Yavuz Donat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yavuz Donat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Kasım 2017 Pazartesi

Tayyip Bey Kriterleri

Tayyip Bey Kriterleri 



SABAH
Yavuz Donat

Başbakan "büyükşehir adaylarını" çoktan açıklayacaktı. Ama "bir kısmını" açıklayabildi. Diğerlerini "geciktirdi." 
Neden? 

ÖLÇÜLER 

1. Başbakan anketlere çok önem veriyor. 
2. Ancak anketler tek ölçü değil... Başbakan, parti örgütüne de çok önem veriyor. 
3. Tayyip Bey için sadece halkın ve örgütün eğilimi yetmiyor... Başbakan, milletvekillerine de çok önem veriyor. 
4. Sonuç: Tayyip Bey kazanmak istiyor... Göstereceği adayın sandıktan çıkmasına çok önem veriyor. 

SORULAR 

Ankette soruluyor: 
- Mevcut başkanı güvenilir buluyor musunuz? 
- Halkla ilişkileri nasıl? 
- Çalışmalarından memnun musun? 
- Aday olursa oy verir misin? 

BURSA 

Şimdi bir "isimli örnek" sunalım.
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Hikmet Şahin'in "karnesine" bakalım: 
1. Halk onu "güvenilir" buluyor.
2. Ama "halkla ilişkiler" puanı zayıf... Yüzde 16.3.
3. Çalışmalarından memnuniyet "yüzde 50'nin üstünde." 
4. Aday olursa oy verir misiniz sorusuna yanıt "olumlu." 

DENKLEM 

Ve şimdi de "ayrıntıya" girelim: 
- Bursa'da örgüt ikiye bölünmüş durumda. 
- "Hikmet Şahin'le yola devam" diyen de var, "Osmangazi Belediye Başkanı Altepe, BursaBüyükşehir'in adayı olsun" ısrarında olan da. 
- AK Parti Bursa'da 10 milletvekili çıkardı... Şu anda onlar da tek isim üzerinde birleşmiş değil. 
- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik Bursa Milletvekili... Onun tavrı çok önemli. 

KAZIN AYAĞI 

Denilebilir ki "Tayyip Bey, halkın memnuniyetini esas alır." 
Ve "uzatmaz", hemen adayın ismini açıklar.
Ama siyasette "kazın ayağı öyle değil." 
Zira: 
1. Seçim örgütle kazanılır... Gösterilen adayı örgüt istemezse, yarın seçim kampanyasında kim çalışacak? 
2. Milletvekillerinin kırılıp dökülmemesi gücendirilmemesi lazım. 

FORMÜL 

Özetlersek...
Tayyip Bey'in "kafasındaki aday ile örgüt ya da milletvekilleri arasında" bir sorun varsa... Başbakan "acele etmez." 
İşi "zamana bırakır." 
Örgütü, milletvekillerini "yumuşatır, yoğurur, ikna eder." 

ŞANLIURFA 

İsterseniz "isimli bir örnek daha" verelim: 
- Şanlıurfa Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Eşref Fakıbaba'nın performansı iyi. 
- Halkla ilişkileri düzgün. 
- Şanlıurfa'da AK Parti 9 milletvekili çıkardı... Bir kısmı Fakıbaba'yı istemiyor. 
- Parti örgütü de ikiye bölünmüş durumda. 
- İl Başkanı Ökkeş Eruslu, aday olmak için İl Başkanlığı'ndan ayrıldı.
Şimdi kendinizi Başbakan'ın yerine koyun. Ve bu "çetrefilli denklemi" çözün. 

GAZİANTEP 

"İsimli örnekleri" çoğaltabiliriz. 
Gaziantep'e bir göz atalım: 
- Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Asım Güzelbey... Halkla ilişkiler tam puan. 
- Halk memnun... İcraatları saymakla bitmez. 
- Milletvekilleri ile arasında dişe dokunur sorun olduğu söylenemez. 
- Örgüt ise 2'ye bölünmüş durumda. 
- 15 yerel gazeteden 2'si ile arası çok iyi... 2'si ile çok kötü... Diğerleri ile olması gereken siyasetçimedya ilişkileri çerçevesinde. 

ANKARA 

Bir başka "isimli örnek" ise Ankara.
Ve "en zor örnek." 
İzmir, Diyarbakır, Eskişehir gibi yerlerde "seçime asılan" ve Çankaya'yı "CHP'den almak isteyen" Tayyip Bey, başkent Ankara'yı hiç "riske atar mı?" 
Eğer Melih Gökçek'ten vazgeçerse "AK Parti Ankara'da, belediyecilikte başarısızdı" imajı yayılır.
Ama Gökçek'te de "15 yılın yükü, son çekişmelerin gerginliği" olduğu açık. 

BİLMECE GİBİ 

Öyleyse Tayyip Bey "Ankara'da ne yapacak?" 
Başbakan için; 
- Göstereceği adayın halk nezdindeki itibarı çok önemli. 
- Seçmen, örgüt, milletvekili memnuniyeti çok önemli. 
- Seçimi kazanmak hepsinden önemli. 

VE SON 

Ve son söz... 
2004 seçimlerinde "AK Parti fırtına gibiydi." 
Tayyip Bey "gücünün doruğundaydı." 
"Yıpranmışlık" katsayısı "sıfırdı." 
Ve seçim "kiminle olsa" alınırdı. 
Ama bu defa durum farklı. 
1. Tayyip Bey bu nedenle "ince eliyor, sık dokuyor." 
2. Adaylara tek tek kefil olacağı için ve seçimde partisinin gerilememesi için "kırk defa düşünüyor." 


***

1 Ekim 2017 Pazar

12 Eylül ÖNCESİ VE SONRASI KÖŞE YAZARLARIMIZ Kim Ne yazmıştı?


12 Eylül ÖNCESİ VE SONRASI KÖŞE YAZARLARIMIZ  Kim Ne yazmıştı?


Nazlı Ilıcak 14 Eylül 1980 tarihli yazısında ne yazmıştı?

Nazlı Ilıcak 12 Eylül 1980 darbesini savundu mu? Nazlı Ilıcak 14 Eylül 1980 tarihli yazısında ne dedi? Nazlı Ilıcak'tan darbe sonrası Oktay Ekşi için 
ne yazmıştı? İşte Nazlı Ilıcak'ın 14 Eylül 1980 tarihli o yazısı
12 Eylül Harekatı

12 Eylül tarihli yazımızı şöyle bitirmiştik. "Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete.."

Ve kıyamet koptu. Dünyanın sonu değilse de, demokrasinin sonu geldi. Siyasal partilerin faaliyetlerine ara verildi, parlamento feshedildi.. 
Milletvekillerinin ve senatörlerin dokunulmazlığı kaldırıldı..

Hürriyet, biz gazetecilerin en önemli gıdası, suyu, ekmeğidir.. İçimizdeki döktükçe ferahlar, karşı bir fikre kuvvetli delillerle mukabele ettikçe 
güçleniriz. İnanırız ki, "Berika-i hakikat, müsademe-i efkardan doğar…"Gerçeğe ancak fikir alış-verişiyle ulaşılabilir. Doğru olduğunu zannettiğimiz 
bir düşüncenin, değişik bir bakış açısı önünde çöküşüne defalarca şahit olmuşuzdur..

Balık ancak suda yaşar, gazeteci çok partili demokraside. Çünkü görevi sadece alkışlamak değildir.İşte, harekatı öğrenince, bu sebepten dolayı 
derin bir "Ah" çektik. .

İşin kolayı, "Biz dememiş miydik" sorumluluğu siyasi kadrolara yüklemek, konuşma ve kendilerini savunma hakkına sahip bulunmayan kimseleri, 
yerden yere çalmaktır. Biz böyle yapmayacak, onlarla hesaplaşmak için, demokratik sistem içinde yeniden yerlerini almalarını bekleyeceğiz. 
Tam tersine, bugün müdafaa edeceğiz. Eğer demokrasinin bir an evvel geri gelmesini istiyorsak, siyasi kadronun ayakta kalmasına çalışmalıyız.

Liderler kolay yetişmez; herkesin kusuru vardır ama bu kusurları dev aynasında gösterip olumlu yanları örtmemek gerekir politikacının topyekun 
tasviyesi Türk siyasi hayatında telefisi imkansız boşluklar yaratır.

Anayasa profesörü merhum Ali Fuat Başgil'in hala tazeliğini koruyan satılarını okuyup 12 Eylül harekatına teşis koymak mümkün..

" Hürriyet terbiyesi gelişmemiş olan memleketlerde, hürriyet rejimi çocuk elinde dinamit olmaya, demokrasi ise evvela demagojiye ve sonra 
anarşiye dökülmeye mahkumdur. Anarşiyi de bir tepkinin takip etmesi mukadderdir. Bu tür memleketlerde, hürriyet rejimi gelip gecicidir. 
Kışın bulut arkasında görünüp batan güneş gibidir.. Böyle olması tabiidir. Çünkü demokrasi, istibdat ve kargaşa arasında yer alan bir itidal ve muvazene rejimidir. Bu rejimin bir parmak yukarısı istibdat ise,  bir parmak aşağısı anarşidir. Hürriyet terbiyesi eksik olan memleketler, ekseriya itidal ve muvazeneyi kaybederler ve neticede istibdat ile kargaşalıktan birini tercih etmek zorunda kalırlar. Kargaşalık, milletlerin haklı olarak en çok yığıldıkları bir felaket olduğundan böyle bir vaziyet kaşısında kalan memleketler daima istibdatı tercih etmişler  ve kargaşalık tufanında boğulmamak için kendi yarattıkları bir Nuh peygamberin gemisine sığınmışlardır. Umumiyetle, diktatörlerin bidayette birer kurtarıcı sevgisi ile karşılanmalarının psikolojik sebebi budur." 

Demokrasinin devamı ancak otorite ve hürriyet arasındaki dengenin korunmasına bağlıdır. Hürriyetsiz disiplin totoliter bir rejimin karakteridir 
ama disiplinsiz hürriyet başı bozukluk ve kargaşa demektir. Başgil bu konuda şunları söylüyor:

" Disiplinsiz bir hürriyet tasavvur etmek ve hürriyeti başıbozukluk manasına almak, hürriyet idealine bir başka şekilde ihanet etmektir. Hürriyete 
kasd için yapılan yanlış telakkiye göre, hürriyet güya herkesin dilediği gibi hareket etmesidir. Bu hal, asla hürriyet değil, kargaşalığa götüren bir 
şirretlik bir şımarılıktır.. Dilediği ve istediği gibi hareket etmek kudret ve ihtiyarı yalnız Tanrı Teala'ya hastır. Hatta Tanrı bile, üstün irade ve 
mutlak kudretini, bizzat kendi yarattığı nizamı alem ile hudutlamayı, kendi için ilahi bir kanun tanımıştır.

…. Cemiyet disiplin temellerine oturan birliktir. Herkes memleketin kanunlarına ne derece kuvvetle bağlanır ve riayet ederse, o nisbette medeni 
bir hürriyete kavuşur. Görülüyor ki, hürriyet ile kanun fikri arasında sıkı bir münasebet vardır ve netice itibariyle hürriyet, herkesin müsavi surette  
kanuna saygı göstermesi ve itaat etmesinden doğan bir hava ve iklimdir." 

* Türkiye'de demokrasi, demagojiye ve anarşiye dönüşmüştür otorite ve hürriyet arasındaki denge birincisi aleyhine bozulmuş, bir otorite 
boşluğu doğmuştu Türk Silahlı Kuvvetleri, bu boşluğu doldurdular açıklanan hedef  "demokrasinin işlemesine müsait ortamı hazırlamaktır". 

Bu ortam ne kadar süratle oluşursa, milletimiz, memleketimiz o kadar çabuk huzura kavuaşacaktır.

Nazlı ILICAK

14 EYLÜL 1980 TERCÜMAN

 http://www.sivilmedya.com/nazli-ilicak-14-eylul-1980-tarihli-yazisinda-ne-yazmisti-21753h.htm


12 Eylül'de Sevinen Yazarlar bakın kimler

"Kızdırırlarsa, anayasaya 'Hayır' demiş olmanın pek bir işe yaramayacak gururuyla 12 Eylül'de zil takıp oynamış olanların tek tek adlarını açıklarım; 
şaşar kalırsınız..."

      Akşam gazetesi yazarı Ali Saydam, 12 Eylül 1980 günü Türkiye'yi terketmek üzereyken darbe yüzünden kaldığını anlattığı yazısında ilginç bir 
ayrıntıya değindi. 

