15 Şubat 2018 Perşembe

Demokrasi Otoriterlik Uluslararası Politika Entegre Bir Yaklaşım Arayışı, BÖLÜM 4

Demokrasi Otoriterlik Uluslararası Politika Entegre Bir Yaklaşım Arayışı, BÖLÜM 4


İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden bir müddet sonra 1950’lerin başlarında Soğuk Savaş’ın iklimi bütün dünyada hissedilir olmuştur. 1960’larda da “dekolonizasyon” olarak da bilinen sömürgeciliğin sona ermesi ile uluslararası arenada Üçüncü dünya ” şeklinde adlandırılan “az gelişmiş” ve “gelişmekte olan” ülkeleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu devletlerin rejim olarak liberal demokrasiyi tercih etmeleri ya da liberal demokratik rejimlere sahip olmaları sadece bir rejim sorunu değil aynı zamanda özellikle ABD açısından küresel düzlemde stratejik bir mahiyet arz etmekteydi.49 

Böyle uluslararası bir siyasetin içinde, “demokratikleşme çalışmalarının” ilk ürünleri sayabileceğimiz “Siyasal Gelişme” literatürünün ortaya çıkması 
tabii ki sadece akademik bir merak ve rastlantı ile açıklanması zordur. Diğer bir deyişle, birçok araştırmacının da ortaya koyduğu gibi, bu dönemdeki siyasal araştırmalar şu veya bu şekilde dünya siyasetinin genel atmosferinden etkilenmişlerdir.50 

Demokratikleşme Çalışmalarının ilk öncülü olan Siyasal Gelişme tartışmaları aslında temelde şu soruya cevap aramaktaydılar: 

Modernleşme denen sürecin siyasi boyutu ne şekilde cereyan etmektedir? Ekonomik gelişme belli şekilde sanayi ve teknolojiyle anlaşılırken, siyasi boyutun gelişmesi nedir ve ne şekilde anlaşılır? Genelde gelişmişlik Batı (Batı Avrupa ve ABD) ile her yönden özdeşleştirildiği için teleolojik bir şekilde siyaseten gelişmenin “gelişmiş” Batı ülkelerinde olduğu gibi liberal demokrasinin 
nitelikleri ile tanımlanmaya başlanması şaşırtıcı olmamıştır. Ancak bir müddet sonra Üçüncü Dünya şeklinde tarif edilen ve kategorize edilen ülkelerin demokratikleşmelerin de sorun yaşanmaya ve halkın tribünlerden sahalara inmeye başlaması ile ortaya çıkan rejimlerin “patolojik” nitelikler yaşadığı iddia edilmeye başlanmış ve gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerin 
patolojiye düşmeden nasıl modernleşip “liberal ülkeler” safında yer alacakları yukarıda ifade ettiğimiz literatürün cevaplandırmaya çalıştığı temel soru olmuştur. 

Bu bağlamda, başkanlığını ABD’nin çok önemli iki siyaset bilimcisinin, Gabriel Almond ve Lucien Pye’ın, yaptığı, “Social Science Research Council (SSRC) Committe on Comparative Politics” in kurulması çok önemlidir. Ford Foundation’ın finansa ettiği ve “Committe on Comparative Politics” tarafından denetlenen Princeton Üniversitesi kaynaklı bir çok akademik araştırma yukarıda ifade ettiğimiz sorulara cevap aramaktaydılar. Özellikle The Studies in Poltical Development serisi akademi dünyasında büyük ses getirmiş ve tartışmalara neden olmuştur. Bunların bazıları şunlardır: “The Politics of the Developing 
Areas” (Almond ve Coleman, 1960), “Education and Political Development” (Coleman, 1965), “Bureaucracy and Political Development” (Lapalombara, 1963) ve “Communication and 

Political Development” (Pye, 1963). Bu çalışmaların bir bölümü de siyasal kültür üzerinedir. Özellikle L. Pye, G. Almond ve S. Verba, daha sonra Medeni Kültür (Civic Culture) olarak isimlendirilecek olan araştırmalarında ilk başlarda modernleşme teorilerinin de büyük etkisinde kalarak “üçüncü dünyada” siyasi kültürleri analiz edip demokratikleşmeye uygun olup olmadıklarını anlamaya çalışmışlardır. Bu çalışmaların bir bölümü de doğrudan doğruya önemli olarak gördükleri ülkelere ayrılmıştır. 

