Cüneyt Arcayürek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cüneyt Arcayürek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Kasım 2019 Cuma

'Bir Grup' Ne Demek?

'Bir Grup' Ne Demek?

Cüneyt Arcayürek

“Baktım bir grup çıkmış bir şeyler söylüyor” diye başlıyor konuşmaya.
“Bir grup” dediği, küçümseyerek sözünü ettiği acep kim ola?
Ne mutlu Türküm andını kaldıran, kamuda da türbanı serbest bırakan kararlarına karşı çıkan, eleştiren; en azından on beş yirmi beş milyon seçmenin vekili, Meclis’te bulunan muhalefet partileri...
...ya da 76 milyon nüfusun dörtte üçünün gönlünde yer etmiş olan Türklük andını yok saymasını sindiremeyerek daha sert biçimde eleştirenler mi?
Kim mi, kimler mi bu “grup”? 
Ülkenin bölünmez bütünlüğünü, laik, sosyal demokrat ülkenin birlik ve dirlik ilkelerini…
...örneğin Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun son kapalı grup toplantısında yinelediği gibi; Cumhuriyetin temellerini saptayan, anayasadaki “ilk dört maddenin CHP’nin kırmızı çizgileri” olduğunu, vazgeçilmez ilke, laikliği iktidara karşı ve karşın savundukları ve…
...parti içinde ve dışında; Türk ve Türklük ifadelerinin hazırlanmakta olan yeni anayasada yer almamasında direnenlerle savaştıkları için ulusalcı diye anılanlar...
Ulusalcı mulusalcı yok, millet var, diyor.
Millet dediği de son seçimde aldığı yüzde 50 oy!
Ya geride kalan yüzde 50 oy? 
Yok, onlar “bir grup”!
Ya da laik, demokratik Cumhuriyeti dinci çerçeveye hapsetmeye çalışan iktidara özgü zihniyete karşı savaşım verenler? 
Millet veya milletin vekili bile değil; “bir grup”! 
Muhalif olsun olmasın herkesin başbakanıyım der; lakin köşeyi dönerken halkın belleğine kazınmış ilkeleri silmeye çalışan çabalarına karşı duranları karalamak için, bir anda, o sırada işine geldiğinden daha önceki bir seçimden sonra parti balkonundan söylediklerini, vaatlerini unutur; tam tersini savunur... 
Muhalefet sözcülerinin dün söylediğinin, bugün tersini savunur olmasını açığa çıkaran eleştirine, çoktan kuldan vazgeçtik; inandığı Allah için bir gün olsun; hayır öyle demedim dediğine tanık oldunuz mu?..

***
Taze örnek bir olay günlerdir gündemde.
45 gün önce; anadilinde özel veya resmi okullarda Kürtçe eğitimin ülkenin bölünmesine neden olacağını söyledi.
45 gün sonra açıkladığı demokratikleşme paketinde, Kürtçe eğitimi özel okullarda serbest bıraktığını ilan etti.
Şimdi muhalefet ağzı diye karşılaması olası ve hazindir; yalaka yandaş ya da öyle olmaya heveslenen medyanın sessiz kaldığı bu ikilemi; bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diye yorumlamaz mısınız?

***
1946’da demokrasiye ilk adımı attığımız, ilk çok partili seçimin yapılacağı sırada; propaganda gezisine çıkan bir muhalif vekil adayının Kızılırmak kenarındaki Orta Anadolu’nun bir ilinde bir vesile; “Burada deniz yok!” diyen seçmene; “İktidar olalım, buraya denizi de getireceğiz” dediğini Falih Rıfkı Atay’da okumuş, hayli gülmüştüm.

Önceki akşam Star TV’nin ana haber bülteninde, Denizli’de bir adayın “Denizli’yi deniz getirerek liman kenti yapacağını” vaat ettiğini, üstelik canlı yayında kendi sesinden izleyince hayret etmekle gülmek arasında bocaladım doğrusu.
Üstelik belediye başkanı olmaya aday kişi; soru üzerine Denizli’ye deniz getirmeyi yetkili kişilere incelettiğini ve... bu projenin araştırılması gereğini içeren, herhalde nezaket gereği olacak, başvuruya olmaz demeyen bir yanıt aldığını da çok ciddi ifadelerle söyledi.

2013 yılında da bazılarında hâlâ 1946 modeli demokrasi ve seçmeni enayi yerine koyan, birbirini aynısı kafa yapısını sergileyen bu iki örneğin sonuncusu...
...iktidarın sözde kalan, kimi propağanlarından cesaret alındığını kanıtlamıyor mu?

***
Arife günü ve bayramın ilk üç günü izninizi rica ediyorum.
Gelecek cumartesi görüşmek üzere... 

İyi Bayramlar...


***

19 Mayıs 2019 Pazar

Tek Yol !


Tek Yol ! 

Cüneyt Arcayürek,


28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Rejimsel kaygılar yine ön plana çıktı.

60-70 yıldır demokrasimizi bir türlü sağlıklı kurallara bağlayamadık.
Bu ülkede demokrasi kavgasının eksik olduğu tek bir dönem gösteremezsiniz.
Gelenin de gidenin de ağzında demokrasi, söz ve düşünce özgürlüğü gibi temel kurallar hiç eksik olmadı.Arada bir 27 Mayıs Anayasası’nın gerçek 
demokrasiyi içerdiği söylenir ama.. yürürlüğe girmesinin üzerinden üç-beş yıl geçti, geçmedi.
Her açıdan saldırıya uğradı. 1970’lerde sağcı parlamentoların baskısıyla 27 Mayıs Anayasası da delik deşik edildi. Yamalı bohçaya dönüştü!
O gün bugündür Türkiye hâlâ bir anayasa arar durur.

***
12 Eylül’de askerler kendi kafalarına göre anayasa yaptılar.
Bugün de AKP, RTE kafasına göre yeni bir anayasa hazırlığında.
RTE dün de öyle söylüyordu, bugün de “geniş katılımla bir anayasa yapılacağından” söz ediyor.
Toplumsal sorunlar bir yana atıldı; yukarıdan aşağıya anayasa konusunda, hatta birbirine zıt görüşler tartışılıyor.
Yeni anayasanın temel kuralları ne olabilir veya olmalıdır diye yönlendirici tek bir açıklamaya rastlayana aşk olsun!
Gereği de yok! Zira toplumsal duyarlılık o denli zayıf ki…
Çankaya’daki, Strasbourg’a giderken kamuoyuna cazip gelecek kimi açıklamalar yaptı.
RTE kimi konularda ne kadar katı duruyorsa, Çankaya’daki AKP’li o konuda daha yumuşak açıklamalar yaparak kamuoyu oluşturma peşinde.
Başbakan, 12 Eylül referandumundan önce başkanlık sistemini savundu.
Yukarıdaki “rakibi”, beş ay sonra başkanlık sistemine çekinceleri olduğunu söylüyor.
Hemen her gün medyanın konu edindiği Hırant Dink cinayetine hükümet fazla ilgi göstermediği havası yayılınca….
…aylardır tartışılan konuyu sanki yeni duymuş gibi cinayeti Devlet Denetleme Kurulu’na “inceleteceğini” söylüyor ve üstelik, devlet adına özür diler gibi, 
“Dink konusunda mahcubuz” diyor.
Dink konusunda devletin mahcup olduğunu söyleyen bir Cumhurbaşkanı; Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı 
cinayetlerinin gerçek faillerinin yıllardır bir türlü ortaya çıkarılmamasından acaba mahcubiyet duymuyor mu?
Bu cinayetlerin üzerine neden gerektiği kadar gidilmediğini araştırma görevini Devlet Denetleme Kurulu’na vermeyi niçin düşünmüyor?
Çankaya’dakinin ilgisine layık olabilmek için acaba, Batı’nın ilgisini çeken Ermeni kökenli olmak mı gerekiyor?

***
Anayasa Mahkemesi’ne, Yargıtay ve Danıştay’a uzanan iktidar elinin ülkeyi yargı alanında nereye sürüklemek istediği hakkında Çankaya’dakinin ağzı kilitli.
Uçağına aldığı gazeteciler de Çankaya’dakine hükümetin Anayasa Mahkemesi’yle Yargıtay ve Danıştay’ın özünü değiştirme girişimiyle ilgili görüşlerini 
sormuyorlar.
Oysa AKP iktidarı doğrudan kendisine bağlı olacak Anayasa Mahkemesi aracılığıyla Yargıtay ve Danıştay’ı etkisiz hale getirmeyi veya kendi doğrultusunda 
adalet dağıtır birer yargı organına dönüştürmeyi amaçlıyor.
Köşk dışında her çevre tehlikenin farkında!

