30 Mart 2020 Pazartesi

MÜDAFAA-İ HUKUK YA DA MİLLETİN HAKLARININ MÜDAFASI (I)

MÜDAFAA-İ HUKUK YA DA MİLLETİN HAKLARININ MÜDAFASI (I) 



Bayram Ankaralı, 
Çoban Ateşleri,
2.6.2004 

“Geçmişten adam hisse mi alırmış? Ne masal şey! 
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? 
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar. 
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?“ 

Tarihin tekerrür ettiği günler yaşanıyor, ülkemizde ve Dünya’da.. Şairin dediği gibi hiç ibret alınmamış. 

Türkiye son 50-60 yıldır satranç tahtasına dönmüş, bütün hamleler ülkemiz üzerinde.. 

Oyuncular değişiyor, yer değiştiriliyor, ancak tahta aynı!.. 

Bütün insanlık tarihi milletlerin mücadelesidir.. Bu mücadelede millet olmayı becerebilmiş, tarihin her bölümünde sahne almış milletlerin milli refleklerinin, milli şuur ve bilinçlerinin törpülenmesi temel hedef olarak seçilmiştir. 

Ümmetçilik, cemaatçilik, beynelminelcilik (enternasyonalizm) ve şimdilerde küreselcilik.. 

Karşımıza ya dini ögeler ya da insani değerler biçiminde çıkan bu sun’i oluşumlar, zaman zaman kendi yardımlarımızla “kasaba-şehir hemşericiliği” biçiminde de sahne alır. Hepsinin ortak paydası tektir: Bölmek, dağıtmak, parçalamak!... 

Milli hedef taşımayan, sadece sömürmeye ve yönetmeye yönelmiş oluşumlar ve gruplar, her sahne alışlarında toplumun/toplumların güncel dinamiklerini kullanarak hedeflerine varmak isterler. 

Türkiye için yazılan senaryo tam dört yüz yıldır oyuncular değiştirilerek oynatılmaktadır. 

“Meşrutiyet, Türk’ten başkalarına ışık olmuştu: Her bakımdan Türk’e yabancı, Türk’ten başka olanlar, çoğu ihanetle ve ahlaksızca bizden ayrıldılar. Hem de arkalarında insanlık adına kanlı nankörlük izlerini bırakarak…” (Cemal Kutay, Beklenen Adam) 

Son yıllarda ülkemize dayatılan uyum yasalarına, ikiz sözleşmelere bir bakalım ve ibret alalım. Tamamı, medeniyet adına, barış adına, ilerleme adına Türk Milleti’nin milli reflekslerini dinamitlemeye yönelmiştir. 

Madde madde bu temel kilometre taşlarını hatırlayalım ve hatırlatalım: 

-Devşirmelerin tahakkümü (Kanuni’den sonra), 

-Batı’ya dönüş, özenti (Viyana yenilgisi sonrası), 

-Toplum ve bürokraside çürüme (1453’te Türk medeniyetinden Bizans’ın bodrum katlarına saklanan Bizans ahlakının günyüzüne çıkarak, önce İstanbul’u, sonra Anadolu’yu etki altına alması), 

-Meşrutiyet, 

-İhanet ve manda (Osmanlı Devletinin işgali), 

-Kurtuluş savaşı (1919-1923), 

-Yeniden yapılanma (1920-1938), 

-Yeniden bozulma (Tekerrürün başlangıcı), 

-1939 sonrası imtiyazlı sınıf, 

-Ekonomik teslimin başlangıcı (1946 sonrası), 

-Nato, Marşal yardımları, 

-“Borç yiğidin kamçısıdır!” Palavrasının atasözü haline gelmesi, 

-ABD’ye teslimiyet (DP dönemi), 

-Özel okullar ve misyonerlik faaliyetlerinin devlet eliyle desteklenmesi, 

-Yabancı dilde eğitim furyası, 

-Türk dili ve kültürünün yavaş yavaş yok edilmesi, 

-Sağ-sol çatışmaları: iç savaş, 

-Liberalizm ve küreselleşmeye geçiş, 

-Medyanın güç haline gelmesi ve gayrı milli cephenin oluşturulması, 

-Hırsızlık ve rüşvetin yasal hale dönüşmesi ve toplum tarafından kabul görmeye başlaması, 

-Lüks tüketim alışkanlığının başlaması ve ürettiğinden fazla tüketmek felsefesinin hakim kılınması, 

-Uyuyan Patrikhane’nin tekrar uyanması ve ihanetlerine kaldığı yerden devam etmesi, 

-Gümrük Birliği adı altında kapitülasyonların geri gelişi, 

-Uyum yasaları (Tanzimat’ın tekerrürü), 

-İkiz yasalar, ve Lozan anlaşmasının çöpe atılışı, 

-Teslimiyet ve onursuzluk politikalarının ülke yönetimine hakim olması (havuç-kırbaç), 

-İç politikanın AB’ye, dış politikanın ABD’ye bağlanması, 

-Ekonomi yönetiminin IMF’ye, dolayısıyla AB ve ABD’nin ortak tasarrufuna bırakılması, 

-KIBRIS’ın Rum ve Yunan’a peşkeş çekilmesi, 

-Ege’deki haklarımızdan vazgeçiş sinyalleri, 

-Türkiye’nin mozaikleştirilmesi, 

Tamamının temel ortak hedefi Türkiye’yi kuran Türk Milleti’nin dağıtılması, yok edilmesi, iğdiş edilmesine yöneliktir. 

Haziran ayı sonunda Türkiye’de yapılacak olan NATO toplantısında bazı gizli gündem maddelerinden söz edilmektedir. 

Bu toplantılarda emperyalist devletlerin ve birliklerin ana hedefi; 

-İstanbul (bir dünya şehrine dönüşüm), 

-Boğazlar (kontrolün Uluslararası bir komisyona havale edilmesi), 

-Kürtçenin ikinci resmi dil olması (Resmi evraklarda iki dil kullanılması zorunluluğu), 

-Lozan Anlaşması’nda tarif edilen azınlıklara yeni isimlerin eklenmesi, 

-Ege’de Yunan kıta sahanlığının 12 milden 9 mile indirilmesi, 

-Patrikhane’nin bağımsızlığı ve bir dünya devletine dönüştürülmesi olacaktır. 

Müdafa-i Hukuk, Kuvay-ı Milliye’nin işidir. Millet kendi hukunu, haklarını korumak için sahne alacaktır. Çünkü tarih bir kez daha tekerrür etmiştir. 

Bu mücadele, Türk Milletinin varlık yokluk kavgasıdır ve bu kavga, devletin bütün kurumlarında yüzyıllardır sürmektedir. Bu kavga, milli reflekslerin canlı tutulması veya yok edilmesi kavgasıdır. 

Kavganın bugünkü en önemli unsuru insanların "ekmekle" tehdit edilmesidir. 

ASIL MESELE; KİM, BU KAVGANIN NERESİNDEDİR? 

“ŞURADA ACIKLI BİR HAKİKAT OLMAK ÜZERE ARZ EDEYİM Kİ, MEMLEKETİMİZDE KÜLLİYETLİ ECNEBİ PARASI VE BİR ÇOK PROPAGANDALAR CEREYAN EDİYOR. BUNDAN GAYE PEK AŞİKARDIR Kİ, MİLLİ HAREKETİ NETİCESİZ BIRAKMAK, MİLLİ EMELLERİ FELCE UĞRATMAK, YUNAN, ERMENİ EMELLERİNİ VE VATANIN BAZI MÜHİM PARÇALARINI İŞGAL GAYELERİNİ KOLAYLAŞTIRMAKTIR. BUNUNLA BERABER HER DEVİRDE, HER MEMLEKETTE VE HER ZAMAN ZUHUR ETTİĞİ GİBİ BİZDE DE KALP VE ASABI ZAYIF, KAVRAYIŞSIZ İNSANLARLA BERABER VATANSIZ VE AYNI ZAMANDA REFAH VE ŞAHSİ MENFAATİNİ VATAN VE MİLLETİN ZARARINA ARAYAN ADİ KİMSELER VARDIR. ŞARK İŞLERİNİ ÇEVİRMEDE VE ZAYIF NOKTALARI ARAYIP BULMADA PEK USTA OLAN DÜŞMANLARIMIZ MEMLEKETİMİZDE BUNU ADETA BİR TEŞKİLAT HALİNE GETİRMİŞLERDİR. FAKAT MUKADDESATINI KURTARMA GAYESİ İLE ÇIRPINAN BÜTÜN MİLLET İŞBU AZİM VE MÜCADELE YOLUNDA HER TÜRLÜ GÜÇLÜKLERİ MUHAKKAK KIRIP SÜPÜRECEKTİR.” 

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (Belgelerle Türk Tarihi Dergisi-S.33) 
Çıkış yolu nedir? Müdaf-i Hukuk nasıl tecelli edecektir? Kuvay-ı Milliye toplanabilecek midir? Hakimiyet-i Milliye nasıl sağlanacaktır? 

(2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR. ) 

2.6.2004 

****

BAYKAL NASIL " HİZAYA GETİRİLDİ "?

BAYKAL NASIL " HİZAYA GETİRİLDİ "? 


Bayram Ankaralı, 
Çoban Ateşleri,
4.4.2004 

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal Yerel Seçimler öncesinde propaganda çalışmaları içerisinde küçük de olsa, hükümetin Kıbrıs ve AB politikalarına "eleştirel" yaklaşımlarda bulununca önce "kontürlü medya" sonra da ABD'den uyarı geldi. 

Verilen Mesaj net olarak şöyleydi: 

1-" KIBRIS ve AB konularında muhalif olma!.. Aksi takdirde seninle ilgili elimizdeki belgeleri açıklarız... Kızının İsviçre'deki hesaplarına ulaştık.." 

2-" Derviş'i Hazırlıyoruz. O bizim istediğimiz gibi bir muhalefet lideri olmaya zaten dünden hazır!..." 

DENİZ BAYKAL mesajı almakta hiç gecikmedi. 

Hemen 2 Nisan 2004 tarihinde TRT kameralarının karşısına gaçti. Ve çok ilginç açıklamalarda bulundu. 

TRT'nin haberine hep beraber göz atalım: 

" CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, giderilmesi gereken bazı tereddütleriyle birlikte  Kıbrıs'ta memnuniyet verici noktalara ulaşıldığını söyledi. 

Avrupa Birliği'yle ilgili olarak da, kendisinin ve partisinin bundan böyle daha aktif rol alacağını belirten Baykal, hükümetin istemesi halinde bu konuda destek verebileceklerini kaydetti. 

Deniz Baykal, Kıbrıs ve Avrupa Birliği ile ilgili TRT'ye açıklamalarda bulundu. 

Kıbrıs'ta Gelinen noktayı değerlendiren Baykal, 

" Bazı noktalarda bizi memnun edecek noktalara ulaşıldığı izlenimi alıyorum. Bundan da memnuniyet duyuyorum. Bizim izlediğimiz politakanın bir işe yaramış olmasını ümit ediyorum. Bizim meselemiz sorunun çözümünü engellemek değil. Sorunun dengeli bir şekilde çözümlenmesi için muhalefet olarak Türkiye'ye yardım yapıyoruz " dedi. 

Baykal, gelecek hafta Meclis'te yapılacak Kıbrıs görüşmelerinde Rauf Denktaş'ın ve Mehmet Ali Talat'ın da bulunması için girişimlerde bulunduklarını kaydetti. 

Bazı tereddütlerin referanduma kadar giderilmesi gerektiğini vurgulayan Baykal şöyle devam etti:

" Yani Türkiye'nin Kıbrıs'tan elini eteğini çekmek zorunda bırakılmış, AB'ye girememiş olması bir kabustur. Umarım böyle olmaz. Hükümetin dikkatini bu noktaya çekmek istiyorum. " 

Baykal, önümüzdeki süreçte Türkiye'nin AB üyeliği için uluslararası platformda daha da aktif rol alacaklarını, 24 Nisan'da da Brüksel'de bunun ilk adımını atacaklarını söyledi." 

Fazla yoruma gerek yok sanırım!............. 

4.4.2004 

***** 

AVRUPA PARLAMENTOSUNDAN KARAR: KÜRTLER AZINLIKTIR!...

AVRUPA PARLAMENTOSUNDAN KARAR: KÜRTLER AZINLIKTIR!... 


Bayram Ankaralı, 
Çoban Ateşleri,
1.4.2004 

Avrupa Parlamentosu 1 Nisan 2004 tarihinde Fransa'nın Strazburg kentinde yaptığı toplantıda "Türkiye Raporunu" görüştü. LOZAN antlaşmasının en önemli hükümlerinden biri olan azınlıklar konusundaki maddeler hiçe sayılarak "KÜRTLER'İN" Türkiye'deki en büyük azınlık olduğu karara bağlandı. 

Raporda yer alan maddeler içerisinde; 

1) Leyla Zana'nın ve 3 mahkum Kürt milletvekilinin hemen serbest bırakılması, 
2) Azınlıkların kültürel haklarının verilmesi, 
3) "Kürt Bölgeleri" olarak isimlendirilen bölgelerin sosyo-kültürel düzeylerinin yükseltilmesi, 
4) Ordu'nun ve derin devlet olarak adlandırılan bürokratik kesimlerin reformlara ve uygulanmasına karşı dirençlerinin kırılması, 
5) Ordu'nun MGK, YÖK, RTÜK ve benzeri kurumlarla, ülke ekonomisi, eğitimi, kültürü üzerindeki etkisinin tamamen kaldırılması, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin lağvedilmesi, 
6) Lozan Antlaşmasının "azınlıklar" maddesinin "daraltıcı=minimalize edici" bir şekilde algılanmaması, yeni hazırlanacak anayasada bu hususun vurgulanması, 

7) Ruhban okulunun açılması, 

8) Azınlıklarla (Özellikle Kürtler, Aleviler ve Roma Halkları=sanırız Rumlar ve Lazlar kastediliyor) ilgili yasal düzenlemelerin desteklenmesi, ancak bu düzenlemelerin hayata geçirilmesi, 

9) Ermenistan sınırının açılması, Ermeni tezleri konusunda AP'nun daha önce aldığı (soykırımı tanıma) kararlar hususunda Türkiye'nin fazla duygusal olmaması, bu konunun iki tarafın akademisyenlerinin bir araya gelmesiyle çözüme kavuşturulması, gibi maddeler yer almaktadır. 

ŞİMDİ MERAKLA VE SABIRSIZLIKLA BEKLİYORUZ: 

ATATÜRK'ÜN KURDUĞU TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN TEMEL YAŞAM NEDENİ OLAN LOZAN ANLAŞMASININ AVRUPA TARAFINDAN YIRTILMASINA ÜLKEMİZDEN HANGİ RESMİ KURUM, HANGİ TEPKİYİ VERECEKTİR? 

