ORSAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ORSAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2018 Pazartesi

SURİYE İÇ SAVAŞI VE ORTA DOĞUDA GÜVENLİK

SURİYE İÇ SAVAŞI VE ORTA DOĞUDA GÜVENLİK 


Oytun ORHAN 


Suriye iç savaşı ve Irak’taki gelişmeler iç içe geçmiş durumdadır. Geçmişte Lübnan’ın Ortadoğu güvenliği için oynadığı rolü şimdi çok daha geniş bir coğrafyada ve daha etkili bir şekilde Suriye ve Irak oynamaktadır. 

Mart 2011 tarihinde Suriyelilerin özgürlük talepleri ile başlayan halk ayaklanması, rejimin gösterileri şiddet yolu ile bastırması, Suriye’nin jeopolitik önemi nedeniyle çok sayıda ülkenin soruna müdahil olması ve Suriye toplumunun heterojen yapısı gibi faktörlerin etkisiyle kanlı bir iç savaşa dönüşmüştür. 

İç savaş tam bir kördüğüm halini almış ve ilk aşamada komşulara yayılma etkisi gösteren Suriye iç savaşı, Ortadoğu güvenliğini giderek artan oranda tehdit etmeye başlamıştır. Diğer taraftan iç savaşın bölgede tetiklediği güvenlik sorunu, Suriye’deki istikrarsızlığı da besler hale gelmiştir. Özellikle Suriye, Irak ve Lübnan’da yaşanan gelişmeler, birbirinden bağımsız değerlendirilemez bir hal almıştır. Suriye iç savaşının Ortadoğu güvenliğine etkisi radikalizm, Şii-Sünni kutuplaşması, sınırların değişmesi, bölgesel rekabet ve vekaleten savaş ile Suriyeli mülteciler ve güvenlik olmak üzere 5 başlık altında incelenebilir. 

Radikalizm 

Irak işgali, Ortadoğu’da radikal hareketlerin zemin kazanmasına neden olmuştu. Irak’ta çok uzun dönemdir hakim olan güçlü merkezi otoritenin çöküşü ülkede derin bir güç boşluğu doğurmuş ve boşluk başta El Kaide olmak üzere 
birçok radikal grup tarafından doldurulmaya çalışılmıştı. Irak’ta hakim olan kaotik ortam, söz konusu grupların kendilerine yeni bir mücadele alanı bulmasını sağlamış, dünyanın değişik ülkelerinden insanların radikal gruplar safında 
savaşmak üzere Irak’a akın etmesine yol açmıştı. El Kaide bağlantılı Irak İslam Devleti bir ara Musul’da İslam Devleti ilan edecek güce dahi ulaşmıştı. ABD’nin askeri varlığı nedeniyle bu grupların gücü kırılsa da etkilerini günümüze 
kadar korumayı başardılar. Irak İslam Devleti’nin devamı olan Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün başta Musul olmak üzere Irak’taki son dönemdeki kazanımları, bu etkinin de sonucudur. 



Suriye iç savaşı, söz konusu gruplar açısından yeni bir fırsat yarattı. Daha önce Afganistan, Çeçenistan ve Irak’ta yaşanan süreç, Suriye’de yaşanmaya başladı ve binlerce kişi IŞİD ve Nusra Cephesi gibi cihatçı örgütler safında savaşmak üzere Suriye’ye akın etti. 

Savaşçılar dünyanın her bölgesinden olmakla birlikte önemli bir kısmı Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden geldi. Suriye rejiminin kontrolü kaybettiği bölgelerde bu örgütler sahip oldukları insan kaynağı, finans gücü, savaş tecrübesi ve ideolojik bağlılık gibi faktörler sayesinde öne çıktı ve özellikle Suriye’nin kuzey cephesinde önemli bir coğrafyayı kontrol eder hale geldi. Bu durum, Ortadoğu ve Suriye’ye komşu ülkelerin güvenliği açısından biri kısa, diğeri uzun vadeli iki tehdit ortaya çıkardı. Kısa vadeli tehdit, Suriye’de güçlenen radikal grupların komşu ülkelere yayılma eğilimi göstermesi oldu. Değişik boyutlarda olsa da her komşu ülke, bu tehdit ile doğrudan karşı karşıyadır. Irak’ta IŞİD örgütünün ilerleyişini Suriye’deki kazanımlarından bağımsız düşünmek imkansızdır. Lübnan’da çok uzun yıllar sonra ardı ardına söz konusu gruplar tarafından intihar saldırıları gerçekleştirilmektedir. 

IŞİD ve Nusra CephesiSuriye’de, Türkiye ve Ürdün’e açılan bazı sınır kapılarını kontrol etmektedir. Türk ordusu, IŞİD’in sınır bölgesinde yarattığı istikrarsızlık nedeniyle örgütün mevzilerini iki kez bombalamak zorunda kalmıştır. 
IŞİD’e bağlı teröristler, Niğde’de bir polis ve bir astsubayı şehit etmiştir. 
Bu sürecin Ortadoğu’da daha uzun vadede yaratacağı güvenlik tehdidi ise çoğunluğu Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden gelen savaşçıların sahip oldukları tecrübe ve network ile ülkelerine dönecek olmasıdır. 

 < Suriye’de sivil halk ayaklanması, süreç içinde dinsel/ mezhepsel boyutu güçlü bir iç savaşa dönüşmüştür. Bu durum, Irak işgali ile bölgede önemli bir çatışma dinamiği haline gelen “Şii-Sünni” kutuplaşmasını derinleştirmiştir. >

Şii-Sünni Kutuplaşması 

Irak işgalinin Ortadoğu’da yarattığı en önemli sonuçlardan biri, bölgede Şii-Sünni kutuplaşmasının derinleşmesi ve yeni bir çatışma dinamiği olarak ortaya çıkmasıdır. Irak’ta yaşanan mezhepsel boyutu güçlü iç savaş, Ortadoğu ülkelerinin müdahil olması ile bölgesel boyut kazanmıştır. Irak’ta iktidarın Şiilere geçişi ile İran’dan başlayıp Lübnan’a uzanan coğrafyayı içeren “Şii Hilali” kavramı bu dönemde ortaya çıkmıştır. Yeni durumu tehdit olarak algılayan ülkeler arasında bir “Sünni blok” doğmuş, taraflar arasında Irak, Lübnan ve Yemen üzerinden yürütülen bir vekaleten savaş yaşanmıştır. 

< Suriye’de sivil halk ayaklanması, süreç içinde dinsel/ mezhepsel boyutu güçlü bir iç savaşa dönüşmüştür. Bu durum, Irak işgali ile bölgede önemli bir çatışma dinamiği haline gelen “Şii-Sünni” kutuplaşmasını derinleştirmiştir.>

Bölgedeki neredeyse her aktör kutuplaşmada pozisyon almıştır. Bu durum, her şeyden önce geneli heterojen toplumsal yapıya sahip Ortadoğu ülkelerinin iç toplumsal barışını olumsuz etkilemiştir. Ulusal kimliklerden ziyade mezhepsel kimlik ön plana çıkmış ve aynı ülkenin vatandaşları arasında güven bunalımı yaşanmaya başlamıştır. Ülkelerin dış politika tercihlerini mezhebi referans alarak yapması, içerde farklı grupların devletle sadakat bağını zayıflatmış ve dışlandığını düşünen gruplar, hak arayışı için şiddeti bir yöntem olarak seçmiştir. Irak ve Lübnan’da Sünnilerin silahlanması, Suudi Arabistan’da büyük çaplı olmasa da Şii ayaklanmaları, bu duruma örnek olarak verilebilir. 

Sınırların Değişmesi 

Suriye’de iç savaşın nasıl sona ereceği ve yeni Suriye’nin nasıl olacağı sorusunu yanıtlamak neredeyse imkansızdır. Ancak her halükarda eski Suriye’ye geri dönülmesinin ve ülkenin güçlü merkezi otorite ile yönetilmesinin zor olduğu söylenebilir. 

Ortadoğu’da güçlü merkezi otoritenin ortadan kalktığı durumlarda nasıl bir siyasi yapının ortaya çıkabileceğine ilişkin iki örnek olarak Lübnan ve işgal sonrası Irak verilebilir. 

Her iki ülkede fiili anlamda değişik etnik/dinsel grupların kendi alanlarını kontrol ettiği ve hatta Irak’ta görüldüğü üzere federal bölgelerin olduğu görülmektedir. Suriye iç savaşının dördüncü yılına girdiği şu dönemde de ülkenin fiili anlamda çok kabaca “rejim bölgesi, muhalifler bölgesi ve Kürt bölgesi” şeklinde üçlü bir bölünmeye maruz kaldığı söylenebilir. Bu bölünmeyi daha kritik kılan ise Irak’taki fiili parçalanma ile paralellikler taşıması ve birbirini etkileme/tetikleme eğilimi gösteriyor oluşudur. Suriye’de muhalif bölgesi neredeyse tamamen Sünni çoğunluğun yaşadığı bir alanı kapsamaktadır. 
Orta Irak’ı kapsayan Sünni bölgeler, fiilen zaten uzun süredir merkezi hükümetin tam kontrol edemediği alanlardı ve son kriz ile beraber Sünni bölgesinin sınırları daha net biçimde ortaya çıkmaya başlamıştır. 
Suriye’de Kürtler, merkezi hükümetin Kürt yerleşimlerinden çekilmesi ile kontrolü Suriye’de rejimin zayıflamasına paralel, varlığını sağlamayı ve daha önemlisi dış tehdış desteğe dayandıran farklı merkezkaç kuvvetler ditlere rağmen bunu sürdürmeyi başarmıştır. 

Gelinen noktada, tek oluşmuş ve bu da bölgede vekaleten savaş taraflı ve meşruiyeti olmayan bir 
yapı da olsa Kürt otonom bölgeleri oluşturmayı başarmışlardır. 

<  Suriye’de rejimin zayıflamasına paralel, varlığını dış desteğe dayandıran farklı merkezkaç kuvvetler oluşmuş ve bu da bölgede vekaleten savaş açısından yeni bir oyun alanı doğurmuştur.Böylece Suriye iç savaşı, hem bölgesel kutuplaşmayı ve vekaleten savaşı derinleştirmiş hem de tersine bölgesel rekabet Suriye’deki istikrarsızlığı beslemiştir >

Irak’ta ise Kürtler 1. Körfez Savaşı’ndan bu yana sahip oldukları fiili otonomiyi Irak işgali sonrası yasalzemine oturtmuş ve son Irak krizi bunu bağımsızlığa taşıma imkanını ciddi bir olasılık olarak gündemegetirmiştir. Irak’taki gelişmeler ile birlikte düşünüldüğünde Suriye iç savaşının bölgeülkeleri açısından sınırların yeniden çizilmesine varacak düzeyde bir güvenlik tehdidini ortaya çıkardığını
söylemek yanlış olmayacaktır.

Bölgesel Rekabet ve Vekaleten Savaş 

Lübnan son derece karmaşık etnik ve dinsel toplumsal grupların bir arada yaşadığı bir ülkedir ve bu gruplar arasında tarihsel kökenleri de olan bir güvensizlik söz konusudur. 

Bu güvensizlik 1975 yılında başlayıp 15 yıl süren iç savaş ile kökleşmiştir. 

Bunun yanı sıra, ülke zayıf merkezi otorite ile yönetilmektedir. Bu nedenle, kendini güvende hissetmeyen toplumsal gruplar bir dış gücün korumasına ihtiyaç duymaktadır. Bu durumun iki önemli sonucu vardır. Birincisi ülke sürekli olarak dış etkiye açık kalmakta ve bölgesel aktörlerin rekabet alanlarından biri haline gelmektedir. İkincisi ülkede istikrar ve güvenlik çok kırılgan bir hal almaktadır. Bu nedenle, Lübnan Ortadoğu’ya istikrarsızlık ihraç etme potansiyeli nedeniyle her zaman bölge güvenliği için önemli bir ülke olmuştur. İşgal, benzer bir durumu Irak ve iç savaş da Suriye için doğurmuştur. Suriye’de rejimin zayıflamasına paralel, varlığını dış desteğe dayandıran farklı merkezkaç kuvvetler oluşmuş ve bu da bölgede vekaleten savaş açısından yeni bir oyun alanı doğurmuştur. 