"Darbenin ardından kimle konuştuysam hayatından memnundu" diyen Saydam, herkesin 'Ordu Cumhuriyet'e ve vatana sahip çıktı!' diye 
düşündüğünü yazdı. Saydam eğer kızdırırlarsa 12 Eylül'de zil takıp oynayanların isimlerini açıklarım şaşarsınız derken şunları yazdı:

"Entelektüeli, aydını, işadamı, sanatçısı, sokaktaki sıradan vatandaşı mutabıktı: 'Vatan elden gidiyor!'...

Bugün ne hikmetse herkes bir başka havada... Kızdırırlarsa, anayasaya 'Hayır' demiş olmanın pek bir işe yaramayacak gururuyla 12 Eylül'de 
zil takıp oynamış olanların tek tek adlarını açıklarım; şaşar kalırsınız..."

KİM NE DEMİŞTİ?

Ali Saydam zil takıp oynayanların kim olduğunu açıklar mı bilinmez ama bianet'in geçen sene hazırladığı 12 Eylül'de ne demişlerdi? başlıklı dosya 
medyadaki isimlerin 31 yıl önce ne yazdıklarını gözler önüne seriyor. 

Metinleri yazar Mine Söğüt'ün derlediği Darbeli Kalemler/ 27 Mayıs-12 Mart- 12 Eylül Askeri müdahalelerin ilk haftasında yazılan köşe yazılarından 
seçmeler kitabından aldık.

Refik Erduran: Serinkanlılıkla

Başka ülkelerde yönetim olağanüstü bir yoldan el değiştirirken genelde kan akar. Bizde ise 12 Eylül 1980 yıllardır kansız geçen ilk gün oldu. 
Herkes kafasında dilediği yorumu ve soyut değerlendirmeyi yapabilir.
Ama bu so­mut durumun büyük çoğunluğa rahat bir soluk aldıracağı gerçeğini hesaba katmamak yanıltıcı sonuçlara götürür yorumcuyu. 
(Mercek, Milliyet /13 Eylül 1980)

Uğur Mumcu: Terörsüz Özgürlük

Türk Silahlı Kuvvetleri, 27 Mayıs'ta da 12 Mart'ta da kalıcı bir askeri yönetim kurmak istemedi. Yeni yönetim de "özgürlükçü, demokratik, laik ve 
sosyal" nitelikli bir "sivil yönetim" kurma amacı taşıdığını ilan etti.
Şimdi hepimizin tek bir amacı olmalıdır. Çok yönlü kışkırtmaların kurt kapanlarına kapılmadan, terörsüz özgürlüğü, kansız demokrasiyi kurmak 
ve sivil yönetimi, sağlıklı yöntemleri ve kalıcı çözümleri ile yeniden oluşturmak...(Gözlem, Cumhuriyet/ 15 Eylül 1980)
Hasan Pulur: İflas masasında bir kadro
Orgeneral Evren böyle demektedir. Bu ne büyük bir aydınlıktır bilir misiniz?
Dahası da var; "Bir defa daha belirtiyorum ki, Silahlı Kuvvetler aziz Türk milletinin hakkı olan refah ve mutluluğu, vatan ve milletin bütünlüğü ve 
gittikçe etkisi azaltılmaya çalışılan Atatürk ilkelerine yeniden güç ve işlerlik kazandırmak, kendi kendisini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam 
temeller üzerine oturtmak, kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda kalmıştır..."
Şu son üç kelimeye dikkat edilmelidir:... El koymak zorunda kalmıştır".
Bu zorunluluğu yaratanlar kendi kendilerini yargılamalıdırlar.
Ve sonra iflas masasına oturmalıdırlar. (Olaylar ve insanlar, Hürriyet/ 16 Eylül 1980)
Nazlı Ilıcak: 27 Mayıs-12 Eylül
12 Eylül, 27 Mayıs'ın akıbetine uğramayacaktır, uğramamalıdır. "Kadife eldivenli" vasfını daima koruma, müsamaha ve iyi niyet her zaman devam 
etmelidir. Çünkü bu bizim son şansımızdır. Kaybedeceğimiz şey, demokrasiden de, hürriyetlerden de önemlidir. Haysiyetimizin istiklal ve 
istikbalimizin teminatı olan anavatandır.
Not: Kadife eldivenli harekât liderlere telefon görüşmesine dahi müsamaha ediyor. Bravo. Biz de bu müsamahaya sığınarak Sayın Demirel'e ufak 
bir mesaj iletmek isteriz:
"İyilik, sıhhat ve selametinizi özler, bu vesileyle hürmetlerimi teyiden takdim ederim." (Tercüman/ 16 Eylül 1980)
Rauf Tamer: Duyuyor musunuz?
Kenan Evren'in söyledikleri, her hukukçunun ve her profesörün başucuna bir mukaddes kitap gibi asılacak cinsten sözlerdir...
Öpüp öpüp başlarına koysunlar.
Vazgeçtik istifalarından... (Sözün kısası, Tercüman/ 17 Eylül 1980)
Güneri Civaoğlu: İlk intiba, en iyi intiba
Bu hafta hükümet ilan edilecek. Sonra bir geçici anayasa yürürlüğe giriyor. Daha sonra Kurucu Meclis seçilerek göreve başlayacak. 
Yeni anayasa hazırlanacak. Siyasi partiler, seçim kanunu ve diğer bazı yasalarda değişiklikler yapılarak, demokrasinin daha iyi işleyeceği bir 
hukuk ortamı oluşturulacak.
Bu arada kimsenin şüphe etmemesi gereken bir gerçek şu: Şiddet örgütlerinin üzerine hiç müsamahasız gidilecek.
Önümüzdeki günlerde ibret levhalarının sunulması kimseyi şaşırtmamalıdır.
Kamu vicdanının süratle tatmin edileceği infazlar... Adalet kılıcının yeni şiddet suçlarının işlenmesini önleyici, caydırıcı bir süratle işlemesi.
Beklenen bu. (Ankara notları, Tercüman/ 17 Eylül 1980)
Oktay Ekşi: Gevşemeden, gevşetmeden
Çok basit: Türkiye son derece ağır bir ameliyat geçirmiştir. Bu ameliyatın tam başarıya ulaşması ve hastanın sağlığına tam kavuşması için çok 
dikkatli olmak, Türkiye'yi seven, demokratik düzene inanan herkesin borcudur.
Evren Paşa sempatikti.
Evren Paşa demokratik sistemin en kısa zamanda işletileceğini vaat etti.
Evren Paşa içtenlikle konuştu.
Doğrudur, Evren Paşa bu izlenimleri vermiştir ama iş orada bitmemiştir. Daha doğrusu Evren Paşa'nın işi orada bitmemiştir, tam tersine orada 
başlamıştır. (Günün yazısı, Hürriyet/ 18 Eylül 1980)
Çetin Altan: Çağdaşlığa giden yol
Atatürk temelde çağdaşlıkla, çağdışılığın bazı toplum kesitlerine sağladığı kolaylıklara karşıydı. O nedenle çağdaşçılığı, Cumhuriyetçiliği yani 
var olan koşullar önündeki en zor yolu seçmiştir.
Atatürk'ten sonra Atatürkçülük kolay gibi görünmüştür. Oysa bir Şark toplumunda Atatürkçülük zorların en zoruydu.
Özellikle laiklik bayrağını ayakta tutabilmek en zoru idi. (Şeytanın gör dediği, Milliyet/ 18 Eylül 1980)

Müşerref Hekimoğlu: Yasalar değil kafalar...

Orgeneral Evren'in demokrasiseverliğine her zaman güven duydum. Tüm dünya görevinin bilincine varmış bir komutan olarak, ülkenin ve rejimin 
gücünü Türk Silahlı Kuvvetleri'nin asıl görevine dönüşünde hisseden kişiliğiyle tanıyor Evren Paşayı. Uygar kişiliğine saygı duyuyor, içtenliğine 
güven...
Ben de aynı saygı ve güven içinde Sayın Başkan ve öteki Konsey Üyelerine "Kolay gelsin" diyerek bitirmek istiyorum yazımı. Görevlerini başarıyla 
sona erdirmelerini diliyorum. Ama bu görevin güçlüğünü de belirtmek zorundayım.
Onları Atatürk yolunda bir eyleme iten ortamı değiştirmek hiç kolay değil. Çürümüş, tepeden tırnağa fosilleşmiş bir düzeni sağlıklı bir varlığa 
dönüştürmek kolay değil. Hele düne dönük kurallarla yarına yönelmek hiç kolay değil... (Ankara. Anka, Cumhuriyet/ 19 Eylül 1980)


http://www.gazeteciler.com/gundem/12-eylulde-sevinen-yazarlar-bakin-kimler-40616h.html

*********


12 Eylül'de kim Ne yazmıştı?

12 Eylül ASKERİ DARBSİ Sonrası, Basındaki bazı kalemler Hangi satırları yazdı?
VE BUGÜN NELER YAZIYORLAR..
( TAKDİRLERİNİZE )


Oktay Akbal (Cumhuriyet-13 Eylül 1980) “Atatürk devriminin yandaşları, erleri, Atatürk ilkelerinin sahipleri, böyle bir duruma sürgit göz 
yumamazlardı elbet. Nasıl 27 Mayıs 1960'ta göz yummadılarsa, daha sonraki yıllarda nasıl zaman zaman uyarı mektuplarıyla, anımsatmalarla 
iktidarı ellerinde tutanları Atatürk devriminin yoluna çağırdılarsa, bir kez daha aynı kutsal görevi yapacaklardı. Bu kaçınılmaz bir gerçekti. 
Öyle de oldu.” 

Güngör Mengi (Yeni Asır-18 Eylül 1980) “12 Eylül Harekatı, hedefine varacaktır. Devlet, rejim ve topluma hazırlanan tuzak mutlaka bozulacaktır. 
(…) İhanet, bu aşamadan sonra silahlarını gömerek lanetli mücadelesine son verecek değildir kuşkusuz. Ama devletin güçlenmesi sayesinde ihanet 
odakları, masum insanları eskisi gibi şantaj ve baskıyla eyleme sürükleme olanaklarını yitireceği için, gerçek gücü ile kalacak, savaşını 
sürdürmekteki inadı intiharı olacaktır.” 

Rauf Tamer (Tercüman-17 Eylül 1980) "Kenan Evren'in söyledikleri (16 Eylül 1980 tarihli basın toplantısı) her hukukçunun, her profesörün, 
başucuna bir mukaddes kitap gibi asılacak cinsten sözlerdir. Öpüp öpüp başlarına koysunlar. Vazgeçtik istifalarından.." 

Oktay Ekşi (Hürriyet-18 Eylül 1980): "Evren Paşa, son derece ağır bir sorumluluk altına girmiştir. Bu, Türkiye'yi yıllardır bunaltan anarşi, 
terör ve bölücülüğü tam bir tarafsızlıkla kökünden kurutmak ve ülkemizi aydınlık ve huzurlu günlere tekrar kavuşturmak sorumluluğudur. 
Ve bu sorumluluğun altından kalkabilmek için, Evren Paşa ile onun bu amaçlara ulaşmasını isteyen görevli görevsiz herkesin, içinde 
bulunduğumuz durumun icaplarına göre hareket etmesi zorunludur." 

Güneri Cıvaoğlu (Tercüman-4 Ekim 1980) "12 Eylül Harekatı'nı, dünyadaki diğer asker kökenli rejim olayları ile mukayese ettirmeyecek diğer 
görüntüleri ise yeni yönetimin uygulamalarında buluyoruz. Her geçen gün bir yeni uygar görüntüyü, aşırı davranışlardan kaçınan makul ve 
kamu vicdanını tatmin eder nitelikte haklı uygulamaları sergilemektedir. 

Hedefler saptırılmamakta, harekatın ilk gününde açıklanan amaçlara, kararlı, tavizsiz fakat ölçülü ve akıllı adımlarla ilerlenilmektedir. 
Böylesine olumlu, özlenen sonuçları almaya dönük, makul ve ölçülü yönelişlere destek olmak, milletçe hepimizin görevidir. Bu konuda 
siyaset adamları ve basın da dahil, hepimizin sorumluluğu vardır." 