***
Garip bir terslik yaşanıyor. Meclis Komisyonu’nda ana muhalefet; yeni yargı yapılanmasını Nazi Almanya’sının amaç ve içeriğine benzetiyor.
Hükümet adına konuşan Cemil Çiçek ise 12 Eylül referandumunda halkın kendilerine yargıyı dilediği gibi eğip bükecek yetkiyi verdiğini savunuyor.
Bu savunmanın halk oyu ile iktidara geldikten sonra ülkeyi kapalı cezaevine dönüştüren, mahkemeleri iktidarın emrine alan Nazi iktidarından farkı ne?
2011 seçimlerinden sonra yeni anayasa hazırlanacağı gündemde.
İktidar zorlanarak; yüksek yargı organlarının yeniden yapılandırılması ile ilgili düzenlemeler neden yeni anayasaya bırakılmıyor? Bu acele neden?
Soran yok, tabii yanıtlayacak da!

***
Ana muhalefet milletvekilleri, AKP’nin ülkeyi adım adım faşizme götürdüğünü açıklıyorlar. “Yurttaşları bu ‘açık ve yakın tehlikeye karşı’ uyarıyor; anayasal 
ve meşru zemin içinde toplumsal haklarını kullanmalarının zorunlu olduğunu” söylüyorlar.

Toplumsal haklar yürüyüşlerden, mitinglerden geçiyor.
Daha önce denenen bu türden yöntemler; yürüyüşler, mitingler, RTE’yi amacından vazgeçirmedi.

***

2 Aralık 2018 Pazar

RTE’nin Müjdelerizle Geldi 2014!...

RTE’nin Müjdelerizle Geldi 2014!...


Cüneyt Arcayürek

Her geçen gün bir önceki günü aratıyor. 

Oysa Başbakan’a bakılırsa ohooo Türkiye ve halk refaha doğru almış başını gidiyor. 

Her yeni yıl insanlarımıza daha bir zenginlik, daha ferah günler vaat ediyor. Yaşamsal sıkıntıların, bunalımların giderek azaldığı günler müjdeliyor.
Başbakan’ın ağzından ballar gibi akan bu sözleri dinliyor, rahatlıyorsunuz belki ve bir de uyanıyorsun ki, 1 Ocak sabahı hükümet, ne zorba rejimden geri adım atıyor, ne yaşam sıkıntılarının giderileceğini öngören kararlar açıklıyor ne de zamlardan... ekonomi ve mali baskın önlemlerinden bir adım geri atıyor!
İşit de inanma derler ya bazılarının sözlerine. 

Bu sözün doğruluğunu kanıtlama görevini üstlemiş bir başbakanı var bu ülkenin. 

Her sözü Allah’la başlayıp biten Başbakan, zamlara da Allah’ın emri gereğidir derse şaşıracak mısınız?

***
Bu iktidar zaten uzun zaman yeni yıl kutlamalarını İslama aykırı diye propaganda yapanlara sesini çıkarmayarak destek verdi
Halkın yollara, sokaklara dökülerek istediği gibi bağırıp eğlenmesine 
TOMA’larla, biber gazıyla müdahale etmedi, tabii bir geceliğine. 

31 Aralık’ın 1 Ocak’a bağlandığı gece zorbalığı hiçe saymanın tadını çıkardı halkımız ve öyle ki TV’ler, örneğin Kanal D, yılbaşı gecesinin ertesi akşam haberlerinde bütün önemli haberleri bir yana attı, 25 dakika yılbaşının, özellikle İstanbul’da, kısaca tüm Türkiye’de nasıl coşkuyla kutlanıldığını yayımladı.
Oysa o sabah orta sınıfa, ortanın altındaki milyonlara darbe vuran zamlar açıklanmış, yürürlüğe girmişti ama... ne gam Kanal D’ye ve diğerlerine...
Zamların halkın güncel, aylık hatta yıllık olanaklarına vurduğu darbeyi yorumlayan tek bir haber yayımlanmadı. 

Milyonları Etkileyen TV’ler bu kafayla giderlerse seçimlere... 

... RTE korkusundan sıyrılacak havayı nah yakalarlar demek geliyor insanın içinden!
***
Geçende particilik nedeniyle siyasal mantığını yitirmeyen bir muhalif milletvekili bana köyde kentte bire bir görüştüğü insanların, örneğin bir çifçinin, bu Başbakan’ın zamlarla canlarına okuduğunu söylediğini, ama yine gözlerinin içine bakarak aynı çiftçinin muhalefet partilerine oy vermeyeceğini belirttiğini anlattı. 

Benim Müslüman Vatandaşımdı, şaşırmadım. 

Toplum ayakta... İktidar elinde cop, yasa yoksa yeni yasa çıkararak demokratik hak ve özgürlüklere, yaşam sıkıntılarına zamlarla her gün yeni bir darbe vuruyor.
Böyle bir manzara çizen Batılı demokrasilerde böyle bir hükümet ve başbakanı acaba bir gün görevde kalabilir mi?
***
Bu ülkede üç ay önce, Taksim’deki sapanlı görüntüleri nedeniyle polis operasyonunda tutuklanan Emine Hanım gibi kadınlarımız, toplumsal bir güç olarak bu iktidarın lanetlediği, darbe dediği, suikast diye tanımladığı Gezi eylemlerinin sadece bir iki ağaç için değil, haksızlığa ve adaletsizliğe isyan olduğunu” ve Gezi eylemleri başlasa yine katılacaklarının açıklayıcı işaretlerini verebilseler... 

... ya da Edirne’de kendini çay içmeye davet ettirmeye çalıştığı evin hanımının “çay yok, evime gelmeniz de istenmez” diye balkonundan iktidar bakanına ve tabii iktidara duygularını ifade eden yanıtını örnek alarak kadınlarımız topyekûn harekete geçebilseler.....
Bu iktidar ne yaparsa yapsın, zorbalığını dikta rejimlerini aratmayacak düzeyde uygulasın; kadınlarımız, Edirne’deki hanımla Emine Hanım gibi davransalar...
... Oy yitirmeyeceği sanısıyla sandık da sandık diye meydan okuyan AKP iktidarına önce yerel sonra genel seçimlerde okkalı bir Osmanlı tokatıyla gidiş yolunu gösterebilirler.
***
Durup durup insanların özel yaşamlarına müdahale etmediklerini söyler başbakanları.
Oysa son zamlarla bir kez daha bir bakıma insanların yaşamlarına müdahalenin, hatta koşullarını yaşanmaz durumuna getirmenin dik âlâsı uygulamalar yapıyor.
Sigara adamın keyfi... Bira içip rahatlıyor... Sağlığını koruyoruz diyebiliyor...
Hadi canım sende!.. 

Sen bütçendeki açığı kapatmak amacıyla insanların güncel yaşamlarına bal gibi müdahale ediyorsun. 

Yakındır, bu zamların gerekçesini açıklarken halka hizmet verebilmeyi sağlamak için başka olanak bulamadığını söyleyebilir
Özel yeni uçaklara, makam arabalarına şuna buna hazineyi çarçur ettiğini örtmek için son zamları getirdim diyebilir mi?
Hatta uygulamaya koyduğu dolaylı dolaysız vergileri, aman ha bana hizmet diyen halk beni zamlara zorladı, diye de savunabilir
Her şey beklenir bu iktidardan...
... Demokrasinin temel kurallarını uygulamadan gayri!  


***

25 Temmuz 2018 Çarşamba

Yalancının Mumu...




Yalancının Mumu...

Cüneyt Arcayürek

Hem laik hem Müslüman, hem de demokrasiyle yönetiliyor...

Ortadoğu ülkelerine örnek gösterilen bu ülke Türkiye idi; yerinde yeller esiyor.

Suriye, Irak, son olarak Mısır da içişlerimize karışma, dedi. 