Böylece Suriye iç savaşı, hem bölgesel kutuplaşmayı ve vekaleten savaşı derinleştirmiş hem de tersine bölgesel rekabet Suriye’deki istikrarsızlığı beslemiştir. Dolayısıyla Lübnan ve Irak’tan sonra Suriye de Ortadoğu 
güvenliği açısından yeni ve daha büyük bir sorun alanı olarak ortaya çıkmış durumdadır. 

Suriyeli Mülteciler ve Güvenlik 

Suriye krizini önemli kılan unsurlardan biri insani boyuttur. İç savaş nedeniyle 3 milyonun üzerinde Suriyeli, ülke dışına göç etmek durumda kalmıştır. 

Mültecilerin büyük çoğunluğuna Suriye’nin dörtkomşu ülkesi Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye ve Irak Kürt Bölgesi, imkanları itibarıyla nispeten daha az risk altında olsa da ekonomik olarak zayıf, kaynakları sınırlı, hassas siyasalve toplumsal yapıya sahip Lübnan ve Ürdün için mülteciler 
giderek bir güvenlik sorununa dönüşmektedir. 

Suriye’de istikrarsızlığın sürmesi, yeni göç dalgaları ihtimalini güçlendirmektedir. Özellikle Şam’da çatışmaların yoğunlaşması zaten büyük baskı altında olan Ürdün ve Lübnan’a doğru kitlesel göç yaşanmasına neden olacaktır. Dört komşu ülkedeki yerel halk arasında mültecilere yönelik söylemsel tepki düzeyinde kalan bir kızgınlık gözlemlenmektedir. Bu ortam, her an sosyal bir patlamaya dönüşme ihtimalini içinde barındırmaktadır. Göç edenlerin büyük çoğunluğunun Sünni olması, özellikle Lübnan gibi etnik/mezhepsel ayrıma dayalı toplumsal ve siyasal yapıya sahip ülkelerde gerilimi tırmandırmaktadır. Güvenlik açısından en önemli konulardan biri de mültecilerin yaşam koşullarının özellikle Lübnan ve Ürdün’de son derece kötü olmasıdır. Bu durum, mülteci kamplarında ve kamp dışında yaşayan Suriyelilerin bölgede istikrarsızlık çıkarma potansiyeline sahip güçler açısından kaynak olarak kullanılması riskini beraberinde getirmektedir. Filistin mülteci kamplarının uzun yıllardır Orta doğu güvenliği açısından oynadığı rol, örnek olarak gösterilebilir. 

Suriye iç savaşı ve Irak’taki gelişmeler iç içe geçmiş durumdadır. Geçmişte Lübnan’ın Orta doğu güvenliği için oynadığı rolü şimdi çok daha geniş bir coğrafyada ve daha etkili bir şekilde Suriye ve Irak oynamaktadır. İki ülke de kısa ve orta vadede sorunları aşmaktan ziyade artan bir istikrarsızlık ile karşı karşıya kalacak gibidir. Dolayısıyla yayılma etkisi ile öncelikle komşu ülkelerin ama genelde Ortadoğu güvenliğinin uzunca bir süre tehdit altında olduğu söylenebilir. 

http://www.orsam.org.tr/files/OA/63/oytunorhan.pdf


***

3 Şubat 2018 Cumartesi

Suriye’de Türkiye’yi Bekleyen Tehditler,

Suriye’de Türkiye’yi Bekleyen Tehditler,

14.08.2017



Suriye Sahasında askeri gelişmeler artık iç aktörlerin kendi aralarındaki güç dağılımına bağlı olarak şekillenmiyor. Rejim, muhalifler, SDG/YPG ya da DEAŞ’ın dış destek olmaksızın birbirlerine karşı üstünlük kurma şansı son derece zayıf. Dış aktörlerin aralarındaki pazarlıklar ve mutabakat neticesinde hangi aktörün nereye doğru ilerleyeceği konusunda kararlar alınıyor.

Suriye’de son birkaç aylık döneme bakıldığında rejim güçlerinin ciddi bir ilerleme sağladığı görülüyor. Rejim ilerleyişi DEAŞ aleyhine gelişiyor ve bu askeri başarı sadece Rusya ve İran’ın verdiği destekle açıklanamaz. Türkiye, Rusya ve İran tarafından başlatılan Astana sürecinin devamı olarak çatışmasızlık bölgeleri anlaşması imzalandı ve Suriye’de muhaliflerin kontrolündeki dört ayrı bölgede ateşkes ilan edildi. Bu durum Suriye iç savaşının temel çelişkisi olan rejim-muhalifler çatışmasında kısmen rahatlamayı beraberinde getirdi. Çatışmaların seviyesindeki azalma Rusya/İran kampı liderliğindeki rejim güçlerinin farklı çatışma alanlarına yönelmesine imkan sağladı. Suriye’nin batısını şimdilik güvence altına aldığını düşünen rejim, ülkenin doğusundaki DEAŞ bölgelerine doğru hızla ilerliyor. Rejim bir taraftan DEAŞ ile mücadele ederken diğer taraftan ABD desteğinde genişleyen YPG/PKK alanlarına da sınır çekmeye çalışıyor. Rejim güçleri son olarak Rakka-Deyr ez Zor yolunu kontrol altına alarak YPG/PKK’nın Rakka sonrası hedefinde yer alan Deyr ez Zor’a ilerleme imkanlarını sınırlandırdı. Bunun da ötesinde Rakka’ya bağlı birçok yerleşim rejimin kontrolüne geçiyor ve Rakka şehir merkezi de güneyden kuşatılıyor. Dolayısıyla rejim ilerleyişi sadece DEAŞ’ı değil en az onun kadar ABD ve YPG/PKK’yı da kaygılandırıyor. Son dönemde PYD’lilerin “Suriye’de İran projesinin DEAŞ’tan daha tehlikeli olduğunu” söylemeleri de bu yüzden.

DEAŞ’tan Sonra ne olacak?


Rusya/İran/rejim ittifakı Deyr ez Zor için elini güçlendirmiş olsa da Rakka merkezde inisiyatif şimdilik ABD/SDG/YPG kampında. Rakka merkezine operasyon başlamadan önce DEAŞ militanlarının büyük ölçüde şehri boşalttığı, Deyr ez Zor’a çekildiği ve SDG/YPG’nin zorlanmadan şehri alacağı iddiaları gündeme getirilmişti. Ancak bunun gerçeği yansıtmadığı operasyon devam ettikçe anlaşılıyor. Haziran ayında başlayan operasyonunun üzerinden geçen yaklaşık 1,5 aylık süre içinde şehrin ancak yüzde 40’ı DEAŞ’tan temizlendi ve DEAŞ bu süre içinde SDG/YPG’ye çok ağır kayıplar verdirdi. ABD’li yetkililerin ifadelerine göre şehirde halen 2 bin civarında DEAŞ militanının kaldığı tahmin ediliyor. Bu DEAŞ militanlarının şehirden kaçış imkanı kalmadı ve bir anlamda intihar eylemcisi olarak savaşmaya devam edecekler. Önümüzdeki süreçte SDG/YPG ağır kayıplar vermeye devam edecek ancak en nihayetinde şehrin SDG/YPG kontrolüne geçeceği şüphesiz.

YPG Rakka’yı da tek taraflı ilan ettikleri “federasyona” dahil etmek niyetinde. Rakka’da DEAŞ sonrasında nasıl bir yol haritası izleneceğini anlamak için Münbiç ve Tel Abyad gibi iki çarpıcı örnek bulunuyor. YPG/PKK bu yerleşimler DEAŞ’tan kurtarıldıktan sonra yönetimin yerel halkın elinde olacağı sözünü vermişti. Yerel meclisler kuruldu ve göstermelik bazı isimler üzerinden meşru bir yönetim modeli oluşturulduğu görüntüsü verildi. Ancak işbaşına getirilen isimlerin ne toplumsal karşılığı bulunuyor ne de esas güç bu yapılarda. Güvenlik alanında da yine yerel unsurlardan teşkil edilen askeri konseyler kuruldu ancak bunların da güç hiyerarşisi içinde PKK’lı kadrolara karşı hiçbir söz hakkı bulunmuyor. Bu yerleşimlerde zorunlu göçe maruz bırakma, yerel halkın mallarına el koyma, demografik değişim amaçlı bölge dışından sivilleri şehirlere taşıma gibi adımlar atıldı. Rakka için de YPG/SDG daha şehir ele geçirilmeden yerel meclis oluşturmuştu. SDG bünyesine de olabildiğince fazla Arap unsuru dahil etmeye çalıştılar. Ancak Rakka’nın akıbetinin de Münbiç ve Tel Abyad’dan farklı olmasını beklemek gerçekçi değil.

Rakka konusunda YPG’nin esas sıkıntısı şehir DEAŞ’tan temizlendikten sonra başlayabilir. Son operasyonlarla birlikte Rakka merkeze 10 km kadar yaklaşan Suriye Rejimi ve İran güçleri de YPG’nin “federasyon” planına belki Türkiye’den daha fazla karşı çıkıyor. Çatışmasızlık bölgeleri anlaşması ile muhalifler tehdidini şimdilik donduran rejim ve İran, DEAŞ sorununu hallettikten sonra YPG’ye yönelebilir.

Rusya ise Suriye’de federasyon ve YPG’nin rolü konusunda İran ve rejimden farklı düşünüyor. Rusya’nın hazırladığı Suriye için anayasa taslağında “Kürtlere otonomi” öngörülüyor. Rusya zaman zaman YPG’ye destek verdi ve Türkiye’ye karşı koruma kalkanı oluşturdu. Bütün bunlara rağmen Rusya’nın Suriye’deki önceliği kesinlikle YPG değil. Rusya’nın Suriye’deki gerçek müttefikleri rejim ve İran. Rusya’nın federasyon konusunda önce kendi müttefiklerini ikna etmesi gerekiyor. Ancak her iki aktörün de buna ikna olması zor ve giderek güçlenmelerine paralel olarak YPG ile sürdürülen taktiksel işbirliğine ihtiyaçları da azalıyor. Ancak bu durum yakın vadede rejim-YPG çatışması yaşanacağı anlamına gelmiyor. Her iki kanat için ortak tehdit olan Suriyeli muhalifler varlığını koruduğu sürece tarafların birbirine olan ihtiyacı devam edebilir. İç savaşın ilk yıllarında PYD/YPG Türkiye’nin Suriye rejimi üzerinde oluşturduğu baskıyı çok iyi bir şekilde fırsata dönüştürmüştü. Suriye rejimi Türkiye ve Türkiye’nin desteklediği muhaliflerin Suriye’nin kuzeyinde ilerlemesindense PYD’ye alan açmıştı. Şimdi de Suriye rejimi YPG üzerindeki Türkiye baskını kullanarak Rakka, Afrin ve Münbiç gibi yerler başta olmak üzere YPG alanlarına geri dönmenin hesabı içinde olabilir.

YPG, ABD koruması devam ettiği sürece kontrol ettiği bir karış toprağı kimseye vermeme konusunda kararlı. Ancak ABD korumasının kalkması ya da zayıflaması ihtimaline dönük olarak B planı da var. Bunun için de rejim ile irtibatını kesmiyor ve mecbur kalırsa bahsi geçen yerleri rejime bırakmayı tercih edebilir.

Suriye’de son dönemde gündeme gelen bir diğer çatışma alanı İdlib. Halep’in rejim kontrolüne geçmesi sonrasında bir sonraki hedefin İdlib olacağı beklentisi hakimdi. İdlib birkaç açıdan önem taşıyor. Öncelikle Suriyeli muhaliflerin bütün olarak kontrol ettiği tek vilayet ve şehir merkezi. İkincisi Suriye’nin Halep dahil bütün bölgelerinde varılan ateşkes anlaşmaları neticesinde silahlı gruplar ve siviller İdlib’e taşındı. Buna bağlı olarak 2,5 milyon civarında sivilin ve diğer bütün bölgelere kıyasla sayı olarak çok daha fazla savaşçının bir arada olduğu bir şehir. Üçüncüsü DEAŞ’tan sonra hedef tahtasına oturması beklenen El-Kaide ve onunla bağlantılı örgütlerin ana üssü konumunda. El-Kaide’nin Suriye kolu olan Nusret Cephesi daha önce El-Kaide ile bağını kopardığını açıklayıp Şam’ın Fethi Cephesi adını almıştı. Ancak herkesin genel kabulü bu örgütün El-Kaide’nin kolu olmaya devam ettiği yönünde.