Bekir Coşkun (Günaydın-20 Ocak 1981) "Devlet Başkanı'nın konuşmaları, televizyonda en ilginç polisiye diziden daha çok ilgiyle izleniyor. 
Türk toplumu, hep demagoji süslü püslü konuşmalar dinlediğinden, haksız da değil. Oysa, Evren Paşa'nın sade, halkın anlayabildiği, zaman 
zaman şaşırmalarla ayrı bir özellik kazanan öz bir konuşma üslubu var. (…) Bu konuşma konusuna iyice değinmemizin nedeni şu: İşlerine 
gelmeyen sözleri duyunca, 'Belki ağzından kaçırmıştır', ya da 'Boş bulunarak söylemiştir' gibi düşünenler, boşuna heveslenmesin." 

Cüneyt Arcayürek (Hürriyet 21 Şubat 1981) "Başkalarını bilmem ama, kendime soruyorum bazen: Acaba Türkiye, ne zaman 12 Eylül Harekatı'nın 
komuta zinciri içinde yapılmış olmasının mutluluğunu taa benliğinde duyacaktır. Eğer ordu, 12 Eylül öncesi kendi bünyesinde parçalanmasını, 
bölünmesini isteyenlerin oyununa gelseydi, komuta zinciri içinde hareket edip ihtilali başaramasaydı, başımıza gelecekleri hiç düşünebiliyor 
musunuz? Birbirimizi vuracaktık! Bunu hiç unutmayalım, hep düşünelim, bin şükredelim. Türkiye'de işkence olaylarının varlığını inkar etmeyen bir 
yönetimin, işkenceyi devlet politikası olarak yürüttüğünü söyleyecek veya ima edecek insafsız çıkacak mıdır, bunu çok merak ediyorum." 

Yavuz Donat (Tercüman-11 Eylül 1981) "Eylül 1979. Huzurun sürmesi ve Türkiye'nin bir süre sonra, çok partili parlamenter demokrasiyle 
yönetilen ülkeler arasında laik olduğu yeri alması dileğiyle.." 

Metin Toker (Milliyet-9 Kasım 1982) "Bu anayasa (1982 Anayasası) reddedilirse, uçtaki ışık kaybolacak, her şey yeniden tam karanlığa, yani 
meçhule girecektir. Belki sonu daha hayırlı olacaktır. Ama belki de daha fena. Ben aydınlıkta kalıp yolun doğru çizilmesine yardımcı olabilmenin 
iyi niyetli bir yönetime iyi niyetle etki ve uyarma yapabilmenin, aksaklık ve eksikliklerin bir zaman parçası içinde düzeltebilmesi için imkanının 
muhafaza edilmesinin faziletine inanıyorum. 1982 Anayasası'na kabul oyu verdim." 

Mehmet Barlas (Milliyet-14 Kasım 1983) "12 Eylül'ü yapanlar sözlerini tutmuşlardır. 12 Eylül'ü destekleyen halk çoğunluğu da 1982 Anayasa 
referandumunda olduğu gibi top yekûn sandık başına gitmiş, geçersiz oy kullanmamış ve bir sivil iktidara 6 Kasım günü destek vermiştir.(…) 
Cumhurbaşkanı Evren, 10 Kasım'da Anıtkabir Defterine duygularını yazarken, ‘Demokratik parlamenter sisteme geçiş sınavını başardık’ 
müjdesini vermektedir Atamıza.. Bir insan yürekten bunun sevincini duymasa, böyle bir ifadeyi seslendirir mi?"

http://www.hurhaber.com/12-eylul-de-kim-ne-yazmisti/haber-72286

***

1 Kasım 2016 Salı

Sincan Yıldız Kudüs Çadırı=28 Şubat Bölüm: 8





Sincan Yıldız Kudüs Çadırı=28 Şubat   Bölüm: 8




DARBEYİ  ASKERLER YAPSAYDI 




 (Vakit: 2 Mart 2007)  Hüseyin Üzmez: 
   28 Şubat Postmodern Darbesi'yle ülkemizin 200 milyar dolarlık borcunun 400 milyar dolara çıktığını, banka soygunu, gasp, vurgun ve hırsızlıktan köşe dönenlerin zaman aşımıyla mükâfatlandırıldığını.. Yani, hukukun işlemediğini hatırlatan Üzmez, 'bu zararın hesabını millete kim verecek?' diye soruyor;  …'' 28 Şubat'ın en büyük tahribatı, şu konularda oldu: Anayasa Mahkemesi'nin görevi (her Hukukçunun bildiği gibi,) önüne gelen dosyaların, Anayasa'ya uygun olup olmadığını denetlemektir. Şayet uygun değilse, gereğini yapmaktır. Halbuki o dönemde Yüce Mahkeme öyle yapmadı! Kendini Kanun Koyucu’nun, yani Yasama’nın (TBMM'nin) yerine koyarak, Kanunsuz bir Yasak Kararı çıkardı. Bu Karar, Millî Hukukumuza da, Evrensel Hukuka da aykırıdır. 28 Şubat olalı 10 yıl geçti. Bu Süreç 1000 yıl sürecek diyorlardı. İlk seçimlerde millet derslerini verdi. 28 Şubat'ın iktidar yaptığı, 3 parti de sandıktan çıkamadılar. Hepsi barajda boğuldu. Süreç'in mimarları çoktan unutulup gitti. Daha önceki müdahalelerde, 6 defa gidip 7 defa gelen, Sayın Süleyman Demirel'in, Ümit Güneşi bile, bir daha açılmamak üzere karardı. Bin Yıl Sürecek dedikleri 28 Şubat'ı, seçimlerden 1 gün sonrasına kadar dahi uzatamadılar amma... kesintisiz eğitimde, başörtüsünde, İmam Hatipler’de ve katsayı eşitsizliğinde yaptıkları tahribatın acı ve sıkıntılar halen devam ediyor. Er geç onlar da düzelecektir İnşallah... Bizim bu yazıda asıl söylemek istediğimiz; bu süreçte, Ekonomi Gemisinin Kaptan Köşkü'ne geçen, ABD'den ithal edilen bakandı. Onun Reformları (!) Ekonomik Büyümemizi % 9.4 küçülttü. Bizi AB, ABD ve IMF kapılarında sürünmeye mahkûm etti. Uzmanların söylediklerine göre, o zamanki zararımız, 200 milyar doların üzerindeymiş. Diğer bütün, hata, kusur ve yanlışlar bir yana... Bu zararın hesabını millete kim verecek? Acaba, bir gecede bu duruma düşmemize, sebep ne idi ? Devletin en önemli bir Anayasal Kurumu olan (MGK'da, Millî Güvenlik Kurulu'nda) Başbakana, Anayasa Kitapçığı fırlatan... Sayın Sezer’in de bu konuda sorumluluğu yok mu?  O Makama oturmasına vesile olan Başbakan Yardımcısı kendilerine "Nankör Kedi" diyerek, bir anlamda hepimize hakaret etmişti. Bunun da hesabı henüz verilmedi. O gece, milletimizin yarı yarıya fakir düştüğü... Ekonominin çöktüğünü gören bazı üst bürokratların bir gecede dolar milyarderi oldukları... Uzman kişiler tarafından söylenmişti; hâlâ da söyleniyor. Banka hortumlamaları da düşünüldüğü taktirde... 200 milyar dolar zararımız 400 milyar dolara çıkıyor. Bir hukukçu olarak, Suçlarda Zaman aşımına son derece karşıyım, Vurgun, Soygun,' Gasp ve Hırsızlık yapacaksın, Belirli bir süre ele geçmeyince, Zaman aşımından paçayı kurtaracaksın. Böyle Hukuk mu olur? (Şayet Mesleği bıraktığımızdan bu yana bir değişiklik olmadıysa... Alacak ve Tazminat Davalarında Zaman aşımı İşlemiyor) Bu durumda, herkes yaptığı veya sebep olduğu zararı ödemeye mecburdur. Doğrusu bilmiyorum. Acaba Hukuk mevzuatımızın gücü bu kadarına yetecek. Ve yine acaba, Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bunun için mi: “Bunların derdi belli. Bunlar Cumhuriyeti değil, kendi çıkarlarını koruma derdindeler!"demişti.




 28 ŞUBAT VE SİYASETÇİLER  


  (Vakit: 5 Mart 2007) Ergun Babahan:
  28 Şubat'a farklı bir yorum getiren Babahan'a göre darbe; 'siyaset sınıfının yozlaştığı, Erbakan ve Çiller'in önlerine gelen her belgeyi kuzu kuzu imzalayıp sürecin sorumluları durumuna düştükleri yoz ve kirli bir dönemin başlangıcıdır.' ..Ve;    "Bugün 28 Şubat post-modem darbesinin yıldönümü. Birçok köşede 28 Şubat müdahalesi ve süreçle ilgili değerlendirmeler okuyacaksınız. Bu köşeyi izliyorsanız, 28 Şubat karşısındaki tavrımı biliyorsunuzdur. Ancak bugün bir başka noktaya dikkat çekmek istiyorum. 28 Şubat'ta siyaset sınıfının sorumluluğu. 28 Şubat sadece silahlı bürokrasi müdahale etmek istediği için olmadı bu ülkede. Siyaset sınıfı da bu müdahaleye ya çanak tuttu veya gerekli tavrı alamadı. 28 Şubat’a giden yolda Türkiye'de siyaset yozlaşmış ve kirlenmişti. 28 Şubat'ta Erbakan ve Çiller mağdurdur, tamam. Ama önlerine konulan her belgeyi kuzu kuzu imzaladıkları için aynı zamanda bu sürecin sorumlusudur. Eğer onlar bu sürece karşı koyma yürekliliği gösterseydi 28 Şubat bu kadar kolaylıkla gerçekleşmezdi. Evet, Demirel askerle işbirliği yapıp sivil hükümete karşı bir komplonun parçası olmuştu ama Refah Partisi ve Doğru Yol'un alacağı doğru bir tavır bu olayı bozabilirdi. Veya Mesut Yılmaz, 28 Şubat sürecinin ardından partisini DYP'den transferlerle güçlendirip seçim kazanmış edasıyla hükümet kurmaya talip olmazdı. Kısa bir süre sonra da bunun bedelini sandıkta tasfiye olarak ödediler. 28 Şubat, post-modem bir darbe olması kadar bence siyasetçilere yakın tarih dersi olması açısından da önemlidir. Günümüz siyasetçileri bu dersi ne kadar almış, emin değilim. Ama hatırlarında tutsunlar ki, güç ve rant savaşı adına demokratik ilkeleri satanları halk ilk fırsatta sandığa gömüyor. Demokrasiye, halkın söz hakkına saygı duymayan siyasetçinin yaşam şansı kalmıyor. 28 Şubat'a bu açıdan bakmakta da yarar var, diyorum.”  