Örneğin, D. Rustow’un E. Ward ile derlediği ve Türkiye ile Japonya’da “siyasi modernleşmenin” irdelendiği çalışma Türkiye’de de iyi bilinir: “Political Modernization in Japan and Turkey” (Ward ve Rustow 1964). 

Tabii sadece Princeton’dan çıkanlar değil, bu doğrultuda yayınlanmış başka önemli akademik çalışmalar da mevcuttur. Bunların arasında özellikle S. Huntington’ın o zamanlar yazmış olduğu bir makale ve sonra bu makalenin merkez fikri etrafında yazmış olduğu kitap oldukça etkili olacaktır. Huntington, 1965’te neşrettiği makalenin başlığı “Political Development and Political Decay” dir.51 

<   Kurumsal alt yapısı hazır olmadan demokratikleşmenin tehlikeli olduğunu farz etsek dahi, otoriter rejim altında da arzu edilen 

gelişmenin olacağının bir garantisi yoktur. >

Daha sonra 1968 yılında Huntington bu makaleyi geliştirerek “Political Order in Changing Societies” başlığı ile yayınlayacaktır. Huntington, çok özetle, bu eserlerdeki temel iddiası şudur: Modernleşme doğrudan doğruya siyasi gelişmeye (ki siz bunu demokrasi şeklinde okuyabilirsiniz) yol açmaz. Tam tersine şayet yeterince kurumsallaşma önceden gerçekleştirilmediyse (mesela, etkin bir devlet yapısı, etkin bir bürokrasi ya da etkin bir yargı) halkın siyasi sisteme katılışı siyasi gelişmişlikten çok siyasi çürümüşlüğe yol açabilecektir. 
Onun için, halkın siyasi sisteme dahil olması, yani aslında demokrasi, son derece dikkatlice yerine getirilmesi gereken bir olgudur. 

Aceleye getirilmemelidir, yoksa devrim, siyasi çürümüşlük benzeri patolojik ve endişe verici vakalar vukuu bulabilir. 

Aslında Huntington’ın daha sonra çok meşhur olacak olan bu görüşlerinde demokratik rejimde halkın katılımını sınırlayan ve demokrasiyi daha ziyade elitler arası bir mücadele olarak gören Schumpeter’in demokrasi görüşleri hakimdir. Joseph Schumpeter, bu görüşlerini “Capitalism, Socialism and Democracy” başlıklı kitabında ilk kez 1942 yılında neşretmiştir ve daha sonra bu 
elitçi demokrasi anlayışı “Schumpeter’ci demokrasi” şeklinde bilinecektir.52 

Diğer taraftan Huntington’ın bu muhafazakâr itirazı bir ölçüde gene 1960’larda demokrasinin kaynağı tartışmalarında sıkça atıf alan Seymour Martin Lipset’e idi. Çünkü Lipset aslında modernleşme ile demokrasi arasında doğrudan bir ilişki kurmuştu. 1959 yılında kaleme aldığı makalesinde bir ülkede demokrasinin yerleşmesi için o ülkede modernleşme ile gelen bazı ön şartların (kişi başına düşen gelir, okur yazarlık, telefon ve televizyon sayısı gibi) olması gerektiğini ifade etmiştir.53 Daha sonraki çalışmaları etkileyecek olan Lipset’in bu görüşlerini özetleyen meşhur cümlesi “daha zengin ülkelerde demokrasinin devam etme şansı daha fazladır”.54 

Sonuç itibarı ile baktığımızda, Soğuk Savaş mantığı içinde gelişen Siyasi Gelişme ve demokrasi yazını büyük ölçüde muhafazakâr ve kötümser bir yapı taşımaktaydı ve demokratikleşmeden endişe duyulmaktaydı. Sömürge sonrası dünyada sayıları mantar gibi artan “üçüncü dünya” ya da gelişmekte olan ülkelerin sosyal ve siyasi yapılarının özelliklerini inceleme ve açıklamak sadece 
akademik bir meraktan değil aynı zamanda ABD’nin küresel stratejisine de hizmet etmekteydi. Sadece ABD’deki siyaset bilimcileri değil devlet adamları da bu toplumların akıbetlerinin ne olacağını bilmek istemekteydi ve bu ülkelerin şu veya bu şekilde sosyalist olup Sovyetler Birliği saflarına geçmelerinden de endişeleniyorlardı. Bu nedenle yapılması gereken en akıllıca strateji bu ülkelerde kontrollü ve elit merkezli bir demokrasiye geçilmesi idi. Halkların siyasi sürece katılmaları ise genelde sorunlu bulunmuştu. Bir devletin kurumsal alt yapısı hazır değilse demokrasiye geçmek yeni patolojiler doğurabilecekti. 
Bu tarz düşüncenin Soğuk Savaş mantığında uzunca bir süre devam ettiği görülmektedir.55 