Elinde üçün biri kaldı. O da Tunus!
Tüyleri dökülmüş tavus kuşuna döndü.
İftardan sonra bir yerde mutlaka kürsüde.
Geçmiş günlerinden kalan alışkanlıkla burnu dik, fren tutmaz dili durmadan konuşuyor. Tabii yüksekten atmaya devam ediyor...
Mursi’ye yapılan darbenin Batı’dan Doğu’ya desteklendiğinden yakınırken ülke adı veremiyor.

Ad vermeye kalksa artık böyyük dostlukların sokağa düştüğünü açıklamış olacak; iyisi mi ülke, bölge ayırt etmeden, ülke adı vermeden, topluca hepsini darbeyi destekleyenler diye suçlayıp içine düştüğü açmazdan sıyrılmaya çalışıyor

***

İki örnek: İki kadim dostundan biri, Obama! 


Batı ile ilişkilerinde kilit ülkenin başkanı!

Diğeri İslam dünyasındaki yerine kanıt olan Suudi Arabistan! 
ABD’nin Ankara’dan yükselen darbe karşıtı seslere kulağı sağır.
Darbe yapılan ülkelere yardım yapılamayacağını emreden ulusal kurallar nedeniyle Amerika’nın Mısır’a askeri ve ekonomik yardımı kesmenin olanaksızlığına dayanarak 4 savaş uçağı gönderiyor.
Suud ise RTE’nin aksine Müslüman Kardeşler’den nefret ediyor...
Askerin emrine ekonomik sıkıntıları çözümlemesi için 5 milyar dolarcık göndermekle yetinmeyen Suudi Arabistan Kralı, telefonla aradığı Mısır Genelkurmay Başkanı Sisi’yi tebrik ediyor, başarılar diliyor.
Peki, bu ülkelerin devlet başkanları RTE’yi ne zaman hangi nedenle arayıp kutluyorlar?

ABD (RTE’nin elinde bu ülkenin radikal, siyasal İslama dönüşeceğini hesaplama gereğini duymadan) ılımlı İslamı gerçekleştiren adımlar attığı...

...Suud ise laikliğin canına okuduğu için...

Özetlenirse gelinen nokta:

RTE’yi demokrasiye geçenlere örnek bir ülke yarattı diye Batı’dan Doğu’ya sırtını sıvazlayanların davranışları… meğer mevsimlik imiş...
Mısır darbesi yalnız Mursi’yi koltuğundan etmedi...
RTE’nin de uluslararası gerçek değerini, itibarını ortaya koydu.

***
Yurda yayılan Gezi Parkı eylemlerini öyle ufak tefek yasalara aykırı olaydan saymadığı, itiraf etmese de düpedüz sağlıksız demokratik yaptırımları nedeniyle kendine karşı halk hareketi olduğunun bilincinde.
Hâlâ bu eylemlere yüklenmesindeki gerçek neden bu!
Bu doğrultuda harekete geçen emrindeki polis de Gezi Parkı eylemlerini illaki gizli örgütlere, hükümeti devirmeye bağlıyor.
Binlerce gözaltı, evlerin sabaha karşı basılıp aranması... bu olası senaryoyu doğrulayacak -RTE’yi tatmin edecek- kanıt bulmak için.
Başbakan da polisten aldığı aklına koşut bilgilerle konuşmalarında işte Gezi Parkı’nın gerçek yüzü diye ortaya çıkıyor.
Milyonlarca insanımıza TV’lerden yanlış, çoğu uydurma bilgiler sıralarken RTE...

***
...İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün, haklarında, örgüt kurmak, halkı sokağa dökmek, provokatif eylem, polisi düşman gibi lanse etmek, marjinal sol ve uluslararası yapılanmalarla birlikte olmaktan düzenlediği fezlekede delil arayan...
...bula bula önlük, eldiven, kırmızı bez gibi bazı eşyalar bulan yargıç, tutuklanma talebiyle önüne gelen Taksim Platformu yetkilisi 12 kişiyi serbest bırakıyor.
Deliller bulundu diye fezlekedeki suçlamaları -isyanı- bastırdıktan sonra günlerce RTE, her konuşmasında bir bir sıraladı ve...
....polis, başbakanlarını doğrulamak çabasıyla böylesi görülmemiş zoraki delillerle fezleke hazırlayıp insanları ağır koşullar altında günlerce gözaltında tuttu.

Ne ki Mahkeme, Başbakanı da ona koşut deliller, suçlar uyduran polisi de yalanladı!

***

Kurtulmaya çabaladıkça daha derine batıyor. 

Bu yüz yılda, üstelik uluslararası iletişimin son derece ileri aşamada olduğu devirde; eski yıllardaki gibi yalanlarla kamuoyunu uzun süre uyutmanın artık olanaksız olduğunu da henüz kavrayamadı galiba... 

Günlerdir Başbakan’la oğlumuz Bilal arasındaki para alışverişleriyle ilgili ses kayıtlarının yalan içerikli ve montaj eseri olduğunu ilan etti iktidar yanlıları.
Başlıcası da AKP’ye, RTE’ye kul kurban Star gazetesi. 
Yayınladıkları habere göre ABD’nin iki saygın bilim kuruluşu ve adamları, baba-oğul arasındaki görüşmeyi incelediklerini ve bu ses kaydının montaj olduğunu saptayıp açıkladıklarını kamuoyuna duyurdu. 

Hükümeti ve başkanını savunmakla görevli iktidar vekili Mehmet MetinerCüneyt Özdemir’in CNNTürk’teki programında kayıtların montaj olduğunu Amerikalı bir uzman şirketin saptadığını söyledi. 
Cüneyt Özdemir, Amerikan şirketinin adını da söylemesini isteyince Metiner; şirketin adını söylemeye ne gerek var diye Özdemir’in haklı sorusunu geçiştirmek istedi. 

Fakattt… Metiner’in Star’daki habere veya iktidar kanadından edindiği daha özel bilgilere dayanarak öne sürdüğü ses kayıtlarını, ABD’li uzman şirketin montaj diye kanıtladığı iddiası günlerdir Türkiye’yi sarsan olayı başka yönlere yönlendirecek nitelikte ve bu nedenle açıklama büyük ilgi odağı oldu. 
Hele gazetenin haberine koşut kimi açıklamalara Başbakan’ın önceki gün Burdur ve Uşak’taki mitinglerde bu konuda söyledikleri eklenince... 
Kayıtların montaj olduğu şüphesi ortadan kalkıyordu. 
Öyle ya bu ülkenin Başbakan’ının elinde ses kayıtlarının montaj olduğunu kesinlikle kanıtlayan bilgi, belge yoksa; halkına, “Ses kayıtları montajdır” diye konuşmasında sık sık bunu vurgular mıydı? 
Demokratik ülkelerde başbakanların yalanlara itibar ederek, gerçekmiş gibi olayları halkına söylemediği dikkate alınırsa… Yok hayır, TC Başbakanı RTE, kayıt montaj diyorsa montajdır kanısına kuşku yok itibar edilecekti, edildi de... 
RTE’nin mitinglerde, kaydın CHP’nin Gülen’le el ele vererek hükümeti bu yoldan devirme girişimi diye tanımladığı sırada… 
… Hadi Başbakan’ın diliyle söyleyeyim; ahhh benim canım okur kardeşlerim: 
Amerikan şirketi John Marshall Media adlı firma Başbakan’ın oğluna ait olduğu öne sürülen ses kaydı için “montajdır” raporu verdiğine dair haberleri yalanladı. 
ABD’li bilişim uzmanı Joshua Marpet; “Erdoğan’ın kayıtlarının muhtemelen gerçek olduğunu söyleyebilirim” dedi... 
Uzman Marpet, “Görüşmenin üzerinde ayrıca oynandığı yönünde herhangi bir bulgu olmadığını” açıkladı. Görüşmelerde ses seviyelerinin (Teknoloji Bakanımızın aksine) tutarlı olduğunu belirtti.
***
Ya Başbakan’ın son meydan konuşmalarında kayıtların montaj olduğunun altını çizerek ana muhalefeti cemaatle birlik olup Türkiye’yi karıştırmakla suçlayan söylemlerini nereye koyacağız? Politikadır, olağandır diye bir yana mı atacağız yine? 

