Mehmet Ali Güller etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehmet Ali Güller etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mart 2020 Çarşamba

BANA YALAN SÖYLEYEN YILLAR., YAZI SERİSİ BÖLÜM 4

BANA YALAN SÖYLEYEN YILLAR., YAZI SERİSİ BÖLÜM 4


Yolsuzluk Ve Rüşvet

Av. Cemil Can.,

2010'da yapılan Anayasa referandumuna bugünleri yaşamamak için “hayır” demiştik. O değişikliklere “evet” deyince; ordumuza “kumpas” kurulabilir, yargı yürütmenin denetimine geçip adalet ortadan kaldırılabilir, iktidarı denetleyen -Sayıştay gibi- kurumlar işlevsiz hale getirilerek yolsuzluk ve rüşvet tavan yapabilir demiştik. Hatta yabancı güçlerin desteği ile iktidara gelen AKP, diyet borcunu ödemek için ulusal çıkarlarımızdan olmadık tavizler verebilirdi. Yıllardır yan yana yaşadığımız komşularımızla, sudan sebeplerle düşman hale getirebilirdik. Zorunlu olmadığı halde Telekom ve Tekel gibi kar eden milli kuruluşlarımız yok pahasına yabancılara satılabilir, yandaşlara peşkeş çekilebilirdi... Dışarıdan aldığımız borçlar, halkın yararlanacağı yatırımlara dönüştürülme yerine, yandaşlara kredi olarak verilerek, bir avuç insanın zenginleşmesi sağlanabilirdi. Bu yolla iktidar kendi zenginlerini yaratıp, borçları her zamanki gibi yoksul halkın sırtına yıkabilirdi... Hepsinden de önemlisi, o anayasa değişikliklerine “evet” demekle, demokratik devletin yaşaması için hayati öneme sahip “kuvvetler ayrılığı ilkesi” ortadan kaldırılabilir ve hükümet egemenlik yetkisini keyfi olarak kullanmaya başlayabilirdi. Bu sonuncusu ise son derece tehlikeliydi, zira rejimin otoriterleşmesi ve demokrasinin yok edilmesi sonucunu doğurabilirdi!.. Din ve dince kutsal sayılan değerleri sömürerek, yoksul kesimlerin desteğini alan AKP iktidarı, halka yakınlığını göstermek için ekonomiye hiçbir katkısı bulunmayan imam-hatip okullarını açmayı sürdürerek, demokrasinin olmazsa olmazı olan “laiklik ilkesini” ortadan kaldırabilirdi... Nitekim kaldırıldı da... Dediklerimizin hepsi bir bir gerçekleşti...
2002-2012 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığının 5 bin 360 personeli MEB'na atanmıştır. Bu dönemde devlet bankalarının bile genel müdürleri imam-hatipliler arasından seçilmiştir. AKP iktidarında, 5 bin okul imam-hatipe dönüştürülmüştür. Bunlardan mezun olacak imam ve hatipler nerede istihdam edilecekler? Her imam için bir cami yapılacak değil herhalde. 2002'de 74 bin olan Diyanet'in personeli, bugün itibariyle 129 bin 376'ya çıkmıştır. Buna karşılık, 300 binin üzerinde ataması yapılmayan öğretmenimiz var. Diyanet, 5 milyar 442 milyar liralık bütçesi ile genel bütçeden 13 bakanlıktan fazla pay almıştır... Kuran kurslarında yaş sınırının kaldırılmasının ardından, Diyanet İşleri Başkanlığı “Kuran Kursları Okulöncesi Din Eğitimi Projesi” hazırladı. 4-6 yaş arasındaki çocuklara, “oyun ve şarkılarla” temel dini bilgileri öğreteceklermiş... Bütün bunlar yetmiyormuş gibi ana muhalefet partisi yeni CHP'nin Ankara Milletvekili Sinan Aygün de Ayasofya'nın ibadete açılmasını istiyor. Aynı şekilde Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, Meclis'te cemevi açılması için dava üzerine dava açıyor... Böyle bir devlete “laiktir” denebilir mi?..

Bu sakıncaların tümü, halkoylamasından önce, halka olabildiğince anlatılmaya çalışılmıştır. Anayasa değişikliklerine, bu nedenlerle “hayır” denmesi gerektiği ısrarla vurgulanmıştır. Medya ve iletişim olanaklarının neredeyse tamamına yakını, iktidarın veya yandaşlarının elinde olduğu için onların yalan propagandaları daha etkili olmuştur. Bu yüzden de sonuç “evet” çıkmıştır. Anımsarsınız, o günlerde üzerinde en fazla durulan konulardan biri “pozitif ayırımcılık”tı ve geçen zaman içerisinde tamamen unutuldu gitti!...
Korkulanların neredeyse tamamı gerçekleşti diyebiliriz. 12 yıllık AKP iktidarında; hükümet 400 milyar dolar civarında borçlanmıştır. Şimdilik durdurulabilen ikinci yolsuzluk operasyonundaki yolsuzluğun boyutu ise 100 milyar dolardan fazladır. Gazetelere yansıyan gözaltı kararından anlaşıldığına göre, 41 “işadamı” haksız yere, halkın cebinden 100 milyar dolardan fazla para çalmıştır. Yani toplam dış borcumuzun dörtte biri bunlara gitti. Hortumlanan paraları her halükarda ödeyecek olan yoksul halkımızdır!.. Başbakan'ın “yedirmeyiz” dediği Halkbank'ı çoktan yemişler bile; yüzde 48.9'u yabancılara satılmış olan bankanın, borsada işlem gören hisselerinin ise yüzde 78'i de zaten yabancıların elindeymiş!.. Sayıştay'ın 2012 yılı hesapları ile ilgili hazırladığı rapora göre, 30 Mart 2013 tarihi itibariyle 3 milyar TL üzerindeki batık kredi sayısı 124'tür ve bu şirketlerin bankaya olan toplam 627.7 milyar liralık borcu takiptedir!..

AKP iktidarı ise yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarını engellemeye çalışıyor. Soruşturmalar Başbakanın çocuklarına kadar dayanmış. Hükümet, “soruşturmanın gizliliği”ni ortadan kaldırmak için yasalara aykırı yönetmelik çıkartmanın peşindedir. Soruşturmayı yürüten polisleri görevlerinden alıyorlar. Polisler, savcılığın gözaltı kararını yerine getirmiyor. Hükümetin adamı bir başsavcı, soruşturma yapan savcıları, yalan yanlış belgeleri basına sızdırmakla suçlayıp, dosyayı ellerinden alıyor. Başbakan ise, bu gelişmeler üzerine polis savcılığın emirlerini uygulamalı diyen HSYK'yı hedef gösteriyor. “Yetkim olsa HSYK'yı yargılarım” diyerek, yargının tepesine gözdağı veriyor!.. İktidar bütün bunlara rağmen; utanmazlığın, arsızlığın ve yüzsüzlüğün zirvesinde oturabiliyor...
Sonuç itibariyle, faturası halka çıkacak olan bu gelişmelerin yaşanmaya başlanmasıyla, dolar 2.17' TLyi, avro ise 3 TL'yi aşmış. Faizler yüzde 10.36 seviyesine kadar ulaşmış. Halktan çalınan paralar, ayakkabı kutuları içinde dururken bile çoğalıyorlar. Bir faiz cenneti olan Türkiye'den son 11 buçuk yılda 101 milyar dolar, faiz adı altında transfer yoluyla yurtdışına çıkartılmış... O kadar mı yani demeyin lütfen. Borçlandığımız paraların yarısının trafiği böyledir!.. Yeter ki, parayı takip edebilin yolsuzluğa karışanları, hırsızlık yapanları bulabilirsiniz!..

***
Bu arada İstanbul Cumhuriyet Savcılığı da “Gezi olayları” nedeniyle iddianame düzenleyip, dava açmıştır. İlginç olan, iddianamede Bezmi Alem Valide Sultan Camii'nde içki içildiğine ilişkin bir delil bulunmadığı saptamasına yer verilmiş olmasıdır. Bunun anlamı, tam aksini iddia ederek aylarca ortalığı ayağa kaldıran Başbakan ve arkadaşlarının yalan söylediğidir. Başbakanın utanmadan, sıkılmadan din ve dince kutsal sayılan değerleri sömürüp, istismar ettiği bir kez daha kanıtlanmıştır. Bu yalın gerçeğe rağmen, Başbakan Erdoğan Fetullah Gülen'i eleştirirken; “Kuran, Allah, peygamber diyeceksin ama adın kasetlerle, komplolarla anılacak. Hiç kimsenin bu aziz dine bunu yapmaya hakkı yok” diyerek, Cemaatin Erdoğan'a karşı sözlerini “din”e karşı yapılmış gibi gösterebilmektedir... “Birilerinin topu tüfeği varsa, birilerinin her türlü hilesi varsa, neyi olursa olsun bizim Allahımız var bize o yeter, bize millet yeter...” sözleriyle de din sömürüsünü en acımasız şekilde kullanmaya devam edilmektedir. Yakında “Din elden gidiyor” diyerek, halkın sokağa inmesini isterlerse şaşırmamak gerekir!.. Türkiye baştan başa yolsuzluk ve rüşvetle çalkalanırken, hükümet yandaşlarını yargıya teslim etmiyor. O yüzden olsa gerekir “Kimin ne hesabı varsa, kendilerine güveniyorlarsa 30 Mart'ta seçim var, o seçime girsinler, hesabı orada milletle görsünler” demektedir... Bu ülkenin Başbakanı artık TSK'nın komuta kademesini demir kafese tıkan yargıya güvenmiyor. Bu yüzden iş kendisine gelince, mahkeme yerine sandığı gösteriyorlar!..

***
Birkaç hafta önce, Başbakanın konuşmalarını hazırlayan başdanışmanı Yalçın Akdoğan'ın eniştesi ile eski bakan Suat Kılıç'ın kayınpederinin şüpheliler arasında yer aldığı “112 acil servis yolsuzluğu”nda; yüzlerce müteahhit, 300'e yakın 112 acil servis istasyonu kurdurmak sahtekarlığı ile dolandırılmıştı. Dikkatler ikinci yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasına yoğunlaşmışken, böylesine kapsamlı bir soruşturmada takipsizlik kararı verilebilmiştir!.. Belli ki, hükümetin istediği, kabineye doğru gelecek olan soruşturmaları jet hızıyla kesecek savcıların görevde olmasıdır. Başbakan'ın HSYK'yı yargılamak istemesi ve yeni Adalet Bakanı Bekir Bozdağ'in, basın açıklaması yapan HSYK'yı, anayasayı ihlal etmekle suçlaması bu yüzden olsa gerekir!..