Soğuk Savaş’ın bitmesi ve Komünizm “tehdidinin” ortadan kalkması ile birlikte, demokratikleşmenin yol açacağı düşünülen birçok sorun da ortadan kalkmış oldu. Bu nedenle, 1990’larda demokrasiye geçiş ve demokratikleşme literatürünün eskiye göre oldukça yapıcı ve iyimser bir niteliği haiz olduğu açıkça görülmektedir. 
Ancak, yukarıda da ifade edildiği gibi bilhassa 1990’ların ikinci yarısından itibaren ve 2000’li yıllarda demokrasiye geçen ülkelerin performanslarının arzu edilen seviyede olmaması ve bazı “yeni demokratikleşen” ülkelerde popülizmin ve aşırı milliyetçi ve kışkırtıcı söylemlerin ulusal, bölgesel ya da uluslararası çatışma ihtimalini arttırabileceği iddiası yükselmeye başlamıştır. Buna göre, demokratikleşme, soğuk savaş sıralarında iddia edildiği gibi, öyle bir anda değil de tedrici ve kademeli bir şekilde olursa daha sağlıklı olur. 

Ancak, bu düşünceler yukarıda bahsedilen soruna bir çözüm getirmediği ortadadır. 
Diğer bir deyişle, kurumsal alt yapısı hazır olmadan demokratikleşmenin tehlikeli olduğunu farz etsek dahi, otoriter rejim altında da arzu edilen gelişmenin olacağının bir garantisi yoktur.56 
Bu düşünce demokrasinin 21.yy.’da güçlenmesi yönünde karamsar bir hava yaratmıştır. Bu karamsar havayı hem akademik hem de popüler yayınlarda gözlemlemek mümkündür. Bunlara göre, 21.yy girdiğimizde, 1990’lardaki demokratik coşku yerini küresel bir olumsuz gidişata bırakmaktadır. Yazarlara göre, bu duruma nedenleri arasında şunlar sayılabilir: Batı yakasındaki 
ekonomik kriz, Batı dışı ve demokrat olmayan ülkelerin (mesela Çin) ekonomik başarıları, Latin Amerika’da güçlenen popülizm, artan terörle mücadele kavramı ve aşırı güvenlikleştirme (securitization) ve Batı’da gittikçe güçlenen aşırı sağ, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı.57 

Hibrid Rejimler, Yeni Otoriterlik ve Uluslararası Siyaset 


Soğuk Savaş sonrası dünyada, ilk demokratikleşme heyecanın ya da “coşku” duygusundan sonra, demokratik pekişme literatürünün daha gerçekçi bir zeminde demokratikleşme sürecini analiz ettiği zeminde, en dikkat çeken gelişmelerden biri de araştırmacıların uluslararası alandan ortaya çıkmaya başlayan rejimlerin ne şekilde adlandırılması gerektiği hakkındaki tartışmalar olmuştur. 2000’li yıllara geldiğimizde, liberal demokrasinin hala geçerli olduğu bir küresel iklimde, çok genel bir şekilde hibrid rejimler şeklinde ifade edilen, ancak daha tanımlayıcı adlandırmasının yapılması gereken rejimlerle karşı karşıya olduğumuz bir vakıadır. Bu duruma yukarıda değinmiş ve yarıdemokratik rejimlerin ortaya çıktığı ortamdan bahsetmiştik. Ancak, yeni yayınlara göre, hibrit rejimleri tanımlayan daha önceki kavramlar bu durumu açıklamak için yetersiz kalmaktadır. Levitsky ve Way’in ilk önce makale daha sonra da 2010 yılında genişleterek yayınladıkları çalışma “rekabetçi otoriterlik (competitive authoritarianism)” tanımı ile siyasi rejimler konusunda yeni durumu açıklama çabasına girişmişlerdir. 

