AVRUPA BİRLİĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AVRUPA BİRLİĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mart 2020 Pazartesi

EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ BRÜKSELİN DİR!....

EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ BRÜKSELİN DİR!.... 


Bayram Ankaralı, 
Çoban Ateşleri,
8.3.2004 

Evet... Hızla sona doğru yaklaşılıyor. Artık detayları tartışmanın, inanmayanlara hala delil sunmanın pek bir anlamı kalmıyor. Biz hala birbirimizle didişirken, ikna etme uğraşısı içindeyken atı alan Üsküdar'ı geçmiştir. 

Pek fazla yoruma da gerek yok!.. Yukarıdaki başlıkta anlatılan yeterince kendini anlatıyor. Bir çok kimse, "Yok canım, o kadar da değil.. Paranoyakça bir yaklaşım.." biçiminde tepki gösterecektir. 

Aşağıdaki haber ve belgelerin ötesinde aslında daha sağlam kanıtlar da sunmak mümkün ancak, şimdilik bu haberin yeterli olacağı düşüncesindeyiz. 

Haber, Hürriyet gazetesinin bu gün yayınlanan nüshasında Şükrü Küçükşahin'in 
köşesinde yer alıyor. ''Paketin can damarı, önceki hükümetin Meclis'ten son anda geri çevirdiği uluslararası anlaşmalarla ilgili 90’ıncı maddedeki değişiklikte atıyor.'' biçiminde ortaya konulan değişiklik, Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in ifadeleriyle belgelenmiş. 

Çiçek, Anayasa'nın bu günkü durumuyla AB uyumu için uygun olmadığını, köklü 
değişikliklerin kısa sürede yapılması gerektiğini, daha önemlisi bu değişikliklerin AB istemeden Türkiye Hükümeti tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğini vurguluyor. 

Birçok temel değişikliğin yanı sıra işin can damarı Anayasanın 90’ıncı maddesinin değiştirilmesi olarak görülüyor. 

‘‘Uluslararası anlaşmalar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa 
Mahkemesi'ne başvurulamaz’’ ibaresiyle biten madde, ‘‘Anayasa ile çatışması halinde uluslararası anlaşma esas alınır’’ şekline getiriliyor. 

Bu ibare, Türkiye'nin egemenliğini AB ile paylaşmayı kabul ettiğini, bunu anayasasına da koyarak somutlaştırdığını teyit edecek. 

Paket, YÖK'ten Genelkurmay temsilcisinin çıkarılması, DGM'lerin kaldırılması, Silahlı Kuvvetlerin Sayıştay denetimine girmesi için gereken düzenlemeleri de içeriyor. 

Şimdi sıra meclis duvarlarından şu meşhur "HAKİMİYET KAYITSIZ-ŞARTSIZ 
MİLLETİNDİR" yazısını kaldırıp "HAKİMİYET KAYITSIZ-ŞARTSIZ BRÜKSEL' İNDİR" yazısını asmaya gelmiştir. 

Son olarak Unutanlar için hatırlatma: 

"... Bütün bu Şartlardan daha ıstıraplı ve daha tehlikeli olmak üzere, memleketin içinde, iktidara sahip olanlar, Gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini işgalcilerin siyasi emelleriyle birleştirebilirler..." 

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 

8.3.2004 

***

19 Ocak 2018 Cuma

MUHTEMEL SENARYOLAR DÂHİLİNDE AVRUPA BİRLİĞİ PERSPEKTİFİNDE ALMANYA VE FRANSA’NIN İNCELENMESİ

MUHTEMEL SENARYOLAR DÂHİLİNDE AVRUPA BİRLİĞİ PERSPEKTİFİNDE ALMANYA VE FRANSA’NIN İNCELENMESİ 

Yazan: P.Ütğm. Ahmet SAPMAZ 


Amerika Birleşik Devletleri, yirminci yüzyıl boyunca Avrupa kıtasına totalitarizmin iki farklı versiyonu olan nazizm ve komünizm gibi 
iki büyük tehlikeden kurtulma konusunda büyük destek sağlamış ve 
Avrupa’da özgürlük ve barış güvence altına alınmıştır. Soğuk Savaş 
dönemi boyunca ortak tehdit temelinde geliştirilen transatlantik ilişkiler 
çok istikrarlı bir seyir izlemiştir. Bu dönemde Batı Avrupa devletleri, 
çıkarlarının artık çatışma ile değil; uzlaşı, şeffaflık ve rekabet ile 
korunabileceği öngörmüşlerdir. 1952 yılında Avrupa Kömür Çelik 
Teşkilatı’nın(AKÇT) kurulmasıyla başlayan süreç, çeşitli aşamalardan 
geçerek ve ekonomik alanda büyük başarılar kazanılarak, Soğuk Savaş 
dönemi boyunca sürmüştür. 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, 
bunu takip eden iki Almanya’nın birleşmesi(3 Ekim 1990) ve SSCB’nin 
dağılması(26 Aralık 1991) uluslararası güç dengesini bütünüyle alt üst 
etmiştir. Yaklaşık yarım yüzyıl süren Soğuk Savaş, kan dökülmeden 
demokrasinin komünizme karşı zaferiyle son bulmuş; ABD uluslararası 
sistemde rakipsiz ve tek küresel güç konumuna gelmiştir. Soğuk Savaş 
döneminde kurulan iki kutuplu sistemin yıkılması ile Kuzey Amerika ve 
Avrupa dışında neredeyse dünyanın her yerinde tehlike, kaos ve 
istikrasızlıklar baş göstermiştir. Bu dönemde Avrupa Birliği ülkeleri, 
ekonomik birlikteliklerini ve bu alandaki başarılarını, siyasi ve askerî 
boyuta taşıma konusunda hemfikir olmuşlar ve Maastricht Antlaşması ile 
bu süreci başlatmışlardır. Avrupalılar sahip oldukları büyük ekonomik 
gücün uluslararası sistemde etki yaratabilmesi için siyasi irade ve askerî 
güç ile desteklenmesi gerektiğinden yola çıkarak, AB’nin Ortak Dış ve 
Güvenlik Politikası(ODGP) sürecini başlatmışlardır. Bu gelişmeler 
esnasında bazı Batı Avrupa devletleri tarafından transatlantik ilişkilerin 
çerçevesi ve bu ilişkinin kurumsal ayağını oluşturan NATO 
sorgulanmaya başlanmıştır. Avrupalılar siyasi ve askerî açıdan ABD 
himayesinden kurtulup kurtulmama; yani AB’nin önümüzdeki dönemde 
uluslararası sistemde oynayacağı rol konusunda karar verme noktasına 
gelmişlerdir ve bu süreç hâlen devam etmektedir. Soğuk Savaş’ın 
bitimiyle ortaya çıkan tehditler güvenlik mülahazalarını yeniden 
şekillendirirken, 11 Eylül 2001’de ABD’nin uğradığı saldırı uluslararası 
sistemi derinden etkilemiştir. Artık Avrupa’nın savunulması ve güvenliği 
ABD için birinci öncelik olmaktan çıkmıştır. Çünkü yüzyıllar sonra 
Avrupa, dünyanın en güvenli toprakları hâline gelirken, şimdiki hedef 

ABD’nin kendi toprakları olmuştur. 20 Eylül 2002 tarihinde açıklanan 
yeni ulusal güvenlik stratejisi, ABD’nin güvenlik ve dış politika 
parametrelerinde önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Stratejiye 
göre potansiyel tehdit oluşturan, ileride problem çıkarabileceği 
düşünülen her oluşum veya ülke önleyici darbe kavramından yola 
çıkılarak hedef hâline gelebilecektir. 11 Eylül sonrası ABD’nin değişen 
uluslararası ilişkiler ve dış politika konsepti, Avrupalı müttefiklerini 
rahatsız etmiştir. Transatlantik ittifakta son yıllarda meydana gelen 
kırılmanın nedenini Avrupa ve ABD’nin farklı dünya görüşlerinde aramak 
gerekmektedir. Bu farklılıklar şu şekilde sıralanabilir: 

 1. ABD, dünya düzenini kendi ulusal çıkarları ve değer yargıları 
çerçevesinde tanımlarken, Avrupalılar bu düzenin çok taraflı çabalar ve 
çıkarların uyumlulaştırılması ile sağlanacağını düşünmektedirler. 

