3 Ekim 2020 Cumartesi

TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİNİN DİNAMİKLERİ

 TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİNİN DİNAMİKLERİ  




Prof. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi 

Hazırlayan: Sibel KARABEL 

Türkiye-Rusya İlişkilerinin Dinamikleri 

BİLGESAM Başkanı Prof. Dr. Atilla Sandıklı, Arjantin La Plata Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Kürsüsü Sekreteri Ariel Gonzales Levaggi ile gerçekleştirdiği söyleşisinde Türkiye ve Rusya ilişkilerini değerlendirmektedir. 

Soru: Soğuk Savaş sonrası Türkiye-Rusya ilişkilerinin dinamiklerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Atilla Sandıklı: Soğuk Savaş döneminde Rusya ve Türkiye farklı güvenlik ittifaklarına bağlı olduklarından ilişkilerini interaktif ve etkin bir şekilde geliştirme imkanı bulamamışlardır. Dolayısıyla iki ittifak sisteminin (Rusya ve ABD) politikaları büyük ölçüde Türkiye-Rusya ilişkilerinin belirleyicisi durumundaydı. 

Soğuk Savaş’ın yumuşama dönemine geldiğimizde, özellikle AKKA Anlaşması (Avrupa’da Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması)’ndan sonra, Rusya-Türkiye ilişkileri güven ortamına yönelik bir eğilim göstermeye başlamıştır. 

İki kutuplu dünya son bulduktan sonra, özellikle Varşova Paktı ve SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan 

Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını kazanması sonrasında ise; Türkiye-Rusya ilişkilerinde bölgeye yönelik bir rekabet yaşanmaya başlandı. Türkiye, bu devletlerin bağımsızlıklarını kazanmaları ve devlet olarak ortaya çıkmaları doğrultusunda çeşitli problemlerin yaşanması ve Rusya’ya rağmen bu bölgeye yönelik politika yürütülmesinin zor olduğunu anladı. Uygulanan politikalarda rekabet ve işbirliği aynı anda gelişmeye başladı. AKKA Anlaşmasıyla başlayan güven ortamı, Soğuk Savaş sonrasında işbirliğinin geliştirilmesine önemli katkılar sağlamaya başladı. Bu güven ortamı işbirliğini artırmaya başlayınca, Sovyetler’den ayrılan Türk Cumhuriyetlerinin devlet olarak varlıklarını geliştirmeye ve sürdürülebilir yapılarını oluşturmasına paralel olarak Türkiye-Rusya ilişkileri de rekabet ortamından daha çok işbirliği alanlarına doğru hızla kaymaya başladı. 




Bu dönemde Rusya’nın hem NATO hem de ABD ile ilişkilerinin iyi bir şekilde gelişmesi de bu sürece katkıda bulundu. Bu iyi ilişkiler Türkiye-Rusya ticaret hacmine; ekonomik ilişkilerine; turizm gibi sosyo-ekonomik, sosyo-politik alanlara ve daha sonra ise enerji ve güvenlik alanlarına hızlı bir şekilde olumlu yönde yansımıştır. Yani denilebilir ki; AKKA ile başlayan güven ortamı; Sovyetlerin dağılmasıyla rekabet ortamına; daha sonra rekabet ve işbirliğine ve sonra ise işbirliği sürecinin başlamasına doğru çevirilmiştir. 

Bu noktada, bu sürece katkıda bulunan önemli bir faktörü de eklemek gerekir. Bu dönemde Rusya iç bütünlüğünü sağlamaya çalışan, yeni baştan güç olma çabasında nisbeten zayıf bir devletti. Dolayısıyla tüm ülkelerle olumlu ilişkiler kurmaya gayret göstermekteydi. Rusya’nın Çeçen İç Savaşı’ndan sonra tekrar iç bütünlüğünü sağlaması, petrol fiyatlarının artmasıyla ekonomik yapısının güçlenmesi ve özellikle Putin yönetimiyle birlikte tekrar büyük bir güç haline gelmesine doğru bir evrim geçirdiği söylenebilir. 

Bir yandan da tarihsel süreçteki gelişme eğilimlerine uygun olarak; Rusya eski etki coğrafyasına (eski Sovyet devletleri) ek olarak Doğu Akdeniz ve Suriye gibi ülkelerdeki etkileşimini ve varlığını hissettirmeye başladı. 

Özellikle Güney Osetya ve Ukrayna Krizleri göstermiştir ki; Rusya Batının Sovyet coğrafyasına girmesini tehdit olarak algılamıştır. Hem Ukrayna’da hem de Gürcistan’da iç savaşın çıkmasına neden olmuştur. Aynı zamanda Doğu Akdeniz’de Suriye politikalarında bu daha net bir şekilde görülmüştür. 

Türkiye içinse; hem Ukrayna’nın hem de Gürcistan’ın toprak bütünlüğü Türkiye’nin güvenliği ve ekonomik-ticari ilişkileri açısından çok önemliydi. Bu noktada Türkiye ve Rusya arasında çıkar çatışması söz konusu olmuştur. Rusya’nın bu yayılmacı siyaseti Türkiye tarafından Rusya’ya olan güven sorununu tekrar sorgulamaya açmıştır. Suriye sorununda ise bu gerilim ve güven bunalımı potansiyel olarak daha üst noktaya çıkmıştır. Rusya’nın Esed yönetiminin doğrudan arkasında durması Türkiye’nin politikalarıyla taban taban zıttır. 

Rusya’nın Esed’e destek vermesi ve Türkiye’nin desteklediği Türkmenleri bombalamasından sonra bu güven bunalımı patlama noktasına geldiği söylenebilir. Uçak krizinden önceki bu gelişmelere ek olarak, Türkiye’nin uçak düşürme hadisesinden sonra ikili ilişkiler bıçak sırtı gibi kesilmiş ve düşüşe geçmiştir. 

Türkiye-Rusya ilişkilerinin bozulması her iki ülkeye ekonomik açıdan zorluklar yaratmasının yanında Türkiye’nin yeniden şekillenen Suriye’de etkili olma potansiyelini sınırlandırmaktadır. Şunu da eklemek gerekir; Türkiye’nin çıkarlarını etkileme bakımından Suriye politikaları Gürcistan ve Ukrayna’dan daha fazla ve hatta hayati derecede etkileyecek durumdadır. 

Bu arada Türkiye’nin ABD ile Suriye ve Irak politikaları da hemen hemen problemli bir duruma gelmiş ve iki ülke arasındaki güven problemi açığa çıkmıştı. ABD’nin PYD/PKK’yı destekleyecek şekildeki teşebbüsleri ve Şii dünyayla ilişkilerini geliştirmesi gibi girişimlerin Türkiye’deki yarattığı güvensizlik 

Türkiye’yi Rusya’yla ilişkilerini ilerletmeye yönlendirmiştir. Hatta, Şangay İşbirliği’nin içinde yer alma yönünde beyanlarda bulunmaya başlamıştır. Rusya ise Türkiye’yi Batı Bloku’ndan kendi tarafına çekmek için, uçak krizini yapıcı bir şekilde sonuçlandırarak bunu bir fırsata dönüştürmek istedi. Böylelikle ikili ilişkilerde yeni bir ivme kazanıldı. Sonuç olarak, Türkiye hem Rusya hem de ABD ile ilişkileri bozuk olarak ne Ortadoğu’nun şekillenmesinde etkili olabilir ne de kendi güvenlik kaygılarını giderebilir. 

Diyebiliriz ki; ülkeler artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi temel iki aktörün (ABD ve Rusya) doğrudan yanında ve belirledikleri politikalarının direkt aracı olmaktan çıktılar. Kendi çıkarları doğrultusunda zaman zaman Rusya ile bazen de ABD ile birlikte hareket etmekteler. Çıkarların ters düşmesi durumunda ise karşılıklı gerilimler ve karşılıklı söylemler geliştirilebilmektedir. Bu da, Soğuk Savaş sonrası daha esnek politikaların uygulanmasının doğal bir sonucudur. 

Soru: Türkiye ve Rusya arasındaki bahsettiğiniz güven sorunu ile kastettiğiniz ülkelerin geleneksel bürokrasisindeki bir güven sorunu mu? Eğer öyleyse hangi sektörlerde? 

Atilla Sandıklı: Türkiye, 2010’lara kadar hem Batı (AB, ABD) hem Rusya ve komşu ülkelerle çok olumlu ilişkiler geliştirdi. Aslında bu dönemde uygulanan politikalar; farklı kesimlerin fikirlerinden doğan ortak noktaların politikaya yansıması olan optimal politikalardı. Baktığımızda, hemen hemen tüm dünya ülkeleri noktasında Türkiye’nin yumuşak gücü hızla artmaya başlamıştı. Türkiye bir yandan Batı Bloku içinde yer almış, diğer yandan da halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan aynı zamanda özgürlük, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa gibi değerlere sahip bir ülke olarak bölge ülkelerine her ikisinin de beraber yaşanabileceği bir ortam sunmuştu. Dünya çapında büyük saygınlık kazanmıştı. 

Arap Baharıyla beraber Türkiye, bu özellikleriyle Batı değerlerinin Orta Doğu’ya yerleşmesi yönünde önemli katkılarda bulunmaya başladı. Ancak süreç hem Batı hem de Türkiye tarafından pürüzsüz bir şekilde yönetilemedi. Ve sonuçta Arap Baharı sonbahara hatta kışa dönüştü. Batılıların ve Türkiye’nin Orta Doğu’daki imajı değişmeye başladı. 

Türkiye Arap Baharıyla beraber interaktif ilişkileri geliştirmekten yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. 

Müslüman Kardeşler ve HAMAS gibi gruplarla ilişkilerini geliştirmeye başladı. 

Arap Baharından ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda beklentileri ise, daha ılımlı bir dünya; Batı değerlerinin bölgeye yerleştirilmesi ve Batı ile iyi ilişkiler geliştirebilecek bir Orta Doğu devlet yönetiminin ortaya çıkmasıydı. Gelişmeler başlangıçta bu doğrultuda olsa da, bir müddet sonra Orta Doğu’nun toplumsal, sosyal ve siyasal dokusu farklı noktada ilerleme gösterdi. 

Müslüman Kardeşler fırsattan istifade ederek bölgede etki alanını Kuzey Afrika’dan Suudi Arabistan sınırına kadar çok hızlı genişletti. Bununla beraber, bu grup içinde aşırılıklar taşıyan unsurlar da vardı. 

Zaman zaman bu grupların uygulamaları ve söylemleri Batılıların ve özellikle ABD’nin beklentileri dışında gelişme gösterdi. 

ABD ve Batılılar “Orta Doğu nereye gidiyor?” sorusunun cevabını ararken iki farklı yaklaşım söz konusu oldu. Birincisi, Türkiye-Müslüman Kardeşler-HAMAS etkileşiminden doğan ve bölgede İslami anlayışın ön planda olduğu bir yumuşak gücün oluştuğunu gördüler. İkincisi ise, bu grubun her ne kadar Batı ile ılımlı söylemler geliştirdiği görülse de, arka planında Batı ile güven bunalımının devam ettiği ve olumsuz yaklaşımların belirebileceği ortaya çıkmaya başladı. Batının bu endişeleri, Libya’da ABD Büyükelçiliğinin basılıp büyükelçi ve personelinin öldürülmesinden sonra özellikle ABD’nin bölgeye bakışında büyük değişiklik gösterdi. Nitekim bu bir kırılma noktası olarak değerlendirilebilir. 

Şu önemli noktayı da eklemek gerekir; ABD’nin Orta Doğu politikasındaki temel çıkarlarından bir tanesi, bölgede hem içeriden hem dışarıdan ABD karşıtı bir gücün oluşmamasıdır. Bu karşıt güç, Rusya olabileceği gibi Türkiye-Müslüman Kardeşler etkileşiminden oluşmuş bir yapı da olabilir. Bunların yanı sıra, Müslüman Kardeşlerin bölgede etkinliğinden rahatsız olan İslam ülkeleri de bulunmaktaydı. Ki bu ülkeler Müslüman Kardeşlere karşı kendi yönetimlerini kaybetme tehlikesini bir tehdit olarak görmekteydiler. 

Nitekim Suudi Arabistan destekli Selefi gruplar Batılılarla ortak doğrultuda hareket ederek, Müslüman Kardeşlerin bölgedeki ağırlığını kırmak için Mısır’da Mursi’den desteklerini çektiler. Mursi %27’lik bir tabana oturmaktaydı ve halk ayaklanması sonucu askeri bir darbe oldu. Denilebilir ki, hem Batılıların hem de adı geçen ülkelerin de etkin olmasıyla Mısır’da demokratik yönetim ortadan kalktı. Bundan sonra Mısır’da askeri darbeyle kurulmuş ve Batıyla iyi geçinecek bir yönetim yerleştirildi. Mısır darbesiyle Arap Baharı sonbahara, Suriye’de de kışa dönüştü. 

Tüm bu tablo içerisinde, Türkiye-Batı ilişkilerini bu gelişmelerin dışında bırakmak mümkün değildir. ABD ile olan ilişkiler de yaşananlara paralel bir şekilde sonbahara sonra da kışa dönüştü. Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak büyüdüğüne kanaat getirilerek bölgedeki değişime yön vermedeki istek ve arzusu, Türkiye’nin Batı dünyasıyla ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen gelişmelerdendi. 

Diğer taraftan, Türkiye bölgede güçlenen ve bölgedeki gelişmeleri etkileyebilme kabiliyeti olan bir ülkeydi. 

Ancak, HAMAS ve Müslüman Kardeşlerle gücünü daha da artırmaya yönelik uygulamalardaki yaşadığı kötü deneyimler Türkiye’nin gücünün sınırlarını göstermeye başladı. Türkiye, gücünün sınırlarını öğrendikçe de Orta Doğu’da ne kadar etkin olabileceğini görmeye başladı. Bu aslında önemli bir gelişmedir çünkü Orta Doğu’ya yönelik politikaların belirlenmesinde ve uygulanmasında daha uygun yöntemlerin geliştirilmesine neden olmaktadır. 

Bir de şu noktayı eklemek gerekir; Türkiye’nin özellikle kuruluşunda uygulanan seküler sistemin daha çok Fransız yapısına uygun olarak gelişmesi ile insanların dini sorumluluklarını yerine getirmesine ve inançların önüne gelen sınırlamalar İslami yaklaşımların yükselmesine sebep olmuştur. Bu yaklaşımın yayılması hızlı bir şekilde gelişmiş ve toplumun belirli bir kesiminden destek almıştır. Ancak yaşanan son gelişmeler göstermiştir ki; Türkiye’nin tarihi ve kültürel perspektiflerinden gelen özelliklerini de (kuruluş felsefesi değerleri, seküler yapısı ve komşularla iyi geçinme gibi politikaları) meczedecek bir anlayışın gerekliliği noktasındaki görüşler ağırlık kazanmaya başlamıştır. Türkiye hem halkının büyük çoğunluğu Müslüman hem de seküler bir ülkedir. 

Son tartışmaların diğer bir boyutu da; Türkiye’nin bölgedeki gücünün sınırlarını dikkate almak suretiyle, küresel ve bölgesel güçlerle etkin iletişime geçerek bölgenin optimal sonuçlar doğuracak biçimde şekillendirilmesinde katkı yapacak politikaları belirlemesidir. Şahsen, yakalanacak bu optimalin belirli bir olgunlukla değerlendirilmesi gerektiğine kanaat etmekteyim. 

Türkiye bölgedeki gelişmeleri tek başına değiştiremeyeceği gibi Türkiye’nin Orta Doğu’nun tamamıyla dışında kalacağı da tahayyül edilmemelidir. Çünkü bölgedeki dinamikler Türkiye’nin gerek güvenliğine ve ekonomik ilişkilerine gerekse iç politikasına doğrudan etki etmektedir. Bu nedenle, Türkiye’nin hem küresel hem de bölgesel güçlerle rekabet ve çatışmacı tutumdan ziyade işbirliği ve uzlaşmaya yönelik optimal politikalar geliştirerek bölgedeki istikrara katkı yapabileceğini ve eski saygınlığını kazanacağını değerlendirmekteyim. 