***
Görünürde Erdoğan taraftarları ile Gülen taraftarları arasında geçen bu savaş, gerçekte CIA ile AKP arasındadır. 
ABD desteği ile iktidara gelen Erdoğan, iktidar sarhoşluğu içerisinde, gerçek efendisi olan AB ve ABD emperyalistlerine güven vermez 
duruma gelmiştir. Bu nedenle de üzeri çizilmiş ve Erdoğan'sız hükümet arayışları başlamıştır. Kendi deyimleriyle; Erdoğan raf ömrünü tamamlamış, 
deliğe süpürülme zamanı gelmiştir. Bu yerinde saptamanın temel nedenleri şunlardır: Gazze'ye konulan ambargoyu Mavi Marmara gemisi ile 
delmeye çalışmak, Davos'ta ABD'nin tartışmasız müttefiki İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e “one minute” diyerek kafa tutmak, 
ABD'yi Suriye'ye karşı savaş ilan etmeye zorlamak, ABD'nin yardımı ile iktidara getirilen ve yine CIA'nın marifeti ile devrilen 
Müslüman Kardeşler Örgütü Lideri Mursi'yi sahiplenmek, uranyum zenginleştirmesi nedeniyle ambargo uygulanan İran'a, altın ihracatı 
yaparak ambargoyu delmek, füze alım ihalesini NATO'ya rağmen Çinli bir firmaya vermeye kalkışmak ve Türkiye'yi Şangay İşbirliği Örgütü'ne 
alması için Putin'e yalvarmak gibi tutarsız politikalardır. Bütün bu gelişmeler Erdoğan'ın AB-ABD kontrolden çıktığının kanıtları olarak kabul 
edilmiş ve ipi çekilmiştir... Sıra Erdoğan'ın boğazına “kıllı örümceğe benzeyen eliyle” ipi çekecek zavallı çingeneyi bulmaya gelmiştir... 

Yolsuzluk ve rüşvete bulaşmayanlar, bulaşanları görmezden gelmez artık. O bakımdan ipi çekecek olanlar da aralarından çıkartılacaktır!.. 

Biraz daha bekleyelim hele. Erken bir seçim ise, iktidarın kurtuluşudur, ona asla yanaşmamamız lazım!..


********


Necdet Paşa’nın hasmı ben ve bu generaller mi?


Sabahattin Önkibar

Gazetelerde çıkan haber şöyleydi: “28 General’e orduevi yasağı”.
Aralarında Nusret Güner, Naci Beştepe, Türker Ertürk, Osman Özbek ve Yaşar Müjdeci gibi generallerin bulunduğu 28 yiğit insana Genelkurmay Başkanı Necdet Özel “Orduevlerine giremezsiniz” dedi.
Peki, bu isimler TSK’yı utandıracak bir haysiyetsizlik mi yaptı?
Tam tersine, TSK’yı haysiyetsiz ilan eden örgütlere boyun eğmeyip medyadan hadlerini bildirdi.
Üstelik bunu bazıları Deniz Kuvvetleri Komutanlığı gibi bir makamı feda ederek, yani bedel ödeyerek yaptılar.
Gayeleri, Peygamber ocağı ve Atatürk Otağı olarak gördükleri şanlı kurumlarını sahiplenmekti.
Necdet Özel bunları ödüllendireceğine cezalandırdı!
Hedef aldığı sadece onlar mı?
Bana da iki ayrı ceza davası teşebbüsünde bulundu. 
Birincisinde gerekçesi, Tayyip Erdoğan’ın Barzani ile beraber katıldığı Diyarbakır seyahatinde şehitlerimiz için “boşuna öldüler” ifadesini kullanmasını eleştirmem.
“Şehitleri sahiplendin diye nasıl suç duyurusu yapılır” demeyin; Necdet Özel’in görevlendirdiği askeri savcı yaptı bunu.
Aynı şekilde tarikatçı iki gazetenin art arda Genelkurmay Karargâhı’nda ağırlanıp onlara mülakatlar verilmesini “Genelkurmay tarikata mı girdi” başlığı ile yazdığım ironik bir esprimi de ihbar etti.
Ağlamak mı, gülmek mi lazım bilmiyorum.
PKK ve F tipi örgüte karşı duruşları ortada olanların, TSK’ya sahiplenmeyi namus bilen bizlere takındığı bu tutum söyleyin aslında neyi anlatıyor?
Komplolarla esir alınan silah arkadaşlarının hukukunu  koruyamayan Necdet Özel  bakın nelerle uğraşıyor!
İmamla müftünün suç ortaklığı belgesi
Bir ceza davası.
Dosya Yargıtay’da. Yargıtay’daki “Cemaat İmamı” karar için dosyanın özetini Hocaefendiye yani Pensilvanya’ya gönderiyor ve oradan gelen emirle hüküm veriliyor. 
Bunu anlatan kim mi?
O davanın görüldüğü süreçte Adalet Bakanı olan Mehmet Ali Şahin. 
Aynı Şahin Yargıtay’daki o cemaat imamını tanıdığını da  ifade ediyor.
Hayır, bu rezil tablo sadece Yargıtay’ın ne hale getirildiğini değil, aynı zamana AKP iktidarının onlara nasıl göz yumduğunu gözler önüne seriyor; çünkü o imamın önünü açan müftülük makamında kendileri oturmaktadır. 
Eğer bugün malum çatışma yaşanmasaydı Mehmet Ali Şahin bu olayı anlatacak mıydı?.. Hayır.
Evet, devletin içinde örgüt kesin de, ona yardım ve yataklık edenler de var...
İkisi de behemehal temizlenmelidir.

Hırsız ve TGB!

Geçtiğimiz Cumartesi günü. Kızılay’ın en kalabalık yerinde yürüyorum.
TGB’li olduğu flamasından belli olan pırıl pırıl bir genç bağırıyor:
-Hırsız vaaaar....Hırsız vaaar....
Benzer bir çığlık diğer köşeden yine TGB’li bir kızımızdan:
Hırsız vaaaar, hırsız vaaar.
Bir üçüncü daha ötelerden:
Hırsız vaaar, hırsız vaaar.
Abartısız yürüyen o büyük kalabalığın tamamı bu muhteşem manzarayı başlıyor  alkışlamaya.
Baktık iki polis gencimizi yakalamış. Halk anında elinden alıyor.
Ve dün Fenerbahçe-Kayseri maçında on binler tek ses tek yürek:
“Her yer rüşvet, her yer yolsuzluk...”
Selam sana Kadıköy, selam sana Türkiye Gençlik Birliği.
Bu ateşi siz yaktınız, yolunuz açık olsun!
ATV-Sabah ve Korkmaz Yiğit!
ATV ile Sabah’ı Kalyon İnşaat satın aldı, dediler ama bu matematiğe aykırı.
Öyle; çünkü Kalyon gibi eti-budu belli bir şirketin 1 küsur milyar dolara böyle satın almayı yapabilmesi eşyanın tabiatına aykırı.
Ayrıca basın sektörü rantabl yani kârlı bir sektör değil. Tersine zarar ediyor. Dolayısı ile hiçbir işadamı bu kadar büyük bir parayı kâr etmeyen ve gelecek bağlamında siyasi riskleri sinesinde barındıran bir medya kurumuna bağlamaz.
Realite bu ise bu satın alma nasıl ve niçin mi?
Onu savcılık soruşturması ile öğrenecektik ama engellendi.
Ancak engellenmeye rağmen şu söylenti ya da soru dillerdedir:
-İddia edildiği gibi bu satın almada büyük ihaleler alan 10 büyük grup 100’er milyon dolar vermiş midir? Vermemiş ise Kalyon hangi kaynak ya da kredi ile bu satın almayı yapmıştır?
Aha buraya yazıyorum. Gün gelecek bu konu bağlamında 10 tane Korkmaz Yiğit davası misali davalar açılacak.
En Tayyipçi Rıdvan!
Şükrü Saracoğlu Stadı’nda Başbakan’a karşı yapılan tezahüratları kınıyormuş.
Çünkü Tayyip Erdoğan iyi bir Fenerbahçeli imiş ve ülkeye büyük hizmetler yapmışmış.
En kahraman, pardon en Tayyipçi Rıdvan böyle diyor.
Bana bak Rıdvan Dilmen, Fenerbahçe sana babandan miras mı ki Tayyip’e peşkeş çekiyorsun?
Kimsin sen, böyle bir şey senin hakkın ve haddin olabilir mi?
Şike olayının perde gerisinde kimler niçin vardı, biz senden iyi biliyoruz.
Hem sen spor yorumcusu musun, AKP sözcüsü mü?
Amacın Erdoğan’a şirinlik ise Fenerbahçeyi kullanma, buna izin vermeyiz.
Fenerbahçe senin sermayen değil Rıdvan Efendi.


**********

Hırsızlar Nerede?

Arslan Bulut.,

Yolsuzluk operasyonu, Tayyip Erdoğan ve AKP yöneticilerinin dilini çözdü. İyi de oldu. Böylece, paralel devlet dedikleri yapının milli orduya, milli istihbarata operasyon yaptığını itiraf ettiler. Son olarak AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in itirafı, meseleyi hâlâ anlamak istemeyenlere bir ders gibidir. Şahin, aslında irticanın ne demek olduğunu açıklamış, çok açık bir örnekle adeta tanımını yapmıştır. 

Mehmet Ali Şahin, Karabük’te “Önemli bir holdingin başında bulunan bir kişi hakkında bir ceza davası var ve mahkûm olmuş. Yargıtay’da ‘cemaatin imamı’diye nitelendirilen kişi, ismi bende saklı, bu dosya ile ilgili ne karar verilmesi gerektiği hususunu dosyanın kısa bir özeti ile birlikte Pensilvanya’ya göndermiş. Hoca efendi, ‘Adalet neyi gerektiriyorsa ona göre karar verin’demiş” diye konuşmuştu. 
Şahin, “Komutanınız ‘Falan yere gideceksiniz bayrağı falan yere dikeceksiniz’ dediğinde, siz, ‘Ben bağlı olduğum tarikat liderine bir sorayım’diye düşünürseniz orada disiplin olmaz. Yargıda böyle bir düşünceyle hareket edilirse o yargıda adalet tecelli eder mi? Emniyet’te eder mi? Ama maalesef bizim yargımızda da emniyetimizde de böyle bir yapı oluştu” demişti. 
Yargıtay hâkiminin temyiz makamı olarak Yargıtay’ı değil, Pensilvanya’yı görmesi veya bir subayın komutanı yerine tarikat liderinden emir alması, irticanın ta kendisidir. Dolayısıyla Türkiye’nin irticaya karşı ciddi bir eylem planına ihtiyacı vardır! 
Din istismarı öyle bir boyutlara vardı ki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, cami balkonundan siyasi konuşma yaptı. Bu da irticanın açık bir örneğidir 
CHP İstanbul Milletvekili İhsan Özkes, “Bir bakan caminin avlusundan, o ilin belediye başkanını da alıyor ve vatandaşa hitap ediyor. Bu dinin siyasallaştığının belgesidir. Dinimiz dindar görünenler, din kisvesi altında görünenler tarafından ayaklar altına alınıyor. Bu gidişat dinde, Antalya’da olan 6 şiddetindeki depremden daha fazla bir sarsıntıdır” dedi.  