İdlib’in Kaderi 


Astana süreci ile birlikte İdlib’te muhaliflerin kendi arasında gerginlik yaşanmaya başladı. Astana sürecini kabul ederek ateşkese uyan ÖSO grupları ile bu süreci “devrime ihanet” olarak değerlendiren Nusret Cephesi liderliğindeki kamp arasında artan gerginlik sıcak çatışmaya döndü. Astana’nın temel hedeflerinden biri radikaller ile ılımlılar arasında ayrım sağlayarak radikalleri elimine etmekti. Astana süreci kendiliğinden İdlib’te safları daha belirgin hale getirdi. Radikal gruplar Nusret Cephesi liderliği altında Hayat Tahrir eş Şam (HTŞ) adı altında birleşti. ÖSO grupları ise Faylak eş Şam ve Ahrar eş Şam liderliği altında bir araya gelerek HTŞ’ye karşı koruma sağlamaya çalıştı. Nusra Cephesi’nden sonra İdlib’in en güçlü gruplarından biri olan Ahrar eş Şam, Astana Süreci’ne katılmış olsa da İdlib’teki kamplaşmada tarafsız yer almaya çalışıyordu. Türkiye’nin İdlib’e Türk askerlerinin yerleştirilebileceği açıklamasını takiben hedefin kendisi olacağını düşünen HTŞ grubu ön hamle yaparak büyük çoğunluğu Ahrar eş Şam kontrolünde olan İdlib’in en stratejik bölgelerini ele geçirdi. Temmuz ayı içinde yaşanan çatışmalar neticesinde HTŞ Bab al Hawa sınır kapısı, sınır kapısının yakınlarındaki yerleşimler, Türkiye-İdlib sınırında yer alan birçok yerleşim ve İdlib şehir merkezinde kontrolü büyük ölçüde ele geçirdi.

Nusret Cephesi’nin son hamlesi ile İdlib sanki El-Kaide kontrolünde yeni bir “İslam Emirliği” görüntüsüne büründü. Gerçeği yansıtmayan bu tablo Türkiye dışında her aktörün işine geliyor. Rusya/İran/rejim kampı Suriye’nin doğusunda kontrol sağladıktan sonra enerjisini muhtemelen İdlib’e yönlendirecek. Nusret Cephesi kontrolünde bir İdlib sayesinde “terörle mücadele” söylemi zemin kazanacak, İdlib operasyonuna uluslararası destek artacak. Başta ABD olmak üzere çok daha fazla ülke Türkiye’nin yakın ilgi alanı içinde yer alan bir bölgeye müdahil olma fırsatı elde edecek. Yakın zaman önce ABD’nin DEAŞ ile Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk ABD’nin İdlib’te El-Kaide varlığından duyduğu kaygıyı Türkiye’yi de itham ederek gündeme getirmişti. ABD’nin YPG ile ittifakının mimarlarından McGurk’ün bu konuşmasında sarf ettiği şu sözler son derece önemli: “Bazı DEAŞ bölgelerinde sınırı nasıl kapattıysak ve kimsenin geçmemesini sağladıysak, bunu İdlib’te de yapmayı düşünebiliriz.” Bu ifade iki anlama gelmekte. Birincisi Suriye’de DEAŞ ile mücadele sona erdikten sonra ABD’nin dikkati HTŞ’ye kayacak ve doğrudan müdahil olacak. İkincisi ve Türkiye açısından daha tehlikeli olanı Türkiye’nin kendi sınır bölgesinde askeri operasyonlar yapabileceklerinin sinyalini vermesi ve bunu yaparken DEAŞ ile mücadeleyi örnek vererek akla YPG ile ittifakı getirmesi. Zira son haftalarda ABD’nin muhaliflere yardımı öngören programı da sonlandırdığını açıkladığını düşündüğümüzde ABD’nin kimin ile sınırı kapatmayı düşündüğü sorusu akla geliyor.

Terörle mücadele söylemi üzerinden her aktör Suriye’de kendi planını uygulayabilmek için DEAŞ’ı araçsallaştırdı. ABD ve YPG, DEAŞ ile mücadele üzerinden kendi nüfuz alanlarını oluştururdu ve Türkiye’yi Suriye’nin kuzeyindeki oyunun dışında itmeye çalıştı. Fırat Kalkanı buna karşı bir meydan okumaydı ve stratejik bir hamleydi. Şimdi de El-Kaide üzerinden İdlib’te yeni düzen kurma çabaları görülmekte. İdlib’e dönük dış güçlerin müdahalesinin Türkiye açısından yaşamsal tehditler yaratacağı ortada. İdlib, HTŞ’nin kontrolüne geçtiği oranda ılımlı-muhalif ayrımı önemini kaybedecek ve toplu bir imha söz konusu olacak. İdlib’te yaşayan 2,5 milyon sivilin doğal göç hattı Türkiye olacak. Bunların arasına İdlib’ten çıkmak durumunda kalan radikal savaşçıların da karışması riski söz konusu. En önemlisi Türkiye-İdlib sınırına da yabancı güçler konuşlanabilecek. Türkiye zaten uzun zamandır İdlib’te ılımlı kampın güçlenmesini sağlayacak şekilde pozisyon alıyor. Ancak HTŞ’nin ılımlı kamp karşısında aşırı güçlü olması bu politikanın şimdilik sonuç üretmesini engelledi. Ancak Türkiye’nin bir şekilde İdlib’in “El-Kaide emirliği” olduğu argümanını ortadan kaldırması gerekiyor. Yoksa El-Kaide ile mücadele üzerinden dayatılan Türkiye karşıtı bir düzenle mücadele etmek durumunda kalabilir ve en önemlisi YPG ile mücadelesinde elindeki en önemli kozlardan biri olan İdlib’i kaybedebilir.

Bu yazı 13 Ağustos 2017 tarihinde Star Gazetesi Açık Görüş sayfasında “Suriye’de Türkiye’yi bekleyen tehditler ve fırsatlar” başlığıyla yayımlanmıştır.

http://orsam.org.tr/orsam/DPAnaliz/14485?dil=tr



3 Aralık 2017 Pazar

TÜRKİYEDEKİ IRAK TÜRKMENLERİ ORSAM SÖYLEŞİLERİ BÖLÜM 8


TÜRKİYEDEKİ IRAK TÜRKMENLERİ ORSAM SÖYLEŞİLERİ BÖLÜM 8


ORSAM: Bize kendinizle ilgili bilgi verebilir misiniz? 
       Hüsamettin Türkmen10*: 
10*. Türkmen Milliyet çi Hareketi Başkanı Hüsamettin Türkmen 28 Eylül 2010

1953 Kerkük doğumluyum. İlk ve ortaokulu Kerkük’te okudum. Gençlik hayatımda sporla ilgilendim. Irak birinci lig takımlarından olan Kerkük 
Takımında oynadım. Siyasi hayatla tanışmam ve Türkmen davasıyla ilgilenmem de bu günlere dayanıyor. 1969 senesinde iki defa emniyetle tanıştım. 
Kerkük’te gençleri toparlayıp emniyete götürüyorlardı. 
Emniyete alınmanızdaki sebep nedir? Gençliğimin geçtiği mahallede Baas Partisi teşkilatlanmıştı. Biz de Türkmen davası savunucuları olarak Baas teşkilatlanmasına karşıydık. Sonuçta Baas rejiminin Türkmen lehinde bir sonucu düşünülemezdi. Adı üstünde Arap-Baas Partisiydi. Biz 14 Temmuz 1959 katliamını yaşayan kuşaktık. Ben o zamanlar6 yaşındaydım. Eski köprübaşında krallık rejimine son veren 14 Temmuz 1958 Irak ihtilalının birinci yıl dönümü kutlamaları için Türkmenler olarak yürüyüş yapılıyordu. Ortalık bir anda karışmıştı. Biz ise saklandığımız herhangi bir evin bahçesinden yapılan katliamı seyrediyorduk. 

Tanık olduğunuz katliamda neler yapıldı? 
Bize biraz bahsedebilir misiniz? 

Bulunduğum bölgeden baktığımda ilk olarak İmam Kasım Polis Merkezine ateş açıldı. Ateşin etkisiyle yürüyüş yapan topluluk dağılmaya başladı. Biz Eskiköprü üzerinde ne olduğunu anlamaya çalışırken, kortejin bir kısmı Atlas Caddesi istikametine ulaşmıştı. O nedenle Osman Hıdır’ın hunharca katledilmesi noktasında biz yoktuk. Kortej uzundu ve her noktadan ateş açılıyordu. Biz evlerin bahçelerine saklanmıştık ve katliamı seyrediyorduk. 

Neler yapıldı katliamda, nelere şahit oldunuz? 

Komünist Kürtçü gruplar ellerinde halat, zincir, satır ve bıçaklarla sağa sola saldırıyorlardı. Kargaşa da ellerine düşen Türkmenler hırpalanıyor ve öldürülüyordu. Böyle zulüm görülmemiştir. Müslümanlarda kurban kesiminde dahi bir adap vardır. Kurbanının başı kıbleye döndürülür ve kesim işlemi yapılır. Ama burada hayvana duyulan saygıyı bırakın insanlık adına yüz kızartan manzaralara şahit oluyorduk. 6-7 saat sonra biz evlerimize ulaşmıştık. Birkaç gün sonra olaylar hafifledi. Beşinci günün sonunda Irak merkezi hükümet tarafından askerler bölgeye gönderildi ve katliam durduruldu. 

Ailenizden kimseyi bu katliamda kaybettiniz mi? 

Katliamda biz ailemizden kayıp vermedik. Yaralananlar vardı. Biz ailecek esas sıkıntıyı ağabeyimi istediklerinde yaşadık. Ağabeyim eski teşkilatların 
içerisinde yer alıyordu. Onun peşinde çok koşturdular. Eskiden evler şimdikiler gibi değildi. Evlerden evlere geçişler vardı. Ağabeyim hep hazırlıklı beklerdi ve ufak bir hareketlenme olduğunda kaçmasına yardım etmeye çalışırdık. 
Zaten evlerimizde silah mevcuttu, kendimizi savunmak zorundaydık. Bu katliamdan sonra Irak Hükümetinin hakkımızı arayamayacağını biliyorduk. Kerkük’te Türkmenlere karşı teşkilatlanma da başlamıştı. Ortalık gergindi ve 
Türkmenlerde kendi içlerinden katliamın intikamını almak için bazı girişimlerde bulunacaktı. Hiç unutmam ve bunu birçok Türkmen dile getirmez ama ben sizinle paylaşayım. Kerkük’te katliamdan sonra Türkmenlerin teşkilatlanmasını 
sağlayan iki kişi vardı. Bunlardan birincisi Hasan Hancı ikincisi de meydanda hamamı bulunan Hamamcı Menef’ti. Hamamcı Menef ve Hasan Hancı birlikte otururlarken Mehmet Çamurcu adındaki genç bir oğlana Mehmet Emin    Şerbetçi’yi   öldürmesi gerektiğini söylerler. Neden Mehmet Emin Şerbetçi diyecek olursanız, 
Şerbetçi Kürtçü komünistlerin başıdır. Bir gün evden ekmek almak için dışarı çıktığımda birkaç el silah sesi duyuldu ve Mehmet Emin Şerbetçi 
öldürülmüştü. 

Ne zaman oldu bu olaylar? 