Söyleşinin başında ifade ettiğim gibi, Soğuk Savaş dönemi sonunda uluslararası sistemdeki diğer ülkeler gibi Türkiye de daha esnek politikalar oluşturmaya başlamıştır. Ancak, burada altının çizilmesi gereken bir nokta bulunmakta. Bu esnekliği uygularken içinde bulunduğu ittifak sisteminden (ABD, AB, NATO) tamamen uzaklaşacak bir yöne gitmesi Türkiye’ye daha fazla zarar getirebilecektir. Bu nedenle, Türkiye hem kendi çıkarlarını diğer yandan da içinde bulunduğu ittifak sisteminin bölgeye yönelik beklentilerinide dikkate alarak bölgedeki işbirliğini geliştirmek suretiyle istikrara katkıda bulunabilir. Böylelikle, kendi çıkarlarını daha etkin sürdürebileceği gibi bu ittifak sisteminin bölgedeki beklentilerini de optimal işbirliği süreçleriyle daha fazla etkileme imkanı bulacaktır. 

Bu arada Batının da yapması gerekenler bulunmakta. Örneğin, bölgesel barış ve hatta dünya barışı açısından İslamofobia küresel ve bölgesel kaosa neden olabildiği gibi Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemektedir. Bu bağlamda, Batı’nın seküler anlayışını sadece Hıristiyan dinine mensup farklı mezheplere uygulanan bir sistem olarak geliştirmesinden ziyade farklı dinlere (İslam’a da) aynı hoşgörüyü yansıtmasının faydalı olacağını değerlendirmekteyim. 

İkinci olarak; ABD’nin dikkate alması gereken bir unsur daha bulunmaktadır. Orta Doğu’da ulus devletlerin parçalanmış yapılara dönüştürülme politikası vahim sonuçlar doğurabilir. Daha önce Yugoslayva’nın dağılma sürecinde Avrupa’nın göbeğinde yaşanan katliamlar insanlık tarihine kötü bir leke olarak geçmiştir. Bugünkü Yugoslayva’nın bütünlüğünün Avrupa dinamikleri nedeniyle devam ettiği de unutulmamalıdır. 

Eğer Yugoslavya’daki gibi parçalanmış ulus devlet yapılanmaları Orta Doğu’da yaşanırsa bu kontrol edilemez boyutlara gelir. Bu çerçevede çok tehlikeli bir senaryo ile karşı karşıya kalınabilir. Bölgedeki mezhep savaşları ve farklı etnik grupların birbiriyle çatışmaları sonucunda bölgesel ve hatta küresel kaosa dönüşme ihtimali bulunmaktadır. 

Örneğin, Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt bölgesi gibi ayrılması, Suriye’ye benzer şekilde politikalarla yaklaşılması bölgede sonu gelmez gerilimlerin ve çatışmaların başlangıcını oluşturacağı dikkate alınmalıdır. Bunun yanı sıra, herhangi kontrolsüz bir durumda insanlık tarihine Avrupa’da yaşanan 30 Yıl Savaşları, 100 Yıl Savaşları gibi kötü lekeler bırakacağı göz önünde bulundurulmalıdır. 

Rusya’nın ise yayılmacı politikalarının süreç içinde kendisini yıpratacağını hesaba katması ve Türkiye gibi küresel ve bölgesel güçlerle optimal politkalar üretimine yönelik girişimlerde bulunması gerekmektedir. 

Soru: Rusya’ya dair Türk halkında ve Türk silahlı kuvvetlerindeki temel jeopolitik vizyon nedir? 

Atilla Sandıklı: Harp akademilerinde kurmay gruplarda öğretim üyesi ve enstitü müdürü olarak görev yapmış biri olarak diyebilirim ki; Batı ittifak sisteminin parçası olan eğitimlerin sonucunda daha çok Batıcı bir perspektifle yetişen Türk subayındaki genel görüş, Batı ittifak sisteminde olunmasına yönelik olarak ön plana çıkmaktadır. Ancak gerek ABD gerekse AB’nin Türkiye ile ilişkilerinde Türkiye’yi geri plana iten ve dikkate almayan neredeyse ittifak sistemi dışında bırakılan ülke gibi algılanabilecek tutumları, Türk halkında olduğu gibi Türk askeriyesinde de Asyacı eğilimleri canlandırmaktadır. Türkiye’nin AB’ye olan üyelik müracaatlarının kabul edilmediği dönemde Avrasyacı görüş ortaya çıkmıştır. Fakat ne zaman ki AB ile bütünleşme sürecine girilip, ABD ile ilişkiler geliştirildiğinde bu eğilimlerin zayıfladığına tanık olduk. 

Son zamanlarda ise Türk halkında ve Türk silahlı kuvvetlerinde tekrar Rusya ve Avrasya ile ilişkilerin geliştirilmesi yönünde söylemler dillendirilmeye başlamıştır. Bu da ABD ve AB ile ilişkilerin olumlu gelişmemesinin bir sonucu olarak okunabilir. 

Sonuç olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve Türk halkının Batı ittifak sistemi içinde bulunmayı ve ilişkileri geliştirmeyi Avrasyacı görüşe göre öncelediği söylenebilir. Ancak zaman zaman Avrasyacı ve Rusya’ya yönelik yaklaşımların öne çıkmasının sebebi Batının Türkiye’yi dışladığı ilgili imajın oluşacağı politikalar gütmesidir. Daha net bir ifadeyle, burada belirleyici unsur Batılıların Türkiye’ye karşı geliştirdikleri politikalardır. 


***

YALANDAN BÜYÜME

YALANDAN BÜYÜME


Agah Oktay GÜNER

04 temmuz 2011
agahoktayguner@hotmail.com


“Yılandan korkma yalandan kork”  diyen ne doğru söylemiş. Ne yazık ki iktidarlar tarih boyunca çoğu kere yalanın mutluluğunu yaşamayı gerçeğin acılığına tercih etmiştir. Siyasi tarihin hemen her döneminde görülen bu durum adeta iktidarları madalyonun tek yüzüne bakarak kendi yalanlarıyla kendilerini de avutur hale getirmiştir. Son birkaç gündür Türkiye ekonomisinin yılın ilk çeyreğinde yüzde 11 büyümesi hükümet ve hükümetin medyadaki yakın çevresi tarafından büyük bir başarı gibi sunuluyor. Hâlbuki işin gerçeği bu gelişme, yıl içinde kaçınılmaz olarak yaşanacak bir kısım sert çöküşlerin habercisidir.


Türkiye 1980’den bu yana milli kaynaklara, milli üretime dayanan bu yolla ihracat yaparak kalkınmayı hedefleyen  “Planlı Kalkınma Anlayışı” nı terk etti. Geçen dönemde kademe kademe Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) devre dışı bırakılarak ülke neo liberal, muhafazakâr iktisat anlayışına teslim edildi.  Böylece Türkiye iktisadi gelişmesini  bütünüyle  uluslar arası tekelci sermayenin iradesine terk etti. Türkiye’ye bu anlayışı dikte ettiren ABD, AB, Dünya Bankası, IMF Türkiye’ye öncelikle  “ Sen sanayileşme! ”  emirlerini yerleştirdiler. Sanayileşmeyi terk eden Türkiye ikinci adımda “Tarımda küçül!” talimatını aldı. Yeni fabrikalar kurmayan, tarımda üretimi artırmak hedefinden uzaklaşan ülkemizde  işsizlik çığ gibi büyüdü. Bundan sonraki merhale özelleştirme adıyla cumhuriyetin bütün birikimlerinin satılması oldu. Bu gün ülke ekonomisi yüksek işsizlik, fevkalade büyük dış  açık, gelişmeye başlayan bütçe açığı gibi göstergelerle, dış dünyada yaşanmakta olan krizin de etkisiyle yeni sert düşüşlere doğru gidiyor.


Hükümet sorumluluğunu taşıyanlar görülmemiş kalkınma hızı davulunu bir kenara bırakıp yaklaşmakta olan fırtınanın tokmağını başlarında hissetmelidir.
Diyelim ki yüzde 11 büyümüşüz, milli gelir ve tüketime bakıyoruz, yüzde 12,1 büyümüş. Maaş ve ücretler yılın ilk çeyreğinde yüzde 3,8 oranında artmıştır. Tüketim harcamaları maaşların neredeyse üç misli  arttığına göre bu ancak yurttaşlarımızın geleceklerini  kredi kartlarıyla  ipotek altına  almalarından  başka bir mana ifade etmez. Bu büyüme açılan yeni fabrikaların iş alanları üzerinde gelişmiyor. Artış gözüken yatırımların çoğu ithal  mallarıdır. Bu büyüme yeni fabrikaların sağladığı istihdam imkanları  üzerinden bir büyüme de değildir. İhracatın ithalatı karşılama oranı ise devamlı düşmekte ve yeni bir tehlikenin sinyalini vermektedir.


Hükümetin bütün ikazlara rağmen üzerinde durmadığı  cari açığı ele almasının zamanı neredeyse geçmek üzeredir. Nedense kamuoyuna devamlı ihracat rakamlarıyla övünmeyi siyasi prensip olarak benimseyen iktidar ithalattaki dörtnala giden artışı hiç dile getirmemiştir. İlk üç aydaki 56 milyar dolarlık ithalatın 20 milyar dolara varan kısmının işlenmiş sanayi mamul ara girdiler kaleminden oluşması, öte yandan üç aylık ithalatın içinde 5 milyar dolarla en büyük payı Çin’in almış olması  ekonomide sıkıntı yaratan durumun ithal enerji dışı alanlara da sıçradığını açıkça göstermektedir.


Diğer taraftan Türkiye’nin ihracat pazarındaki bazı gelişmeler de kaygı vericidir. İhracatımızın yaklaşık yarısının AB pazarlarına yapıldığını biliyoruz. AB ülkelerinde yaşanan ekonomik durgunluk da ihracatımızı olumsuz yönde etkileyebilir.
Bütün bunlara karşı sadece Merkez Bankası’nın kur-faiz tedbirleriyle karşı durulması mümkün değildir. Hatta bu politikada ısrar edilirse kur-faiz tedbirlerinin  ekonomideki yan etkileri faydalarını ortadan kaldırabilir.
Üçüncü aydan sonra yaşanan büyümedeki azalışın işsizliği artırmaması için  istihdam tedbirlerini düşünmenin zamanıdır.
Yalancı saadetleri  bir tarafa bırakalım. Ciddi bir plan ve program anlayışıyla içine girdiğimiz  dar boğazdan çıkacağımıza inanalım. Emperyalist sermaye çevrelerinin paşası olmayı bırakalım. Milli kaynaklara dayanan, üreten, mal bolluğu sağlayan kalkınma anlayışının kurtarıcımız olacağını bilelim.
Güçlüklerin başarının değerini artırdığını unutmayalım.

 https://www.yenicaggazetesi.com.tr/yalandan-buyume-18925yy.htm


***

1 Ekim 2020 Perşembe

TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNDE DÜZELME MÜMKÜN MÜ?

TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNDE DÜZELME MÜMKÜN MÜ?



 UPA-ADMİN 

Sina KISACIK

12 KASIM 2012 


TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNDE DÜZELME MÜMKÜN MÜ?

Günümüzde Türk dış politikasının en önemli konularından birisini İsrail’le olan ilişkileri oluşturmaktadır. 1948 yılında İsrail devleti kurulduğundan beri bu ülkenin de dış politikasının en mühim konularından birisini Türkiye Cumhuriyeti tesis ettiği ilişkiler oluşturmuştur. İlişkiler günümüze kadar inişli çıkışlı bir seyir takip etmiştir. İlişkiler tesis edildiği andan itibaren konjonktürel gelişmelerden doğrudan etkilenmiştir. İlişkileri tanımlamak için stratejik ortaklık, yakınlaşma gibi kavramlar kullanılmıştır. Fakat münasebetleri tanımlamada kullanılacak en doğru kavram stratejik işbirliğidir.

İki ülke arasındaki ilişkiler, tesis edildiği dönem olan Soğuk Savaş dönemin dengesi içinde yürütülmüştür. Türkiye, İsrail’le münasebetlerini kısmi yakınlaşma ve uzaklaşmaların haricinde radikal adımlar atmaktan uzak durmuştur. Bu dönem boyunca 1958’deki istihbarat paylaşımını kapsayan gizli anlaşma dışında ilişkilerin stratejik bir boyutundan söz etmek mümkün değildir. 1990 sonrası dönemde iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik bir boyut kazanması milletlerarası sistem ve Körfez Savaşı’nın bölgesel sistem üzerindeki etkisi ile gerçekleşmiştir.[1] Bu etki, münasebetlerin gelişmesine temel olan ortak tehdit algılamasının meydana gelmesindeki temeli oluşturmuştur. Bu temel çerçevesinde gelişen ilişkiler PKK terörizmi mücadele, askeri ve diğer alanlardaki işbirliğinin katkısıyla belirli bir iç dinamiğe ve daha sonra da olgunluğa erişmiştir. ABD faktörü ise de facto olarak kolaylaştırıcı bir role sahip olmuş, fakat gerçek manada münasebetlerin gelişmesine vesile olan temelin atılmasında belirleyici faktör olarak ortaya çıkmıştır.

28 Ağustos 1996’da imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği Antlaşması’nın imzalanmasıyla münasebetlerin derinleşmesinde önemli adımlar atılmıştır. Bu dönemde Türkiye’deki Refah-Yol hükümetinin bu anlaşmayı imzalaması birçok kişi tarafından hayretle karşılanmıştır. Çünkü koalisyon hükümetinin lideri olan Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş bağlamında İsrail ile ilgili düşünceleri göz önünde bulundurulduğunda bu antlaşma hayret uyandırmıştır. 1990ların ortalarında gelişmeye başlayan ve 2000’lerin başında da etkilerini devam ettiren bu işbirliği 2003-2004 yıllarında değişime uğrama sürecine girmiştir.[2] 2006-2007 yıllarında yavaş yavaş cereyan eden bu değişim fazla hissedilmemesine rağmen, özellikle 2009 ve 2010 yıllarında yaşanan krizler ilişkilerde ciddi bozulmalara yol açmıştır. Bunun bazı sebepleri bulunmaktadır. Bunlardan ilki, daha evvel işbirliğini meydana getiren uluslararası ve bölgesel sistemde değişiklikler olmasıdır. İkinci sebep ise, Ankara’nın iç ve dış politikadaki gereksinimleri ve tehdit algılamasındaki değişim paralelinde Ankara’nın ilişkiyi bu boyutta devam ettirme isteği azalma göstermiştir. Tehdit algılamasına dayalı politika anlayışından çıkar temelli politikaya geçiş ikili ilişkilerde mühim bir etki yaratmıştır. Böylelikle çıkar merkezli ve idealist kavramlarla formüle edilen Ankara-Tel-Aviv münasebetleri her iki yaklaşımın da doğasının bir sonucu olarak krize girmeye başlamıştır.

Aslında iki ülke arasındaki ilişkilerin son dönemlerde hep krizlerle anılmasını başlatan süreci 2006 yılına kadar geri götürmek mümkündür. Burada özellikle ön plana çıkan Filistin meselesindeki gelişmelerdir. Hamas lideri Şeyh Ahmet Yasin’in öldürülmesinin Başbakan Recep Erdoğan tarafından İsrail devlet terörü uyguluyor şeklinde değerlendirmesi, münasebetlerde daha sonra cereyan edecek olan Filistin temelli gerginliklerin habercisi olarak görülebilir.[3] Bu çerçevede ilk kriz, Şubat 2006’da İslamcı seçmenler bağlamında saygınlığını düzeltmek amacıyla Ankara, Filistin’deki seçimlerden zaferle çıkan Hamas lideri Halid Meşal’i kabul eden ilk ülke oldu. Bush yönetimi bu ziyareti kamuoyu önünde eleştirmek yerine Türkiye’ye “terörü terk etmek, İsrail’in var olma hakkını tanıma ve Filistin iktidarının vermiş olduğu taahhütlere sadık kalma yönünde mesaj verme” çağrısını yaptı. Fakat hükümetin dışındaki Amerikalılar – İsrail’in bir dostu olarak Türkiye’ye destek vermiş ve Türkiye’deki anti-Semitizm söylentilerinden giderek rahatsızlık duyan Yahudi grupları da dâhil – daha serbest davranmaktaydılar. Amerikan Yahudi Komitesi ise görüşmeyi “Sadece Batılı devletler değil, Birleşik Devletler’deki ve tüm dünyadaki Yahudi toplumu ve Türkiye’nin tüm dostları nezdinde ciddi hatalar doğuracak trajik bir hata” olarak nitelendirdi. 2006 senesinden itibaren İsrail’in özellikle Gazze’ye yönelik gerçekleştirdiği operasyonlarda Türkiye tarafından sert bir biçimde eleştirilmiştir.