 < Bir taraftan bu rejimler demokrasinin çok önemli olan özelliklerini taşırken, diğer taraftan liberal demokrasinin normatif olarak arzu edilen bütün veçhelerini, bilhassa da, “rekabetçi otoriter” rejimlerde olduğu gibi, özgürlükler ve siyasi alanda mücadele zeminin adil olmaları noktalarında ciddi sorunlar yaşanmakta dır. >



Levitsky ve Way, “rekabetçi otoriterlik” tipolojisinin Soğuk  Savaş yeni olduğu Yazarlar sonrası dönmede bir “fenomen” kanaatindedirler. bu “yeni” tür otoriterliğini geçmişteki otoriter rejimlerden faklı olduğunu düşünmektedirler. Rekabetçi otoriterliğin en belirgin özelliği bu ülkelerde görece rekabetçi bir ortamda hilesiz yapılan seçimlerin var olmasına rağmen seçimlerin adil bir platformlarda yapılmaması yanında seçim sonuçlarının otoriter hükümetler tarafından rejimin otoriter yönünü güçlendirmek için kullanılmasıdır.58 

Seçimlerin tek başına bir ülkede demokrasiyi getireceği çok önceden de biliniyor olmasına rağmen, Schedler, “seçimli otoriterlik (electoral authoritarianism) kavramı ile çok partili, düzenli seçimlerin yapıldığı rejimlerden bahsetmektedir. 
Schedlere’e göre, bu rejimlerde seçimler “demokrasinin” bir unsuru olmaktan ziyade, devletin ya da hükümetin gizli manipülasyonuna açık, resmi olarak var olmasına izin verilen muhalefet partilerinin hükümetteki parti ile rekabet etmesinin önünde bir çok görünen ya da görünmeyen engeller koyan rejimleri kastedilmektedir. 
Schedler’e göre, “seçimli demokrasiler” Eski Sovyet coğrafyasındaki birçok cumhuriyeti kapsamaktadır: 

Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Rusya gibi. Bazı Orta Doğu ülkesi yanında, Burkina Faso, Kamerun, Çad, Etiyopya, Gabon, Gambia ve Tanzanya gibi Sahra-altı Afrika yanında, Malezya ve Singapur gibi Asya ülkelerini kapsayan uzun bir liste bize sunmaktadır. 

Esasen birbirleri örtüşen bu yeni kavramsallaştırma arayışların ortak noktası yeni dönemde ortaya çıkan siyasi rejimlerin ilginç özellikleridir. Bir taraftan bu rejimler demokrasinin çok önemli olan özelliklerini taşırken, diğer taraftan liberal demokrasinin normatif olarak arzu edilen bütün veçhelerini, bilhassa da, “rekabetçi otoriter” rejimlerde olduğu gibi, özgürlükler ve siyasi alanda 
mücadele zeminin adil olmaları noktalarında ciddi sorunlar yaşanmaktadır. 
Özgürlüklere bu rejimlerde kağıt üzerinde tam saygı gösterilir ancak fiiliyatta ise durum bambaşkadır. Muhalefet ve bilhassa medya hükümetin büyük baskısı altındadır. 

< Uluslararası ilişkiler literatürü ile demokratikleşme çalışmalarının entegrasyonuna yönelik yeni eserlerin ortaya konulması araştırmaların açıklayıcı kavramsal gücünü şüphesiz arttıracak önemli bir faktördür. >


Belki medya çalışanları, otoriter rejimlerde olduğu gibi, fiziki bir şiddete maruz kalmamaktadırlar ancak medya patronlarına yapılan büyük baskılar neticesinde medya çalışanları işsizlikle tehdit edilebilir. Diğer taraftan bu rejimlerde, büyük miktarda kayırmacılık (clientelism) görülmektedir. 
Devlet kurumları bu rejimlerde siyasallaşmıştır. Hükümete yakın olan örgütler ve iş dünyası ile hükümete muhalefet örgütlere hukukun uygulanması aynı değildir. Diğer bir deyişle, yasal cezaların uygulanması keyfidir. 

Diğer taraftan, bu rejimlerde hükümetin dolaylı olarak medya sahibi olması da önemli bir ayrıntıdır. Levitsky ve Way’e göre bu rejimlerde hükümetin bağlı bulunduğu siyasal parti de adeta “paralel bir devlet” gibi çalışır. Yazarlara göre bütün bunların neticesinde, demokrasinin en önemli unsurlarından biri olan yarışmacılık ortadan kalkar ve siyasal alan adil olmaktan çıkar. 

Diğer bir deyişle, iktidar partisi, hegemonyasını sürdürebilecek her türlü imkanı varken muhalefetin adil olmayan bir şekilde sesi kısılmıştır. Bu nedenle bu ülkelerde tam bir demokratik rejimden bahsedilemez. Ancak bu rejimler literatürde sıkça bahsedilen “liberal olmayan demokrasiler (illiberal democracy)”59 den de farklıdır çünkü liberal olmayan demokrasilerde muhalefete yapılan doğrudan şiddet çok daha yaygındır. 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder