanı çok geniş ve yıkım gücü çok yüksek olduğu için sivil ölümler eskisine göre 
çok daha fazla olacaktır.110 Bir metro ya da meydan gibi kapalı bir alana salınan, düzgün silahlandırılmış kimyasal ajan yüzlerce hatta binlerce kişiyi öldürebilir. 
Bir terörist toksik maddelerin bir bulutunu bırakarak kimyasal bir tesisin bir bölümünü havaya uçurup daha ölümcül sonuçlar elde edebilir.111 

Üçüncü Dünya ülkelerinin silahlanması, bulundukları bölgelerin ve genel olarak dünya istikrarını ve barışını tehdit ettiği açık bir gerçektir. Hareketleri ve 
izledikleri siyaset önceden tahmin edilmesi zor liderler ya da istikrarsızlık içinde olan bir ülkenşn elinde bu tür silahların bulunması durumunda, silahların 
nasıl, ne zaman ve kime karşı kullanılacağını ön görmek oldukça güçleşecektir. 
Kimyasal bir silaha sahip sorumsuz ve güç meraklısı bir lider ilk olarak kendi halkı ve komşu halklar olmak üzere Uluslararası sistem için bir endişe kaynağıdır. 
Bu kaygıların en çok yaşandığı bölge Ortadoğu bölgesidir. Ortadoğu ülkeleri ve gelişmekte olan ülkeler maliyeti ve geliştirilmeleri daha uygun olan balistik füze 
sistemlerini tercih etmektedirler. Özellikle Ortadoğu ülkeleri tehdit edebilecek yeteneklere kavuşabilmek için çağdışı bir teknolojiye de sahip olsa kimyasal 
silahlara sahip olmayı tercih etmektedirler.112 Ayrıca bölge ülkeleri birbirlerine çok yakındır. Coğrafi yakınlık silahların gizli tutulmasını zorlaştırmaktadır. 
Bu sebepten silahların yeri hakkında istihbarat toplamak kolaylaşmaktadır. Buna ek olarak artan sayıda nükleer devlet olduğunda yanlış stratejik hesaplama ve 
dikkatsiz ya da kazara ateşleme olasılığı artmaktadır. Bir diğer husus, bölgedeki zayıf rejimlerin varlığı ve silahların kontrolünün kimde olacağı hususudur. 
Bu da önemli bir istikrarsızlık konusudur. Hiç kimse ileride Suudi Arabistan, Suriye, Mısır, ya da Türkiye'nin nükleer silahlanmaya başlayacağından emin 
olamayacaktır.113 

Geleneksel olarak, birçok yazar güvenliğin tartışmalı bir kavram olduğu hususunda hemfikirdir. Bu yazarlardan birçoğu güvenliğin temel değerlere yönelik 
tehditlerden bağımsız olması anlamına geldiği konusunda uzlaşsalar da analizlerinin temel odağının “bireysel”, “ulusal” ya da “uluslararası” güvenlik 
mi olması gerektiği konusunda farklılaşmaktadırlar. Çoğunlukla askeri açıdan tanımlanan ulusal güvenlik, tarihsel olarak literatüre hakim olmuştur. 
Temel ilgi alanı ise devletlerin kendilerine yönelecek tehditlerle mücadele etmek için geliştirmeleri gereken askeri imkan ve kabiliyetlerdir. 

Buzan, siyasi, ekonomik, sosyal, çevresel ve askeri boyutları, analizine dahil ederek güvenliği daha kapsamlı bir uluslararası çerçevede tanımlamıştır. 
Bu, devletlerin sadece kendilerini referanas alarak geliştirdikleri güvenlik politikalarını terk etmelerini ve komşularının güvenlik çıkarlarını da dikkate 
almalarını içerir.114 Uluslararası güvenlik ise en genel anlamda; devletlerin ve Uluslararası örgütlerin karşılıklı barış ve güvenliği sağlamak için aldıkları 
önlemler bütünü olarak ifade edilebilir. 

***

6 Kasım 2020 Cuma

5 bin PKK lı ve Peşmergeye Terör Eğitimi.

5 bin PKK lı ve Peşmergeye Terör Eğitimi.