2007 senesinden itibaren İsrail ve Suriye arasındaki görüşmelerin Türkiye’nin arabulucuğuyla başlaması, Ortadoğu Barış Süreci’nin en mühim ayaklarından birisi olarak görülen bir konunun çözüme kavuşturulması bakımından önem taşımaktaydı. Her iki tarafla da arası iyi olan Türkiye’nin arabuluculuk rolüne soyunmasının amacı Ortadoğu’nun en hayati sorunlarından birinin çözülmesinde anahtar rol üstlenerek bölgede büyük bir saygınlık kazanmaktı. Suriye’nin amacı ise Golan Tepeleri’ni geri almaktı. İsrail bakımından da Şam’ı, Tahran’dan uzaklaştırarak Tahran’ın etkinliğinin azaltılması ve Hizbullah ve Hamas ile İran’ın lojistik bağının kesilmesiydi. Gizli bir biçimde gerçekleştirilen bu barış görüşmeleri, Tel-Aviv’in 27 Aralık 2008’de Gazze’ye yönelik başlattığı “Dökme Kurşun Operasyonu” dolayısıyla durdurulmuştur. İsrail Başbakanı Olmert’in Ankara ziyaretinden sonra gerçekleştirilen operasyonla kandırıldığını düşüncesinde olan Ankara’nın tepkisi çok sert olmuştur.

2009 yılının Ocak ayı başında Davos Zirvesi esnasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasında Ortadoğu hakkındaki bir oturum esnasında yaşanan sert tartışma sonrasında Erdoğan’ın oturumu terk etmesi büyük bir krize yol açmıştır. One Minute vakası olarak bu diplomatik krizin ertesinde bu sene içinde iki taraf arasında birbirlerine yönelik yaptığı eleştiriler münasebetleri gergin bir hal almasına neden olmuştur.[4] 2009 yılının Ekim ayında meydana gelen diğer bir kriz ise 2001 yılından beri süren ve askeri anlaşmalar kapsamında Türkiye ve İsrail hava kuvvetlerinin iştirak ettiği Anadolu Kartalı Tatbikatı’na İsrail’in katılımının Türkiye tarafından iptal edilmesidir. Tatbikatın iptal edilmesinin askeri sebepler dolayısıyla olmadığının en önemli kanıtı Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesindeki açıklamadır. Bu açıklamada “Türk Silahlı Kuvvetlerinin yıllık planlı tatbikatlarından olan Anadolu Kartalı (AE-09/3) Tatbikatı 10-23 Ekim 2009 tarihleri arasında, Dışişleri Bakanlığı marifetiyle ilgili ülkeler arasında yürütülen temaslar neticesinde, uluslararası katılım ertelenmiş olarak Konya’da icra edilecektir” ifadeleri kullanılmıştır.

2010 yılında da bu iki ülke arasındaki ilişkiler krizler tarafından belirlenmiştir. İlk kriz, Türkiye’de yayınlanan Ayrılık adlı dizideki İsrail karşıtı tutum dolayısıyla İsrail’in tepkisini iletmek üzere Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’u davet ettiği esnada Büyükelçi Çelikkol’u kendisinden daha aşağı seviyede bir koltuğa oturtarak ve elini sıkmayarak hakarette bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Danny Ayalon’un bu davranışı iki başkent arasında diplomatik bir krize sebebiyet vermiştir. Alçak Koltuk Krizi[5] olarak adlandırılan bu olaydan sonra Türkiye, bir süreliğine Tel-Aviv’deki büyükelçisi danışmalarda bulunmak üzere geri çağırmıştır. Böylelikle iki başkent arasındaki münasebetler gerilmiştir.

Esas büyük çaplı kriz 31 Mayıs 2010 tarihinde cereyan etmiştir. İnsani Yardım Vakfı’nın önderliğindeki bir grup eylemcinin Gazze’deki ambargoya dikkat çekmek amacıyla meydana getirdiği bir milletlerarası yardım filosunun İsrail hükümetinin isteğine karşın Gazze’ye yanaşma çabası büyük bir krize yol açmıştır. 

Yardım filosu henüz milletlerarası sulardayken İsrail komandoları tarafından gerçekleştirilen bir operasyonla gemiler kontrol altına alınmaya çalışılmıştır.[6] 

Bu gemilerin içinden sadece Mavi Marmara gemisine yönelik çok sert bir müdahale gerçekleştiren İsrail ordusu, 9 Türk vatandaşının hayatını kaybetmesine ve 7’sinin ağır 24’ünün de hafif yararlanmasına sebep olmuştur. Olayın ertesinde Ankara, BM Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırmış ve Tel-Aviv’i kınayan bir mesaj yayınlanmıştır. Konu hakkında bir BM soruşturması açılması kararı verilmiştir. Literatüre “Mavi Marmara krizi” olarak geçen olayın ertesinde, Ankara münasebetlerin normalleştirilmesi için birtakım şartlar sıralamıştır. 

Bunlar İsrail’in kamuoyu önünde Türkiye’den özür dilemesi, Gemilere saldırı konusunda bağımsız bir soruşturmayı kabul etmesi ve Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılmasıdır.

Yukarıda anlatılan çerçevesinde birtakım değerlendirmeler yapmak mümkündür. İsrail’in kurulmasının hemen ertesinde onu 1949 yılında ilk tanıyan 

Müslüman ülke Türkiye olmuştur. Soğuk Savaş parametreleri gelişen ilişkiler Soğuk Savaş’ın bitmesinin ertesinde özellikle askeri ilişkileri de kapsayan çok boyutlu bir hal almıştır. 2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Türkiye’de tek başına iktidar olması neticesinde Türk dış politikasındaki bazı parametreler  aynı kalmakla beraber Profesör Ahmet Davutoğlu’nun teorik çerçevesini ortaya koyduğu yeni bir dış politika uygulanmaya başlanmıştır. 

Bu dış politikada temel olan hususlar komşularla sıfır sorun, maksimum bütünleşme ve ritmik bir diplomasi takip edilmesidir.

AK Parti’nin içinden çıktığı İslamcı hareketin Batı dünyası ve İsrail’e karşı olan düşünceleri dikkate alındığında bu partinin İsrail’e yönelik nasıl bir politika takip edeceği herkes tarafından merak edilmiştir. Bu dönemde Türk-İsrail ilişkilerinde en fazla öne çıkan husus Filistin meselesidir. 

AK Parti hükümetlerinin ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e yönelik sert söylemleri dikkat çekicidir. 

Hatta bu söylemler Batılı ülkeler ve Birleşik Devletler’deki akademisyenler ve politikacılar tarafından “Eksen Kayması” olarak nitelendirilmiştir. 

2006 yılında Hamas lideri Halid Meşal’in Türkiye’yi ziyaret etmesi, Türkiye gibi senelerden beri terörle mücadele eden bir ülkenin Batılı devletler ve 

Washington tarafından hazırlanan terör örgütleri listesinde yer alan bir örgütü ülkesine davet edip görüşmesi herkesi şoka uğratmıştır. 

Türkiye ise, Batı tarafından Filistin’deki seçimlere katılmasına izin verilen bir partinin seçimi kazanmasından dolayı dışlanmaması gerektiğini, onu daha ılımlı bir pozisyona çekmek için birtakım tavsiyelerde bulunduğunu söylemiştir.

2008’de İsrail’in Gazze’ye yönelik gerçekleştirdiği Dökme Kurşun Operasyonu, bozulmaya başlayan ilişkilerin üzerine adeta benzin dökmüştür. 

İsrail Başbakanı’nın ziyaretinin hemen ertesinde yapılan bu operasyondan dolayı Ankara, Tel-Aviv’i kınamıştır. 2009 yılında yaşanan One Minute Krizi, 2010 senesinde cereyan eden Alçak Koltuk Krizi ve Mavi Marmara Krizi ilişkileri gittikçe kötüleştirmiştir. 

Mavi Marmara Krizi sonrasında Türkiye’nin İsrail’den özür ve tazminat talepleri Tel-Aviv tarafından hala karşılanmamıştır. 

Diğer konularda da herhangi bir gelişme kaydedilememiştir.

Son zamanlarda İsrail tarafından Türkiye ile ilişkileri düzeltmeye yönelik birtakım girişimler olmasına rağmen Türkiye özür ve tazminat taleplerinin yerine  getirilmesinin iki başkent arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için bir önkoşul olduğu temelindeki politikasını sürdürmektedir. İki ülke arasındaki mühim konulardan birisini de İran İslam Cumhuriyeti’nin takip ettiği nükleer program oluşturmakta dır. İsrail’e göre İran’ın nükleer program geliştirmesi engellenmelidir. Çünkü Tel-Aviv, Tahran’ın nükleer program geliştirmekteki amacının bu teknolojiyi sivil alanlarda kullanmak değil nükleer silah yapmak olduğu iddiasındadır. Nükleer bomba geliştirdiği takdirde Tahran’ın bunu ilk önce kendisine karşı kullanacağını savunan İsrail, İran’ın nükleer programının müzakere yoluyla durdurulamayacağı nı düşünmektedir. Tel-Aviv bu programı durdurmak için gerekirse İran’ın nükleer tesislerine askeri saldırı gerçekleştirme taraftarıdır.

Türkiye ise bu konunun diplomasi yoluyla çözülmesi taraftarıdır. Ankara’ya göre İran’ın nükleer programını sona erdirmek için bir askeri müdahale yapılmasının zaten karmakarışık olan Ortadoğu coğrafyasında daha da ciddi krizlere yol açacağı kanısındadır. Bir yandan İran’ı nükleer programı konusunda daha şeffaf ve işbirliğine dayalı bir politika izlemesi için ikna etme çabasında olan Ankara, diğer yandan da bu sorunun askeri müdahaleyle halledilmemesi için soruna taraf olan diğer ülkelerle Tahran arasında mekik diplomasisi yürütmektedir.

İki ülke arasındaki münasebetlerin en önemli unsurlarından birisi her iki başkentin de Washington’la olan müttefiklik ilişkilerdir. Washington’un Ortadoğu bölgesine yönelik izlediği politikalar açısından Türkiye ve İsrail çok önemlidir. Çünkü Washington, Ortadoğu’da gerçekleştirmek istediği politikalarla ilgili olarak bu bölgedeki devletlere bu iki ülkeyi model olarak sunmaktadır. Burada önemli olan bir başka husus ise, Birleşik Devletler’deki İsrail lobisinin bu ülkenin dış politikasında oynadığı roldür. Bu hiçbir biçimde akıldan çıkarılmaması gereken bir gerçektir. Türkiye’nin Birleşik Devletler’de etkin bir lobisi yoktur. Kendisiyle ilgili Rum ve Ermeni lobilerinin getirdiği karar tasarılarına karşın Türkiye, İsrail lobisinin desteğine ihtiyaç duymuştur. 

Özellikle Ermeni lobilerinin baskısı sonucunda hazırlanan “Sözde Ermeni Soykırım İddialarının Kabul Edilmesi” tasarıları Ankara’nın girişimleri ve 

İsrail lobisinin çabalarıyla engellenmiştir. Fakat 2009 yılından itibaren yaşanan krizler neticesinde Birleşik Devletler’deki İsrail lobisi Türkiye’ye artık eskisi kadar destek vermeyeceğini ilan etmiştir.

Sonuç olarak ilişkiler şu anda iyi bir durumda değildir. Bu ilişkilerin mevcut durumuyla ilgili olarak Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu tarafından  çıkarılan Analist dergisinin Kasım 2012 sayısında Chicago Üniversitesi profesörlerinden ve uluslararası ilişkilerde yapısal realizm teorisinin en önemli kuramcılarından birisi olan John J. Mearsheimer’la yapılan röportajdaki tespitler kanımca durumu çok iyi bir biçimde özetlemektedir.[7] 

Mearsheimer’e  göre mevcut noktada ve geçtiğimiz birkaç yıl süresince Türkiye-İsrail münasebetlerinin kötü olduğu açıktır. Mearsheimer’e göre bundan sonraki süreçte iyileşme olasılığı oldukça düşüktür. Bu durum kısmen Mavi Marmara olayından kaynaklansa da esasen İsrail’in Filistinlilere yönelik tutumundan ileri germektedir. İsrail, Filistinlilere bu denli kötü muamelede bulunmakta ısrarcı olduğu sürece ne Türkiye ne de Ortadoğu’daki bir Müslüman ülke için İsrail’le dostça ilişkiler geliştirmek mümkündür. Mearsheimer’e göre Ankara’nın Tel-Aviv’den uzaklaşma politikasının zamanını yanlış hesaplamış olması ihtimali sorgulanabilir. Birleşik Devletler’deki İsrail lobisinin, karar alıcıları, Ankara’nın cezalandırılması doğrultusunda zorlayacağı için Türkiye’nin İsrail’den  uzaklaşmak ta hata ettiğini düşünenler olabilir. Ancak bu eleştiriler, Ankara’nın Tel-Aviv’e karşı yaptırım ve pazarlık gücünü dikkate almıyor.

Burada üzerinde durulması gereken iki faktör bulunuyor. Birincisi, Washington Ankara’ya gereksinim duymaktadır. Birleşik Devletlerin Ortadoğu’da ciddi sıkıntılar yaşadığını ve bu sebeple mümkün olduğunca dost edinmeye çalıştığını belirten Mearsheimer, Washington’un bu noktada en son isteyeceği şeyin Türklerle arasını bozmak olacağının altını çizmektedir. Durum böyleyken, İsrail veya İsrail lobisi Türkiye’ye sert davranması hususunda Washington’a baskı yapsa bile Amerikan hükümeti Ankara’ya duyduğu gereksinim neticesinde bu amacına ulaşamayacak tır. İkinci faktör ise İsrail’in Türkiye’ye karşı sert bir tutum takınmaması olarak ifade edilebilir. İsrail aslında Türkiye’yle münasebetlerini daha da kötüleştirmeyi değil iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini arzulamaktadır. İsrail ve lobi, Ankara ve Washington münasebetlerini eski günlerine döndürmek istemesinin sebebi, Tel-Aviv’in de aynen 

Washington gibi Ankara’ya gereksinim duymasından ileri gelmektedir. Ankara’nın sahip olduğu pazarlık gücü sayesinde Ankara’ya Tel-Aviv’le münasebetlerinin bozuk olmasından dolayı Washington tarafından herhangi bir bedel ödetilmediğini vurgulayan Mearsheimer, aksine İsrail’e karşı durmaya istekli birkaç ülkeden biri olduğundan ötürü Ankara’nın kahramanca bir rolü oynuyormuş gibi göründüğünü ifade etmektedir.

Sina KISACIK

[1] Tayyar Arı, Liderler, Kanaat Önderleri ve Kamuoyunun Gözünden Yükselen Güç Türkiye-ABD İlişkileri ve Ortadoğu, Bursa: MKM Yayıncılık, 2010, ss. 118-120.

[2] Serhat Erkmen, “Türkiye-İsrail İlişkileri: Stratejik İşbirliğinden Sorunlu ya da Zorunlu İlişkiye”, içinde 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci (ed.), Ankara: USAK Yayınları, 2011, s.93.

[3] Philip H. Gordon, Ömer Taşpınar, Winning Turkey How America, Europe, and Turkey Can Revive A Fading Partnership, Washington: Brookings Institution Press, 2008, s. 33.