 2. ABD değer yargılarına göre uyguladığı politikalarda uluslararası 
hukuk ve organizasyonları ikinci derecede önemserken, Avrupalıların 
çoğu uluslararası hukuk ve organizasyonları politikalarının merkezinde 
görmektedir. 

 3. ABD devamlı olarak üstün askerî gücünü politikalarının bir aracı olarak kullanırken, Avrupa çok zorunlu hâller dışında askerî güç kullanımına karşı çıkmakta ve diplomasiyi savunmaktadır. Bunda Avrupa’nın askerî kapasite eksikliği ve etkin savaş karşıtı kamuoyunun rolü vardır. 

Hâlen Avrupa ve ABD arasında politika farklılıklarından kaynaklanan uyuşmazlıklar şunlardır: 

. ABD’nin, Uluslararası Ceza Mahkemesine taraf olmaması, 
. ABD’nin, Kyoto protokolüne taraf olmaması, 
. Fakir ülkelerin borçlarının silinmesi için İngiltere ve Fransa’nın aldığı inisiyatife sıcak bakmaması, 
. Çin’e yönelik uygulanan silah ambargosunun kaldırılması konusundaki görüş ayrılıkları olarak sıralanabilir. 

Özelikle Irak krizi ile başlayan süreç, transatlantik ilişkilerin 
tarihindeki en önemli sarsıntılardan birini yaşamasına sebep olmuştur. 
Çok eski mazisi olan Transatlantik ilişkiler, ortak hareket etme 
noktasında kesintiye uğramıştır. 

Irak Savaşı öncesi ve sırasında Avrupa’da bir bölünme yaşanmış, 
Avrupa’nın büyük ülkelerinden Fransa ve Almanya savaşa karşı 
çıkarken İngiltere, İtalya, İspanya ile birlikte 2004’te AB’ye üye olan 
Doğu Avrupa ülkelerinin çoğu ABD’ye destek vermiştir. ABD Savunma 

Bakanı Donald Rumsfeld’in, Fransa ve Almanya’yı “eski Avrupa”, 
ABD’ye destek veren ülkeleri ise “yeni Avrupa” olarak adlandırması, 
transatlantik ilişkilerinde yeni bir dönemin ifadesi sayılmıştır. 

İşgal Bölgeleri: 


Kaynak:http://photos1.blogger.com 

Fransa ve Almanya’nın Irak Savaşı’nda karşı cephede yer almalarının nedenleri incelendiğinde; Almanya ve Fransa, Irak’ın, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları gereğince uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmesini, askerî müdahalenin sorunu çözmek için tek seçenek olmadığını, uluslararası boyutta uygulanacak siyasi, politik ve ekonomik yaptırımlarla zaman içerisinde sonuca ulaşılabileceği yönünde bir politika izlemişlerdir. Avrupalı müttefikler Birleşmiş Milletler silah denetçilerinin yaptığı çalışmaların kesin bir sonuca varılana kadar 
sürdürülmesini istemişler, El Kaide terör örgütü ile Irak arasında bağlantı 
kurularak müdahaleye meşruiyet kazandırma girişimini şüpheyle karşılamışlar dır. Ayrıca Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesinden sonra bölgede istikrarın yeniden sağlanabilmesine kuşkuyla bakılmış, Orta Doğu’da daha köklü sorunlar varken Irak’a yapılacak askerî bir müdahalenin bölgeyi daha fazla istikrarsızlığa sürükleyeceğini öne sürmüşlerdir. 

Fransa’nın Irak politikasına etki eden faktörleri incelediğimizde; 

1. Fransız Dış Politikasının Genel Karakteristiği 

Fransız dış politikasının ana ilkesi devamlı surette dünyada ve Avrupa’da aktif bir rol almaktır. Fransa bu siyaseti uygularken politik olarak birliğini sağlamış, askerî bakımdan güçlü ve ortak dış politika izleyebilen bir Avrupa’yı amaç edinmektedir. Ayrıca demokratik prensiplere ve kendisinin de Güvenlik Konseyi daimi üyesi olduğu Birleşmiş Milletlere büyük önem vermektedir. Fransa, dünya 
zenginliğinin %3’ünü üretirken, Birleşmiş Milletler bütçesinin % 6’sını 
karşılamaktadır. 

2. Geçmişte Fransa İle Irak Arasındaki İlişkiyi Destekleyenler 

1991’de Mitterand’ın Çöl Fırtınası Harekatına katılma kararı, Fransız politik ve entelektüel çevrelerinde büyük bir kargaşaya yol açmıştır. Savunma Bakanı bu karara tepki olarak istifa etmiştir. Bu reaksiyonun sebebi, Fransa’daki bazı çevrelerce Amerika’nın bu krizi jeopolitik ve ekonomik çıkarlarını korumayı amaçlayan yeni bir dünya düzeni yaratmak için fırsat olarak değerlendireceğinin düşünülmesidir. Diğer bir önemli faktör de Fransa’nın geleneksel olarak Arap yanlısı dış politika izlemesidir. Fransa Irak’ı, İran’ın yaydığı tehlikeye karşı laik ve dengeleyici bir güç olarak görmektedir. Fakat Fransa ile Irak arasındaki 
özel ve yakın ilişkiler, Fransa’nın Körfez Harekatına katılmasıyla sona ermiştir. 

3. Ekonomik Çıkarlar 

Bazı Fransız firmalarının diğer Avrupalı ve Amerikalı ortakları gibi Irak’la ticari ilişkilerin sürdürülmesinde ekonomik çıkarları vardır. Fakat tüm bunlara rağmen Irak, Fransa’nın büyük bir ticaret ortağı olmaktan uzaktır. Irak, Fransa’nın ihracatında %0.15 pay ile 60’ıncı, ithalatında ise %0.30 pay ile 30’uncu sıradadır. Fransa, Irak petrolünün % 8’ini ithal etmektedir. Bir karşılaştırma açısından bu oran Amerika için %40’dır. Fransa 1.8 milyar Euro ile Rusya, Japonya, Almanya, ve Amerika’dan sonra Irak’ın beşinci büyük kreditörüdür. 

4. Kamuoyu Ve Medya 

Kamuoyu görüşü Fransa’nın Irak politikası üzerinde giderek artan bir etkiye sahiptir. Washington’un tek taraflı politikaları, Amerikan karşıtı düşüncelerin Fransa halkı arasında yayılmasına neden olmuştur. Bu düşünceler medya ve basın tarafından da paylaşılmaktadır. Ayrıca Fransa’da yaşayan Müslüman azınlığın bu süreçte etkisi vardır. Bölgede İsrail ile Filistin arasında uzun süredir devam eden sorunlar çözülemeden Irak’a karşı yapılan müdahale, Müslüman azınlık tarafından Arap Dünyasına yapılmış ayrı bir saldırı olarak görülmektedir. 
Görüldüğü gibi Fransa’nın Irak politikasının oluşumuna birçok faktör etki 
etmiştir ve etmektedir. Bunlar içerisinde en önemli olanı ise uluslararası 
hukuka saygı, güç kullanımının meşruluğu faktörüdür. Fransa’ya göre 
Irak Savaşı gerekli olan bir savaş değildir, birçok çözüm seçeneği arasından savaş tercih edilmiştir. 