*** 

19 Eylül 2004 tarihinde bu sütunda yayınladığım bir fıkrayı hatırladım. Fıkranın başlığı “Hırsızlar nerede?” şeklindeydi. 
Uzun yıllar İran’dan ayrı kalmış bir genç memleketine dönmüş. Hava alanından taksiyle Tahran’a giderken şoföre bir tütüncüde durmasını söylemiş. 
Şoför sormuş: 
-Tütüncüden ne alacaksın? 
-Sigara alacağım. 
-Beyim, sigara artık camilerde satılıyor. 
-Niçin?!
-Savaş dolayısıyla her şey karneye bağlandı. Gıda maddelerini, sigarayı imamlar dağıtıyor.
-Peki ama ibadet nerede yapılıyor? 
-Üniversitelerde! 
-İyi ama eğitim aksamıyor mu, eğitim nerede yapılıyor? 
-Hapishanelerde! 
-Hırsızlar, vurguncular nerede peki? 
-Onlar hükümette! 

***

İran’ın İslâmcı yönetimi bu fıkranın yazarı Daruş Şaygan’a hiç dokunmamıştı. Biz bu fıkrayı yayınladığımızda, “Kıssadan hisse; politik irade hırsız ise milli güç unsurları da hiçbir işe yaramaz!” demişiz. 
Nihat Genç ise bütün bu olayları değerlendirdiği son yazısında “1960’lı yıllarda başlayıp kısa sürede önce Orta Doğu sonra dünyayı kasırga gibi savuran İslamcılık İdeolojisi’nin, acılar dersler trajediler dolu yıkılışına şahit oluyoruz” tespitini yaptıktan sonra şöyle diyor: 
“Giyim kuşam tarzları, örgütlenme biçimleri, Batı’ya ve modernizme karşı kullandıkları söylem biçimleri, vs., Irak’ta Dava, Mısır’da Müslüman Kardeşler, Türkiye’de Milli Görüş vs., bir devrin sonuna gelindi, an itibarıyla enkaz kaldıracak adamları dahi kalmadı, an itibariyle ’orada kimse var mı?’diye seslenecek bir el uzatacak insan yüzüne çıkacak yazarları kalmadı, tam bir infilak, yer yarıldı yerden pislik volkanı fışkırdı, ideoloji yok oldu.. Berlin Duvarı’nın yıkılıp Sovyetler’in çökmesi gibi Müslüman topraklarda, insana, siyasete, hayata musallat olup toplumu ortadan ikiye bölen bir büyük kara duvar yıkıldı..” 


******

Usta Hangi Hususta?

Hikmet Çetinkaya.,

Çık bakalım içinden nasıl çıkacaksın, duvara mı toslayacaksın, kutuları mı çıkaracaksın, dinlemeleri mi, çelik kasaları mı? 
Memleketin halleri ortada... 
Savcı var, yargı var! 
Cemaat! 
Din kardeşliği buraya kadar! 
Meydanları dolu olabilir o ayrı bir konu... 
Hep aynı hikâye, anlat anlatabildiğin kadar. 
Eski ortaklar, din kardeşliği, alkol yasağı... 
Ebelek, göbelek! 
Sen haykır haykırabildiğin kadar, paralel devlet, çete, örgütlü güç falan diye... 
Doğruluk payı var mıdır yok mudur, o çeteleşme nasıl yapılmıştır, sen benden daha iyi bilirsin be usta! 
***
Yapma, eyleme! 
Önceki gün yine gümbür gümbürdün, savcıya dokundurdun: 
“Orada bir savcı iş takip ediyor...” 
Ustam iktidar sensin, yeni mi öğrendin! 
Gereğini yapsaydın! 
İlle Fatih Belediye Başkanı’nın gözaltına alınmasını mı bekledin! 
Ya sana Akhisar’da evinin balkonundan ayakkabı kutusu gösteren kadını niçin gözaltına aldırdın?.. 
Suç mu ayakkabı kutusu göstermek? 
Nerede demokrasi ve özgürlükler? Nerede hukuk devleti? 
Eski darbeler, yeni darbeler... 
Yolsuzluk ve rüşvet iddiaları... 
Boyoz ve balyoz... 
Milletin artık masal ve maval dinlemeye zamanı yok... 
Ya yürü yolsuzlukların üzerine ya da sus! 
***
Kasalar, masalar, takalar, seyre doymayıp bakanlar... 
Kurtar beni Paşam, büyük suçum var bağışla. 
Kimin eli kimin cebinde değil usta! 
Vallahi değil billahi değil... 
Akıllar karıştı... 
Paralel duruş, oldu paralel devlet! 
Elinde terazisi olmayan yargı... 
Şafak operasyonları, belediye başkanına iftira atan iş takipçisi savcı... 
Şu 17 Aralık depremi ve ortaya dökülen kutucuklar... 
Kasalar, masalar... 
Kaç çelik kasa vardı usta, söylesene! 
O günü anımsıyorum, Türkiye’de neler olduğunu... 
O soğuktan ölen çocukları, trafik kazasında can veren gencecik öğretmenleri... 
Yüreğim yangın yeri, canım sıkkın mı sıkkın! 
Geçmiş zaman masalları, hüzünler, dayanılmaz acılar... 
İşkenceler, ölümler! 
***
Masumiyet karinesinin 17 Aralık’ta gündeme gelişi, geçmişteki gözaltıları anımsatmıştı bana... 
Kim kime düşman şimdi? 
Cemaatin günahları çok usta, buna eyvallah ama ya o görevden alınan Bayraktar’ın giderken yaptığı açıklamaya ne dersin? 
Operasyon tartışmaları, komplo teorileri, iç düşman ve dış düşman... 
Evde bulunan çelik kasalar... 
Ayakkabı kutusu... 
Kamu bankasının genel müdürünün evindeki milyon dolarlar... 
Unutuldu. Halkbank’ın hedefte olmadığını bakan ve banka yönetimi açıkladı. 
Çünkü bankanın borsadaki hisselerinin yüzde 70’i yabancılarındı... 
Unutuldu bunlar usta! 
Unutturma, yürü üstüne yolsuzlukların... 
Kimseyi koruma, kollama... 
Varsa devlet içinde paralel devlet çıkar ortaya! 
***
Adalet Bakanı HSYK’ye bildiri yasağı koydu... 
Demek ki ucu iktidara dokundu! 
Bak, polis yanında, plastik mermiler ve TOMA’lar her yerde... 
Çık her şeyi açıkla... 
Açıklayamıyorsan hiç konuşma! 
Tarikatların, cemaatlerin ne olduğunu biliriz be usta... 
Ak medyayı, kara medyayı tanırız! 
Geçmişte darbeci paşalarla nasıl iş tuttuklarını, 1982 Anayasası’na nasıl “evet” oyu verdiklerini, 28 Şubat’ta okullarının anahtarlarını hangi paşamıza vermek istediklerini... 
Biliriz hangi siyasilerin hangi şeyhin elini öptüğünü! 
Sen de bilirsin usta bizim bildiğimiz kadar! 
Susurluk’u, Çiller özel örgütünü, o kanlı infazları, cinayetleri... 
JİTEM’i usta JİTEM’i... 
***
Piyasa düzenini soygun düzenine dönüştürenler, dağları, ovaları yağmalatıp, çokuluslu şirketlere peşkeş çekenler... 
Bu ülkede bilinmez mi hiç! 
Şimdi köşeye sıkıştın be usta... 
Usta ne diyorsun bu hususta?  


****


2013: Çarpışma Yılı

Mehmet Ali Güller.,

2013’ün son gününe girdik. İleride bu yılın Türkiye’nin aydınlık tarihinde çok önemli bir viraj olduğu yazılacaktır.
Gerçekten de oldukça sıcak, hareketli, büyük olayların sahnelendiği tarihi bir yıl oldu. 
Bize göre bu yılın hepsi birbirine bağlı beş önemli olayı vardı:
1) Öcalan açılımı
2013’ün ilk çeyreği, Öcalan’ın Erdoğan’a yazdığı biat mektubu sonrası başlayan “çözüm süresiyle” geçti. Bu süreçte AKP ile PKK mutabakat yaptı ve 3 aşamalı bir plan üzerinde anlaştı:
Belli bir tarihe kadar ateşkes yürütülerek halka “bak cenaze gelmiyor” denilecek ve bölünme perdelenecek. O zaman dilimi içerisinde toplum AKP’nin “akil adamları” tarafından son aşamaya hazırlanacak ve en sonunda da özerklik ilan edilecek!
Devamında ise PKK’nin Büyük Kürdistan için Suriye ve İran’da kullanılması hedefi vardı.
2) Haziran ayaklanması
Ancak Haziran’da dünya halk hareketleri tarihine geçecek bir gelişme yaşandı. Türkiye, 80 ilde ayağa kalktı. 40 gün boyunca Türkiye’nin dört bir tarafında AKP Hükümeti karşıtı eylemler gelişti.
Emekçisi, öğrencisi, aydını ayaklandı... Sosyalisti, Kemalist’i, Ulusalcısı, Millicisi ayaklandı... Kadını, erkeği, yaşlısı, genci, hele de genci meydanlara bağımsızlık ve özgürlük andı yazdı. Şehitler verdi, yaralandı ama geri adım atmadı!
Bu 40 gün içerisinde AKP hükümeti kelimenin gerçek anlamıyla sallandı, sarsıldı... Daha 17 Mayıs’ta Obama’yla Beyaz Saray’ın bahçesinde mutluluk pozları veren, daha iki hafta önce “oyumuz yüzde 52” diyen Erdoğan, Haziran’da iktidardan düştü!
Evet, Erdoğan iktidarını kaybetti, sadece hükümetini koruyabildi. İktidarını kaybeden bir hükümet de, yaptığı mutabakatları ve önüne konulan planları gerçekleştiremedi. 
Haziran Ayaklanmasının en önemli sonuçlarından biri AKP-PKK ortaklığıyla yürütülen çözüm sürecini, daha doğrusu Türkiye’nin çözülmesi sürecini durdurmasıydı.
3) Bölünme anayasası çöpe
Haziran Ayaklanması sadece Öcalan Açılımı’nı değil, Yeni Anayasa sürecini de ortadan kaldırdı. Özerklik ilan edilerek federatif bir yapıya götürülecek olan Türkiye’nin bölünme anayasası, Haziran’da ayağa kalkmış Türk milletine rağmen çıkarılamazdı. Nitekim yılın üçüncü çeyreğinde iflası ilan edildi!
Böylece Yeni Anayasa içinde başkanlık sistemini getirmeyi ve başkan olmayı planlayan Erdoğan’ın hayali de ortadan kalktı!
4) Gladyo içi hesaplaşma
Yılın son çeyreğine girerken AKP ile Cemaat dershaneler konusunda kıran kırana bir çarpışmaya girdi. Mücadelenin ikinci aşamasında kasetler ve belgeler servis edildi. Erdoğan tam Cemaate yönelik büyük bir operasyona hazırlanırken, Cemaat ön aldı ve yolsuzluk operasyonu başlattı. 
Olay sadece bir çıkar çatışması ya da yolsuzluk meselesi değildi elbette... Sistem çökmüş, rejim kokuşmuş ve zayıflayan ABD’nin kumanda ettiği Gladyo yarılmıştı. Kısacası Gladyo içi bir çarpışma yaşanıyordu Türkiye’de ve kaynağı da aslında Haziran Ayaklanması’ydı. Haziran’da milyonlar ayağa kalktığı için hedefindeki kuvvetler çözülmeye ve dağılmaya başlamıştı...
5) AİHM’in ‘soykırım yalanı’ kararı
Yılın son ayına girilirken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden (AİHM) Türkiye için çok önemli bir karar çıktı. AİHM, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in İsviçre aleyhine 2008’de yaptığı başvuruyu karara bağladı. AİHM, Perinçek’i haklı buldu ve İsviçre’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesini ihlal ettiğine karar verdi.
Bu kararla birlikte Türkiye, Batı merkezli “Ermeni soykırımı” yalanlarını püskürtmüş ve 2015 yılında Ankara’ya yapılacak ağır baskıya karşı uluslararası hukuku arkasına almış oldu. 
Yolsuzluk operasyonu tartışmaları sırasında hak ettiği önemi göremeyen bu gelişme, Türkiye’nin yarınları için olağanüstü önemliydi ve dış politikada bir milat demekti!
Evet, 2003 böyle geçti. Yarın, yani 2004’ün ilk gününde, çarpışma yılından çözüm yılına geçtiğimizi anlatacağız. 
Aydınlık bir yeni yıla giriyoruz, şimdiden kutlu olsun.