KENDİNİ BIRAKIN TÜRK SAYMAYI "TÜRKİYELİ" VE T.C. VATANDAŞI SAYABİLEN 
BİR ŞAHSIN BU KOŞULLAR ALTINDA HALA AVRUPA BİRLİĞİNE GİRİŞİ SAVUNMASI, YA DA SICAK BAKMASI HANGİ İFADEYLE DEĞERLENDİRİLEBİLİR? 

CAHİLLİK Mİ? 

İHANET Mİ? 

İYİMSERLİK Mİ? 

SONUCU SİZ TAYİN EDİN... 

1.4.2004 

***** 

EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ BRÜKSELİN DİR!....

EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ BRÜKSELİN DİR!.... 


Bayram Ankaralı, 
Çoban Ateşleri,
8.3.2004 

Evet... Hızla sona doğru yaklaşılıyor. Artık detayları tartışmanın, inanmayanlara hala delil sunmanın pek bir anlamı kalmıyor. Biz hala birbirimizle didişirken, ikna etme uğraşısı içindeyken atı alan Üsküdar'ı geçmiştir. 

Pek fazla yoruma da gerek yok!.. Yukarıdaki başlıkta anlatılan yeterince kendini anlatıyor. Bir çok kimse, "Yok canım, o kadar da değil.. Paranoyakça bir yaklaşım.." biçiminde tepki gösterecektir. 

Aşağıdaki haber ve belgelerin ötesinde aslında daha sağlam kanıtlar da sunmak mümkün ancak, şimdilik bu haberin yeterli olacağı düşüncesindeyiz. 

Haber, Hürriyet gazetesinin bu gün yayınlanan nüshasında Şükrü Küçükşahin'in 
köşesinde yer alıyor. ''Paketin can damarı, önceki hükümetin Meclis'ten son anda geri çevirdiği uluslararası anlaşmalarla ilgili 90’ıncı maddedeki değişiklikte atıyor.'' biçiminde ortaya konulan değişiklik, Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in ifadeleriyle belgelenmiş. 

Çiçek, Anayasa'nın bu günkü durumuyla AB uyumu için uygun olmadığını, köklü 
değişikliklerin kısa sürede yapılması gerektiğini, daha önemlisi bu değişikliklerin AB istemeden Türkiye Hükümeti tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğini vurguluyor. 

Birçok temel değişikliğin yanı sıra işin can damarı Anayasanın 90’ıncı maddesinin değiştirilmesi olarak görülüyor. 

‘‘Uluslararası anlaşmalar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa 
Mahkemesi'ne başvurulamaz’’ ibaresiyle biten madde, ‘‘Anayasa ile çatışması halinde uluslararası anlaşma esas alınır’’ şekline getiriliyor. 

Bu ibare, Türkiye'nin egemenliğini AB ile paylaşmayı kabul ettiğini, bunu anayasasına da koyarak somutlaştırdığını teyit edecek. 

Paket, YÖK'ten Genelkurmay temsilcisinin çıkarılması, DGM'lerin kaldırılması, Silahlı Kuvvetlerin Sayıştay denetimine girmesi için gereken düzenlemeleri de içeriyor. 

Şimdi sıra meclis duvarlarından şu meşhur "HAKİMİYET KAYITSIZ-ŞARTSIZ 
MİLLETİNDİR" yazısını kaldırıp "HAKİMİYET KAYITSIZ-ŞARTSIZ BRÜKSEL' İNDİR" yazısını asmaya gelmiştir. 

Son olarak Unutanlar için hatırlatma: 

"... Bütün bu Şartlardan daha ıstıraplı ve daha tehlikeli olmak üzere, memleketin içinde, iktidara sahip olanlar, Gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini işgalcilerin siyasi emelleriyle birleştirebilirler..." 

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 

8.3.2004 

***

ASLAN ÇAKKAL OLUPDU

ASLAN ÇAKKAL OLUPDU 


Bayram Ankaralı, 
Çoban Ateşleri,
4.3.2004 

ASLAN ÇAKKAL OLUPDU, 
ÇAKKAL ASLAN OLUPDU 
DÜNYA’NIN MODASIDIR... 

Yukarıdaki başlık bir Kerkük Horyatından alınmıştır. Günümüzü ezgiyle anlatıyor. Mehmet Özbek tarafından hazırlanan ve piyasaya sunulan “Mum kimin yanan Kerkük” isimli eseri dinlerseniz daha ne tatlar ve doğrular bulursunuz.. 

Cephe Gittikçe derinleşiyor.. Saflar belirginleşiyor.. 

Çakallar kendini orman kıralı zannetmeye başladılar.. 

Artık kendilerine “işbirlikçi” ve hatta “hain” denmesini bile “Yarabbi şükür” diyerek karşılayanlar türedi, her yerde.. 

Attila İlhan Türkiye’nin %10 hain kontenjanı olduğunu dile getirirken sanki biraz insaflı davranmış. Ya da bu %10, tepeleri iyice ele geçirmiş. 

Her yerde onların havlaması duyuluyor. 

Türk milletine tarihte görülmemiş bir sansür uygulanarak, gerçekler saptırılıyor. 

Ancak, kendisini “İslamcı” çizgide tanımlayan bir gazetenin (YENİ ŞAFAK), bir yazarının (KORAY DÜZGÖREN) 4 Mart 2004 tarihli yazısını görünce kanım dondu. 

Molla Said, Ali Kemal, Şeyhülislam Mustafa Sabri gibi tescilli işbirlikçilere haksızlık mı edildi yoksa diye düşündüm. 

Ülkesinin askerine, şehidine ve gazisine hakaretler yağdıran, vatan toprağından “toprak parçası” diye hafifsemeyle bahseden birine verilecek isim bulamadım. 

Bulan varsa bana bildirsin, lütfen. 

Dün Ankara’da düzenlenen ''Hilafetin İlgası'' ve ''Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun 80. Yılı ile Günümüz Türkiyesi'' adlı toplantıyla ilgili iki milli cehpe gazetesinde çıkan yazıların dışında “mütareke basını” kılıklı yazılı ve görsel yayın organları tarafından ilgi gösterilmedi. 

Koray Düzgören ise korkmuş ya da endişelenmiş olacak ki, sütununda panik havasında aşağıdakileri döktürmüş: 

“...İşte bu teşkilatın düzenlediği panele katılan komutanlar salonda bulunanlar tarafından alkışlanmış ve o sırada "Dayan Denktaş Türkiye seninle" diye bağırılmış. 

Tabii bu tezahürata, bu amaçla oraya getirilen ve açıkça Kıbrıs'ta bir çözüm olmaması için çaba harcayan bu çevrelerce, maalesef 'kullanılan' Kıbrıs gazileri de katılmış. 

Daha önce bir TV programında da zoraki konuşturulmuşlardı bu gaziler. 

'Kıbrıs Barış Harekatı' adı verilen Kıbrıs'ın işgal operasyonunda yaşamlarını yitiren askerlerin mezarları başında... 

"Biz kanlarımız, canlarımız pahasına Kıbrıs'ı aldık, bir taşını bile vermeyiz" diye 
konuşmuşlardı. 

Çok acıklı görüntülerdi. 

Zavallı insanlara Türkiye'nin Kıbrıs'ı fethettiği görüşü benimsetilmiş, buna inanmaları sağlanmıştı. 

Kimse de kalkıp onlara, bu toprakların, mülklerin sahipleri bulunduğu ve daha geçenlerde, ele geçirilen bu topraklarda evi olan bir Rum kadının mülküne ulaşamamaktan dolayı Türkiye'yi Avrupa Mahkemesi'nde bir milyon dolar tazminata mahkum ettirdiğini söylememişti. 

Türkiye, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği ile başı daha fazla derde girmesin diye bu parayı, bazı şartlar ileri sürse de tıkır tıkır ödemişti.“ 

".....Dayan Denktaş" demeleri bundan... Denktaş da bu çevrelere ve bu görevlilere sırtını dayayarak dayanıyor. 

Gelen haberler, Denktaş'ın son günlerde çözüm olasılıklarına karşı iyice 'dayandığı'nı gösteriyor. 

Artık son olarak, ilk söylediği sözü tekrarlyyor: 

"Annan Planı'na hiç inanmadım" diyor. "Görüşmelere Türkiye'nin ricası üzerine girdim." 

Bu plana ve çözüme hiç mi hiç inanmayan bir görüşmeci ile Kıbrıs meselesini çözmeye çalışmak, daha önce bir yazımda da belirttiğim gibi, "Ciğeri kediye teslim etmek"ten başka bir anlam taşımıyor. 

Hükümetin umudu BM Genel Sekreteri Annan'da... Son sözü o söyleyecek... 

Denktaş'ın ve komutanların umudu ise referandumda... 

Referandumun, 35 bin askere karşılık yüz kusur bin seçmenin bulunduğu küçük bir toprak parçasında yapılacağını unutmayın.” 

Böyle bir yazıya imza atan kalem herhalde hicabından kırılmıştır. 

Soydaşının soykırıma uğramasını normal karşılayabilen, hatta haklı görüp “sözde barış harekatı” diyerek “Kıbrıs’ın işgal operasyonu” diyebilecek kadar şaşırmış ve paniklemiş adamları ciddiye almalı mıyız, yoksa bırakıp köpeksiz köyde değneksiz dolaşmalarını mı izlemeliyiz? 

Benim umudum alevlendi... 

Çünkü bunlar artık panikledi... 

En güçlü döneminde panikleyenler, en küçük bir zayıflıkta kaçacak delik bulamazlar.. 

4.3.2004 

****

TÜRKİYE HÜKÜMETİ SÖZ VERDİ: KÜRTLERE TAZMİNAT ÖDENECEK!....

TÜRKİYE HÜKÜMETİ SÖZ VERDİ: KÜRTLERE TAZMİNAT ÖDENECEK!.... 


Bayram Ankaralı, 
Çoban Ateşleri,
25.1.2004 

Evet.. İngiliz gazetesi The Guardian'ın Atina muhabiri Helena Simith 22 Ocak 2004 tarihli haberinde yukarıdaki başlığı atmış. 

Devamla, diyor ki: " 15 yıldır Kürtler üzerinde sürdürülen devlet terörüne karşılık, AB'ye üye olabilmek için yapılan yeni yasal değişiklikler çerçevesinde, Ankara'daki ılımlı İslamcı hükümet bir plan çerçevesinde Kürtlere tazminat ödemeyi kabul etti...." 

Devam ediyor Helena Smith; "İnsan Hakları kuruluşları 1984-1999 yılları arasında yaşanan etnik kavgaların sonucu 1 milyondan fazla etnik Kürt'ün insan hakları ihlaliyle karşılaştığını tesbit ettiler..... ... Bu açıklama Romano Prodi'nin Türkiye seyahati sonrası yapıldı.... Gerekli yasal düzenlemeler önümüzdeki aylarda meclise getirilecek.." 

Bu işin dikiş tutmayacağını birçok aklı-selim daha en başta haykırmıştı!.. Arkasından "Luzidu" tazminatı gündeme geldi ve ödendi. Türkiye bu son kararla, çok net ifade ediyorum; 

Ermeni tezlerini de kabul noktasına gelmiştir, Rum tezlerini de.... 

Mustafa Muğlalı olayında DP zamanında yaratılan "devr-i sabık", Korkut Eken olayında bir kez daha gündeme taşınmış, günümüzde ise toptan Devleti hedef almıştır. 

Türkiye Cumhuriyeti kasasında 249 milyon dolar altın ve döviz rezervi varken 23 Şubat 1945 tarihinde ABD ile imzaladığı 10 milyon dolarlık kredi anlaşmasıyla ATATÜRK'ün bağımsızlık düşüncesinden kopmaya başlamıştır. 

Artık günümüzde basit psikolojik oyunlarla oynanan siyaset oyunları, hep karşı cepheye yarar olmuştur. 

Bundan sonrası kurtuluş için büyük Türk Milletini uyandırma hareketi olacaktır. Basit, yalın ve siyasi kaygılardan uzak, doğrudan temasla gerçekler herkese anlatılmaya başlanmalıdır. Ve en önemlisi hiç kimse nasıl olsa bir Atatürk çıkar, ya da Ordu son anda işe el koyar beklentisi içinde olmamalıdır. 

Günümüzde Herkes bir Atatürk'tür. 

25.1.2004 

***** 

SATIYORUM, SATIYORUMM, SAATTIIM....

SATIYORUM, SATIYORUMM, SAATTIIM.... 



Bayram Ankaralı, 
Çoban Ateşleri,
31.12.2003

Yıllar önce Türkiye'den Libya'ya işçiler para kazanmaya giderken yaygın olarak söylenen bir söz, doğruluğuna inanmasam da yüreğimi yakardı. 

" Çadırcıbaşı Kaddafi halkına şöyle seslenirmiş: " Ey Libya Halkı, eskiden Osmanlı gemileri gelecek, bize yiyecek getirecek diye denize bakar dururdunuz. Bakın işte o Osmanlı'nın torunlarını size köle yaptım..." 

Bu işin trajedi boyutuydu, o zamanlar. Zaman geçti, yıllar içerisinde Libya ve Kaddafi kimin dost kimin düşman olduğunu gördü mü bilinmez, ancak biz hala anlayamadık. 

Anlamamakta da direniyoruz. 

Kadıköy Belediyesinin 2003 yılı başlarında AB Komisyonu ile yaptığı anlaşmayı okuyunca kanım dondu. 

Sanırım bir yıla yakın bir süre anlaşmanın gerçek içeriği gizlenmiş. 

Anlaşmanın başlığı: “İnsan Haklarının Korunması ve Demokrasinin Güçlendirilmesi için Türk Toplumunun Sosyal Aktörlerinin İşbirliği” 

İlk bakışta çok masum bir "İnsan Hakları ve Demokrasi" örtüsü görüyoruz. Ancak biraz dikkatlice bakınca "Türk toplumunun sosyal aktörlerinin İŞBİRLİĞİ" ibaresi karşımıza çıkıyor. 

İŞBİRLİĞİ kelimesinin altını çizelim. Ne için işbirliği yapacakmış, bu toplumun sosyal aktörleri? 

Laf salatalarını ayıklarsak anlaşmanın içinden gerçek hedef ortaya çıkıyor: 

Türk Toplumunu, Türk Milletini bölmek, parçalamak, ahlaksızlığı teşvik etmek, Türkiye'yi AB'ye gammazlamak, yani içeriden bilgi sızdırmak, vb.. 