Almanya’nın Irak politikasına etki eden faktörleri incelediğimizde ise; 

1. Alman Dış Politikasının Genel Karakteristiği 

Almanya 20’nci yüzyılda yol açtığı iki dünya savaşı nedeni ile kötü olan imajını düzeltmek maksadıyla uluslararası kuruluşlar ve toplumla olan ilişkilerine büyük önem vermektedir. Almanya ittifaklara açık ve uzlaşmacı bir tavır sergilerken, uluslararası politikada daha fazla sorumluluk üstlenmek istemektedir. 

2. Tarihî ve Politik Kültür 

Almanya, geçmişte iki büyük dünya savaşına yol açan yayılmacı güç politikaların dan ötürü travma yaşamış bir ulustur. Alman halkı bu politikanın getirdiği felaket ve yıkıntıyı hâlâ zihinlerinde barındırmaktadır. 
Bu nedenle Almanların ülkelerinin askerî bakımdan tarihte olduğu gibi tekrar güçlenmesi ve askerî gücün politikanın aracı olarak kullanılması konusunda çekinceleri vardır. 

3. Yerel Politik Yönelimler 

Almanya hâlen Sosyal Demokrat Parti ve Yeşillerin oluşturduğu merkez sol bir koalisyon hükümeti tarafından yönetilmektedir. Bu hükümet barışa ve çok taraflılığa sıkı sıkıya bağlı ve askerî güç kullanımını seçenek dışı bırakan bir politika izlemektedir. Hükümet 2002 yılında yapılan ve tekrar iktidara geldiği genel seçimler öncesi, Irak Savaşı’na tamamıyla karşı çıkarak kamuoyundaki desteğini arttırmıştır. Alman halkı da Irak Savaşı’na büyük bir çoğunlukla karşı çıkmış ve hükümetin ABD karşısında izlediği politikayı büyük oranda desteklemiş tir. 

4. Ekonomik Çıkarlar 

Irak, Almanya’nın dış ticaretinde küçük bir öneme sahiptir. Irak, 365 milyon euro ile Almanya’nın ihracatında 79. sırada, 2.1 milyon euro ile Almanya’nın ithalatında 179. sıradadır. Almanya ve Fransa her ne kadar savaş öncesi müdahaleye karşı çıkmışlarsa da, savaş sonrası oluşan de facto durumu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Almanya ve Fransa, Birleşmiş Milletler kontrolünde 
Irak’ta egemenliğin en kısa sürede Irak halkına devredilmesi konusuna 
önem vermektedirler. İki ülke ABD ile Irak’ın demokratik, istikrarlı ve 
barışçı bir ülke olarak yeniden yapılandırılması hususu ile Irak güvenlik 
güçlerinin NATO tarafından eğitilmesi ve Irak ekonomisinin geliştirilmesi 
konularında, ortak irade belirlemişlerdir. Bu çerçevede BM Güvenlik 
Konseyi’nce kabul edilen 1511 ve 1546 sayılı kararlar ile Irak’taki çok 
uluslu güce meşruiyet kazandırılmış ve Irak’ta egemenliğin devri ve 
politik geçiş süreci takvime bağlanmıştır. Almanya ve Fransa, Irak’ta 
yapılan seçimleri ve sonuçlarını olumlu karşılamıştır. Bush yönetimi ile 
Avrupa arasında Irak’a ilişkin sorunlar yakından izlendiğinde, temelde 
görüş ayrılığı bulunmadığı görülmektedir. Ortak unsurların en önemlisi 
Irak’ta istikrarın sağlanmasıdır. Birbirlerinden ayrıldıkları önemli nokta 
ise; bu hedefe hangi yöntemle varılacağı konusudur. Bush güç kullanmaya, Avrupa ise diplomatik yolların kullanılmasına öncelik vermektedir. Bush Avrupa’dan asker yardımı istemişse de, onun yerine Irak Ordusu mensuplarının, polis ve yargıçlarının eğitimi için NATO’dan tam destekle yetinmek zorunda kalmıştır. NATO’da alınan kararlar neticesinde güvenlik görevlilerinin eğitimi için, Fransa ve Almanya dâhil AB’nin, ABD’nin Irak politikasına en fazla şüpheyle bakan ülkeleri de sorumluluk üstlenmeyi kabul etmiştir. Örneğin, Fransa Ürdün’de, Almanya ise Birleşik Arap Emirlikleri’nde, Irak güvenlik görevlilerine eğitim verecektir. 

Günümüze kadar olan gelişmeler ve mevcut parametreler dikkate alınarak Almanya ve Fransa’nın senaryolar dâhilinde incelenmesine geçildiğinde; 

BİRİNCİ SENARYO: ABD’nin 2005 Yılı Sonuna Kadar Irak’tan Çıkması 

Almanya ve Fransa ittifakı, ABD’nin Irak’tan güvenliği ve istikrarı sağlamadan çekilmesine karşıdırlar. Çünkü güvenlik ve istikrar sağlanmadan ABD’nin Irak’tan çekilmesi, bölgenin daha da istikrarsızlaşmasına yol açacak ve ABD’nin geride bıraktığı güç boşluğunu dolduracak bir aktör bulunamayacaktır. 

Almanya ve Fransa, ABD’nin Irak’ta güvenliği ve istikrarı sağladıktan sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1546 sayılı kararı gereğince ve Irak hükümetinin talepleri doğrultusunda ülkeden çekilmesini destekleyeceklerdir. Irak’tan, ABD’nin önderliğindeki çok uluslu gücün çekilmesinden sonra, ülkede Birleşmiş Milletler’in günümüzden daha aktif rol üstlenmesini talep edeceklerdir. Irak hükümetine gerek ülkenin yeniden inşası için gerekse de politik geçiş 
süreci için her türlü desteği başta Avrupa Birliği olmak üzere, uluslararası örgütler ve sivil toplum örgütleri vasıtasıyla sağlayacaklardır. Avrupalı müttefikler bu politikayı izlerken, bölgede ABD’nin zedelenmiş imajı nedeniyle ülke yönetimi ve halk tarafından tercih edilen bir konumda bulunacaklardır. 

Fransa ve Almanya’nın bu süreçte Irak politikalarında radikal bir 
değişikliğe gitmeleri beklenmemelidir. Zira Fransa’da Avrupa 
Anayasasının reddedilmesi ile ortaya çıkan bunalım, bu dönemde dış 
politikayı ikinci plana itecek ve Fransa iç politik sorunlarına angaje 
olacaktır. Almanya’da ise iktidardaki Sosyal Demokrat ve Yeşillerden 
oluşan koalisyon hükümetinin Kuzey Ren Westfalya’da yapılan yerel 
seçimler sonucunda aldığı yenilgi, ülkeyi 18 Eylül 2005’te yapılması 
öngörülen bir genel seçime götürmektedir. Yapılacak seçimlerde, 
muhalefetteki Hıristiyan Demokrat Partinin iktidara gelmesinin söz 
konusu olabileceği değerlendirilmektedir. Hıristiyan Demokratlar, Irak 
krizinin başından bu yana ABD’nin politikalarını destekleyen bir tutum 
ortaya koymaktadırlar. İktidara geldiklerinde kamuoyundaki savaş karşıtı 
düşünceler nedeniyle Alman politikasında radikal bir değişiklik 
yapamasalar da ABD ile daha fazla iş birliğine yönelmeleri beklenmelidir. 

Ülkede güven ve istikrarın sağlanmasıyla beraber Alman ve Fransız firmaları, Irak ile savaş öncesi kurdukları ticari ilişkileri yeniden canlandırmak amacıyla bölgeye yoğun bir talep gösterecekler ve Irak’ın yeniden inşası projelerinde büyük ölçüde pay elde edeceklerdir. 