 28 ŞUBAT TECRÜBESİYLE GELECEĞE BAKMAK 



(Sabah: 28 Şubat 2007)   Dr. Serdar Demirel:
 Dr. Serdar Demirel, 'Fadimeler, Kalkancılar inanan insanları aşağılayan her türlü melânet; iftiralar, karalamalar, montaj haberler, susturulmak istenen İslâmi basın ve diğer bin bir tezvirat' içindeki 28 Şubat'ın 10 Yıldönümü'nü 'karanlık 28 Şubat7 tünelinde böyle izah buyuruyor;   "28 Şubat postmodern darbesinin yoğun hissedildiği bir dönemdi, ismi bende mahfuz bir dostum bana gelmişi. Dertleşmek ve mümkünse tavsiye almak istiyordu. Evlerinde bütün aileyi derinden sarsan bir acı olay yaşanmıştı. Tanıklık ettiklerine inanmakta zorlansalar da yaşanan gerçekti: Kendisinden bir iki yaş küçük kardeşi intihara teşebbüs etmişti. Çok şaşırmıştım! Zira intihara teşebbüs eden kişiyi ben de tanırdım, ibâdetlerine düşkün dindar bir kişiliğe sahibti. Böyle bir şey, islâm'ın kesin haram kıldığı bir cürüm olduğuna ve o da bunu bildiğine göre nasıl mümkün olmuştu? Mü'min insan tasavvurunun kesinlikle karşı çıkacağı bir cana, hem de kendi canına kıymaya nasıl teşebbüs etmişti? Hakikaten anlamak çok zordu. Dostum, olayın detaylarını anlattı. Özetle, dönemin topyekün savaş atmosferi onun psikolojisine çok ağır gelmiş, taşıyamamıştı. Evlerden fışkıran ceset görüntüleri, her saat başı tv kanallarında akıl almaz iddialar, Kalkancılar; Fadimeler, inanan insanı aşağılayan her türlü melanet; iftiralar, karalamalar, montaj haberler, susturulmak istenen İslâmî basın ve diğer binbir tezvirât... Bütün bunlara onun psikolojisi yeter demişti. Ağbi olan dostum başka bir ibretâmiz olayı da kardeşini Bakırköy Sinir Hastalıklarıma tedavi görmek üzere götürdüklerinde yaşamıştı. 0 da şuydu: Hastanedeki hekim, getirilen hastanın mütedeyyin bir kişiliğe sahip olduğunu anlayınca; "Bugünlerde dindar kesimden gelen hastalarımızın sayısında patlama var, özellikle de başörtülü hanımlarda" demiş, "Neler oluyor sizin camiada?" diye de sormuştu. Bu sorunun cevabı malûm karanlık 28 Şubat tüneliyle alakalıydı. Utancı da büyük oranda kartel medyasına aittir. Eminim, bugün, nice kalem bu sürecin faziletlerini döktürecek, demokrasinin nasıl kurtarıldığı yalanını yazacak, süslü ve sloganik kelimelerin arkasına gizlenecektir. Ama şu gerçeği itiraf edemeyeceklerdir: Bu süreç, Atatürkçülük maskesi takınca dokunulmaz olunacağı anlayışını yerleştirdi topluma. Bir de hasım görülen bir kişiden kurtulmanın kolay yolunun ona "mürteci" damgasını vurmaktan geçtiğini. Bu ister bir eğitim kurumu, bir hastahâne, bir devlet dairesi olsun isterse de çatık kaş devletin elinin uzandığı herhangi bir alan, farketmez. Ve hâlâ nice insan bu numaraya baş vuruyor. Neyse. Yaşanan bütün acılara rağmen büyük ülke hayâli kuran, sadece ülke içinde değil bütün Ortadoğu'da barış isteyen, hatta bunun bütün dünyayı kuşatmasını arzulayan insanlar düne takılmadı, takılmaması da lâzım. Onlar geleceğe bakıyor, geleceği planlıyor. Çünkü onlar biliyor ve inanıyor ki, bu coğrafyanın geleceği onların geleceğe dair ufkuyla, bu uğurda şadedecekleri gayretle paraleldir. Birileri bu ülkeyi terk edebilir ama onlar terk edemez, bu ülkeye küsemez, çünkü onların kaderi bu ülkenin kaderine endekslenmiştir. Dünü hatırlayacak, lâkin, düne takılıp kalmayacaklardır.”




 28 ŞUBAT SÜRECİ  YARGIYI TAHRİB ETTİ   



  (Vakit: 28 Şubat 2007)    Taha Akyol'a göre:
 "28 Şubat, dikkatleri irtica paranoyasına kilitleyerek, Meclis kompozisyonunda yapay değişimler yaptırtarak, Türkiye'yi dünyaya halk ayaklanmalarının ve şeriatın eşiğinde bir ülkeymiş gibi göstererek, ta 2001 krizine kadar sürükleyecek istikrarsız bir gidişatı da hızlandırdı. En büyük tahribatından biri yargıda oldu. Yüksek yargı mensupları otobüslerle Genelkurmay'a taşındı, "yüzde 66.94..." türünden brifingler verildi, özgür içtihat imkânsız hale getirildi Üniversite yeniden 'hiza'ya getirildi! Basında tasfiyeler yaptırıldı, komiserler tayin ettirildi!” 


 28 ŞUBAT İÇİN GEREKLİ  İKLİMİ BASIN HAZIRLADI

   

 (Milliyet: 1 Mart 2007)   İlker Sarıer'e göre:
 "28 Şubat, oldu, geçti. Geçti de biz koca bir toplum olarak, siyasetçiler olarak, medya olarak ve kurum ve kuruluşlar olarak gereken dersleri çıkardık mı? Çıkarmadık! (...) Sen ders çıkardın mı hemşehrim, derseniz, söyleyeyim. (...) zaten biz de 28 Şubat'a gerekli iklimi yaratmıştık, netekim...” 




BUGÜN 28 ŞUBAT




  (Takvim: 1 Mart 2007) Mustafa Ünal: 
 ..Ve Mustafa Ünal'dan bir iddia: 28 Şubat'ın 9 Mart Cuntasıyla akrabalığı var. Peki sebebleri ne? İşte cevabı:   “Tarihî bir gün, talihsiz bir gün de diyebilirsiniz. Necmettin Erbakan başbakanlığındaki Refahyol Hükümeti'ni alaşağı ederken, toplumu silah zoruyla dizayn etmeyi amaçlayan müdahalenin 10. yıldönümü. Süreç diye adlandırılan '28 Şubat nedir?' sorusuna cevap verelim önce. Çok farklı yaklaşımlar söz konusu çünkü... Öyle iddia edildiği gibi demokrasiye balans ayan değil, olağan yollarla hükümet değiştirme operasyonu da denemez. MGK'da alınan kararlarla hükümetin çekilmeye zorlanması yorumu da hafif kalır.    28 Şubat demokrasiye, Anayasal düzene dışarıdan müdahale. Tıpkı 12 Mart gibi. Klasik darbeden tek farkı; Meclis'i kapatmamış olması. Nitekim önde gelen 28 Şubatçılardan Erol Özkasnak süreci anlatırken 'postmodern darbe’ nitelemesi yaptı. Batı Çalışma Gurubu'nu kuran, Sincan'da tankları yürüten çekirdek kadronun, hükümeti devre dışı bırakmasının ötesinde hedefleri vardı. Açıkça söylemek gerekirse, bir rejim değişikliğinden yanaydılar. BAAS tipi bir rejim. O günlerde dışarıya sızan bilgi ve belgelerden anlıyoruz ki mezhepsel boyutu da vardı. Uzun ömürlü bir iktidar biçmişlerdi kendilerine. Bu uğurda her şeyi göze almışlardı. 28 Şubat'ın 9 Mart cuntasıyla akrabalığı var. Cezayir benzetmelerinin yapıldığı 28 Şubat günlerinde BBP Lideri Muhsin Yazıcıoğlu'nun 'Türkiye Suriye olmayacak' sözü boşuna söylenmiş değildi. Bir karşılığı vardı. Bir adrese söylenmişti. Yerine de ulaştı. Proje, Milli Güvenlik Kurulu çizgisine çekildi. Çekirdek kadroyu buradaki en önemli isim Doğu Aktulga'dır. MGK kararlarının kesmediğini söylemeliyim, kabullenmeleri çaresizliktendir. 28 Şubat'ın bu yönü maalesef çok aydınlatılamadı. Üzerinden biraz daha fazla zaman geçmesi gerekiyor. Belki 20. yıldönümünde... KeşkeTürkiye'nin ayarlarını bozan, devlet-millet bütünleşmesini ortadan kaldıran 28 Şubat hiç yaşanmasaydı. Bu süreçte devletle millerin arası iyice açıldı, değerler çatıştı. Devletin o gün gücünü kullananlar, milletin kutsallarını tehlike olarak gördü, tehdit saydı ve pervasızca üzerine gitti. Vicdanlarda derin yaralar açtı, büyük acılar yaşandı. Ucuz yaftayla çok insan yerlerinden yurtlarından oldu, liyakatine bakılmaksızın kapı önüne kondu. 28 Şubat devletin bir cinnet haliydi. Kâbusla geçen karanlık bir gece...”  


,

28 Şubat'ta Türkiye  Nasıl Direkten Döndü





(Zaman: 28 Şubat 2007) Yusuf Kaplan: 
    28 Şubat'ta Türkiye'nin direkten dönüşünü; "Hz. Peygamber, 'Mü'min'in basiretinden ve ferasetinden sakınınız' diye buyurur. İşte bir Mü'min olarak Hoca'nın öngörüsü, basireti, feraseti ve fedakârlığı, Türkiye'nin ve İslâm Dünyası'nın büyük bir uçurumun kenarından dönmesini sağladı" şeklinde izah buyuruyor. İşte Kaplan'ın diğer görüşleri:     "28 Şubat, Türkiye gibi bölgenin tarihinde bin küsur yıldır birinci derecede belirleyici aktör, yani İslâm dünyasının tarihsel ve siyasi omurgası olan bir ülkede, üçüncü bir modelin toplumunu elitler vasıtasıyla sekülerleştirilmesi, dolayısıyla İslâmî iddialarının ve duyarlıklarının bitirilmesi, dolayısıyla ülkenin içeriden teslim alınması projesinin adıydı.     Madalyonun görünen yüzü bu. Bir de görünmeyen yüzü var; 1995 seçimlerinden iki ay önce Refah Partisi'nin oyları bütün kamuoyu yoklamalarında % 32-36 civarında seyrediyordu. Bu, Refah'ın -İslâm'cı bir partinin- Türkiye'de ilk defa tek başına iktidara gelmesi ve Türkiye'nin Cezayir'e dönüştürülmesi sonucunu doğurabilirdi.    Seçimlere bir ay kala Hoca, radikal bir dil geliştirerek Refah'ın oylarını % 20'lere çekti. Bunu Hoca'ya bizzat sordum. Neden böyle yaptınız? diye. Hoca'nın cevabı aynen benim düşündüğüm gibi oldu: 'Bizi tek başına iktidara sürükleyip, Türkiye'yi Cezayir gibi geri dönülmesi zor bir iç savaşın içine sürüklemek istiyorlardı." 




28 Şubat'ın Ayak Sesleri  



 (Yeni Şafak: 28 Şubat 2006)   Yavuz Donat: 
  Dönemin Cumhurbaşkanı olan ve 'şapkasını gaptırmamak'la ünlü Süleyman Demirel'e en yakın isimlerden Yavuz Donat, 1997 Ocak Brifingi'nden pasajlar aktarırken Demirel'in elindeki dosyaların 55 sayısıyla eş ve çoğunlukta olduğunu vurguluyor. İşte Donat'ın bize aktardıkları:    "Ocak 1997… Çankaya Köşkü. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı 'irtica ile ilgili suçlamalarda' bulununca.. Cumhurbaşkanı Demirel dedi ki: 'Sayın Komutan, kim, nerede, ne zaman kanunlara uygun olmayan, ne yapmış? Bu konuda elinizde somut belge ve bilgi var mı?' -Var sayın Cumhurbaşkanım. -Genelkurmay'a geleceğim..
 Sizi orada dinleyeceğim.
     Ocak 1997.. Genelkurmay Başkanlığı. Genelkurmay Başkanı'nın yanında 'İkinci Başkan' da vardı: Orgeneral Çevik Bir. Demirel; brifingi anlatırken şöyle dedi: 'Çok kalabalık değildi..
 Genelkurmay İstihbarat Başkanı vardı..
 Bazı komutanlar vardı.'    Brifing 4 saat sürdü.
 Cumhurbaşkanı'nın istediği anda brifinge ara verilecekti. Demirel bir soru sorarsa, yanıtlanacaktı. Ama Demirel hiç soru sormadı. Tam bir 'derin dinlemedeydi.' Brifing bitince Genelkurmay Başkanı Org. Karadayı'ya dedi ki: 'Bunları bir dosya halinde bana vereceksiniz değil mi?' 
   -Genelkurmay'dan ayrıldıktan sonra ne yaptınız sayın Demirel?   
   -Köşke döndüm.. Ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Necdet Seçkinöz'ü çağırdım.    
   -Ne dediniz? 'Necdet Bey.. Genelkurmay'da bana 55 olay anlattılar… Hepsi de teker teker bu dosyada yazılı.. Buyurun..' -Sayın Cumhurbaşkanım, ne yapmamı emrediyorsunuz? 'İncelemenizi istiyorum.'
  -Emredersiniz.    Necdet Seçkinöz önce dosyayı bizzat kendisi inceledi. Sonra da Demirel'e geldi: 'Efendim konu çok önemli. Özel bir çalışma gurubu kuracağım. Dosyadaki 55 olayı tek tek inceleteceğim. Sonucu da size arz edeceğim.' 
  -İyi düşünmüşsün. Hiç vakit kaybetmeyin. 'Sonra ne oldu Sayın Demirel?' -Dosyada yer alan 55 olayın 30'a yakını doğruydu. Dedikoduya dayanmıyordu. Bazı somut olaylardı. Bunları önce bir kâğıda döktüm. Sonra da mektup haline getirdim. 'Kime mektup?'
  -Hükümete konuyu intikal ettirmek benim görevimdi. Başbakan Necmettin Erbakan'a bir mektup yazdım. 'Mektupta ne dediniz?' -
  -Bakın şu rahatsızlıklar var. Düzeltin dedim..    Genelkurmay'daki 1997 Ocak brifingi 'yaklaşan fırtınanın' habercisiydi. Askerlerin bu brifingteki söylemleri '28 Şubat'ın ayak sesleriydi."  (Sabah: 28 Şubat 2006)  Direnilseydi Ne Olurdu?   "28 Şubat Postmodern Darbesi öncesinde Refahyol Hükümeti'nin Başbakanı Necmettin Erbakan'ı ikaz eden, O'na mektuplar yazan ve bir nev'i 'Askeri vesayet tarafında hareket eden Devlet Adamı' şekli ve gerçeğini veren dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Ali Kırca'nın gerçekleştirdiği Siyaset Meydanı'nın 9 Mart 2000'deki proğramında, Yavuz Donat'a göre; 'Sayfalar dolusu bant çözümü' ile esaslı bir söyleşiye imza atıyor. Ve Yavuz Donat da o tarihin Siyaset Meydanı'ndaki Demirel'in işitilmesi gereken sözlerini şöyle kaleme alıyor;   "REFAH Partisi ile Doğru Yol Partisi'nin kurduğu " Refahyol" Hükümeti, 28 Şubat kararlarına "direnseydi" ne olurdu? Başbakan "bu kararlan" imzaladı.Ya "imza etmiyorum" deseydi. Demirel'e bunu" sorduk. "Dosyalan" açtı. "Benim bir beyanım var... Bu söylemim çok önemsendi" dedi.