 
 
   ABD, 50 yıldır Irak’ı Parçalayıp kukla bir Kürt devleti kurmanın altyapısını yapıyor. Son olarak 1996’da 5 bin peşmerge ve PKK’lı, Guam Adası’nda 
gayrinizami savaş, sabotaj ve istihbarat konusunda eğitildi. Saddam saldırıları bahane edilerek yapılan nakillerde hep  İncirlik Üssü kullanıldı. 
 
PKK ve Peşmerge, CIA-MOSSAD’ın Guam’daki terör kampında eğitildi (Bernard Henry Levy eğitim kampında) 

Türkiye, Irak ve İran’ı İsrail’e bağlı kukla devletçikle parçalama planı uzunca bir geçmişe dayanıyor. 25 Eylül referandumuyla somutlaşan terör devleti senaryosu için ABD onlarca yıldır çalışıyor. Peşmerge ve PKK’lıların, Kuzey Kore’nin füzeyle tehdit ettiği Guam Adası’na götürülüp ABD üssünde eğitilmesi, buna ilişkin birçok örnekten yalnızca biri. Pasifik’te bulunan Guam Adası’nda 5 bin Peşmerge ve PKK’lı terörist, ABD’ye ait Andersen Askeri Üssü’nde özel olarak eğitildi. 1996 yılındaki nakil işlemine ‘Pasifik Sığınağı’ adı verildi. 

GUAM’DA KAMPA GİRDİLER 

Saddam’ın saldırılarından kurtarılma bahanesiyle başlatılan operasyon kapsamında 5 bin Iraklı Kürt, İncirlik Üssü’nden Guam’a götürüldü. 
Nizami-Gayrınizami Harp, Siyaset, İstihbarat, Sabotaj vs gibi konularda yoğun bir eğitimden geçirilen grubun üyeleri, 2003 yılından itibaren 
Irak’a kafileler halinde geri gönderildi. Kuzey Irak’tan Büyük Okyanus’a uzanan organizasyon, Fransa eski Cumhurbaşkanı François Miterand’ın 
eşi Danielle Miterand ve Ortadoğu’nun modern Lawrence’ı olarak bilinen Cezayir doğumlu Siyonist-Yahudi Bernard Henry Levy öncülüğünde gerçekleşti.

Irak’ın kuzey bölgelerinden seçilerek Guam’a taşınan ilk kafilede 2 bin 500 kişi yer aldı. İlk etapta ‘kimliksiz’ durumdaki bu Peşmerge ve PKK’lıların 
sayısı daha sonra MOSSAD ve CIA ortaklığıyla yapılan sevkiyatlarla birlikte 5 bin oldu. ABD’nin Irak işgali sonrası yüzde 85’i yeniden Irak’a dönen 
Peşmerge ve PKK’lıların geri kalan kısmı ise Fransa, Almanya, Danimarka, İngiltere, ABD, Kanada gibi ülkelerde lobi faaliyetleri yürütmek ve Kürt 
Diasporası oluşturma amaçlı Batılı ülkelere yerleştirildi.
 

               Lahor Ceng Talabani - PYD'nin nsiyasi elebaşı Salih Müslim 
                                           SİYONİZMİN KUKLALARI 

 https://image.yenisafak.com/resim/imagecrop/2017/10/06/02/12/resized_52c87-ae12a5bdlahorcengtalabani.jpg

ABD ve Avrupa ülkelerine 1975-1996 arası taşınanlar arasında Kubat Talabani (Celal Talabani’nin oğlu), Lahor Ceng Talabani (Celal Talabani’nin oğlu), 
Mesrur Barzani (Mesut Barzani’nin oğlu), Necmeddin Kerim (Kerkük’ün korsan valisi) gibi isimler bulunuyor. Ayrıca PKK üst yönetimi arasında ve Peşmerge 
komutanları arasında yine Batılılar tarafından özel eğitilen birçok isim var. ABD’nin 1996’da Guam’a götürdüğü militanlardan 1500’ü daha 
sonra PKK saflarına döndü. Kandil’den Suriye’de PYD, İran’da ise PJAK’a gönderilen birçok üst düzey terör örgütü yöneticisi de yine Guam’da özel olarak 
eğitilen militanlar arasından seçildi. 