Katliamdan 3-4 gün sonra. Teşkilat intikam almak isteyen Türkmenler tarafından oluşturuldu sonra hare hare yayıldı. Büyük ve küçük abim bu teşkilat içerisinde yerlerini aldılar. Kürtçü Komünistlerin karşısında intikam tugayı gibiydi. 
Durum böyle olunca Kerkük’te Kürt kalmadı, ölen öldü, kaçabilenler gitti. Bu kargaşa 8 Şubat 1963 tarihinde yapılan ihtilalle Abdulkerim Kasım 
diktatörlüğü nün devrilmesi ve yönetimin Yarbay Abdusselam Arif’in devralmasıyla sona erdi. Ayrıca 1959 Musul-Kerkük katliamını yapanların 
elebaşları idam edildi ve Türkmenlerin güveni yeniden kazanılmaya çalışıldı. Fakat daha sonraları Baas Partisi duruşunu değiştirdi. Çünkü Türkmenler örgütleniyordu. Komünizme karşı olan Arap milliyetçileri de Türkmenlerin 
yanında yer alıyordu. Musul meselesinde de keza Kerkük Türkmenleriyle birleşmesi Baas Partisini tedirgin ediyordu. 1970 senesinde rahmetli 
Abdullah Abdurahman bize çok güzel bir şey anlattı. Dedi ki: “Irak’ta Dışişleri Bakanlığında bir daire var ve bu dairede eski İngilizlerin bıraktığı bir yazı ve bu yazıda Irak’ın üç milletli olduğu ve azınlıklardan oluştuğunu yazıyor”. Bahsi geçen üç milleti sorduğumuzda “Arap, Kürt ve Türkmenler” diyerek evrakı gösteriyordu. Arap milletiyle ilgili açıklamalarda, Arapların Irak topraklarının sahibi olduğu yazıyordu. Gerekçe olarak nüfus çoğunluğuna Arapların sahip olması gösteriliyordu. Kürtler için yazılanlarsa bir hayli şaşırtıcıydı. Kürtlerin her zaman dağa çıkıp yol kestiklerini, merkezi hükümete karşı geldiklerini anlatıyor du. Türkmenler için ise çok akıllı, çalışkan, tahsilli insanlar olduklarını 
yazarıyordu. Türkmenlerin çoğunun Irak ordusunda üst düzey subay olduklarını,  araştırmalarda ticaret ve genel kültür açısından önde olduklarını gösteriyordu. Bu milletin arkasında güçlü bir devlet var. Türkiye Cumhuriyeti. 
Onun için “her gelen rejim bu milleti yaşatmamalı” yazıyordu. Bu metinleri Abdullah ağabey bilir. Bize bir kütüphanede toplantı yaparken okutmuştu. Şimdi düşünüyorum da bütün bu teşkilatlanmalar, toplantılar yapıldı. Peki, neden 
Türkmen davası istediğimiz noktaya gelemedi. Yapılan teşkilatlanmalar kök salamadı. 1980’li yıllarda Türkiye ile de görüşmelerimiz oldu. 

Bu konuya geçmeden önce siz Türkiye’ye ne zaman ve nasıl geldiniz? 

1973 senesinde Türkiye’ye kaçak olarak geldim. 

Neden kaçtınız? 

Yok, kaçmadım, geri dönecektim. Biraz düşündüm kalmayı ama Rahmetli Alparslan Türkeş’in nasihatiyle geri döndüm. 

Siz buraya gelir gelmez Rahmetli Alparslan Türkeş’i mi ziyaret ettiniz? 

O niyetle geldim. Benden dönmemi ve orada mücadele vermemiz gerektiğini söyledi. Çünkü benim Türkiye’ye geldiğim süreçte biz Kerkük’te yeni teşkilatlanma süreci yaşıyorduk. Türkmen Milliyetçi Hareketi olarak şekilleniyorduk. Teşkilatlanmadan önce 24 Ocak 1970 yılında Irak 
hükümeti Devrim Komite Konseyi Türkmenlere kanun hükmünde Kültürel Haklar tanımıştı. Ancak kısa bir süre sonra Türkmenlerin eğitim haklarının ellerinden alınması sonucunda Türkmenler 1970 yılında öğrenci boykotları düzenledi. 
Bu süreç içerisinde işkenceler yapıldı ve arkadaşlarımızdan ölenler oldu. Biz de davamızı devam ettirmek için teşkilatlandık. Türkeş’te bu gelişmelerden haberdar olarak Kerkük’e geri dönmem gerektiği konusunda beni uyarıp, 
mücadeleye devam etmem gerektiğini söyledi. Bende onu dinleyerek yeniden döndüm, Irak’a ve çalışmalara devam ettim. 

Öğrenciler neden boykot yapıyordu?

Öğrenci hareketinin olmasının sebebi 1970 senesinde bize kültür hakkı verildi. Kültür hakkı verilirken de bütün Türkmen okullarında yeni Türkçe okumamıza izin verildi. 3-4 ay sonra yeni Türkçeyi kaldırılıp, eski Türkçe eğitim verilmeye 
başlandı. Bizde bunu kabul etmedik. 24 saat içerisinde bütün okulları kapattık, okullara gitmedik. Ben ciddi bir şekilde bu hareketin içindeydim. Kalanlardan bahsedersem, Silah Nevruz şu anda Avustralya’da, Muhammed İzzet Hattat vardı bir de. Bu adamların ciddi bir şekilde Türkmen davasına katkısı var. Önemli isimler arasında yer alan Kadir Ahmet Beyatlı ve Abbas Erenay var. Bunun yanında Saffet Ağabey var. Şu anda Hollanda’da yaşıyor. 
Bunlar davanın önde gelen isimlerinden değil de arka planda olup asıl işi yürütenlerden mi diyelim? 

Saydığım isimler çok iyi fikir adamlarıydı. Türkmen davası için de çok çalıştılar. Bir kısmı boykot zamanında içeri alındı. Boykot sürecinde ben de aktiftim. O dönemde Irak polis futbol takımındaydım ve iyi bir futbolcuydum. Polisler bana kimlik sorduklarında ya da olayların olduğu zamanlarda nerede olduğumu tespit etmeye çalıştıklarında vereceğim cevabım hazırdı. Çünkü futbolcuydum. Irak’ın en iyi takımında Umman Sporda oynuyordum. Bu nedenle olayların olduğu saatte sahada antrenmandaydım. Fakat boykotun başlamasından bir gün sonra benim hakkımda da yakalama emri çıkartıldı. İlk başta teslim olmadım. Ağabeyime teslim olmam gerektiğini söylemişler. Olmazsam ağabeyimi 
alacaklarmış. O dönemde evin tek çalışanı ağabeyimdi. Evin geçimini o sağlıyordu. O nedenle gidip teslim oldum. İlk başta Polis İstihbaratına 
götürüldüm. Orada bir gece sorguda kaldım. 

Ardından Askeri İstihbarata teslim edildim. Askeri İstihbaratta “18 yaşındayım ve iyi bir futbolcuyum, beni bırakırlar” diye düşünüyordum ki, bir yüzbaşıya teslim edildim ve gözlerimi açtığımda işkence odasındaydım. 

İşkence gördünüz mü? Neler yaptılar? Biraz bahsedebilir misiniz? 

Tabi tabi herkes gibi ben de işkence gördüm. Türkmenler çok iyi bilir, biz, her zaman emniyetle karşı karşıya kalan insanlardık. Bir gece saat iki sularıydı oturuyorduk, kapı bir gümbürtüyle açıldı. Bizi işkenceye götürmeye geldiler 
sandık ama götürmediler. Ertesi gün polis istihbaratına gönderildim ve serbest kaldım. Çıktığımda yorgundum, işkence görmüştüm ve tek isteğim eve gidip yatmaktı. Eve vardığımda kapı çalındı. Gelen Muhammed İzzet Hattat’ın 
ablasının oğluydu. “Acele et, silahına sarıl Hüseyin Ali’yi öldürmüşler”, dedi. Hüseyin Ali ile aynı yerdeydik. Benim 2 koğuş yanımdaydı. Meğer Hüseyin Ali işkence sırasında ölmüş ve cesedini Televizyon binasının yanında elektrik 
direğine asıp, “televizyon binasını bombalamak isterken elektrik çarptı” demişler. O gece koğuştaki sesler Hüseyin Ali’nin ölümüymüş. Hazırlanmaya 
başladım ki ağabeyim geldi. Birlikte Hüseyin Ali’nin evine gittik. Evlerimiz yakındı. Cenazeyi “şehitlik”e gömeceklerini söylediler ve Kerkük’ün hazır olması gerektiği kararını aldık. Kısa sürede siz deyin beş bin, ben diyeyim on bin kişi toparladık. Hatta kadınlara kabze verdik. Biz yerleştik sokaklara, güvenlik için. Çünkü her şeye hazırlıklıydık. Bir baktık uzaktan bir konvoy geliyor. Yalan olması 20-30 polis arabası. Cenazeyi aldılar götürdüler ve bize teslim etmediler. Ertesi gün kim varsa içeride hepsini bıraktılar. Ben o gece çok düşündüm ve kendimce 
bir tahlil yaptım. Tahlile göre: biz teşkilat değildik ve onlar bizi bir balona benzetti. Balon şimdi patlamıştı. Çünkü rahmetli Hüseyin işkence sırasında ölmüştü ve biz bu duruma suskun kaldık. Şimdi gerçek teşkilat olma zamanıydı. 
Benim de davet edildiğim eski Tisin bölgesinde bir toplantı yapıldı. Toplantı da Türkmen Milliyetçi Hareketinin kurulacağını ve bizimde bu teşkilat içerisinde aktif rol almamız gerektiğine vurgu yapıldı. Teşkilat, Türkmenlerin haklarına 
sahip çıkılacak ve hakların elde edilmesi için mücadele verecekti. Teşkilatın amacı belliydi ve hızla Kerkük’te hareketin yaygınlaştırılması gerekiyordu. Ben de üzerime düşen vazifeyi yerine getirmek için çalışmalara başladım. 
Okullarda teşkilatlar kurduk. Kendi aramızda topladığımız paralarla bildiriler yayınlayıp dağıttık, kendimizi savunma adına silah alımı da yaptık. Teşkilatlanma devam ederken gözler bizim üzerimizdeydi. Bu nedenle ben Bağdat 
polis takımına futbolcu olarak transfer edildim. Üç-dört ay burada oynadıktan sonra dayanamadım ve geri döndüm Kerkük’e. 

Kerkük ve petrol takımlarında futbol oynamaya devam ettim. 1973 yılında Baas Partisi benim de içerisinde yaşadığım mahallede etkinliğini artırdı. 
Etkinliğini özellikle burada artırmasının sebepleri, Petrol şirketlerinde çalışan işçilerin büyük kısmının burada ikamet etmesi, aydın kesimin burada yer alması, nüfusun büyük çoğunluğunun Türkmen olmasıydı. Bu süreçler yaşanırken bizim ilk yaptığımız iş Eskişehir Futbol Takımını kurmak oldu. Antrenman yapacağımız yeri mahalleden insanları toplayıp temizlettirdik, çimleyip mahalle sahası haline getirdik. Şu anda da o saha Spor Bakanlığından aldığım destekle stadyum oldu. Daha önce de anlattığım gibi 1973’de Türkiye’ye gitmek üzere karar aldım ve kaçak yollarla sahte pasaport kullanarak Ankara’ya geldim. Ankara’da Burhan’ı gördüm, kendisi Kerküklü Kilis Belediye Başkanıydı. Şerif Ağabey de oradaydı, o da Kerkük’te petrol şirketinde mühendisti. Türkiye’ye gelmişim ne yapsam diye düşünürken Gençlerbirliğinde antrenmana çıktım. Isparta’ya gidip orada hazırlık 
maçı oynadım, o zaman Gençlerbirliği ikinci ligdeydi ve yerleri de Maltepe’de Vehbi Koç Yurdunun yanındaydı. On beş ya da yirmi gün orada antrenmanda kaldım, tabi bu arada Milliyetçi Hareket Partisine gidip geliyordum. Yani 
hem antrenmana çıkıyor hem de siyasi milli çalışmalarımıza devam ediyordum. Alparslan Türkeş ile görüşmem de bu zaman aralığındaydı ve Bana nasihatleri oldu. Mücadeleye devam etmem gerektiğini söyledi. 

Alparslan Türkeş mi böyle istemişti? 

Evet, onun talimatına göre hareket ettim ve bireysel olarak Türkiye’den nasıl gidebilirim diye düşünürken Habur sınır kapısını geçerken polisler etrafımı sardı ve emniyete götürüldüm. Bir iki gün orada tutulduktan sonra Musul’a gönderildim. Ağabeylerimin o zaman haberleri oldu. Araya birilerini sokarak beni oradan aldırdılar. Antrenmanlara başladım. Yine antrenmanda olduğum gün beni bir istihbarat arabası gelip götürdü. Orada epey bir işkence gördüm. Sonrasında 
beni büyük cezaevine götürdüler. Orada beni dinlenmem ve işkence işlerinin geçmesi için özel bir odaya yerleştirdiler. Çünkü mahkemeye çıkacaktım ve işkence izlerimin geçmesi gerekiyordu. Gider gitmez takatsizdim yattım, 
uyudum. Sabah uyandığımda 50 kişilik bir odada açtım gözlerimi. Kafamı kaldırdığımda 1971 yılında bana işkence yapan kişileri gördüm. 