************


Önce hesap ver, Sonra hesap sor!

Hasan Demir.,

Hesap vermesi gerekenler nasıl hesap sorabilir ki?    Yolsuzlukla mücadele söz konusu olduğunda kendilerine güvenmememiz için ne kadar sebep varsa onların cümlesi bizzat Erdoğan üretimidir.
Kombassan’ı, Yimpaş’ı, Jet Fadıl’ı, İhlâs Finans’ı unutmuş değiliz. Cümlesi “İslâmi Holding”ti ve cümlesinin bir yerlerinde RP vardı, o günlerde RP çatısı altında siyaset yapan Erdoğan ve pek çok AKP’li bulunuyordu. Bu hesaplar Başbakan olduğunda Erdoğan’ın önüne konulunca verilen cevaplar insanın aklını dumura uğratacak ağırlıkta oldu. 
Almanya’da Türk vatandaşlarının katıldığı bir toplantıya katılan Erdoğan, Avrupa Türkleri Dayanışma Derneği Başkanı Muhammed Demirci’nin bu holdinglere para kaptıran mağdurlar adına talepte bulununca, “1 milyon kişi para verdi deniyor. 1 milyon kişi bu parayı hangi evrak karşılığında verdi” diye küplere bindi. Erdoğan bilmiyor muydu, bu paraların makbuz karşılığı toplanmadığını? Bal gibi biliyordu.
O günlerde Kanal 7’nin kurulması için Almanya da cami cami dolaşan Kombassan Başkanı Haşim Bayram bakınız neler diyordu:
“Bismillahirrahmanirrahim. Birlikte utanmadan seyredebileceğimiz bir TV kanalı çalışmalarının yapıldığını söylemiştim. (...) Kâr zarar ortaklığı üzerine çalışan Yeni Dünya İletişim A.Ş. isimli bir şirket kuruldu. 
Kardeşlerim; şimdi kâr zarar ortaklığı üzerine çalışıyor şirket. Yalnız ben hemen şunu belirteyim: Kâr zarar ortaklıkta ben televizyonu sadece maddi kâr gibi düşünen bir insanlarla yola çıkmak istemem. Bunun manevi kârından dolayı ortak olursam, ondan dolayı ortak olmak isterim diyen insanlar lazım bize.” 
Avrupalının en ağır işlerinde ailesinin rızkı için çalışan insanlar Haşim Bayram ve beraberindekilerin bu sözleri üzerine “Allah’ın rızasını kazanmak” ve “Cihat sevabı almak” için yüz milyarlarca Mark, kilolarca altın verdi. Aynı usulle Türkiye içinde de paralar toplandı, kadınlar kollarındaki bileziklerini sıyırdılar. Ben nicelerine şahit oldum.
“Kâr Zarar” ortaklığı masalı ile Yozgat Merkezli Yimpaş kuruldu. Ticareti gayrimillî unsurların elinden almak iddiası ile kurulan Yimpaş da Kombassan gibi milletin alın terini, gurbetçinin onlarca yıllık birikimini sermaye yaptı ve ortalıktan kayboldu. Sonra duydu ki, Yimpaş Rusya Federasyonu ve ondan kopmuş ülkede milyonlarca dolarlık şirketler kurmuş, hükümetin içli dışlı olduğu Gazprom’la ortaklığa gitmiş. Kâr etmeyen bir şirket bu devasa yatırımları nasıl yapabilir? İyi de, Yimpaş’a alın terini veren Türk insanı ve gurbetçilerin paraları nerede? Kombassan’ın başına gelen Yimpaş’ın da başına geldi. Ve Erdoğan partisini kurduğunda bu şirketin avukatlarını da AKP’de kurucular arasına aldı, Meclis’e taşıdı.
İhlâs Finans mağdurlarına da devletin icra organı olarak hükümetin başı Erdoğan sahip 
çıktı mı?
Hayır...
Deniz Feneri e.V. Davası’nı biliyorsunuz. İddianameden bir kesit sunalım:
“Hiyerarşinin üst kademeleri, talimatı verenler ve asıl suçu işleyenler Türkiye’de.” (Alman hakim Dr. Johann Müler)
“Türk polisine yazı yazdım ve işbirliği yapmalarını istedim. Bana, ‘Bu konuda uluslararası polisiye işbirliğini gerektirecek bir durum yoktur,’ diye cevap verdiler.” (Frankfurt Kriminal Polis Şefi Alexander Böhm)
“Bana ne Deniz Feneri’nden!” (Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin)
Şimdi Başbakan çıkıyor meydanlarda bas bas bağırıyor:
“Babamın oğlu olsa hesabın sorarız!” 
Böyle bir sicil varken biz sizin bu sözlerinize nasıl inanalım? 
Üstelik soruşturma açan savcıları ve savcıların emrinde çalışan polisleri doğrayıp, iddianamede suçlu olarak gösterilenler için, “Onlar hayırsever insanlardır” diye yargıyı etkilemeye çalışırken...

**********


Soruşturmaları Örtme Çabası…

Cüneyt Arcayürek

Meydan meydan geziyor; ta ki yolsuzluk ve rüşvet olaylarıyla üstüne çöken kâbustan kurtuluncaya dek… 
Acaba ülke AKP kâbusundan kurtulabilecek mi? 
Soruyu yanıtlayacak tek olanak var: 
Şayet bu ülkenin insanlarında insafın zerresi varsa; RTE’nin meydan meydan gezerek yolsuzluk iddialarını, iktidarını karalamaya, devirmeye yönelik darbe girişimleridir palavrasını yutar ve.. 
…elindeki tek demokratik silahı kullanarak artık ne olduğu ve olacağı bilinen bu Başbakan’a oy vermezlerse, ancak o zaman aydınlık günler gelebilir... 
Oysa kutu kutu dolarların üstünü korkuyla örtmeye çalışacağına ufak bir işaret, maile pazar gezisinin bir durağı olan Akhisar’da yaşandı. 
Bir kadın, sonradan öğrenildi ki emekli, maaşı ile geçinemeyen bir kadın; yaşamsal sorununu RTE’ye ayakkabı kutusu göstererek anlatmaya çalışmış. Polis kadını oracıkta yaka paça gözatına almış.
Gezi eylemlerine katılmak yasak… Dershaneleri kapatmaya karşı çıkmak yasak ve bu toplumsal olaylar, hükümeti, daha doğrusu bulunmaz Hint kumaşı sanki, başbakanlarını devirme girişimi..
…bu sallama saplantılara ek olarak şimdi yolsuzluk ve rüşvet sotuşturmasını açan savcıyı darbe yapmaya çağırdı diye suçluyorlar.. 
Ayakkabı kutusunu RTE’ye göstermek, suç sayılır hale geldi, geliyor.

***
Memleketi gül gibi yönetiyorlarmış da 11 yıldır iktidara paralel, devlet içinde devlet dediği çeteleri on, on beş gün önce dört bakanın kabine dışında kalmasına önayak olan ilk yolsuzluk soruşturması ile anlayıvermişler. 
Kim inanır bu palavra gerekçeye ve bu çetelere savaş açan RTE’nin yolsuzlukları darbe gösteren meydan konuşmalarına
İçişleri Bakanı Erkan Ala da ezelden AKP’li olduğunu, daha doğrusu müsteşarlık görevindeyken bile iktidarla iç içe ve emrinde olduğunu kanıtlayan ve dünün ünlü siyasetçilerine parmak ısırtacak ustalıkta bir siyasetçi gibi iktidarın yolsuzlukları örtme çabalarına katkıda bulunan açıklamalar yapıyor.
Başbakan’ın örtme çabalarına da Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin bir örnek veriyor: 
“Yargıtay’da cemaatin imamı diye nitelendirilen bir kişi varmış. Kendisini tanıyormuş. İsmi bende saklı diyor. Bu kişi bir holdingin başındaki şahsın dosyasıyla ilgili ne karar verilmesi gerektiği hususunu Pensilvanya’ya (ABD’de Fethullah Gülen’in yaşadığı yer) gönderdi.”
O günden bugüne bu konuda sesi çıkmayan bakanın, o sırada hükümete gerekli bilgiyi vererek Yargıtay’da cemaatin imamı diye nitelenen üye hakkında gerekli kovuşturmanın veya soruşturmanın yapılmasını sağlayacak girişimlerde neden bulunmadığını bugün söylemiyor.
Söyleyemiyor; zira eski müsteşar; o sıralarda, sonradan “cemaat ne istediyse verdiğini itiraf eden” Başbakan’a bağlı.
Eski müsteşar bugün bu olayı neden açıklıyor. O günlerde susmak zorunda.
Çünkü o günlerde iktidarla gül gibi geçinen ve bu hoşgörü döneminde devlet içinde yuvalanan, şimdi devlet içinde çeteleştiğini söylediği bir cemaat yok!