Suriye’de ABD işbirliğiyle ülkenin kuzey ve doğusunda birçok bölgeyi işgal eden Suriye PKK’sı PYD’ye komuta eden Redur Halil, Zuhat Kobani, Hüseyin Koçer 
gibi isimler de 1996 aynı eğitim sürecinden geçen teröristler arasında. Ayrıca Sincar, Kamışlı, Afrin, Ayn el-Arab sözde kanton yönetiminde yönetici 
sıfatı taşıyan PKK’lıların da önemli bir kısmı yine Guam’da eğitildi. 

Kubat Talabani 



Mesrur Barzani 

PYD’NİN BAŞI DA OKYANUSTAN GELDİ 

ABD’nin Suriye işgalini meşrulaştırmak için ürettiği Demokratik Suriye Güçleri isimli tabela örgütün komutanlığına getirilen Mazlum Kobane kod adlı 
terörist Abdi Ferhad Şahin de Guam Adası’nda MOSSAD ve CIA tarafından eğitilenlerden. Türkiye'nin kırmızı bültenle aradığı Şahin, TSK'nın Sincar ve 
Karaçok'u bombardımanı sonrası ABD’li üst düzey komutanlarla poz vermişti. Şahin, Pentagon tarafından Suriye’de ‘birincil muhatap’ olarak görülüyor. 

PYD elebaşısı aynı zamanda ABD Başkanı Trump tarafından Suriye’ye sömürge valisi olarak atanan Brett McGurk’ın da en yoğun görüştüğü kişi. 
Terör örgütü üyelerine suikast, sabotaj, bomba ve istihbarat eğitimlerinin verildiği Guam Adası'ndaki Andersen Hava Üssü. 


22 Ekim 2020 Perşembe

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ., BÖLÜM 2

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ., BÖLÜM 2 


su kaynakları, A. Nazmi ÜSTE,Fırat, Dicle,Hidrolik Enerji,sanayi gelişimi, sınıraşan sular,Türk Dış politikası,GAP,Suriye,PKK,Benjamin Netenyahu,
Arap Zirvesi,

"1984'te başlatılan Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), memleketimizi gelecek yüzyıla taşıyacak muhteşem bir eserler manzumesidir. Dünyada bu çapta bir projeyi göze alabilecek az memleket vardır. Atatürk Barajı'nı gören yabancı ziyaretçiler, devlet adamları, bana, "Türkiye bununla nereye varmak istiyor? 
diye sorar, hayranlıklarını gizleyemezdi..." (İnan, 1995, s:66) 
Sözleriyle Kamran İnan projenin görkemini ve dış dünyanın bakış açısını açık bir şekilde vurgulamaktadır. 

Dış dünyanın Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki vatandaşlarımızla ilgili olarak sık sık gündeme getirdikleri "insan hakları", "yaşam koşulları", "fırsat eşitsizlikleri" gibi sorunların çözümünü destekler görünürken, GAP gibi tüm bu olumsuzlukları giderebilecek "Bir İnsanlık Projesi"ne destek vermemeleri kesinlikle çelişik bir durumdur. Bu durum, Suriye ve Irak'ın GAP'a yönelik olarak geliştirdikleri uluslararası kamuoyu oluşturma girişimlerinde Türkiye'den daha başarılı olduklarının açık bir kanıtıdır. Belki de bunun için tüm Ortadoğu liderleri içinde en zekisinin Hafız Esad olduğu savunulmaktadır (Bkz.John Bulloch, Adel Darwish, 1994, s:55). Ne var ki Esad bu zekasını barışcı bir yolda kullanmayı tercih etmemektedir. 

Suriye dikkate alındığında, Irak daha uzlaşmacı bir politikaya sahiptir denilebilir. Bu belki de, petrol gelirlerinin etkisiyle projelere ağırlık vermesinden kaynaklanmış tır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 6 Ağustos 1990 tarihli ambargo kararına karşın Irak hareket alanında bir takım tarımsal projelere devam etmiş ve tarım üretimini 1987'ye göre, 1990 sonunda %70 arttırabilmiştir (John Bulloch, Adel Darwish, 1994, s:126). Ancak, Irak'ın Körfez Savaşı'nın etkisinden henüz kurtulamamış ve su sorunu yeteri derecede yaşamamış haliyle sergilediği tutum yanıltıcı olmamalıdır. Çünkü henüz GAP tamamlanmamıştır ve Dicle'den şimdiye kadar engelsiz yararlanan Irak, Dicle üzerinde inşa edilecek olan Batman, Dicle ve Kralkızı Barajları'nın etkisini hissetmemiştir. 