Kendimi toparladıktan sonra araştırma yaptım ve doğru hatırladığımı anladım. Bir gün ziyaretime ağabeylerim geldi. Onlara içeride düşmanlarımızın 
da olduğunu söyledim. 

Ağabeyim nasihat etti bana ve içeride çok fazla kalmayacağımı söyledi. Ayrıca beni, kendimi toparlamam için ve Türkmen olan hâkimin beni böyle görmemesi 
gerektiği konusunda uyardı. 5-6 gün içeri de kalmıştım. 
Odada bir teneke vardı onu parçaladım ve bir parçasını alıp onların üstüne salladım. biraz arbede yaşadık ve ben başka koğuşa gönderildim. O dönemde oranın merkez genel müdürü bir Türkmen’di ve beni takdir etti. 

Diğer koğuşta 5-10 gün kaldıktan sonra mahkemeye çıktım. Mahkeme bizi serbest bıraktı. Yıl 1974’ün Şubat ayıydı, beni istihbarata çağırdılar 
ve Kerkük’ü terk etmem gerektiğini söylediler. Nasiriye’ye gitmem gerekiyormuş. Bir belge verdiler ve ben Nasiriye’de emniyete teslim oldum. Nasiriye’de bir arkadaşıma rastladım o da Nasiriye takımında oynuyordu. Beni takıma aldırdı ve antrenmana çıktım. 

Ne kadar kaldınız Nasiriye’de? 

1974-1976 arası Nasiriye’de kaldım.1976’nın ikinci ayında maçımız vardı ve biz de maçı kazanırsak finale kalacaktık. Rakibi yenip finale kaldık. 
Kulüp başkan beni çağırdı. Bayram arifesi olduğu için ailemi görmek istediğimi söyledim. Onlar da bana izin verdiler. 3 gün sonra, bir hadise geldi başıma. Sivil polisler geldi ve beni sıkıştırdılar. Tabi biz de çevredeki arkadaşlarla karşılık verdik ve kavga çıktı. Bu olay üzerine beni aramaya başladılar ve bizim bulunduğumuz bölge tehlikeli olmaya başladı. Ben de bir yerden bulduğum silahla havaya ateş edip onların kaçmasını sağladım. Daha sonrasında da Fahrettin isimli bir kişini yardımıyla Kerkük’ü terk ettim. Geri döndükten sonra futbol oynadığım kulübün başkanı vasıtasıyla Kerkük’te yaşadığım bu olay için şikâyette bulundum. Daha sonrasında beni ifade için Kerkük’e çağırsalar da 
yine başkanın yardımıyla ifademi bulunduğum yerde verdim ve bu konu da böylece kapanmış oldu. Daha sonrasında yine birkaç kez gözaltına alındım. Bu esnada bir kere Kerkük’e iki kerede Bağdat’a sevk edildim. Bağdat’ta kaldığım dönemde ciddi manada işkenceye maruz kaldım. 

Bunun sebebi ise Selahaddin kentinde yakılan ve Baas Partisine ait olan kütüphaneydi. Yapılan soruşturmada bu işi benim üzerime yıkmaya çalıştılar. Aile dostumuz olan ve Irak içerisinde nüfuzu olan iki Arap aşireti lideri sayesinde ben bu suçlamalardan kurtuldum. Ama Kerkük’te bulunduğum dönemde beni çok seven Abdulhadi isimli bir polis müdürünün bana gizlice “2 gün içinde beni tekrar gözaltına alacaklarını ve kaçmam gerektiğini söylemesi” üzerine aynı gece Kerkük’ten geçen bir kömür treniyle kaçtım ve Adil Şerif’in yanına sığındım. O da bana kaçmamı ve saklanmamı söyledi. Daha sonra ailemi görmek için eve geldim ama evin de basılmasıyla önce dayımlara sonra da teşkilatın o dönemki 
muhasebecisi olan İsmail Dabbah (Hurma)’ın yanına geldim ve bir süre onda kaldım. Daha sonrasında da Hasan Helvacı’nın yanına gittim. 

Kendisi aynı zamanda teşkilatında ilk kurucularındandı ve çok zengindi. O bana onun yanında kalabileceğimi söyledi ve beni koruyacaklarına dair söz verdi. Daha sonra yine o dönemde teşkilat içerisinde oldukça faal olan Nurettin Bozkurt geldi ve bana on tane pasaport getirdi Türkiye vizesi almak için. Ben de oradakilerin yardımıyla Hamit adıyla sahte bir kimlik hazırlattım. Daha sonrasında önce Musul’a oradan da Telafer’e Hacı Hamza’nın yanında gittim ve orada bir müddet kaldım. Oradan da Türkiye’ye geldim. Bunu da yine orada tanığımız eski bir Türkmen polis müdürünün yardımlarıyla başardık ve daha sonrasında da Türkiye hayatım başladı. Türkiye’ye geldikten sonra Türkmen siyaseti adına neler yaptınız veya ne gibi faaliyetlerde bulundunuz? 

Şeref Abdullah, Aydın Beyatlı, Turhan Ketene, Savaş Avcı ile de özel münasebetlerim oldu. Hepsiyle tartışırdık Kerkük meselesini. Ben artık bu vatana gelmiştim ve vatana ne yapabilirdim diye düşündüm. Kaçak gelmiştim ve emniyet sürekli peşimdeydi. Türk vatandaşlığını ne zaman aldınız? Emniyete alındığım bir zamandı. 

Bir paşa, emniyet müdürü hepsi bir odadaydı. Onlara beni Irak’a gönderecekleri ni söyledim. Bana Türk olduğumu ve yarın mahkemeden sonra serbest kalacağımı söylediler. 

Türkiye’de neler yaptınız? Hangi kurumlarda görev aldınız? 

Ben her zaman siyasi teşkilatta görev aldım. 1985 yılında İstanbul’a yerleştim. 1990 yılında Milli Türkmen Partisinde Muzaffer (Arslan) Beye destek verdim. 
Daha sonra Irak Türkleri Yardımlaşma Derneğinde 1992 senesinde genel merkezde genel yönetim kuruluna, 1993 yılında genel sekreterliğe ve 1994 yılında da genel başkan yardımcılığna seçildim. 1996 yılında da görevi isteyerek bıraktım. 1993 yılında Türkmen Birlik Partisinden istifa ettim. İstifa etmemin 
nedeni yolsuzluk yapılmasıydı. Daha sonra kendi çabamla bir dernek kurdum. Dernekte ciddi çalışmalara ev sahipliği yaptık. 1991 yılında I. Körfez savaşında Türkmenlerden Türkiye’ye çok fazla göç olmuştu. 1976’da Türkiye’ye giriş yapmışsınız. O dönemde Türkmen göçleri nasıl oldu, sebepleri nelerdi? 

Türkiye’ye bizim dönemin ikinci kaçağı olarak 

-Mahir Şimşek’ten sonra- ben geldim. 1991 yılında Türkmen göçlerinin yaşandığı bir zamanda Türkiye’de basında Kürtlerin göç ettiğine dair haberler yer alıyordu. Biz de Türkmen olarak sesimizi duyurmak için Muzaffer Arslan’la bir Türkiye’de yapılmak üzere protesto yürüyüşüne karar verdik. Protesto yürüyüşünün yetkisi bana verildi. Çok kalabalık olmamakla birlikte Kerkük’te Türkmenlere yapılanları kınadık ve yürüdük. Üzerimize ateş açıldı. O zaman iki kişi öldü 1 kişi yaralandı. Akşam haberlerde Kürtler üzerine ateş açıldığı ve 2 Kürdün ölüp, 1 kişinin yaralı olduğu söylendi. Aradık ve durumu düzelttik. Türkiye’de bu iki şehit davamıza Türkleri ortak etti. 

Türkiye’ye büyük göç zamanı ne kadar Türkmen geldi? 

Büyük göç zamanı ben Şemdinli’de karşıladım kafileyi. 

Bir sayı verebilmeniz mümkün mü? 

Kayıtlarda vardır. Çünkü yiyecek, giyecek dağıtıldı. Siz Türkiye’ye uzun zaman önce geldiniz. Türkiye’ye adapte olabildiniz mi? Aynı zamanda siz davanızı unutmayıp 2003 senesinden sonra dönmüşsünüz. Ama benim gördüğüm kadarıyla göçen Türkmenlerin çocukları davalarından uzaklaşmış ve Türkiyelileşmişler. 

Bunun sebebi nedir? 

Biz Türkiye’ye geldik. Çünkü Türkiye’yi seviyorduk ve yardımımız dokunabilirdi. Bana birçok yerden yerleşmem için teklifler geldi ama Türkiye’yi vatan olarak görmüştük. 2003 yılıydı unutmam bir sabah arkadaşım Kerkük’e sabah kahvaltısına çağırmıştı. Mustafa Kemal Yayçılı ile gidecektik ve ben önden gidecektim o da bana yetişecekti. Siz o zaman bölgede miydiniz? Tabi. Siz bekliyordunuz böyle bir durumu yani doğru mu? 
Evet, biz bölgede bekliyorduk. Hatta 2001 yılında beklemeye başlamıştık. Hazırlıklarımızı tamamlamıştık. Kerkük’e geçmeden önce biraz önce sorduğum 
soruyu cevaplar mısınız? 
Türkmenler Türkiye’ye geldiklerinde beni tanımazlardı. Ama ben onlara hep söyledim. Biz Türkmen olduğumuz için bu ülke bize kapılarını açtı. Bugün Türkmenler mühendis olabilmişse, doktor olabilmişse veyahut öğretmen olabilmiş ve aile kurabilmişse Türkiye’ye borçludur. 
Ama birçoğu vergisini ödemiyor. Türkmenler Türkiye’de vatan sahibi oldu. Ülkü Ocaklarının Türkmenlere faydasını hiç unutamam. Bizim çocuklarımız da unutmaz. Ne davamızı ne de Türkiye’nin bize yaptıklarını. Belki sizin çocuklarınız unutmaz ama genel izlenim pek de davayı unutmadıkları izlenimi vermiyor. Örneğin 2007’de Kerkük mitinginde ben çok az genç gördüm. Bu bir kriter değildir. Siz de iş yerinizde toplantılar yaptığınızda herkes gelmiyor. Bu durum 
ilgisizliği ya da davayı unuttuklarını göstermez. 

Çok doğru söylüyorsunuz. Peki, bunun sebebi nedir? 

Bunun sebepleri derneklerde, vakıflarda gençlik kolları yok. Gençlik kollarının kurulup, öğrencileri organize etmesi gerekiyor ve Türkmenler toplantıdan toplantıya görüşüyor. Birbirleriyle sıkı ilişkileri yok. Aslına bakarsak herkesin ailesinden birileri Kerkük’te yaşıyor. Türkmenlerde bir özellik var. Türkmenler kendilerini çok severler. 1918 yılından bugüne Türkmenler kötü şartlarda yaşadılar. Özellikle 1963’den bu yana ciddi bir kan kaybı yaşadılar. Özellikleri, kültürü gibi… 
Burada yapılan hiçbir şey bölgeye yansımıyor diye sıkıntı duyuyordunuz değil mi? Ondan çok şikâyetçiyim. Mesela geçenlerde “geleceğin siyasetçisi” başlığı altında bir sürü genç toplantıya getirildi. Toplantıya gelen çocuklar ya da konuklar hepsinin hısımı, akrabası. Yani sanki dava tüm Türkmenlerin değil, kişilere mal ediliyor. 

Ben bu konu üzerine birkaç fikir ortaya attım. Öğrenciler lise–2 sınıfından sonra sınava alınsın. Teşkilatlarda sorumluluk verilsin. Böylece sürecin nasıl işlediğine dair fikir elde etsin. 

Mesela geçenlerde bir öğrenci geldi, Türkmen kontenjanından. Oturuyoruz, “ ben Türkmen falan bilmem, Irak’lıyım. Türkmen diye bir şey yok” dedi. 
Hayretler içerisinde baktık ve Türkmen kontenjanında okuyan diğer öğrencileri araştırdığımızda maalesef sonuç parlak değildi. 

Bizim getirdiğimiz öğrenciler sadece okul bitirdi. Gelişim göstermedi. Yetişmiş eleman eksikliği. Belki de bütün sıkıtı buradan kaynaklanıyor. 
Akraba, arkadaş göz önüne alınarak işler yürütülmeye çalışılıyor. Ben onlar olmasın demiyorum. Onlarda olsun ama bildikleri konularda pozisyon belirlensin. Böylece işler istikrarlı yürüsün. Siyasetle teşkilat birbirinden ayrıdır. Bizim 
ciddi bir teşkilatlanmalarımız vardı. Irak’ta günlerce bunların üzerine kafa yoruyorduk. 