Bunu nasıl yapacaklar: İnsan Hakları ve Demokrasi eğitimleri adı altında içeriden ve dışarıdan özel olarak seçilmiş "MİSYONERLER" aracılığıyla ülkemizde ne kadar hassas nokta varsa kaşınarak, ayrımcılık körüklenerek... 

Tüm bu ihaneti AB için yapmanın ve yaptırmanın bedelini merak ederseniz, söyleyelim: 

612,752 AVRO. 

Bu bedele karşılık yapılacak çalışmaları da "TEFTİŞ" edecek makam, AB Türkiye 
temsilciliği.. 

Anlaşmanın Maddelerine bakalım: 

1. Projede görevlendirilecek olan uzmanlar ve STÖ'ler Türkiye'nin "İnsan Hakları Sicili" ile ilgili rapor ve değerlendirmelerini AB'ye sunacaklar, 1.6. Projede yaklaşık 500 kişi görev alacak ve bu kişilerin; İnsan Hakları, Demokrasi, 
toplumsal, cinsiyet, din, ayırımı alanlarında uzman olmaları gerekecek. 
Hedef olarak belirlenen 5 "kurban" grubu (Özürlüler, Seks emekçileri, Eğitimsiz Anneler, vb.) öncelikle ele alınacaktır. 
Hedeflenen eğitim ve bilgilendirmelerde özellikle "Fahişelik" ile ilgili destekleyici kanunlar ve politikalar, dikkati çekmektedir. 

1.8.......Konuşmacılar Türk ve Türk gerçeğine odaklanmadan kaçınma ve diğer ülkelerin deneyimlerinden yararlanma amacıyla ve görüş çeşitliliği sağlanması için diğer ulusların öğretmenleri, uzmanları ve profesyonelleri olacaktır. 

......Bu projenin elde etmek istediği esas başarı, katılımcıların davranışlarını değiştirmek ve onları içinde yaşadıkları şartların ve toplumun evriminde daha etkin bir rol almaya teşvik etmek olacaktır. 

Eylem 6 Görev 1:........Projenin uygulanma dönemi içinde yerel bir radyo istasyonu ile işbirliği içinde bir haftalık yayın hazırlanacaktır. 


2.3.......Bu işbirliği , Türk toplumu için zaruri olan ve müktesebatın benimsenmesi için yaşamsal olan çeşitli konular ve sorunları kapsayacak şekilde genişletilebilir. 

5.Gizlilik 

Komisyon ve Lehdar ,Madde 2 de adı geçen raporların ve kendilerine gizli olarak verilen belgelerin,bilgilerin veya diğer malzemenin gizliliğini korumayı taahüt eder. 

Madde 13-Geçerli Kanunlar ve Yetkili Mahkemeler 

13 (1) Bu Sözleşme ,Belçika kanunlarına tabidir. 

13 (2) Komisyon ve Lehdar arasında bu Sözleşme’nin uygulanmasından doğan ve dostça çözülemeyen ihtilaflar Brüksel Mahkemesine götürülecektir. 

29 Aralık 2003 tarihinde sessiz sedasız TBMM'ne sevk edilen "Kamu Yönetimi Reformu Yasa Tasarısı" ile yerel yönetimlere verilen yetkilerle üst üste koyduğumuzda olayın vehameti bir kat daha netleşiyor. 

Bu pilot anlaşma ile yukarıda andığımız yasa tasarısı -ki AB Yerinden Yönetim şartı doğrultusunda hazırlanmıştır, Türkiye'de küçük yönetim birimlerinin bağımsızca ikili anlaşmalar imzalamaları anlamına geliyor. 

En basit anlamda satış sözleşmesine dahi taraflar, "Yönetim Kurulu'nun onayını müteakip geçerlidir" ibaresini koyarken, Kadıköy Belediyesi tüm yetkileri kendisi kullanıyor. Hem de Türkiye'de uygulanacak olan ve %20 finansmanının kendilerince karşılanacağı bir anlaşmada geçerli kanunlar ve yetkili mahkeme Belçika ve Brüksel olarak kabul ediliyor. 

Ülkemiz pare pare elden gidiyor. Bu kez düşman topyekün saldırmıyor. İçeriden ve sessiz sedasız... 

31.12.2003 

***** 

28 Mart 2020 Cumartesi

COVID-19 U KİM ÜRETTİ, AŞISI NE ZAMAN BULUNACAK,


COVID-19 U KİM ÜRETTİ, AŞISI NE ZAMAN BULUNACAK,


Prof. Dr. Sait YILMAZ
COVID-19’U KİM ÜRETTİ ??? AŞISI NE ZAMAN BULUNACAK ???

COVID-19’U KİM ÜRETTİ?


AŞISI NE ZAMAN BULUNACAK?..

Giriş

Corona virüsü, zamanı durdurdu, hayatımızın ayrılmaz bir parçası gibi gözüken pek çok şey (oyun parklarındaki çocuklar, kahveler, alışveriş merkezleri, üniversiteler, etkinlikler, dost toplantıları vd.) kısa sürede hayatımızdan çıktı. Seyahat ve sokağa çıkma kısıtlamaları, iş yerleri ve fabrikaların çalışamaması ekonomileri vuruyor. Ülkelerin dış ticaret zincirleri salgın hastalık tedbirleri nedeni ile kesintiye uğradı. Turizm bitti. Her ülke kendine göre yöntemler geliştirirken İtalya ve İran’ın çaresizliğini izliyoruz. İspanya başta olmak üzere diğer Avrupa ülkeleri ve ABD’de durum gittikçe daha kötüye gidiyor. Olup-bitenler, Batının ne kadar hassas olduğu yanında dünyada çok önemli gelişmelerin olacağının da göstergesi. Arka planda istihbarat savaşları var.

Ebola, MERs ve SARs’tan çok daha ciddi bir salgın hastalıkla karşı karşıyayız. Coronavirüs büyük bir virüs ailesinin ismi; şu an karşı karşıya kaldığımız son üyesi COVID- 19, öngörülmesi zor bir şekilde hızla yayılan bir virüs. Henüz ilacı veya aşısı olmadığı için hastalığın yayılmasını geciktirerek zaman ve bağışıklık kazanmaya çalışıyoruz. Bu yüzden, evde oturuyoruz. Sağlık alanında pek çok uzman kurum ve kişi akla gelebilecek her tedbiri zaten tavsiye ediyor. Bu onların işi. Bizim işimiz ise bunun arkasında ne var, neler olacak? Bunları ortaya koymak. Akla gelen ilk soru şu olabilir; bu virüs neden ortaya çıktı, işin içinde kimler var? Burada pek çok komplo teorisi ortaya çıkıyor. Ne olacak sorusu ise daha çok aşının bulunma zamanına odaklanmış durumda. Bu makalede, bu konuları ele alacağız.

Komplo Teorileri.,

Komplo Teorileri genel olarak dezenformasyon yani maksatlı olarak sahte bilgi yaymak gibi görülür. Pek çoğu da bu amaca hizmet eder. Dezenformasyonun babası Rus Vladimir Volkof tur. Ruslar bu işte oldukça uzmanlaştılar. 1980?lerde Sovyetler Birliği, CIA ve Pentagon hakkında pek çok hikaye uydurmuş ve bunlara Amerikalıların bile inandığı görülmüştü. 2018?de Ruslar, ABD?nin araştırma çalışmalarını önlemek için anti-aşı kampanyası görünümlü yeni bir dezenformasyon program başlattılar. Coronavirüsün ortaya çıkışı ile birlikte Rusların benzer bir dezenformasyon program başlattığı, CIA tarafından üretilen virüsün Çin?e karşı kullanıldığı hikayesi sosyal medyada sürekli işleniyor[1].

İstihbarat Teşkilleri bundan elli yıl önce haber ve veri toplar, bunları analiz ederek istihbarat haline getirirdi. Ancak, dünyanın işleri gittikçe karmaşık hale gelirken, öngörülemeyen konular için önce uzun dönemli (stratejik) değerlendirmeler üretildi, sonra da gelecek senaryoları yazıldı. Bu da yetmeyince olup-biteni açıklayabilmek için komplo teorileri üremeye veya üretilmeye başlandı. Bizler için mesele bir komplo teorisi içindeki doğru parçaları bir araya getirip, resmi daha iyi görmektir. Coronavirüs ile ilgili pek çok komplo teorisi var. Bunları tek tek ele alacak ve sonra bir doğruya varmaya çalışacağız. Önce COVID-19?un kimin çıkardığı ile ilgili görüşlere bir bakalım.

Amerikalılar, coronavirüsün ortaya çıkışı ile ilgili kendilerine yönelik komplo teorilerinin arkasında Rusların sosyal medya ve özellikle 
Twitter, Facebook ve Instagram üzeriden devam eden deonformasyon kampanyasının olduğunu iddia ediyorlar. 

Bu teorilerde ABD nin Çin e karşı bir ekonomik savaş için virüsü kullandığı hikâye ediliyor ama Rusya iddiaları kabul etmiyor[2]. 
Bununla beraber, Rus medyasında Wuhan?ın seçilmesinin nedeni, burada BSL-4 Laboratuarının olması ve böylece CIA ve Pentagon? un  örtü sağlaması [3]. Amerikalı yorumcu Josh Bernstein Demokrat Parti ve medikal derin devletin Çin hükümeti ile işbirliği yaparak coronavirüs 
ile Trump? devirmeye çalıştıklarını iddia etti[4].

Çin medyası da komplo teorilerinden geçilmiyor ve ortak kanı, virüsün CIA tarafından ülkeyi çökertmek için üretildiği[5]. 
Bu kapsamda, SARS?ın da ABD tarafından Çin e karşı kullanıldığı anlatılıyor. Bazı makalelerde Çin?deki Küresel Gen Enstitüsü (BGI)[6] 
Ekibinin Çinlilerin genetik bilgilerini ABD?ye sattığı iddia ediliyor. Bazı makaleler ise virüsün Ekim 2019?da Wuhan? da yapılan Dünya 
Ordu Oyunlarına gelen ABD atletleri tarafından yayıldığını, bu askerlerin biyo-savaş operatörleri olduğu iddia ediliyor. 
Bu kişilerin Wuhan?daki Deniz Ürünleri Toptancı Pazarına çok yakın bir yerde kaldıkları söyleniyor.

13 Şubat 2020 tarihinde Japon TV Ashai News, COVID-19? un ABD? de çıkmış olabileceğini iddia etti. 
    Habere göre, ABD? de gripten ölen 14 bin kişini çoğunun Coronavirüs ile ilgili olabileceği söylendi. 
    ABD ise ancak 12 Mart tarihinde bazı vakaların Coronavirüs ile ilgili olabileceğini açıkladı.

Arap medyası ise coronavirüsün ABD tarafından aşı satmak için üretildiği ve Çin?e karşı ekonomik ve psikolojik savaşı bir parçası olduğundan emin 
gözüküyor[7]. Arap ve İranlı yorumcular ABD ile birlikte İsrail?in ve Siyonist unsurların SARS ve Kuş Gribi?nde olduğu gibi COVID-19?dan da 
sorumlu olduğunu iddia ediyorlar. İran, coronavirüsün ülkeyi vurmasını ABD?nin intikam aldığı şeklinde yorumluyor. İran medyasına göre, 
ABD bu virüs ile hem Çin hem de İran?a karşı bir ekonomik savaş başlattı[8].

Şimdi asıl hikâyeye geçmeden önce adres göstereceğimiz küresel sermayenin biyolojik savaş alanındaki geçmişi ile ilgili bir özet yapmak istiyoruz. 
Bahsettiğimiz, devletler değil, onları da yönlendiren daha önce “Küresel Sermaye ve Türkiye”[9] kitabımda yer alan, ABD ve Avrupa içine dağılmış, başını Rockefeller ve Rothschilds gibi ailelerin çektiği zengin iş adamlarının oluşturduğu milliyetsiz çıkar ağı.

19. yüzyıldan beri Küresel Sermaye kastının hedefi, sürekli babadan oğula geçen bir oligark grubu altında tek bir dünya hükümeti yaratmaktı. 
Bu düzende orta sınıf olmayacak, sadece yöneticiler ve hizmetçiler bulunacaktı. Böyle bir dünya için bir milyar nüfus yeterli idi. Kurallara uyanlar 
yaşamakla mükâfatlandırılacak, uymayanlar ise ya aç bırakılacak ya da yasadışı ilan edilerek, en sonunda yok edilmek için hedef alınacaktı[10]. 

Bu ağın önde gelen isimlerinden Bill Gates 2010?da şöyle demişti; “Dünyanın nüfusu bugün 6.8 milyardır ve 2030’da 9 milyar civarına ulaşacaktır. 
Eğer yeni aşılar üretir, yeniden üretim sağlık hizmetleri ile birlikte bu nüfusu %10-15 azaltabiliriz.”[11]

Küresel Sermaye ve Nüfus Azaltma Projesi.,

Yeni Dünya Düzeni?nin ilk taslağı, Londra?daki Tavistock İnsan İlişkileri Enstitüsü baş teorisyeni olan Edward Bernays tarafından yapılmıştı[12]. 
Yeni Dünya Düzeni planı içinde; küresel nüfusu azaltacak bir mühendislik çalışması (virüsler/aşılar/genetik olarak oynanmış yiyecekler), dünya 
Nüfusunun bir milyardan aşağıya çekilmesi ve dünya kaynaklarının küresel oligarkların kullanımına bırakılması vardır. 20. yüzyılın başından beri 
dünyanın her yerinden virüs ve bakteri toplanarak, askeri amaçlarla üzerinde çalışılmaktadır.

Küresel Sermaye kastı, bu iş için kendisine filantropi (hayırseverlik) örtüsü edindi. 20. yüzyılın başlangıcında Rockefeller,  Carnegie ve Ford Vakıfları filantropi yolu ile bu çalışmalara finanse yolu ile öncülük ettiler. Mac Arthur Vakfı ile Bill ve Melinda Gates Vakfı,  bu büyük vakıflar arasına katıldılar[13]. Hayırseverlik amacı ile kurulmuş vakıflar, vergiden muaftır ve böylece zenginler vergi vermek yerine bir  kısım parasını –Benim param! diyerek, istediği her (eğitim, din, bilim, kültür vb.) alanda kendine göre projeler için kullanmaktadır. 

Bu yöntem, süper zengin biri için vakıf aracılığı ile yeni emlak ve gelir elde etme yolu olarak da kullanılmaktadır[14]. 
Örneğin Bill Gates, gelirlerinin çoğunu Microsoft?dan değil bu tür işlerden elde etmektedir[15].