GAP'ın Dicle bölümündeki çalışmalar tamamlanınca Irak'ın bugünkü kadar yumuşak politika uygulamayabileceğini Türkiye'nin dikkate alması ve bu 
doğrultuda hazırlıklı olması gerekmektedir. Irak yönetiminin başında halen Saddam Hüseyin'in bulunduğu da dikkate alınırsa konunun önemi ortadadır. 
GAP, Türkiye'nin çağı yakalama yarışındaki en büyük kozudur; hatta, birçok toplumsal ve ekonomik sorunu çözebilecek, dış politikada güç ve prestij 
kazandırabilecek kadar büyük bir kozdur denilebilir. 

Güney komşularımızın GAP'a endeksli barış önerilerini kabul etmek ve böyle bir anlaşmaya imza atmak neredeyse Sevr'e imza atmak kadar "yıkıcı" ve "bölücü" olabilecektir. Bu komşularımızın Türkiye'ye karşı "Arap Birliği" çabaları günümüzde hız kazanmıştır. Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı "Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması"nı öne çıkararak sık sık toplanan Arap liderler İsrail ve Türkiye'ye karşı olan tavırlarına netlik kazandırmaktadırlar. Özellikle İsrail'deki son seçimleri sağcı Benjamin Netenyahu'nun kazanmasının ardından yoğunlaşan Arap zirvelerinden çıkan kararlar Arap Birliği'ne gidişin işaretlerini vermiştir. 

Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, Suriye lideri Hafız Esad ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah arasında gerçekleştirilen iki günlük zirvede, 21-23 Haziran 1996 da Kahire'de genişletilmiş bir Arap zirvesinin yapılması kararlaştırılmış ve zirveye Irak dışındaki tüm Arap ülkeleri davet edilmişlerdir. 

Bu zirvede Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı son anlaşmanın da gözden geçirilmesi gerektiği vurgulanmıştır (Yeni Yüzyıl, 9 Haziran 1996, s:13). 

Kahire'deki Arap Zirvesi'nde Suriye Türkiye'yi, sınırlarına askeri birlik yığmakla suçlamış ve kendisinin İran'la müttefik olduğunu vurgulayıp, Türkiye'nin İsrail'le yapmış olduğu anlaşma konusunda kınanmasını istemiştir. 

Ürdün, Suriye'ye karşı tavır alırken; Mısır, Suriye'nin Türkiye ve İsrail ile olan anlaşmazlıklarından tedirgin olduklarına değinerek, Türkiye'ye ilişkin olumlu görüşlerini belirtmişlerdir. 

Bu toplantıyla ilgili şöyle bir yorum getirilebilir: Arap ülkeleri tüm anlaşmazlıkları na karşın bir araya gelebilmektedirler. 

    Su konusunda ortak bir tavır alamamaları, hiçbir zaman almayacakları anlamına gelmemektedir. Toplantıda belirginleşen bir diğer konu; Mısır, Türkiye ve İsrail gibi Amerikan müttefiki üç ülkenin asgari müştereklerde birleşmeleridir. 

Bunun bölgedeki Amerikan politikasının etkinliğinin göstergesi olduğu söylenebilir. 

C-Bölge Dışı Ülkelerin Politikaları ve Senaryolar 

Ortadoğu, zengin petrol yataklarıyla öteden beri bölge dışı güçlü ülkelerin dış politikalarında bu bölge her zaman öncelikli olarak yer almıştır. 

Bölge ülkelerinin çeşitli çıkar mücadelelerinin yanında, dış kaynaklı güçlerin uygulamaya çalıştıkları politikalar, Ortadoğu'yu çok hassas dengelere 
oturtmuştur. 

Su üzerinde oynanan bölgesel politikalar yanında sıkça bölge dışı ülkelerin de konuya eğilimleri, hatta bölgede kendi politikalarını uygulama çabaları dikkat çekmektedir. Bölgenin petrol kaynaklarının zenginliğinden kaynaklanan bu durumu açıklamak zor değildir. Özellikle güçlü olarak tanımlanabilecek ülkelerin (ABD, Almanya v.b) bölgeye yönelik politikaları, çözüm sürecine bölge ülkelerinin politikalarıyla beraber, hatta daha önde katılmakta ve neredeyse kilitlenmiş bir satranç oyununu anımsatan çözümsüzlüğe katkıda bulunmaktadır. 