2003’den sonra teşkilatlanmayı nasıl yaptınız? 

Teşkilat sistemini yaşadık. Bana siyaseti sorarsanız anlamam ama teşkilattan anlarım. Şu anda ne kadar kuruluş varsa bizim çatımız altında kuruldu. Ondan sonra bizden ayrıldılar ve sonuç olarak da şimdi başarılı olamadılar. Ama biz 
sorumluluk alıyorduk, haftalık çalışmalar yaptırıyor, rapor istiyordum çalışanlardan. Raporları oturup değerlendiriyorduk. Hatalar yapılabilir ama hataların tekrarı kabul edilmemeli. Başka adam mı yok onun yerine bu işi yapabilecek. Türkiye’de çok iyi kişiler yetişmiş onlarla da çalışılabilir. 
Ayrıca bir öğrenci sınıfta kalmış ama hala kontenjanlardan yararlanıyor. 

Bu çocuk nasıl sınıfta kalır. Kalmasının sebebi nedir? O zaman bize Türkmen Milliyetçi Hareketi ile ilgili bilgi verebilir misiniz? 

2003 sonrası nasıl bir teşkilatlanma yapısı hazırladınız? 2003 yılından önce teşkilatımızda önceliğimiz halktı. Elimizde tüzüğümüz de dâhil olmak üzere her şeyimiz hazırdı. Teşkilatlanma süreci başladığında ilk işimiz yandaşlarımızı toplamak oldu. Okullarda gençlerle konuşup örgütsel yapımızı güçlendirdik. Ardından mahalleleri örgütledik. Böylece okullardan başlayan dava yandaş   larımız mahallelerde de örgütlendi. Mahallelerden sorumlu kişileri belirledik. Böylece mahalle istihbaratı toplayabilecektik. Şu anda da Kerkük’te 10 mahalle muhtarını biz tayin ettirdik. 

Peki, bu bize ne gibi avantajlar sağlayacaktı. 

Avantajı çok, çünkü Türkmen sahasında mahalle önemlidir. Bizim için birinci etapta öğrenci hareketi, ikinci etapta askeri teşkilatlanma ve üçüncü etapta da mahalle teşkilatı önemlidir. 

Biz bu başlıklar altında projelerimizi oluşturduk ve çalışma modellerimizi belirledik. 

Teşkilat ne demektir? 

Teşkilat istihbarattır. İstihbaratı sağlam olmayan teşkilat ne siyaset yapabilir ne de varlığını devam ettirebilir. Bilgi olmadan siyaset yapılamaz. Bilgiyi sağlayan iyi bir teşkilatlanmadır. 
Bizim burada başarılı olmamızı sağlayan unsur bir anda birçok insanı toparlayabilme kapasitemizin yüksek olmasıydı. Biz her gece 10’ar kişilik nöbetçiler yerleştirirdik. Nöbetçilere eğitim verirdik. Örneğin, uykusuz kalma, bir gün boyunca yemek yememe, gerekirse aynı tabakta aynı kaşıkla yemek yeme gibi.

 Böylece siz Türkmenlerin kendini savunması için bir güç oluşturmaya çalıştınız? 

2004’te biz bir boykot yaptık. Bu boykot Irak tarihinde bir ilkti. Dünya basını bundan bahsetti. 
Bu boykot sonrası Irak anayasasında Türkmen adı geçti. Biz ölümü göze aldık. Bağdat’a Amerikan askerlerinin giriş yaptığı kapıyı kapattık. 
Hiçbir Kürt içeri giremedi. Neden bunlar Türkmen davasında gündeme gelmiyor. Bizi gündeme dövüldüğümüzde, basıldığımızda, işkence gördüğümüzde gündeme getirdiler ama biz yaptığımız işlerle gündeme gelemedik. Bunu takip 
eden zamanda öğrencilerimiz Milli Eğitim Müdürlüğünde boykot yaptılar. Milli Eğitim Müdürlüğünün kapıları kapatıp kimseleri içeri almadılar. 3 gece dışarılarda yattılar. 

Kaymakamlık meselesinde de siz aktif miydiniz?

Kaymakamlık meselesinde yürüyüşü biz organize ettik. Yürüyüşün korunması bize aitti. Biz korumasaydık yürüyüş olmazdı. Her sokak başına 10 kişi koyduk. ITC’nin 4. Kurultayında da biz araya girdik. Konuya Milliyetçi Hareket el koymuştu. Kargaşa çıkmaması için önlemlerimiz almıştık. Saadettin Ergeç büroyu terk etmiş eve gitmişti. Daha sonra yönetim kurulunda bazı kişiler ITC’nin Genel Merkezi’ne el koydu. Sonra ben oraya gittim ve Sadettin Ergeç’i çağırdım. “Ben burada olduğum sürece hiç kimse sana dokunamaz” dedim. Sonra herkes gitti oradan. 

Bu olay 2008’de mi olmuştu? 

Evet. Şubat ayıydı sanırım. 

Sizin sahadaki temel amacınız o halde siyaset yapmak değildi. 

Hayır değildi. Hala da değil. Bizim temel amacımız şudur: İyi eğitimler vererek herhangi bir Türkmen’in Türkmen Milliyetçi Hareketi içinde görev yapmalarını sağlamak. Anlayacağınız Türkmen davasının fikri sağlam temeller üzerine 
kurulursa, insanlar yetiştirilebilinirse çok daha iyi hizmet verilebilir. Ama şu an da Türkmen davası profesyonel bir memur zihniyetiyle idare ediliyor. Herhangi biri Kerkük’e geldiğinde orada teşkilatlanmayı yapmak gerekir. Her yerde 
idari sorumlularımız var. Kapıların kapalı olmaması gerekir. 

Şu anda da aynı yapıya devam edebiliyor musunuz? 

Evet, ediyoruz. 

Türkmen siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Siz son seçimleri başarılı buluyorsunuz. Ancak ben böyle düşünmüyorum. Çünkü Kerkük’te Türkmenler ne kadar uyandı? O zaman “Kerkük’te tek liste çıkaralım, diğer yerlerde nasıl istiyorsanız öyle yapalım” dedik. Fikrime saygı duyuldu. Adalet Partisi katılmadı bize. Partileri bir araya toplayarak durumu bildirdik. Bize 
döneceklerini söylediler. Ama bizim yaratmaya çalıştığımız avantajı kullanamadı lar.

Nüfus meselesiyle ilgili olarak ne düşünüyorsunuz? 
Irak’ta nüfusumuz az gösterilerek meclisteki etkinliğimiz azaltılmaya çalışılıyor. Bunlar için neden bir şeyler yapılmıyor? 

Türkmenler bütün partileri bir araya toparlayıp bir liste çıkarsaydı çok daha iyi olurdu. Böyle bireysele oy kullanıldı. Yine de bu seçim bir adımdı ve daha iyi sonuçlara ulaşacağız. Daha iyi sonuçlar için de halkla olmak gerekir. Halka 
fil dişi kulelerinden bakmak sağlıklı değil. Ayrıca Türkiye’nin hep Türkmenlerin arkasındaki desteğini de ortaya koymak lazım. 
Son soru olarak size ne bir siyasetçi, ne bir parti başkanı ne de bir Türkmen dava adamı olarak değil de sadece bir Türkmen gözüyle Türkiye’den ne bekliyorsunuz? Bize destek verdi bunu inkâr edemem ama zihni açık tutamadı. Davanın devamı niteliğinde adam yetiştirmedi. Örneğin, İran Necef’te bir 
fuar yaptı. Türkiye neden yapamadı. Olay sadece okula gitmek değildi. Gençlerin iyi yetişmesi gerekiyordu. Türkiye Türkmen davasına destek vermek istiyorsa elini taşın altına sokacak. Irak böyle gitmez. Elde edilen 2 tane bakanın Türkmen davasına ne kadar faydası olur. Geleceği düşünüyorsan geleceğin kadrosunu yetiştirmek gerekir.Türkmenlerden bir tane dava adamı yürütecek 
insan yok. Türkmenleri paraya alıştırdılar. Türkmen davasında adım atmak gerekiyorsa önce bunun kırılması lazım. Sonra gerisi gelir zaten. 

Biz çalışmalarınızda başarılar diliyoruz. Ben de size teşekkür ediyorum.



TÜRKİYEDEKİ IRAK TÜRKMENLERİ ORSAM SÖYLEŞİLERİ BÖLÜM 7

TÜRKİYEDEKİ IRAK TÜRKMENLERİ ORSAM SÖYLEŞİLERİ BÖLÜM 7


ORSAM: Öncelikle bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Türkiye’ye gelemeden önce Irak’ta durumuz nasıldı, orada ne işle meşguldünüz ve Türkiye’ye hangi dönemde Türkiye’ye geldiniz ve Türkiye’ye geliş sebebiniz neydi? 

              Adil Selbi9*: 
9*. Irak Türkmen Cephesi Türkiye Temsilciliği Enformasyon Sorumlusu Adil Selbi 31 Ağustos 2010

Öncelikle bize burada konuşma fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederiz. Irak’ta Saddam Hüseyin döneminde lise öğretmeniydim ve bu görevimi 12 sene öncesine kadar sürdürdüm. 

Nerede öğretmenlik yaptınız? 

Telafer’de İngilizce öğretmenliği yaptım. 1998 yılında Telafer’deki arkadaşlarla ve milliyetçi Türkmenlerle birlikte teşkilat çalışmalarına katıldım. 
Hala da bağlantılarım devam etmektedir ve arada bölgeye gidip gelmekteyim. Tüm bu çalışmaların sebebi Irak’taki Türkmen davasına destek olmaktı. 
Biz o dönemde de geleceğe yönelik ümitliydik ve Saddam Hüseyin rejimini sona yaklaşmakta olduğunu düşünmekteydik. Ayrıca Saddam dönemi sonrası Türkmenlerin de Irak’ın geleceğinin şekillenmesinde önemli bir rol oynayacağını biliyorduk. Bundan dolayı 2000’den 2003’e kadar çalışmalarımızı gizli yürüttük. 
2003’te Saddam rejiminin son bulmasıyla Erbil’deki Türkmen Cephesi ile de birlikte hareket etmeye başladık. Biz o dönemlerde yoğun bir şekilde çalışmalarımıza devam ettik. Ama Saddam sonrası dönemde insanların çoğu Saddam döneminin bittiğine inanamıyorlardı ve yine Saddam döneminde yapılan baskılarında Türkmen halkı üzerinde çok olumsuz etkileri olmuştu. O dönemde oluşan korkular bugün hala kendisini hissettirmektedir ve Türkmen gruplar ortak bir karar alamamaktadırlar. Saddam dönemindeki baskılar yoluyla Türkmen kimliğini gizleyenler yeniden demokratik bir yapının oluşmasıyla kendi öz kimliklerine dönmeye başladılar. İnsanların içindeki korkuyu gidermek ve kendi öz kimliklerine dönemlerini kolaylaştırmak için yoğun şekilde çalışmalar oldu. Buna bağlı olarak Türkmen Cephesi binası yapıldı. 
Ben de Musul’da temsilci yardımcılığı yaptım. Hangi yılda bu faaliyetlerinize başladınız? 2001 yılında Musul’da Türkmen Cephesi’nin bürosunun kurulmasıyla siyasete girdim. Türkmen Cephesi Musul’da tam olarak ne zaman kuruldu? Tam olarak kurulması Saddam Hüseyin dönemi sonrası yani 2003’te oldu. Hemen arkasından Ferit Said Abdullah Telafer bölge sorumluluğuna seçildi. O dönemde ben siyasi sorumlu olarak görev yaptım. Doktor Ferit 2004’te Kerkük yolu üzerinde geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Bunun üzerine Yaşar Abdullah görevi devraldı ve işlerimize aynı şekilde devam ettik. 2005 yılına kadar Irak Türkmen Cephesi bu bölgede sayısız sosyal, kültürel ve siyasal faaliyetlerde ve yardımlarda bulundu. 2003’ten 2005’e kadar karşımızda başka partilerin olmasına rağmen çalışmalarımıza devam ettik ve Irak Türkmen Cephesi bu partiler arasında en etkili olanıydı. 