 Kaynak:http://photos1.blogger.com 

İKİNCİ SENARYO: ABD’nin 2006 Yılından İtibaren Kademeli Olarak Irak’tan Çıkabileceği; 

Amerika’nın 2006 yılında Irak’tan, arkasında çözülmemiş birtakım sorunlar bırakarak kademeli olarak çekilmesi, Avrupalı müttefiklerinin arzu etmediği bir durumdur. Bu sebeple Almanya ve Fransa ABD’yi, Irak’ta istikrar ve güvenliği sağlamadan çekilmesi hâlinde, bölgenin Saddam Hüseyin döneminde olduğundan daha istikrarsız bir duruma sürüklenebileceği konusunda ikna etmeye çalışacaklardır. Zira Irak’ın istikrarsızlığa sürüklenmesi, bölgeyi uluslararası terörizmin kaynaklarından biri hâline getirecek, bölgenin Alman ve Fransız şirketlerce ekonomik açıdan değerlendirilme potansiyelini ortadan 
kaldıracak ve bölgeden Avrupa’ya yasa dışı göç tetiklenecektir. 

Almanya ve Fransa, Irak’ta, federal sisteme dayalı, tüm kesimleri temsil eden, demokratik bir yönetimi destekleyecektir. Avrupalı müttefikler, Irak’ta bir grubun diğer bir gruba üstün duruma gelmesinin ülkenin istikrarını riske atacağı düşüncesiyle, tüm kesimleri adil şekilde temsil eden bir yönetimi destekleyecek ler; etnik ve dinî gruplar arasında denge gözetmeye çalışacaklardır. 

Müttefikler, bu süreçte Irak üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda tasarrufta bulunmaya çalışan Irak’a komşu ülkeler üzerinde, ABD ile birlikte siyasi, ekonomik ve askerî boyutta yaptırımda bulunacaklardır. 

Özellikle nükleer faaliyetleri dolayısıyla İran ve uluslararası terörizme 
verdiği destek ile Suriye’ye karşı bu yaptırım faaliyeti daha da kolay 
uygulanacaktır. 

Almanya ve Fransa etnik veya dinî temele dayalı bir konfedere yapılanmada, kendileri de söz sahibi olmak isteyeceklerdir. ABD, Avrupalı müttefikleri ile bozulan ilişkileri düzeltmek için Almanya ve Fransa’nın bu süreçte etkin olmasına müsaade edecektir. 

Almanya, Irak’ta yönetim şekli ne olursa olsun güvenliğin sağlanması, ABD önderliğindeki uluslararası gücün Irak’tan çekilmeye başlaması ve Birleşmiş Milletler’in Irak’ta rolünün artmasına paralel olarak Birleşmiş Milletler Barış Gücü kapsamında Irak’ta asker görevlendirebilir. Bu büyük ölçüde 2005 yılı sonunda yapılacak genel seçim sonuçlarına ve ABD’nin bu dönemde izleyeceği politikalara ve uluslararası konjonktüre bağlı olacaktır. 

Fransa’nın ise ABD’nin dominant olduğu Irak’a asker göndermesi mümkün olmayacaktır. Ancak Fransa, Irak ile Saddam Hüseyin döneminde kurulmuş olan ekonomik ve ticari ilişkileri aynı düzeye taşımak için her türlü çabayı gösterecektir. 

ÜÇÜNCÜ SENARYO: 2025 Yılı Ve Sonrası (ABD Irak’tan 
Çekilebilir Ancak Bölgeden Çekilemez Durumu) 

Almanya ve Fransa’nın 2025 yılına uzanan süreçte Irak politikalarını şekillendiren çok çeşitli etkenler olacaktır. Bu etkenlerin en önemlisi, Avrupa Birliği’nin gelişme sürecinin varacağı noktadır. Bu sürecin muhtemel iki sonucundan birincisi; AB’nin bugünkü bulunduğu durumdan daha ileri bir seviyeye yani ortak bir dış politika üretebilme ve Avrupa’nın çıkarlarını savunabilecek güçte bir askerî yeteneğe sahip olma durumudur. Bu durumda dahi, Avrupa Birliği’nin güvenlik sorunu bulunan bir bölgeye askerî güç göndermesi düşünülemez. Ancak, AB’nin sahip olacağı askerî güç ve ortak dış politika yürütebilme iradesi, ABD’nin uygulayacağı politikalarda AB’yi daha çok dikkate almasını gerektirecektir. 

Muhtemel sonuçlardan İkincisi ise Avrupa Birliği’nin bugün bulunduğu noktadan daha ileri gidememesi durumudur. Fransa’nın ardından Hollanda’nın da Avrupa Anayasasına “hayır” demesiyle, Avrupa Birliği’nin ekonomik birliktelikten, siyasi ve askerî birlikteliğe geçiş süreci büyük darbe almıştır. Avrupa Birliği’nin istenilen konuma gelmede yetersiz kalması veya bunun mümkün olmaması hâlinde, AB’nin çekirdek ülkeleri olan Almanya ve Fransa merkez olmak üzere 
özellikle dış politikada daha etkin bir birlikteliğe gidilebilir. Bu durumda 
Almanya ve Fransa bölgede politik, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan 
etkin olmaya çalışacaklardır. 

Bu süre zarfında, ülke yönetimlerinde seçimler sonucunda meydana gelebilecek değişiklikler, Irak politikalarında farklı açılımlara yol açabilecektir. Avrupa’daki ABD karşıtlığının büyük ölçüde Bush yönetiminden kaynaklandığı göz önüne alındığında, 2008 ABD başkanlık seçimleri büyük önem arz etmektedir. Yönetime gelecek olan Başkanın uygulayacağı politikalar bu hususta belirleyici olacaktır. 

Alternatif enerji kaynaklarının ortaya çıkarak petrole olan bağımlılığın azaltılma sı, Almanya ve Fransa’nın bölgeye olan ilgisini ortadan kaldırmayacak tır. Çünkü Almanya ve Fransa’nın, Irak politikaları petrol ile sınırlı olmadığı gibi, Irak’ın ve Orta Doğu’nun istikrar ve güvenliği Avrupa kıtası için hayati öneme haizdir. 

Sonuç olarak, Avrupa ve ABD’nin küresel çıkarları, Irak konusunda iki merkezin “çatışması yerine bütünleşmesini” zorunlu kılmaktadır. ABD–Avrupa ilişkileri son dönemdeki gelişmeler sonucunda belki hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. Ancak, her iki tarafın birbirine olan ihtiyacı devam edecektir. ABD’nin Irak konusunda Almanya ve Fransa’nın desteğini kazanması, hem bölge hem de dünya barışının bir an önce tesis edilmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Arz ederim. 

 HARP AKADEMİLERİ DERGİSİ 2006

***

12 Kasım 2015 Perşembe

TSK ve AVRUPA BİRLİĞİ




TSK ve AVRUPA BİRLİĞİ



Prof. Dr. Erol Manisalı
AĞUSTOS 2001  

Genelkurmay Başkanlığı bir açıklamayla AB'ye karşı olmadığını bildirdi.

Türkiye'nin AB'ye bir Fransa ya da bir İspanya gibi tam üye olmasına TSK karşı değildir. Bunu çok doğal karşılamak gerekir. TSK'yi bu yönde açıklama yapmaya, bazı spekülatif yayınlar zorladı.

Ancak, arada bazı farklar var...

Evet, Türkiye'nin aynen AB içindekiler gibi eşit statüde ve normal, tek yanlı olmayan bir ilişki düzeni içinde AB'ye üye olmasına TSK karşı değildir. Ancak bugüne kadar, haklı nedenlerle TSK ve askeri çevreler, Türkiye-AB ilişkilerinde "bazı tepkiler" göstermişlerdir.


Son aylarda bu tepkilerin "hangi konularda" ortaya çıktığını sıralayalım:

1) Güneydoğu konusunda Brüksel'den ve AB Parlamentosu'ndan, "Türkiye'nin bütünlüğüne yönelik dayatmalara" yeltenildiğinde TSK ve askeri çevreler, "AB Türkiye'den böyle şeyler isteyemez" demişlerdir.

2) "Ulusal azınlıklar" adı altında, Türkiye'den, ülke bütünlüğüne yönelik tahrikler ve dayatmalar yapıldığında, TSK tepki göstermiştir.

3) Türkiye-AB ilişkileri bahane edilerek, hatta istismar edilerek Kıbrıs ve Ege konularında AB "koşul getirdiğinde", TSK olmaz demiştir.

4) Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği-NATO ilişkilerinde, AB'nin dayatmak istediği "tek yanlı düzene", TSK karşı çıkmıştır. TSK, Türkiye-AB ilişkilerinde çok haklı olarak tek yanlı yapılanmalara karşıdır.

5) MGK konusunda, Brüksel'den "dayatmalar yapılmak istendiğinde", TSK buna da tepki gösterdi. 

6) Son olarak, Katılım Ortaklığı Belgesi'nde, Kıbrıs'ın "koşul olarak dayatılmasına" TSK hayır demiştir.

Ayrıca bu konuda, Çankaya Doruğu ile Sezer, Denktaş, Ankara hükümeti ve Genelkurmay, ortak tepkilerini ve çizgilerini net bir biçimde kamuoyuna yansıtmışlardır.


7) Son olarak Nice Doruğu'nda TSK, Türkiye'nin AGSK'den dışlanmasına ve Türkiye'ye 2010 randevusu verilerek ülkemizin "oyalanmasına" anında tepki göstermiş bulunuyor.

TSK Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olmamıştır ama, AB'nin, adaylığımız bahane edilerek ulusal çıkarlarımız üzerinde oynamasına tepki göstermiştir.

TSK Nelere Karşı?

Türkiye-AB ilişkilerinde, TSK'nin tepki gösterdiği konulara baktığımızda aşağıdaki gerçekler ortaya çıkıyor:

1) TSK, Türkiye-AB ilişkilerinde, "tek yanlı düzenlemelere karşıdır". Bunun somut örneğini AGSK-NATO ilişkisinde gördük.

2) TSK, ileride Türkiye'nin bütünlüğünü tehlikeye sokacak AB isteklerine karşıdır.

3) TSK, Kıbrıs ve Ege konularında, AB'nin "ön koşul dayatmalarına" karşıdır. Atina'nın, AB'yi kullanarak Türkiye'nin karşısına çıkmasına tepki gösteriyor.

4) AB'nin, MGK gibi, Türkiye'nin ulusal çıkarlarının korunmasında önemli olan bir kurumu karşısına almasına tepki veriyor.

5) TSK, AB çevrelerinin, Atatürkçü düşünceden rahatsız olmalarına da, çok doğal olarak tepki göstermektedir.

6) TSK, Türkiye'nin AB tarafından "oyalanmasına" da karşıdır.

TSK AB'ye karşı değildir ama, AB'nin Türkiye ile ilişkilerinde, yukarıda anılan konular üzerinde ısrar etmesine çok haklı olarak karşı çıkmakta, tepki göstermektedir.

İki Şeyi Birbirinden Ayırmak...

TSK, AB'ye normal koşullar altında "evet" demektedir. Oysa AB, sürekli olarak Türkiye'nin ulusal çıkarları ile bağdaşmayan önerilerle karşımıza çıkmaktadır. Bir taraftan Türkiye'den ödün koparmaya çalışırken öte yandan da ülkemizi "oyalama taktiği" gütmektedir.

TSK, AB'ye karşı değildir ama, bütün bu anormal taleplere de tamamen karşıdır. Karşı olduğunu, bugüne kadar ortaya koyduğu tepkilerle göstermiştir.

Kimse konuyu istismar etmeye kalkmasın: AB'ye karşı olmamak başka şey, ulusal çıkarlarla bağdaşmayan dayatmalara evet demek ise bambaşka bir şey.

 http://www.mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/agustos01_08.html

..

16 Ekim 2015 Cuma

ALMANYA KISKACINDAKİ AVRUPA BİRLİĞİ




ALMANYA KISKACINDAKİ AVRUPA BİRLİĞİ,




ALMANYA KISKACINDAKİ AVRUPA BİRLİĞİ 
Doç.Dr.Sait YILMAZ* 

Giriş 





Genel dünya konjonktürü içinde artık büyük güçler kendi işsizlik ve enflasyonunu başka ülkelere satma peşindedir, bunun da vasıtası para’dır. 
Bu paradigma 11 Eylül 2001 ile başladı ve yansımaları daha uzun süre devam edecektir. 

Avrupa’da görülen ekonomik kriz de ABD’nin para vasıtası ile kendi yaşadığı krizi Avrupa Birliği’ne satmasından başka bir şey değildir. Buna çare bulmak için Rusya ve Çin, dış ticarette doları devre dışı bırakmaya çalışmaktadır. Avrupa Birliği içinde Maastricht Anlaşması ile kabul edilen ortak para ‘Euro’, önce durgunluğa 2008 krizi ile birlikte bölünmeye yol açtı. Gelinen aşamada Avrupa Birliği’nde para federalleşti ama yapı konfederal kaldı. Evin babası Almanya gerçekten çok kazandığı halde ailenin üyelerine para yetiştirememektedir. Hâlbuki Avrupa Birliği siyasi nedenlerle kuruldu ama ekonomik beklentiler bunun bir sonucu idi. Ekonomik refahı yaymayı hedefleyen Avrupa Birliği, bugün başka ülkelerin borçlarını hatta yoksulluğunu paylaşmak için düzenlemeler peşindedir. Gelinen aşamada, siyasi birlik sağlanmadan ekonomik birliğe gitmenin doğru olmadığı anlaşıldı. Avrupa Birliği içinde ülkeler ekonomik performanslarına göre alacaklılar ve borçlular olmak üzere ikiye bölündü. 

Diğer yandan siyasi ve sosyal dinamikler birliği çözülmeye doğru götürmektedir. Şengen, Ortak Pazar ve Avrupa Birliği’nin kendisi tehlike altındadır. Yaşanan 
ekonomik kriz ve devam eden süreçte AB’nin patronunun Almanya olduğu ortaya çıktı. Bu makalede, Avrupa Birliği’nin geleceğini ve bu gelecekte Almanya’nın rolünü tartışacağız. 

Avrupa Birliği’nde Ekonomik Kriz ve Almanya 

     Avrupa’nın içinde bulunduğu ekonomik bunalımın nedeni oldukça basit; bankalar ve ülkelerin genel olarak ağır finansal baskı altında yani borç batağı içinde olması, bunu dışarıdan yardım almadan önlemenin hemen hemen hiçbir yolunun bulunmamasıdır. Emanet para ile sorun çözülebilir ama bu karmaşık bir siyasi süreç gerektirmesinin yanında pek çok Avrupalının muhalif olduğu bir konudur. Bu karmaşıklık, faiz miktarı arttıkça ve verilen sözlerde durulmadıkça artmaktadır. 
Bankacılık ve ulusal borç sorunları iç içe ve birbirilerini besleyen sorunlardır. Banka sermayesinin garanti edilmesi yerine sermaye yapılarının yeniden düzenlenmesi için her ülkenin kendi yolunu izleyecek olması Euro bölgesinin geleceği için bir tehlike olarak görülmektedir. Fakat sorun problemin karmaşık olması ile sınırlı değildir. 2008 yılından itibaren yetkililer yaklaşan krizin farkında olmasına rağmen önlemek için çeşitli sebeplerle bir şey yapmadı. Bunun altında yeteneksizlik, aldatma ve hayal görme gibi pek çok neden sayılabilir. Bazı liderler zaman kazanmak, bazıları kendi beklentileri için çözüme yönelik harekete geçmeyi erteledi1. 
Örneğin Yunanlıların sahte mali verilerle hareket ettiği, bankacıların bunu çeşitli nedenlerle görmezden geldiği aşikârdı. Avrupa Birliği, ülkeleri şeffaf olmaya zorlamasına rağmen Güney ve Orta Avrupalılar buna pek uymaz. Bunun altında vergiden kaçmaktan ziyade birbirlerine olan tarihsel güvensizlik yatmaktadır. 

* İstanbul Aydın Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi, saityilmaz@aydin.edu.tr 

1 George Friedman: European Crisis: Precise Solutions in an Imprecise Reality, Stratfor, (Oct 4, 2011). 


Brüksel’in vergi ve çalışma düzenlemelerinin uygulanması müteşebbisler ve küçük işletmeler için zor olduğundan bu ülkeler yazılı olmayan kendi yöntemleri ni geliştirmişlerdir. Bu yüzden Yunan, İspanyol ya da İtalyan ekonomisine gerçekte ne olduğunu söylemek rakamların çok sıhhatli olmaması nedeni ile zordur. Ekonominin önemli bir kısmı resmi rakamlara yansımamıştır. Bazı rakamlara göre Yunanistan’da %10, diğerine göre %40 kayıt dışı yani gri ekonomi vardır. Hâlbuki bu rakamlar bir kurtarma planı için çok gereklidir. Bu tür sebeplerden dolayı Avrupa bankalarının ve ülkelerinin ne kadar borçlu ya da bundan sorumlu olduğu tıpkı ABD’deki karşılıksız garantiler gibi karanlıktadır. Bu belirsizlik hükümetleri ve bankaları kurtarma planı geliştirmede zorlamaktadır. Bunlar içinde sadece Almanya’nın durumu farklıdır. 

Alman sistemine göre işleyen Brüksel bürokrasisi partizan uygulamalara ve vergi vermeyenlere göre değildir. Kısaca güneyle olan bu kültür farkı bugün Avrupa’yı 
vururken, Avrupa Birliği kurulurken dayatılan Alman anlayışının tutmadığı da ortaya çıkmıştır. Devlet ve sivil hizmet disipline edilmeden Alman refahını yakalama hayali büyük bir şoktadır. 

    Yunanistan’daki kriz AB içinde yapısal bir krize dönüştü. Yunanistan AB’ye girdiğinden beri Maastricht kriterlerine uygulamak yerine rüşvet dağıttı ve mobil zeytin ağaçları ile tarım fonundan sürekli çok para aldı. Yunanistan’da üretim olmadığı için 360 milyar Euro hibe olarak gelmeden bir şey değişmeyecektir2. Yapılan kurtarma planı ile %174 olan kamu borçlanması %120’e çekilebilecektir. Bu plana göre borçlarını ancak 46 yılda ödeyebilir. En fazla Yunan devlet tahvilini (92 milyar Euro) elinde bulunduranlar Fransa ve Almanya idi ama kabak Fransa’nın başına patladı. 

AB şu anda kontrol sistemleri ve ekonominin nasıl yönetilmesi gerektiğini tartışıyor. İtalya’da da durum farklı değildir ama şansı üretim sektörünün olmasıdır. İtalya’nın 1.9 trilyon dolar borcu var ve 250 milyar Euro bu yıl ödemek zorundadır. Kredi notu düştüğü için borç bulmakta da zorlanmaktadır. Fransa’nın %84 kamu borcu var ve kredi notunu koruyamaması milli aşağılanma hissi yarattı. Almanya; Avrupa Komisyonu onayı olmadan kimse bütçe yapamaz kuralını getirdi. Kamu borçlarının ödenmesi 20 yıla yayıldı. Krize çare olarak iki görüş öne çıkmaktadır. Almanya başbakanı Merkel’in savunduğu kemer sıkma politikasına karşı, Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, harcama artırıcı yöntemleri savunmaktadır. 

2 Can Baydarol: Avrupa Birliği Çöküyor mu?, ORKAM, (05 Ocak 2012). 
3 European Financial Stability Facility, or the EFSF 
4 Uri Dadush: Brussels Summit: The Long War Ahead, Commentary, (October 27, 2011). 
5 George Soros: A Routemap Through the Eurozone Minefield, (Oct 13, 2001), 
http://www.georgesoros.com/articles-essays/entry/a_routemap_through_the_eurozone_minefield 
6 Hürriyet: İngiltere yeni sözleşmeye yanaşmadı, 27 üyeli AB için yolun sonu göründü,(10 Aralık 2011). 

Ekim 2011 içinde Brüksel’de yapılan Euro krizi ile ilgili acil zirve sonrası uzun dönemli niyet ve yükümlülükleri içeren15 sayfalık bir sonuç bildirisi hazırlandı. Euro bölgesi liderleri sorunlu ülkeleri desteklemek için 1.4 trilyon dolarlık Avrupa kurtarma fonu (EFSF3) oluşturdular 4. En fazla parayı başta Almanya olmak üzere çekirdek ülkelerin vermesi öngörüldü. Yunanistan gibi Güney Akdeniz ülkelerinin istatistiklerle oynayarak AB’yi yanılttığı açık olduğundan, bu tür ülkelere tedbir olarak AB, bütçe kontrol uzmanları görevlendirdi. AB mali konular etrafında kilitlenmiş durumdadır. En önemli umut olan Almanya’nın para transferinin Anayasa Mahkemesi’nin kararı ile Alman Parlamentosu’nun (Bundestag) onayına bırakılması bu umudun da yolunun büyük ölçüde kapanması na yol açtı 5. Artık uygun bir faizle borç alma ümidini yitiren ülkeler bankacılık sistemini revize edecek arayışlar içine girdiler. Avrupa Birliği, Euro Bölgesi’ni korumak için mali birlik oluşturma konusunda bölünürken, Almanya ve Fransa liderliğindeki ülkelerin büyük bölümü ayrı bir anlaşmayla yola devam kararı aldı6. AB’ye üye 27 ülkenin liderlerinden 25’i Euro Bölgesi’ni korumak için katı bütçe kurallarıyla daha sıkı birlik oluşturma konusunda anlaştı. Ancak İngiltere kendisi için istediği imtiyazları elde etmede başarılı olamayınca AB anlaşmasında önerilen değişiklikleri kabul edemeyeceğini açıkladı. Böylece, Euro Bölgesi üyesi olmayan 10 AB üyesi ülkeden sadece İngiltere yeni anlaşma yapılması sürecinin dışında kalmış oldu. 

 Avrupa Güvenliği ve Almanya 

Bağımsız devletlerin post-modern modeli olan Avrupa Birliği, yumuşak gücü ile küresel bir etki sahası yakalamaya çalışırken fazla toy ve kibirli yüzü ortaya çıktı. 
Post-modernlere göre iki grup ülke; biri medeni ülkeler diğeri henüz post-modernizme ulaşamamış, zorba yönetimlerin ülkeleridir7. Liberal emperyalizm, binlerce insanı savaşmak yerine düzen sağlamak için sınırlı süre uzaklara göndermeyi yani sivil güç kullanmayı gerektirir. Soğuk Savaş’ın bitmesi ile birlikte Amerikalı ve Avrupalılar yeni bir güç geliştirmeye başladılar; “dönüştürücü güç”. Bu güç kısa vadeli kazanımlara bakmadan uzun vadede dünyayı yeniden şekillendirmeyi hedeflemektedir. Bu güç askeri bütçe ya da akıllı füze teknolojisi ile değil anlaşmalar, anayasalar ve kanunlarla çalışmakta dır. Avrupa Birliği, kendi kurallarını ve mekanizmalarını ABD’nin tersine görünmez bir el gibi kullanmaktadır8. Avrupa Birliği, böylece İspanya, Yunanistan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ni dönüştürdü, Türkiye için de benzer süreç devam etmektedir. 450 milyon Avrupa Birliği nüfusuna karşılık 80 ülkedeki 1.3 milyar kişi birlik ile bağ kurmuştur. Yani dünyanın üçte biri kredi, yatırım, yardım yolu ile Avrupa etki sahası içindedir. Avrupa Birliği, Afrika’ya barışı koruma ve Afganistan’a polis görevi gibi operasyonlar altında dünya genelinde askeri misyonlara katılsa da bir bütün olarak Avrupa’nın sert gücü ciddi zafiyetler içindedir. NATO’nun odağında toprak savunması varken AB ancak sivil görevler ve küçük barışı koruma misyonları yerine getirilebilmektedir. Savunma alanında çare olarak kabiliyet havuzları oluşturulması ve ülkelere belirli uzmanlıklar verilerek tasarruf edilmesi düşünülmektedir. 

