Ortadoğu Uzmanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ortadoğu Uzmanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2020 Cumartesi

Suriye’de Bölgesel ve Küresel Güç Mücadelesi.,

 Suriye’de Bölgesel ve Küresel Güç Mücadelesi.,


30 Nisan 2012


Ortadoğu bölgesinde 2011’in ilk günlerinden bu yana süregelen değişim devam etmektedir. Arap ülkelerindeki otoriter yönetimlere karşı başkaldıran halklar, bölgeyi adeta yeniden inşa etmeye yönelik bir çaba içerisine girmiştir. Suriye örneğinde ise bu durumun bölge genelinde cereyan eden gelişmelerden farklı bir yönde seyrettiği görülmektedir.

“Arap Baharı” olarak adlandırılan süreçte, Arap halklarının otoriter iktidarlara karşı ayaklanmaları neticesinde Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de yönetimler devrilmiştir. Ancak Suriye’deki Esed yönetimi iktidarını halen muhafaza etmekte, bu durum da önemli soru işaretleri oluşturmaktadır. Bu yazıda Suriye’deki gelişmeler göz önünde bulundurularak, Şam yönetiminin halk ayaklanmasını bastırabilmesine, halka karşı direnebilmesine imkân tanıyan faktörler analiz edilmektedir.

Suriye’deki Halk Ayaklanmasının Gidişatı

Suriye’de halk gösterileri 15 Mart 2012 tarihinden bu yana devam etmektedir. Fakat gösteriler, Esed yönetimine ait güvenlik güçlerinin uyguladığı baskı ve şiddet neticesinde büyük ölçüde bastırılmaktadır. Bu yönüyle Suriye’deki halk ayaklanmaları, diğer Arap ülkelerindeki gelişmelerden oldukça farklılık arz etmiştir. Suriye halkının ilk etapta, 8 Mart 1963 tarihinden beri ülkede uygulanan olağanüstü halin kaldırılması, içişleri bakanlığı başta olmak üzere çeşitli hükümet kurumlarının sivilleştirilmesi, güvenlik birimlerinin görev alanlarının yeniden tanımlanması, yasama, yürütme ve yargı organlarının yapılandırılması, yargının bağımsızlaştırılması ve bireysel hakların tanımlanması (Suriye kimliği olmayan Kürtlere vatandaşlık hakkı tanınması) gibi birçok konuda “reform” yapılması yönünde talepleri bulunmaktaydı.(1) Suriye’deki muhalefetin belki de en önemli talebi, siyasi partiler yasasında değişiklik yapılarak, iktidarın Baas Partisi’nin tekelinden kurtulması veya bu patinin gücünün kısıtlanması olmuştur. Şam yönetimi ise, bu süreç içerisinde söz konusu taleplerle ilgili bazı reformlar yapacağını açıklamış, ancak bu reformları uygulamada gerekli hassasiyeti göstermemiştir.

Suriye’de güvenlik güçlerinin halk ayaklanmalarını bastırmak için uyguladığı şiddet sonucunda 11 bin Suriyeli hayatını kaybetmiş, on binlerce kişi yaralanmış ve tutuklanmıştır.(2) 230 bin Suriye vatandaşı evini terk ederek Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak’a göç etmek zorunda kalmıştır. Önceden reform isteyen Suriye halkı, meydana gelen şiddet olayları sonucunda Esed yönetiminin son bulmasını talep etmeye başlamıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi Suriye’deki halk ayaklanmaları ve yaşanan gelişmeler Tunus, Mısır ve Libya’daki olaylardan farklı bir mecrada seyretmektedir. Özellikle Esed’in İran, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) daimi üyesi Rusya ve Çin’in desteğini arkasına almasıyla beraber sorun uluslararasılaşmıştır. Suriye meselesi bir iç siyaset krizinin ötesine geçmiş, bölgesel ve küresel aktörler arasında yeni bir anlaşmazlık konusu haline gelmiştir.

Bu çerçevede Esed yönetimine karşı Suriye’deki halk ayaklanmasının neticeye varamamasının temel nedenleri şu şekilde sıralanabilir. 
Bunlar:
– Başta güvenlik güçleri olmak üzere, Suriye’deki üst düzey yetkililer Tunus, Mısır ve Libya’daki gibi muhalefet safında yer almamıştır. Böylece Esed yönetimi şiddete tevessül ederek Suriye muhalefetini baskı altında tutabilmiştir. Bazı siyasiler ve askerler muhalif saflarda yer alsa da, muhalefet Şam yönetiminin gücünü ve etkisini azaltacak tesire kavuşamamıştır.

– Suriyede devlete hâkim olan ve Beşşar Esed’in mensubu olduğu Nusayriler (ülke nüfusunun %12’sini oluşturmaktadır) devletin tüm organlarında etkilidir. Nusayriler bilhassa Suriye güvenlik güçlerinin tamamına yakınını kontrol ettikleri için ülkedeki muhalif grupları bastırmada başarılı olmuşlardır.

– 29 Temmuz 2011 tarihinde Özgür Suriye Ordusu’nun kurulması ile birlikte Suriyeli muhaliflerin halk gösterisi dışında silahlı mücadeleye girişmesi Esed yönetiminin elini güçlendirmiştir. Çünkü barışçıl yollardan çözüm arandığı bir dönemde silahlı mücadelenin tercih edilmesi, Esed yönetiminin uluslararası kamuoyuna ülkesinin güvenliğini tehdit eden milislerle çatıştığı görüntüsünü vermektedir.

Suriye Muhalefeti ve Esed Rejimi.,

Halk ayaklanması sonucunda rejim değişikliği gerçekleştiğinde meydana gelen boşluğu doldurmak için iyi örgütlenmiş bir siyasi oluşuma ihtiyaç vardır. Bu sebeple muhalif grupların ülkedeki değişim dönemlerinde tek çatı altında toplanması gerekmektedir. Suriyeli muhalifler ise, 2 Ekim 2011 tarihinde Suriye Ulusal Konseyi çatısı altında İstanbul’da bir araya gelmiştir.(3) Bu toplantı Esed iktidarı aleyhinde gösterilerin başlamasından ancak yedi ay sonra gerçekleştiği için geç kalmış bir girişimdir. Diğer taraftan gerçekleşen birlikteliğe rağmen muhalif gruplar arasında halen devam eden görüş ayrılıkları vardır. Suriye Ulusal Konseyi’ni teşkil eden Müslüman Kardeşler, laikler, liberaller ve Kürtler kendi içerisinde halen ortak bir tavır alabilmiş değildir. Bu gruplar arasındaki yaklaşım farklılıkları ise Esed iktidarının elini kuvvetlendirmektedir.