***
Başbakan yönetmelik değişikliğiyle önlediği 100 milyarlık ikinci soruşturmayla; İçişleri Bakanı Efkan Ala’ya göre, “Başbakan’ın evlatlarına çamur bulaştırmak isteniyor.”
Başbakan ise meydanlarda “Babamın oğlu da olsa yolsuzluk yaptı ise gözünün yaşına bakmam” diyor, ama oğlu Bilal hakkında da soruşturma başlatılacağı haberi gelince.. 
...yüksekten atan bütün afralar tafralar zınk diye stop ediyor. 
Oğlumuz Bilal’in 2 Ocak’ta savcılığa gitmesini engellemek amacıyla bir gecede adli kolluk yönetmeliğinde değişiklik yapıveriyor:
Savcının polise talimatını yerine getirmesini engelleyen bu değişiklik anayasa ve kimi yasalara aykırı.
Kim açıklıyor bu gerçeği: Yüksek Savcılar ve Hâkimler Kurulu... 
Aynı gün ardından Danıştay da yürütmeyi durdurma kararı veriyor. 
Başbakan’a ve yeni Adalet Bakanı’na göre, asıl HSYK’nin kararı anayasaya aykırı ve üstelik Danıştay’ı etkilemek için alınan bir karar!

***
Üstünü Örtebilmek için soruşturmaları başka yönlere saptırmaya çalışan bu hükümetle dal budak salmış yolsuzluk ve rüşvet olaylarının üstüne gidilebilir mi?
Yargının bağımsızlığı korunabilir ve hukukun üstünlüğü sağlanabilir mi? 
Soruları yanıtlayacak, elbette evet diyecek tek bir kişi var. 
O da yargıyı baskı altında tutan, hukukun üstünlüğünü koruduğu ve savunduğunu iddia eden, ama aksine uygulamalarıyla ünlenen tek bir kişi:
O da ne yazık ki anayasasında sosyal, laik ve hukuk devleti olduğu yazılı bu ülkenin Başbakanı: RTE!


***

YETER ARTIK.., İÇİMİZ YANIYOR..

Son 2 günde 34 şehit, 35 yaralı verdik. Son 2 haftanın toplamındaki şehit sayımız 55 civarında, yaralı sayımız 60-70’i buldu. Ortada dolaşan başka rakamlar var; bunlar doğru mu, değil mi ya da ÖSO ve SMO ile mi, değil mi bilemiyoruz. Bildiğimiz, rakamlar önem arz etse de maalesef şehitlerimizin fazla önem arz etmediği hissine kapılmamızdır.

“Şehitlerin kanı yerde kalmayacak, intikamları alınacak” sözleri kimleri rahatlatıyor, bilemeyiz ama biz acayip derecede rahatsızız:

    Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin terörle ve terör unsurlarıyla mücadelesinde yanındayız. Sınır güvenliğini sağlama noktasında aldığı ve alabileceği tedbirlerin arkasındayız. Ama bunun ortak akılla yapılması gerekir.
    Şehitlerimize sebep olan güçler kimlerse tam hesap sorulmalıdır. Rejim Güçleri’nin hem arkasında, hem ortasında, hem önünde Rusya’nın olduğunu bildiğimiz halde neden Rusya’dan hesap sormuyoruz?
    5-6 Mart’ta Erdoğan’la Putin arasında yapılacak görüşmeyi niye iptal etmiyoruz. İki haftada hem Suriye hem de Libya’da 60’a yakın şehit vermemize sebep olan Rusya Askerî Heyetleri ile müzakereleri askıya almak gibi bir tedbir niçin düşünülmez?

    Tek bir günde gelen 33 şehit için yas ilân edilmeyecekse bu ‘y’, ‘a’, ‘s’ harfleri ne işe yarıyor?
    Perşembe gecesinden Cuma günü için okunan selâları şehitlerimizden niçin esirgedik. Diyanet, İdlip Şehitlerini hutbe konusu yaptı sağ olsun ama gıyabî cenaze namazları hep başka milletlerin kayıplarında mı kılınacak?
    NATO’nun acil toplantısı doğru bir hareket te TBMM niçin ‘acil toplantıya çağrılmaz?
    Millî birlik ve beraberlik demek feci şekilde katledilen ve cenazelerini bile nakilde büyük zorluklar yaşadığımız Anadolu evlatları için TV’lerdeki dizileri, yarışma programlarını; Lig müsabakalarını ve sâir etkinlikleri iptal ederek acıyı ruhumuza banarak ortak hissiyatı yaşatmak değil miydi?
    Sığınmacıların salınması ne kadar sıkıntıda olduğumuzun göstergesi; peki 9 yıldır demografik dengemizin bozulmasının millî bütünlüğümüzü tehdit ettiğini söyleyenlere özrü bırakın bundan sonra danışılacak mı?
    STK’lar, sendikalar ve meslek odaları “Şehitler ölmez, vatan bölünmez”li yürüyüşler için izin mi bekliyor?
    Askerimizin hava desteği olmadan ve kara bağlantısı olmayan yerlere sürülmesi nasıl bir taktiktir? 

Canımız ciğerden yandı. Ne Amerikane Rusya, büyük devletlere güvenilemeyeceğini çok acı bir şekilde bir daha tecrübe ettik. Birbirimize sahip çıkmaktan başka çıkışımız yok. Ama böyle zamanda bile muhasebeyapmayacaksak tarih bizi tekerine toz yapar. 

Kanın, gözyaşının ve göç hareketlerinin hiç eksik olmadığı Balkanlar – Kafkaslar – Ortadoğuüçgeninin orta yerinde yaşıyorsanız herkesten daha fazla akıl ve stratejiüretmeniz lâzım gelir. Lütfen futboldan yaşamın her alanına yayılan siyasî tarafgirliklerişehit cenazeleri söz konusu olduğunda yutun. Ve başka şehit cenazeleri görmemek için kolektif aklı kullanarak sinerji üretelim.
O da sivil hayatta emir-komutaylaolmaz, sorgulamaylave bilinçli destekleolur.

Son olarak; Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtlarında “Reis bizi Afrin’e götür” diyenleri hep beraber İdlip’te Mehmetçiğimize sivil kalkan olmayaçağırıyoruz. Bari bir işe yarayalım ve sessiz yapraklar gibi düşen çocuklarımızın sınır boylarına yayılan kokusunu duyumsayalım.
                                              

KOCAELİ AYDINLAR OCAĞI
Yönetim Kurulu 

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/


***

25 Kasım 2017 Cumartesi

FETÖ DARBE GİRİŞİMİNDE ABD’NİN ROLÜ NASIL AYDINLATILIR?


FETÖ DARBE GİRİŞİMİNDE ABD’NİN ROLÜ NASIL AYDINLATILIR?



Mehmet Ali Güller
ABC Gazetesi

5 Kasım 2017

Yavuz Donat 17 Ekim 2017 tarihli Sabah gazetesindeki köşesinde şöyle yazdı:
“Sanık eski subaya soruldu:
“- Darbe gecesi ABD ile görüşmüşsünüz?.. Kimi aradınız?
“- Kardeşimi.
“- Kardeşiniz nerede yaşıyor?
“- Singapur'da!
“Şaka değil... Gerçek...
“Mahkeme başkanı soruyor...
“Sanık ise ipe un seriyor."

O KARDEŞ VAR!

Hayır, sanık ipe un sermiyor ama mesleğimizin kıdemlilerinden Yavuz Donat mesleğinin gereklerini yerine getirmiyor; araştırmıyor, bir kardeş var mı, Singapur’da yaşıyor mu, ABD’den aramış mı diye sormuyor, doğrudan hüküm veriyor!
Bu, meslektaşlarımıza esas olarak Ergenekon-Balyoz kumpaslarında bulaşmış bir hastalıktır; o zaman da FETÖ’cülerin ellerine tutuşturdukları sözde belgeleri köşelerinden hüküm verir gibi yazarlardı. O sahtelikler ortaya çıktığında çoğu özür bile dilemeden köşelerinde yazmaya devam ettiler.
Fakat Yavuz Donat onlardan değildir, mesleğimizin kıdemlilerindendir ve iyi gazetecidir. Şaşırmam, biraz da bundandır.
İkinci şaşırmam ise ailenin Donat’ı bilgilendirmesine rağmen, Donat’ın bir düzeltme yapmamasıdır! Yerine biz düzeltelim!

KARDEŞTEN ABİYE DOĞUM ÖNCESİ TELEFON

O sanık Yarbay Tanju Taşkıran’dır. Kardeşi Tansel Taşkıran da benim İTÜ Gemi İnşaatı ve Gemi Makineleri Mühendisliği bölümünden sınıf arkadaşımdır, yakın arkadaşımdır.

Evet, Tansel Singapur’da yaşamaktadır.

Singapur’dan önce Brezilya’da, ABD’de, Dubai’de, Türkmenistan’da mühendislik yapmıştır.

Singapur’da çalışmaya başladıktan sonra, Singapur’da bir Amerikan şirketinde çalışan finans sistemleri uzman, ÇİN HC vatandaşı Li Fang Zhu ile tanışıp evlendi. Çocukları Mars’ın doğumu sırasında da ABD’deydiler. (Mars Zhu Taşkıran 16 Temmuz’da doğdu.)

Doğum için gittikleri doktorun muayenehanesinde Türkiye’de darbe olduğunu öğrenirler. Tansel bu haber üzerine gayet doğal olarak asker olan abisi Tanju’yu arar. Tanju evindedir ve darbe girişimiyle hiçbir ilgisi yoktur.
Tansel aynı numaradan başka pek konuşma yapmıştır. O numara hazır karttır ve kısa süreli iş gezilerinin vazgeçilmezidir. Çünkü kayıt ve evrak gibi prosedürler gerektirmez, bir benzinciden bile alabilirsiniz.
Tansel’in ve karısının ABD’deyken o numarayı kullandığı belgelidir, zira “Citrus Valley Medical Center” isimli hastanenin evraklarında da o numara kayıtlıdır. Mahkeme kararıyla o hazır kartın şirketinden de ayrıntılı dökümler istenirse alınır.

Kısacası, sanık Tanju Taşkıran, Yavuz Donat’ın hüküm verdiği gibi ABD’nin FETÖ darbe girişimindeki rolünü gizlemek için ipe un sermemekte, yukarıda özetlediğim o basit ve sade gerçekliği dile getirmektedir.

HAKAN EVRİM’İN EMRİNE DİRENEN YARBAY DARBECİ OLAMAZ!

Peki Tanju Taşkıran FETÖ’cü müdür, darbe girişiminde aktif rol almış mıdır?
Hayır!
Tanju 15 Temmuz akşamı ve gecesi birliğinde (Akıncı Üssü) bile değildir. Üsten 14.00’de ayrılmıştır. Zaten savcılık iddianamesinde de “15 Temmuz günü mesainin 14.00’de erken bitirildiği, darbeye katılmayacak subayların evlerine gönderildiği” belirtilmektedir.

Tanju, o gün 2 arkadaşıyla üssünden 35 km uzaklıktaki Armada alışveriş merkezinde yemek yer, hesabı 20.43’de kredi kartıyla ödediği de belgelidir.
Tanju, yemekten sonra 21.30 – 22.00 gibi evine varır. Ve 17 Temmuz sabahı üsten çağrılana kadar da evinden çıkmaz.