Konunun genel çerçevesinin anlaşılması için yapılan çalışmaları tarihsel olarak üç dönem halinde ele alabiliriz:

Soybilim çalışmaları; İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar olan ilk döneme “soybilim (eugenics)” çalışmaları damgasını vurdu. 

  1920 ler den itibaren „ negatif soybilim? çalışmaları ile arka planda istenmeyen ırk ya da nüfusun yok edilmesi hedefleniyordu. 

Bunun ilk uygulaması Hitler tarafından Yahudiler üzerinde yapılırken, 1939?daki Negro Projesi?nde ise hedef siyahlardı[16]. 

Savaştan sonra Hitler?in soybilim alanındaki bilim adamları ABD?ye getirilerek, Rockefeller Vakfı içinde çalışmalarına devam ettiler[17].
Yeşil Devrim ve GMO’lu ürünler; 1946 yılında Nelson Rockefeller ve eski ABD Tarım Bakanı ve Hi-Bred Seed şirketinin kurucusu Henry Wallace?in 
Meksika?ya yaptığı bir geziden sonra Yeşil Devrim (Green Revolution) projesine karar verildi. Projenin görünüşteki hedefi dünyada açlığa son 
vermekti. Yeşil Devrim?in amacı; ileri mekanize tarım üretimine sahip sanayileşmiş ülkelerin yavaş da olsa dünyadaki “fazla nüfusu” eriteceği idi. 
Yeşil Devrim işinde Rockefeller Vakfı ile Ford Vakfı el ele idi ama ABD dış politikasını desteklemek için Kalkınma Ajansı (USAID)[18] ve CIA ile 
işbirliği yaptılar. On yıllarca başta Afrika olmak üzere dünyanın her köşesinde yapılan projeler çoğunlukla başarısız 1970?lere kadar yapılan 
Yeşil Devrim çalışmalarının sonrasında “genetik” bilimi dâhilinde genliği değiştirilmiş gıdalar (GMO)[19] ile tekrar nüfus kontrolüne geçildi. 

Moleküler biyoloji ve genler ile ilgili çalışmalar Rockefeller Vakfı?nın yarattığı bir alandır. Nüfus azaltması ve GMO?lar büyük bir stratejinin 
parçasıdır ve dünya nüfusunda önemli bir azaltmayı hedeflemektedir. Rockefeller Vakfı?nın büyük stratejisi içinde, bitkiler ve hayvanların 
genetiği ile ilgili araştırmalar iç içe devam etti. Yiyecek tedariği artık aile çiftlikleri yerine çokuluslu şirketlerin işi olmalı idi.1970?lerde 

    Henry Kissinger, “Petrolü Kontrol ederek ülkeyi kontrol edersiniz, yiyeceği kontrol ederek nüfusu (İnsan sayısını) kontrol edersiniz” diyordu 
ve onunla birlikte küresel nüfusun azaltılması ve gıda kontrolü ABD stratejisi oldu[20].

    Biyolojik Savaş ve Aşılar; İnsanın hayatı üzerine biyolojik savaşın babaları daha önce doğmuştu. İngilizler çiçek hastalığı bulaştırılmış 
battaniyeleri kullanıyorlardı. 

Amerika? ya göç eden İngilizler bu battaniyeleri Kızılderili nüfusunu yok etmek için kullandılar. 

Biyolojik silah çalışmaları bugün çok değişik örtüler altında yürütülüyor, ülkelerin gen haritaları ortaya çıkarılıyor. 

Nüfus azaltma projesi, 1960 ve 1980?lerde Henry Kissinger tarafından dile getirilmeye başlandı. 

Bugün kendisi Rockefeller ve onların Bildelberg Cemiyeti?nin sözcülüğünü yapıyor.

Rockefeller Vakfı, Nüfus Konseyi, Dünya Bankası, BM Kalkınma Programı (UNDP), Ford Vakfı ve diğerleri Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ile 
birlikte 20 yıl boyunca, tetanos ve diğer aşıları kullanarak üremeyi önleyici aşı üzerinde çalıştılar[21]. 1970?lerden sonra BM örgütleri ile 
birlikte insanlar üzerinde denenen aşılar ile çeşitli deneyler yapıldı. 1978-1981 yılları arasında ABD hükümeti tarafından homoseksüellere 
uygulanan Hepatit B aşısı sonrası HIV mikrobu yayıldı. O zamandan beri Afrika?da nerede ne kadar maden varsa o kadar HIV/AIDS ve iç savaş oldu. 

Bu hastalıklardan Batının çokuluslu madencilik, ilaç ve gıda şirketleri hep karlı çıktı. İlaç şirketlerinin başında Pfizer, Merck & Co, 
Novartis Glaxo Smith Kline, Amgen, Astra Zenecai Ely Lilly, Abbott sayılabilir.

2000 yılından itibaren ise hedef biyolojik savaşı kazanmaktır. Bugün ABD?de 300?den fazla bilimsel kuruluş içinde 12.000 kişi biyolojik savaşta 
kullanılacak patojenler üzerinde çalışıyor[22]. Bu kirli oyunun içine, WHO gibi BM organları, çeşitli araştırma kurumları, biyo- savaş laboratuarları 
dahil edilmiş. Amaç sadece para kazamak değil, dünyanın ve insanlığın geleceğine, kimlerin yaşayacağına ve yöneteceğine karar vermek. 
Zaten bir çok politikacı, iş adamı, kurumlar ve medya bunların esiri. Çoğu filantropi yolu ile sanki kendini insanlığa adamış maskesi içinde 
sahnede.

COVID-19’a giden yol..,

Görünüşe göre salgın hastalıklar konusunda on yıldır kimse Bill Gates ve onun “Bill ve Melinda Gates Vakfı” kadar aktif değildi. 
Bill Gates, 18 Ekim 2015?de Vancouver? da yaptığı konuşmada, Batı Afrika?da ortaya çıkan Ebola?nın 10 binden fazla kişinin canını aldığını, 
bir sonrakinin daha kötü olacağını hatta 10 milyon kişiyi öldürebileceğini söylemişti. Moderna ve CureVac gibi şirketler COVID-19 gibi salgın 
hastalıklara karşı ilaç ve aşı geliştirmek için yıllardır Gates Vakfı?ndan fon alıyor. Gates ve Vakfı, uzun zamandır salgın hastalıklara karşı 
hazırlık yapıyor. 2017?da yapılan Davos Dünya Ekonomik Forumu esnasında Gates, epidemic hastalıklara karşı hazırlık amacı ile bir inisiyatif 
(CEPI)[23] başlattı. 2019 yılında ise Bill Gates?in salgın hastalık senaryolarına odaklandığını görüyoruz. Önce Netflix için bir video hazırladı 
ve hayali bir senaryo anlattı.

Şimdi COVID-19 öncesi neler olduğunu kronolojik bir sıra ile özetleyelim;

İlk adresimiz ABD-Maryland?taki Fort Derick biyo-silahlar laboratuarı. Burası coronavirüsü için 2015?de patent başvusunda bulunmuş ve 
2018 de almış. Ancak, aniden Ağustos 2019 da güvenli olmadığı için kapatılmış çünkü pek çok patojenin kaybolduğu anlaşılmış.

İkinci adres; Johns Hopkins Üniversitesi. 18 Ekim 2019?de yani Çin?in Wuhan şehrinde coronavirüs çıkmadan iki ay önce, Johns Hopkins Üniversitesi?nde Event 201” Coronavirüs bilgisayar simülasyonu oynandı. 
Bu programın sponsoru Dünya Ekonomik Forumu ile Bill ve Melinda Gates Vakfı idi. Senaryo, alınacak tedbirler üzerine ama virüsün adı; 
CAPS[24] yani Coronavirus Akciğer Sendromu. Senaryoya göre, Brezilya?da bir domuz çiftliğinden yola çıkan Coronavirüsü önce hava yolu 
ile Portekiz?e sonra ABD ve Çin?e ulaşıyor. Gene senaryoya göre 18 hafta içinde 65 milyon insan ölecek ama belli bir hızda devam edecek, 
küresel nüfusun %80-90?ı öldüğünde etkili bir ilaç bulunacak[25]. Peki bu tatbikata kimler katılmış;

2017?den beri Çin Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi?nin başkanı olan Prof. George Fu Gao da var. Kendisi yarasadan geçen virus  ekolojisi ve moleküler biyoloji konusunda CIA Direktör Yardımcısı Avril Haines ve ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) başkanı emekli amiral Stephen C. Adı skandallara karışan Johnson &Johnson?ın (J&J) başkan yardımcısı Adrian Thomas. J&J; Ebola, HIV gibi bulaşıcı hastalıklara karşı  aşı geliştiriyor.

Başka bir isim Lufthansa?dan Martin Knuchel. Lutfhansa, COVID-19 ortaya çıkar çıkmaz bütün uçuşları durdurdu.

Bill Gates ve Dünya Ekonomik Forumu?na katılan Baltimore?daki Johns Hopkins Medikal Merkezi?nde yapılan bilgisayar similasyonundan iki hafta sonra Wuhan?da ilk COVID-19 görüldü[26].

Dünya Sağlık Örgütü (WHO), 12 Mart 2020 tarhinde COVID-19?un pandemik (salgın) hastalık olduğunu ilan etti. Ancak, salgın hastalık  halinde enfeksiyon sonucu ölümlerin %12?den fazla olması beklenir. Bu Avrupa?da %0.4 civarında, İtalya ise istisna (%6). Çin?de ise Mart  başında %3 civarında iken oldukça düştü. Akla şu soru geliyor; hastalığın pandemik olmasına kim karar verdi? WHO, muhtemelen emirleri  yukarıdan alıyor, sanmayın Trump?tan, dünyayı nüfusu azaltarak kontrol etmek isteyen tek dünya düzeni kastından. Bu karar, yıllardır  hazırlanıyordu ve Ocak 2020?de Davos?taki Dünya Ekonomik Forumu?nda (WEF) kapalı kapılar ardında şekillendi. Bu kapıların arkasında  Bill Gates, Aşı Geliştiren Eczacılar Birliği (GAVI)[27], Rockefellers, Rothschilds ve diğerleri vardı. Bill Gates zaten yıllardır on yılda on milyon  insanı öldürecek bir virüsün duyurusunu sözde insanlığı uyarmak adına yıllardır yapıyordu. Karar, ID2020 gündemini uygulamaktı.

WHO?nun kararından sonra diğer adıma geçildi; polis ve/veya asker gözetiminde aşı üretimi için baskı yapılması. 

Bunu Reddedenler cezalandırılacaktı. 

  Bu zorlama aşı, büyük ilaç, oyunun aracı idi; bu kokteylin içine ne konacağına onlar karar vermişti, belki yavaş ölüm ya da birkaç yıl 
sürecek başka bir süreç. Bu aşı belki gelecek nesilleri de vuracak, beyinlere zarar verecek, kadınların doğurganlığını önleyecek ama amaç 
nüfusu azaltmak[28]. Belki birkaç yılda daha bu virüsün nerden gelediğini bilemeyeceğiz ama bu virüsü üretebilecek seviyede teknolojiye 
sahip biyo-savaş labarotuvarları sadece ABD, İngiltere, İsrail, Kanada ve Avustralya?da var.

Totaliter bir dünya devleti peşinde olanlar ID2020 Gündemi kapsamında planlarını uyguluyorlar. Küresel finans hegemonyasının zorlama aşı, 
nüfus azaltması ve herkesin topyekun dijital kontrolü ile uyguladığı ID2020, tek dünya devletine giden yolda önemli bir dönüm noktasıdır. 
Kamu ve özel şirketlerinin ittifakı olarak bilinen ID2020 içinde BM ajanslar ve çeşitli sivil toplum kuruluşları da var. Bu aslında genel aşı 
kullanımı için bir dijital kimlik tanıma programı. Bu program sözde doğumundan itibaren hem doğum hem de tüm aşıların kaydedildiği Biyo-Metrik 
ağ ile dijital kimlik oluşturuyor. 

GAVI, kendi web sayfasında herkes için bağışıklık oluşturmak üzere kamu ve özel sektör ortaklığı olduğunu söylüyor. WHO tarafından desteklenen GAVI, gerçekte ilaç endüstrisinin devlerinin arkasında olduğu bir manivela.

İstihbarat Savaşları.,

Üçüncü adresimiz Kanada-Winnipeg?deki Mikrobiyoloji Laboratuarı. Bu laboratuarda çalışan Çin?li ajanların geçen yıl coronavirüs örneğini gizli bir şekilde kaçırdığı basına yansıdı. Virüsün adresi yaygın hastalığın faili Wuhan?daki BSL-4 laboratuvarıydı. Virüs önce 4 Mayıs 2013?de ve hayvan türleri üzerinde etkisi üzerinde çalışmak için Hollanda?daki laboratuvardan Kanada?ya getirilmiş. Winnipeg?deki laboratuar, coronavirüsün çeşitli tiplerini tanımlamış. İddiaya göre Mart 2019?da Kanada?dan Çin?e biyo-terör vasıtası olabilecek virüsün gittiğinin anlaşılması bir skandal doğurdu[29]. Bunun üzerine başlarında bayan Xiangguo Qiu?nun olduğu Çin ekibi laboratuardan uzaklaştırılmış.

Dördüncü adresimiz olan Wuhan Enstitüsü, daha öncede coronavirüs, SARS, HN51 grib virüsü, Rusların geliştirdiği antharax gibi biyolojik taşıyıcılar üzerinde çalışmış. Çin?in böyle bir biyolojik saldırı geçmişi yok. Genetik çalışmalar Çin?de çıkan COVID-19?un coronavirüsün C Grubuna ait olduğunu gösterdi. C Grubu ise aile olarak sadece ABD?de bulunuyor.

Çin?de yaklaşık 40 kadar merkez biyolojik savaş üzerine çalışıyor ve Ebola ilacını (JK-05) üretmişler. Biyolojik ve kimyasal silahlar sadece savunma amaçlı değil, bir savaşta saldırı amaçlı olarak roketler, hava bombadırmanları, spreyler ve kısa menzilli güzeler ile de yayılabilir.

Çinli ajanların coronavirüsü Kanada?dan kaçırıp Wuhana getirdikleri ve buradan sızıntı olduğu ile ilgili haberlerin uydurma olduğu ile ilgili iddialar da var. Bu iddialar ise şu gerekçelere dayanıyor; COVID-19?un herkesin kabul ettiği gibi önceden tanımlanmamış yeni bir virus olması ve 2019 modeli nCoV?un ile aynı olmadığı. Kanada Kamu Sağlığı Teşkilatı da olayı yalanladı.