Suriyeli Kürt muhalefeti, Suriye Ulusal Konseyi’nin Kürtlerin isteklerini gözardı ettiği gerekçesiyle Kürt Ulusal Konseyi adı altında ayrı bir mücadele vermektedir. Kürtler özellikle Suriye’de özerklik taleplerinden dolayı Suriye Ulusal Konseyi çatısı altında toplanmamaktadır. Kürtlerin bu konudaki tavrının iki önemli sebebi bulunmaktadır. Birinci sebep, Suriyeli Kürtlerin bu yapı içerisinde yer aldıkları takdirde kendilerini uluslararası topluma tanıtmakta zorlanacaklarını düşünmeleri ve konseyin içinde izole olacaklarını değerlendirmeleridir. İkinci olarak ülkenin kuzeydoğusunda yaşayan Kürtler, Suriye nüfusu içinde yaklaşık  %8-10 civarında bir orana sahiptir ve Nusayrilerden sonra ülkenin en büyük azınlığı konumundadır. Bu nedenlerle Suriyeli Kürtler, kuzey Irak’taki yapıya benzer bir özerklik fikrine sıcak bakmakta, Suriye Ulusal Konseyi ile aynı çatı altında Esed yönetimine karşı mücadele vermeyi reddetmekte ve Konsey’in toplantılarına katılmamaktadır. Hâlihazırda, Kürt unsurların diğer gruplar ile aynı çatı altına girmesi mümkün görünmemektedir.

Diğer taraftan Suriyeli muhalif gruplar bir araya gelme çalışmalarına uluslararası kamuoyunun da desteğini alarak hız kazandırmıştır. Böylece yaklaşık seksen ülkeden oluşan “Suriye’nin Dostları” grubu 24 Şubat 2012 tarihinde Tunus’ta, 1 Nisan’da İstanbul’da ve 19 Nisan’da Paris’te toplanmıştır.(4) “Suriye’nin Dostları” grubunun kurulmasının temel amacı Esed’in iktidardan ayrılmasını sağlamak için uluslararası kamuoyu oluşturabilmektir. Suriyeli Kürtler de bu toplantıya katılmış, ancak toplantı sonunda hazırlanan bildirgeye imza atmadan toplantıyı terketmişlerdir.

Suriye Ulusal Konseyi’nin yapısı ve mevcut kabiliyetleri açısından şu hususlar dikkat çekmektedir:

1. Suriyeli muhalif grupların üçe ayrıldığı söylenebilir. Bunlardan ilki tamamen halktan oluşan ve Esed yönetiminden reform beklentisi olan bir muhalefettir. İkincisi, Suriye Ulusal Konseyi çatısı altında dış desteklerle beslenen ve ülkedeki halkın temel isteklerini kavrayamamış muhalif gruptur ve Esed sonrası Suriye’de kurulacak olan iktidar için hazırlık yapmaktadır. Üçüncüsü ise, Suriye’deki halk ayaklanmalarından ortaya çıkan gelişmelere belirli bir ideolojik pencereden bakan ve muhalif yapılanmalar içindeki bölünmeye neden olan gruplardır.

2. Muhalefet içerisindeki gruplar Esed yönetimini devirme konusunda anlaşmazlık yaşamaktadır. Bazı gruplar dış müdahaleyle Esed’in iktidardan uzaklaştırılmasını isterken bazı kesimler,  dış müdahale olmadan muhalefetin kendi gücüyle devrilmesini öngörmektedir. Bununla birlikte yurtdışındaki muhalefetle Suriye halkı arasında bir koordinasyon eksikliği yaşanmaktadır. Suriye Ulusal Konseyi üyelerinin çoğu yıllardan beri yurtdışında bulunduğu için halk ile doğrudan bağlantı kurmakta ve halkın isteklerini anlamakta güçlük çekebilmektedir. Çünkü halkın talebi sadece özgürlük ve demokrasi değildir. Halk, özgürlük ve demokrasi talep ettiği nispette sosyo-ekonomik şartlarının geliştirilmesini, refah düzeyinin yükseltilmesini beklemektedir.

3. Suriye muhalefeti, 15 Mart 2011 tarihinden bu yana kendi içindeki çekişme ve hesaplaşmalarla uğraşırken, uluslararası topluma Esed’in protesto gösterileri düzenleyen halka karşı uyguladığı şiddetten dolayı gitmesi gerektiğini tam anlamıyla ulaştıramadığı dikkat çekmektedir. Ayrıca Suriye Ulusal Konseyi, kuruluşundan bu yana başta Türkiye olmak üzere ABD, Avrupa ve Arap ülkeleri tarafından Suriye’nin tek muhalif grubu olarak resmen tanınsa da, Konsey’in uluslararası kamuoyunu yeterince ikna edemediği gözlemlenmektedir.

4. Bu bağlamda Esed rejiminin halka yönelik saldırılarını artırmasına rağmen Suriye muhalefeti içerisinde yukarıda değinilen tefrikadan dolayı uluslararası camia Suriye konusunda net bir tavır alamamıştır. Uluslararası toplum Libya’da olduğu gibi askeri müdahale, tampon bölgesi oluşturma veya diğer seçenekler konusunda kararsız kalmaktadır. Muhalefeti yönlendiren güçlü bir liderin olmayışı da dünya kamuoyunun bu kararsızlığını pekiştirmiş, muhalefete bir bakıma kuşkuyla bakılmasına yol açmıştır.

Dolayısıyla yukarıda sözü edilen faktörler dikkate alındığında Suriye Ulusal Konseyi’nin, Esed yönetimine karşı muhalefetin tüm taleplerini gözönüne alarak ciddi bir şekilde mücadele etmesi gerekmektedir. Tunus, Mısır ve Libya’daki muhalif gruplar, iç çatışmalarını bir kenara bırakarak bir araya gelmiş ve devrimin gerçekleşmesinin ardından anlaşmazlıklarını gündeme getirmiştir. Buna karşılık Suriye’deki hadiseler tam aksi yönde gelişmektedir. Suriye’deki olaylar daha çok muhalefet içi bir mücadeleye dönüşmüştür. Bunun önüne geçilebilmesi için Suriye Ulusal Konseyi’nin Esed sonrası Suriye’nin nasıl kurulacağına dair işaretler vermesine ihtiyaç vardır. Aksi takdirde muhalefet içindeki bölünmüşlük Esed rejiminin ömrünü uzatabilir.   
 
Annan Planı Suriye için Çözüm Olabilir mi?