   -Hangi beyanınız?-9 Mart 2000de, Ali Kırca'nın Siyaset Meydanı'ndaki bir söylemim. Siyaset Meydanı saat 23.30'da başlamış. Ertesi sabah saat 04.00'e kadar sürmüş. Çok izlenmiş. Ve "çeşitli çevrelerce çok önemsenmiş."işte Siyaset Meydanı'nın  "sayfalar dolusu bant çözümünden Demirel'in "çok önemsendiğini söylediği" bölüm: Türkiye Cumhuriyeti laik ve üniter devlet  olarak kurulmuştur. Dünyanın bu bölgesinde eğer huzur ve sükun ile ülkede iç barış varsa, devletin büyük Atatürk tarafından çok iyi temele oturtulmasındandır. Bu çağdaş devlettir. Din ile devlet ayrılmıştır. Şeriat hukukundan, pozitif hukuka dayanan bir devlet yapısına gelinmiştir. Cumhuriyet, şeriat hukuku yerine pozitif hukukun konulmasıdır. Ama birtakım çevreler bunu istemiyorlarsa, itirazları pozitif hukuka, talepleri şeriat hukukuna ise, o irticadır. Türkiye'de böyle talepler vardır. İrticaya karşı çıkmak vatandaşın dini duygularına karşı çakmak değildir. Demire! 28 Şubat için "hassas konu" dedi.  "Her türlü yanlış anlamaya müsait  olduğunu" söyledi. Ve ekledi:- 9  Mart  2000 de  Siyaset Meydanı'nda söylediklerimin altını çizin. Demirel'in "altını çizin" dediği satırlar: “28 Şubat kararlarını birtakım çevreler istismar etmiştir ve etmeye devam ediyor. "28 Şubat kararlan vatandaşın dini duygularına aykırıdır" biçiminde istismarlar olmuştur. 28 Şubat kararlarının üzerinden 3 yıl geçti. Bu 3 sene içinde benim hangi vatandaşım dini inançlarını yerine getirmede ondan önceki yıllara nazaran güç duruma düştü? Camiye mi gidemediler? Hacca mı gidemediler, oruç mu tutamadılar? Zekat mı veremediler? Hayır.Ama camiye, okula, kışlaya siyaset sokacaksınız. Gelin ülkeyi idare edin Ali Kırca'nın 9 Mart 2000'deki Siyaset Meydanı'ndan, Demirel'in "bugün mutlaka yazılması gerek" diye işaretlediği "son bölümü" de sunuyoruz. Zira bu bölümde "28 Şubat kararlarına direnilseydi ne olurdu" sorusunun da yanıtı var: 28 Şubat kararları, vatandaşın dini ' duygularını incitmek için değil, aksine onları korumak için alınmıştır. 28 Şubat kararları, İslam ve Müslümanlıkla mücadele değil, Müslümanlık ve İslâm’ın kullanılmamasıdır. 28 Şubat kararlarına direnilseydi acaba ne olurdu? Kimse itiraz etmedi zaten. Yani MGK'da kimse itiraz etmedi. Ama daha sonra itiraz etmiş gibi göründü. Orada, o kurulun içinde olan herkesin imzası vardır.” 




 28 Şubat'ın Neresindeyiz?    



(Sabah: 28 Şubat 2006) Ali Bayramoğlu:
 Evet.. Ali Bayramoğlu'na göre acaba biz 28 Şubat'ın neresindeyiz?    "(…) 10 yıllık süre içinde özellikle 2002-2007 yılları arası Avrupa Birliği ve Kopenhag Kriterleri çerçevesinde Türkiye sivilleşmeye yönelik önemli adımlar attı. Örneğin ülkeni gizli hükümeti olarak işlev gören, 28 Şubat'ı taşıyan MGK'nın yasası değiştirildi. MGK gizli yönetmeliği içindeki tüm sakıncalı maddeler iptal edildi ve yönetmelik şeffaflaştırıldı.    Bununla birlikte askeri vesayet rejimin özünü oluşturan milli güvenlik kavramı ile gizli anayasa ya da gizli hükümet proğramı olarak tanımlanan, asker denetiminde hazırlanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi varlığını korudu. Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı'nın statüsünün İç Hizmetler Kanunu'nun yanından bile geçen olmadı.    Nitekim, Türkiye'deki askeri otoritenin devlet içindeki özerk alanının zemini iki katmanlıdır. İlki yasalar katmanıdır. Sivilleşme süreci bu birinci katmanı bir ölçüde kırmıştır. İkincisi özellikle 28 Şubat döneminde tahkim edilmiş olan yönetmelik ve protokoller katmanıdır. Sivilleşme süreci bu ikinci kademeye hemen hiç ulaşmamıştır. Denebilir ki bugün askeri vesayet rejimin değişmeyen unsurlarının en önemlileri, milli güvenlik düzenine 28 Şubat'ta dahil olan girdilerdir. Bu anlamda aradan geçen 10 yıla rağmen 28 Şubat'ın devlet çarkı üzerindeki derin etkileri sürmektedir."  




Kıvıran  Gazetecileri Hatırlatıyor   



 (Yeni Şafak: 28 Şubat 2007)   Fatih Altaylı: 
 "(..) Çevik'in sıkı Refahyolcu olduğu günlerde dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir, İlnur Çevik'i çağırdı ve şöyle dedi: 'İlnur Bey, arabuluculuğa soyunuyorsunuz. Bu sizi gri yapıyor. Oysa biz griyi sevmeyiz. Ya beyaz olacaksınız, ya siyah. Bakın biz beyazız. Karşı taraf ise siyah. Kararınızı verin ve ya beyaz olun, ya gri.'   İlnur kararını hemen oracıkta verdi: 'Ben de beyazım.'       .. Ve hemen koşup o yazıyı yazdı. Bakmayın siz şimdi 28 Şubat'a veryansın edenlere.    O dönemde hepsinin rengini gördük biz.." 



Çoğunluk 28 Şubat'ta Birleşmez 





 (Sabah: 28 Şubat 2007) Nazif Gündoğan: 
  Türkiye'nin yüzyılı aşan demokrasi tarihinde demokratik yönetim yanlısı kesimlerle, dayatmacı kesimler arasında kıran kırana büyük bir çatışma yaşandığına dikkat çeken Gündoğan diyor ki:     " Türkiye'de altmış yılı bulan çok partili dönemde yapılan son darbenin üzerinden on yıl geçti. Darbelerle Türkiye'nin demokratik yapısıyla birlikte ekonomik dokusu da büyük yaralar aldı. Darbeler Türkiye'deki devletçi kesimlerin güçlerine güç katarken, demokrasi yanlısı kesimleri de büyük ölçüde zayıflattı. Bu yüzden Türk toplumunun olağanüstü gayretine rağmen, Türkiye'nin büyük bir geçmişe sahip olan demokratik kültürü zenginlik ve derinlik kazanamadı.    Türkiye'nin yüzyılı aşan demokrasi tarihinde demokratik yönetim yanlısı kesimlerle dayatmacı kesimler arasında kıran kırana büyük bir çatışma yaşanmaktadır. Dayatmacı kesimler ekonomik siyasal ve kültürel hayatın odak noktasına devleti yerleştirmişlerdir. Onlar üretmeyi değil tüketmeyi bilirler. Vermekten daha çok almanın ustasıdırlar. Bunun için dayatmacılar Türkiye'deki değişme ve gelişmenin önündeki en büyük engel olmuşlardır.    Türkiye'nin darbeli demokrasisinde seçimle gelmiş yönetimler güçle değiştirildiği için örgütlenmiş baskı ve şiddet gelenekselleşmiştir. Dayatmacılar iktidarlarını koruma yolunda silâhlı silâhsız he yönteme başvurmaktadırlar. Onlar Türkiye'deki darbelerde açıkça görüldüğü gibi, insanların oylarını sayarak değil, kafalarına vurarak yönetimleri değiştirmektedirler. Onların dünyasında hukukun üstünlüğünden daha çok güçlülerin hukuku önemlidir." 




 28 Şubat Kışla İle Caminin Arasını Açtı 




 (Yeni Şafak: 28 Şubat 2007) Hüseyin Kemal'in Ekrem Dumanlı ile Röportajından: 
     "Bizde hazırlanan anayasalar askere (…) böyle bir açık kapı bırakıyor. Siviller geldiğinde antidemokratik düzende çıkarılan hukuki gerekçelerini değiştiremiyorlar. Dolayısıyla darbeyi yargılayamıyorsunuz. (…)      (…) 28 Şubat, kışlayla caminin arasını açmıştır. /…/ Çocukluk ve gençlik yıllarımda camilerde çok subay gördüm. Camilerde keplerini arkaya çevirmiş şekilde namaz kılan çok subay olurdu. Bugün şimdi görmek mümkün değil. Bu ilişki tamamen koptu. Bugün siyasetçinin de 'biz ne yaptık da bu ilişkiyi yıprattık' demesi, askerlerin de bunu düşünmesi lâzım." 



Demirel Erbakan'ın  İstifa Mektubunu Adeta Kapmış "(…) 





 (Yeni Asya: 4 Mart 2007) İsmet Berkan: 
    Demirel çeşitli özel sohbetlerde Erbakan'ın istifa anını detaylarıyla ve hayli renkli biçimde anlattı.    Şu an bize gereken ayrıntı, Demirel'in istifa mektubunu Erbakan'ın elinden 'kapar gibi' aldığı ve hemen düğmeye basıp Genel Sekreter Seçkinöz'ü odaya çağırdığı.     Seçkinöz odaya girince Demirel istifa mektubunu ona uzatır ve 'Sayın Başbakan istifa ettiler, ben de kabul ettim.  Gereğini yapınız, gereken evrakı hazırlayınız' der.                                                                                           