[4] Kemal İnat, İsmail Numan Telci, “Türkiye’nin İran, İsrail/Filistin ve Suriye Politikası 2009” içinde Türk Dış Politikası Yıllığı 2009, Burhanettin Duran, Kemal İnat, Muhittin Ataman (ed.), Ankara: SETA Yayınları, 2011, ss. 130-133.

[5] Daha fazla bilgi için lütfen bakınız, Bilal Karabulut, “Alçak Koltuk Krizi”, içinde Türk Dış Politikasında 41 Kriz, Haydar Çakmak (ed.), Ankara: Kripto Yayınları, 2012, ss.375-383.

[6] Kemal İnat, İsmail Numan Telci, “Türkiye’nin İran, İsrail ve Suriye Politikası 2010”, içinde Türk Dış Politikası Yıllığı 2010, Burhanettin Duran, Kemal İnat, Mesut Özcan (ed.), Ankara: SETA Yayınları, 2011, ss. 111-115.

[7] Daha fazla ayrıntı için bakınız, Chicago Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. John Mearsheimer ile Mülakat. “İsrail, Türkiye’nin Stratejik Rakibi Olacak Güçte Değil!”, Mülakat: Osman Bahadır Dinçer ve Reyhan Güner, Analist, Kasım 2012, ss. 28-31.


http://politikaakademisi.org/2012/11/12/turkiye-israil-iliskilerinde-duzelme-mumkun-mu/


***


29 Eylül 2020 Salı

21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 4

21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 4


Türkiye'nin, Enerji ve dış politika ekseninde izlediği politika ve stratejilerinin bir diğer önemli kısmını Ortadoğu bölgesi oluşturmaktadır. Ortadoğu bölgesi dünyanın en zengin petrol kaynaklarının bulunduğu bölgelerden biridir. Türkiye, Ortadoğu ülkelerine yönelik politikalarını belirlerken, bölge ülkeleri ile uzlaşma içerisinde bir siyaset izleyerek özellikle ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi yönünde politikalar geliştirmiştir. Son yıllarda uluslararası aktörlerin müdahaleleri ve Suriye'de var olan iç savaş bu gelişimi zorlaştırmış olmasına rağmen bölge ülkeleri ile ekonomik ilişkilerin devamı sağlanmaya çalışılmaktadır. İran ile yapılan petrol ve doğalgaz enerji ticaretinin yanı sıra Irak bölge olarak kilit rol üstlenmektedir. 

Yaklaşık 115 milyar varil petrol rezervi ve günlük 2 milyon varil kapasitesi olmasına karşı bu üretim kabiliyetinin % 90'nını kullanamayan Irak önemli bir yer tutmaktadır. Aynı zamanda Irak, Ortadoğu ve Arap yarımadasına açılan önemli bir kapıdır. Irak'ta, kriz zamanında yaşanılan sıkıntılar ve Hürmüz Boğazı'nın kapatılması gibi etkenlerden dolayı petrolün kuzeye doğru aktarılma perspektifi oluşmuştur. Bu durum Türkiye'nin, Kerkük boru hattı ve bölgenin diğer petrol hatları için Ceyhan'ı terminal yapma hedefi için önemli bir avantajdır. Türkiye, Kerkük petrol boru hattına paralel bir hat ile Irak doğalgazını değerlendirmek istemektedir. 

Ayrıca, Trans-Anadolu arasındaki boru hattı projesi de tamamlandığında Türkiye, kuzey ve güney arasındaki köprüyü büyük ölçüde tamamlamış olacaktır. 

Türkiye, 21'inci yüzyılda var olan enerji savaşında küresel ve bölgesel aktörler ile ikili ve çoklu ilişkilerini maksimum seviyede tutarak ''Büyük Türkiye'' olma hedefi doğrultusunda belirlediği enerji hedefi olan ''Enerji koridoru ve Eneri Merkezi'' konumunda ülke olabilmek için istikrarlı ve kararlı bir dış politika izlemek hedefindedir. Dünya da var olan güç savaşının enerji üzerine kuruması ve Türkiye'nin bu güç savaşında arzuladığı konumu ve gücü yakalayabilmek için dünya enerji savaşındaki hamleleri iyi analiz etmek çabasındadır. Elde ettiği argümanlar ile en sıhhatli dış politika eksenini oluşturmak ve özellikle küresel ve bölgesel aktörlerin güç mücadelesindeki dengeleri gözeterek kendi menfaatleri doğrultusunda başarılı olacak politikalar izlemek amacındadır. Türkiye öncelikle fosil kaynak yetersizliğini, enerji kayıpları ve yenilenebilir enerjinin üretimdeki az olan yeri gibi sorunlarına sahiptir. Bunun yanında enerjinin transferi için terör sorunu,boğazlar ve Akdeniz'de kıta sahanlığı gibi uluslararası sorunlar ile karşı karşıyadır. 21.yüzyılda verilen enerji savaşında Türkiye hedefleri çerçevesinde öncelikle belirlediği sorunları gidermek ve giderdiği sorunları ile dış politikasında güçlü ve kararlı yol izleyerek var olan enerji savaşında ''Enerji Merkezi ve Koridoru'' olarak dünyadaki konumunu güçlendirmek hedefindedir. 

3. SONUÇ 

Bu çalışma, gelişen süreç içerisinde enerjinin ülkelerin sürdürülebilir kalkınmaları ve dünya güç dengelerinde yerini alabilmesi için oluşturacağı stratejiler ve bu stratejiler eksenli oluşturulacak, dış politikalarının ana eksenin de enerjinin stratejik konumuna değinilmiştir. Özellikle, 21'inci yüzyılın, ana gündemi ve nedeni olan enerji kaynakları üzerinde yaşanan güç savaşında küresel ve bölgesel aktörlerin enerji politikalarına ve bu politikalar doğrultusunda Türkiye'nin enerji hedefi, geliştirdiği politikalar ve oluşturduğu enerji politikalarının komşuları ile ilişkilerine etkisinden bahsedilmiştir. Çalışmadan anlaşıldığı gibi Türkiye, enerji bağımlısı bir ülkedir. Yetersiz fosil kaynak yapısı ve enerji verimliliğinin düşük seviyelerde olması, gelişmekte olan yapısı ve sürdürülebilir kalkınmasının kapsamında, enerji ihtiyacının giderek artacağı tespit edilmiştir. Türkiye, fosil kaynak yetersizliğinin etkisini en aza indirgeyebilmek için yenilenebilir enerji kaynaklarından maksimum verim elde edebilmek amacındadır. Çıkartılan kanunlarla yerli ve yabancı yatırımcıların ilgisini çekerek iç piyasada bir enerji çeşitliliği ile yatırımları arttırmak istenmiştir. Türkiye'nin, yenilenebilir enerji potansiyeli oldukça yüksektir ve Kyoto protokolü çerçevesinde temiz enerjiye yönelişi arttırarak enerji çeşitliliğini arttırmaya çalışmaktadır. Hidroelektrik santraller, Rüzgâr santralleri ve Güneş santrallerinden elde edebileceği önemli miktarda enerji potansiyeli bulunmaktadır. Bu potansiyelden yararlanabilmek için Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) ve benzer kurumların araştırmalarını en doğru şekilde yaparak, kurulacak olan tesislerden maksimum verim elde etmek zorundadır. Türkiye, iç politikasında bu hedeflerde iken, enerji politikaları ekseninde ortaya koyduğu vizyon ve hedef,  ''Enerji Merkezi ve Koridoru olan Merkez Ülke'' olmaktır. 

Türkiye'nin, coğrafi konumu ve dünya enerji kaynaklarını incelendiğinde   Türkiye'nin dünya fosil enerji kaynaklarının büyük bir kısmına sahip olan Ortadoğu, Orta Asya bölgelerine yakınlığı ve aynı zamanda enerji aburu Avrupa ülkeleri ile arasında merkez köprü olacak bir konumda da olduğu gerçeği ile karşılaşılmaktadır. 

Enerji bağımlılığının, dış politikalarında kısıtlayıcı bir etki yaratmasına karşı  jeo stratejik konumu ile bu kısıtlılığın önüne geçebilme imkânına sahiptir. 

Türkiye, dünyada verilen enerji savaşında küresel ve bölgesel aktörler ile yakın ilişki içerisindedir. ABD, Rusya ve AB arasında ki güç savaşında belirleyici rol üstlenmek ve dünyada ki konumunu güçlendirmek isteyen Türkiye, aynı zamanda bölge ülkeleri ile ikili ve çoklu ilişkiler kurarak hedeflerine ulaşmak isterken, bölgesel aktörler ile rekabet halindedir. 

ABD, Soğuk Savaş döneminden sonra yakaladığı tek süper güç konumunu   kaybetmemek için içinde bulunduğumuz çok kutuplu güç sisteminde kendisine tehlike oluşturacak bir yapılanmanın önüne geçme hedefi içerisindedir. 

AB enerji oburu bir topluluktur. Özellikle, toplum refahının ve sürdürülebilir  kalkınmanın temeline oturan enerjiye bağımlılığı AB'nin yumuşak karnıdır. İzlediği politikalar ile öncelikle enerji arz güvenliğini sağlamak hedefindedir.  Rusya, SSCB'nin dağılmasından sonra 21'inci yüzyılın temel gündem maddesi olan enerji kaynaklarına sahip olması, Ortadoğu ve Orta Asya bölgelerine yakınlığı ve bölge ülkeleri ile olan ilişkileri ile oluşan yapısını enerji süper gücü olarak kullanarak tekrar dünya süper gücü olmak hedefindedir. 

    Türkiye, küresel güçlerin bu güç savaşı içerisinde aktif bir rol izlediğini  görmekteyiz. Özellikle komşu ülkeleri ile geliştirdiği ilişkileri ve beraberin de oluşturduğu büyük projeler ile Doğu-Batı ve Kuzey-Güney enerji koridoru, Enerjide merkez ülke olma hedefi için güçlü adımlar atmıştır. Bir tarafı üretici kaynak ülkeler, diğer tarafı enerji oburu tüketici ülkelerle çevrili olan Türkiye, coğrafi konumunu etkin kullanarak geliştirdiği projeleri kazan-kazan politikasını benimseyerek hayata geçirmektedir. 

Türkiye bu süreç içerisinde en önemli avantajı olan jeopolitik konumu ve özellikle  bölge ülkeleri ile olan tarihsel ve kültürel dinamiklerini harekete geçirmesi    hedeflediği ''Büyük Türkiye'' vizyonuna ulaşmasındaki en önemli argümanıdır. Son olarak Türkiye, dünya siyasetini, bölgesel gelişmeleri ve özellikle dünya enerji teknolojileri ve kaynaklarını doğru analiz ederek anlamalı ve hedefleri  doğrultusunda geliştirmekte olduğu konumunu, sürdürülebilir kalkınması için enerji politikalarına yansıtarak gelişmiş ülkeler seviyesine çıkmanın yolunu bulmalı ve geliştirdiği teknolojileri, projeleri ve güçlü konumunu kullanarak dünyaya milli güç unsuru olarak servis etmeli ve dünya aktörleri içerisinde yerini almalıdır. 

KAYNAKÇA 

AKOVA, İsmet(2008). "Yenilenebilir Enerji Kaynakları". Nobel Yayın Dağıtım. Ankara. 

Arı Tayyar(2004), Irak, İran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, Alfa Yayınları, İstanbul, 224. 

ATAMAN, A.Rüya(2007). "Türkiye'de Yenilenebilir Enerji Kaynakları". Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 

      Kamu Yönetimi ve Siyaset Anabilim Dalı. Ankara. ss. 97. 

Aydoğan Metin(2003), AB'nin Neresindeyiz?: Tanzimattan Gümrük Birliğine, İstanbul, Kum Saati Yayınları, s. 170. 

BERNAL, Richard L(2002). "The Aftershock of 9/11: Implications for Globalization and World Politics". University of Miami. The Dante B. Fascell 

     North-South Center. Working Paper Series. Paper No: 10. September. 

Best Antony, H.M.Hanhimaki, Joseph A. Maiolo, Kirsten E. Schulze(2006), Uluslararası Siyasi Tarih, Yayın Odası, İstanbul, : 219. 

BRZEZİNSKİ, Zbigniew(2012). "Strategic Vision: America and the Crisis of Global Power". New York Basic Books. 

Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü(2011), “Çevre ve Temiz Enerji:''Hidroelektrik”, Haz.,Özcan DALKIR ve Elif ŞEŞEN, Ankara, MRK 

     Matbaacılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti., : 14. 

Çolakoglu Selçuk(2004). “Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Geleceği Ve Çin”, Uluslararası İlişkiler, Cilt:1 Sayı:1, s.177. 

Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi(2013), Enerji Raporu. 

EDİGER, Ş.V(2007). "Enerji Arz Güvenliği ve Ulusal Güvenlik Arasındaki İlişki". Enerji Arz Güvenliği Sempozyumu. Genel Kurmay ATASE Başkanlığı. Stratejik 

     Araştırma ve Etüt Merkezi (SAREM). Genelkurmay Basımevi. YayınNo. 47. Ankara. 

ENERJİ ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı(2012). "Hidroelektrik Enerjisi Nedir?".          http://www.eie.gov.tr/yenilenebilir/h_hidrolik_nedir.aspx 

Etemoğlu, A.B. ve İşman, M.K.(2004),‟Enerji Kullanımının Teknik ve Ekonomik Analizi”, Mühendis ve Makine Od.'’, Cilt 529, s.19-23. 

European Comission (2000), Annex 1,'' Tecnical Background Document - Security of Energy Supply'' ,(Summary), Green Paper, COM (769) 

İsmail Hakkı İşcan(2002). Küresel Değişimin Getirdiği Yeni Stratejilerle Enerji Güvenliği Sorunu ve Türkiye. Avrasya Etütleri, 22: 87-117 

Pamir Necdet(2005). AB’nin Enerji Sorunsalı ve Türkiye, Stratejik Analiz Dergisi, Cilt No 6, Sayı 67, Kasım. 

Karluk, R.(2002). Türkiye Ekonomisi, Beta Basın Yayım, Ankara, s.239- 255. 

SATMAN, Abdurrahman(2006). "Dünya Enerji Kaynakları". Türkiye Enerji ve Kalkınma Sempozyumu. TASAM. Nisan. 

UEA (2012) - World Energy Outlook. 

UĞURLU, Örgen(2006). "Türkiye'de Çevresel Güvenlik Bağlamında Sürdürülebilir Enerji Politikaları". Yayımlanmamış Doktora Tezi. Ankara Üniversitesi Sosyal 

     Bilimler Enstitüsü Sosyal Çevre Bilimleri Anabilim Dalı. Ankara. 

ÜNAL, Mustafa(2011). "Rus Dış Politikasında Enerjinin Rolü ve AB Enerji Politikasına Etkisi". Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü AB ve Uluslararası Ekonomik İlişkiler Anabilim Dalı. Ankara. 

Vladimir Putin (2005). '' Opening Address to the Meeting of Security Council of Russia on the Role of Russia in Guaranteeing International Energy Security'', 22 December. 


***

21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 3

 21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 3


2.3. Rusya'nın Enerji Politikaları 

SSCB'nin dağılmasının ardından yenidünya düzeni oluşmaya başlasa da Rusya,  SSCB'nin dünya ya mirası olarak kalmıştır. Rusya, Aralık 2005'teki Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısında kendine ''enerji süper gücü'' olma hedefi koymuştur ve V. Putin tarafından dünya kamuoyuna resmen ilan edilmiştir.(Putin, 2005) Rusya, süper güç olma hedefleri doğrultusunda ülke politikasını ve bu eksen çerçevesinde dış politikasını özellikle V. Putin iktidara gelmesi ile birlikte enerji kaynakları üzerine kurgulamış, enerji konusunda büyük atılımlar ve yatırımlar yaparak Gazprom'u dünya şirketi haline getirmiştir. 