Suriye’de rejim karşıtı halk gösterilerinin devam etmesi ve Esed’in güvenlik güçleri tarafından halka karşı uyguladığı şiddeti durdurmaması, başta Türkiye olmak üzere Arap Birliği ve Birleşmiş Milletler’in Suriye sorununa yeni çözüm arayışlarına başlamasına sebep olmuştur. Bu bağlamda 24 Şubat 2012 tarihinde BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun ve Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil El Arabî tarafından yapılan açıklamada, Suriye’deki krizin çözüme kavuşturulması için Kofi Annan’ın BM-Arap Birliği ortak özel temsilcisi olarak atandığı duyurulmuştur. Annan, BM Genel Kurulu’nun 16 Şubat’ta aldığı 66/253 sayılı karar gereğince özel temsilci olarak atanmıştır.(5) Aslında Esed rejiminin bir an önce iktidarı terk etmesi beklenirken, BM ve Arap Birliği’nin Annan’ı özel temsilci olarak ataması dikkat çekmektedir. Çünkü bu atamayla birlikte uluslararası toplum, Esed yönetiminin devrilmesini Suriye için risk olarak gördüğü mesajını vermektedir. Bu durum aynı zamanda Suriye muhalefetinin daha olgunlaşmadığının bir göstergesi olarak da kabul edilebilir.

10 Mart 2012 tarihinde BM ve Arap Birliği’nin özel temsilcisi Kofi Annan, Şam’ı ziyaret ederek Esed ile görüşmüş ve 16 Mart’ta Esed iktidarı ile muhalefet arasında ateşkesin sağlanması için 6 maddelik bir plan sunmuştur. Annan planına Şam yönetimi 27 Mart 2012 tarihinde olumlu cevap vermiş, planın uygulanması için 12 Nisan’da ateşkes ilan etmiştir. BM Güvenlik Konseyi, Suriye’ye 250 kişiden oluşan bir gözlemci görevi atama kararı almış ve ilk aşamada 16 Nisan’da 30 gözlemci gönderilmesini onaylamıştır. Sonrasında, BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun planlanan gözlemci sayısının 250 kişiden 300’e yükseltilmesini talep etmiştir.(6)

Planda yer alan maddeler şu şekildedir:

1. Suriyeli halkın meşru taleplerine ve endişelerine cevap verecek şekilde Suriyeliler tarafından yürütülecek ve herkesi kapsayacak bir siyasi süreç için özel temsilciyle (Annan) çalışmayı taahhüt etmek ve bu amaçla gerekirse (müzakereler için) bir temsilcinin atanmasına onay vermek.

2. Saldırıları bırakıp, BM tarafından gözetilecek ateşkesin derhal sağlanması (bu amaçla öncelikle Suriye hükümetinin, halkın yaşadığı bölgelerde ağır silahlar kullanmaya son vermesi ve askerlerini geri çekmesi, muhalefetin ve Suriye’deki diğer unsurların saldırıları bırakıp ateşkesin sağlanması için işbirliği yapması).
3. İnsani yardımın gerekli olan her yere ulaşabilmesi için ilk adım olarak uygulanmak üzere günde 2 saat insani yardım için çatışmaların durdurulması.
4. Keyfi olarak tutuklanan ve gözaltına alınanların serbest bırakılması.
5. Gazetecilerin ülke içinde serbestçe dolaşmalarının sağlanması.
6. Barışçıl toplanma ve protesto hakkına saygı duyulması.(7)
Hem Suriye yönetiminin hem de muhalefetin plana uyması beklenmektedir. Nitekim çatışan taraflardan biri plana uymadığı takdirde ateşkesten veya barıştan söz etmek mümkün değildir. Yaklaşık 14 aydır gerek Türkiye ve Arap ülkeleri gerekse BM ve Batılı ülkeler Suriye sorununu çözmek için çıkış yolu aramaktadır. Şimdiye kadar Esed yönetimine reform ve ülkenin istikrarı için birçok seçenek sunulmuş fakat herhangi bir ilerleme kaydedilememiştir. Dolayısıyla Annan’ın barış planı Şam yönetimi ve Suriye muhalefeti için son bir çözüm paketi olarak görülebilir.

Plana dikkat edildiğinde, hangi tarafın bu plana riayet edip etmeyeceği ve şayet plan işlevsiz kalırsa Suriye’deki gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceği merak konusudur. Annan planı, Esed iktidarı tarafından çözümden çok çözümsüzlüğü ertelemek için istismar edilirse uluslararası karar mercilerinin (BM-Avrupa Birliği, Arap Birliği ve NATO) tutumu değişebilecek midir? Esed iktidarını devirmeye yönelik bir askeri müdahale seçeneğinin tercihi gündeme gelebilir mi? Bu sorunun cevabı bölgedeki ve dünyadaki mevcut şartlarda aranmalıdır. 2012 yılının Kasım ayında ABD’de yapılacak başkanlık seçimi, Avrupa’daki ekonomik kriz, bölgedeki kritik gelişmeler (Irak, Mısır, Libya, Yemen ve İran’ın nükleer programından kaynaklanan kriz) ve Suriye’deki iç dinamikler birlikte değerlendirildiğinde, Suriye meselesinin sancılı bir sürece gireceği tahmin edilmektedir. 

Suriye Krizinin Bölgesel ve Küresel Aktörlere Etkisi
Ortadoğu’da Arap baharı kapsamındaki gelişmelerin bölgedeki birçok dengeyi değiştirdiği gibi küresel aktörlerin de rol değiştirmesine yol açtığı ifade edilebilir. Bölgedeki değişim sürecinde devrilen yönetimlerle birlikte başta ABD olmak üzere tüm güçler, Ortadoğu politikalarını gözden geçirme mecburiyetinde kalmıştır. Arap ülkelerindeki halk isyanlarının başlamasıyla küresel güçlerin başrolde olduğu bir süreç beklenirken, ABD ve Batılı ülkeler beklentilerin aksine diplomatik söylemler dışında “bekle-gör” politikası izlemiştir. Bölgedeki değişim süreci ilerledikçe, değişim öncesinde yapılan tüm hesapların ve planların yeni şartlara tatbikinin mümkün olmadığı fark edilmiştir. 