Ancak, ABD?de meydana gelen son casusluk olayları Çin?in uzun süredir bu işlerle alakalı olduğunu ortaya koyuyor. Nitekim Ocak ayında Harvard Üniversitesi Kimya ve Kimyasal Biyoloji Başkanı Charles Lieber, Savunma Bakanlığı?na Çin hükümeti ile bağları ve yabancı bilim insanı ve araştırmacılar ile ilgili yalan söylemekten tutuklandı. Lieber?in Wuhan?daki araştırma laboratuarı ile bol paralı bir sözleşme yaptığı ortaya çıktı. Lieber, 2012-2017 yılları arasında Çinlilerden ayda 50 bin dolar ayrıca yaşam ve şahsi giderleri için de yıllık 150 bin dolar almış. Belgelere göre Wuhan?daki laboratuarın kurulmasına katkılarından dolayı 1.5 milyon dolar ödül verilmiş[30].

İşin ilginç yanı Lieber, ABD Savunma Bakanlığı?nın altı araştırma hibe yardımını teftiş eden kişi. Yaklaşık 10 milyon dolarlık bir hibeden sorumluydu. Yani diğer bir deyişle devam eden pek çok ABD projesinde sızıntı olduğu ortaya çıktı. Bütün bunlar ABD?nin teknolojik avantajının Çin karşısında nasıl eridiğinin de bir açıklaması olabilir.

Lieber olayı yakın zamanda Çin?in ABD içindeki üç casusluk olayından sadece biri. Boston Üniversitesi?nden 29 yaşındaki Yanqing Ye sahte doküman ve vize sahtekârlığı ile suçlanıyor. Çin?e kaçan Ye?nin aslında Çin ordusunda üsteğmen olduğu anlaşılmış. 30 yaşındaki Zaosong Zheng ise geçen ay ABD laboratuarından çalınan biyolojik maddeleri kaçırmak suçlaması ile Boston Havalanında tutuklandı. Zheng, Harvard bursu ile kanser araştırmaları yapıyordu.

Wuhan?daki Çin?de biyo-güvenlik laboratuarını (BSL-4) ABD?den Pitbright Enstitüsü destekliyor. Bu enstitüye yardım yapan adresler ise Gates Vakfı, WHO ve Avrupa Komisyonu. BSL-4 en yüksek biyo-tehlike seviyesinde yani en tehlikeli patojenler ile çalışma standardına sahip. Ve coronavirüsün çıktığı yere uzaklığı yaklaşık sadece 32 km.


Harita: Wuhan’daki Laboratuar ve Deniz Ürünleri Marketi. 1

CIA kaynaklarında ise şöyle bir bilgi var; “Wuhan biyo laboratuarında çalışan biri fazladan para kazanmak için deney için kullanılan ölü bir hayvanı mahalli pazarda satmış”[31].

Buraya kadar ki teorilerin temel dayanağı coroavirüsün laboratuarda biyo-terör silahı olarak üretildiği varsayımıdır. Ancak, bazı bilim insanları da COVID-19?un laboratuarda üretilmediğini ve biolojik silah olmadığını savunuyor. Bunlar içinde Ontario Doktorlar Koalisyonu kurucusu Dr. David Jacobs ve Rutgers Üniversitesi?nden kimyasal biyoloji uzmanı Prof. Richard Elbirght var.

İstihbarat savaşları devam ediyor. Suudi SARS Coronavirüsünü örneğini alan ve Winnipeg Kanada Laboratuarında Coronovirüs (HIV) üzerine çalışmış olan bilim  insanı Frank Plummer, Afrika?da nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde ölü bulundu. BBC, bu ölümü kalp krizini bağlasa da diğer kaynaklar ölümün ani ve gizemli olduğunu söylüyor.

Amerikalıları endişelendiren diğer bir gelişme ise coronavirüsü ABD içinde izlemek için kullanılan dijital haberleşme ve izleme sistemlerinin Ruslar tarafından manipüle edilerek kaosa yol açmaları. ABD istihbaratı küresel coronavirüs takibi için dinleme ve ajan ağın harekete geçirdi ama asıl hedef ülkeye yönelik muhtemel saldırıları önlemek. ABD istihbaratı, Ulusal Hastalık Kontrol Merkezi (CDC)[32] ile yakın çalışıyor. İlk hedef İran?dan gelebilecek karşı saldırı ve diğeri ise Hindistan henüz başlangıç safhasında ola bu ülkenin nüfusunun çokluğu nedeni ile hastalığı yayma potasiyelinden korkuluyor[33].

Biyolojik Savaşı Neresindeyiz?

Şimdi Komplo teorilerini bir kenara bırakalım, sahnenin ön tarafına gelelim.

Biyolojik silahlar; insanların hastalanması ve ölmesi için üretilen ve yayılan virüsler, bakteriler, mantar ve diğer toksinlerdir. Biyolojik savaş, asıl savaşın bir parçası olan mikroplarla savaştır. M.Ö. 400?de zehirli oklar kullanılmaya başlanmıştı. İki dünya savaşında da kullanıldı ve halen ülkeler bu mikropları savaş malzemesi olarak görmeye devam ediyor. Halbuki 1972 yılında 179 ülkenin imzaladığı Biyolojik Silahlar Konvansiyonu?na göre bu tür silahların geliştirilmesi, üretilmesi, stoklandırılması ya da bir şekilde edinilmesi yasaklandı.

Ancak, konvansiyon ülkelere savunma araştırmaları yapma imkanı veriyor yani virüse karşı virus üretmek. Bazı ülkelerin resmi olmasa da sadece korunma değil saldırı amaçlı biyolojik ve kimysal silahlar geliştirdiği yaygın kanaat. Daha önemlisi bu ikisini birbirinden ayırt etmek kolay değil. ABD, 1972 yılındaki Biyolojik ve Toksin Silahları Konvansiyonu?ndan 2001 yılında çekildi.

1928 yılında çıkan İspanyol virüsü yaklaşık 17-50 milyon kişinin ölümün neden olmuştu ve virüs ABD?de üretilmişti. 2009?da ortaua çıkan H1N1 Kuş Gribi de 300 bin kişiyi öldürdü ve ABD üretimi. Tıpkı HIV AIDS gibi. Görüldüğü gibi Kaptan Amerika bu oyunları seviyor. Kendi coğrafyasının korunaklı olduğunu düşünüyor. Belki de bu yüzden sınırlarına duvar örmeyi seviyor. Ama bu sefer kendisi de yakalandı.

Amerikalıların Vietnam?da kullandığı biyolojik portakal maddesi doğal habitatı yok ediyor gözükse de uzun vadede kanser, doğumda sakatlıklar gibi pek çok araza yol açtı. COVID-19 ise iyi bir biyolojik silah değil, başlangıçta çok kuvvetli ama uzun vadede etkili değil. Yatakta kalarak normal bir grip gibi atlatmanız mümkün.

ABD başkanı Trump en başından beri virüs ile ilgili “Çin virüsü” gibi tanımlamalarla virüsün Çin yapımı olduğu gibi ve ABD?ye tehdit olduğu gibi bir tehdit imada bulundu. Biyosavaşta kullanılabilecek beş tip virüsün hepsi ABD kökenli. Japon ve Tayvanlı epidemoloji ve farmakoloji uzmanları yeni Coronavirüs?ün de orijin olarak ABD?de üretildiğini iddia ediyor.

Kasım 2019?da kayda geçen ilk vaka Wuhan?da meydana gelmedi. Virüs evrimi uzmanı Daniel Lucey?e göre, ilk 41 vakanın 13?ünün Wuhan deniz ürünleri pazarı ile alakası yoktu[34]. Aralık ayındaki vakalar, virüsün bu pazara başka bir yerden geldiğini gösteriyor. Diğer bir biolog Kristian Andersen, virüsün muhtemelen 1 Ekim 2019 tarihinde ilk defa ortaya çıktığını söylüyor[35].

SARS, MERS ve ZİKA gibi virüs örneklerinde Batı medyasının hikâyesi hep farklı oldu. Örneğin MERS, Haziran 2012?de Suudi Arabistanlı bir hastada ortaya çıkmış, Nisan 2013?de Ürdün?e taşınmıştı. COVID-19?un ne bir denüz ürünleri pazarında ne de Wuhan?da türediği doğrudur. Muhtemelen başka bir ülkede üretildi ve Çin?e getirildi[36]. ABD tarafından üretilmesi muhtemel çünkü sadece ABD, bu virüsün gövdesinin dallarına sahip. Bu virüsün orijinali ABD Maryland?taki Fort Detrick askeri biyo-savaş laboratuarında idi. Belki de tüm virüsler aynı laboratuardan gelmedi. Sadece Ukrayna?da ABD?nin beş biyo-savaş laboratuarı var. ABD?nin Gürcistan, Ukrayna Moldova, Ermenistan ve Azerbaycan?da biyolojik silah üreten yeni biyolojik laboraturalar kurduğunun[37] farkıdamıyız? Bu laboratuarların Karadeniz ve Kafkasları çevreliyor olması dikkate değer değil mi?

Coronavirüsün ilk hedefinin ABD?nin baş düşmanı Çin olduğu kesin, sonraki de şaşırtmadı; İran. Peki, niçin İtalya? Çin ile Kuşak ve Yol projesini resmi olarak imzalayan ilk Avrupa ülkesi İtalya olduğu için olabilir mi?

Çin salgın hastalıklara yabancı değil. 20. yüzyılda iki büyük girp salgını yaşadılar; 1957?deki Asya gibi ve 1968?deki Hong Kong gribi. İki salgın dünya genelinde üç milyon ölüme yol açtı. Çinliler geçen sonbahar, ABD?nin drone?lar ile zehir yayarak Çin?de milyonlarca domuzu öldürdüğü düşünüyor.

İşin ilginç yanı Batıya gelen tıbbi tedavi ürünleri ve cihazların %80?i Çin?den geliyor ve özellikle antibiyotikte bu bağımlılık %90?a çıkıyor. COVID-19 ile mücadele esnasında Çin?in tıbbi üretim sistemi hemen hemen durdu. İhracat için yola çıkan gemiler geri döndü.

Bu yapay olarak tetiklenmiş panik insanları “bize aşı bulun” haricinde “güvenliğimizi sağlayın” boyutuna da dönüştürülebilir. Yani toplumdaki karamsarlık askeri bir güvenlik senaryosuna dönüşebilir. Büyük aşı içine saklanmış mini hastalıklar ve değiştirilmiş genler uzun vadeli bir acil sağlık hizmeti senaryosu ile Atlanta?da bu iş dizayn edilmiş Hastalık Kontrol Merkezi (CDC) direksiyonu ele alabilir.

Aşı Ne zaman Bulunacak?

Coronavirüs geniş bir virus ailesi, bazısı insanda hastalık yapıyor, diğerleri hayvanlar (devler, kediler ve yarasalar dahil) arasında birbirine geçiyor. SARS, bir coronavirüs çeşididir ve Afrika?daki misk kedisinden geçti. MERS ise başka bir coronavirüs çeşidi olarak develerden geçti. Tabii sonra insandan insana geçmeye başladılar.

Aşı yapmada on yıllardır kullanılan ana yöntem orijinal virüsü kullanmaktır. Kızamık, kabakulak ve kızamıkçık aşılarında virüsün zayıflatılmış bir versiyonu kullanılarak vücudun yenmesi ve bağışıklık kazanması hedeflenir. Gripte ise mikrobun ana özellikleri alınarak aşama aşama etkisiz hale gelmesi beklenir. COVID-19 ise yeni olduğundan, daha az test edildiğinden, denemeye açıktır.

COVID-19?un genetik ağacı ile ilgili çalışmalar devam ediyor. Çinli bilim insanları virüs ortaya çıktıktan ancak 65 gün sonra genetik dizisini paylaştı. Bazı aşı uzmanları onun genetik şifrelerini çözerek zararsız bir şekle sokmaya çalışacaktır. Zararsız virüs ile bağışıklık kazanılması denenecektir. Bazıları ise ham genetik kodlar (DNA veya RNA yaklaşımı) bağışıklık sistemine savaşmasını öğretecek virüs proteinleri enjekte edeceklerdir[38]. Bu kapsamda, coronavirüsün gen dizisi incelenerek uygun bir RNA aşıda kullanılacak. Ancak, bu stratejinin olumsuz yanı vücudun yeni proteini yabancı kabul edip, saldırması. Bu durumda geleneksel yöntem olan virüsün ölü ya da zayıflatılmış versiyonunu enjekte etme yolu seçilebilir.

Aşı ile ilgili çalışmalar yeni başladı ve işler yolunda gitse bile yaygın şekilde kullanılabilir hale gelmesi 12-18 ay sürebilir[39]. Aşı denemelerinde denekler enfekte olmayacak çünkü aşıda coronavirüsün kendisi olmayacak. Dünya genelinde bir düzine araştırma grubu COVID-19?a karşı aşı geliştirmeye çalışıyor. Şu anda kronik hastalığı olmayan ve virüsü yakalanmamış gönüllüler aranıyor. Her birine her klinik ziyareti için 100 dolar ödenecek.


Resim: Virüs Genetiği 2

Çin?in hastalığı yenmesinin arkasında, pek bahsedilmese de Küba tarafından 39 yıl önce geliştirilen tedavi var; İnterferom Alpha 2b (IFNrec) ilacı[40]. Virüslere ve diğer hastalıklara çok iyi gelmesine rağmen, ABD?nin Küba?ya uyguladığı ambargo nedeni ile uluslararası pazarlara gelemiyor.

İngiltere?de ise araştırmacılar COVID-19?a yol açan SARS-CoV?i yapısında bulunan altı protein ile ilgili bilgileri yapay zekâ kullanan programlara (DeepMind) yükleyerek çare arıyorlar[41]. Bilgiler Francis Crick Enstitüsü?ne gönderiliyor.

İsrail?deki Migal Research Institute ise coronavirüs aşısını geliştirdiklerini iddia etti. Enstitiü CEO?su David Zigon, dört yıldır coronavirüs aşısı için tavuklar üzerinde çalışma yaptıklarını ve insanda kullanımı için birkaç genetik değişikliğin yeterli olacağını söyledi[42]. Birkaç ay içinde insanlar için deneme sürecinden sonra onay için beklenecek. Bundan sonra satış için pazarlıklar başlayacak.

Avustralya?daki Queensland Üniversitesi araştırmacıları coronavirüsü aşısı konusunda hızlı bir ilerleme kaydettiklerini açıkladılar[43]. Söz konusu araştırma grubu daha önce Ebola, Mers coronavirus ve nipah konusunda da benzer teknolojiyi kullandıklarını söylüyor. Ancak henüz klinik testleri yapılmadı ve ancak bu testlerden seri üretime geçilebilir.