Peki tüm bunlar belgeli ve ortadayken, Tanju neden suçlanmaktadır ve neden hâlâ tutukludur?

Tanju muharip değil, ikmal sınıfındandır. Görevi, Üs içinde bulunan tüm malzemelerin envanterini, kaydını tutmak ve bu malzemeleri depolamaktır.
Darbe girişimi başlayınca darbeciler İkmal Komutanlığı’na gelerek Üs Komutanı Tuğg. Hakan Evrim’in emriyle silahları almaya geldiklerini söylerler. İkmal Komutanlığı’nda görevli astsubaylar prosedüre uymayan bu emri yerine getirmek istemedikleri için evinde olan komutanları Tanju’yu ararlar. Tanju, silahları almaya gelen genç teğmenlere silahları veremeyeceklerini söyler. Teğmenler Tuğg. Hakan Evrim’in emri olduğunu söyleyince telefonu kapatıp komutanını arar ama Hakan Evrim’e ulaşamaz. Tanju bir süre sonra tekrar aranır, silahları almaya gelenlerin acelesi vardır. Tanju tekrar veremeyeceğini, çünkü Tuğg. Hakan Evrim’e ulaşamadığını söyler. Subaylar, “komutanımız hatta” deyip, Tuğg. Evrim’i bağlarlar.

Tanju, sadece sözlü emir olduğu için, yine de personelinden silahların imza karşılığı verilmesini ister. Astsubaylar, genç subaylara imza karşılığı tutanakla 10 adet G3, 10 adet MP5 ve bunlar ait fişekleri teslim eder.

İşte Tanju, bu silahları verdiği için darbeci olarak suçlanmaktadır!

Oysa darbeye katılacak bir subay, erken bitirilen mesai sonrası üssü terk etmez, tıpkı diğer darbeciler gibi üste kalırdı! Darbeci bir subay, komutanının emriyle vermek zorunda kaldığı topu topu 20 tüfeği, imza karşılığı vermezdi! Dahası darbeci bir subay, üsten ayrılırken kişisel silahını yanına alırdı. Oysa Tanju’nun iki adet tabancası hâlâ üstedir!

Özetle, HTS kayıtları, kamera kayıtları Tanju’nun darbe gecesi evinde olduğunu ve darbe girişimine katılmadığını ispatlamaktadır.
Diğer yandan Tanju, kardeşinin yakın sınıf arkadaşım olması nedeniyle geride kalan o uzun yıllar içinde zaman zaman karşılaştığım, o karşılaşmalardan tanıdığım, hatta oturup rakı da içtiğim biridir. O yıllarda, Ergenekon-Balyoz operasyonlarının Cemaat operasyonu olduğunu söyleyecek kadar da Gülen cemaatine karşı biridir!

ABD’NİN ERGENEKON OPERASYONUNDAKİ ROLÜ

Biz meselenin esasına gelelim: ABD’nin FETÖ darbe girişimindeki rolünü ortaya çıkarmak esastır. Fakat siyasi iktidar bunu istemekte midir? Asıl soru budur.
Zira iktidarın o rolün kapatılmasına karşılık Zarrab dosyasını kapattırmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Bunun göstergelerinden biri meselenin “papaza karşı papaz” diye sunulmasıdır. Mesele böyle ifade edilince de, aslında ABD’deki papaza karşı (Gülen) Türkiye’de bir Amerikalı papazın rehin alındığı söylenmiş olur!
Fakat bu tür “rehin alma” operasyonları ile ABD’nin darbedeki rolü aydınlatılmaz. O rolü aydınlatmak ve ABD-FETÖ ilişkisini berraklaştırmak için FETÖ’nün Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının üzerine gitmek lazımdır. Çünkü 15 Temmuz Ergenekon-Balyoz tertiplerinin de devamıdır!
Perspektif böyle konulursa, elde çok sağlam malzemeler olduğu görülecektir. Ergenekon-Balyoz kumpasları sürecinde Adalet Bakanlığı’na davanın nasıl ele alınması gerektiğini anlatmak üzere gelen ABD’li danışman savcı, Ankara’da karargâh kuran 35 kişilik CIA-Pentagon ekibinin faaliyetleri, ABD’li yetkililere gidip brifing veren polis şefleri vs.
Dahası, Ergenekon operasyonlarına 5 Kasım 2007 tarihli Erdoğan-Bush görüşmesinde karar verilmesinden, ABD CENTCOM Komutanı Org. Joseph Votel’in 28 Temmuz 2016’da “Türk Ordusu’ndaki biz dizi en yakın müttefiklerimiz hapse atılıyor” demesine kadar geçen 9 yıldaki pek çok açıklama ve olayla, ABD’nin rolü ortadadır.
Tabi bu, o operasyonlarda FETÖ’yle ortaklık yapan iktidarın rolünü de ortaya koyacaktır!
ABD’nin rolünü aydınlatmak, AKP’nin rolünü de ortaya koyacağı için Ergenekon-Balyoz kumpaslarıyla ilgili FETÖ’den hesap sorulmamaktadır!


***

23 Temmuz 2017 Pazar

İSTANBUL VE DİYARBAKIR BAŞKENTLİ KONFEDERASYON PAZARLIĞI


İSTANBUL VE DİYARBAKIR BAŞKENTLİ KONFEDERASYON PAZARLIĞI



REFERANDUM DEĞİL, KONFEDERASYON PAZARLIĞI YAPILIYOR,

Mehmet Ali Güller
22 Ağustos 2010

AKP ile PKK arasında ortaya çıkan referandum pazarlığı, salt anayasa değişikliğine “evet” demeyi kapsamıyor. Pazarlığın esasını, “federasyon Anayasası” oluşturuyor. Ama bu alt pazarlığın üstünde, ABD ile Türkiye arasında, Irak’ın kuzeyi merkezli “ Konfederasyon ” pazarlığı yapılıyor.
Öcalan’ın PKK ve BDP’ye “ Demokratik Özerkliğe İbadet eder gibi sarılın” 

(Öcalan Demokratik Özerkliğin esaslarını açıkladı, ANF, 20 Ağustos 2010) mesajı da, işte bu üst pazarlıkta rol alma hedefine yöneliktir.

Bu pazarlıkları açacağız. Ama gelin bu analiz için gerekli olan soruları yöneltelim önce:

1.. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, daha iki ay önce hükümet “PKK’nın arkasında İsrail var” derken, ne oldu da İsrail’i akladı ve PKK’yı iki Avrupa ülkesinin yönlendirdiğini açıkladı?
2.. Güneydoğu’da temaslar yapan Alman heyetinin “PKK diyaloga dahil edilmeli” çağrısı ne anlama geliyor?
3.. ABD Irak’tan gerçekten çekiliyor mu? ABD’nin Irak’la işi bitti mi?
4.. Hanefi Avcı neden cemaati hedef alan bir çıkış yaptı? Deniz Baykal, kaset olayında neden cemaati aklamış ve sadece hükümeti suçlamıştı?
5..Sahte darbe belgesinin aradan bunca zaman geçtikten sonra, “AKP’den Edelman’a, oradan John Kunstadter ve Faruk Demir yolunu izleyerek TSK’ya gittiği” bilgisi neden piyasaya sürüldü?
6.. Washington’un, Ankara’ya gönderilecek bir büyükelçi üzerinde bile uzlaşılamaması ve bazı kalemlerin, ABD’nin AKP’ye mesafe koyduğu şeklindeki yorumları ne anlama geliyor?
Analizimize yön verecek bu temel soruların ardından yanıtlara geçelim:

AKP-PKK PAZARLIĞI

AKP ve PKK-BDP, aynı projenin alt bileşenleri olmaları nedeniyle, nesnel olarak aynı cephede yer almaktadırlar. Karşıt durumlar oluştuğunda da pazarlıklarla her iki kuvvet yeniden aynı cepheye sürülmektedirler. Bu pazarlıklardan en önemlileri şunlardı:
--- Hükümetin akıl hocalarından Cengiz Çandar, AKP’nin “Kandil ve İmralı” ile görüştüğünü söyledi. (Sanem Altan Röportajı, Vatan Gazetesi, 26 Eylül 2009). Zaten Çandar, en başında beri meseleyi “iki Abdullah”ın çözeceğini savunuyordu. (Cengiz Çandar, Çankaya’daki Abdullah-İmralı’daki Abdullah-Kürt sorununda iyi şeyler olacak, Referans Gazetesi, 15 Mart 2009)
--- Açılım Koordinatörü İçişleri Bakanı Beşir Atalay 20 Ekim 2009 günü yaptığı açıklamada, Öcalan’ın talimatıyla Irak’ın kuzeyinden Türkiye’ye gelen birinci barış grubuyla ilgili olarak, “eve dönüş, demokratik açılım sürecinin bir safhası, planın bir parçası” dedi. Ki Bakan Atalay’ın DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk ile 17 Ekim günü gizlice görüşüp, iki gün sonra Habur’dan geçişi planladıkları basına yansımıştı. 
(Milliyet Gazetesi, 21 Ekim 2009)

--- Taraf Gazetesi’nden Yıldıray Oğur, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı bir analize dayanarak, 2006 yılından beri PKK’nın Avrupa sorumlusu Sabri Ok ile görüşüldüğünü açıkladı. Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu da “Sabri Ok, Abdullah Öcalan ile telefon görüşmesi yaptı” dedi. Her iki açıklama birleştirilince AKP’nin Sabri Ok’la, Ok’un da Öcalan’la görüştüğü ortaya çıkmış oluyordu. Öcalan boşuna “AKP benim söylediklerimi alıp uyguluyor” dememişti! (ANF, 16 Ekim 2009)

--- PKK lideri Murat Karayılan, Habertürk’ten Amberin Zaman’a şöyle diyordu: “Geçen yıl Şubat ayında bir hükümet üyesi Öcalan’a gitti ve açılımı konuştu”. (Habertürk, 16 Nisan 2010)

--- Ve elbette eski MİT Müsteşarı Emre Taner’in gerek Barzani ile gerekse henüz müsteşar yardımcısı iken Öcalan’la hükümet adına yaptığı müzakereleri unutmamak gerekir.