28 Şubat'ta Yapılan Yolsuzluklarla





  (Radikal: 4 Mart 2007)   Necati Can: 
      İlgili Raporları Demirel Sümenaltı Etti    Böylesine ağır bir iddiada bulunan insanın elbette elinde mühim belgeler ve bilgiler olması lâzım. Zaman Gazetesi'nden Ahmet Dönmez ile çok enteresan bir röportaja imza atan ve Meclis Akaryakıt Kaçakçılığı Araştırma Komisyonu'na da verdiği ifadede '28 Şubat en büyük yolsuzlukların yapıldığı dönemdir' görüşünü ortaya koyan Gümrükler Eski Başmüfettişi Necati Can; 'Artık 28 Şubat denince aklıma direkt yolsuzluk geliyor. Bu oligarşi sadece gümrüklerde milyarlarca dolarlık hayali ihracat yapmıştır. En büyük üzüntüm ise bu yolsuzlukları belgeleriyle birlikte anlattığım raporların Cumhurbaşkanlığı raflarında çürümesi. 1998-99 yıllarında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e gönderdiğim iki ayrı rapor hakkında hiçbir işlem yapılmamış. 28 Şubat döneminde yolsuzlukların niçin arttığının iyi anlaşılabilmesi için post modern darbenin perde arkasının iyi bilinmesi gerekir. 28 Şubat'ın ardında bir ülkenin gizli servisi vardı. İkinci ayağı ise yerli destekçileriydi. Onlara rüşvet olarak yolsuzluk düzenini bıraktılar. 28 Şubat'tan sonra etnik ve mezhebe dayalı bir kadrolaşma başladı' diyor.     Köşke gönderdiği raporda örnekleri sıralayan eski Başmüfettiş, hayali ihracatı adım adım Ahmet Dönmez'e anlatıyor. Can'a göre dönemin Bakanı Gümrükler Genel Müdürlüğü, Teftiş Kurulu Başkanlığı ve Başmüdürlük  gibi makamlara kendi istediği şekilde atamalar yaparak hayali ihracat çarkı kurdu. Raporda bu çarka örnek olarak İzmir kökenli İTS Tekstil Firması'nın yaptığı hayali ihracat anlatıldı. İlgili vergi dairelerinden alınan belgelere göre haksız vergi iadeleri, Anasol-D Hükümeti'nin kurulmasından hemen bir ay sonra başlıyor. İzmir Gümrükler Başmüdürü M.K: İstanbul'daki İhracatçılar Birliği'nin yardımıyla İTS'nin de aralarında bulunduğu İzmir'deki çeşitli firmalara hayali ihracat yaptırdı. Yolsuzluklar Ege İhracatçılar Birliği tarafından ihbar edildiği halde hiçbir yasal işlem yapılmadı. Bu kez Başmüdür İstanbul'a tayin edildi ve aynı firmalar da peşinden İstanbul'a taşındı. Daha sonra yapılan operasyonla hayali ihracat ortaya çıkarıldı. Tespitlere göre bir yıl içerisinde 15 milyon dolarlık haksız vergi iadesi alınmıştı. Yolsuzluğu belgeleriyle ortaya koyduğunu ifade eden Can, raporunda Bakan'ın bu işlerden 2 milyon dolar pay aldığı iddiasına yer verdi. Ayrıca bakanın aldığı bu rüşvetle İzmir'de bir villa yaptırdığını öne sürerek villanın fotoğraflarını delil olarak sundu.     Raporunda rüşvet ödemeyen firmalar hukuksuz suçlamalarla mahkemeye verilip rüşvete zorlanıyor. Kaçakçı ve hayali ihracatçı firmalar ise belgelere rağmen mahkemeyle verilmeyip bilinçli olarak devlet soyduruluyor. 'Beyaz Formül' atamaları adı verilen rüşvetle memur ataması yapılıyor. Bakanın bu şekilde 265 civarında para karşılığı atama yaptığı ve yolsuzluklara göz yumduğu iddiaları var' diyen Can, dönemin Cumhurbaşkanı Demirel'in 'İki duvar arasında olacaksınız. Birisi üniter devlet, diğeri laiklik' sözüne atfen şu değerlendirmeyi yapıyor: 'Ben de diyorum ki, bu iki duvarın arasında istediğin kadar yolsuzluk yap kimse bir şey demiyor. 28 Şubat'ın tarifi bu: Demokratik, laik bir şekilde soygun yapmak." 




Darbe Dışarıda Tezgâhlandı 


 (Zaman: 28 Şubat 2007) Şevki Yılmaz: 
Darbelerin Almanya, Amerika ve İngiltere gibi gelişmiş ülkelerde olmadığını belirten ve gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelere musallat olan darbelerin Türkiye ayağını değerlendiren Yılmaz, Vakit'ten Muharrem Coşkun'a verdiği röportajda; Türkiye'de Refahyol'dan kimlerin rahatsız olduğundan başlayarak 28 Şubat'ı şöyle özetliyor:      " 28 Şubat sürecini anlayabilmek için Refahyol Hükümeti'nin kimleri rahatsız ettiğini çok iyi anlamak zorundayız. İşçi rahatsız mıdır ki müdahale edilmiştir. Halk rahatsızsa halk cevabını verecektir, sandık vardır. Size sorayım bir medya mensubu olarak. Siz hiç işsizliğe müdahale edildiğini duydunuz mu? Paramız dolar karşısında pula çevrilirken, Afrika ülkelerinde bile Türk parası geçmezken buna müdahale edildiğini duydunuz mu? Kasa-masa atılırken, insanlar açlıktan kendilerini köprülerden atarken müdahale edildiğini duydunuz mu? Neden vatandaş çığlık atarken, memur feryat ederken onun gözyaşı için müdahale olmuyor da işler iyiye gittiği zaman oluyor?    Refahyol Hükümeti ne yaptı ki müdahale olmuştur? Veya kimler rahatsız olmuştur? Bunları değerlendirmezseniz bizleri sadece günah keçisi olarak seçmiş olursunuz. Refahyol'un rahatsız ettiği çevreler bellidir. Birinci çevre, bazı medya kuruluşları ve onların tekelindeki bankalardır. Refahyol'dan son derece rahatsız olmuşlardır. Çünkü devlet parasıyla devletin dolandırıldığı bir oyun tezgâhlanmıştı Türkiye'de. Kamu iktisadi teşekkülleri, devletin fabrikaları, parayı bu bankalara yatırmaya mecbur; batırılmakta olan ve borç alan Kamu İktisadi Teşekkülü de parayı yine o bankadan almaya mecbur. Devletten % 20'yle, % 50'yle parayı alıyor. Aynı parayı devletin bir başka müessesine % 300 ile % 750 repoyla veriyor. Bizim birinci suçumuz; şeref tacı suçumuz, bu ihanete müdahale etmektir. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını koruduk. Bu, ülkeyi hortumlayanların hortumlarının kesilmesinden kaynaklanan bir panikti. Biz bunlara mani olduk. Sonra bankalar bu soygunu yapabilmek için silâh olarak, tehdit olarak, tetik olarak medyayı kullandı. Televizyonlar; ellerinde silâhla banka soymaya gelen adamlara benziyordu. İşte o silâhı kullandılar, düğmeye bastılar. O iri gazetelerden birinde bir başyazar; hükümetimizin kurulmasından kısa bir zaman sonra 'Bravo Erbakan, iyi gidiyorsun, başarılısın, hükümetinizi tebrik ederiz, biz sizi böyle bilmiyorduk' diye yazarak överken; hortum kesildiği, havuz sisteminin kurulduğu hafta 'kredin bitti Erbakan, başaramadın' diye yazdı. Aynı kalemden iki ayrı yazı." 




 Ayağımıza Kurşun Sıktık    



 (Vakit: 2 Mart 2007)    Hasan Hüseyin Ceylan:
Post modern darbenin 10. yılı olan 28 Şubat 2007'de Vakit Muhabiri Muharrem Coşkun'a 28 Şubat'ın ne olduğu ve içine neleri sığdırdığı hususundaki görüşlerini açıklayan Ceylan'a göre o tarih şu demektir:    "28 Şubat fiilen bir darbedir. Askeri vesayetin sivil irade üzerinde kurmasıyla 12 Eylül'den daha ağır, 1960 ihtilali kadar ağır bir darbedir. Bu darbe için 'Zero-sum game' diye bir ifadeyi uygun görüyorum. 'Oynan oyunda mutlaka kaybedecek' anlamına gelen bu senaryo gereği Refah Partisi kaybedecekti. Sayın Erbakan ve arkadaşlardı kaybedecekti. Bu 1 Temmuz 1996 tarihinde REFAHYOL'un kurulduğu günün akşamında Süleyman Demirel'in makamında, Çankaya Köşkü'nde başlayan 'irtica' yaygaralı bir darbenin hazırlandığı oyundu, tezgahtı. Libya ve İran gezilerinden çok önce tezgâhlanmıştı. 28 Şubat'ın A'dan Z'ye tetikleyicisi, nefes yükleyicisi, kışkırtıcısı, senaristi, askeri kanadın tetikleyicisi Süleyman Demirel'dir. Maalesef en ciddi hatalarımızdan birisi -daha sonra 5+5 formülünde de olduğu gibi- lider kadro dahil, RP'nin, Süleyman Demirel'in bu yönünü ağırlığınca değerlendirememesidir. Demirel, Türkiye'nin kırk yıllık siyasi hayatında kambur olmakla kalmamış, 28 Şubat'ta Türkiye'nin geleceğini ve ekonomisini kurtaracak olan RP'nin -ki bunu kısa dönemde dosta düşmana göstermiştir- ipini çekmekle görevlendirilmiş ve bunu kendi açısından başarıyla gerçekleştirmiştir.      Danışman Cüneyt Arcayürek'i de bu mânâda mezar kazıcı olarak görüyorum.Ki 'Büyüklere Masallar' serisini 8. cildinde Çankaya'da Demirel'le birlikte Refahyol'a karşı yapılanların arka plânını anlatan konuşmalara yer vermektedir. Erbakan'a saldırı ise başbakanlığının 45. gününden itibaren, İran'a yapılan gezide doğalgaz anlaşmasından sonra başlamıştır. ABD'nin İran'la anlaşmaya karşı çıktığı da ayan beyan iletilmiştir.     AYAĞIMIZA KURŞUN SIKTIK    Yapmamız gereken birkaç çok ciddi husus olmuştur. Bunlardan ilki ve çok önemlisi 5 Ocak 1997'de yapılan 'başbakanlık kriz yönetimi anlaşması'dır. Bu metin yetkinin askere alenen devridir. Gerek Hasan Celal Güzel, gerekse Muhsin Yazıcıoğlu ciddi uyarılarda bulunmuştu. 15 Ocak 1997'de Prof. Dr. Mustafa Erdoğan da kaleme aldığı 'olağanüstülüğün olağanlaşması' başlıklı yazısında ciddi eleştirilerde bulunmuş, bunun hukuk ihlali olduğun izah etmişti. Kriz yönetimi denilerek Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri, Başbakan ve Cumhurbaşkanı gibi yetkiye sahip olmuştur. Bana göre bu belge kendi ayağımıza sıktığımız ilk ciddi kurşundur.    Bu dönemin yaşanmasında etkili olan trajikomik olaylardan biri de, meselâ transseksüel Sisi, bir röportajında: '28 Şubat'ın başlıca kahramanı benim' demiştir. Bir kadın derneği, çalışmalarının Org. Çevik Bir bilgisi dahilinde olduğunu, MGK'nın belli isimleriyle raporlar doğrultusunda olduğunu anlatmıştır. Biri Faik Bulut, diğeri RP'nin kapatılma dâvâlarında kullanılan bantları çıkaran ve kitabını yazan iki gazeteciyle, çalışma yürütüldüğünü, çalışmanın neticesinde plânın Fadime Şahin, Müslüm Gündüz ve Ali Kalkancı'larla senarize edildiğini anlatmıştır. O olağanüstü makyajı, şık giyimiyle fotoğraf veren bu genç kız, bugün nerededir? Müslüm Gündüz, tren istasyonuna yürüyen insanlar ne oldu? Bunlar özel tasarımdır. Bu insanlara ne oldu?     Yine o dönemde bizim asker kökenli Aksaray Milletvekilimiz Harp Okulu'na çağırılıp kendisine: 'var olmayan şeyi var oldurmanın adı simülasyon, var olan bir şeyi yok etmenin adı asimilasyondur' denmiştir. Hattâ bir siyasal mühendislik gereği yarın tüm televizyonlarda şu şarkı gündeme gelecek, gazeteler ondan bahsedecek denerek gazete ve tv'nin bahsedeceği şarkıcı gösterilmiş, bunun adı Mirkelam olarak açıklanmıştır. Gerçekten de ertesi gün Güneri Civaoğlu dahil bir çok yazar bundan bahsetmiş, televizyonlar koşan bir adamın klibini sık sık yayınlamışlardır.     Buradan, biz istediğimizi istediğimiz anda istediğimiz gibi asimile ederiz mesajı verilmiştir. Yani Refahyol'un kuruluşundan itibaren kurt kuzu hikâyesi başlamış, kurdun kuzuyu yemesi için akıl almaz bahaneleri oluşturacak gerekçeler hazırlanmıştır."   