7 Walter Laqueur: After The Fall, Dunne/St. Martin's, (Jan 2012). 
8 Mark Leonard: Europe: the new superpower,Center For European Forum, (01 February 2005), 
http://www.cer.org.uk/topics/transatlantic-relations?page=8 
9 Steven Erlanger: What the War in Libya Tells Europe, Strategic Europe, Carnegie Endowment, (Sept 
21, 2011). 

Almanya ve Fransa’nın ABD’nin savunma politikalarına askeri ve siyasi desteği keseli uzun zaman oldu. Dünyanın en zayıf ordularından birine sahip olan 
Libya’da NATO’nun yedi ay sürdürdüğü savaş sivilleri korumak adına yapıldı ama herkes açıkça biliyordu ki ittifak sivil savaşa bir tarafta katılmakta idi. Kosova’dan günümüze “sivilleri korumak” yeni kurt kapanının adıdır9. Ancak, Libya’da NATO’nun güçlü ülkelerinin önemli bir kısmı harekâta katılmadı ya da İspanya ve Türkiye gibi ülkeler savaş uçağı vermedi. Sadece Danimarka ve Norveç hava harekâtında beklenilenden fazla gayret gösterdi. Almanya, uçuşa yasak bölge uygulamasında yer almayı reddetti. NATO hava gücü ve teknolojisi İngiliz, Fransız ve Katar’ın Libya topraklarındaki isyancıların içinde bulunan gizli eğitimcileri ile Kaddafi’nin çoğu paralı asker olan güçlerini yendiler. Libya tecrübesi gösterdi ki ya Avrupalılar kendi güvenlik ve savunma yapısını kurup dünyanın sadece yumuşak güçle dönmediğini anlayacaklar ya da bu işin ne kadar pahalı ve zor olduğunu anlayarak bu işlerden vazgeçeceklerdir. İlginç olan Libya müdahalesi Avrupalıların liderliğinde yapılmış olmasına ve bu savaşta NATO ile Avrupa arasındaki işbirliğinden bahsedilmiş olmasına rağmen, Avrupa Birliği bu savaşta hiçbir rol oynamadı. Avrupa giderek solarken ittifak da giderek “anlamsız” hale gelmektedir. 


Avrupa hala Amerika’dan güvenlik ithal etmek zorundadır. ABD’den umudu kesen Orta ve Doğu Avrupa (ODA) ülkeleri ABD’nin gözüne girme ve Atlantikçi 
teorilerini bir kenara bırakıp Almanya’ya yağ çekme yarışına girdiler. ODA elitlerine göre Almanya, Rusya’dan daha az şeytandır ama Gerhard Schröder’in 1998-2005 yılları arasındaki iktidarından beri Almanya-Rusya ilişkileri gelişmektedir. Bu ilişki Rusya’nın ODA ülkelerine göre Almanya’ya daha ucuz fiyata doğal gaz satması gibi bir denkleme oturmuştur. Haziran 2010’daki Meseberg Zirvesi’nde Almanya Başbakanı Merkel, NATO-Rusya Konseyi’ne benzer şekilde AB ve Rusya arasında Politik ve Güvenlik Konseyi oluşturulmasını önerdi10. AB üyesi ülkelerin daha çok komşuları ile işbirliğine gitme merakı “daha az Avrupalılaşma daha çok bölgeselleşme” olgusunu ortaya çıkardı. İngiltere ve Fransa doğal olarak bir platform oluştururken, Çekler Slovaklar ile, İskandinav ülkeleri de kendi aralarında dayanışmaktadır. Almanya ve Fransa, Orta Avrupa ve Baltık ülkelerini hayal kırıklığına uğratarak Rusya’ya karşı uzlaşmacı bir tutuma girince ODA ülkeleri kendi alternatiflerini oluşturma arayışına girdiler11. Ekonomik olarak Almanya’ya bağımlı bu ülkelerin önündeki tek seçenek aslında Almanya’nın uydusu olmaktır. 

10 Daniel Keohane, The EU and NATO’s Future, EU Institute for Security Studies, Issue 11 | Winter, 
2010/2011, p.27. 
11 Marko Papic: The Divided States of Europe, Stratfor, (June 28, 2011). 
12 Erlanger: ibidi, (Sept 21, 2011). 

Dört Orta Avrupa ülkesi (Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Macaristan) “Visegrad Grubu” oluşturarak Orta Avrupa Muharebe Grubu teşkil ettiler. Baltık 
ülkeleri ise algılamaya devam ettikleri Rus tehdidi için Nordik ülkelerine yöneldiler. Litvanya, halen Estonya’nın üye olduğu Nordik Muharebe Grubu’na katıldı. Fransa ve İngiltere askeri işbirliğini artırmak için 2010 yılı sonunda bir anlaşma yaptılar. Londra, Baltık-Nordik grubu ile askeri işbirliğini geliştirme niyetini ifade etti. Bölgeselleşme, güvenlik alanında en belirgin olmakla birlikte, ekonomik alanda da ortaya çıkmaktadır. Almanya kendi ticaret hacmini düşünerek,  Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nin Eurozone’a girişini hızlandırmak isterken, çevresindeki diğer ülkelerin durumu pek umurunda değildir. Alman etki alanı (Avusturya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Hırvatistan, İsviçre, Slovenya, Slovakya, Finlandiya); Almanya’nın ticaret gücünden ekonomik olarak faydalanacak ve ama göreceli olarak Rusya tehdidini hissetmeyecek çekirdek Euro zone ekonomileri dir. 

Fransa, Almanya’nın etki alanında görülmekle beraber aslında Eurozone’da kendi liderliğini kabul ettirmek, ağrısız bir şekilde Almanya’nın hâkim olduğu döviz blokunda kendi pazar kurallarını ve sosyal çıkarlarını gerçekleştirmek peşindedir. Fransa, Almanya ile ortaklığa son verirse bu durum İngiltere ve ABD’nin de içinde olduğu Akdeniz’deki etki alanında dönüş anlamına gelecektir. Akdeniz Birliği fikri bu yönde bir dönüş için geri planda tutulmaktadır. 

Pek çok Avrupa ordusu savaşacak makine olmaktan ziyade şemalardan ibarettir. Mevcut sınırlı kabiliyetleri daha da erimektedir. Motor güçler olan Fransa, 
İngiltere, Almanya, İtalya, Hollanda halen asker ve sivil kapasitesini azaltmakla meşguldür. Libya operasyonu Amerika olmaksızın lojistik, keşif, komuta ve kontrol, mühimmatı olmayan bir AB savunması olduğunu ortaya çıkardı. Kısaca AB üyeleri gerçekten Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası’nı hayata geçirmek isteseler bile bunu yapacak güçte değillerdir. Şubat 2011’deki Münih Güvenlik Konferansı’nda NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen sadece son iki yılda Avrupa savunma harcamalarının 45 milyar dolar azaldığını ve bunun Almanya’nın toplam savunma bütçesine eşit olduğunu söyledi12. Ancak, en büyük problem para değil motivasyon eksikliği yani isteksizliktir. Fransa ve İngiltere AB dışında işbirliklerini organize etmeyi tercih ederken, Almanlar güvenlik alanında işbirliği için AB’nin uygun bir yer olmadığını düşünmeye başladılar. Avrupa Savunma Ajansı (EDA) boşta durmakta, AB-NATO kilitlenmesi yeni halkalar edinmektedir. 