Büyük ilaç şirketleri de aşı geliştirme peşinde. Ebola?ya karşı ilaç geliştiren biyo- teknik devi Gilead Sciences GILD, önümüzdeki ay coronavirüs ile ilgili denemeleri incelemeye başlayacak[44]. Aşılar üzerinde çalışan Novavax NVAX ve Moderna MRNA ise yakında ilk safhaya başlıyor. İlaç yapımcısı ve SARS konusunda tecrübeli Sanofi SNY ise aşı işine girmeye karar verdi. Diğer ilaç yapımcıları GlaxoSmithKline GSK ve Johnson & Johnson JNJ aşı konusunda çalışıyor.

Coronavirüsünün ortaya çıktığı Çin, dünya aktif eczacılık ürünlerinin yani ilaç üretmekte kullanılan maddelerin %40?ını sağlıyordu. Bunlar içinde antibiyotik ve ağrı kesiciler gibi temel tıbbi ürünler var. Çin?deki fabrikaların kapanması ile dünyanın en büyük genel ilaç üreticisi Hindistan?a ihracat durdu. Böylece ABD ve Avrupa?ya ilaç ihracatı sınırlı hale geldi. Bunun anlamı şu Çin eğer ilaç malzemesi göndermezse ABD, coronavirüs denizi olabilir[45].

Bilim insanları aşının geliştirilmesinin minimum altı ay belki de yıllar alabileceğini söylüyor. Çalışmalar için yeni laboratuvar aletleri gerekiyor ve en iyi ihtimal sonbahara bir sonuç alınması umuluyor.

Sonuç

Dünyada hergün 26 bin kişinin açlıktan, 3 bin çocuğun ise Malarya?dan öldüğünü biliyor muyuz? 
Ya Sağlık sigortası olmadığı için her yıl ölüme terk edilen onbinlerce insan? 
Amerikanın yaptırımları yüzünden on yıllardır her gün yüzlerce İranlı ve Venezüellalının öldüğünün farkıda mıyız? 
Şurası bir gerçek ki COVID-19 ile içinde bulunduğumuz durum bir “Savaş Hali”dir. Bu savaş, tüm insanlığın savaşıdır Çünkü renk, Din ve Milliyet 
ayırmaksızın hepimize yönelmiştir. 
Şu ana kadar ülkeler kendi kabuklarına çekildi ve kendi halkı için en iyisini yapmaya çalışıyor çünkü aşı yok ve kaynaklar kısıtlı. 

Zaman tek tek tüm insanların ve devletlerin dayanışma zamanıdır. Şu an için yapılacak en iyi şey, hastalığın hızla yayılmaması için  birbirimizden uzak durmak gözüküyor. Asıl sorumluluk, aşının bir an önce bulunmasına yani bilim insanlarına düşüyor. İnsanlığa rehberlik edecek  gerçek rehber (hakiki mürşit) gene bilim. Ancak, dünya modern tarihin en ciddi sosyal ve ekonomik krizinin dönemecinde, hiçbir şey eskisi gibi  olmayacak. Bunları da başka bir makaleye bırakalım.

DİPNOTLAR:

[1] Bruce Scheiner, Margaret Bourdeaux, How Hackers and Spies Could Sabotage the Coronavirus Fight, Foreign Policy, (February 28, 2020).

[2] Jessica Glenza, Coronavirüs: US Says Russia Behind Disnformation Campaign, The Guardian, (22 Feb 2020).

[3] Mark Episkopos, Some in Russia Think the Coronavirus Is A U.S. Biological Weapon, Right Wing Watch, (23 February 2020).

[4] Josh Berstein, The Coronavirus Outbreak Is a Democratic and Chinese Conspiracy Against Trump, Right Wing Watch, (12 March 2020).

[5] The Economist, China’s Rulers See the Coronavirus as A Chance to Tighten Their Grip, (29 February 2020)

[6] GBI: Global Genomics Institution.

[7] Middle East Media Research Institute, Arab Writers: The Coronavirus is Part of Biological Warfare Waged by The U.S. Against China, 
     (6 February 2020).

[8] Fars News Agency, Civil Defense Chief: Coronavirus Likely Biological Attack Against China, Iran, (3 March 2020).

[9] Sait Yılmaz, Küresel Sermaye ve Türkiye, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2015).

[10] David DeGraw, Economic Elite Vs. The People – Origins of the 99% Movement & Occupy Wall Street, AmpedStatus, (May 14, 2013), 11.

[11] Bill Gates, Innovating to Zero, 2010 TED Conference, http://www.ted.com/talks/bill_gates

[12] John Coleman, The Committee of 300: A Brief History of World Power, World in Review (WIR), (2006), 24.

[13] Tristram Hunt, The Business of Giving, Guardian, (17 April 2008), 30.

[14] Joanne Barkan, Plutocrats at Work: How Big Philanthropy Undermines Democracy, A Quarterly of Politics and Culture, Dissent Magazine, 
       Fall 2013.

[15] Hürriyet, Traktörden 10 Milyar Dolar Kazandı, (18 Eylül 2013).

[16] Tanya L. Green, The Negro Project: Margaret Sanger’s Genocide Project for Black American’s, in www.blackgenocide.org/negro.html 
       (Erişim; 12 Haziran 2014).

[17] F. William Engdahl, Seeds of Destruction, Montreal, (Global Research, 2007), 72-90.

[18] USAID: United States Agency for International Development

[19] GMO: Genetically Modified Organisms.

[20] Executive Intelligence Review, “The True Story of Soros the Golem”, (April 1997) in Peter Mayers: Soros As Rothschild Agent, 
       (July 31, 2001).

[21] Garry Allen, None Dare Call It Conspiracy, GSG & Associations, (1971), 211.

[22] Sherwood Ross, Bush Developing Illegal Bioterror Weapons for Offensive Use, (December 20, 2006), in www.truthout.org

[23] CEPI: Coalition for Epidemic Preparedness Innovations.

[24] CAPS: Coronavirus Associated Pulmonary Syndrome.


****


25 Mart 2020 Çarşamba

AŞKENAZ YAHUDİLERİ

AŞKENAZ  YAHUDİLERİ





Askenaz

             Aşkenaz Yahudileri .,

             Aralarında Türkiyeli sabataycıların da bulunduğu 
                        Saferad Yahudileri´nin soyadları listesini okumak için 
                        lûtfen aşağıdaki linki tıklayınız:

                        Saferadlar


      Museviler, İstanbul’a yerleşmelerinin kronolojik sıralamasına göre dört 
      ana grupta toplanıyor: Romanyot, Karay, Aşkenaz ve Seferad... Romanyotlar, 
      Roma ve Bizans döneminden beri var olanlar, diğerleri ise sonradan 
      gelenlerdir. 

      ‘Bir kültürler mozaiğidir Anadolu.’ Bu tanıma uygun, sihir dolu, şiir dolu 
      ülkenin başkenti de İstanbul... 500 küsur yıl önce İspanya’dan, 
      engizisyonun zulmünden kaçıp Osmanlı’ya sığınan Yahudiler’den söz edilir. 
      Genel olarak bilinen bu gerçeği, kamuoyunun ortalama aklında ve bilincinde 
      daha sahici biçimde kalıcı kılan da, özellikle son zamanlarda yapılan 
      müzik çalışmaları olmuştur. Folklörik bir çalışma örneği olarak Janet-Jak 
      Esim’in yaptığı çalışmalar ve etnomüzikoloji örneği olarak Seferad müziği 
      yapan Yavuz Hubeş ve arkadaşlarından bahsedilir. Doğu orijinli Aşkenaz 
      Yahudileri’nden daha az haberliyizdir ve yazımız aslolarak onlarla ilgili 
      olacak. 

      Museviler, İstanbul’a yerleşmelerinin kronolojik sıralamasına göre dört 
      ana grupta toplanıyor: Romanyot, Karay, Aşkenaz ve Seferad... Romanyotlar, 
      Roma ve Bizans döneminden beri var olanlar, yani yerliler. Diğerleri ise, 
      ‘sürgün’ veya ‘kendiliğinden gelenler’dir. Karaylar 11. ve 15. yüzyıllarda 
      Rusya’dan, Aşkenazlar 16. yüzyıl ortalarından başlayarak Balkanlar, Orta 
      ve Doğu Avrupa’dan, Seferadlar ise, 1492 sonrasında İspanya ve 
      Portekiz’den gelip yerleşenlerdir. Gerek konuştukları diller, gerekse de 
      dini inanç, yönelim ve tapınma biçimleri birbirinden farklı olan bu 
      cemaatlerden Romanyot ve Karaylar, yüzyıllar boyu Rumca; Aşkenazlar 
      Ortaçağ Almancası-İbranice karışımı olan ‘Yidiş’çe; Seferadlar ise Katalan 
      İspanyolcası ile İbranice karışımı olan ‘Ladino’ dilini konuşagelmiştir. 
      İstanbul’da Seferadlar nüfusça çoğunluktayken, Aşkenazlar yüzde beşler 
      dolaylarında imiş. 1831’de ilk olarak Büyük Hendek’te yapılıp, 1866’da 
      Yüksekkaldırım’a taşınıp, daha sonra da 1900’de büyütülerek kâgir olarak 
      yapılan ve Yidiş diliyle ibadet edilen bir ahşap sinagog kurarlar. 
      Aşkenazlar, bugün konu edeceğimiz binayı da ‘elit’ cemaatten (onların 
      psikolojik baskısından) ayrılmak için yapar. ‘Schil fun di Schneider’ adı 
      verilen ve terzilere ait bir Aşkenaz sinagogu kurarlar. 1894’te hizmete 
      açılan sinagog 1960 başlarına kadar faal kalır. Süreç içinde sayıları 
      1000’in de altına düşünce, burası harap olmaya başlar. 1999’da ise 
      onarılarak kültürevi olarak hizmet görmeye başlar. 

      Galata’da, Bankalar Caddesi üzerindeki Kamondo Merdivenleri’nden çıkınca 
      sağdaki Banker ve Felek sokaklarına açılan bir yapı, Schneidertempel Sanat 
      Merkezi... Aşkenaz Vakfı’nın yöneticisi, karikatürcü İzel Rozental bilgi 
      veriyor: ”Vakfın üst katlarında aile büyüklerimin gittiği bir sinagogun 
      bulunduğunu öğrenmiş olmam, beni zaten çok heyecanlandırmıştı. Çıkıp 
      binayı görünce burada neler yapılabileceği hemen gözümde canlandı. Başta 
      Aykut Köksal olmak üzere mimar dostlarımız hemen işe koyuldu. Restore 
      etmek yerine onarmak fikriyle hızla finansman temin etmeye çalıştık. 
      Aslında işletmesi için de para gerekliydi. Cemaat içi kadar dışından da 
      katkılar oldu. Bu yıl ve 2001 için planlar yaptık. Sanat danışmanımız Tan 
      Oral’ın ve benim karikatürcü olmamız nedeniyle, galiba biraz karikatür 
      ağırlıklı işlere yer verdik. İlk etkinliğimiz, ‘Yeni Bir Binyılın Eşiğinde 
      İnançlar’ başlıklı sergimiz oldu. 14 Aralık’ta ‘Osmanlı’da Yahudi 
      Kıyafetleri’ sergisi yaptık. 

      2001 programı da belirlendi: Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nden ‘21. 
      yy’da Eğitim Sorunları’ başlıklı başka bir karikatür sergisi... Kültür 
      Bakanlığı’nın katkılarıyla Ali Ulvi Ersoy’dan retrospektif sergi. Nisan 
      ayında ise bir soykırım (holokost) sergisi var. Fransızlar’ın ciddi ve 
      çeşitli belgelerden oluşan bu sergisini, Çapkınof’un mizahî heykel sergisi 
      izleyecek. Gene Ferruh Doğan’dan bir retrospektif ve Latin Amerikan’dan 
      bir karma karikatür sergisi daha...” Çok kültürlü, çok kimlikli 
      Türkiye’nin seçkin ve değerli unsurları Aşkenaz Yahudileri’nin söz konusu 
      sanat merkezlerine gidin, sergileri izleyin. Balkon katlarından birinde 
      satılan kitaplara göz atın. Mutlaka ilginizi çekecek bir yayın vardır. 

      Adnan Genç
        
      ******************************

      Yahudi Beşeri ve Teolojik tarihine dair*

      Kaynaklar:

      Ahd-i Kadim, Kitab-ı Mukaddes içerisinde, İstanbul:93
      El-Kitabu’l-Mukaddes, Mısır, ty.
      Tora, Nebiim, Ketubim; Jerusalem: 97
      E. Judaica I-XX, Samuel Brandon, Menahem Mansoor, Jerusalem: 72-78 
      El-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvai ve’n-Nihal I-V, İbn Hazm, Beyrut
      Mevsuatu’l-Yehud ve’l-Yehudiyye ve’s-Suhyuniyye I-VIII, 
      Prof. Dr. Abdulvahhab el-Mesiri, Kahire:99
      Yahudi Tarihi, Will Durant; İstanbul:92
      Dinler Tarihi, Mircea Eliade; İnsan:99
      Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslamoğlu, İstanbul:94
      Musa I, II, Gerald Messadie; İstanbul: 99
       
      Başta Kur’an olmak üzere Mukaddes Kitaplar, İsrailoğulları soyunu, 
      ”Allah’ın kulu” ya da ”seçilmiş: Mustafa” anlamına gelen ve Tevrat’ta 
      Allah tarafından verildiği dile getirilen (Tekvin, 32/28) ”İsrail” lakaplı 
      Hz. Yakub’la başlatırlar. Yine, mukaddes metinler Yakub’u babası hz. İshak 
      kanalıyla Hz. İbrahim’e bağlarlar.

      M. Esed’e göre Hz. İbrahim’in atalarının MÖ 3000 yılın başlarında, 
      Arabistan savanalarında başgösteren yaygın kuraklık sonucunda 
      Mezopotamya’ya göç eden kabilelere mensuptur. Aynı isim İbranileri 
      Arapların bir kolu, İbraniceyi de arkaik Arapçanın bir diyalekti olarak 
      görür. Martin Bernal de Black Atena’sında bu görüşü destekler. Eliad’a 
      göre, ”belki kısmen Amoritler ve Hapiru (ya da Apiru)’larla 
      özdeşleştirilebilir. Gerald Messadie’ye göre bu isim Mısırlıların 
      İsrailoğulları için kullandığı isimdir. (Asurlurarın Araplar için 
      kullandığı Arap sözcüğünün ilk kullanım zamanını veren Aribu ismiyle 
      yakınlığı dikkat çekici) MÖ üçüncü bin yılın sonlarında, Kalde’nin Ur 
      şehrinden göç eden İbrahim ve kabilesi, Musa’dan yaklaşık 1000 yıl önce 
      Filistin’e yerleşir. 