 (Vakit: 28 Şubat 2007)       Bunlara Beddua Ettiğimi Söylemek İstiyorum  RP'nin önde gelen isimlerinden Hasan Hüseyin Ceylan..
 Vakit'te Muharrem Coşkun'a 28 Şubat Postmodern Darbesi'ne yaklaşılan tarihin, önceki 4 gününü bütün gelişmeleriyle anlatıyor. Sözlerini ' Kun fe yekun ' ile bağlayan Ceylan'ın şu cümlesi ne kadar yürek incitici; ' Kesinlikle hakkımın hiçbir milimetrekarelik bölümünü helal etmediğimi, her gün sabah namazından sonra beddua ettiğimi söylemek istiyorum.    .. Ve Ceylan o 4 günü bakınız nasıl naklediyor:    "Darbenin olduğu Cuma gecesi, Başbakan Sayın Erbakan 23.50'de Çankaya Köşkü'nden çıktı. 5 dakika sonra telefonu geldi,. 24.15'te Başbakanla görüştük ve ertesi gün çok mahrem toplantı yapacağımız söylendi. 12-13 kişilik kozmik toplantı yapacaktık. 01 Mart Cumartesi günü, MKYK toplantılarının yapıldığı üst kattaki yerde, 28 Şubat'ta MGK'da alınan kararlan ve toplantıdaki konuşmaların ele alındığı derin değerlendirmenin yapılacağı toplantı için 10.00'da bir araya geldik. 8 saat aralıksız, yemek dahi yemeden, süren toplantıda çok ağladığımı hatırlıyorum. 28 Şubat'ta Türkiye'nin Başbakanı'na yapılan istiskaller dolayısıyla çok ağladığımı hatırlıyorum. Neydi bu istiskaller? Bir Başbakan'ın sözünün kesilmesi, yüksek sesle, ayağa kalkarak, hareket ederek konuşulması, asılan beyaz perdede görüntüler gösterilerek, "burası İstanbul Fatih mi, İran İslam Cumhuriyeti mi" gibi istihzalara varan olayları öğrenmiş biriyim. Ve o toplantıda istisnasız herkes, büyük bir akt-i misakla, 28 Şubat maddelerinin imzalanamayacağını, imzalanmasının mümkün olamayacağının sözünü vermiştir. Yani orada, çarşaf ve sarıklıların toplanma talebi, Türkçe ezan isteği, vb. şeylerle ilgili taleplerin gündeme geldiğinde ne tür tavır alındığını çok iyi bilen birisiyim. O heyet bunu imzalamamaya karar vermişti. Bu karardan sonra, MGK Genel Sekreteri ilhan Kılıç Paşa kararların imzalanması için RP Genel" Merkezi'ne gelmiş, Sayın Başbakan, Mehmet Karaman aracılığı ile ilhan Kılıç'a, RP MKYK'sının toplantı halinde olduğunu belirterek kendisiyle görüşemeyeceğini iletmiştir. O aksam Kılıç Paşa yine gelmiş yine kendisiyle  görüşülmemiş, imza atılmamıştır. Kılıç Paşa, diğer kuvvet komutanları ve Genelkurmay Başkanı i. Hakkı Karadayı ile görüştükten sonra, Pazar günü Erbakan Hoca'nın Balgat'taki evine gelerek belgeyi imzalamasını istemiştir. Erbakan Hoca'nın evindeki toplantıda da bu kararlara atılacak imzanın, RP'nin varlığını yok edeceğine vurgu yapılmış,  var oluş gerekçelerini ortadan kaldıracağına inanılarak imzalanmaması gerektiği bir kez daha kararlaştırmıştır. 02 Mart günü de, gazeteler, "Erbakan   imzalamıyor" diye çıkmıştır. 3 Mart Pazartesi günü eski TOBB Başkanı Yalım Erez, Çiller'in makamına gitmiş "Erbakan Hoca'nın tuzağına düşüyoruz. Erbakan bu kararlan imzalamamakla büyük puan topluyor. Askerler bunu imzalatacak, ama direnerek o puan topluyor. Şantaj yapmalısınız. Bu imzalanmazsa arkadaşlarımı tutamıyorum. Erbakan hele de imzalamadan seçime giderse yüzde elli gelir, Erbakan'a bırakmadan hem ülkeyi hem partiyi kurtarman gerekiyor" demiştir. Çiller de kendisinin MGK kararlarıyla sorunu olmadığını, Erbakan ve arkadaşlarımın bu maddelere direndiğini: o,' ifade etmiştir. Erez, "Sen bozmasan da' bu hükümet bozulur" diyerek Çiller’i  tehdit etmiştir. 03 Mart günü yine ilhan Kılıç vasıtasıyla sayın Başbakan'a bir mektup geldi, o mektup da kaale alınmadı. Başbakan parlamento içi ve dışı tüm partileri ziyaret etti. Ancak partilerden destek bulamadı.

     Aynı gün, gazetecilerin   " Bu muhtıra    size karşı " dediklerinde, sayın Erbakan, "askerlerle uyum içerisindeyiz" demiş, o akşam bir resepsiyonda, general Çevik Bir, elinde kadehle Erbakan'ın yanına gelerek, "Sayın Erbakan, her zaman askerlerle aynı fikirdeyiz, diyorsunuz. Ben arkadaşlarımla, bu resepsiyona gelmeden de görüştüm, biz sizinle hiçbir zaman hemfikir değiliz" demiştir. Erbakan Hoca da Çevik Bir'e dönerek, "Bu konuda da aynı fikirdeyiz" demiştir. 03 Mart akşamı toplanan DYP başkanlık divanından, "Eğer Erbakan yarın imzalamazsa hükümeti yıkalım" karan çıkmış, başkanlık divanından sonra Çiller, Genelkurmay Başkanı Karadayı'dan randevu istemiş, Karadayı reddetmiş, ardından Kılıç Paşa’yla görüşmüştür. Bu arada Erbakan ve arkadaşları sadece 8 yıllık eğitime karşı çıkar duruma gelmiştir. Paşalar bu isteğin geleceğini bildikleri için, Salı günü akşamı Genelkurmay Başkanı da dahil, bütün kuvvet komutanları kararların altına imza atmıştır. Bu artık görüşmelerin son finalidir. Çiller tarafından gönderilen, "imzalar atıldı geri gelmiyor" haberi üzerine, Mehmet Barlas sayın Erbakan'dan randevu istemiş, Pazartesi gecesi saat 24.00 sularında Erbakan'ın konutunda Mehmet Barlas, Fehim Adak, Oğuzhan Asiltürk ve bendenizin olduğu 51 toplantıda 2 buçuk saatlik değerlendirme toplantısı yapılmıştır. Bu toplantıda artık ertesi gün nelerin imzalanacağını bilir duruma gelmiştik. Ve 4 Mart Salı gününden çok korktum. Bunun imzalanacağını Abdullah Gül beye de söylemiştim. Erbakan Hocam Çiller'le baş başa veya başkanlık divanı ile kaldığında başka unsurlar araya giriyor, bilmediğimiz şeyler söz konusu oluyor ve nihayet kararlaştırdıklarımız değil, kararlaştırmadıklarımız söz konusu oluyordu. 0 gün . 04 Mart 1997'de Tansu Çiller'in Dışişleri konutunda, saat 17.05'te Erbakan Hoca, adı her neyse o metne imza atarak işi nihayetlendirmiş oldu. Süreç böyle sürmüştü. 4 gün muhteşem sürdü, ama sonuç iyi olmadı.    

     87 ALİMİ BEN DAVET ETTİM 

Erbakan benim bildiğim 20 yıldan beri Ramazan ayının ilk iftarını ulemaya verir. Eski ve yeni Diyanet Başkanları, ilahiyat dekanları, hadis tefsir kürsüsü başkanları, dini hayatında marka olmuş gönül adamı toplam 87 kişi davet edilmişti. Fethullah Gülen çok istemesine rağmen şeker hastalığı nedeniyle katılamayacağını, Esad Coşan da telefonla arayarak mazeret bildirmiş, Kemal Kaçar da kendisi yerine 5 arkadaşını göndereceğini belirtmişti. O gün Kutbeddin Arvasi yürüyerek geliyor. Oğlu da kendisi de uzun sakallı, sarıklı.. Gazeteciler onları çekiyor, ne toplantısına geldiniz diye soruyor, " Peygamber toplantısına geldik" diyor. Yani Muhammedi sohbete sünnete uygun olan davete geliyoruz diyor adamcağız konuşmasında. Tabii ertesi gün gazete ve TV'lerde neler gösterildiği malum.. Demirel, Ecevit, bunlarla görüşmemiş miydi. Bütün partiler bugün hâlâ bu kontenjanları kullanmıyor mu? Maksat o iftar değil kurdun kuzuyu yeme isteği. Bugün o toplantıya katılan mevcut çok sayıda milletvekili var, üst düzey yönetici var. Tamamen kardeşliğe yönelik, ilmi ve tasavvufi önderlerin bir araya geldiği toplantıydı. Asla hata olarak görmüyorum. Bendeniz 156 yıl hapisle yargılanıp 1 yıla mahkum oldum. 155 yılı vermediler. 156 yılla yargılayıp hiç mi yatırmayacaksın derler diye 1 yıl hapis verdiler.. Apo'yu yargılayan Orhan Karadeniz benim beraatımı istedi. Yargılandığım gün beni izlemeye, destek vermeye 2 kişi gelmişti; biri İnsan Haklan Derneği (İHD) Başkanı Akın Birdal, diğeri gazeteci Can Dündar. Akın Birdal mahkememe geldiği gün vuruldu. Bunlar dikkat çekicidir..     En başta ilahiyat camiasını değiştirdi. Sakallıların topyekun sakallarını kestiği, bıyıkların kesildiği, kıyafetlerin konuşmaların değiştiği, fıtratların değiştiği bir süreç olmuştur 28 Şubat. Kadınıyla erkeğiyle bizim camiada çok derin yaralar açmıştır. Omurgaları yok etmiştir. Kimlik erozyonu meydana getirmiştir. Kesinlikle hakkımın hiçbir milimetrekarelik bölümünü helal etmediğimi, her gün sabah namazından sonra bunlara beddua ettiğimi söylemek istiyorum. Sayın Erbakan'ı da onca davadan yargıladılar, bugünün Başbakanı' (Erdoğan)nı hapse attılar. Sonuç ne oldu, Başbakanlık merdivenlerinden çıkın Başbakanlar resimlerine bakın, son 3 Başbakan Erbakan, Gül ve Erdoğan., işte 28 Şubat'ın Türkiye'ye verdiği tablo budur. Allah'ın dilediğinin önüne kimse geçemez. "Kün fe yekun" 


Başbakanımızın Sincan'da Bir  Müddet  Oturmasını Talep Ediyorum




 (Vakit: 1 Mart 2007) Murat Sel: 

 Darbenin üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen, darbeye gerekçe aranan ve önce Lale Meydanı'nda güya, bozulan iki tankın mola vermesiyle başlayan süreç, her nedense Sincan Şehri'nde pek konuşulmak istenmez.    'Tarihe malolsun' gayesiyle '10 Yıldır Kapanmayan Sayfaların Okunuşu' içine dahil etmeye çalıştığım bir hayli Sincanlı, ya  'Bekir Bey, imajımızı düzeltmeye çalıştığımız bir zamanda Tankların Sincan’dan geçişini yeniden konuşmasak ve gündeme getirmesek' dediler, ya da kendilerine yetmeyen zaman darlığına (!) sığınarak bahane ürettiler.    Esasen sayfalarca not düştüğümüz Sincan ve Tank Olayı yeterli malzeme ile izah edilse de, konunun muhataplarının hiç olmazsa çorbaya tuz olacak cinsten birkaç müsbet söz sarfetmesi gerekmez miydi?    'Ne gereği var' mantığının bir kenarına yama kabul edilecek hükümde de olsa, konuya tam ışık verme seviyesine çıkmasa da, bize ilk görüş belirten Sincanlı, yılların iş adamlığıyla bölge insanına tanışık Murat Sel oldu. Ve dedi ki; 'Rahmetli Turgut Özal'ın isteğiyle Büyükşehir'e bağlı Metropol ilçe olan Sincan, hizmet alarak bugünkü modern ve düzenli bir şehir haline gelmiştir. Geçmişte yaşanan talihsiz Kudüs Gecesi'yle birlikte Kara Çadır bir anlamda Sincan'ın Kara Kaderi olmuştur. Neden biz, tankların geçmesiyle hak etmediğimiz bir duruma düşürüldük? Neden basında, TV'lerde sık sık gündeme geldik?'    Evet, Sel'in cevabını aradığı soruların izah metinleri özellikle 28 Şubat'ın 10. Yıldönümü'nde yazıldı, çizildi. Ama, yine de Sel'in demek istediği; 'Sincan'daki hiçbir insan, milli birliğine karşı tavır alamaz, almamıştır. Buna rağmen Sincan'dan tanklar geçerek Sincan ayağı bütün Türkiye'ye 'dikkat çekme' olarak kullanılmıştır' cümlesinde yatıyor.     Murat Sel, bu itibarla önce; '45 yıldır Sincan'da yaşayan yaklaşık 30 yıldır esnaflık ve esnaf yöneticiliği yapan bir insan olarak bu durumun düzeltilmesini talep ediyor.' Sonra da; 'İçimizden birisi, milletvekili, ardından bakan olan, kendisi ile gurur duyduğumuz Zafer Çağlayan ağabeyimizden Kudüs Çadırı'nı ve tankları flaş flaş haber olarak gösteren TV ve gazetelerle ilgilenmelerini, ilgili kurumlardan da Sincan'ımıza acilen meslek yüksek okulu ve fakülte açma çalışmalarını istiyorum' diyor.    Sincan'ın bir çok güzellikleri var. Gelsinler gezdirelim. Misafirimiz olsunlar, ağırlayalım. Tanısınlar ki görüş ve düşünceleri değişsin' fikrini ortaya koyan Sel, sözünü: 'Ayrıca Sayın Başbakanımız Recep Tayip Erdoğan'dan bir müddet Sincan'da oturmasını talep ediyorum' şeklinde tamamlıyor.     Malûm görüş ve temenniler itibariyle, Sincan'a fakülte açılır mı bilemeyiz. Bizim de ilk gazetecilik yıllarımızda bir süre dostluk tesis ettiğimiz Bakan Zafer Çağlayan'ı Kudüs Çadırı'nın mazisi ne kadar ilgilendirir' diye kafa yormak bile galiba abes gelecektir. Öteki talep, Sayın Başbakan'ın Sincan'da oturmasının en revaç talebidir ve bu belki de kişisel istek noktasında mümkün olabilir. Amma.. malûm medyanın tutumuna gelince, fırsat buldukça ve gerekçeler üretildikçe Sincan ve Kudüs Çadırı'nı onlar işlemekten, biz de sırtımızda bir kambur olarak taşımaktan geri durmayacağız. Çünkü bizim çok değer verdiğimiz Sincan, onlara gerçekten medyatik malzeme satmada en öncelikli 28 Şubat Dükkânı olmuştur. Böyle bir dükkâna kim ' kepengini indir' diyebilir?  