Çıkan en küçük bir çatışmayı bu çerçevede değerlendiren bölge dışı söz sahibi ülkeler, çıkarları gerektirdiğinde müdahaleden kaçınmazlar. 
Ancak bu ülkeler böylesine hassas olan bölgede politikalarını büyük bir gizlilik içinde yürüttüklerinden dolaylı amaçları ancak meydana gelen olayların birleştirilmesi sonucu tahmin edilebilmektedir. Bazen de bu tahminler ışığında bir takım senaryolar üretilebilmektedir. 

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra tek süper güç olarak değerlendirilen ABD'nin bölgedeki etkinliğini yadsımak olası değildir. 

Bu gücün farkında olan Fransa, Almanya ve Japonya gibi güçlü ülkeler, petrole duydukları gereksinmelerini de dikkate alarak ABD'ye Ortadoğu politikasında 
destek verme durumunda kalmışlardır (Bulloch, Darwish, 1994, s:16-17). 

Ortadoğu ülkelerinin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmişlik düzeyleri dikkate alındığında, bölge dışı etmenleri değerlendirmeye katmadan politika 
üretemeyecekleri son derece açık görülmektedir. Buradan, sınıraşan sular konusunda Türkiye, Suriye ve Irak'ın aralarında bir çözüme ulaşması, bu 
çözümün başta ABD olmak üzere bölgede etkili diğer güçlü ülkelerin çıkarlarına zarar verilmediği ölçüde mümkün olacağı söylenebilir. 

Bölgede dikkat çeken diğer bir olgu İran'ın ABD faktörüne karşın başına buyruk bir politika izlemesidir. Suriye gibi İran'ın da, politikasının önemli bir kısmını teröre destek vererek devam ettirme çabasında olduğu görülmektedir. 

Bu arada ABD, Ortadoğu dengelerinin ekonomik globalleşmeye uygun olarak yeniden kurulmasını İran'daki rejimin yıkılmasıyla olası görmektedir (Bahçacı, 
1995, s:36). 

İran'ın bölgede etkin bir güç görünümünde olması, bu gücün kaynağının ne olduğu sorusunu gündeme getirmiştir. Batı kaynaklı gelişmiş bir teknolojiyi arkasına almadan böyle bir karşı gelişin olamayacağı düşüncesi, Almanya'nın Ortadoğu'ya ilişkin politikalarındaki son dönemdeki aktivite ile birleşince İran-Almanya dayanışmasının olduğu iddiaları ortaya atılmıştır (Bahçacı, 1995, s:36). 

Amerika'nın Ortadoğu'daki en önemli müttefiklerinden biri olan İsrail'in İran ile ortak sınırlarının olmayışı, İran'a karşı mücadelede ABD açısından bir dezavantaj olarak değerlendirilmektedir. Bu noktada İran'la komşu olan Türkiye, stratejik bir konuma gelmiştir. 1996 Şubat'ı ile ivme kazanan Türk-İsrail yakınlaşmasını bu perspektiften değerlendirmek olasıdır. Böylece ABD'nin desteklediği Türkiye ve İsrail, terörizmi kullanan ve bölgesel istikrarsızlığı körükleyen İran ve Suriye'ye karşı etkin bir baskı oluşturabilecektir (Nokta, 2-8 Haziran 1996, s:12). 

ABD'nin İran'a yönelik politikaları Orta Asya petrollerinin değerlendirilmesinde bir avantaj yakalayabilmeyi de içermektedir. 
Bu arada İran, Orta Asya Cumhuriyetleriyle oldukça önemli bağlar kurmuş bu durumdan yararlanmaya başlamıştır. Açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bölgedeki dış kaynaklı politikalar sadece suya endeksli değildir, ancak bu paylaşımın su yakın bir gelecekte önemli bir soruna dönüşeceği anlamına gelmektedir. 

Bölge ülkeleri (Türkiye, Suriye, Irak) çözüm sürecinde önceliklerini gözden geçirirken bölge dışı etmenleri gözardı edemez durumdadır. Gerçi gözardı etmek fiilen olanaksızdır. Çünkü bölgeye aktarılmış, Çekiç güç gibi oldukça önemli, bölge dışı askeri kuvvetler bulunmaktadır. 