Suriye, Ortadoğu bölgesinde jeopolitik ve jeostratejik açıdan önemli bir konumdadır. Bu önemli konuma ilave olarak, Esed iktidarının İran’ın müttefiki olması ve ülkenin sosyal yapısındaki etnik-dini çeşitlilik Esed sonrası ülkedeki durumun nasıl bir mecrada seyredeceği yönünde kaygı uyandırmaktadır. Suriye’deki gelişmeler bölge ülkeleri tarafından dikkatli bir şekilde takip edilmektedir. Nitekim Suriye’nin siyasi ve toplumsal yapısı gereği bu sorun başta Türkiye olmak üzere İran, Irak, Ürdün, Lübnan ve diğer Arap ülkelerinin iç meselesi olarak görülebilir. Suriye’nin özellikle Türkiye açısından hayati bir konumda olduğunun belirtilmesi gerekir. Suriye’nin etnik-dini açıdan Türkiye’yle benzerlikleri Ankara için ciddi bir probleme dönüşebilir. Bu nedenle Suriye’deki gelişmeler karşısında Türkiye’nin bekle-gör politikası izlemesi doğru olmaz. Ancak Ankara bu noktada agresif bir aktör görüntüsü de vermemeli, mutedil ve soğukkanlı bir tavır sergilemelidir. 

Suriye’deki gelişmelerin bölgeyi ikiye bölme riski vardır. Tahran, Beşşar Esed’in iktidarda kalmasından yana olduğunu sürekli dile getirmekte, Suriye’deki halk isyanını terör eylemleri olarak nitelemektedir. Mevcut siyasi otoritesiyle Şam, Tahran’ın Şii jeopolitiği hattında nüfuz kurması için önemli bir koridordur. Diğer yandan başta Türkiye olmak üzere Körfez ülkeleri ve diğer Arap ülkeleri Esed’in bir an önce iktidarı terk etmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Suriye krizinin mezhepsel boyuta taşınması neticesinde bu bölünme daha da belirginleşebilir. Nitekim Ortadoğu’da son dönemde özellikle Suriye’deki gelişmelerden sonra Şii-Sünni ayrılığına dayalı bir kamplaşma oluşturulmaya çalışılmaktadır. Türkiye, Körfez ülkeleri, Iraklı Sünniler ve Kürtlerden oluşan Sünni bir koridor kurulmak istenmektedir. Örneğin Irak Başbakanı Nuri El-Maliki’nin Sünni politikacıları terör örgütü kurmakla suçlaması, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El-Haşimi hakkında tutuklama ve yurtdışına çıkma yasağı çıkarması, bölge için kurgulanmaya çalışılan Şii-Sünni ayrışmasının bir sonucu olarak görülebilir. Bilhassa Haşimi olayından sonra Ankara-Bağdat ilişkilerinde yaşanan gerilimin temel nedenlerinden biri Türkiye’nin Suriye konusundaki tutumudur. Sözü edilen Sünni bloğa karşı Tahran-Bağdat-Şam-Hizbullah hattında Şii bloğun varlığı hissedilmeye başlanmıştır.

Suriye’deki gelişmeler bölgesel bir ayrışma hatta ayrışma derinleşirse kutuplaşma riskini taşımaktadır. Türkiye eğer böyle bir ayrışmada Sünni blok çizgisinde taraf haline gelirse, kutuplaşma senaryosu gerçeğe dönüşebilir. Bu nedenle Ankara’nın bölgede Sünni-Şii ihtilafı senaryosuyla oluşturulmaya çalışılan ayrışmada taraf olmaması, taraf görünümü verebilecek söylem ve politikalardan imtina etmesi gereklidir. Türkiye mevcut dinamikleriyle Ortadoğu’da muhtemel bir Sünni-Şii çekişmesini engelleyebilecek bir role sahiptir ve bu rolü muhafaza edecek dengeyi sürdürmelidir.

Suriye krizi bölgedeki dengeleri etkilediği gibi, küresel aktörler arasında yeni bir güç mücadelesinin ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. 11 Eylül hadisesinden sonra ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesiyle beraber Ortadoğu’daki nüfuzunu yitirdiğini fark eden Rusya, Suriye meselesinde ABD, İngiltere ve Fransa ile rekabete girmiş durumdadır.  Rusya’nın Çin ile birlikte BM Güvenlik Konseyi’nde Esed rejimi aleyhine tasarlanan kararları veto etmesi ve Esed’in iktidarda kalması doğrultusunda irade göstermesi Suriye üzerinden küresel aktörlerin güç mücadelesine girdiğini ortaya koymaktadır. Demokratik hak ve hürriyetleri amacıyla gösteriler düzenleyen halka karşı silahlı kuvvete başvuran Esed yönetimi; Çin, Rusya ve İran’dan aldığı destekle varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Esed’in uluslararası ölçekte aldığı destekler devam ettiği müddetçe Suriye’deki krizin çözüme kavuşturulamayacağı ve demokratikleşme sürecinin sürüncemede kalacağı ifade edilebilir.


Sonuç

Arap ülkelerinde demokratikleşme istikametinde meydana gelen değişimler Suriye’deki gelişmelerle gölgelenmiş durumdadır. Suriye muhalefetindeki fikir ayrılıkları ve Şam’a sağlanan dış destek bu ülkedeki krizi tırmandırmış, Esed iktidarının otoritesini muhafaza etmesine imkân tanımıştır. Türkiye, Körfez ülkeleri ve Arap Birliği ise Esed’in iktidarı terk etmesi için uluslararası destek arayışına girmiş ancak Suriye Ulusal Konseyi çatısı altında tüm muhalefeti toplama ve organize etmekte geç kalmıştır.

Bu perspektiften bakıldığında, Suriye’deki olaylar karşısında dış aktörlerin (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin) Esed’in iktidarı bırakması için somut bir eylemde bulunmaması, Esed sonrası Suriye’nin daha da kötüye gideceği ve hatta bölünerek bir iç çatışmaya sahne olacağı kaygısıyla ilişkilendirilebilir. Benzer bir örnek Irak’ta da yaşanmıştır. 2003 yılında Irak’ın kuzeyinde 1991’den beri “güvenli” bir bölgenin ve birleşik bir Irak muhalefetinin varlığına rağmen, ABD ve İngiltere Irak’a müdahale etmiş ve başarısız olmuştur. Suriye’deki durum Irak’taki durumdan daha vahimdir. Bölünmüş bir muhalefet ve Esed sonrası Suriye’deki siyasi yapının her geçen gün belirisiz bir hale gelmesi, ABD’nin ve Batılı ülkelerin Suriye’ye olası bir müdahalesini engellemektedir. Çünkü ABD, Afganistan ve Irak işgalinden sonra uğradığı maddi ve manevi kayıplardan kendisine ciddi bir ders çıkarmış olabilir. ABD’de Kasım 2012’deki başkanlık seçimleri sona erse ve Suriye muhalefetinin şimdiki konumu devam etse dahi yine de Suriye’ye askeri bir operasyon düzenlenmesi uzak bir ihtimaldir.