Oysa Kılıçdaroğlu, internete düştüğü gün kayıtları üç uzmana incelettiğini ve uzmanların gerçek olduklarını söylediklerini açıklamıştı. 
Fakat iktidar sözcüleri, ne ki Başbakan da, Kılıçdaroğlu’nu yalancılıkla suçladılar. 
Hatta RTE, “Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış derler. Hayır, bunların yalanları yatsıdan çok evvel söndü” diye konuştu. 
Oysa ABD’den gelen yalanlamalarla kimin gerçekleri, kimin ise yalanları konuştuğu yadsınamayacak biçimde ortaya çıktı.
***

Başbakan 17 Aralık’tan itibaren yaşananları istediği kadar ülkenin huzuru ve güvenliği için uygulamaya koyduğunu savunsun; içeride olduğu gibi dışımızda da gerçeklerin üstünü örtemediği ABD’nin yıllık İnsan Hakları raporuyla kanıtlandı. 
Dışişleri Bakanı John Kerry’nin sunumu ile açıklanan raporda ilk kez Washington; “17 Aralık sonrası ortaya çıkanlara ‘skandal’ dedi” ve… “yolsuzluk konusu ilk kez Türkiye’nin en belirgin insan hakları ihlallerinden biri olarak”sayıldı. 

ABD ilk kez RTE iktidarını yerden yere vuruyor. 

Rapordaki içeride eleştiri konusu olan ama RTE’ye vız gelen saptamalar bu kez dost ve müttefik Amerika’dan, Beyaz Saray’dan geliyor... 
ABD ilan ediyor: Türkiye’de hükümeti eleştirmek dava açılmasıyla sonuçlanıyor. Yargı sistemi politize... Keyfi gözaltılar devam ediyor. 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ve sonrasındaki skandalda binlerce polis, savcı ile yargıcın yeri değiştirildi. Kolluk kuvvetleri ve yargı, yürütmenin etkisi altında... 
Bu öğeleri çok açık ve net ifadelerle ABD dünya kamuoyuna duyuruyor. 
İçerideki eleştirileri darbeydi, şantajdı diye örtmeye çalışan RTE… 
… ABD’nin gerçekleri açıklayan raporunu da, hükümeti devirmeye yönelik ABD+CHP+ Gülen işbirliğinin marifeti diye değerlendirecek mi acaba?

Yalancının Mumu hâlâ yanıyor!


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/46159/Yalancinin_Mumu_.html


***

16 Mart 2018 Cuma

Kaset Maset Haset!

Kaset Maset Haset! 

Cüneyt Arcayürek 

Ulusal Kriminal Büro “malum” kasetteki erkeğin Deniz Baykal, kadının da Nesrin Baytok olmadığını açıkladı. 

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, TV’lerde; “Elinde kasetin montaj olduğunu kanıtlayacak kanıtlar olduğunu söylüyor. Varsa şayet kanıtları neden savcılığa vermiyor” diye Baykal’ı eleştirmiyor muydu? 

Baykal’ın avukatları kriminal büronun hazırladığı raporu teslim etti. 

Ortalık karıştı. 

Rapor açıklanır açıklanmaz ünlü TV’ler derhal harekete geçtiler: 

Kurultaya iki gün kala Baykal, bu raporu neden açıkladı? 

Kurultay delegelerini etkilemek ve genel başkanlığa aday olmak mıydı amacı? 

Bu sorulara evet dedirtmek için Baykal aday olmak istiyor diyecek yazarlar bulup ekrana çıkardılar. 
Baykal baktı ki rapordan çok kimi kurgu amaçlar ekranlarda dans ediyor. Açıklama yaptı: 
Aday olmayacağım! 

*** 

Tartışmalar başka bir yöne kaydı. 

Bu kez TV haberleri bu rapor ne ölçüde geçerli (geçersiz) sorusunu yanıtlayacak uzman veya hukukçu aramaya koyuldular. 

Soru şöyleydi: Özel bir şirketin hazırladığı rapor delil olabilir mi? 

Eski Adli Tıp Başkanı Sevil Atasoy; soruyu ortaya atan TV haber sunucularını rahatlattı: 

“Kasetin aslı incelenmeden ‘görüntüye sahte’ denemez. Bu konularda tek söz sahibi Adli Tıp dışında yapılan çalışmanın sonucu delil olarak kabul edilemez” dedi. 

Baykal rapor “Türkiye’de estirilen fitne ve fesat rüzgârlarıyla ahlak dışı komplolara bir 

yanıttır” diyedursun; hukukçular raporla birlikte avukatlarının kasetin Genel Başkan Baykal üzerine oynanan oyunu ortaya çıkardığını açıklamalarını da eleştirdiler. 
Medya, raporu da Baykal üzerine bina edilen kurgu senaryoları da bir anda çöp sepetine attı. 

*** 

Kaset olayının çözümü RTE’nin devlet adamlığına kalıyor. 
Zira kasetin aslını aratmak ve buldurmak, hükümetin görevi. Bu, bir. 
RTE ise kaseti kimin ürettiğini ve aslını bulmalarını gerekli makamlara -o da yarım ağızla- bir kez emrettiğini söyledi. Sonra ört ki ölem! Bu, iki. 

Kasetin aslını hükümet buldu diyelim. Adli Tıp’a verecek. Ama Adli Tıp, pek çok olayda inandırıcılığını yitirmiş bir kurum. 
Zikzaklı, günün siyasal koşullarına göre karar vermekle ünlenen, hatta üyelerinin çoğunluğunun AKP anlayışına koşut karar verdiği kanısının yaygın olduğu bir kurum. 
Yüzde yarım olasılıkla hükümet kasetin aslını buldu diyelim. Adli Tıp’a gönderdi, çıkacak raporun ne ölçüde tarafsızlıkla gerçekleri yansıtacağı kuşkulu. Bu üç! 
RTE dün yeni bir sayfa açtı: “İçlerindeki Brütüs’lere baksınlar” dedi. Sanki bu sözüyle kasetin CHP içinden birilerinin marifeti olduğunu duyurmak istedi. Bu da dört! Kaset olayı böylece tam bir kısırdöngü. 

*** 

Baykal’ın kutsal olmayan bir ittifak sonucu saptanan Kılıçdaroğlu’nun adaylığını benden gizlediler dediği yansıdı veya yansıtıldı. 
Kılıçdaroğlu yanıtladı: Adaylığımı kimseden gizlemedim! 
Gece yarısı pazarlığından sonra aday olmaya karar verdiğini reddetti. 
Ne var ki Kılıçdaroğlu’nun örgütten sorumlu Genel Sekreter, Baykal’ın 53 yıllık dostu, yıllardır birlikte siyaset yaptığı Önder Sav’la görüştükten ve Bay Sav’dan örgüt güvencesi aldıktan bir gün sonra adaylığını açıkladığını medya ilan etti. 
Bu haberler yalanlanmadı. 
Kutsallığını bilemem; Kılıçdaroğlu ile Sav arasında adaylıktan önce ittifak olup olmadığını gelişmeler kanıtlayacak: 

Diyorlar ya; Sav örgütten sorumlu genel sekreterliği bırakacak ama eşitler arasında birinci sıradaki genel başkan yardımcılığına gelecek ve.. örgütten yine Sav sorumlu olacak! 
Daha pek çok gelişme olacak CHP’de. 

***

1 Ekim 2017 Pazar

12 Eylül ÖNCESİ VE SONRASI KÖŞE YAZARLARIMIZ Kim Ne yazmıştı?


12 Eylül ÖNCESİ VE SONRASI KÖŞE YAZARLARIMIZ  Kim Ne yazmıştı?


Nazlı Ilıcak 14 Eylül 1980 tarihli yazısında ne yazmıştı?

Nazlı Ilıcak 12 Eylül 1980 darbesini savundu mu? Nazlı Ilıcak 14 Eylül 1980 tarihli yazısında ne dedi? Nazlı Ilıcak'tan darbe sonrası Oktay Ekşi için 
ne yazmıştı? İşte Nazlı Ilıcak'ın 14 Eylül 1980 tarihli o yazısı
12 Eylül Harekatı

12 Eylül tarihli yazımızı şöyle bitirmiştik. "Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete.."

Ve kıyamet koptu. Dünyanın sonu değilse de, demokrasinin sonu geldi. Siyasal partilerin faaliyetlerine ara verildi, parlamento feshedildi.. 
Milletvekillerinin ve senatörlerin dokunulmazlığı kaldırıldı..

Hürriyet, biz gazetecilerin en önemli gıdası, suyu, ekmeğidir.. İçimizdeki döktükçe ferahlar, karşı bir fikre kuvvetli delillerle mukabele ettikçe 
güçleniriz. İnanırız ki, "Berika-i hakikat, müsademe-i efkardan doğar…"Gerçeğe ancak fikir alış-verişiyle ulaşılabilir. Doğru olduğunu zannettiğimiz 
bir düşüncenin, değişik bir bakış açısı önünde çöküşüne defalarca şahit olmuşuzdur..

Balık ancak suda yaşar, gazeteci çok partili demokraside. Çünkü görevi sadece alkışlamak değildir.İşte, harekatı öğrenince, bu sebepten dolayı 
derin bir "Ah" çektik. .

İşin kolayı, "Biz dememiş miydik" sorumluluğu siyasi kadrolara yüklemek, konuşma ve kendilerini savunma hakkına sahip bulunmayan kimseleri, 
yerden yere çalmaktır. Biz böyle yapmayacak, onlarla hesaplaşmak için, demokratik sistem içinde yeniden yerlerini almalarını bekleyeceğiz. 
Tam tersine, bugün müdafaa edeceğiz. Eğer demokrasinin bir an evvel geri gelmesini istiyorsak, siyasi kadronun ayakta kalmasına çalışmalıyız.

Liderler kolay yetişmez; herkesin kusuru vardır ama bu kusurları dev aynasında gösterip olumlu yanları örtmemek gerekir politikacının topyekun 
tasviyesi Türk siyasi hayatında telefisi imkansız boşluklar yaratır.

Anayasa profesörü merhum Ali Fuat Başgil'in hala tazeliğini koruyan satılarını okuyup 12 Eylül harekatına teşis koymak mümkün..

" Hürriyet terbiyesi gelişmemiş olan memleketlerde, hürriyet rejimi çocuk elinde dinamit olmaya, demokrasi ise evvela demagojiye ve sonra 
anarşiye dökülmeye mahkumdur. Anarşiyi de bir tepkinin takip etmesi mukadderdir. Bu tür memleketlerde, hürriyet rejimi gelip gecicidir. 
Kışın bulut arkasında görünüp batan güneş gibidir.. Böyle olması tabiidir. Çünkü demokrasi, istibdat ve kargaşa arasında yer alan bir itidal ve muvazene rejimidir. Bu rejimin bir parmak yukarısı istibdat ise,  bir parmak aşağısı anarşidir. Hürriyet terbiyesi eksik olan memleketler, ekseriya itidal ve muvazeneyi kaybederler ve neticede istibdat ile kargaşalıktan birini tercih etmek zorunda kalırlar. Kargaşalık, milletlerin haklı olarak en çok yığıldıkları bir felaket olduğundan böyle bir vaziyet kaşısında kalan memleketler daima istibdatı tercih etmişler  ve kargaşalık tufanında boğulmamak için kendi yarattıkları bir Nuh peygamberin gemisine sığınmışlardır. Umumiyetle, diktatörlerin bidayette birer kurtarıcı sevgisi ile karşılanmalarının psikolojik sebebi budur." 

Demokrasinin devamı ancak otorite ve hürriyet arasındaki dengenin korunmasına bağlıdır. Hürriyetsiz disiplin totoliter bir rejimin karakteridir 
ama disiplinsiz hürriyet başı bozukluk ve kargaşa demektir. Başgil bu konuda şunları söylüyor:

" Disiplinsiz bir hürriyet tasavvur etmek ve hürriyeti başıbozukluk manasına almak, hürriyet idealine bir başka şekilde ihanet etmektir. Hürriyete 
kasd için yapılan yanlış telakkiye göre, hürriyet güya herkesin dilediği gibi hareket etmesidir. Bu hal, asla hürriyet değil, kargaşalığa götüren bir 
şirretlik bir şımarılıktır.. Dilediği ve istediği gibi hareket etmek kudret ve ihtiyarı yalnız Tanrı Teala'ya hastır. Hatta Tanrı bile, üstün irade ve 
mutlak kudretini, bizzat kendi yarattığı nizamı alem ile hudutlamayı, kendi için ilahi bir kanun tanımıştır.

…. Cemiyet disiplin temellerine oturan birliktir. Herkes memleketin kanunlarına ne derece kuvvetle bağlanır ve riayet ederse, o nisbette medeni 
bir hürriyete kavuşur. Görülüyor ki, hürriyet ile kanun fikri arasında sıkı bir münasebet vardır ve netice itibariyle hürriyet, herkesin müsavi surette  
kanuna saygı göstermesi ve itaat etmesinden doğan bir hava ve iklimdir." 

* Türkiye'de demokrasi, demagojiye ve anarşiye dönüşmüştür otorite ve hürriyet arasındaki denge birincisi aleyhine bozulmuş, bir otorite 
boşluğu doğmuştu Türk Silahlı Kuvvetleri, bu boşluğu doldurdular açıklanan hedef  "demokrasinin işlemesine müsait ortamı hazırlamaktır". 

Bu ortam ne kadar süratle oluşursa, milletimiz, memleketimiz o kadar çabuk huzura kavuaşacaktır.

Nazlı ILICAK

14 EYLÜL 1980 TERCÜMAN

 http://www.sivilmedya.com/nazli-ilicak-14-eylul-1980-tarihli-yazisinda-ne-yazmisti-21753h.htm


12 Eylül'de Sevinen Yazarlar bakın kimler

"Kızdırırlarsa, anayasaya 'Hayır' demiş olmanın pek bir işe yaramayacak gururuyla 12 Eylül'de zil takıp oynamış olanların tek tek adlarını açıklarım; 
şaşar kalırsınız..."

      Akşam gazetesi yazarı Ali Saydam, 12 Eylül 1980 günü Türkiye'yi terketmek üzereyken darbe yüzünden kaldığını anlattığı yazısında ilginç bir 
ayrıntıya değindi. 

"Darbenin ardından kimle konuştuysam hayatından memnundu" diyen Saydam, herkesin 'Ordu Cumhuriyet'e ve vatana sahip çıktı!' diye 
düşündüğünü yazdı. Saydam eğer kızdırırlarsa 12 Eylül'de zil takıp oynayanların isimlerini açıklarım şaşarsınız derken şunları yazdı:

"Entelektüeli, aydını, işadamı, sanatçısı, sokaktaki sıradan vatandaşı mutabıktı: 'Vatan elden gidiyor!'...

Bugün ne hikmetse herkes bir başka havada... Kızdırırlarsa, anayasaya 'Hayır' demiş olmanın pek bir işe yaramayacak gururuyla 12 Eylül'de 
zil takıp oynamış olanların tek tek adlarını açıklarım; şaşar kalırsınız..."

KİM NE DEMİŞTİ?

Ali Saydam zil takıp oynayanların kim olduğunu açıklar mı bilinmez ama bianet'in geçen sene hazırladığı 12 Eylül'de ne demişlerdi? başlıklı dosya 
medyadaki isimlerin 31 yıl önce ne yazdıklarını gözler önüne seriyor. 

Metinleri yazar Mine Söğüt'ün derlediği Darbeli Kalemler/ 27 Mayıs-12 Mart- 12 Eylül Askeri müdahalelerin ilk haftasında yazılan köşe yazılarından 
seçmeler kitabından aldık.

Refik Erduran: Serinkanlılıkla

Başka ülkelerde yönetim olağanüstü bir yoldan el değiştirirken genelde kan akar. Bizde ise 12 Eylül 1980 yıllardır kansız geçen ilk gün oldu. 
Herkes kafasında dilediği yorumu ve soyut değerlendirmeyi yapabilir.
Ama bu so­mut durumun büyük çoğunluğa rahat bir soluk aldıracağı gerçeğini hesaba katmamak yanıltıcı sonuçlara götürür yorumcuyu. 
(Mercek, Milliyet /13 Eylül 1980)

Uğur Mumcu: Terörsüz Özgürlük

Türk Silahlı Kuvvetleri, 27 Mayıs'ta da 12 Mart'ta da kalıcı bir askeri yönetim kurmak istemedi. Yeni yönetim de "özgürlükçü, demokratik, laik ve 
sosyal" nitelikli bir "sivil yönetim" kurma amacı taşıdığını ilan etti.
Şimdi hepimizin tek bir amacı olmalıdır. Çok yönlü kışkırtmaların kurt kapanlarına kapılmadan, terörsüz özgürlüğü, kansız demokrasiyi kurmak 
ve sivil yönetimi, sağlıklı yöntemleri ve kalıcı çözümleri ile yeniden oluşturmak...(Gözlem, Cumhuriyet/ 15 Eylül 1980)
Hasan Pulur: İflas masasında bir kadro
Orgeneral Evren böyle demektedir. Bu ne büyük bir aydınlıktır bilir misiniz?
Dahası da var; "Bir defa daha belirtiyorum ki, Silahlı Kuvvetler aziz Türk milletinin hakkı olan refah ve mutluluğu, vatan ve milletin bütünlüğü ve 
gittikçe etkisi azaltılmaya çalışılan Atatürk ilkelerine yeniden güç ve işlerlik kazandırmak, kendi kendisini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam 
temeller üzerine oturtmak, kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda kalmıştır..."
Şu son üç kelimeye dikkat edilmelidir:... El koymak zorunda kalmıştır".
Bu zorunluluğu yaratanlar kendi kendilerini yargılamalıdırlar.
Ve sonra iflas masasına oturmalıdırlar. (Olaylar ve insanlar, Hürriyet/ 16 Eylül 1980)
Nazlı Ilıcak: 27 Mayıs-12 Eylül
12 Eylül, 27 Mayıs'ın akıbetine uğramayacaktır, uğramamalıdır. "Kadife eldivenli" vasfını daima koruma, müsamaha ve iyi niyet her zaman devam 
etmelidir. Çünkü bu bizim son şansımızdır. Kaybedeceğimiz şey, demokrasiden de, hürriyetlerden de önemlidir. Haysiyetimizin istiklal ve 
istikbalimizin teminatı olan anavatandır.
Not: Kadife eldivenli harekât liderlere telefon görüşmesine dahi müsamaha ediyor. Bravo. Biz de bu müsamahaya sığınarak Sayın Demirel'e ufak 
bir mesaj iletmek isteriz:
"İyilik, sıhhat ve selametinizi özler, bu vesileyle hürmetlerimi teyiden takdim ederim." (Tercüman/ 16 Eylül 1980)
Rauf Tamer: Duyuyor musunuz?
Kenan Evren'in söyledikleri, her hukukçunun ve her profesörün başucuna bir mukaddes kitap gibi asılacak cinsten sözlerdir...
Öpüp öpüp başlarına koysunlar.
Vazgeçtik istifalarından... (Sözün kısası, Tercüman/ 17 Eylül 1980)
Güneri Civaoğlu: İlk intiba, en iyi intiba
Bu hafta hükümet ilan edilecek. Sonra bir geçici anayasa yürürlüğe giriyor. Daha sonra Kurucu Meclis seçilerek göreve başlayacak. 
Yeni anayasa hazırlanacak. Siyasi partiler, seçim kanunu ve diğer bazı yasalarda değişiklikler yapılarak, demokrasinin daha iyi işleyeceği bir 
hukuk ortamı oluşturulacak.
Bu arada kimsenin şüphe etmemesi gereken bir gerçek şu: Şiddet örgütlerinin üzerine hiç müsamahasız gidilecek.
Önümüzdeki günlerde ibret levhalarının sunulması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Kamu vicdanının süratle tatmin edileceği infazlar... Adalet kılıcının yeni şiddet suçlarının işlenmesini önleyici, caydırıcı bir süratle işlemesi.
Beklenen bu. (Ankara notları, Tercüman/ 17 Eylül 1980)
Oktay Ekşi: Gevşemeden, gevşetmeden
Çok basit: Türkiye son derece ağır bir ameliyat geçirmiştir. Bu ameliyatın tam başarıya ulaşması ve hastanın sağlığına tam kavuşması için çok 
dikkatli olmak, Türkiye'yi seven, demokratik düzene inanan herkesin borcudur.
Evren Paşa sempatikti.
Evren Paşa demokratik sistemin en kısa zamanda işletileceğini vaat etti.
Evren Paşa içtenlikle konuştu.
Doğrudur, Evren Paşa bu izlenimleri vermiştir ama iş orada bitmemiştir. Daha doğrusu Evren Paşa'nın işi orada bitmemiştir, tam tersine orada 
başlamıştır. (Günün yazısı, Hürriyet/ 18 Eylül 1980)
Çetin Altan: Çağdaşlığa giden yol
Atatürk temelde çağdaşlıkla, çağdışılığın bazı toplum kesitlerine sağladığı kolaylıklara karşıydı. O nedenle çağdaşçılığı, Cumhuriyetçiliği yani 
var olan koşullar önündeki en zor yolu seçmiştir.
Atatürk'ten sonra Atatürkçülük kolay gibi görünmüştür. Oysa bir Şark toplumunda Atatürkçülük zorların en zoruydu.
Özellikle laiklik bayrağını ayakta tutabilmek en zoru idi. (Şeytanın gör dediği, Milliyet/ 18 Eylül 1980)

Müşerref Hekimoğlu: Yasalar değil kafalar...

Orgeneral Evren'in demokrasiseverliğine her zaman güven duydum. Tüm dünya görevinin bilincine varmış bir komutan olarak, ülkenin ve rejimin 
gücünü Türk Silahlı Kuvvetleri'nin asıl görevine dönüşünde hisseden kişiliğiyle tanıyor Evren Paşayı. Uygar kişiliğine saygı duyuyor, içtenliğine 
güven...
Ben de aynı saygı ve güven içinde Sayın Başkan ve öteki Konsey Üyelerine "Kolay gelsin" diyerek bitirmek istiyorum yazımı. Görevlerini başarıyla 
sona erdirmelerini diliyorum. Ama bu görevin güçlüğünü de belirtmek zorundayım.
Onları Atatürk yolunda bir eyleme iten ortamı değiştirmek hiç kolay değil. Çürümüş, tepeden tırnağa fosilleşmiş bir düzeni sağlıklı bir varlığa 
dönüştürmek kolay değil. Hele düne dönük kurallarla yarına yönelmek hiç kolay değil... (Ankara. Anka, Cumhuriyet/ 19 Eylül 1980)


http://www.gazeteciler.com/gundem/12-eylulde-sevinen-yazarlar-bakin-kimler-40616h.html

*********


12 Eylül'de kim Ne yazmıştı?

12 Eylül ASKERİ DARBSİ Sonrası, Basındaki bazı kalemler Hangi satırları yazdı?
VE BUGÜN NELER YAZIYORLAR..
( TAKDİRLERİNİZE )


Oktay Akbal (Cumhuriyet-13 Eylül 1980) “Atatürk devriminin yandaşları, erleri, Atatürk ilkelerinin sahipleri, böyle bir duruma sürgit göz 
yumamazlardı elbet. Nasıl 27 Mayıs 1960'ta göz yummadılarsa, daha sonraki yıllarda nasıl zaman zaman uyarı mektuplarıyla, anımsatmalarla 
iktidarı ellerinde tutanları Atatürk devriminin yoluna çağırdılarsa, bir kez daha aynı kutsal görevi yapacaklardı. Bu kaçınılmaz bir gerçekti. 
Öyle de oldu.” 

Güngör Mengi (Yeni Asır-18 Eylül 1980) “12 Eylül Harekatı, hedefine varacaktır. Devlet, rejim ve topluma hazırlanan tuzak mutlaka bozulacaktır. 
(…) İhanet, bu aşamadan sonra silahlarını gömerek lanetli mücadelesine son verecek değildir kuşkusuz. Ama devletin güçlenmesi sayesinde ihanet 
odakları, masum insanları eskisi gibi şantaj ve baskıyla eyleme sürükleme olanaklarını yitireceği için, gerçek gücü ile kalacak, savaşını 
sürdürmekteki inadı intiharı olacaktır.” 

Rauf Tamer (Tercüman-17 Eylül 1980) "Kenan Evren'in söyledikleri (16 Eylül 1980 tarihli basın toplantısı) her hukukçunun, her profesörün, 
başucuna bir mukaddes kitap gibi asılacak cinsten sözlerdir. Öpüp öpüp başlarına koysunlar. Vazgeçtik istifalarından.." 