Rusya, özellikle kendi kaynaklarını ve dünya enerji kaynaklarının büyük bir kısmına sahip olan Ortadoğu ve Orta Asya bölgelerindeki hâkimiyetini muhafaza ederek ağırlıkla Orta Asya enerji kaynaklarını dünya pazarına kendi üzerinden ulaştırmak istemektedir. Rusya'nın bölgeye yönelik dış politikasının temel hedefi istikrar, sınır güvenliği ve işbirliği olmuştur.(Çolakoğlu, 2004) Rusya'nın enerjiye ve enerji güvenliği üzerine olan politikalara vermiş olduğu ağırlık bu politikaların doğru kullanılmasıyla elde edilecek siyasi ve ekonomik güç ile tekrar süper güç olma yolunda şansını ve ihtimalini arttırmaktadır. Bu nedenle, Rusya'nın enerjiye ve enerji güvenliği üzerine olan politikalara vermiş olduğu ağırlık bu politikaların doğru kullanılmasıyla elde edilecek siyasi ve ekonomik güç ile tekrar süper güç olma yolunda şansını ve ihtimalini arttırmaktadır.(Unal, 2011) 

Rusya'nın yapısını incelediğimiz zaman gelişiminde ve dış politikasın da enerjinin kapladığı hacmi tahmin etmek zor olmayacaktır. Rusya'nın geçmişten günümüze gelen tarihsel misyonu ve sahip olduğu enerji potansiyeli nedeniyle dünyada ve bulunduğu bölgede stratejik bir güçtür. Bu stratejik konumunu güçlendirmek ve 21.yüzyılda yaşanan enerji savaşı içerisinde enerji güvenliğini sağlamak için daha devletçi politikalar izlemektedir. Bu politikalar özellikle doğalgaz üretimi ve boru hatlarıyla dağıtımı, sektöründeki üstünlüğünü koruması anlamına gelmektedir.(Ediger, 2007) 

Rusya'nın izlediği sert ve devletçi politikalar AB ve ABD gibi diğer küresel  rakiplerini rahatsız etmektedir. AB'nin Rusya'ya alternatif üretme çabasına, Rusya ''böl ve yönet'' stratejisi ile karşılık vermektedir. Birlik üyeleri ile ikili şekilde enerji anlaşmaları yapan Rusya, Birliğin bütünsel etkisini kırmak ve kendisine olan bağlılığını arttırmak istemektedir. Kuzey Akım projesi ile Almanya'ya doğalgaz akışı sağlaması ve bunu ikili anlaşma eşliğinde yapması ve Bulgaristan ve Yunanistan ile Güney Akım projesi yapması, uyguladığı bu strateji üzerinde önemli birer örnektir. Ayrıca SSCB'nin dağılması ile bağımsızlıklarını kazanan Orta Asya bölge ülkeleri ile direk temas halinde olarak hâkimiyetini sürdürmek istemektedir. 

Bölge ülkelerinin dünya pazarına açılan kapısı olmak ve böylelikle Orta Asya bölgesinin enerji güzergâhını ve kaynak hâkimiyetini elinde bulundurmak istemektedir. 11 Eylül olayları ile Amerika'nın Afganistan'a yerleşmesi ve son yıllarda Türkiye'nin bölgeye olan ilgisi ve geliştirdiği politikaları hayata geçirmesi Rusya'nın bölge hâkimiyetine zarar vermiştir. Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan temelli oluşturulan Bakü-Tiflis-Ceyhan(BTC) petrol boru hattı ve Bakü-Tiflis-Erzurum(BTE) doğalgaz boru hattı, Rusya'nın bölge üzerindeki hâkimiyetine zarar veren önemli gelişmelerdir. BTC' ye Kazakistan'ın da katılması ve petrol aktarması bölgede gelişen yeni siyasi hareketliliğin belirtisidir. Bölge ülkeleri Rusya dışında alternatifleri değerlendirerek tam bağımsızlık için adım atmaktadırlar. Rusya, tüm yaşananlara rağmen bölgenin en önemli gücü olmaya devam etmektedir. Özellikle Nabucco projesinin hayata geçirilmesini engelleme çabaları ve Orta Asya bölgesi için AB, Türkiye ve ABD ile verdiği rekabette Çin ve İran odaklı strateji izlemesi güçlü bir stratejik hamledir. Rusya'nın, Güney Osetya'yı işgal etmesi, Kırım'ın işgali gibi sıcak çatışma ortamları yaratmasının temelinde bölge üzerindeki enerji savaşında hâkim güç olduğunu göstermek istemesidir. 

Ortadoğu ve İran, Rusya için çok önemli konumdadır. İran'daki nükleer program  içerisinde aktif yer alması, İran üzerindeki ambargo zamanında İran ile arasındaki iyi ikili ilişkileri koruması, Rusya'yı bölgede etkin kılan nedenlerden biridir. Bu nedenle, İran enerji kaynaklarının batıya aktarımı konusunda batı ile ilişkileri iyi ve batının kontrolünde bir İran oluşumunu asla istememektedir. Ayrıca Rusya'nın son olarak Ortadoğu bölgesinde ABD öncülüğünde AB ve Türkiye'nin etki alanının gelişmesini kendisinin ülke menfaatlerine ters düştüğünden hareketle bölgede silahlı bir müdahale ile taraf olması yaşanılan enerji savaşında gerilimin bir hayli artmasına neden olmuştur. ABD, AB'nin Rusya üzerinde uyguladığı yaptırımlar karşısında ekonomik olarak zorlanmasına karşın Rusya'nın, Çin ile yapmış olduğu uzun süreli enerji anlaşması ise bir nebze nefes almasını sağlamıştır. Çin ile izlenen bu stratejik yakınlaşma ileride Rusya ve Çin arasında güçlü bir ikili rekabet oluşmasına zemin hazırlama riskini barındırmaktadır. Rusya'nın yaşadığı ambargoyu kendine fırsat bilen Çin hem artan enerji talebini daha ekonomik karşılama imkânı bulmuş hem de Rusya ile kurduğu stratejik ortaklık ile Orta Asya bölgesine yakınlaşmıştır. 

Rusya yaşadığı ekonomik sıkıntılara rağmen askeri ve mevcut kaynak gücü ile  21.yüzyılın enerji savaşında üstün yanları olan güçlü bir aktör gözükmektedir. Fakat ekonomisinin yarısından fazlasının enerji kaynaklarının gelirlerine bağlı olması, alt yapı verimsizliği zayıf tarafları olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm bunlara rağmen Rusya, 21. yüzyılın yaşadığı enerji savaşında gerek bölgeye yakınlığı gerek mevcut gücü gerekse tarihsel bütünlüğü göze alındığında en önemli küresel aktörlerden biri olarak daima yaşanan enerji savaşının içerisinde güçlü bir aktör olarak bulunacaktır. 

2.4. Çin'in Enerji Politikaları 

Çin, enerji tüketiminde ABD'den sonra gelen ve son yıllarda ortalama %9-11 büyüme hızı ile dünya denkleminde etkin rol alma kabiliyetinde olan güçlü ülkedir. Çin, 1979 yılından itibaren ekonomik büyümeye önem vermiş ve bunun içinde kurduğu ekonomik bağlarla savaş ve çatışmalardan kaçınarak ''Barışçıl Kalkınma'' stratejisi çerçevesince bir dış politika oluşturmuştur. Ekonomik kalkınma ve askeri gücüyle ve barışçıl stratejisi sayesinde bölgede hızla büyüyerek ve küresel denklem içerisinde hâkimiyet kurma eğilimi içerisindedir. Bu anlamda, Kafkasya ve Orta Asya bölgesindeki yatırımları ile dikkat çekmektedir. 

Çin, özellikle enerji arzı noktasında rezervlerini doğru kullanma eğiliminde  olmuştur. Buna rağmen artan yurtiçi enerji talebi karşılamakta zorlanan Çin, 2035 yılında enerji ithalatının %70'in üstüne çıkacağı düşünülmektedir. Sera gazı problemlerine rağmen en büyük rezerv kaynağı olan kömür santralleri ile enerji arzını iç dinamikleri ile sağlamaya çalışırken, bölgede yaptığı yatırımlarla  büyümesine ve enerji arzı noktasında ihtiyaçlarını karşılama çabasındadır. Çin, 1990'lı yıllarda başlayan enerji sektöründeki özelleştirmeye dayalı yapılandırma çalışmalarını başlarken, 1998'den itibaren de petrolde devlet kontrolünü güçlendirmeye çalışmaları yapmıştır. Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerinde Rusya ve ABD ile çatışmaktan uzak bir siyaset izleyen Çin, bölgede Batı ve Rus şirketlerinin verimli görmedikleri bölgelere devlet destekli firmalarını sokarak yayılma politikası uygulamıştır. 

Çin'in bu politikaları yakın vade de bir tehlike gözükmese de uzun vade de Türkiye, Rusya ve İran'ın Orta Asya bölgesi için en çetin rakip olarak, tehlikeli boyutlara gelecek bir rekabetin ana unsuru olacaktır. ABD'nin, İran'a uyguladığı ekonomik ambargo karşısında ılımlı bir politika izleyen Çin, ABD'yi karşısına almadan İran ve Rusya yanlısı bir politika izleyerek, İran ile petrol karşılığında teknoloji, mühendislik hizmetleri, silah ticareti gibi ticaret yollarını ilerletip İran'dan enerji temin etmektedir. Çin izlediği u barışçıl siyaset ile hem Ortadoğu hem de Orta Asya enerji pazarlarına güçlü ve rahat şekilde giriş yapma şansına sahip olmuştur. 

ABD'nin, Rusya üzerinde kurduğu ambargodan yararlanan Çin, 40 yıllık süre ile 30 milyar m³'lük anlaşması ile Rusya'yı rahatlatırken, kendine de sürekli bir enerji akışı anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma ile Orta Asya pazarına önemi bir etki yapan Çin bölge enerji kaynaklarının eksen kayması içinde alternatif oluşturmuştur. 

AB ve ABD'nin uyguladığı yaptırımlara karşı, Çin'in bu yapmış olduğu anlaşma bir bakıma da dünya aktörlerine meydan okuma anlamını ve varoluşunu dile getirmek olarak algılanabilir. Çin'in küresel güç olma ve sürekliliğini sağlamada belirlediği barışçıl ve yumuşak dış politikası ile bölgedeki hâkimiyet alanını genişletmesinin yanı sıra büyümenin getirdiği riskliliği verimliliğe dönüştürerek minimize edebilmesi ve içyapısındaki düzensizlik ve dengesizliği çözümleme yeteneği büyüme ve küresel aktör olan, Çin'in gizli sırrı olarak ayrıca analiz edilmesi gereken bir özelliğidir. Çin var olan dinamik gücü ve izlediği politikalar ekseninde 21.yüzyılın enerji savaşında dikkatle izlenmesi gereken bir aktördür. 

2.5. Türkiye'nin Enerji Politikaları 

 Türkiye mevcut enerji kaynakları göz önüne alındığında kendi kendine yetebilen bir ülke değildir. Ayrıca hızla artan enerji ihtiyacını karşılamak durumundadır. Türkiye, enerji kaynakları adına kısıtlı olmasına karşı, jeopolitik konumu ve gelişen teknoloji, yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırımı ile bunu en asgari koşullara indirme şansı bulunan bir ülkedir. Fakat Türkiye'nin çok uzun yıllara dayanan bir enerji stratejisi yoktur. Uzun yıllara dayanan Soğuk Savaşın, ideolojik kutuplaşması veya 1980-1988 yılları arasında süren İran-Irak savaşı gibi dış etkenlerin yanında, 1970 ve 1980'ler süresince kırılgan bir iktisadi yapısının olması, iç etkenler, uzun yıllar boyunca geniş çaplı ve uzun soluklu bir enerji politikasının geliştirilememesin de önemli sebeplerdendir. Özellikle dünya enerji rezervlerinin büyük bir kısmına sahip komşu ülkeler ve bölge ülkeleri ile kurulamayan ilişkiler bugün oluşturulmak istenen dış politika ve ticaret için dezavantaj olarak gözükmektedir. 

Türkiye'nin, son yıllarda izlediği ''komşularla sıfır sorun'' politikası ve istikrarlı  büyüyen ekonomik ve siyasi yapıya sahip olan bir ülke olması transit potansiyelini ve ticari yatırımlar için uygunluğunu ön plana çıkartmaktadır. Ayrıca tüketici konumundaki ülkelerin enerji ihtiyacı kadar üretici olan ülkelerinde pazar ve tüketici ihtiyacı söz konusu olduğu enerji denkleminde hem kendi pazarı hem de Avrupa pazarına açılan güvenli ve ekonomik güzergâh oluşu önemli bir avantaj oluşturmaktadır. Sahip olduğu bu avantajlı potansiyeli ile Türkiye, jeostratejik konumu ile bir enerji koridoru olarak kullanmaya çalışmaktadır. İzlediği doğru dış politikalar, ikili ve çoklu enerji anlaşmaları ile enerji çeşitliliğini sağlayarak enerji arz güvenliğini temin etmek istemektedir. 

Türkiye'nin hedeflediği ''Büyük Türkiye'' vizyonu içerisinde ki enerji politikasının  hedefi ''Enerji Merkezi ve Koridoru'' olarak açıklaması ve bunun içinde coğrafi konumunu avantaj olarak ön plana çıkarması mevcut konjonktür içerisinde doğru bir eğilimdir. Bu jeostratejik konumu ve enerji hedefi içerisinde Balkanlar, Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerinin Türkiye'nin enerji politikaları için içerdiği anlamları şu şekilde özetleyebiliriz. 

Balkanlar; Türkiye'nin dış politikası içerisinde geliştirdiği enerji politikasının en önemli sütunlarından bir tanesidir. Şöyle ki, Enerji üretimi, enerjinin taşınması gibi etkenlerin ekseninde ülkelerin yaşamış olduğu en büyük sorun olan pazar sorunun sonlanabilmesi için var olan en önemli pazar olan Avrupa ülkelerine açılan kapıdır. 

Ortadoğu; Siyasi dengesizliklerin yanı sıra Ortadoğu, küresel güçlerin enerji  savaşlarına adres olmuş en önemli bölgedir. Büyük enerji kaynaklarına rağmen istikrarsız siyasi yapısı ve oluşumları ile stratejik bir konumdadır. Türkiye'nin enerji arz güvenliği için kaynak ve Arap yarım adasına açılan kapısı olması Ortadoğu bölgesinin önemini arttırmaktadır. 

Orta Asya; Ortadoğu'dan sonra Kafkasya tarih boyunca en ciddi enerji savaşları na ev sahipliği yapmıştır. SSCB'nin tarihe mal oluşunu takip eden günler de yeni Rusya'nın bölgedeki etkinliğini kaybetmemek için girişimleri, Çin'in bölgedeki boşluktan yararlanarak yaptığı manevralar, ABD'nin ve batı dünyasının aynı çerçevede fırsatlardan yararlanmak üzere devreye girişi ve Ankara'nın oluşturduğu enerji politikaları kapsamında tarihi, kültürel ve reel politik dinamikleri ile rekabetin politik anlamda yaşandığı en şiddetli arenadır. 

 Türkiye bölgesel uzantıları ile üç farklı düzlemin merkez noktasında olan bir ülke olarak bu coğrafi konumunu enerji hedefleri içerisinde oluşturduğu dış politikalarında kullanarak avantaj elde etme şansına sahiptir. Türkiye oluşturduğu dış politikalar ile açmaz ve açılımlarıyla sahip olduğu bu üç ayrı bölgenin ortak avantajlarını birleştirerek küresel bir enerji terminali ve gücü olma şansına sahiptir. 

Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin en önemli önceliği sürdürülebilir kalkınmayı istikrarlı şekilde sağlamak ve artmakta olan enerji ihtiyacını en doğru çalışmalar ve dış politikalarla, bağımlılıktan kurtulmayı sağlamaya yönelik çalışmalar yaparak karşılamaktır. Türkiye konumu itibariyle, batının en doğusunda, doğunun da en batısında ve kuzey, güney eksenin tam ortasında, dünya enerji kaynaklarının yaklaşık % 70'ine sahip olan, kuzeyde Rusya, doğusunda Orta Asya ülkeleri ve güneydoğusunda Ortadoğu bölge ülkelerine komşu olan stratejik önemi muazzam bir ülkedir. İçerisinde bulunduğu coğrafyada aynı zamanda etnik, dini ve kültürel olarak etkinliğe sahip ve doğrudan bağları olan bir ülkedir. Bu coğrafya için ünlü stratejist, Zbigniew Brezinski vurguladığı ''Avrasya Bölgesi Güç Dengesi'' dünyanın geleceği ve jeostratejik dengeler ve oluşacak küresel güç dengeleri için en belirleyici faktörlerden biridir.(Brzezinski, 2012) Söylemi, son yıllar da bu coğrafyanın en hızlı büyüyen ve güçlenen devleti olarak, 21'nci yüzyılın enerji savaşında konumu ve yapısı itibariyle dikkat edilesi önemli bir konumdadır. 

Türkiye, jeopolitik konumu, tarihsel misyonu ve mevcut potansiyeli göz önüne  alındığında büyüyen ekonomisi ile G-20 ülkeleri içerisinde olması ve beraberin de ''Büyük Türkiye'' vizyonu ile dünyanın gelişmiş ilk 10 ülkesi içerisine girme hedefine ulaşmak için rasyonel ve stratejik politikalar uygulaması durumunda bu hedeflerine ulaşacak güce sahiptir. Türkiye, dış politika çerçevesini belirleyerek ilk somut adımı, 2011 yılında ''Türkiye'nin Enerji Stratejisini'' Türk Dış Politikasını şekillendiren AB ve NATO ile ilişkiler gibi ana konular içerisine dâhil ederek atmıştır. Bu bağlamda, Türkiye'nin enerji politikalarını, iki eğilim üzerinde incelemek mümkün olabilir. 

İlki enerji arz güvenliğini temini için enerji çeşitliliğini arttırarak ithal enerji bağımlılığında kaynak riskini minimize edecek politikalar oluşturarak belirlediği vizyon çerçevesinde, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney hatları üstünde toplayarak enerji koridoru ve enerji merkez ülkesi hedefine ulaşmak. 

İkincisi ise, kendi mevcut enerji potansiyelini harekete geçirerek var olan fosil enerji kaynaklarını, yenilenebilir enerji kaynaklarını maksimum derecede üterime sokmak ve enerji kayıplarının önüne geçerek, enerji verimliliğini maksimum düzeye ulaştırmak hedefindedir. 

Türkiye, belirlediği hedefler doğrultusunda, enerji politikası kapsamı içerisinde enerji arz güvenliğini sağlamak ve jeopolitik konumunu kullanarak hedefi ''Enerji Koridoru ve Enerji Merkezi'' olmaktır. 21'inci yüzyılın, küresel boyutta olan enerji savaşında, küresel ve bölgesel aktörler ile çetin bir rekabet içerisindedir. Türkiye, ithal bağımlılığı gibi dezavantaj içeren sorunlara sahip olsa da, mevcut jeopolitik konumu ve tarihsel misyonu gereği önemli bir role ve avantaja da sahiptir. 

Dünya'nın, özellikle fosil kaynaklar olarak en önemli rezerv kaynağına sahip olan Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerine yakınlığı ve ithal enerji bağımlılığı olan Avrupa ülkeleri içinde, köprü konumunda olması, enerji merkezi ve koridoru hedefine ulaşabilmesi için güçlü bir argümandır. SSCB'nin dağılmasından sonra eski gücünden uzak kalan Rusya, gelişen enerji kaynakları ile tekrar süper güç olmak için enerjiyi kullanmasına karşı, Türkiye hedefleri doğrultusunda, uluslararası desteği de alarak özellikle Rusya'nın bölge hâkimiyetine alternatif olabilmek için, Orta Asya Cumhuriyetleri'nin (OAC), ''engelsiz surette tasarruf edebilecekleri, enerji kaynaklarının uluslararası piyasalara serbestçe ve farklı güzergâhlardan nakledilmesini desteklenmesi''(T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2011) düşüncesini benimsemiştir. 

Türkiye'nin Hazar Havzası'nın enerji kaynaklarına ulaşması ve Orta Asya ülkeleri ile ilişki kurmak istediği başta ABD ve AB tarafından desteklenmesi ile ideal bir durumu oluşturmuştur. Özellikle, Azerbaycan ile arasındaki ''Tek millet, İki Devlet'' söylemli ortak dış politika ile oluşan uygun zemin ile Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol (BTC) boru hattı ve Bakü-Tiflis-Erzurum (BTE) doğalgaz boru hatlarının hayata geçirilmesini kolaylaştırmıştır. Böylece Türkiye'nin bölge ülkelerinin enerji kaynaklarının dünya pazarına sunulması için Rusya'ya alternatif olma imkânı tanımıştır. Bu projelerin önemi, geçmişten günümüze gelişen tarihsel süreçte Rusya'nın bölge etkinliğini kullanarak, Türkiye'nin izlediği bölgeye ulaşma politikalarının başarısızlıkla sonuçlanmasına son vermesi ve bölge ülkeleri ile enerji ticareti için ilk sıcak temasın kurulmasına imkân verdiği için çok önemlidir. 

Orta Asya enerji kaynakları için Rusya en büyük bölgesel güç olmasına rağmen Türkiye bu bölge için Rusya kadar Çin ile mücadele edecektir. Artan enerji talebi ile Çin, bölge ülkeleri için güçlü bir pazar konumundadır. Nitekim Türkmen gazının İran üzerinden istenilen şekilde temin edilememesinin en önemli nedeni başta ABD ve Avrupa ülkelerinin, İran üzerinde uyguladıkları ambargo ve izolasyon nedeni olması ve var olan kaynakların batı eksenli değil, doğu eksenli eğilim göstermesine neden olmasıdır. 

Türkiye için Orta Asya bölgesi enerji kaynaklarına ulaşma hedefinde bölge ülkeleri ile olan ikili ve çoklu ilişkiler, oluşturulan projelerin hayata geçebilmesi için son derece önemlidir. Aksi halde, başta Kazakistan petrolü, Türkmenistan doğalgaz kaynakları, İran örneğinde yaşandığı gibi enerji talebi büyüyen Çin, Hindistan gibi ülkelerin artan pazar etkisiyle eksen kayması riskine neden olabilir. Yaşanılacak herhangi bir eksen kayması Türkiye'nin, enerji koridoru ve enerji merkezi olma hedefine derin zararlar verecektir. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***


21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 2

 21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 2


2. ENERJİ SAVAŞINDA KÜRESEL VE BÖLGESEL AKTÖRLERİN ENERJİ POLİTİKALARI., 

Enerji insanlık tarihinin her döneminde olduğu gibi günümüzde de en temel ihtiyaç olarak karşımıza çıkacaktır. Dünya'nın güçlü ülkeleri arasına girebilmek ve süper  güç olabilmek için enerji kaynakları ile doğrudan bir ilişki mevcuttur. Özellikle Sanayi Devrimi ile birlikte enerjinin önemi giderek artış göstermiştir. Ülkelerin ihtiyaçları olan enerji talebini çoğunlukla fosil kaynaklardan sağlamaktadırlar. Fosil kaynakların dünya da homojen şekilde dağılmamış olması ise enerji kaynakları üzerindeki rekabeti şiddetlenmesine neden olmaktadır. 

Son yüzyıl içerisinde yaşanılan birçok savaş ve siyasi akımların getirdi devrimler yaşanmıştır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, Arap-İsrail Savaşı, Birinci ve İkinci 

Körfez Operasyonları, Küba krizi, Kore krizi, Süveyş krizi, Petrol krizleri ve Arap Baharı gibi olayların tümünü incelediğimizde olayların oluşumlarının başrolünde ya direk yâda yan rollerde mutlaka enerji jeopolitiği ve güvenliği yer almıştır. Tüm yaşanan olaylarda yer aldıkları gibi 21. yüzyılın enerji savaşı içerisinde de bulunan bazı aktörlerin enerji politikalarını incelenecektir. 

2.1. AB'NİN ENEJİ POLİTİKALARI 

 AB, dünyanın en büyük enerji ithalatçısıdır. ABD'den sonra enerji tüketiminde ikinci sırada bulunmaktadır. AB'nin artan enerji talebi içerisinde tüketiminin  önümüzdeki yirmi yıl içerisinde iki katına çıkacağı ve buna bağlı olarak da ithal bağımlılığın 2030 yılında %70'lere varacağı tahmin edilmektedir.(Europen 

Comission, 2000) Topluluk üyeleri ilk hukuksal anlaşmayı 18 Nisan 1951'de Paris'te imzalayarak Avrupa Kömür Çelik Topluluğu'nu (AKÇT) kurarak bugün ki 

AB'nin temellerini atmıştır. Kurulan örgütün temel amacı, silah sanayisinin temel dayanağı olan kömürü ve çelik üretiminin ortak bir kuruluş tarafından denetim altına alınmasıydı.(Aydoğan, 2003) Böylelikle, Fransa ve Almanya'nın geçmişten günümüze bu sektördeki rekabetine son verilerek savaşın düşünülmez değil, fakat materyal olarak imkânsız hale getirilmesini hedeflenmiştir. 

Birlik, 1973-1974 yıllarında yaşanılan ilk petrol krizinden sonra ortaya çıkan enerji probleminden ve krizin etkisinden kurtulabilmek için 1974 yılında '' Yeni Enerji Politika Stratejisi'' programını oluşturarak ''Enerjinin Rasyonel kullanımı'' başlıklı eylem programı hazırlamıştır. Programın amacı enerji tüketiminin daha efektif kullanımı ve enerji tüketiminin sosyal ve ekonomik kalkınmaya zarar vermeyecek şekilde sınırlandırılmasıdır. Yaşanılan 1979 yılı İkinci Petrol krizi ile birlikte tasarruf politikaları sıkılaştırılmış ve durumdan asgari şekilde etkilenmek için özen gösterilmiştir. AB gelişen süreç içerisinde enerji stratejileri ile ilgili en somut ve gerçek bir adım olarak 1995 yılında yayınladığı ''Avrupa Birliğinin Enerji Politikası'' başlıklı ''Beyaz Kitap'' ile atmıştır. Böylece AB enerji iç pazarı için genel ilkeler ve amaçların neler olduğu; enerji arzının güvenliği, çevrenin korunması ve genel rekabet gücü dikkate alınarak belirlenerek bir enerji stratejisi oluşturulmuş tur. 1990'lı yıllar da gelişen düzen içerisinde birlik bağımsızlığını kazanan Doğu Avrupa ülkeleri ile geliştirilen ilişkiler neticesinde enerji kullanımı ve verimliliği  konularında sıkıntılar yaşamıştır. Yaşanılan sıkıntılar ekseninde AB'nin gelecekte karşılaşabileceği enerji arzındaki risklere yönelik yeni bir enerji politikası  oluşturulmasını kararlaştırmıştır. Bu karar ekseninde 2000 yılında ''Yeşil Kitap'' enerji politikasının metni olarak yayınlaşmıştır. Böylece AB'nin enerji üretiminin,  tüketimi karşılamadaki yetersizliğine vurgu yapılmış ve özellikle arz güvenliği açısından dışa bağımlılığın her gecen gün daha da arttığı üzerinde durulmuştur.(Pamir,2005) 

AB, bu zamana kadar yaptığı enerji reformları ve yayınladığı Beyaz ve Yeşil Kitap ile enerjide temel problemi olan enerji üretimindeki kaynak yetersizliğine rağmen oluşan büyük enerji talebini karşılayabilmek için gerekli politikaların oluşması ve enerji arz güvenliğinin sağlanmasını temel hedef olarak benimsemiştir. AB benimsediği bu hedef çerçevesinde oluşturulan politikaların ana ekseninde enerji çeşitliliği oluşturarak enerji temininde sıhhatli güzergâhlar oluşturmaktır. Özellikle gelişen süreç içerisinde AB yaşadığı enerji kaynak sıkıntısını Rusya ile çözme yoluna gitmiş ve enerji arzını Rusya'dan karşılamıştır. Rusya'ya olan bu bağlılık, topluluk için bir risk oluşturduğu gerçeğini bilinmesine rağmen enerji çeşitliliğinin olmaması ve kaynak yetersizliğinden dolayı enerji bağımlılığı giderek artmaktadır. 

Rusya'nın gelişen enerji denklemi içerisinde enerjiyi tamamıyla dış politika ekseninde kullanması ise birlik için önemli bir tehlike unsuru olmaktadır. Nitekim Rusya'nın 8 Ocak 2007'de Ukrayna ile yaşadığı kriz nedeniyle Ukrayna Başbakanı Yushchenko'ya baskı yapmak amacıyla Beyaz Rusya üzerinden geçen Orta ve Batı Avrupa'ya petrol hattı olan Druzhba petrol boru hattındaki akışı durdurması ve Ukrayna üzerinden geçen doğalgaz hattını kesmesi AB'nin enerji arz güvenliğindeki nadir yapısını ortaya çıkartmıştır. 

Rusya'nın enerji üzerinden oluşturduğu dış politikanın tehlikesinin benimsenmesi nin ardından AB enerji çeşitliliğine hızla yön verme çalışmalarına girmiştir. Böylelikle AB açısından en önemli husus dışa bağımlılığın yaratacağı risklerin en aza indirilmesi olmuştur.(Pamir, 2005) AB'nin Norveç dışında güvenli enerji tedarik kaynağı yoktur. Rusya'nın politik hamleleri ver beraberinde yaşanılan sıkıntı AB'nin Akdeniz, Kuzey Afrika ve Ortadoğu, Orta Asya bölgelerine yönelerek enerji çeşitliliğini ve artan enerji ihtiyacını güvenli şekilde karşılamaya yönelmiştir. Ancak bu yöneliş içerisinde tamamıyla dış politikasını enerji gündemli belirleyen Rusya ile olan ikili ilişkilerini bir dengede tutmaya ve uzun vadeli anlaşmalar ile enerji arzındaki güvenliğini temin etmeye çalışmaktadır. Özellikle 30 Ekim 2000 yılında AB ve Rusya Federasyonu arasında yapılan zirvede ''enerji ortaklığı'' tanımının çıkması ile enerji arz güvenliğine ilişkin kaygılarını gidermeye yönelik atılmış bir adımdır. AB oluşturduğu enerji politikaları ile Kuzey Afrika ve Akdeniz kaynaklarına ulaşarak enerji çeşitliliği ile ilgili çalışmalarını yapmaktadır. 

Dünya fosil enerji kaynaklarının yaklaşık yarısına sahip olan Orta Asya ve Ortadoğu bölgeleri AB içinde hayati önem taşımaktadır. 

AB'nin Orta Asya bölgesine direk etki edebilmek için Romanya ve Bulgaristan'ı birlik bünyesine alarak Karadeniz'e komşu olması, Türkiye'nin BTC ve BTE boru hattı projelerine ekonomik ve siyasi destek vermesi bölge için önemli adımlardır. Nabucco, TANAP gibi projeler hayata geçirildiğinde Türkiye üzerinden bölge ile olan enerji diyalogu artacaktır. Ayrıca AB'nin Ortadoğu bölgesinde ABD ile hareket etmesi, Ukrayna krizi sonrası Rusya'ya olan yaptırıma destek vermesi enerji rekabetinde ısınan zeminin göstergesidir. Yeni oluşan dünya düzeninde pazar gücünü ve siyasi gücünü kullanarak konumunu daha aktif ve güçlü kılmaya  çalışmaktadır. Özellikle Ortadoğu ve Suriye'de yaşanılan istikrarsızlık ve savaş hali, AB ile Türkiye ilişkilerini ve birliğe üyelik görüşmelerinde yakınlaşmayı  beraberinde getirmiştir. 