Bütün bu gelişmeler değerlendirildiğinde, Türkiye açısından da Suriye sorunu büyük önem arz etmektedir. Türkiye Suriye olaylarından sonra ülkesine aldığı Suriyeli mülteci sayısı 25 bin civarındadır. Suriye krizi, Ankara açısından politik, ekonomik ve en önemlisi güvenlik anlamında ciddi bir tehdittir. Bu nedenle Türkiye’nin Suriye konusundaki kaygıları doğal karşılanmalıdır. Suriye’deki şiddet olaylarından dolayı düşünülen “tampon bölge” oluşturulması ise Suriye’den gelen göçü önleyebilir. Fakat bu durum Suriye’nin bölünmesine de yol açabilir. Başka bir ifadeyle Suriye için düşünülen tampon bölge oluşturma formülü 1991 yılındaki Irak’ın kuzeyindeki yapıyla benzer şekildedir. Bu açıdan Türkiye’nin güneydoğu sınırında Suriye adında ikinci bir Irak’ın ortaya çıkmasına müsaade edilmemelidir.

Özetlemek gerekirse Suriye meselesi artık tek bir ülkenin iç meselesi olmaktan öte bölgesel ve küresel bir sorun halinde tartışılmaktadır. Esed’e karşı barış planları dışında siyasi, askeri ve ekonomik anlamda uluslararası bir baskı kurulmadıkça Esed iktidarının devrilmesinin zor olacağı belirtilmelidir.

Ali SEMİN
BİLGESAM Ortadoğu Uzmanı

SonNotlar:
(1) Ali SEMİN, “Suriye’deki Olaylar ve Esad’ın Reform Planı”, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1021:suriyedeki-olaylar-ve-esadn-reform-plan&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150, Erişim, 15.04.2012.
(2) http://www.bbc.co.uk/arabic/middleeast/2012/04/120421_syria_clashes_fire.shtml
(3) http://www.aawsat.com/details.asp?section=4&article=640629&issueno=11980
(4) http://arabic.upi.com/News/2012/04/21/UPI-52471335010422/
(5) http://www.ntvmsnbc.com/id/25324963/
(6) http://www.algareda.com/2012/%D8%B3
(7)  http://www.sabah.com.tr/Dunya/2012/03/27/suriyeden-flas-karar
http://www.tuicakademi.org/suriyede-bolgesel-ve-kuresel-guc-mucadelesi/




***

28 Aralık 2016 Çarşamba

CUMHURBAŞKANI GÜL DÖNEMİ SURİYE - TÜRKİYE İLİŞKİLERİ BÖLÜM 1



CUMHURBAŞKANI  GÜL DÖNEMİ SURİYE - TÜRKİYE İLİŞKİLERİ, BÖLÜM 1




Oytun ORHAN 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı 
oytunorhan@orsam.org.tr 
Haziran’09 Cilt 1 -Sayı 6 
Ortadoğu Analiz - İnceleme  



Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Suriye ziyareti, Suriye ile gelişen ilişkilerin derinleşerek devam etmesi konusundaki kararlılığın bir göstergesi. 

  < 2000’lerin başında Türkiye-Suriye ilişkilerinde yakınlaşmayı sağlayan temel olgu güvenlik alanında işbirliği olmuştur. Teröre karşı işbirliği ve Irak merkezli ortak güvenlik kaygılarının yakınlaştırdığı iki ülke zamanla ekonomik, kültürel ve sosyal unsurları içeren çok boyutlu bir ilişki geliştirmiştir. >


Giriş 

Türkiye-Suriye ilişkileri, Nisan ayı sonunda iki ülkenin askeri birliklerin sınırda gerçekleştirdikleri ortak tatbikattan sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 15-17 Mayıs tarihleri arasındaki Şam ziyareti sonrasında bir kez daha gündeme gelmiştir. Abdullah Gül’ün Suriye ziyaretini, 10 yıl önce ilişkilerde yaşanmaya 
başlayan gelişimin ve Türkiye’nin son yıllarda komşuları ve yakın çevresine yönelik arayışlarının bir ürünü olarak görmek gerekmektedir. 
Suriye ile ilişkiler, Türkiye’nin arayışlarının en önemli ve başarılı ayağını oluşturmaktadır. Son yıllarda iki ülkenin ilişkilerinin belirlenmesinde stratejik çıkar hesapları kadar, hatta bazen daha öncelikle ortak tarih, kültüre dayanan kimlik öğeleri büyük önem taşımaya başlamıştır. Belki de bu yüzden Türkiye-Suriye arasında çok boyutlu ve içten bir ilişki geliştirilebilmiştir. 

Ancak ilişkilerdeki gelişimi sadece kimliğe dayalı unsurlarla açıklamak yetersiz olacaktır. Adana Mutabakatı ile güvenlik işbirliğinin geliştirilmesi, 
Irak Savaşı’nın bölgede ve dolayısıyla tarafların birbirlerini algılama biçiminde yarattığı değişim önemlidir. Gerçekten de Türkiye’nin Ortadoğu politikası ndaki değişim 2002 sonrasında AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) ile başlamakla beraber, Suriye ile yakınlaşma 1999 yılında başlamıştır.1 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 2000 yılında Suriye eski Devlet Başkanı Hafız Esad’ın cenaze törenine katılmak üzere Şam’a gidişi ile uzun yıllar sonra ilk üst düzey ziyaret gerçekleşmiş, Türkiye, “ilişkilerinin pürüzlerden arındırılıp, ileriye götürülmesi”2 yaklaşımını bu tarihlerde ortaya koymaya başlamıştır. Makalemizin ilk bölümünde yer alacak Türkiye-Suriye yakınlaşmasını gerekli kılan faktörler bu çerçevede açıklanmaya çalışılacaktır. 

Çalışma; 
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Şam ziyaretinin sonuçlarının değerlendirileceği bölümün ardından genel değerlendirme ile sonuçlandırılacaktır. 


Türkiye-Suriye Yakınlaşmasını Gerekli ve Mümkün Kılan Faktörler 

2000’lerin başında Türkiye-Suriye ilişkilerinde yakınlaşmayı sağlayan temel olgu güvenlik alanında işbirliği olmuştur. Teröre karşı işbirliği ve Irak merkezli ortak güvenlik kaygılarının yakınlaştırdığı iki ülke zamanla ekonomik, kültürel ve sosyal unsurları içeren çok boyutlu bir ilişki geliştirmiştir. Son 10 yıllık süreçte, Türkiye-Suriye ilişkilerinde yakınlaşmayı gerekli ve mümkün kılan faktörleri 6 ana başlık altında toplayabiliriz: 

Adana Mutabakatı ve Güvenlik İşbirliği: 20 Ekim 1998 tarihinde imzalanan ve teröre karşı işbirliği öngören anlaşma Türkiye-Suriye ilişkileri açısından dönüm noktasıdır. Yakınlaşma, ilişkileri o döneme kadar gölgeleyen PKK konusunun artık bir unsur olmaktan çıkmasıyla sağlanabilmiştir. 