Su kaynaklarına sahip Türkiye bu avantajını kullanabilmenin planlarını bu günden yapmalı gerçekleşebilir politikalar üretmelidir. ABD'nin ünlü mühendislik-müteahhitlik firmalarından Brown and Root, Körfez Savaşı sonrası değişen koşullar ve Türkiye'nin bölgedeki değişen rolü çerçevesinde bir projeyle ilgili olarak hazırladığı fizibilite raporunda, Türkiye'nin 2000 yılında bölgenin su imparatoru olacağını, yılda 15 milyar doların üzerinde gelir elde edeceğini iddia ederken; Türkiye açısından oluşabilecek kazanımların yalnızca bir yönünü vurgulamaktadır (Ayna, Güz 93, s:30). 

Türkiye'nin elde edebileceği bu konumun öneminin güçlü ülkeler yanında, bölgesel ülkeler de farkındadırlar. Böylece Türkiye merkezli politikalar hızla üretilmektedir. Bunun en somut göstergelerinden biri komşularımızdan Ermenistan, İran, Irak, Suriye ve Yunanistan'ın PKK terörüne verdikleri destektir (Bahçacı, 1995, s:36). Ayrıca Suriye ve Yunanistan arasında imzalanan işbirliği anlaşmaları Türkiye'yi Doğu ve Batı'dan rahatsız edebilecek yansımalara sahiptir. Aynı zamanda ABD'nin Kuzey Irak'ta Otonom Kürt Yönetimine destek vererek (Canbolat, 1993, s:355) bir Kürt Devleti oluşumuna katkı sağladığı yönünde sıkça ortaya atılan iddialar da dikkate alınırsa; üretilmesi gereken politikanın çözeceği denklemin ne kadar çok bilinmeyeni olduğu ortaya çıkacaktır. 

Türkiye'yi yönetenlerin giderek tırmanışa geçen sorunlar karşısında ne derece duyarlı olduklarını ve hangi konulara öncelik verdiklerini belirleyebilmek amacıyla, 20-24 Mayıs 1996 tarihlerinde, ileriye yönelik tahminlerimize ışık tutabilmek için Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekillerine tek sorulu bir anket çalışması yapılmıştır. 

IV. SINIRAŞAN SULARIN TÜRK DIŞ POLİTİKASINDAKİ ÖNCELİĞİ 

T.B.M.M'nde yaptığımız anket çalışmasında, milletvekillerinin, sınıraşan sular sorununu 2000'li yıllarda Türk dış politikası açısından ne kadar öncelikli 
gördükleri araştırılmıştır. Araştırmada T.B.M.M'nin %50'si hedeflenmiş, ancak %10'luk bir oranda cevap alınabilmiştir. Elde edilen oranın açıklayıcılığı zayıf 
olmakla beraber, yapılan çalışmanın çok yeni olması ve sınıraşan sularımızla ilgili çarpıcı bir bulguya ulaşması nedeniyle incelememiz içinde yer almasında 
yarar görülmüştür. 

Anket çalışmasından elde ettiğimiz sonuçlara göre, Milletvekillerine yöneltilen "2000'li yıllarda Türk Dış Politikası'nın öncelikli sorununun ne olacağı" konusundaki soruyu yanıtlayanların %58'i önceliği sınıraşan sular sorununa vermişlerdir. Türk-Yunan ilişkileri %27 ile su sorunundan sonra değerlendirilmiştir. 

Türki Cumhuruyetlerle ilişkiler %6 ve Rusya ile ilişkiler %4 oranında öncelik taşımış, yanıt veren Milletvekillerinin %5'i ise bu soruyu boş bırakmıştır (Bkz. 
Tablo-I). 

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIR AŞAN SULARIMIZ TABLO 1

Tablo-I bize ileriye dönük olarak olumlu işaretler vermektedir. Milletvekillerinin sınıraşan sular konusundaki duyarlılıkları bizi, Türkiye'nin olası bir krizde hazırlıksız yakalanmayacağı, bu konuyla ilgili politikasını önceden saptayabileceği varsayımına ulaştırmaktadır. 
Ancak düşündürücü bir soru vardır: 
Potansiyel olarak duyarlı milletvekillerinin sıkça yaşanır olan hükümet krizleri nedeniyle düşündüklerini realize edebilme olanakları nedir? 