      Yarı göçebe bir halde hayvancılık yapan İsrailoğulları, anayurtları 
      Filistin’den, yine bir kuraklık nedeniyle göç ederek Mısır’a yerleşirler. 
      Bu göçün başlangıcını teşkil eden Yusuf Peygamber kıssası, 
      İsrailoğullarının Mısır’a geliş sorununu da aydınlatan dramatik bir 
      öyküdür. Tarih olarak MÖ 1770-1580 arasında hüküm süren kolonyalist Hiksos 
      (eski Mısırca hik şasu, ya da heku şovset: Çoban Krallar) hanedanı 
      dönemine denk gelmektedir. (Esed)
      Önceleri, kendileri de bölgeye kolonyalist olarak dışardan gelmiş olan 
      Hiksos Hanedanı’nın himayesinde özgür bir toplum olarak Mısır’da yaşayan 
      İsrailoğulları, bu hanedanın yönetimine Mısır milliyetçilerince son 
      verilmesiyle birlikte artık zor bir döneme girerler. Kur’an’ın da tasik 
      ettiği gibi başından beri ehl-i tevhid olan İsrailoğulları, çok tanrılı 
      bir inanç sistemine mensup olan Mısırlılar tarafından, biraz da Hiksos 
      Hanedanı’na olan intikam hisleri nedeniyle dışlanırlar ve sistematik bir 
      biçimde köleleşirilirler.

      Messadie’ye göre MÖ 1307, Eliad’a göre 1260 yıllarında, ismi Mısır kökenli 
      olan Mos olan Musa Peygamber, İsrailoğulları’nı jenoside tabi tutan Mısır 
      yönetiminin elinden kurtarır. Hz. Musa Kur’an’a göre firavunun sarayında 
      büyümüş bir prenstir. Tora (ilk beş kitap) da bunu destekler. Bir görüşe 
      göre Musa’yı sarayda büyüten kraliçe Haçepsut’tur. Messadi, bu firavunun 
      I. Seti olduğunu söyler. Öyle anlaşılıyor ki, o ölüp yerine muhalifi III. 
      Tutmes geçince Musa saraydan kaçmıştır. (Leiden İsl. Ans.) 
      Sina’da vahyi alan Hz. Musa, bir yandan da İsrailoğullarının Kur’an’ın 
      ”maymunlaşma” (2:65, 7:166) olarak nitelendirdiği yabancılaşmasının önüne 
      geçmek için çırpınır. Bu dönemde, Mısırlıların Hotor (İnek) tanrısına 
      tapmadan tutun da, özgürlüğü soğan ve sarımsakla takas etmek istemeye, 
      bahşedilen nimetlere nankörlükten tutun da ”Allah’ı açıkça görmedikçe sana 
      iman etmeyeceğiz” demeye kadar, bir dizi azgınlık ve sapkınlık örnekleri 
      sergilerler. (İslamoğlu)

      40 yıl yeni bir neslin doğmasının yanında eski neslin ikiye kadar 
      kırılmasını da bekleyen Hz. Musa, ilahi talimatların klavuzluğunda 
      İsrailoğulları’nın vahyi yeryüzünde temsil ve tebliğ misyonunu gereği gibi 
      ifa edebilmesi için terbiye eder.

      Kenan’a yerleşen İsrailoğulları 3’ü yönetici 9’u etba kabile olmak üzere 
      12 kabileden oluşur. MÖ 1050’lerde peygamber Samuel Saul’u (Kur’an’daki 
      adıyla Talut’u) kral olarak atar ve ünlü Krallar Dönemi, böyle başlar. Hz. 
      Musa’nın vefatıyla Kral Talut dönemi arasında İsrailoğulları tam 7 kez 
      tevhid akidesinden inhiraf edip yeniden ihtida etmişlerdir. (İbn Hazm)
      İsrailoğulları’nın altın çağı Davud ve oğlu Süleyman (961-922) 
      dönemleridir. Kaybolan Ahit Sandığı (Tabut) bulunur, Kudüs dini merkez 
      olarak inşa edilir. Mukaddes Mabed inşa edilir. Hz. Süleyman’ın ölümünden 
      sonra devlet Kuzey Krallığı (İsrail) ve Güney Krallığı (Yahuda) olarak 
      ikiye bölünür İsrail, Yahuda’nın da lojistik desteğiyle MÖ 722’de Asur 
      tarafından yerle bir edilir. MÖ 587’de sıra Yahuda’ya gelmiştir. Babil 
      kralı II. Nabukadenossor Kudüs Mabedi’ni yerle bir ederek tüm Yahudileri 
      Babil’e sürgün olarak götürür. Bu döneme Apokaliptik dönem adı verilir. Bu 
      dönemde Ezra (Uzeyr) tamamen ortadan kaybolmuş olan Tevrat’ı, insanların 
      hafızasından yeniden derler. Ezra II. Musa olarak lakaplandırılmayı hak 
      etmiştir. Tevrat tomarlarına bir zeyl olarak daha sonra gelen 
      peygamberlerin hayatını ve mesajlarını da ekleyen Ezra’nın bu 
      biyografileri, daha sonra Kitab-ı Mukaddes metinleri arasında yerini 
      alacaktır.

      539’da Mezopotamya’yı işgal eden Pers imparatoru Kirus, Yahudileri Babil 
      esaretinden kurtarır. Kirus’un yardımıyla Mukaddes Mabed yeniden inşa 
      edilir. MÖ 339’da İskender’in Afrika’ya çıkışıyla, Yahudiler arasında 
      Helen kültürü hakim olur. Birkaç kuşakta, dil İbraniceden Yunancaya döner, 
      Tevrat’ın ilk Yunanca tercümesi bu dönemde yapılır. Yunan felsefesinin 
      etkisiyle, Torah (Şeriat) te’vile açılır. Bu işi daha sonra Filon 
      tamamlayacaktır. Bu dönemde, Yunan işgaline karşı milliyetçi duygularla 
      ayaklanmalar olur.

      İskender’in MÖ 323’de ölümünden sonra, Yahudi, Mısır’a hakim olan 
      Ptolemiler’in, önemli bir Yahudi nüfusu barındıran İskenderiye’yi başkent 
      yapmalarından itibaren topraklarının bir parçası haline gelir MÖ 198’de 
      Yahuda, Selevkoslar’ın eline geçer. MÖ 167’de Roma imparatoru IV Antiokhus 
      Yahudi Şeriatı’nı yürürlükten kaldırır ve Mabed’e tanrı Zeus’un heykelini 
      yaptırır. Buna tepki olarak Makkabe isyanları başlar. Mabed isyancılar 
      tarafından 164’te geri alınır ve heykellerden temizlenir. Hanukkah’ın 
      sekizgün bayramı bu isyanın anısına hala kutlanmaktadır. 

      İşgaller karşısında Yahudiler Bu tavırlar geliştirirler. Bu farklı 
      tavırlar farklı mezhepler olarak kemikleşir: Ferisiler, Sadukiler, 
      Zealotlar ve Esseniler bunların belli başlılarıdır.

      MÖ 40’da Romalılar adına Yahuda’nın yöneticisi olan Herod, Roma tarafından 
      Yahudilerin Kralı ilan edilir.. MS 6’dan itibaren yarı sömürge durumuna 
      son verilerek resmen Roma mandası altına giren Yahuda, doğrudan bir Roma 
      valisi tarafından idare edilir fakat iç işlerinde nisbeten özerk bir 
      yapıya da izin verilir. MS 66’da Romalı vali Florus’un şiddete varan 
      uygulamalarına isyan eden Yahuda halkı, Romalılaşmış Yahudileri de 
      cezalandırma noktasına gelir. Bunu yapan Zelotlar (Sicarii)’a mensup 
      milliyetçi güçlerdir. Bu isyanı bastırma görevi 69’da imparator ilan 
      edilen Vespasien tarafından oğlu Titus’a verilir. 28 Ağustos 70’te mabed 
      yakılarak yok edilir, Ekim’de tüm Kudüs yerle bir edilir. 74’te son kale 
      olan Masada da düşer. Bu tarih yaklaşık 2000 yıl sürecek bir diaspora 
      (gurbet)’in başlangıcıdır. 

      Arabistan Yahudilerinin bölgeye göçünün bu olayın akabinde gerçekleşmiş 
      olması kuvvetle muhtemeldir. Önce Necran’a yerleşen Yahidiler daha onra 
      Medine, Hayber, Fedek vs. gibi yerlere dağılmışlardır. (İslamoğlu)
      133’te Mesih’lik idiasıyla ayaklanan Bar Kohba ve taraftarları, Romalılar 
      tarafından korkunç bir şekilde cezalandırılır. Yine de MS III. Yüzyıla 
      kadar yerli bir haham tarafından sözde özerk bir biçimde sürdürülen Yahuda 
      yönetimi, bu yüzyılda Hıristiyanlığın Roma tarafından resmi din olarak 
      kabul edilmesiyle birlikte Yahuda, şeklen de ortadan kalkar.
      Yahudiler 70 yılındaki bu büyük soykırımdan kaçarak Güney Arabistan, Kuzey 
      Afrika, Güney, Batı ve Doğu Avrupa, Suriye, İran’a kadar geniş bir 
      coğrafyaya dağılırlar. 1492’de Hıristiyan egemenliğine geçen İspanya 
      tarafından kovulan Sefarad Yahudileri Fas’a, Hollanda’ya ve Osmanlı 
      topraklarına sığınırlar. Sonrası malum. 
      Şeriat anlamına gelen Torah, Hz. Musa’ya gelen 5 kitaptan oluşur: Bereşit 
      (Tekvin), Şemot (Çıkış), Vayikra (Levililer), Be-Midbar (Sayılar), Devarim 
      (Tesniye) Eldeki Eski Ahid’de, Torah dışında peygamberlerin hikayelerinden 
      oluşan Nebiim ve azizlerin biyografilerinden oluşan Ketubim 
      (Hajiyograflar) bölümleri yer alır. Bu üç bölümden oluşan Eski Ahid 
      ”tanah” diye kısaltılır. 
      Tevrat’ın aslının kaybolduğunu, yine kendisinden öğreniyoruz. II. 
      Krallar’da, kaybolan Tevrat’ı mabedin restorasyonu sırasında Hilkiya adlı 
      bir görevlinin bulduğu dile getirilmektedir. (22/8) Bu kayboluş tek 
      değildir. Babil sürgünü sırasında, Babillilerin sistematik takibi sonucu 
      elde hiçbir nüshası kalmayan Tevrat’ı, daha sonra hafızadan ve eldeki 
      verilerden yola çıkarak derleyen Ezra’dır (Uzeyir). Bu hizmetinden dolayı 
      Ezra II. Musa lakabını kazanmışır. 

      Tevrat’ın, bugün elde bulunan metninin asıl metinden değil de hafızadan 
      derlendiğinin göstergesi, Tevrat’ta anlatılan olayların hep iki varyantla 
      anlatılmış olmasıdır. Bu iki metinden biri Yahvist (J) metindir ki, bu 
      varyantta Tanrı’nın adından Yhvh olarak söz edilir (MÖ X yy). İkincisi 
      Elohist Metin’dir ki, bu varyant da Tanrı için Elohim çoğul ismini 
      kullanır ve birinciye göre daha sonra kaleme alınmış (MÖ VII yy) bir 
      varyanttır. Bunlardan ayrı olarak D ile simgelenen Dötoronomist metindir 
      ki, Tesniye’nin bir kısmının redaksiyonundan ibarettir ve MÖ 622’ye 
      tekabül eder. P ile simgelenen Rahipler Metni ki, kaynağı Levililer olan 
      bir gurup haham tarafından kaleme alınmıştır.

      Nebiim (Peygamberler) ”eskiler” ve ”yeniler” olarak ikiye ayrılır. 
      Eskiler, tarihi kıssalar içeren altı kitaptan müteşekkildir: Yeşu, 
      Hakimler, I. Samuel, II. Samuel, I. Krallar, II. Krallar isimli kitapların 
      biyografisini verdiği isimler Hz. Musa’nın halefleri olan Yeşu, Samuel, 
      Saul Talut), Davud, İlyas, Elyesa peygamberlerdir. Yeniler’de ise İşaya, 
      Yeremya, Hezekiel, ve 12’ler diye anılan peygamberlerin vahiyleri ve hayat 
      hikayeleri vardır. Ketuvim (Kitaplar)’de ise 150 ilahi ve duadan oluşan 
      Davud’un Mezmurlar’ı (Zebur), Meseller, Eyüb gibi değişik çağlara ait 
      değişik kitaplardan müteşekkildir. 

      Daha sonraları farklı versiyonları ortaya çıkan Tevrat’ın toplam kaç 
      farklı nüshası olduğunu bilmiyoruz. Ancak, el-Fasl’ında, An’anilerin, 
      Rabbanilerin, İsevilerin Tevratı ve Filistin’den çıkarılması yasak olan 
      Samirilerin Tevratı diye 4 ayrı nüshadan söz eden İbn Hazm, dördüncüsünü 
      göremediğini, fakat ilk üçünü görüp incelediğini ve bazı bölümlerinin 
      edisyon kritiğini yaptığını söyler. Bu konuya eserinde bir tam cilt 
      ayırarak bu alandaki derin bilgisini kanıtlar.
      Kitab-ı Mukaddes’in, yukarda verdiğimiz bölümlerine ek olarak ortaya çıkan 
      ilk eksiksiz versiyonu MÖ II. Yüzyılda tamamlanmış olan Yetmişler adı 
      verilen Grekçe versiyondur. Bu versiyonda, Apokrifler adı verilip Kutsal 
      Kitab’a dahil edilmeyen materyaller vardır.MÖ III. Yüzyıldan itibaren 
      Kitab-ı Mukaddes’e Apokaliptik metinler ilave edilir. Yahudi mistisizminin 
      ilk yazılı kaynaklarına MS 1. Yüzyılda rastlanır. Birincisi Tekvin’in 
      mistik yorumu (ma’aseh bereshit), ikincisi Hezekiel Peygamber’in Arş’ı 
      taşıyan semavi araçı tasvir eden ”Merkabah”sıdır.