Ama yine o dönemde Telafer’de siyasi anlamda bir sıkıntı yaratıldı. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Telafer’de yaşayan insanlar Saddam döneminde yapılan baskılar sonucu henüz siyası anlamda kendini ifade edebilecek seviyede değildi. Bundan dolayı birçok farklı siyasi parti kuruldu. 

Ayrıca Kuzey Irak partileri için de bu bölge çok önemliydi. Bu partiler Telafer’i siyasi anlamda ele geçirmeye çalıştılar, ama başarılı olamadılar. 
Bütün bu gelişmeler o dönem basına da yansıdı. İşte bu olaydan sonra Telafer üzerindeki baskılar artmaya başladı. Farklı şekillerde bu bölgede huzursuzluk yaratmaya çalıştılar. Daha sonrasında Şii-Sünni ayrımını körüklediler. Ama Telafer’deki insanlar veya aşiretler aralarındaki mezhep farklılıklarına rağmen uzun zamandır birlikte barışçıl çerçevede yaşamışlardır ve aralarında ayrıca akrabalık bağıda bulunmaktadır. Aynı aşiret içerisinde Sünni ve Şii olan insanlar bulunmaktadır. Bundan dolayı yaşanan olaylar arkasında başkalarının olduğuna inanmaktayız. 
Çünkü eğer gerçekten böyle bir Şii-Sünni meselesi olsaydı, bunun yıllar önce ortaya çıkması gerekirdi. 

Siz ne zamana kadar Telafer’de öğretmenlik yaptınız? 

Ben 2005 yılına kadar orada öğretmenlik yaptım. Daha sonrasında ne oldu? Daha sonra durum daha da kötüleşti. 2004’te Amerika Telafer’de büyük bir askeri operasyon yaptı. Biz bu operasyondan sonra Telafer’e geldiğimizde durum gerçekten kötüydü. Birçok farklı gruplaşmalar ortaya çıkmıştı. Aynı zamanda Amerika’nın bu bölge üzerindeki baskısı devam ediyordu. Ama en önemlisi 2005 yılına geldiğimizde Telafer bölgesinin tamamen peşmergenin silahlı birlikleri tarafından kontrol edildiğini gördük. Telafer’den başka şehirlere gitmek iyice zorlaşmıştı. Irak Türkmen Cephesi çalışanlarına yönelik suikast saldırıları oldu ve birçoğu da tutuklandı. Biz Irak Türkmen Cephesi olarak tüm bu yaşananlara rağmen Telafer’de barışı sağlamak mücadele ettik. Kürt yetkililerle ve Amerikalılarla görüştük ama bir sonuç alamadık ve tüm bu yaşananların birileri tarafından planlandığını düşünüyorduk. 

2005’ten sonra ne yaptınız? 

2005’teki operasyondan sonra artan baskılar nedeniyle Musul şehrine geçtik ve orada geçici bir merkez kurduk. 

Siz yalnız mı gittiniz? 

Hayır. Tüm ekip olarak Musul’a geçtik. Peki ailelerinizle birlikte mi gittiniz? 2004’ün Eylül ayından itibaren yaşanan olaylar sebebiyle Telaferliler aileleriyle 
birlikte göç etmeye başladı. 

Ne kadar insan bu süreçte göç etti? 

2004 yılı Eylül ayı itibariyle göçler başladı. Daha sonrasında dönenler olsa da 104 aile geri dönmedi. Peki sizin kaldığınız dönemde Musul’da ne kadar aile vardı? 2005 yılında Irak ordusu tarafından yapılan baskılar sonucu birçok insan her şeylerini bırakarak çeşitli bölgelere, tanıdıkları veya akrabalarının yanlarına taşındılar. Bu arada birçok aile de Musul’a göç etti. Tabi bunun altında yatan birçok sebep vardı. Mesela bölgede bir çatışma olsa Amerikan askerleri sebepsiz yere birçok insanı tutukluyordu. Ayrıca diğer siyasi gruplarında baskıları devam ediyordu. Ama en önemli sebep işsizliğin yaşanan olumsuz olaylara paralel 
yükselmesi ve ekonomik hayatın neredeyse tamamen durmasıydı. Su ve elektrik kesintileri oluyordu. Bunun haricinde Telafer’in tamamın askeri anlamda kuşatılmıştı. Giriş ve çıkışlar belli saatlerde mümkündü. Memurların %50’si her gün Musul’a gidip geliyordu. Tüm sebeplerden ötürü Musul’a yoğun bir göç yaşandı. Bizim yaptığımız sayımlarda 5000 aile tespit ettik. Bu 5000 aileden hariç başka bölge ve şehirlere göç edende çok aile oldu. Bu aileler arasında hem Sünni hem Şii olanlar vardı. Burada benim asıl dikkat çekmek istediğin uygulanan yanlış politikalardır. 
Bu bölgede güvenliği sağlamak adına kontrolü Kürtlere verdiler. Terörü durdurmak için birçok tutuklamalar yaptılar. Arada suikastlarda yaşandı. 

Peki siz bu dönemde neler yaşadınız, ne gibi sıkıntılarınız vardı? Bize biraz bu konulardan bahsedebilir misiniz?

Ben kendi adıma konuşmam gerekirse, yaşadığımız sıkıntılar büyüktü. Para kazanabileceğimiz noktalar tamamen peşmerge kuvvetleri denetimindeydi. 
Ayrıca biz Irak Türkmen Cephesinde çalıştığımız için isimlerimiz onlarda kayıtlıydı ve sürekli aranmaktaydık. Evimiz tam Telafer Hastanesinin karşısındaydı. 
Bazen evden dışarı çıkmamıza dahi mani oluyorlardı. Çalışamıyorduk ve bu durumdan dolayı insanlar göç etmeye başladılar. Bizde bu dönemde göç etmek zorunda kaldık. Sürekli çatışmalar yaşanıyordu. Bizde o dönemde Hasanköy’de yaşıyorduk ve burada çok kişi yaşanılan çatışmalarda yaralandı veya öldü. 
Peki siz bu dönemde nasıl zorluklarla mücadele ettiniz? Nasıl göç ettiniz? Ailenizi nasıl götürdünüz? 

Musul’da ablalarım olduğu için Musul’a göç ettik. Daha sonrasında ailemi de Musul’a getirdim. O dönemde Telafer’de yaşayanların evlerini taşıması yasak olduğu için biz ilk başlarda misafir olarak Musul’da kaldık. Bu arada tabiki büyük zorluklar yaşadık. Ama benden daha zor durumda olan binlerce insan vardı. Ben şanslıydım, çünkü Musul’da akrabalarım vardı. Ayrıca Musul’daki Irak Türkmen Cephesi üzerinden de birçok bağlantılarım vardı. Telafer’den gelen Türkmenlerle birlikte Irak Türkmen Cephesi için çalışmaya devam ettik. Burada her şeye yeniden başladık ve bu başlangıç birçok zorlukları da beraberinde getirdi. 2006 yılı Ocak ayında Irak Türkmen Cephesi içindeki seçimlerde ben Musul bölge sorumluluğuna seçildim. Amacımız bu bölgede yaşayan Türkmen halkını haklarını savunmaktı ve bu mücadelemiz sırasında çok kişi yaralandı ve öldü. Çok sayıda şehidimiz bulunmaktadır. Saddam döneminde de Türkmenler hep dürüst yaşamış ve görevlerini yerine getirmiş bir milletir. Saddam dönemi sonrasında da biz haklarımızı korumak için çalışmaya devam ettik. Bu çerçevede Türkmen köylerinin meseleleriyle ilgilendik. Birçok projeyi hayata geçirdik. Amacımız Türkmen halkının sesini duyurmak ve meselelerini çözmekti. 

Görev sürenizde Musul’da ne gibi faaliyetlerde bulundunuz? 

Bu dönemde biz gerçekten çok yoğun çalıştık. Sürekli halkımızın sorunlarıyla ilgilendik ve bu dönemde Musul’daki teşkilatımız Irak genelinde en aktif çalışan bölümdü. Gençlerin eğitimi için kurslar açtık. Sürekli konferanslar ve seminerler düzenledik. Diğer sivil toplum örgütleri olsun, Musul valiliği olsun birçok farklı kesimle bağlantılar kurduk ve ortak projeler ürettik. 2006-2007 arasındaki çalışmalarımız halkımız tarafından da takdirle karşılanıyordu ve ne zaman bir sorunları olsa bize geliyorlardı. Biz de elimizden geldiği kadar onlara yardım etmeye çalışıyorduk.

Peki Türkiye’ye gelişiniz nasıl oldu? 

Musul’daki çalışmalarımız diğer gruplarında dikkatini çekti tabiî ki. Bizi kontrol etmeye başladılar. Biz yinede çalışmalarımıza devam ettik ve temsilciliğimizin olmadığı köylerde de temsilcilikler açmak için çok çaba sarf ettik. Bu arada tüm bu baskılara rağmen biz çalışmalarımıza devam ettik. Ayrıca bir radyo kurduk. İl Meclis seçimleri öncesi çalışmalarımızı hızlandırdık. Tabiî ki bu çalışmalarımızı bozmak için de birçok girişim oldu. Türkiye’ye gelişiniz nasıl oldu? Çünkü o dönemde çeşitli yollarla Türkiye’ye çok Türkmen geldi. Bizim Musul’da her sene düzenlediğimiz bir festivalimiz vardı. Biz bunun hazırlığıyla uğraşırken bazı duyumlar aldık. Bölgedeki yönetim bizim faaliyetlerimizi engellemek veya durdurmak için hakkımızda bilgi toplamaya başlamıştı. Bu şekilde üzerimizde baskı kurmaya başladılar. 
Bu dönemde Telafer tamamıyla Kürt yönetiminin kontrolü altındaydı. Ellerindeki silahlı güçler, sahip oldukları parasal kaynaklarla ve destekledikleri siyasi oluşumlarla bizim çalışmalarımızın karşısındaydılar. Yine bu dönemde teşkilatımızda çalışanlar üzerine iftiralara atıldı. 
Hatta Musul’da yaşayan üyelerimizin Telafer’de sorun çıkardıkları gibi inanılması güç olan iftiralar atıldı üzerimize. Bütün çalışmaların arkasında eski Musul valisi yardımcısı vardı ve kendisi Kürttü. Tüm Musul bu adamın kontrolü altındaydı ve vali sadece ismen orada bulunuyordu. 
Onun hakkında birçok şikayet olduysa da kimse ona bir şey yapamadı. Onun emriyle hakkımda tutuklama kararı çıkartıldı. 

Peki siz ne yaptınız? 

9 Temmuz 2007’de evden Irak Türkmen Cephesi binasına giderken yolda beni polisler durdurdu. O bölgenin polis müdürü de ordaydı ve ben kendisini de iyi tanıyordum. Çünkü bizi Musul’da herkes tanırdı ve kimseye bir zararımızın olmadığını bilirdi. O bana hakkımda valinin emriyle tutuklama kararı olduğunu üzülerek söyledi. Çünkü kendisi de çok iyi biliyordu ki biz herkese yardım için çalışıyorduk. Ben o dönem valiyi de çok iyi tanırdım ve kendisiyle hep Telafer’den gelen göçmenlerin sorunları hakkında görüşürdüm. Polis müdürü bana gelmemi söyleyince ben şaşırdım. Çünkü normalde Musul’da parti çalışanları öyle tutuklanmaz. Eğer haklarında dava açılmışsa veya karar çıkmışsa ancak o zaman tutuklanırdı. Ama benim hakkımda sebepsiz yere tutuklama kararı çıkmıştı. 
Ben ısrar edince polis müdürü valiyi aradı ve vali ona beni tutuklamasını ve Amerikalılara teslim etmesini söyledi. Bunun üzerine ben çok şaşırdım ama polis müdürü beni tanıdığı için gitmeme göz yumdu ve ben o arada tanıdıklarımın yanında kaldım. Daha sonra bizim folklor takımımız Yalova’da bir festivale katılacaktı. 
Onlarla beraber Suriye üzerinden Türkiye’ye geldim. Bu olay üzerine Musul valisi oldukça sinirlendi ve ben bu dönemde çok zorluklar çektim. 
Bu arada hep Irak’a geri dönmeyi düşündüm. Çünkü ailem hala ordaydı. 