Bu sorunun yanıtı belki de daha düşündürücü olacaktır. O nedenle Türkiye'nin siyasal istikrarının biran önce sağlanması oldukça yaşamsaldır. 

V.SONUÇ 

1950'li yıllardan itibaren giderek ivmesini hızlandıran ekonomik gelişmeye yönelik çabalar, ülkeleri maliyeti yüksek yatırımlara yöneltmiş; eldeki kaynaklardan yararlanma çabalarının yoğunlaşmaya başlaması sınırdaş ülkeler arasında yeni sorunların ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Ülkelerin daha çok kaynak kullanma isteğine koşut olarak, kıt kaynaklara olan talep artmış ve aralarında çıkan sorunların temelinde çoğunlukla bu kıt kaynaklar yer almıştır. Nitekim Güney komşularıyla arasındaki su paylaşımına yönelik sorunlar, Türkiye'nin sınıraşan sularından Fırat ve Dicle üzerinde Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirmeye başlamasıyla belirmiştir. Türkiye'nin özellikle yıllardır ihmal edilişi ve geri kalmışlığının şikayet konusu edildiği Güney Doğu Bölgeleri için yaşamsal değeri olan ve ülkenin ekonomik potansiyelini geliştirmek açısından büyük önem taşıyan bu proje ilerledikçe, su sıkıntısı çekecekleri konusunda endişeleri artan Suriye ve Irak, tepkilerini çeşitli boyutlarda göstermiş ve göstermektedirler. 
 Türkiye ile aşağı çığır ülkelerinden Suriye ve Irak arasındaki bazı temel anlaşmazlıklar göze çarpmakta, bunlarda çözümsüzlüğün bir kader olarak 
belirmesine neden olurken, uluslararası hukukta sınıraşan sularla ilgili çok net bir kabulün bulunmaması, çözüm sürecinin uzamasına katkıda bulunmaktadır. 
Suyun Türkiye'den kaynaklanıyor olması, Suriye ve Irak'a karşı önemli bir koz olarak değerlendirilebilmektedir. Özellikle su kaynakları Irak'a göre çok daha az 
olan Suriye, Türkiye'ye bağlımlı olmaktan duyduğu rahatsızlıkla suya karşı terör kozunu kullanmak istemiştir. 

Güney komşularımızın, özellikle Suriye'nin uluslararası hukuka ve insanlığa aykırı politikalara bel bağlamasına karşın, Türkiye sertlik yanlısı bir politika izlememekte dir. Bunu ekonomik çıkarlarını dikkate alma gerekliliğine bağlamak olasıdır. Çünkü Türkiye'nin ihracat yaptığı ülkelerden önemli bir bölümünü Arap ülkeleri oluşturmaktadır. Türkiye'nin uyguladığı bu pasif politikaya bir diğer gerekçe de dış dünyanın alışılmadık bir uygulamaya göstereceği tepkiden çekinmesi gösterilebilir. Burada 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında Türkiye'ye yöneltilen tepkilerin henüz belleklerden silinmemesi nin etkisi var denilebilir. 
Türkiye'nin en büyük yanılgısı, kendisini haklı gördüğü konularda girişimci olmayışıdır. Olumsuz etkilerini halen hissettiren ve kalıcı bir çözüme henüz ulaştırılamayan Kıbrıs Sorunu'nun başlangıcında, haklılık tezi ile konuya gereken hassasiyetle yaklaşmayan Türkiye'ye karşın; dünya kamuoyunu etkilemek için, uluslararası platformları propaganda fırsatı olarak değerlendiren Yunanistan, kolaylıkla harekete geçebildiği bir kamuoyu desteğine sahip olabilmiştir. 

Bu konuda hayli geciken Türkiye en haklı olduğu tezlerinde uluslararası kamuoyunu iknada zorluk çekmektedir. 

Kıbrıs Sorunu konusundaki deneyimi Türkiye'nin bekle-gör politikasından çok şey kaybedeceğinin delilidir. Türkiye bir kez daha hataya düşmemek için Ortadoğu'da giderek önemli bir soruna dönüşeceğinin sinyallerini veren "sınıraşan sular" konusunu ciddiye almalı ve geçmişteki hataları yinelenmemelidir. Sınıraşan sular sorununa ilişkin gerçekçi politikalar oluşturmaktaki başarı, çözümde de başarıyı getirecektir. 