      Filon, Kitab-ı Mukaddes’i Eflatun’un Sudur Nazariyesi’ne uyarlayarak 
      te’vil eder. Ona göre beden ruhun hapisanesidir. MÖ 150’den itibaren 
      Ölüdeniz yakınlarındaki Yahuda çölünde Çileci bir hayat süren Esseniler'e 
      ait literatür 1947’de Kumran’daki 11 mağarada bulunur.
      Yahudi literatürü Mişna ve ona ilave edilen iki Talmud (Kudüs ve Babil 
      Talmudu) ile genişler. Mişna, ”halakah” yani hukuki bir yorumdur. MS 
      200’de tamamlanan altı bölümde tasnif edilen 63 kitaptan müteşekkildir. MS 
      V. Yüzyılda tamamlanan Filistin Talmudu Babil Talmud’una göre daha eski 
      fakat üç kez kısa bir hukuki tefsirdir. Amoraların çalışması Gemara isimli 
      uzun bir tefsire sahip iki derlemedir.

      Talmud’un halakaik (hukuki) tefsiri, Rabbinik literatürün sadece bir 
      kısmıdır. Diğer kısmı ise hem halakaik hem de haggadik (kelami ve tarihi) 
      metinlerden oluşan midraş (tefsir)’lardan oluşmuştur. Hemen hatırlamak 
      gerekir ki, medine’deki Yahudi mabedinin adı da Beytu’l-Midras(ş)’tır. 
      Buradan, Medine Yahudilerinin üçüncül kaynaklardan beslenen bir geleneğe 
      sahip olduğunu çıkarsamakta bir mahzur olmasa gerek.
      Haggadik (kelami ve tarihi) midraşlar külliyatı MS 13. Yüzyıla kadar gelip 
      dayanır. Bunlar arasında Tekvin tefsiri olan Midraş Rabbah, Rav Kahana’nın 
      vaazlarından oluşan Pesikta’sı, 6. Yüzyılda yaşamış Filistinli bir hahama 
      ait olan Midraş Tanhuma bunlardan belirgin olanları.
      Bu tefsirler, yazıldıkları dönemin tipik özelliklerini taşırlar. Babil 
      sürgününde yazılanlar Babil dininin özelliklerini ve gizemini Yahudiliğe 
      taşırken, Helenist dönemde kaleme alınanlar Yunan Çoktanrıcılığını 
      içselleştirir. Diaspora döneminde ortaya çıkan tefsirler, bir kurtarıcının 
      (maşiah) gelip Yahudileri tekrar eski altın çağlarına döndüreceklerini 
      işler. Bütün bu geleneksel tefsirler, gittikçe aslın yerini alacak ve 
      Yahudi dini geleneği ”im kabbalah na kabbal” (gelenek değilse kabul 
      etmeyiz) aforizmasında ifadesini bulan bir mantık üzerine inşa 
      edilecektir. Kur’an’da Ehl-i Kitab’la ilgili eleştiriler sırasında 
      ”atalar” eleştirisi, işte bu mantığın reddidir.
      Bizim burada özel bir önem vermemiz gereken gelenek Kabbala diye 
      adlandırılan, hurufi (gramatolojik), rakamcı (nümerik), teosofik mistik ve 
      gizemci Yahudi geleneğidir. 

      Kabbala geleneğinin çıkış noktası Sefer Yetzirah (Yaratılış Kitabı)’dır: 
      10 sephirot muhtemelen 10 Emir’e tekabül eder. Bunları bir araya getiren 
      22 yol ise İbrani alfabesinin 22 harfine denk düşer. Böylece Yaradılış bu 
      32 unsurdan hareketle vuku bulur. (İlginçtir; Bahailiğin kurucusu 
      Bahaullah da 32 rakamı üzerine oturtmuştu öğretisini.) Sefer Yetsirah’ın 
      bu hekhalotik (hurufi) yorumu, Alman Hasidim Eşkenaz’ların (Alman ve diğer 
      Batı Yahudileri) düşüncelerinin merkezinde yer alır. Kabalist geleneği 
      zirvesine taşıyan Zohar’ın ilk habercileri Kastilyalı Yakub ve İshak Kohen 
      kardeşler olur. Bunlar helenistik gibi görünen alfabe harflerinin yer 
      değişikliği ve uyuşumu ile (bir metnin harflerini değiştirerek elde edilen 
      kombinezonlardan anlamlı kelimeler üretmek ve bunlardan yola çıkarak 
      yorumlar yapmak) mistik nümeroloji tekniklerini ortaya koyarlar.
      Josef ben Abraham Gikatilla (1248-1305) ve Leonlu Moise (1250-1305) Simon 
      bar Yohai’ye atfedilen ”sahteyazı” metin olan Sefer ha-Zohar’ın (İhtişamın 
      Kitabı) yazarıdır. Kabbalistin bütün faaliyetleri, tasarlanan üç amaçtan 
      birini gerçekleştirir: 1 Tikun: Zahidin kişiliğinde ve dünyada vahdet-i 
      vücudun ve uyumun yeniden canlandırılması, 2 Kavvanah: Kendi iç dünyasına 
      doğru gerçekleştirilen deruni seyahat, 3 Devekut: Ruhlarla vecd halinde 
      birliktelik. Zohar kitabı, bazı yorumlara göre, 1648 yılında beklenen 
      Mesih’in geleceğini haber vermektedir. (el-Mesiri) Bu Kabbalist hurufi 
      panteizmi, devrimci bir zemine taşıyan ve Yahudi tarihinde bizce dönüm 
      noktası sayılması gereken bir isim Polonya Yahudisi İshak Luria’dır.
      Burada bir nokta koyup, 32 yılını bir Yahudi, Yahudilik ve Siyonizm 
      ansiklopedisi hazırlamaya vakfederek Jaques Derrida’nın yapıçözüm 
      yöntemini kullanarak mevcut tüm Judaik kavramları tamamen bozup-dağıtarak 
      yeniden inşa eden Abdulvahhab el-Mesiri şöyle der: Konu üzerinde 12 yıl 
      çalıştıktan sonra 1984 yılına geldiğimde, akademik kariyerimin ve ilim 
      hayatımın en önemli gerçeklerinden biriyle karşılaştım. Polonya tarihi 
      bilinmeden modern Yahudi tarihi ne bilinebilir, ne yazılabilir.” Buna, 
      el-Mesiri’den esinlenerek şunu da ekleyebiliriz ki: İshak Luria bilinmeden 
      de Polonya yahudiliği ve dolayısıyla Sabataycılık ve Siyonizm bilinemez. 
      El-Mesiri İshak Loria’nın Kabalistlerin el kitabı Zohar’ı devrimci bir 
      yoruma tabi tutmasının sosyal ve siyasal nedenlere dayandığını söyler. 
      Bunlardan birincisi Mesih’in geleceği yıla tekabül eden Ukrayna’daki 
      Çiftçi Ayaklanması, ikincisi ise 1655’te gerçekleşen Rusya İsveç 
      savaşıdır. Ona göre, bu ve buna benzer olaylar Polonya Yahudilerini 
      derinden sarsar. (el-Mesiri)

         Aşkenazi Rabbi İshak, bu isimlerin baş harflerinden oluşan (ARİ) bir 
      sentezi temsil eden ”ARİ ha-Kadoş (Safed’in Kutsal Aslanı) felsefesini 
      ortaya atar. Bu felsefe, yaratılışı Tanrının bizzat kendi içindeki 
      karşıt/zıt faaliyetler süreci olarak tanımlar ve kötülüğü de bir takım 
      şeyleri içinde bulunduran ”vazonun kımıldamasıyla” düşen manevi parçaların 
      aktif bir varlığı olarak düşünür. Bu kozmik bir dramdır ve negativite 
      pozitif enerjiyi ortaya çıkartacaktır. Luria Kabbalacılığı 1630-1640 
      yılları arasında tüm Yahudi muhitlerini bir yangın gibi sarar ve topyekün 
      kurtuluş düşüncesini onlarda uyandırır.

      M. Eliade’a göre, bu teorinin kendisinde gerçekleşeceğini düşünerek, 
      kötülük eğilimlerini farkettiği İzmirli Sabatay Zvi’yi ilk farkeden 
      (keşfeden) Luriacı Kabbalist Gazzeli Nathan’dır (1643-1680). El-Mesiri de 
      aynı görüştedir. Yalnız o 1664 yılını gösterir. El-Mesiri’ye göre tam da 
      bu sırada İngiltere Yahudileri arasında, ”anavatana dönüş” düşüncesi 
      Hıristiyanlar arasında dahi Yahudiler tarafından yayılmaktadır: 1666 yılı, 
      Yahudilerin Filistin’e dönüşlerinin gerçekleşeceği iki bininci yılının 
      başlangıcını teşkil edecektir. 

      Sabatay Zvi, Sara isimli, Ukrayna’da bir bölgenin mali işlerinden sorumlu 
      olan birinin kızıyla evlenir. Bu kötü şöhreti olan bir kadındır ve o bu 
      evliliği de Luriacı Kabbalacılığın yorumuna uygun bir biçimde ”dışardan 
      kötü görünüp içerde yücelmek” (Melami tarzı) öğretisine uygun olsun diye 
      yapmıştır. Dahası şeriatın tüm formel emirlerini alenen çiğnemeyi, 
      yasakları işlemeyi özendirecek sözler söylemeye başlamıştır. (1648) Bu 
      tavrından dolayı İzmir’den Hahamlar tarafından kovulur. Selanik’e gider, 
      orada ve mücavir kentlerde tüm haramları helal eden, tüm helalleri haram 
      eden öğretisini Yahudileri çağırır. Birkaç ay İstanbul’da kalır. Kahire’ye 
      gider ve Kabbala öğretimi halkasına katılır. O halkanın üyelerinden biri 
      de Devlet Hazine Müdürü Yahudi Cemaati liderlerinden Rufail Yusuf 
      Çelebi’dir. Sonra Filistin’e gider.

      Gazzeli Nathan tarafından beklenen Mesih olduğu ilan edilen Sabatay Zvi, 
      hüzün bayramlarını sevinç bayramları olarak kutlanmasını söyler. Mesih 
      Sultan’ın tacını da ele geçirecektir. El-Mesiri’ye göre Luria 
      Kabbalası’nın temel fikirlerinden birine dayanmaktadır bu talep. 1665 
      yılının Mayıs ayında Kudüs’e giren Sabatay Zvi, tüm evrende tek yönetici 
      kudretin kendi olduğunu ilan eder. Bir ata binerek Kudüs’e 7 kez tavaf 
      eder. Şiddetli saldırılarla karşılaşır ve şehirden çıkarılır. Zvi, 1666 
      yılında İstanbul’a giderek Sultan’ı tahtından indireceğini ilan eder. 
      Şubat 66’da İstanbul’a varır ve yakayı ele verir. Gelibolu Kalesi’nde 
      mahkum edilir. Yavaş yavaş mahkumiyet gevşetilir. Bu sırada her taraftan 
      ”hacılar” gelmektedir ziyaretine. Bu yılın Eylül ayında Kabbalacı 
      Polonyalı Haham Nehemya ziyaretine gelir. Onun uçuk iddialarını 
      reddetmekle kalmaz, Sultan’a etkin bir şikayet dilekçesiyle başvurur. 
      Mahkeme edilir ve ölüm cezasına çarptırılır. Tek kurtuluş yolu vardır 
      müslüman olmak. O da sureta müslüman olarak, ölümden kurtulur ve Kabalist 
      gelenekte Mesih’in vasıflarından biri olan sureta dinden çıkma yorumuna da 
      uygun hareket etmiş olur. Kapıcıbaşı payesi verilerek Arnavutluk’ta 
      mecburi ikamete tabi tutulur. 1676’da koleradan ölür.

      Adamlarından bir kısmı onu terkidir. Fakat çoğunluğu ona sadık kalır. 
      Tevrat’ın Mesihçi bir yorumla reddi, Sabatay Zvi’nin ruhunun kendisine 
      girdiğini savunan Jakop Frank (1726-1791) tarafından Polonya’da 
      Sabataycılık yayılmasını hızlı bir biçimde sürdürür. Polonya Hasidizmi, 
      Zvi’nin fikirleri etrafında bir senteze gider. Sabataycı Hasidîler, cinsel 
      birleşme sırasında, yemek ve ayak yoluna çıkmak gibi aktiviteler sıraında 
      da ibadet etme tarzını övünerek uygularlar.

      El-Mesiri, Sabatay Sevi’yi ortaya çıkaran krizin, Hahamlar tarafından 
      Yahudiliğin sokulduğu kimlik krizi olduğunu söyler. Ona göre ortaçağın 
      tipik bir özelliği olan skolastik yönelişlere karşı gelişen akılcı ve 
      yorumcu atak Yahudilik içerisinde de ses getirmiştir. Klasik Hahamlık 
      kurumu’nun sonunu getirmiştir bu yöneliş. Aynı isim der ki: ”Sabatay Sevi, 
      bu konuda çağdaşı Spinoza’ya benzemektedir. İkisi de aynı krizden 
      sözetmektedir, ikisi de Kutsal Yasalara (halakah: şeriat) karşı meydan 
      okumakta, ikisi de tüm dikkatleri bu dünya üzerinde yoğunlaştırarak 
      laik/seküler bir özden yola çıkmaktadır. Ne var ki, Zvi içerden meydan 
      okurken Spinoza dışardan meydan okumaktadır. İkisi de, hululidir, yani 
      tabiatçı panteisttir. Tabiatla Tanrı’yı aynileştiren bir düşünceye 
      sahiptir. Varlık birdir ve mükemmeldir. Varlıklar bir olan’dan derece 
      derece inmekle çeşitlenirler. Bu yönelik, Zvi’de dini bir kimliğe 
      bürünürken, Spinoza’da laik ve felsefi bir kimliğe bürünmüştür.” 
      (el-Mesiri 5/20)

      İsrailiyyat adı verilen Yahudi geleneğinin hadise etkisi araştırılmışır 
      da, Kabbalist Yahudiliğin İslam Teosofik sufizmi üzerindeki etkileri hala 
      araştırılmayı bekleyen bakir bir alandır. Tıpkı, Yunan düşüncesinin 
      teosofik sufizm üzerindeki etkisinin araştırılmayı beklediği gibi.

      *NOT: Bu çalışma, İslami Araştırmalar Vakfı başkanı Prof. Dr. Ali Özek ve 
      arkadaşlarının talebi üzerine İSAV’da sunulmuş bir tebliğdir. 
     
      Mİ.
      MUSTAFA İSLÂMOĞLU..,
      Yazarın diğer makalelerini okumak için TIKLAYINIZ !

     
http://www.angelfire.com/wy/yaw/Askenaz/askenaz.html

Türk Musevileri Karaimler hakkındaki sayfayı okumak için 
TIKLAYINIZ.. 


http://www.angelfire.com/wy/yaw/Karaimler/karaimler.html


***