2000 yılında Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Suriye’ye gidişi ile ilk somut ürününü veren süreçte karşılıklı birçok ziyaret gerçekleşmiştir.3 

Adana Mutabakatı sadece kâğıt üzerinde kalmamış, iki ülke güvenlik alanında son derece etkin bir işbirliği geliştirmiştir.4 Bu süreçte uzun yıllar 
yapısal sorunlar olarak ilişkileri olumsuz etkileyen Hatay ve su sorunu konuları siyasi gündemden tamamen çıkarılmıştır. Güvenlik alanındaki ortaklığın son aşaması Nisan 2009 tarihinde Türkiye ile Suriye Kara Kuvvetleri arasında, sınır bölgesinde üç gün süren “sınır birlikleri değişim tatbikatı” olmuştur. Taraflar böylece sınır bölgesinde PKK ve sınır kaçakçılığına yönelik daha etkin bir işbirliği geliştirme imkânı bulmuştur. 
Askeri işbirliği bununla sınırlı kalmamış, tatbikatın hemen ertesinde “savunma işbirliği” anlaşması imzalanmıştır. 

< Türkiye-İsrail ilişkilerindeki zayıflama, Türkiye-Suriye yakınlaşmasını hızlandıran ve güven eksikliğini azaltan  faktörlerden biri olarak görülebilir. >




















ESED TALABANİ

Irak Savaşı: 2003 işgali sonrası Irak merkezli ortak güvenlik kaygıları Türkiye-Suriye işbirliğini derinleştirmiştir. Irak’ın parçalanmasının iç istikrarlarını olumsuz etkileyeceği kaygısını paylaşan her iki ülke, İran’ı da içine alacak şekilde yakınlaşmaya başlamıştır. Ancak Suriye açısından Irak’ın parçalanması önemli olmakla beraber, ABD’nin Irak’taki askeri varlığı daha büyük bir tehdit olarak algılanmıştır. Böylece Irak politikasının temeline “Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması” yerine “ABD’nin Irak’ta başarısızlığa uğratılması” oturmuştur. Temelde farklı konular yatsa da iki ülkenin de Irak’tan güvenlik tehdidi 
algılaması yakınlaşmaya neden olmuştur. 

Aynı başlık altında değerlendirebileceğimiz bir diğer unsur ABD’nin Irak’a girmesiyle beraber Suriye’nin Irak Kürtleri ile ilişkilerinde yaşanan değişimdir. Daha önceleri Suriye’nin Saddam yönetimine karşı desteklediği Iraklı Kürt gruplar işgal sonrası ABD’nin Irak’taki en yakın müttefiki olmuş bu da Iraklı Kürt grupları Suriye açısından desteklenebilir bir araç olarak kullanabilmenin ötesinde tehdit pozisyonuna sokmuştur. Suriye’de 2004 yılında Kamışlı’da yaşanan Kürt ayaklanması tehdit algılamasını körüklemiştir. Bütün bunlar Suriye’yi ve Türkiye’yi bölgedeki Kürt hareketlere karşı mücadelede noktasında yakınlaştırmıştır. 

 Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları ve Ortadoğu Politikasında Yaşanan Değişim: 

Bu değişiminin ana unsuru 2002 genel seçimleri sonrasında AKP’nin iktidara gelmesidir. 

AKP’nin dış politikasının belirlenmesinde etkin olan isimlerin başında uzun süre Başbakanlık Başdanışmanlığı görevini yürüttükten sonra Dışişleri 
Bakanlığı görevini devralan Ahmet Davutoğlu gelmektedir. Davutoğlu’nun ifadeleriyle, 2002 sonrası Türkiye’nin Ortadoğu politikası şu şekilde özetlenebilir: “Türkiye’nin Ortadoğu’ya bakışının hem düşünsel hem de coğrafi temelleri bulunmaktadır. Osmanlı’nın mirasçısı olması ve kendine has coğrafi konumu 5 Türkiye’nin kendini savunmacı bir anlayışta tanımlamasını imkânsız kılmaktadır. 


 <  Lübnan bağlamında Türkiye yine tüm mezhepsel gruplara eşit mesafede bir pozisyon alırken Suriye, Hizbullah önderliğindeki muhalefet yanlısı bir tutum sergilemektedir. Bu görüş ayrılıkları ikili ilişkiler açısından sorun yaratmasa da ortak ve etkin bir Ortadoğu politikası geliştirilmesini zorlaştırmaktadır. >


Türkiye, güvenlik sorunlarını çözebilmek için bölgeye yönelik ekonomik ve kültürel işbirliği kampanyası başlatmalıdır. Ortadoğu sorunlarına sırt çevirmek 
güvenlik problemlerine çözüm üretmeyecek, bölge sorunları dönüp dolaşıp Türkiye’nin iç istikrarını olumsuz etkileyecektir. Dolayısıyla Türkiye iç güvenlik ve istikrarını; çevresinde düzen ve istikrar yaratmak için aktif, yapıcı rol üstlenerek koruyabilecektir”.6 Düzen kurulabilmesi için kullanılması öngörülen dış politika enstrümanı diyalog olarak belirlenmiştir. Türkiye’nin tüm bölge ülkeleri ile konuşabilen, pazarlık yapabilen ve sözünü dinletebilen bir konuma getirilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu yaklaşım esasen Doğu’yu Batı’ya tercih eden bir yaklaşım olmamakla birlikte dış politikanın sadece Batı yerine farklı alternatif eksenler üzerine inşa edilmesi sonucunu doğurmuştur.7 Bu da doğası gereği 
Türk dış politikasında Batı boyutunu nispeten zayıflatırken, Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerini güçlendirmiştir. Güvenlik algılamalarındaki değişim ise Türkiye’nin Ortadoğu politika yapımında bölgeye Kuzey Irak ve katı güvenlik merkezli bakışa son verilmesidir. Bu çerçevede Ortadoğu’ya yönelik bütüncül bir bakış açısı getirilerek, Kuzey Irak sorununun bütün bölgesel sorunlardan bağımsız olarak ele alınamayacağı ve bölgedeki tüm istikrarsızlık unsurlarının iç istikrarı olumsuz etkilediği düşüncesine varılmıştır. 