Bu olaydan sonra orada aileniz üzerine herhangi bir baskı uygulanmış mı? 

Direkt olarak bir baskı oluşmamış ama ailem kardeşlerimin yanında kalırken evimize baskın yapılmış ve evim ve arabamı yakmışlar. Bu olay tam olarak 2007 yılı Ramazan ayında benim tekrar Musul’a geleceğimi söyledikten sonra, gelmeme 2 gün kala oldu. 

Peki aileniz nasıl Türkiye’ye geldi? 

Ben Türkiye’ye geldikten sonra ailem orada büyük zorluklar yaşamışlar. Telafer’den Musul’a gelip yeniden başladığımız hayat bu olaydan sonra tamamen yıkılmış oldu. Sahip olduğumuz her şeyi yakmışlar hatta okula giden çocuklarımın okul çantalarını bile. 

Kaç çocuğunuz var? 

4 Çocuğum var. 

Çocuklarınızın kaçı o dönemde okula gidiyordu? 2 tanesi o dönemde okula gidiyorlardı. 2 tanesi henüz okul yaşında değildi. Bu olaydan sonra 
Irak’a geri dönme fikrimi değiştirdim. Benimse tek istediğim Irak’ta kalmak ve insanlarıma hizmet etmekti. Ben Türkiye’ye geldikten sonrada beni sürekli aradılar Musul’dan. Onlar da geri dönmemi istiyorlardı. Ben de bu davanın sadece bir kişiye bağlı olmadığını ve Türkiye’de olsam da elimden gelen her şeyi yine yapacağımı söyledim. Daha sonrasında aileme vize aldım ve Irak’taki dostlarımın da yardımıyla ailem Türkiye’ye geldi. Özellikle biz Telafer’deyken maddi durumumuz gerçekten iyiydi. Musul’a geldiğimizde biraz zorlukta çeksek, 
diğer insanlara göre durumumuz çok iyiydi. Ama Türkiye’ye geldikten sonra yeni bir hayat kurduk. Tabiî ki bu da kolay olmadı, çünkü Türkiye’de de sıfırdan hayat kurmak kolay değil. 

Her şey Irak’a oranla daha pahallı. Peki Türkiye’de hangi statü ile kalıyorsunuz? 

Burada sadece oturma izniniz mi var ya da çalışma izniniz de mi var? Ben Türkiye’ye ilk geldiğimde 1 senelik oturma izni aldım. Daha sonra ailem geldiğinde onlara da kendi üzerimden oturma izni çıkarttım. 

Oturum iznini nasıl aldınız? Irak Türkmen Cephesi üzerinden aldık. Çünkü ben 1998 yılından itibaren bu teşkilat için birçok görev yaptım ve en son Musul bölge sorumlusuydum. Bundan dolayı da teşkilat içinde tanınan birisiydim.

Yani size bir öncelik tanındı? Evet. Teşkilat içinde aldığım görevler olsun, hem de Irak’ta yapmış olduğumuz çalışmalar yoluyla herkes bizi tanıyordu. Nasıl çalıştığımızı herkes biliyordu. 

Türkiye’de ne gibi sıkıntılar çektiniz? Beni en çok zorlayan şey Irak’ta alışmış olduğum çalışma düzeninin, yani her zaman yapmış olduğum işleri burada yapamamam ve pasif kalmam oldu. Ayrıca buradaki teşkilatında bize karşı soğuk davranması bizi çok üzdü ama ITC Başkanı Saadettin Ergeç Bey beni hep teselli etti ve destek oldu ve bize Irak Türkmen Cephesi üzerinden bir maaş bağladılar. Bizde bu şekilde kendi hayatımızı sürmeye başladık. 

Sizinle beraber gelen başka aileler oldu mu? Veya 2005’te Telafer’de yaşanan olaylardan sonra Türkiye’ye göç eden sizin bildiğiniz veya tanığınız aileler var mı? 

Genelde Telafer’den Türkiye’ye gelen fazla olmadı çünkü Telafer kökenli olup da Türkiye’de yaşayan çok azdı. Birçok insan da bundan dolayı ve oturma izni alamama gibi korkulardan dolayı Türkiye’ye gelmedi veya gelemedi. Ama benim bildiğim 3-4 aile var. Onlar da Birleşmiş Milletler üzerinden sığınma başvurusunda bulundular. Benim duyduğum kadarıyla onlar da çok sıkıntı çekiyorlarmış. 

Peki aileniz Türkiye’ye uyum sağlayabildi mi? 

Temmuz 2007’de ben Türkiye’ye geldim ve ailem Kasım 2007’de geldi. 4 çocuğumun 2 tanesi Irak’ta okula gidiyorlardı. Ama Türkiye’de sadece 
bir tanesi okula devam edebildi. Diğer çocuğumun evrakları olmadığı için hemen kayıt yaptıramadık. Ama Milli Eğitim Bakanlığının da desteğiyle tüm denklik işlemlerini hallettik. Çocuklarımın 3-4 ayda okula alışacaklarını söylediler. Okula gittikçe Türkçeleri de gelişti. 

Çocuklarınız başlangıçta çok sıkıntı çektiler mi? 

Evet, başlangıçta çok zorluk yaşadılar. Çünkü Türkmen Türkçesi biliyorlardı ama zamanla alıştılar ve şimdi hiçbir sorunları kalmadı. Şuan 3 çocuğum okula gidiyor. 

Maddi sıkıntı çektiniz mi? 

Hayır, maddi sıkıntımız olmadı. Peki eşiniz Türkiye’ye uyum sağlayabildi mi? Eşim sadece Türkmen Türkçesi bildiği için başta o da biraz sorun yaşadı. 
Ayrıca komşu çevresiyle de fazla ilişkisi yoktu. Daha sonra çocukların Türkçesi ilerledikçe onun ki daha iyi olmaya başladı. Daha sonra taşındık. Yeni taşındığımız yerde komşularımızda bizimle çok ilgilendi ve bu şekilde eşimde yeni bir çevre edindi ve Türkçesi daha da gelişti. Hatta onun Türkçesi belki 
benimkinden daha iyi olduğunu söyleyebilirim. 
Bu şekilde hayatımıza devam ediyoruz. Ben de yeniden Irak Türkmen Cephesi Türkiye temsilciliğin de görev almaya başladım. 

Şu an ki göreviniz nedir? 

İlk önce Telafer-Musul koordinatörlüğü görevini üstlendim ve şu an bu görevimin yanında idari temsilcilikte yapmaktayım. Ayrıca internet sitemiz ile de ilgilenmekteyim ve bunun yanında danışmalıkta yapmaktayım. Benim için önemli olan zaten çalışmak. Ne görev aldığım önemli değil. 

Geri dönmeyi düşünüyor musunuz? 

Bu soruya cevap vermeden önce söylemek istediğim bir şey var. Benim Türkiye’de gözlemlediğim, buradaki Türkmenlerin farklı çatılar altında 
toplandığı ve farklı çalışmalar yürüttüğü. Oysa Irak’taki Türkmenler hep birlik içerisinde ve tek ses olma gayreti içindeler. Ayrıca Türkmenleri beklentisi sadece onları dinleyecek birisinin olması. Bende sürekli oradaki köylerin ziyaret edilmesi ve halkla diyalog kurulması gerektiğini vurguluyorum. Ama bizim oradaki arkadaşlarımız henüz bunları başarmış değiller. Benim Türkiye’de bulunduğum süre içerisindeki amaçlarım ilk olarak buradaki görevimi elimden geldiği kadar iyi yapmak ve ikincisi yine elimden geldiği kadar buradan bölgeye yardım göndermektir. 
Amacımız genel olarak Türkmen halkını her alanda desteklemektir. Ben de Türkiye’de bulunduğum bu süre içerisinde Ortadoğu’nun en önemli ülkelerinden birisi olan Türkiye’nin tecrübelerinden faydalanmak ve yeni şeyler öğrenmek için mücadele ediyorum. Türkiye’den öğrenebileceğimiz gerçekten çok şeyler var. 

Bir gün geri dönmeyi düşünüyor musunuz? 

Tabiî ki düşünüyorum. Eğer ortam yeniden müsait olursa geri dönerim. Aileniz bu konuda neler düşünüyor? Açık konuşmam gerekirse ne eşim ne de çocuklarım geri dönmek istemiyorlar. Çünkü Türkiye’deki hayata iyice alıştılar. Yaklaşık 2,5 senedir buradayız ve hepsi burada yeni bir hayata başladılar. 
Irak’ta ise hala ne güvenlik var ne de temel ihtiyaçları gidermek mümkün. 

Bu söylediğiniz olumsuzluklar ortadan kalksa geri dönmeyi düşünür müsünüz? 

Onu şu an bilemem. Gidip görmem lazım. 

Özlediğiniz şeyler var mı? 

Eşim oradaki akrabalarını, komşularını ve arkadaşlarını özlüyor ama çocuklarım tamamen alıştı buraya. 

Çocuklarınızın Türkmen davasına bakışları nasıl? Onlarda sizin gibi bu dava için çalışmak istiyorlar mı? 

Büyük oğlum benimle hep büroya gelir. Ayrıca evde Türkmen televizyonunu seyrediyorlar ve sürekli gelişmeleri takip ediyorlar. 

Türkiye’de faaliyet gösteren diğer Türkmen kuruluşlarıyla görüşüyor musunuz? 

Tabiî ki diğer grup ve derneklerle de görüşmekteyiz. 

Peki size karşı tavırları nasıldı? Sizi kabullendiler mi? 

Bu konuda hayal kırıklığına uğradığımı söylemek zorundayım. Bana karşı neden böyle davrandıklarını bilmiyorum ama Telaferli olduğum için beni kötülediler. Beni en çok üzense bunun kendi insanımızdan gelmesi. Diğer milletlerde bu durum söz konusu değil ve ben hayatım boyunca bu dava hizmet etmiş bu dava için çalışmış birisiyim. Burada bu tartışmalar yaşanırken bölgedeki insanımız sıkıntı çekmeye devam ediyor ve biz Irak’tayken asla böyle bölgesel bir ayrım yapmadık, ama burada maalesef bu ayrım yapılmaktadır. 

Türkmenleri geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz ve Türkmenlerin Türkiye’den beklentileri nelerdir? 

Ben Irak Türkmen Cephesi adına konuşmam gerekirse, biz Saddam Hüseyin döneminde çalışmalarımıza başladık. Telafer, Musul ve Kerkük’te yoğun çalışmalarımız oldu çünkü Türkmen nüfusu bu bölgelerde yoğun olarak yaşamaktaydı. Ama maalesef Türkmen Cephesini genişletemedik. Bunu bir hata olarak kabul edebiliriz. Ama biz hep Türkmen Meclisi’ne bağlı olarak çalıştık ve bu Meclis tüm partileri kontrol eder. Ama meclis bünyesinde çalışanlar maalesef her zaman doğru kararlar alamadı ve aldıkları kararları uygulayamadılar. Biz de Irak Türkmen Cephesi olarak tam organize olamadık. Ayrıca Meclis içi seçimlerde de başka insanlar seçildi. Bunun sebebi de sistemin yanlış olmasıdır. Dava için çalışan insanlar, davayı bilen, insanlarla bağlantısı olanlar bu Meclisin dışında kaldılar. 

Gelecekte bu sorunların ortadan kalkacağı hakkında umutlu musunuz? Ben her zaman umutluydum. Türkmen Cephesi olarak halkımızın yaşadığı sorunları ortadan kaldırmak için hep projeler ürettik. Ama grupların hepsinin birbirini eleştirdiğini görüyorum. En büyük sorun Türkmen milletinin aynı sorunları yaşmasına rağmen bir araya gelememesi. 

Eğer amaçlarımıza ulaşmak istiyorsak birlik olmamız lazım. Türkmen Cephesi’nin de yeni ekiplere ve takımlara ihtiyacı var. Sistemi değiştirip parti sistemine geçmemiz lazım. Tabanı ve sistemi olmayan partiler yok olmaya mahkûmdur. 

Peki Türkiye’den ne bekliyorsunuz? 

Türkiye’den beklentilerimiz gerçekten çok ve bu güne kadar bize yapılmış olan yardımlar için ne kadar teşekkür etsek azdır. Türkiye’nin Irak barışı 
için mücadele etmesini ve Türkmen halkının sorunlarını siyasi gündeme taşımasını istiyoruz. Şimdi isteklerimizi burada saymakla bitiremem.

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***