--- Son olarak da kamuoyuna referandum pazarlığı diye yansıyan ama gerçekte “federasyon anayasası” pazarlığı olan anlaşma ortaya çıktı. Karayılan, “devletle anlaştıklarını” söyledi. PKK’nın aldığı eylemsizlik kararının kısa ve öz hikâyesini şöyle açıkladı Karayılan: “Artık açıklanmasında bir sakınca görmediğimiz diğer önemli bir gelişme de devletin, önderliğimizle geliştirdiği diyalog temelinde ateşkes talebinde bulunmasıdır. Aslında önderliğimiz aradan çekilmişti ancak, talep üzerine yeniden devreye girerek, çağrıları ve devletten doğru gelen istemi de dikkate alarak, bir kez daha barışa şans tanınması için hareketimize bir mesaj gönderdi”. (ANF, 17 Ağustos 2010)

Ki Zaten Cumhurbaşkanı Gül, “terörü bitirmek için devlet her yöntemi dener” diyerek zaten pazarlık yapıldığını itiraf etmişti. Bakü uçağında konuşan Gül “her yöntem denince, bu hem silahlı mücadeledir hem de siyasi, diplomatik, metodlar bunun içerisindedir. Devlet teröristle masaya oturmaza, pazarlık yapmaz ama yapılacak her iş için gerekli organları, kurumları vardır. Devlet organları ne yapacaklarını bilir” dedi. (Fehmi Koru, Cumhurbaşkanı ile Bakü yolunda, Yeni Şafak, 17 Ağustos 2010)

PKK’nın eylemsizlik kararı ve bu kararın ardındaki pazarlıkla ilgili olarak taraflar şunları söyledi:

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, “taleplerimize cevap verilmesi durumunda elbette ki biz yeni anayasayı destekleriz. Böyle bir durumda AKP ile ortak çalışma çağrımızı yeniliyoruz” dedi. (Radikal Gazetesi, 18 Ağustos 2010)
Demokratik Toplum Kongresi DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk de, “hükümet ciddi adımlar atar, hamle yaparsa her şey değişebilir” dedi. (Vatan Gazetesi, 21 Ağustos 2010)
AKP’li Tarım Bakanı Mehdi Eker, “kan ve gözyaşı dökülmemesi her halükarda olumlu mütalaa edilmesi gereken bir durumdur” dedi. (Vatan Gazetesi, 17 Ağustos 2010)
En ilginç açıklama ise Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’ten geldi: “Terör örgütü kimsenin hatırına silah bırakmaz”. (CNNTurk, 20 Ağustos 2010). Çiçek’in açıklaması akıllara “peki PKK ne karşılığında silah bırakır?” sorusunu getirdi.
Aydınlık Dergisi o soruya şu yanıtı veriyor: “AKP evet oyları karşılığında Apo’yla gizli af anlaşması yaptı”. (Aydınlık Dergisi, Sayı 1201, 22 Ağustos 2010)
BDP açıkça miting meydanlarından “evet” oyu karşılığında dört talep sunuyor AKP’ye: “Öcalan muhatap alınsın, operasyonlar durdurulsun, seçim barajı düşürülsün, KCK tutukluları serbest bırakılsın”. Başbakan Erdoğan’ın 3 Eylül’de Diyarbakır Mitinginde söyleyecekleri durumu netleştirecek.
Öte yandan Yalçın Doğan, pazarlık tarihlerini de tespit etti. Doğan’a göre “28 Temmuz – 11 Ağustos” tarihleri arasındaki görüşmelerin altı çizilmeli. (Yalçın Doğan, Tarih düşelim: Apo ile masaya oturuldu, Hürriyet Gazetesi, 21 Ağustos 2010).

‘YENİ ANAYASA ÖZERK KÜRDİSTAN’

Ancak meselenin sadece referandumdan “evet” çıkartılması olmadığı, esas olarak “evet” çıktıktan sonraki sürece ilişkin pazarlık yapıldığı ortada. Öncelikle, pazarlığın ilk unsuru Öcalan’ın 15 Ağustos’ta ilan edeceği “demokratik özerklik”ti. AKP özerklik ilanının referandum öncesi getireceği kaybı göz önünde bulundurarak, bu konuyu pazarlığın ilk unsuru olarak ele aldı ve Öcalan’a 15 Ağustos açıklamasını erteletti.

Ancak Ruşen ÇakırBu Ateşkesin arkası gelebilir ” (Vatan Gazetesi, 17 Ağustos 2010) ve Fikret Bila, “referandumdan sonra gündem özerklik” (Milliyet, 21 Ağustos 2010) diyerek aslında BDP Genel Başkan Yardımcısı Gülten Kışanak’ın birkaç gün sonra “yeni anayasa özerk Kürdistan” diye formüle edeceği esasa ışık yakıyorlardı… Kışanak, “Bizim rengimiz belli; sarı, kırmızı, yeşildir. Taraflarımızı en güçlü şekilde örgütleyeceğiz. Onlar bu renkleri kabul edecek ve onlar bizim yazdığımız yeni anayasayla Kürt halkına özgürlük ve demokratik özerk Kürdistan gelecek” dedi. (Milliyet Gazetesi, 22 Ağustos 2010)
Özetlersek, AKP ile PKK-BDP arasında yürütülen pazarlığın merkezinde “demokratik özerkliğin” yani “federasyonun anayasasının” pazarlığı yapılıyor. Apo’ya af, KCK’lı tutukluların serbest bırakılması, operasyonların durdurulması, seçim barajının düşürülmesi gibi talepler ise pazarlığın ikinci halkasını oluşturuyor.

ÖZERKLİK-FEDERASYON-KONFEDERASYON

Gelin şimdi de federasyon ile konfederasyon pazarlıkları arasındaki bağa ışık tutan gelişmeleri mercek altına alalım:
15 Ağustos Pazar günü, yani Öcalan’ın “demokratik özerlik” ilan edeceği ancak AKP’nin pazarlıkla bu ilanı ertelettiği tarih... Adalet Bakanı Sadullah Ergin, İstanbul’da gazeteciler İsmail Küçükkaya, Eyüp Can, Mehmet Tezkan ve Ahmet Hakan’a iftar verir. Ergin diğer gazetecilerden bir saat önce gelen Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya’ya hem zamanlaması hem de içeriği ilginç olan bir açıklama yapar. Adalet Bakanı, devletin ulaştığı son raporlar ve analizlere göre bir sonuca varmış: PKK’nın arkasında İsrail değil, iki Avrupa ülkesi varmış! (İsmail Küçükkaya, Adalet Bakanı’ndan çarpıcı PKK analizi: hepsi figüran, beyin Avrupa’da, Akşam Gazetesi, 17 Ağustos 2010)

AKP İSRAİL’İ NEDEN AKLADI?

Çok değil daha iki ay önce hükümet açıkça İskenderun’daki PKK saldırısıyla ilgili olarak İsrail’i suçluyordu… Birden bire ne değişmişti?
İnceleyelim…
18 Ağustos günü Almanya’dan bir heyet doğrudan Diyarbakır’a geçti. Heyet, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, İHD ve BDP üyeleri, baro ve STK’larla görüştü. Heyet Almanya’ya döndükten sonra da, “PKK diyaloga dâhil edilmeli” açıklaması yaptı. (ANF, 22 Ağustos 2010)
Acaba Adalet Bakanı, 3 gün öncesinden geleceği belli olan bu heyeti fırsat bilerek mi yapmıştı İsrail’i aklama ve Avrupa’yı suçlama açıklamasını? Çünkü bugüne kadar Ankara’ya uğramadan Diyarbakır’a giden Almanya ve Avrupa heyetlerinin sayısı belli bile değildi! Bunca heyete sessiz sedasız yol veren hükümet için şimdi ne değişmişti? Birden bire nereden çıkmıştı İsrail’i aklamak? Üstelik kamuoyu biliyordu ki, İsrail demek, ABD demekti!
Acaba Almanya merkezli AB, ABD’nin hem havuç hem de sopa olarak kullandığı PKK üzerinde etkinlik artırmaya mı çalışıyordu? ABD PKK liderlerinden Murat Karayılan, Ali Rıza Altun ve Zübeyir Aydar’ı uyuşturucu kaçakçısı ilan ederken, AB tutuklu bulunan PKK liderlerinden Nizamettin Toğuç’u neden serbest bırakıyordu? Mesaj neydi ve kimeydi? Her şeyden önemlisi AB’nin bu mesajların altını dolduracak kuvveti var mıydı?

HEDEF TÜRKİYE’YE ‘KÜRDİSTAN’A EVET’ DEDİRTMEK

ABD ile AB arasındaki bu çelişmeyi şimdilik bir yana bırakıyoruz ve kuzey Irak konusundaki en temel saptamanın altını çiziyoruz:
ABD, 1992’den bu yana parlamentosunu kurduğu, hükümetini oluşturduğu, başkentini ilan ettiği, merkez bankasını inşa ettiği, parasını bastığı, gümrüğünü ördüğü, en önemlisi ordusunu kurduğu Kukla Devleti’ni hâlâ neden ilan edemiyor? Çünkü Türkiye henüz bu plana razı olmadı! Plana direnen kuvvetler zayıflatıldı, yıpratıldı, içeri atıldı ama hâlâ teslim alınamadı!
Şimdi bu saptamaya bir ara verelim ve ABD’nin Irak’tan muharip asker çekmesinin ne anlama geldiği üzerinde duralım:
ABD’nin son muharip askerini de Irak’tan çekmesi, Obama iktidara geldiğinde estirilen rüzgâr benzeri bir etki yaptı herkeste… Ki Obama’nın kendisi gibi bu çekilme de revize BOP’un bir parçası… Peki gerçekte olan biten neydi?

YENİ ŞAFAK OPERASYONU BAŞLIYOR

Öncelikle altını çizmemiz gereken olgu şu ki, geri çekilme takvimiyle ilgili anlaşmayı Obama değil, aslında Bush hükümeti imzalamıştı! İkincisi çekilen muharip askerler orta ve güney Irak’tan çekildi. Ve yerlerini bundan sonra alacak olan Blackwater tipi “özel ordu”larla kontratlar, hızlı biçimde imzalanıyor. Ne de olsa Irak petrollerinin yaklaşık yüzde 75’i 35 yıllığına çoğu ABD’li olan batı şirketlerine devredildi. ABD her halükarda bu kontratların güvenliğini korumak isteyecektir. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü P. J. Crowley’nin, “Irak’ta savaşı bitiriyoruz, ama Irak’la işimizi bitirmiyoruz” demesi tam da bu anlama gelmiyor mu?
ABD’nin Irak komutanı General Odierno’nun, geri çekilme takvimi ile ilgili söylediği “en son kuzey Irak’tan çekiliriz” açıklaması asker çekme meselesinin esasıdır. Aslında ABD Irak’tan çekilmiyor, kuzey Irak’a yoğunlaşıyor. El Halic Gazetesine yansıdığı kadarıyla 2020 yılına kadar 94 üs’te 6 tugay ABD askeri bulundurulması konusunda, zaten bir mutabakat oluşturulmuş! Ki şu anda 56 bin ABD askeri hâlâ Irak’ta bulunuyor!
Savaşın bitmediği ABD’nin süreç isimlendirilmesinden de anlaşılıyor. ABD Irak’a savaş açtığında buna “Özgürlük Operasyonu” demişti. ABD, 1 Eylül 2010’dan sonraki sürece ise “Yeni Şafak Operasyonu” ismi vermiş. Demek ki, ABD açısından biten bir şey yok, hatta başlayan yeni bir süreç var!
İşte o süreç Irak’ın kuzeyi merkezli yeni bölge düzeni sürecidir. “Acelemiz var” diyerek hızla “Kürt Açılımı” başlatan Tayyip-Gül ikilisinin acelesi de bu takvim nedeniyleydi…

ABD KONFEDERASYONU İÇİN KÜRT AÇILIMI

Şimdi yeniden az önce yaptığımız saptamaya dönelim. ABD’nin her şeye rağmen Kürdistan’ı ilan edemediğini; çünkü Türkiye’nin plana henüz razı edilemediğini; direnen kuvvetlerin zayıflatıldığını, yıpratıldığını, içeri atıldığını ama hâlâ teslim alınamadığını belirtmiştik.