Bu düşünce değişiminin Suriye politikasındaki etkisi ise şu şekildedir: Suriye Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan kapısı konumundadır.8 
Bu açılım coğrafi, siyasi ve ekonomik anlamdadır. Suriye ile güvene dayalı yakın ilişkiler, Ortadoğu sorunlarında aktif olma arayışındaki Türkiye’ye 
önemli fırsatlar sunmakta, Türkiye’nin bölge sorunlarına daha rahat müdahil olması imkânı doğmaktadır. İsrail-Suriye barış görüşmelerinde üstlenilen arabuluculuk, Lübnan devlet başkanlığı krizinde oynanan yapıcı rol, İsrail-Filistin sorununda özellikle HAMAS tarafı ile kurulmaya çalışılan iletişimde9 Suriye ile ilişkilerin belirleyici olduğu söylenebilir. Suriye’nin Arap platformlarında Türkiye’ye verdiği destek de aynı doğrultuda değerlendirilebilir. Türkiye böylece Ortadoğu’da sorunların çözümünde anahtar bir konuma sahip olabilmektedir. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


****


3 Ocak 2016 Pazar

Türkiye Nabucco’dan Çekilir mi?

               Türkiye Nabucco’dan Çekilir mi?

aslanyavuzsir@orsam.org.tr














Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Avrupa Birliği (AB)  üyelik sürecinde kritik öneme sahip 2009 yılında AB perspektifinin güçlendirilmesi amacıyla 4 yıl aradan sonra 
Brüksel’e bir ziyarette bulunmuştur. Ziyaret Türkiye’nin 2009 yılında AB sürecine vime kazandırma yönünde atılmış bir adım olarak görülmektedir. Ancak ziyaret sırasında yapılan Nabucco projesine dair açıklamalar, görüşmelerde ön plana çıkmıştır.

Son dönemde Türkiye’nin AB üyelik sürecinin ve reformlarının sekteye uğradığına dair eleştiriler giderek artmaktadır. AB nezdinde Türkiye’nin özellikle “askeri darbe tehditleri, cinayetler ile liberaller, yazarlar ve gazeteciler hakkındaki davalar ve Kürt azınlığın baskılar ile sarsıldığına” dair bir kanaat oluşmuştur. Bu kanaat ve eleştirilere cevaben Türkiye Cumhuriyeti AB üyeliği müzakerelerine ivme kazandırmak amacıyla 2009 yılında daha aktif bir müzakere süreci yürütülmesini amaçlamaktadır. 
Nitekim Avrupa Birliği içerisinde Türkiye’nin üyeliği konusunda ayrılıklar yaşanmaktadır. Fransa ve Almanya gibi başat ülkeler de dâhil olmak üzere Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkanların sesi giderek yükselmektedir. Burada temel hassasiyet, Türkiye’de 2000’li yıllardan bu yana süren radikal reformların durduğu, hatta geriye dönüşün yaşandığına yönelik eleştirilerde hissedilmekte dir. Türk dış politikasında AB ile ilişkilerin yoğunluğunda bir azalmanın yaşandığı aşikârdır. Ancak bu karşılıklı bir süreçtir. 

Türkiye’nin dış politika öncelikleri, coğrafi olarak konumlandığı bölgedeki krizler ve bunlara verilen tepkiler temelinde AB’den farklılaşmaktadır. Bu durum, AB üyelik sürecinde yaşanan bazı sıkıntılarda kendisini göstermektedir.

Benzer sıkıntılar AB nezdinde Türkiye’ye bakış açısı ve AB içi sorunlarda da görülebilir. AB, özellikle Ağustos ayındaki Kafkasya krizi ve ardından Rusya-Ukrayna enerji krizinden ciddi biçimde etkilenmiştir. Temel hassasiyet, daha agresif bir Rusya’nın, AB sınırlarında yeniden ortaya çıkmasıdır. Bunun en ciddi hissedildiği alan ise enerji güvenliği olmuştur.

Böyle bir dönemde Başbakan Erdoğan’ın AB ile müzakere sürecinde yaşanan sıkıntıları, AB enerji güvenliği ve Nabucco projesi ile ilişkilendiren açıklamaları, AB tarafından tepki ile karşılansa da kritik bazı sorunların varlığına da işaret etmektedir. Gerçekten de Türkiye’nin Nabucco projesine verdiği desteği, bugüne kadar bu projeye Türkiye’den daha çok ihtiyacı bulunan AB ülkeleri dahi gösterememiştir. Ancak proje halen AB ve Türkiye için büyük öneme sahiptir.

Nabucco Projesi

Nabucco projesinin hazırlıklarına ilke defa 2002 yılında BOTAŞ ve Avusturya’nın en büyük enerji şirketi OMV arasında yapılan görüşmeler ile başlanmıştır. Avusturya, Macaristan, Bulgaristan, Romanya ve Türkiye’nin ortaklığında yürütülen Nabucco müzakereleri, 2005 yılında Ortaklık Anlaşması’nın imzalanması ile sonuçlanmış, 2008 yılında Alman RWE şirketinin de katılımıyla proje büyük ivme kazanmıştır. 11 Haziran’da Nabucco projesi kapsamında Azeri doğal gazının Bulgaristan’a satılması ile ilgili ilk anlaşma yapılmıştır.

Projenin başlangıç noktası Erzurum olarak belirlenmiştir. 3300 kilometre uzunluğunda ve 45 milyar metreküp kapasiteye sahip olması planlanan boru hattı, Tebriz-Erzurum boru hattı, Güney Kafkasya boru hattı ve gelecekte yapılması planlanan Trans-Hazar boru hattını birleştirmeyi öngörmektedir. Böylece Orta Asya ve Hazar kaynakları ile İran doğal gazının da Nabucco projesi için kaynak bölgeler olarak belirlenmiştir. Gelecekte Irak doğal gazının da projeye eklemlenmesi gündemdedir.

Nabucco projesi, tamamlanması halinde Avrupa Birliği enerji güvenliği için önemli enerji koridorlarından birisini oluşturacaktır. Rusya’ya bağımlılığın kırılabilmesi için alternatif kaynak ve geçiş yollarından istifade edilmesi büyük önem taşımaktadır. AB’nin yakın zamanda Rusya kaynaklı enerji kesintileri ile karşı karşıya kalması sonucunda Nabucco projesi hem AB enerji güvenliği hem de Türkiye’nin AB nezdinde stratejik önemi açısından kritik bir proje olarak karşımıza çıkmaktadır.  

Başbakan’ın Açıklaması ve Nabucco’nun Geleceği

Erdoğan’ın ziyareti Avrupa basınında büyük yankı bulmuştur. Başbakan’ın Avrupa Politika Merkezi’ndeki konuşmasında Nabucco projesine yönelik açıklaması ise farklı tepkiler almıştır. Bir soru üzerine Başbakan Erdoğan, AB ile müzakerelerde enerji başlığının açılmaması halinde Türkiye’nin Nabucco’daki rolünü gözden geçirebileceğinin sinyallerini vermiştir. Erdoğan’ın açıklaması, 27 Ocak tarihinde Budapeşte’de yapılacak olan Nabucco zirvesi öncesinde AB yetkililerine müzakere sürecindeki sorunlara ilişkin verilmiş bir mesaj niteliğindedir.

Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ile görüştü. Barroso, enerji güvenliği konusunun AB-Türkiye müzakerelerinin belirli başlıklarına bağlanamayacak kadar önemli bir konu olduğunu açıklamıştır. Komisyon’un enerji başlığındaki tıkanmanın giderilmesi için elinden geleni yapacağını ifade etmiştir. Barroso ayrıca Nabucco projesinin çok önemli olduğunu ve AB’nin sorumluluklarının farkında olduğunu da belirtmiştir.

Başbakan Erdoğan, Ankara’ya dönüşünde Nabucco projesine tam ve tutarlı destek verildiğini açıklamıştır. Bu açıklama Batılı yorumcular tarafından önceki açıklamalardan bir dönüş olarak görülmektedir. Fakat asıl vurgulanması gereken nokta, yapılan açıklamanın AB ile müzakere sürecinde karşılaşılan sorunlar ve Türkiye’nin bu süreçten beklentileri ile ilgili olmasıdır. Türkiye, AB tarafından ve siyasi çekişmeler yüzünden tıkanmış bir müzakere sürecine sıcak bakmamakta dır. Özellikle Kıbrıs konusundaki hassasiyet, AB üyesi ülkelerin Türkiye’ye siyasi dayatmalar yapabilmek için AB’yi bir araç olarak kullanmaya çalışmalarından kaynaklanmaktadır.

Brüksel’deki görüşmelerde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, AB-Türkiye müzakere sürecine yaptığı bu türden bir müdahale en kritik konulardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin (GKRY) Şubat 2003 tarihinde Mısır, Ocak 2007 tarihinde ise Lübnan ile Doğu Akdeniz’de ‘deniz yetki alanlarının sınırlandırılması’ anlaşmaları yapması ve ardından 15 Şubat 2007 tarihinde bu anlaşmalarla belirlediği alanlarda uluslararası hidrokarbon arama ve işletme ihalesi açmasıyla, Doğu Akdeniz’de petrol krizi gündeme gelmişti. Türkiye bu anlaşmalara tepki göstermiş, yapılan arama çalışmalarını bloke etmiş ve Türk Petrol Anonim Ortaklığı’na arama izni verilmiştir. Kriz, AB üyesi olan Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Avrupa Birliği nezdinde Türkiye aleyhine girişimlerde bulunması ve enerji başlığının bloke edilmesi ile sonuçlanmıştır. Başbakan Erdoğan’ın konuşmasında öne çıkan bu tepkinin temelinde Kıbrıs Rum Yönetimi’nin müzakereleri sekteye uğratma girişimi bulunmaktadır.

Türkiye ise AB’nin Rum Yönetimi’nin bu siyasi tavrı sebebiyle müzakerelerde bir tıkanma yaşanmasını hoş karşılamamaktadır. Nitekim, özellikle enerji başlığının 
görüşüldüğü müzakere sürecinde yaşanan bir tıkanma, Türkiye’nin kabul edemeyeceği bir durumdur. Türkiye, Nabucco projesinin hayata geçirilmesi için büyük çaba harcamaktadır. Türkiye’nin de proje kapsamında bazı özel talepleri bulunmakta, hem daha çok etkinlik hem de daha çok kar istemektedir. Ancak AB ülkeleri Nabucco’nun önemine dikkat çekerken, Türkiye’nin bu projeye verdiği desteği AB üyeliği yolunda bir çaba olarak da görmektedirler. Türkiye Avrupa enerji güvenliğine katkıda bulunacak böyle bir projenin öncülüğünü yaparken AB içerisinde ne Türkiye’nin rolü, ne Nabucco’nun AB enerji güvenliğine etkisi konusunda bir perspektif geliştirilememiş olup, çelişkili bir tavır ortaya konmaktadır.

AB-Türkiye ilişkilerinde enerji güvenliği konusu Türkiye’nin müzakere gücünü arttıran bir konu olmuştur. Bu konuda AB’nin çelişkili bir tavır ortaya koyması, AB üyesi ülkelerin Türkiye ile müzakerelerde Türkiye’nin bu rolüne karşın müdahalelerde bulunması, Erdoğan’ın açıklamasına zemin oluşturmuştur. Türkiye’nin projeden desteğini çekme gibi bir niyeti yoktur. Ancak bu konunun önemi ortadayken Türkiye’nin karşısına çıkarılmak istenen sorunlar karşısında da tepki gösterilmektedir.

Sonuç Yerine: 

Kısır Döngü ve Türkiye’nin Tavrı Bu döngü tekrarlanacaktır. Kıbrıs Rum Yönetimi Türkiye ile müzakerelere müdahil olmaya çalışacak, Türkiye ise AB ile ilişkilerde Rumların ortaya çıkardığı engellere cevap vermek durumunda kalacaktır. Burada önemli olan Türkiye’nin buna vereceği cevabın stratejisi ve prensibinin ortaya konmasının gerekliliğidir. Türkiye müzakereler boyunca Rum yönetimi ya da herhangi bir AB ülkesi karşısında stratejik konumuna vurgu mu yapacaktır? Bu yöntem, Rum Yönetimi ve Türkiye karşıtı grupların, müzakere 
sürecinin siyasi baskı aracı haline getirilmesi ile aynı değil midir? Böylece müzakere süreci başlıkların açılıp kapanması sürecinde Türkiye ile Türkiye-karşıtı gruplar arasındaki siyasi mücadeleye zemin oluşturacak, her siyasi sorunda tıkanma riski ile karşı karşıya kalacaktır. Türkiye’nin tutumu, Rum Yönetimi’nin haklı çıkarılmasını değil,

 AB içerisinde yalnızlaştırılmasını amaçlamaktadır. Bu ise Rum Yönetimi’nin veya AB ülkelerinin Türkiye karşıtı tutumlarını doğru çıkartacak söylemler ile değil, 
tam tersine AB sürecine bağlı kalarak, diplomasinin hareket geçirilmesi, stratejik konum ve Türkiye’yi avantajlı konuma getirebilecek diğer özelliklere sahip çıkılarak yapılabilecektir. Nabucco projesi Türkiye’nin inisiyatifiyle harekete geçirilmiş önemli bir projedir. Türkiye’nin bu projedeki öncü konumunu veya desteğine şüphe düşürecek söylemlerden kaçınılması, bizi AB üyelik sürecinde güçlendirecektir.


http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=22


..