Sınıraşan sular konusunda Türkiye'nin alması gereken önlemlerin başında teröristlerle aynı safta bulunan ülkelere karşı dünya kamuoyunu harekete 
geçirmek gelmelidir. Türkiye geri kalmışlık paradoksundan kurtulacaksa, bunun ilk adımı GAP'ı yaşama geçirmek olacaktır. Bu nedenle Ortadoğu politikasını 
tekrar değerlendirilmeli ve PKK-GAP pazarlıklarına ortam oluşturacak yanlışlara fırsat verilmemelidir. Son dönemde İsrail'le olan işbirliği çalışmaları, Arap Dünyası'nı her ne kadar rahatsız etse de, Türkiye'nin Ortadoğu politikasındaki tercihinin netleşmesinin en açık işareti ve ikili askeri anlaşmalarla çevreleme politikası izleyen komşu ülkelere karşı önemli bir kozdur. 

Atatürk'ün "Yurtta Barış, Dünyada Barış" idealine ulaşmada Ortadoğu'da sağlanacak başarı önemli bir adım olacaktır. Bu adımı atabilmek büyük ölçüde 
"Suda Barış, Bölgede Barış" özleminin giderilmesiyle olasıdır. 

KAYNAKÇA 

AKMANDOR, Neşet; PAZARCI, Hüseyin; KÖNİ, Hasan (1994); Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, TESAV Yayınları, Yayın No:4, Ankara. 
ALACAKAPTAN, Aydın G. (1993); "Sınıraşan Sularımız Dicle ve Fırat'ın Arap Komşularımızla Büyük Sürtüşmelere Neden Olmaları Beklentileri Abartılıdır" Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayıncılık, Yayına Hazırlayan: Sabahattin Şen, İstanbul. 
BAHÇACI, Çınar (1995); Türkiye'nin Ortadoğu'ya Yönelik Dış Politikası, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara. 
BULLOCH, John; DARWISH, Adel (Ocak 1994); Su Savaşları, Altın Kitaplar Yayınevi, 1.Basım, İstanbul. 
CANBOLAT, İbrahim S. (1993); "Yeni Dünya Düzeni'nde Ortadoğu ve Türkiye Gerçeği", Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayınları, İstanbul. 
CHALABI, Hassan; "Fırat'ın Suları ve Uluslararası Kamu Hukuku" Ayna Dergisi, Kış 1993-Bahar 1994, Sayı 2, "Conference Implications" tarafından çevrilmiştir. 
ERGİL, Doğu (Aralık-Ocak 1990); "Ortadoğu'da Su Savaşları Mı?" Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: XLV, Not 4. 
İNAN, Kamran (1995); Hayır Diyebilen Türkiye, 2.Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul. 
İNAN, Kamran (1993); Dış Politika, Ötüken Neşriyat A.Ş, Kültür Serisi:73, İstanbul. 
KUT, Gün (1994); "Türk Dış Politikasında Su Sorunu", Türk Dış Politikasının Analizi, Derleyen: Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul. 
MANGO, Andrew (1995); Türkiye'nin Yeni Rolü, Türkçesi: Erhan Yükselci-Şükrü Demircan, Ümit Yayıncılık, Ankara. 
ÖZCEL, Berk (Güz 1993); "Güvensizlik Kurbanı: Ortadoğu Barış Suyu Projesi", Ayna. 
REGUER, Sara (January 1993); "Controversial Waters: Exploitation Of The Jordon River, 1950-1980", Middle Eastern Studies, Vol.29, No:1, pp. 
53-90, Published By Frank Cass, London. 
TEPLER-DREZON, Marcia (April 1994); "Contested Waters And The Prospects For Arab-Israeli Peace", Middle Eastern Studies, Vol. 30, 
No:2, pp. 281-303 Published By Frank Cass, London. 
TURAN, İlter (1993); "Sunuş", Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayıncılık, Yayını Hazırlayan:Sabahattin Şen, İstanbul. 
Turkish Review Of Middle East Studies, Formerly Puplushed as" Studies On Turkısh-Arab Relations", 1993, İstanbul. 

GAZETELER 

İSTANBUL TİCARET GAZETESİ, Sayı 1911, 24 Mayıs 1996. 
YENİ YÜZYIL GAZETESİ, 9 Haziran 1996. 
MİLLİYET GAZETESİ, 22 Haziran 1996. 
 

***