AB için Türkiye'nin olmadığı bir siyasi denklem Ortadoğu ve Orta Asya bölgeleri için mümkün olmayacaktır. Sonuç olarak AB'nin enerji politikasının amaçları; enerji arzının güvenliği ve çevrenin korunması arasında bir dengeye vararak, toplam enerji tüketiminde kömürün payını arttırmak, nükleer enerji santralleri için azami güvenlik şartları tesis etmek ve yenilenebilir enerji kaynaklarının payını arttırmak olarak kısaca açıklanabilir. (İşcan, 2002) 

2.2. ABD'nin Enerji Politikası 

ABD, dünya düzenine baktığımız zaman en güçlü ve önemli aktör konumundadır. SSCB'nin dağılmasından sonra iki kutuplu güç dengesi dağılmıştır. Bu dağılımın  etkisi ile tek süper güç konumuna gelmiştir. Gelişen dünya düzeninde çok kutuplu bir güç dengesi oluşmaya başlamıştır. Özellikle enerji kaynakları ile birlikte  şekillenen düzen içerisinde, ABD konumu korumak ve kendine eş bir güç olmasını engellemek istemektedir. ABD'nin bu vizyonu eşliğinde oluşturduğu enerji  politikasını şu şekilde özetleyebiliriz; Kendi kaynaklarının mümkün oldukça muhafaza edilmesi ve geliştirilmesi, ihtiyacı olan enerji kaynaklarının mümkün  oldukça farklı bölgelerden temin edilmesi ve kendi çıkarlarına ters olacak bir enerji jeopolitik oluşumun engellenmesi üzerine kurmuştur. 

ABD, dünya üzerinde yakaladığı süper güç konumunu enerji politikaları üzerinde fazlasıyla hissettirmektedir. Dünya'nın neredeyse her bölgesinde askeri güç   bulunduran ABD, aynı zamanda da oluşturduğu Sivil Toplum Kuruluşları (STK) ile küresel bir lobi sahibi olmasını yanında dünya teknoloji alanının yaklaşık %30'unu  elinde bulundurarak gelişen enerji savaşında ekonomik, askeri gücünün dışında psikolojik bir üstünlükte kurmaktadır. Özellikle, enerji kaynaklarının ve enerji geçiş yollarının hâkimiyetinin oluşturma eğilimindedir. Bu bağlamda ABD Deniz Kuvvetlerinin bir kısmını Basra Körfezi, Umman Denizinde ve Hint Okyanusu'nda  petrol yolları açık olması için daima bulundurmaktadır. Ayrıca, 1973'ten bu yana Kuveyt, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar gibi ülkelerde Amerikan  üsleri  bulundurmaktadır. Afrika'da, 2007'de kurulan ''Afrika Komutanlığı'' ABD'nin ulusal güvenliği açısından, Afrika'nın önemini göstermektedir. Afrika'nın gerek petrol ve gerek stratejik mineral ve madenler bakımından güçlü olan rezerv yapısı birçok küresel aktörün daima üzerine ilgi göstermesine neden olmaktadır. Çin'in, Afrika'ya olan ilgisi ve Afrika ülkeleri ile bir dizi enerji ve alt yapı anlaşmaları yapması, ABD'yi rahatsız etmiş ve ulusal güvenliğine tehdit olarak algılamasına sebep olmuştur. Bu oluşumdan rahatız olan ABD'de, Çin'in bölgede ki hâkimiyet kurma girişimine karşı bölgeye yatırımlarını arttırarak ve Afrika Komutanlığı'nı kurarak buradaki varlığını koruma girişiminde bulunmaktadır. Böylece hızla büyüyen Çin'in enerji savaşında küresel müdahalelerinin önüne geçmeye çalışmaktadır. 

ABD'nin var olan gücünü koruma mücadelesi ve beraberinde gelişen teknoloji ve toplum yapısı ile artan enerji talebini hızlandırmaktadır. ABD'nin, artan enerji arzının karşılayabilmek ve süper güç konumunu koruyabilmek için enerji kaynakları üzerine geçmişten günümüze oluşturduğu politikaları şu şekilde analiz edebiliriz. 

Truman yönetimi, Sovyetler Birliği'ne karşı çevreleme politikasını izlerken  Ortadoğu'da İngiliz varlığının ve yönetiminin yerini doldurma isteğini ortaya  koymaktadır.     

(Best, 2006) ABD, 1957'de Eisenhower Doktrini ile tam olarak Ortadoğu'ya yönelmiş ve Ortadoğu ülkelerine, ekonomik, askeri yardım yapılması, Komünist kontrol altında bulunan herhangi bir devletten bu devletlere saldırı yapılması karşısında, bölge devletlerin istemesi halinde, Amerikan Silahlı Kuvvetleri'nin kullanılması kararlaştırılmıştır.(Arı, 2004) Bu sayede, bir taraftan Arap ve bölge ülkeleri ile yakın ilişkiler kurularak diğer taraftan da SSCB'yi kontrol etmeye çalışmıştır. 

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Ortadoğu bölgesinde İngilizlerden oluşan boşluğu doldurmak istemiştir. Vietnam Savaşının olumsuz etkileri karşısında 1970'te Nixon Doktrini'nde, ABD'nin bölgesel çatışmalara doğrudan müdahale etmeyeceği, bunun yerine askeri ve ekonomik yardım yapacağı ifade edilmiş olsa da kalıcı bir hale gelmemiştir. Özelikle 1973-1974 yılarında yaşanan petrol krizi, ABD'nin bölge için var olan politikasının, güce dayalı bir politika olarak değişmesine sebep olmuş, 1980'de ilan edilen Charter Doktrini'nde ise Basra Körfezi'ne yapılacak herhangi bir saldırının, ABD'nin yaşamsal çıkarlarına bir saldırı olarak değerlendirileceği ve bu tür bir saldırının her türlü araçla önleneceği ifade edilerek bir bakıma da Nixon anlayışı terk edilmiştir. Bu doktrin aynı zamanda yüzyıllardır enerji üzerine dönen savaş için tarihin yeniden tekerrürü gibidir. İngiltere, I. Dünya Savaşı sonrasında oradaki hâkimiyetini ve bölgeye bakış açısını belirtmek, ABD'nin politikasını anlamamıza yardımcı olacaktır. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Landsdowne, Mayıs 1903'te Lordlar Kamara'sında yaptığı bir konuşmada şu politik görüşü dile getirmiştir; ''İngiltere Hükümeti, İran Körfezi'nde kendisinden başka hiçbir gücün denizde üs kurmasına müsaade edemez ve böyle bir olguyu kendi çıkarlarına yöneltilmiş menfur bir hareket sayar. Bu itibarla bu tür bir girişime ellerindeki tüm imkânları seferber ederek mani olacaktır''. 

Dünya siyasi yapısını değiştiren bir diğer önemli olay ise ABD'de, 11 Eylül 2001'de yaşanan terör olayıdır. Başta ABD olmak üzere tüm dünya üzerinde derin etki yaratmasına ve kendi topraklarında terör olayına maruz kalan ABD'nin uluslararası politikasını değiştirmesine sebep olmuştur. Barnell'e göre 11 Eylül saldırıları takvimsel olarak değil ama dünyayı değiştiren, dönüştüren, sosyal, ekonomik, politik özellikleri dolayısıyla 20. yüzyılı sonra erdiren önemli tarihsel bir olaydır. 11 Eylül saldırıları, yeni stratejik ortaklıklara ve diplomatik birlikteliklere neden olmuştur.(Bernal, 2002) Bu oluşan yeni düzen içerisinde çok kutuplu güç dengeleri oluşmaya başlaması, ABD'nin enerji üzerine izlediği politikalara karşı tepkilerin oluşmaya başladığı döneme geçilmiştir. II. Körfez Savaşı sonrasında Rusya ve Çin'den gelen tepkilere bazı AB ülkeleri de katılmış ve ABD ile AB arasında '' 

Transatlantik Çatlak'' meydana gelmiştir. Bölgesel aktörlerden Türkiye ve ABD'ye yakınlığı ile bilinen Suudi Arabistan'da ABD'ye istediği desteği vermemiştir. 

ABD'de 2008 yılında başlayan ekonomik kriz neticesinde, küresel ve bölgesel aktörler ile yapılan enerji rekabetini veya savaşını daha derin ve çetin hale gelmesine neden olmuştur. Çin, Rusya ve AB ülkeleri enerji politikaları, ABD'nin çıkarlarını etkilemektedir. Özellikle dünyanın en önemli enerji kaynağı, Ortadoğu üzerindeki rekabeti arttırmakta ve beraberinde Hazar Petrolleri, Kafkasya ve Karadeniz üzerinde bir rekabette yaratmaktadır. 

ABD ihtiyaç duyduğu enerjinin önemli bir kısmını Ortadoğu ve Orta Asya  bölgesinden karşılamaktadır. Bu bölgelerde ABD, Rusya'nın etkinliğini kırmak ve Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC)'e olan bağlılığını azaltmak öncelikli hedefidir. ABD için Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya gibi aktörlerde hegemonyasını tehdit eden ve meydan okuyan aktörler olarak ön plana çıkmaya başladığı bir dönem içerisindedir. Çok kutuplu güç denkleminde, ABD'nin tekelideki güç dengesi ve ABD'nin gücü azalma eğilimi içerisinde iken başta belirttiğimiz ülkeler olmakla birlikte birçok yeni aktörde düzenli bir güç artışını görmekteyiz. Bu aktörlerin kendisine meydan okuyacak kadar güçlenmesini istemeyen ABD, enerji kaynaklarını ve enerji yollarını elinde tutarak bu ülkelerinde kontrolünü elinde tutmak ve bölge ülkeleri ile yaptığı uzun vade içeren anlaşmalarla yakın gelecekteki enerji paylaşımında şimdiden rolünü güçlendirmek istemektedir. Yaptığı enerji anlaşmaları ile ABD şirketlerine alan açarak, küresel ekonomideki hâkimiyetini pekiştirme çabası içerisinde bir hayli kararlı politikalar izlemeye çalışmaktadır. 

ABD, nispeten zayıflamış gibi algılanan gücüne rağmen hala bu yüzyılın en güçlü ve etkili uluslararası aktörüdür. ABD'nin, bu gücü muhafaza edip edemeyeceği diğer aktörlerin gelişimlerinden ziyade izlediği tek taraflı politika yerine, çok taraflı politika izlemeye başladığı dönemden bu yana izlediği başarılı veya başarısız politikası üzerine kurulu olacaktır. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***


21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 1

21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 1


Sercan DURMUŞOĞLU 1 


1 İstanbul Ticaret Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sütlüce, 3445, 

İSTANBUL, 

sercanbbn@hotmail.com 


ÖZET 

 Enerji, insanlık tarihinden günümüze kadar yaşamın sürdürülebilmesi adına en temel olgu olarak önemini arttırarak hayatımızdaki yerini korumuştur. 

Bütün ülkeler ihtiyacı olan enerjinin sıhhatli şekilde nasıl temin edileceği üzerine projeler ve politikalar geliştirmektedirler. 21.Yüzyılda, ülkelerin toplumsal refahı ve sürdürülebilir kalkınmalarının en önemli yapı taşı enerjidir. Enerjinin bu konumu gereği, ülkeler arasında kıyasıya bir rekabet vardır. 

Dünya, küresel ve bölgesel aktörlerin bu rekabeti, bir enerji savaşına dönüştürdükleri bir siyasi konjonktür içerisindedir. Oluşan bu yeni konjonktürde  kapsamında, Dünya enerji kaynakları, küresel aktörlerin izlediği enerji politikaları incelenmiştir. 

İncelenen bu politikalar ekseninde, Türkiye'nin izlediği enerji politikaları, hedefi ve sorunları hakkında bilgi verilecektir. 

1.GİRİŞ 

Dünya ve insanlık var olduğundan günümüze kadar enerji yaşamın vazgeçilmez bir unsuru olarak daima önemli bir yer kaplamıştır. İnsanlık tarihinde enerji ve enerji kaynaklarından, çeşitli şekiller de yararlanılmıştır. İlk başlarda kas gücünden elde edilen enerji hayatımıza girmiştir. Verimli tarım arazilerinin sürülmesi, el ustalarının üretim atölyeleri ve tamamıyla insan gücüne dayalı ordular o dönemin önemli enerji argümanlarıdır. İnsanlık daha sonra doğa ile bütünleştirdikleri bir enerji kullanımına geçiş yapmıştırlar. Su değirmenlerinin kullanımının ilk çağlara kadar uzandığı, yapılan araştırmalar ile belirlenmiştir. Enerji, Sanayi Devrimi ile en büyük evrilmeyi yaptığı dönemi yaşamıştır. Dünya'nın, sanayileşme hareketi ile birlikte hızla makineleşmeye yönelmesi ve artan teknoloji ile enerji önemini hızla arttırmıştır. 

21.yüzyıla gelindiğinde ise enerji yaşamın sürekliliğinin gerekliliği için anahtar noktada olacak bir konuma yükselmiştir. 

Ülkeler, toplumlarının refahı, sürdürülebilir kalınmaları, askeri ve ekonomik varlıklarını devam ettirebilmek için artan enerji talebini karşılamak ilk öncelikleri 

halini almıştır. Ülkeler teknolojilerini ve politikalarını artan enerji talepleri üzerine yeniden kurgulamaya başlamıştır. 21.yüzyılda, özellikle dünya süper gücü Amerika Birleşik Devletleri (ABD)'nin başını çektiği küresel aktörler olan Rusya, Avrupa Birliği (AB), Çin'in de enerji denklemine girdiği küresel bir rekabet başlamıştır. 

SSCB'nin yıkılmasının ardından İkili Kutup eksenli güç dengesinin zamanla çoklu kutuplu bir güç dengesine bırakması aktörlerin sayısının artmasına ve beraberinde rekabetinde kızışmasına neden olmuştur. Yaşanılan bu büyük rekabetin arenası dünya fosil kaynak rezervlerinin yaklaşık yüzde 70'ine sahip olan Ortadoğu ve Orta Asya bölgelerinde yaşanılmaktadır. Türkiye, yaşanılan bu büyük enerji rekabetinin neredeyse tam odak noktasında bulunmaktadır. Çalışmada 21.yüzyılın enerji savaşında Dünya enerji kaynakları, küresel aktörlerin enerji politikalarını ve enerji eksenli dış politikaları incelenecektir. Oluşan bu politikalar eksenin içerisinde, Türkiye'nin enerji vizyonu, stratejileri ve dış politikaları irdelenecektir. 

1.DÜNYA ENERJİ KAYNAKLARI 

Dünya enerji kaynakları yenilenemez (fosil) ve yenilenebilir enerji kaynakları olarak ikiye ayırmamız gerekmektedir. Sanayi Devriminden itibaren ağır sanayi hamlesinin giderek gelişmesi beraberinde fosil kaynaklar üzerine bir yoğunlaşma yaşamasına neden olmuştur. Fosil enerji kaynaklarının, yenilemez bir enerji kaynağı olması ve yakın tarihte olması beklenmemesine rağmen artan enerji talebi içerisinde riskli bir durum içerisine gireceği ön görülmektedir. Fosil enerji kaynaklarının, dünya üzerinde homojen bir dağılıma sahip olmaması ise yükselen enerji talebi içerisinde yaşanan enerji rekabetinin zamanla bir enerji savaşına dönüşmesine neden olmaktadır. 

Ülkelerin sürdürülebilir kalkınmalarını ve toplumsal refahını sağlayabilmesi için artan enerji talebini karşılamaları gerekmektedir. Enerji tüketimi ve kalkınma  arasında yakın bir ilişki olmasından dolayı, enerjinin ekonomik sosyal kalkınmanın temel girdilerinden biri olduğunu söyleyebiliriz.(Karluk, 2002) Ülkelerin artan enerji taleplerini karşılamaları için fosil enerji kullanımı kadar bir diğer enerji kaynağı olan yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı çok önemli bir yer tutmaktadır. Ülkeler gelişen teknolojileri vasıtasıyla maksimum verim elde ederek enerji üretiminde önemli bir yer almasını sağlamak hedefindedirler. 