Oktay Ekşi (Hürriyet-18 Eylül 1980): "Evren Paşa, son derece ağır bir sorumluluk altına girmiştir. Bu, Türkiye'yi yıllardır bunaltan anarşi, 
terör ve bölücülüğü tam bir tarafsızlıkla kökünden kurutmak ve ülkemizi aydınlık ve huzurlu günlere tekrar kavuşturmak sorumluluğudur. 
Ve bu sorumluluğun altından kalkabilmek için, Evren Paşa ile onun bu amaçlara ulaşmasını isteyen görevli görevsiz herkesin, içinde 
bulunduğumuz durumun icaplarına göre hareket etmesi zorunludur." 

Güneri Cıvaoğlu (Tercüman-4 Ekim 1980) "12 Eylül Harekatı'nı, dünyadaki diğer asker kökenli rejim olayları ile mukayese ettirmeyecek diğer 
görüntüleri ise yeni yönetimin uygulamalarında buluyoruz. Her geçen gün bir yeni uygar görüntüyü, aşırı davranışlardan kaçınan makul ve 
kamu vicdanını tatmin eder nitelikte haklı uygulamaları sergilemektedir. 

Hedefler saptırılmamakta, harekatın ilk gününde açıklanan amaçlara, kararlı, tavizsiz fakat ölçülü ve akıllı adımlarla ilerlenilmektedir. 
Böylesine olumlu, özlenen sonuçları almaya dönük, makul ve ölçülü yönelişlere destek olmak, milletçe hepimizin görevidir. Bu konuda 
siyaset adamları ve basın da dahil, hepimizin sorumluluğu vardır." 

Bekir Coşkun (Günaydın-20 Ocak 1981) "Devlet Başkanı'nın konuşmaları, televizyonda en ilginç polisiye diziden daha çok ilgiyle izleniyor. 
Türk toplumu, hep demagoji süslü püslü konuşmalar dinlediğinden, haksız da değil. Oysa, Evren Paşa'nın sade, halkın anlayabildiği, zaman 
zaman şaşırmalarla ayrı bir özellik kazanan öz bir konuşma üslubu var. (…) Bu konuşma konusuna iyice değinmemizin nedeni şu: İşlerine 
gelmeyen sözleri duyunca, 'Belki ağzından kaçırmıştır', ya da 'Boş bulunarak söylemiştir' gibi düşünenler, boşuna heveslenmesin." 

Cüneyt Arcayürek (Hürriyet 21 Şubat 1981) "Başkalarını bilmem ama, kendime soruyorum bazen: Acaba Türkiye, ne zaman 12 Eylül Harekatı'nın 
komuta zinciri içinde yapılmış olmasının mutluluğunu taa benliğinde duyacaktır. Eğer ordu, 12 Eylül öncesi kendi bünyesinde parçalanmasını, 
bölünmesini isteyenlerin oyununa gelseydi, komuta zinciri içinde hareket edip ihtilali başaramasaydı, başımıza gelecekleri hiç düşünebiliyor 
musunuz? Birbirimizi vuracaktık! Bunu hiç unutmayalım, hep düşünelim, bin şükredelim. Türkiye'de işkence olaylarının varlığını inkar etmeyen bir 
yönetimin, işkenceyi devlet politikası olarak yürüttüğünü söyleyecek veya ima edecek insafsız çıkacak mıdır, bunu çok merak ediyorum." 

Yavuz Donat (Tercüman-11 Eylül 1981) "Eylül 1979. Huzurun sürmesi ve Türkiye'nin bir süre sonra, çok partili parlamenter demokrasiyle 
yönetilen ülkeler arasında laik olduğu yeri alması dileğiyle.." 

Metin Toker (Milliyet-9 Kasım 1982) "Bu anayasa (1982 Anayasası) reddedilirse, uçtaki ışık kaybolacak, her şey yeniden tam karanlığa, yani 
meçhule girecektir. Belki sonu daha hayırlı olacaktır. Ama belki de daha fena. Ben aydınlıkta kalıp yolun doğru çizilmesine yardımcı olabilmenin 
iyi niyetli bir yönetime iyi niyetle etki ve uyarma yapabilmenin, aksaklık ve eksikliklerin bir zaman parçası içinde düzeltebilmesi için imkanının 
muhafaza edilmesinin faziletine inanıyorum. 1982 Anayasası'na kabul oyu verdim." 

Mehmet Barlas (Milliyet-14 Kasım 1983) "12 Eylül'ü yapanlar sözlerini tutmuşlardır. 12 Eylül'ü destekleyen halk çoğunluğu da 1982 Anayasa 
referandumunda olduğu gibi top yekûn sandık başına gitmiş, geçersiz oy kullanmamış ve bir sivil iktidara 6 Kasım günü destek vermiştir.(…) 
Cumhurbaşkanı Evren, 10 Kasım'da Anıtkabir Defterine duygularını yazarken, ‘Demokratik parlamenter sisteme geçiş sınavını başardık’ 
müjdesini vermektedir Atamıza.. Bir insan yürekten bunun sevincini duymasa, böyle bir ifadeyi seslendirir mi?"

http://www.hurhaber.com/12-eylul-de-kim-ne-yazmisti/haber-72286

***

25 Şubat 2017 Cumartesi

Kıbrıs’ta “ Kırmızı Çizgiler ”, “ Olmazsa Olmazlar ”



      Kıbrıs’ta “ Kırmızı Çizgiler ”, “ Olmazsa Olmazlar ”




Kıbrıs’ta “Kırmızı Çizgiler”, “Olmazsa Olmazlar” ;

TÜRKİYE'NİN RESMİ KIBRIS POLİTİKASININ YENİDEN DEĞERLENDİRİLMESİ 

Bu Çalışmanın Amacı, 

Annan Planı referandumuyla sonuçlanan süreçte Ankara’nın Kıbrıs politikasına ilişkin olarak yürütülen tartışmalar ışığında, Türkiye’nin 
1950’lerden bu yana izlediği resmi Kıbrıs politikasını yeniden değerlendirmektir. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın 11 Kasım 2002’de müzakere 
zemini olarak taraflara açıkladığı plan, 2003 ve 2004 yılları arasında fasılalı olarak yürütülen müzakerelerde çeşitli değişimlere uğramış ve 24 Nisan 2004’te Ada’nın her iki tarafında eşzamanlı olarak referanduma sunulmuştur Kıbrıs Türk halkı plana yüksek oranda destek vermesine rağmen, Rum halkı tartışmasız bir biçimde “hayır” dediği için plan rafa kaldırılmış, ancak Ankara’nın bu dönemde yürüttüğü Kıbrıs politikasına yönelik eleştiriler uzun süre hararetini korumuştur. Anılan dönemde plan üzerinde yürütülen müzakerelere katkıda bulunan ve referandum aşamasında “ Evet ” yönünde telkinde bulunan hükümet, başta muhalefet partisi olmak üzere çeşitli kesimlerin Türkiye’nin geleneksel Kıbrıs politikasının değiştirildiği gerekçesiyle ağır eleştirilerine uğramıştır. Ankara’nın tutumunu eleştiren kesimlere göre hükümet, planı destekleyerek Türkiye’nin TBMM kararlarında ifadesini bulan resmi Kıbrıs politikasını tersyüz etmekle kalmamış, aynı zamanda Kıbrıs’ın AB üyeliğine boyun eğerek Türkiye’nin bu konudaki yerleşik çizgisinden sapmıştır. Ancak söz konusu eleştirilerin arka planını Türkiye’nin bu dönem öncesinde “tutarlı”, “değişmez” bir Kıbrıs politikası yürüttüğü varsayımı ya da önkabulünün oluşturduğu görülmektedir. Bu çalışmada, yukarıda özetlenen eleştirilerden yola çıkılarak bu önkabulün geçerliliği, diğer bir deyişle, Türkiye’nin 1950’lerden bu yana yürütüğü Kıbrıs politikalarının “ Değişmezliği ” tartışılmıştır 


Annan Planı’nın Referanduma sunulması ile sonuçlanan süreçte çözümü desteklediğini ifade eden AKP hükümetinin en çok eleştiri aldığı konuların başında Türkiye’nin “40 yıllık” Kıbrıs politikasını değiştirmesi, daha önceki bütün hükümetlerin benimsediği politikaları, TBMM’nin aldığı kararları hiçe saymış olması gelmektedir. Aslında eleştiri oklarının doğrudan hedefi Annan Planı ve onun sunduğu çözüm parametreleridir. Ancak Planın oluşma sürecine katkıda bulunan ve referandum oylamalarında “Evet” yönünde telkinde bulunan AKP iktidarı, bu tutumundan dolayı başta muhalefet partileri olmak üzere pek çok kesimden “Türkiye’nin kırmızı çizgilerinin yıpranmış”7 olduğu gerekçesiyle tepki görmüştür. Bu eleştiriyi yönelten siyasetçilerin ve gazetecilerin büyük bir bölümünün, Türkiye’nin Kıbrıs politikasının yani kırmızı çizgilerinin belirlenmesinde şimdiye kadar TBMM’nin aldığı kararlara işaret ettiği görülmektedir8. 

Bu bölümde Türkiye’nin 1950’lerden bu yana Kıbrıs politikaları, TBMM’de alınan kararlar9 ve bu kararlar doğrultusunda Türkiye ile KKTC arasında imzalanan Ortak Açıklamalar ve Deklarasyonlar ışığında incelenecektir. TBMM’nin Kıbrıs konusundaki son kararı, 6 Mart 2003’te AKP iktidarı döneminde, AKP, CHP, DYP ve bağımsız milletvekillerinin katılımıyla alınmıştır10. Yukarıdaki değerlendir meler ışığında, 7 Mustafa Balbay, “Demirel: Kıbrıs alabora olabilir”, 
Cumhuriyet, 25 Mart 2004; Erol Manisalı, “AKP Hükümeti 3 Kasım 2002’de geldiğinden beri, Ankara’nın Kıbrıs politikası tamamen tersyüz edildi” (2007a: 130). 

8 Türkiye’nin Kıbrıs politikasının nasıl belirlendiğiyle ilgili olarak örneğin, “Kıbrıs politikası TBMM’de MGK’nın katkısı ile oluşur”, Deniz Baykal, Cumhuriyet, 21.01.2003; “Türkiye’nin Kıbrıs davası, TBMM’de alınan kararlarla belirlenmiştir”, (Denktaş, 2005: 148, 159); “Bizim Kıbrıs’ta ayarlarımız bozuk değildir. TBMM’de zamanında alınmış kararlardır”, Bülent Ecevit, Cumhuriyet, 13.01.2003; “TBMM bir değil birçok kez aldığı kararlarda Kıbrıs’ta bir değil iki devlet gerçeğine eşit gözle bakmadan ve kabul etmeden herhangi bir çözüm bulmanın olanaksızlığına işaret etti”, Cüneyt Arcayürek, Cumhuriyet, 11.01.2003; “TBMM’nin 
şimdiye kadar aldığı bütün kararların dışına çıkıldı”, (Manisalı, 2005: 73). 

9 TBMM arşivlerinde Kıbrıs konusunda alınan kararlar, “ TBMM Kıbrıs Deklarasyonu ”  olarak geçmektedir. 

10 TBMM Tutanakları, 6 Mart 2003, 42. Birleşim. 


TBMM’de oybirliğiyle alınmış olan bu kararın, Türkiye’nin resmi Kıbrıs politikasını temsil ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Buradan hareketle TBMM’nin kırk yıldır aldığı kararların 6 Mart 2003 tarihli kararda altı çizilen kırmızı çizgiler ile uyum göstermesi beklenir. Eğer kırk yıllık politikada bir “kırılma”, “sapma” söz konusu ise, diğer bir deyişle Kıbrıs politikasının değiştirildiği iddia ediliyorsa, o halde bundan önceki politikanın, yani önceki TBMM kararlarının belli bir “değişmezlik”, “tutarlılık” göstermesi beklenir. Elbette bu kararların metin olarak kendi içindeki tutarlılığı kadar bunlara uyumlu davranılıp davranılmadığı da önemlidir. Dolayısıyla Türkiye’nin alınan kararların sonrasındaki uygulamalarında tutarlı olup olmadığı karşılaştırmalı olarak değerlendirilecektir. 

6 Mart 2003 tarihinde TBMM’de alınan kararda aşağıdaki ilkeler kabul edilmiştir: Türkiye Büyük Millet Meclisi, 

1- 21 Ocak 199711 ve 15 Temmuz 199912 tarihlerinde aldığı kararlara atıfta bulunarak, bu millî davada Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Türk milletinin tam bir birlik ve beraberlik içinde bulunduğu gerçeğini bütün dünyaya bir kere daha ilan eder. 

2- Kıbrıs meselesine adil ve kalıcı bir çözüm bulunması için, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin sarf ettiği çabaları içtenlikle destekler. 

3- Kıbrıs meselesine bulunacak çözümün, tarafların eşit statüsü ve eşitliğine dayanması gerektiği hususunu önemle vurgular. 

4- Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarından kaynaklanan garantörlük haklarının sürdürülmesi gereğini belirtir. 

5- Kıbrıs’ta Türkiye ile Yunanistan arasında kurulmuş bulunan dengenin zedelenmesinin hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğini teyit eder. 

6- Kıbrıs sorununun çözümünün, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği sürecinde bir ön şart gibi takdim edilmesine yönelik çabaları reddeder. 

7- Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Türkiye’den önce Avrupa Birliğine üye yapılması yolunda atılan adımların, uluslararası antlaşmaların açık bir ihlali olduğunu bir kere daha vurgular. 

8- Kıbrıs Türk ve Rum halkının 28 yıldır huzur ve barış içinde yaşamasının en önemli amili olan iki kesimliliğin muhafaza edilmesine verdiği önemi vurgular. 

9- İki kesimliliği zedeleyecek bütün öneri ve girişimlerin, Kıbrıs’taki güvenlik ortamını olumsuz yönde etkileyerek, iki toplumu yeniden bir çatışma ortamına sürükleyeceğini hatırlatır ve buna hiçbir şekilde müsaade edilmemesi gerektiğini önemle belirtir. 

10- Bu genel koşullara riayet edilmek kaydıyla, Kıbrıs’ta barışçı ve kalıcı bir çözüme ulaşılmasının, Türkiye’ye, Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarına ve bölge barışına hizmet edeceği yolundaki inancını ifade eder. 

Yukarıdaki TBMM Deklarasyonu’nda altı çizilmiş olan “kırmızı çizgiler”in geçirdiği değişim, TBMM’nin aldığı kararlar ve iki ülke arasında imzalanan Ortak Açıklamalar ve Deklarasyonlar ışığında ve belirli dönemlere ayrılarak incelenecektir. Bu dönemlerin belirlenmesinde Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili olarak geliştirdiği tezler ve politikalar açısından bazı dönüm noktaları esas alınmıştır: 

• Türkiye’nin “ Politikasızlık ”, “ Statükoculuk ”, “ Kıbrıs Türk’tür ”, “ Ya Taksim ya ölüm ” gibi tezlerin arasında bocaladıktan sonra nihayet “ Bağımsız Kıbrıs ”ta karar kılmasıyla sonuçlanan 1950’lilerin başlarından 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar geçen dönem, 

• Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşamasını, yani statükonun korunması gerektiğini savunduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 1974 müdahalesine kadar geçen dönem, 

• Türkiye’nin temelde federal nitelikli bir çözümü desteklediği 1974’ten 15 Kasım 1983’te KKTC’nin kuruluşuna kadar geçen dönem, 

• Türkiye’nin federal çözümü hala desteklemekle birlikte KKTC’nin kuruluşu nedeniyle yeni yaklaşımlara kapı araladığı 15 Kasım 1983’ten 6 Mart 1995’e kadar geçen dönem,
  
• Türkiye’nin KKTC ile “ Bütünleşme ” önerisini ortaya atmasıyla başlayan ve bunu destekler nitelikte pek çok açıklamanın ve deklarasyonun yayınlandığı 6 Mart 1995’ten 31 Ağustos 1998’e kadar geçen dönem, 

• Türkiye’nin “ Konfederasyon ” önerisini resmi olarak ilan etmesiyle başlayan daha sonra “ Çekoslovakya Modeli ”, “ Özerklik ”, “ Tam ilhak ” ve nihayet “ Ortaklık devleti ” tezleriyle renklenen 31 Ağustos 1998’den 6 Mart 2003’e kadar geçen dönem. 


***