 BÜYÜK OYUN  28 Şubat   


(Yeni Güç: 01 Ekim 2007) Mustafa Nevruz SINACI:
 Ve Sınacı’ya göre ‘28 Şubat, Türkiye Cumhuriyeti'nin AB'ye kayıtsız ve şartsız bağlanmasına matuf kirli sürecin en önemli aşamalarından biridir. 28 Şubat sun'i dir. Bütünüyle yapaydır. Sanaldır. Oyun ve düzendir. En mazlumundan, en masum ve mağduruna kadar oyunda rol alan herkesin yaptığı rol, çektiği ise rol icabıdır.’ Bu nedenle, Mustafa Nevruz Sınacı, öyle bir süreci ele alıyor ve maziden atiye uzanıyor ki, O’na ait farklı misal ve emsalleri ele aldığımızda Post modern darbeleri  ve dahi darbeleri daha hakim, daha gerçekçi yönüyle idrak merkezimize yerleştiriyoruz. Ki işte o yazı; “Gerçekte 27 Mayıs 1960'da başlayan bu sürecin dikkatle incelenmesi ve değerlendirilmesi şarttır. Aksi taktirde bu vakıanın dar bir çerçeve içerisinde değerlendirilmesi Türk milleti ve tarihine büyük haksızlık, bilimsel yönden ise safdillik olur. Şöyle ki; İkinci Özal hükümeti döneminde (21.12.1987-09.11.1989) Türkiye AT (AB) 'ye tam üyelik başvurusu yaptı ise de bu başvuru reddedildi. Merhum Özal bu sonuca çok içerledi ve halâ bilinmeyen bir neden ve/veya baskı sonucu "her ne pahasına olursa olsun Gümrük Birliğine (GB) gireceğiz" açıklamasında bulundu. Bu açıklamadan önce hiç kimseye bir şey danışmamış ve konu bakanlar kurulunda da gündeme gelmemişti. Oysa, GB meselesi Türkiye açısından çok kritik bir aşama idi ve birliğe tam üye olmadan intihar anlamına gelirdi. Bir süre sonra konu kamuoyunun gündeminden düştü veya bilerek kaldırıldı. Oysa; Akbulut Hükümeti zamanında (09.11.1989 - 23.06.1991) ve 05.Şubat. 1990, günü AT Konseyi, Türkiye ile "işbirliği" programım (Matutes paketi) kabul ederek Konseye sundu. Böylece, 1995'te tamamlanacak olan GB süreci resmen ve hukuken başlamış oldu. Demek ki, Özal 1989'da söylediği sözün arkasında durmuş, her nedense maalesef ihanet ve kâbus sürecinin düğmesine basmıştı. Zira, "28 Şubat (1997) muhtırası 100 yıl. gerekirse 1000 yıl sürecek..." Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, 18 Nisan seçimlerinin ertesinde böyle diyordu. Solun büyük bir kesimi 18 Nisan 1999 seçimleri sonrası şeriatçı hareket hakkında, "dağıldı", "artık önemsizleşti" tespitlerini yapmıştı. Hatta Türkiye kapitalizminin krizi aştığı iddiasındaki bazı sol gruplar, buna kanıt olarak RP-FP çizgisinin orduyla uzlaşma çizgisine girdiğini, hatta tekelci sermaye ile orta sınıflar arasında uzlaşma sağlandığını anlattılar. Nitekim kısa süre sonra DSP-MHP-ANAP Hükümeti kuruldu. Bu hükümet süreç şartlarına ters düştüğü için kısa surede dağıldı. Zira, sürecin ve hareketin tek amacı: Bu gün iktidar olan AKP tipi, AB ve ABD'ye sadık, samimi olarak muti (itaatkâr) Türkiye'yi koşulsuz olarak AB'ye bağlamaya hazır, nazır ve amade bit yönetim oluşturmaktı. 28 Şubat ovun ve düzeni (mizanseni) sayesinde bu da gerçekleşti.” 





 Tankların Yürüdüğü Sincan



 (Yeni Güç: 01 Ekim 2007)   Hakkı KOPARAN:
    “Siz uzun bir süreden beri Sincan'ın siyasi tarihi hakkında bir dizi yazı yayımlamaktasınız. Bu dizi yazı içinde her konuya o kadar ayrıntılı ve derinlemesine değiniyorsunuz ki, bizlere söyleyecek fazla bir şey bırakmıyorsunuz.    Fakat ben yine de Sincan tarihi içinde önemli bir yer tutan ve hem Sincan'ı hem de Sincanlıları derinden etkileyen "Kudüs gecesi" ve sonuçları üzerine düşüncelerimi aktarayım.” diyerek 10 yıldır kapanmayan sayfaların okunuşuna misafir gelen ve bir Sincanlı olarak görüşlerini yansıtan Koparan’a göre ‘28 Şubat 1997 tarihi her ne kadar bir takvim günü olsa da, o güne gelene kadar yaşanan bazı olaylar ve o olayların sonucunda, yani 28 Şubat'ta alınan kararların toplamını içeren bir süreçtir.   ’Peki o sürece geniş anlamda Hakkı Koparan nasıl bakıyor? 10 yıldır okunan sayfaların nihai yazısı olarak kapanışa doğru yer verdiğimiz işte o koparıcı metnin bütünlüğü: “Genele çok fazla değinmeden, Sincan özeline bakacak olursak, bu süreçte, 1 Şubat 1997 tarihinde Sincan Belediye Başkanlığı’nın öncülüğünde düzenlenen ve İran'ın Ankara Büyükelçisinin de katıldığı " Kudüs Gecesi " önemli bir yer tutmaktadır.Bu güne kadar Kudüs Gecesi olarak anılan bu etkinliğin ardından bütün medyanın ilgisi Sincan üzerine yoğunlaşmış, Sincan adeta bir medya lincine uğramıştır.Ardından 4 Şubat sabahı, daha gün yeni yeni ağarırken, Etimesgut Zırhlı Birlikler Tümen Komutanlığı’ndan hareket eden ve Yenikent’teki Akıncılar Hava Üssü'ne gitmekte olan tanklar, güzergah dışı olmasına rağmen, Sincan'a şöyle bir uğrayıvermişlerdir.Ve o günden bu güne tam 10 yıldır Sincan tanklarla birlikte anılır olmuştur. Bir anlamda Sincan tanklarla bütünleşmiştir. Taşraya çıkan bütün Sincanlılar tanklarla ilgili sorulara muhatap oldular. Bugün "imaj" dediğimiz Sincan'ın görüntüsü, tanklarla birlikte, bir anda yerle bir oldu. Ülkenin her köşesinde Sincanlılara kuşkuyla bakıldı. Sincanlı çocuklar polis okullarına giremediler. Askeri okullara giremediler. Hatta sivil memur olurken bile zorluklarla karşılaştılar. Bu imaj, Sincanlıların üstüne kara bir leke gibi yapıştı. Ünü ülkeye yayıldı. 

-Bakın, bundan yaklaşık 4 yıl önce Sincan'da görevlendirilen bugünkü Sayın Kaymakamımız Ertan Yüksel verdiği ilk demecinde "Sincan'ın imajını düzeltmeye geldim" dedi. 

    -Sincan'ın bugünkü belediye başkanı Sayın Hasan ALTIN, "Sincan'ın imajını düzeltmemiz lazım" diye demeç verdi. Kimilerine göre post modern bir darbe olan ve hükümetin istifasına yol açan 28 Şubat kararlarının, başta dönemin başbakanı ve bugünkü başbakan olmak üzere bütün muhatapları, üzerlerinden 28 Şubat'ın izlerini sildiler, siyasi olarak yeniden hayat buldular. Fakat her ne hikmetse, aradan geçen bunca yıla rağmen, maalesef Sincan ve Sincanlılar bu kötü imajı üzerlerinden bir türlü atamadılar. Bugün hala yazılı ve görsel basında Sincan ile ilgili olumlu ya da olumsuz bir haber verileceği zaman " 28 ŞUBAT SÜRECİNDE TANKLARIN YÜRÜDÜĞÜ SİNCAN..." diye başlayan cümleler kurulmakta ve Sincan adı tanklarla birlikte anılmaktadır. Oysa Sincanlılar bu kötü imajdan kurtulabilmek için olayların hemen ardından harekete geçmişler ve bugüne kadar da bu çabalarını devam ettirmişlerdir. Örneğin; 29 Ekim 1998 tarihinde, yani Cumhuriyet'in 75. yılında Ankara ve Ankara'ya Hizmet Edenler Derneği (AHİD)'in öncülüğünde Sincan Kaymakamlığı ve Sincan Belediye Başkanlığının katılımı ile ortak bir "Cumhuriyet Yürüyüşü" ve beraberinde çeşitli etkinlikler düzenlenmiştir. Bu etkinliklere başta dönemin Sincan Kaymakamı Ali GÜN, Sincan belediye Başkanı Ahmet ERBAĞ, Yenikent Belediye Başkanı Emin ÖZER, AHİD Genel Merkez ve Şube Yöneticileri ile Sincan'daki sivil toplum kuruluşları, ilk ve ortaokul öğrencileri ile binlerce Sincanlı vatandaş katılmışlardır. Yapılan konuşmalarda ve diğer etkinliklerde Sincan'ın gerçek yüzü gösterilmek istenmiş, ancak maalesef yeterli tanıtım yapılamamıştır. Bugün de Sincan'da yaşayan ve Sincan'ı seven herkes bu kötü imajın değiştirilmesi konusunda oldukça dikkatli davranmaktadırlar. Fakat yine de ben biliyorum ki, Sincan'ın bu imaj sorunu, kötü niyetli kişiler tarafından sık sık gündeme getirilecektir.  Son olarak, yine ben biliyorum ki, bizim bunu üzerimizden atmamız da bir hayli zor olacaktır.” 

      Yazardan kısa bir Not: 
     Evet: Bütün bu görüşlere evet mi ya da hayır mı dememiz lazım. 
Hususu seçmek ve en adil kararı vermek yine tarihe kalıyor.. 
Ve beklenen ve istenen kararı en iyisi biz biraz soluklanırken tarihler versin.  (Yeni Güç: 01 Ekim 2007)


http://bekiryalcinkaya.tr.gg/Sincan-Y%26%23305%3Bld%26%23305%3Bz-Kud.ue.s-%C7ad%26%23305%3Br%26%23305%3B%3D28-%26%23350%3Bubat-s-B.oe.l.ue.m-d-7.htm