1.1. Fosil Enerji Kaynakları 

Sanayi devriminden sonra dünyanın, endüstriyel devrimi ile enerji kaynaklarının önemi ortaya çıkmıştır. Kömürün vazgeçilmez bir konuma sahip olduğu dönem,  hızla gelişen teknoloji ile birlikte yerini petrole bırakmıştır. Dünya'nın 1973-1979 yıllarında yaşamış olduğu petrol krizleri ile birlikte petrol kaynaklarına 

bağlılıklarından dolayı büyük sıkıntı yaşamışlardır. Özellikle petrol krizlerinden sonra ülkeler, alternatif enerji kaynaklarına yönelmiştirler ve bunların başında o döneme etki eden en önemli kaynak Nükleer Kaynaklardan üretilen enerji olmuştur. 

Bütün bu arayış ve yönelmelere rağmen, dünyada birincil enerji tüketimi pastasında, en büyük payı fosil kaynakların aldığı görülmektedir. (Satman, 2006) Enerji payında aldığı büyük pay ile önemli bir stratejik konuma sahip olan fosil kaynaklar, 21.yüzyılın içerisinde olduğu büyük enerji savaşında temel kaynak konumunu korumaktadır. Dünya'nın yaşadığı enerji savaşı için fosil enerji kaynaklarını kömür, doğalgaz ve petrol kaynakları olarak incelemeliyiz. 

1.1.1. Kömür 

Genellikle bitki parçaları veya bitkisel maddeler bataklık ortamında birikip, çökelir ve jeolojik işlemler ile kendiliğinden yer altına gömülürler. Yeraltında artan ısı ve basınca maruz kalarak bünyelerinde fiziksel ve kimyasal değişimlerle kömüre dönüşürler. İnorganik bileşikler ve mineral maddelerden oluşan kömür fosil enerji kaynağı olarak sıfatlandırılır ve kömürleşme süresi 400 milyon yıl ve 15 milyon yıl arasında değişmektedir. Sanayi devrimi ile insanlık yaşamına çok hızlı girerek önemli bir konuma sahip olmuştur. Konumunu artan teknoloji ile birlikte diğer fosil kaynaklar olan petrol ve doğalgaza bırakmış olsa da günümüz enerji trendi içerisinde hala önemli bir konuma sahiptir. World Energy Council (WEC)'n yaptığı çalışmalara göre dünya da kömür kaynakları ile ilgili bir kaynak sıkıntısı olmayacaktır. Dünya'da kömür kaynaklarına bakıldığında sırasıyla ABD (237 milyon ton), Rusya (157 milyon ton), Çin (115 milyon ton) ilk üç sırayı almaktadır. 

Sera gazı salınımı nedeniyle kömür termik santralleri enerji politikaları içerisine uzun vadeli yatırım kaynakları olarak gözükmemektedir. Özellikle, Çin artan enerji ihtiyacı içerisinde talebi karşılamak için kömür santrallerine yatırım yapmaktadır. 

Yine de kömür hızla gelişen teknoloji ile kömür önümüzdeki yıllarda artan bir öneme sahip olacaktır. 

Kömür gelişen teknoloji ile farklı şekillerde enerji elde edebilmek için kaynak oluşturmuştur. Bu çalışmalar ekseninde geliştirilen, Converting coal to liquid fuel  (CTL) sistemi ile amaç olarak kömürden sıvı yakıt elde edilmesi hedeflenmiştir. 

Belirli bir kapasiteye ulaşmış olmasına rağmen dünya üzerinde yaygın değildir. Bu sistem, Güney Afrika'da yaygın olarak kullanılmakta olup, benzin ve dizel  ihtiyacının yaklaşık %30'unu karşılamaktadır. Ayrıca, Underground coal gasification (UCG) sistemi ile kömürü yer altında gaz haline getirmek hedeflenmiştir. 

Özellikle ABD, Hindistan ve Avrupa ülkeleri bu sistem üzerinde projeler üreterek uzun vadeli yatırımlar yapmaktadır. Kömür kaynakları artan teknoloji ile alternatif  üretimler ile enerji üretimine katılması sağlanırsa gelecek yıllar içerisinde kaynaklar arasında konumunu arttıracaktır. 

1.1.2. Doğalgaz,

Doğalgaz son çeyrek yüzyılda hızla önemli bir kullanım kapasitesine sahip olan bir enerji kaynak türüdür. Petrol üretimi sırasında keşfedilmiş fakat değersiz bir yan ürün kabul edilerek boş yere yakılmıştır. Petrol üretiminde yaşanılan sıkıntı, artan enerji talebi ve gelişen teknoloji ile birlikte doğalgaz önemli bir konuma  yükselmiştir. Çevreye verdiği zararın az olması ve kullanım esnekliği ile hızla artan bir trende sahiptir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerin doğalgaz kullanımına ağırlık vermesi ile birlikte dünya da yaygınlaşmıştır. 

Dünya enerji talebi içerisinde en fazla artış yaşanılacak olan fosil kaynak olarak doğalgaz olacağı ileri sürülmektedir. Dünya enerji talebinin 2030 yılına kadar ortalama %1,6 oranında artacağı tahmin edilmektedir. Toplam enerji artışı içerisinde, doğalgaz yaklaşık %21 oranında yer kapsayacaktır. (Enerji Raporu, 2013) 

Dünya'da doğalgaz rezerv oranı ile Rusya ilk sırayı almaktadır. Orta Asya bölge ülkelerinin de üretime girmemiş büyük doğalgaz rezervleri vardır. Bu rezervlerin  yanı sıra ABD, Katar gibi ülkeler de sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) kaynakları ile oldukça büyük rezerv oranlarına sahiptirler. ABD yeni keşfettiği ''Kaya Gazı'' ile doğalgazda yeni bir boyut açmıştır. Şimdilik üretimde beklenilen paya sahip olmasa da ileride kaplayacağı alan ile ABD'nin en büyük üretici olacağı düşüncesi ileri sürülmektedir. Tüm bu gelişmeler eşliğinde dünya 2035 yılında Rusya'nın 856 milyar m3 ile liderliğini korurken, ABD 800 milyar m3 ile ikinci, Çin 318 milyar m3 ile üçüncü sırada bulunması ön görülmüştür. (UEA, 2012) 

1.1.3. Petrol,

Dünya enerji arzında en önemli ve başta gelen fosil enerji kaynağı petroldür. Petrolün uzun yıllar bu önemli konumunu koruyacağı beklenmektedir. Dünya da artan enerji tüketimi içerisinde fosil kaynaklar % 87,7'lik bir orana sahiptir. Petrol kaynakları, fosil kaynak tüketim oranının %36,8'lik payını kaplayarak, fosil kaynak tüketimi içersinde birinci sırada yer almaktadır. (İşcan,2002) Petrol kaynakları, 21. yüzyılın enerji savaşının temel maddelerinden biridir. Özellikle dünya petrol rezervlerinin yaklaşık %50'sine sahip olan Ortadoğu bölgesi bu savaşı en önemli arenalarından biri olmaya devam etmektedir. 

Geçmişten bu yana istikrarsızlık bölgesi olarak hep karşımıza çıkan bu bölge incelendiğinde kendi iç dinamikleri yüzünden gelişen sıkıntılar yaşamamışlardır. 

Genellikle suni ve dış odaklı siyasi sıkıntılar ile bölge daima istikrarsızlıkla cezalandırılmış tır. Her ne kadar Suudi Arabistan, ABD, Rusya'nın, 2030 yılı içerisinde dünya petrol rezervlerinin 1/3'ünü karşılayacağı belirlenmiştir. Fakat hızla artan enerji talebi ve buna bağlı olarak git gide şiddetlenen enerji savaşının ana günden konusu fosil kaynaklar ve petrol oluştururken, en şiddetli rekabetin ve savaşın yaşandığı bölge ise Ortadoğu olacaktır. 

1.2. Yenilenebilir Enerji Kaynakları 

Dünya'nın içerisinde bulunduğu enerji savaşının temel konusu artan enerji talebini en sıhhatli şekilde karşılayarak ülke refahını ve sürdürülebilir kalkınmayı devam ettirebilmek olmuştur. Özellikle, fosil kaynaklar üzerinde yaşanan bu rekabette güçlü olabilmek enerji eşitliliğinde yakalanılacak olan verimlilik ile doğru orantılıdır. Fosil yakıtlara olan bağımlılık ne oranda azalırsa ülkelerin enerji diplomasisinde elleri o oranda refaha kavuşacaktır. Bu neden ile ülkeler hem fosil kaynaklar üzerinde bir enerji savaşı verirken hem de artan enerji talebini karşılayabilmek adına, enerji çeşitliliği sağlayabilmek için büyük rekabet  içerisindedirler. 

Dünyadaki politik gelişmelere bağlı olarak artan enerji talebi içerisinde enerji fiyatlarının sürekli artması, fosil yakıtların belli bir süre sonra bitecek ve fosil yakıt üretiminin pahalı olması, alternatif enerji kaynaklarının tespit edilerek bu kaynaklardan yüksek verimle faydalanılmasını zorunlu kılmaktadır.(Etemoglu ve İşman, 2004) Bu zorunluluk içerisinde doğanın insanlara sunduğu rüzgâr, su, güneş gibi doğal kaynaklar insanlara alternatif enerji kaynakları oluşturması için önemli imkân sağlamaktadır. Bu doğal kaynaklar hakkında bilgi sahibi olmamız var olan enerji rekabetindeki yenilenebilir eneri kaynaklarının konumunu anlamamıza yardımcı olacaktır. 

 1.2.1. Hidrolik Enerji,

Hidrolik enerji, suyun gücüne dayalı bir enerji türüdür. Su gücünden yararlanma milattan önce ilk çağlarda su değirmenleri ile başlamış ve günümüze de vazgeçilmez bir enerji kaynağı olma konumunu korumaktadır.(Dalkır ve Şeşen, 2011) ABD'de, Niagara Enerji Santrali ile yapılan hidroelektrik santral olarak, dünya genelinde hidroelektrik santral inşaatlarının da öncüsü olmuştur.(Ataman, 2007) Büyük bir potansiyele sahip olan hidrolik enerji günümüzde var olan potansiyelinin altında faydalanılmaktadır. Yinede hidrolik enerji dünya elektrik üretiminin yaklaşık %15,9'luk payını üstlenmesi önemini açıkça göstermektedir. Her ne kadar kurulum maliyeti yüksek olmasına rağmen, yerli imkânlar ile yapılabilmesi, yenilenebilir kaynak oldan sudan enerji elde edilmesi ve teknik ömrünün uzun olması, bakım giderlerinin düşük olması gibi nedenlerden ötürü, hidroelektrik santraller ülkelerin enerji sigortalardır.(Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı, 2012) 

1.2.2. Güneş Enerjisi, 

 Güneş, dünyadan milyonlarca kilometre uzaklıkta sıcak gazlardan meydana gelmiş bir kütledir. Dünya yaşam kaynakları ve dolaylı, dolaysız tüm enerji kaynakları için güneş temel kaynaktır. Güneş enerjisinden elektrik üretimi ile ilgili ilk çalışmalar 1950 yılında yapılan ilk güneş pilleri ile olmuştur. 

 Dünya'nın yaşadığı petrol krizleri ile artan enerji çeşitliliği arayışı sonucunda güneş enerjisi ile ilgili çalışmalar ağırlık verilmiştir. Dünya'nın her noktasına ulaşma kabiliyetine sahip olan güneş enerjisi çok büyük bir potansiyel oluşturmaktadır. Suudi Arabistan'ın gelecek yıllarda güneş enerjisi ile enerji talebinin tamamını karşılamayı hedeflemesi ve mevcut petrol kaynaklarının tamamını ihracata ayırmayı hedeflemesi dikkat çekici ve gelecek için önemli bir gelişmedir. 

1.2.3. Rüzgâr Enerjisi,

Güneşin yeryüzünde yol açtığı ısınmanın ve oluşan basınç farklılıkları ile havanın hareketlerine yol açması ile rüzgâr oluşur. Rüzgâr enerjisinden yararlanmak insanlık tarihinde oldukça eski zamanlara dayandığı gözlemlenmiştir. Özellikle basit yel değirmenleri ile rüzgâr enerjisinden faydalanılmıştır. Avrupa'da yaygın olarak kullanılan yel değirmenleri özellikle 12. yüzyılda Fransa ve İngiltere'de kullanılmıştır.(Akova, 2008) 

Rüzgârdan elektrik üretimini ilk Danimarka elde etmiştir v günümüze kadar gelişen süreç içerisinde bu sistem artış göstererek enerji elde edimi devam etmiştir. Doğal yakıtın, rüzgâr olduğu sistemde, azami 30 metre veya daha yüksek ebatlarda kurulan kulelere monte edilen pervanelerin rüzgâr ile dönmesinden sağlanan hareketin elektrik enerjisine döndürülmesi ile enerji elde edilir. Elde edilen enerjinin depolanamaması ve kuşların göç güzergâhlarında rüzgârgülleri ile zarara uğraması gibi temel problemler ve karşı görüşlerle karşılaşan bu sistem artan bir trende sahiptir. Çin, ABD, Almanya gibi ülkeler rüzgâr kaynaklarından önemli bir enerji elde etmektedirler. Tüm muhalif düşüncelere rağmen İspanya'nın, Navar bölgesinde bulunan rüzgâr türbinleri ile rüzgârın iyi estiği koşullarda ülke elektrik enerjisinin dörtte birini karşılayabilecek kapasiteye yükseltmiştir. İspanya'nın ve diğer gelişmiş ülkelerin rüzgâr kaynaklarına yaptıkları yatırım var olan enerji rekabetinde rüzgâr enerjisinin giderek artacak bir konuma geleceğinin örneği olarak görebiliriz. 

1.2.4. Jeotermal Enerji, 

Jeotermal kelimesi Yunanca geo (yeryüzü) ve therme (ısı) kelimelerinden türemiş olup yer ısısı ya da yeryüzü ısısı anlamına gelmektedir.(Ataman, 2007) Jeotermal kaynaklardan ilk olarak, 1904 yılında İtalya'nın Larderello şehrinde buhardan elektrik üretimi sağlanmıştır. (Uğurlu, 2006) Fakat dünya da jeotermal kaynaklardan elde edilen elektrik enerjisi yaklaşık %1 civarlarındadır. Kaynakların elektrik enerjisine uygun olmayışı nedeniyle jeotermal enerji yaşanan enerji rekabeti içerisinde yer almayan ve daha çok turizm amaçlı kullanılan bir enerji türü olarak kalacaktır. 

1.3. Nükleer Enerji,

Dünyada nükleer enerji ile ilgili ilk çalışma, Sovyetler Birliği'nde 1954 yılında ticari amaç için kurulan Obninsk Nükleer Santralinin kurulması ile başlamıştır. 

Özellikle 1970'li yıllar içerisinde yaşanan petrol krizleri ile ülkeler nükleer enerjiye yönelmiştir. Hızla artan nükleer enerji ABD'de yaşanan Three Mile Island,  Rusya'da yaşanan Çernobil ve en son yaşanan Fukushima Daiichi nükleer santral kazaları ile dünya ülkeleri tedirginlik içerisinde olarak yeni nükleer enerji  programlarına yönelmişlerdir. 

Bu yönelmenin etkisiyle dünya genelinde 2011 yılında %13,5 oranına sahip olan nükleer enerjiden elde edilen elektrik üretimi 2012 yılında %11'e düşmüştür. Yinede Almanya'nın ülke elektrik üretiminin %67'sini nükleer enerjiden elde etmesi ve ABD, Fransa, Rusya gibi ülkelerin nükleer enerjiden büyük enerji üretimleri elde ediyor olması enerji üretimindeki önemli konumunu göstermektedir. Rusya'nın St. Petersburg şehrinde 19 Haziran 2013 tarihinde yapılan Bakanlar Konferansında Uluslararası Atom enerji Ajansı (UAEA), Uluslararası Atom enerji Ajansı Genel Direktörü Yukiya Amano'nun, ''Önümüzdeki yıllarda nükleer enerjinin sürdürülebilir kalkınmaya önemli ve artan bir katkısı olacağı'' düşüncesini ileri sürmesi, dünyada verilen enerji savaşında nükleer enerjinin geleceği ve edineceği konum ile ilgili önemli bir bakış açısı olarak dikkat çekmektedir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***