İşte 12 Eylül referandumu, aslında Türkiye’nin teslim alınması öncesinin son vuruşu olacak. Ve bölgede üç gelişme birbirine paralel olarak ilerleyecek.
Birincisi ABD, Irak’ın kuzeyini Erbil başkentli olarak Kürdistan diye ilan edecek.
İkincisi, Türkiye’nin güneydoğusu özerk ilan edilecek; dolayısıyla üniter Türkiye yerine federatif Türkiye kurulacak.

Üçüncüsü, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir alt düzeni olarak geçen aylarda ilan edilen ve adına Ortadoğu Birliği denilen “Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün” arasındaki ticari birlik, İstanbul başkentli siyasi birliğe dönüştürülecek.
Ve son olarak bu üç yapı birleştirilip İstanbul ve Diyarbakır merkezli bir konfederasyona dönüştürülecek!
İşte ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi budur! Başbakan Erdoğan’ın tam 6.5 yıl önce “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde Diyarbakır’ı bir merkez yapacağız” dediği görev işte budur. (Kanal D, Teke Tek, 16 Şubat 2004)

HANEFİ AVCI NEDEN CEMAATE SAVAŞ AÇTI?

Peki 28 Şubat sürecinde TSK karşıtı bir profil sergileyen, cemaatin yayın organlarının gözdesi olan, hatta gizli bilgileri deşifre ettiği için hapis bile yatan, ama AKP iktidar olduğunda Erdoğan tarafından çok önemli bir görev olan Organize Suçlar Dairesi’nin başına getirilen Hanefi Avcı ne oldu da cemaate savaş açtı?! Ya da tersinden şunu soralım. Baykal kaset skandalıyla birlikte tasfiye edilirken, neden cemaati akladı da sadece hükümete yüklendi?
Yanıtı aynı kapıya çıkacak olan iki soru daha soralım:

Ergenekon konusunda her şey yolunda giderken(!) “ Sahte darbe belgesinin AKP’den Edelman’a, oradan John Kunstadter ve Faruk Demir yolunu izleyerek TSK’ya gittiği” bilgisi neden ansızın piyasaya sürüldü? Daha doğrusu, tertibin sahibi, tertibin uygulayıcını neden tehdit etti? ABD, AKP’ye neden sopa gösterdi?
Washington, Ankara’ya gönderilecek bir büyükelçi üzerinde neden bir türlü uzlaşamıyor? ABD ile Türkiye arasındaki gidişatın kaderini bir büyükelçi tek başına belirleyebilir mi? John ya da Paul, çok şey fark eder mi? Ya da daha dün Washington’un saptadığı “5.5 yıllık Bush iktidarından ziyade 1.5 yıllık Obama iktidarı AKP’den daha iyi faydalandı” tespitine rağmen, neden birden bazı özel kalemler ABD’nin AKP’ye mesafe koyduğu mealinde yazılar yazmaya başladı?
Tüm bunlar, acaba, AKP’yi TSK’ya karşı daha iyi savaşması için motivasyon anlamı mı taşıyor? Engelleri yıkma konusundaki kararlılığını pekiştirmek için AKP’ye sopa mı gösteriliyor? AKP, kendisi dışındaki iktidar odaklarını, “Konfederasyon” planına razı etmesi için kamçılanıyor mu?

DEVLETİN KONFEDERASYONA DİRENCİ KIRILDI MI?

Gelişmeler devleti oluşturan kurumlar ve o kurumlara yön veren kuvvet odakları arasındaki mücadele açısından yorumlanabilir mi?

Hanefi Avcı’nın çıkışı, işte bu savaşın bir parçası olarak, Ergenekon tertibinin nedenleri ile sonuçları arasındaki sürecin bir uzlaşması olarak mı okunmalı?
Daha net sorarsak, AKP yıllardır “Türkiye himayesinde Kürdistan Planı”na direnen Türk devletini ikna mı etti, teslim mi aldı? Türkiye, “Erbil başkentli Kürdistan”a ve “Diyarbakır merkezli demokratik özerkliğe” evet mi diyor?

Taraflar uzlaştı mı?
İşte 12 Eylül referandumu aslında bu sorulara “ Kuvvet boyutunda” yanıt verecek!


http://maliguller.blogspot.com.tr/2010/08/referandum-degil-konfederasyon.html

3 Mart 2015 Salı

Açılım’ın Gizli Tarihi




Açılım’ın Gizli Tarihi

Mehmet Ali Güller 

20 Ekim 2011 tarihinde TBMM’de “terör” konulu bir kapalı oturum yapılmıştı. 
Ağzından “milli irade” lafını düşürmeyen AKP yönetimi, Türkiye’nin bu en önemli sorununu milletten gizleyerek konuşmuştu! Peki ne konuşulmuştu? 
O günkü Aydınlık gazetelerini okuyanlar anımsaycaktır: Aydınlık “açık kaynaklara” ve Açılım’ın asıl sahibi olan ABD’li Kürt uzmanlarının raporlarına 
bakarak, Türkiye’nin 25 eyalete bölünmesi, özerklik, Öcalan’ın durumu gibi konuların masada olduğunu yazmıştı.Artık o kapalı oturumda ne 
konuşulduğu daha da somutlandı. CHP Milletvekili Engin Özkoç, 10 yıl boyunca gizli kalması gereken o kapalı oturumda TBMM’ye gelen PKK 
şartlarını suç olmasına rağmen açıkladı, iyi de etti.PKK 20 Ekim 2011’de TBMM’ye 6 şart koymuştu: 


1) Türkiye’nin 25 eyalete bölünmesi. 
2) Öcalan’ın serbest bırakılması. 
3) Özerklik koşullarının gündeme getirilmesi. 
4) Eyalet başkanlarının TBMM’ye getirilmesi. 
5) Özerklik hakkının saklı kalması. 
6) Her eyaletin kendi özerk güvenlik güçlerinin olması.


PKK’NİN 6 ŞARTI NE DURUMDA ?

Peki PKK’nin TBMM’ye sunduğu bu 6 şart ne durumda?AKP Hükümeti, Türkiye’nin idari yapısını eyalet modeline geçirebilmek için çok uğraştı ama 
Türkiye’nin milli kuvvetlerini tam aşamadı. Eyalet yerine “kalkınma ajansı” modeliyle bir geçiş uygulayabildi.Türkiye, 25 ayrı kalkınma ajansına 
bölünmüş durumda! Fırat Kalkınma Ajansı, Dicle Kalkınma Ajansı, Serhat kalkınma Ajansı gibi...Daha da önemlisi, örneğin Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı’nın Ankara’nın yerine Barzani yönetimiyle sınır kapısı açılabilmesi gibi anlaşmalar imzalayabilmesi dir!

Özerkliğe gelirsek: 

BDP Öcalan’ın talimatıyla 14 Temmuz 2011’de “demokratik özerklik” ilan etti. Özerkliğin sahası, AKP’nin 25 kalkınma ajansına böldüğü Türkiye’nin 7 kalkınma ajansına denk geliyor.
PKK, özerkliğin fiiliyata geçebilmesi için de pilot bölge uygulaması başlattı. 
Cizre o pilot bölgelerin başındadır.
Özerk güvenlik güçleri mi? 
PKK, pilot bölgelerde asayiş birimleri, karakollar kurarak hayata geçirmeye çalışıyor. 
Yol kesip ehliyet soran PKK birimleri artık sıradan haberler kategorsin de.Öcalan’ın durumu mu? 
İmralı’da kendisine yeni bir villa yapıldı, yerleşmek üzere. 
AKP kendisine sekreterya kuruyor. 
Öcalan istediği zaman MİT’in Bursa’daki yerine gidebiliyor ya da yatla Marmara’da özel görüşmeler yapabiliyor. 
Şimdi de sağlık gibi gerekçelerle adım adım serbest bırakılmasının yolu yapılıyor.

AÇILIM 12 MART 2003’TE BAŞLADI.

Açılım’ın hep 2009’da başladığını varsayıyoruz. Oysa AKP sandıktan çıkarıldığı gün Açılım başladı! Zira AKP, Adalet ve Kalkınma Partisi değil, Açılım Partisi’dir!
Daha ilk AKP Hükümeti, yani Abdullah Gül’ün başbakan olduğu ilk hükümet başlatmıştır Açılım’ı. ABD, Öcalan’dan alınan 12 Mart 2003 tarihli “Biat mektubuyla” başlattı Açılım’ı...Başbakan Abdullah Gül, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Adalet Bakanı Cemil Çiçek ve MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, o mektuba dayanarak “PKK’yi Dağdan indirma planı” adı altında Açılım’ı “Kamuoyuna açıklanmadan” başlattı!

2003-2005 tarihleri arasında Öcalan’ın Erdoğan’a yazdığı mektuplar ve 2005 yılında MİT Müsteşarı Emre Taner aracılığıyla yapılan müzakereler sonrasın da, Erdoğan 2005 Ağustos’unda Diyarbakır Açılımı’nı başlattı!2006’da Murat Karayılan’ın Erdoğan’a, Öcalan’ın Bülent Arınç’a mektup yazması ve AKP’nin Sabri Ok’la görüşmesi gibi gelişmeler sonucunda  Ekim 2006 tarihli AKP-PKK seçim anlaşması yapıldı!2008 Oslo süreçlerine, 2009 Kürt Açılım’larına ve son olarak 2013 Öcalan Açılım’larına böyle adım adım gelindi. Merak edenler bu ayrıntıları Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Hükümet-PKK görüşmeleri” isimli kitabımdan okuyabilirler.KRİTİK 2015Önümüzdeki seçime giden 6 ay, Türk ile Kürt’ü ayrıştıran ve Kürt’ü bölgede ABD’nin BOP planlarına kurşun yapan bu Açılımlar akımından kritik önemdedir. AKP’nin başkanlık sistemiyle yönetilen bir Türk-Kürt federasyonu için ABD’yle yaptığı ilk anlaşmanın hayata geçirilmesi çabaları, 2015’in en önemli konusu olacaktır.Ancak bölgesel koşulların değişmesi, sorunun Açılımcılar lehine değil, Türkiye ve bölge lehine çözümünü dayatmaktadır.Bu nedenle yılın son yazısında yeni yılınızı kutluyor ve 2015’in bu en önemli mücadelesi için şimdiden hepimize başarılar diliyorum!

http://www.aydinlikgazete.com/m/?id=57992&t=makale