Alman Silahlı Kuvvetleri 31 askeri üssü kapatma, 33 tanesinde personel sayısını 15’in altına düşürme kararı aldı. Personel sayısı 15’in altında olanlar artık 
askeri üs sayılamayacağından toplam 328 olan üs sayısı 264’e düşmüş olacaktır. Bu karar 26 Ekim 2011’de Berlin’deki basın toplantısında Savunma Bakanı Thomas de Maizière tarafından açıklandı13. Söz konusu planın 2017’e kadar tamamlanması öngörüldü. Hâlihazırdaki 206.000 kişilik Alman Silahlı Kuvvetleri 2017’e kadar 170.000 kişiye düşürülecektir. Sivil personel miktarı ise 68.000’den 55.000’e azaltılacaktır14. Yeni teşkilata göre Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanlıkları ile Müşterek Destek Hizmetleri ve Merkezi Sağlık Hizmeti bakanlığa bağlı daireler olmak yerine bağımsız komutanlıklara dönüştürülecektir. Savunma Bakanlığı, silahlı kuvvetlerin tank, uçak, gemi ve diğer ana teçhizatından indirime gitmeyi öngören yeni bir teşkilat yapısı geliştirdi. Almanya bazı savunma programlarında önemli kesintiler peşindedir. Kesinti düşünülen 20 büyük program arasında Typhoon savaş uçağı, Tiger taarruz helikopterleri, NH90 ulaştırma uçakları, Puma zırhlı araçları ve Euro Hawk insansız gözetleme uçağı bulunmaktadır. 

Savunma Bakanlığı önümüzdeki bir kaç yılda asker ve sivil personel indiriminden de 1 milyar dolar tasarruf etmeyi planlamaktadır. Ayrılanlara 100.000 euro’ya kadar tazminat ödenecek, 50 yaşın üzerindekiler için ise tam emeklilik maaşı ile teşvik uygulanacaktır. 

13 Albrecht Müller: Bundeswehr To Close 31 Major Bases, Defense News, (27 Oct 2011). 
14 Albert Müller: Letter Leaks Potential German Defense Cuts, Defense News, (19 Oct 2011). 
15 George Friedman: Financial Markets, Politics and the New Reality, Stratfor, (August 7, 2012). 

 Almanya ve Avrupa Birliği’nin Geleceği 

    Avrupa Birliği’nin arkasındaki politik orijini anlamadan sadece ekonomik niyete odaklanırsak geleceği okuyamayız. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da Almanya en büyük ihracatçı ülke konumu edinmeye başlarken, Almanya probleminin çözümü Avrupa’nın birleşmesinin temeli oldu. Avrupa Birliği siyasi nedenlerle kuruldu ama ekonomik beklentiler bunun bir sonucu idi. Bu sonuç Avrupa’da 20. yüzyılda çok çektiği savaşları sonlandırdı. Anahtar konu Almanya ve Fransa’nın ekonomik refah için bir ittifak yapma kararı idi. 1980’lerin sonunda Almanya, Birleşik Avrupa fikrini savunurken aklında iki Almanya’nın birleşmesi vardı. Almanya, ekonomisini sürdürebilmesi için ihracata, bunun için serbest ticaretin önündeki engellerin kaldırılmasına ihtiyaç vardı. Böylece Avrupa’da bir serbest ticaret bölgesi kurulması zorunluluktu ve Almanya, bazen saldırgan bir biçimde diğer ülkeleri bu bölgenin parçası haline getirdi. Almanya, bununla da kalmadı Avrupa genelinde istihdam politikası, çevre politikası gibi pek çok standardı diğer ülkelere dayattı. Bu politikalar masrafları azaltmak ve Avrupa’nın geri kalanındakilerle rekabette üstün gelmek isteyen büyük Alman şirketlerini korumak içindi15. 

Öte yandan diğerleri için pazara girişin pahalı olması Alman stratejisinin önemli bir parçası idi. Nihayetinde Almanya, Euro şampiyonu oldu ve birliği kendi kurduğu Avrupa Merkez Bankası ile Avrupa Birliği’ni kontrol etmeye başladı. Böylece hem enflasyondan korundu hem de Alman kredi kurumlarına borçların şişirilmesini sağladı. 

Paranın değeri kontrol edilerek Eorozone ile diğer ülkeler için para politikası tuzakları oluşturuldu. 


    Refah sürdükçe sistemin problemleri saklı kaldı ama 2008 krizi Alman ticaretindeki dengeyi negatif yönde bozunca Almanya önce kendisinin daha az 
oranda ise Fransa’nın çıkarlarını korumaya odaklandı. Düzenleyici rejim büyük şirketleri koruyan ama tüm sistemi katılaştıran bir rejim yarattı. Ancak, 2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizden beri yaşanan belirsizlik nedeni ile büyük yatırımların yapılamamakta, bu belirsizliğin kaynağı olarak Almanya Başbakanı Merkel’in kaprisleri gösterilmektedir. Merkel’e göre krizin nedeni hovarda Güney Avrupa ülkeleridir ve Almanya’nın sırtından durumu kurtarmama ları gerekir. Ama gerçekte krizin nedeni Almanya’nın kullandığı ticaret sistemidir; pazarları kendi malları ile doldurmak, düzenlemeler yolu ile kendisi ile rekabet edilmesini önlemek ve borç verilen her Euro için bir Euro almak. Böyle bir retorik içinde Merkel’in hiç bir şekilde bir ülkenin AB’nin serbest ticaret bölgesi dışına çıkmasını istemesi beklenemez. Bu bir kere başladı mı nerede duracağı belli olmaz ve sonuç Almanya için felaket olur. Merkel borcunu ödeyemeyenler için olabildiğince agresif olmak zorundadır ama bunun derecesi üyeleri sistemden çıkacak kadar küstürmemelidir. Özetle Merkel karar almıyor, daha önce AB yapısı ve Alman ekonomisi için yazılmış bir senaryo dâhilinde hareket ediyor. 

Merkel sonunda krizin yükünü bir şekilde çekmek zorunda olduğunu biliyor ve refah temelli Avrupa fikri yürümediği için yeni bir Avrupa yapısı getirmeye çalışıyor. 
Avrupa ülkelerinin bazılarının kabul ettiği bu yapıda Almanya’nın sistemli çözümünün bir parçası olarak Brüksel’in kendi iç bütçelerini denetlemesine imkân tanınıyor. Bazı ülkeler bu öneriyi reddetti, bazıları ise nasıl olsa uygulanamaz diye kabul etti. Merkel’in daha güçlü bir Avrupa mekanizması yaratma teşebbüsü iki nedenle başarısızlığa mahkumdur. Birincisi ülkeler egemenliklerinden Almanya için kolay vazgeçmeyecekledir. İkinci neden ise diğer ülkeler biliyor ki sonunda çözümü Almanya kaleme alacak ya da serbest ticaret bölgesi parçalanacaktır. Almanya, ticarete bağımlılığı nedeni ile Avrupa Birliği’ne diğer başka her ülkeden daha fazla ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle Avrupa’nın birliğinin bölünmesine ve ülkeler arasındaki bağların kopmasına izin vermeyecektir. Bundan dolayı Yunan krizinde olduğu gibi sürekli blöf yapmakta ama sık boğaz etmemektedir. Euro konusu da bankacılığı ilgilendirdiği için ilginçtir. Euro’ya odaklanan yatırımcılar bunun ikinci derecede önemli bir konu olduğunu anlayamadılar. Avrupa Birliği, politik bir kurumdur ve Avrupa’nın birliği önce gelir. Bu nedenle, alacaklılar borçlulardan daha fazla endişelendiler. Avrupa Merkez Bankası bir şekilde ödemeleri bir plana oturtacaktır ancak mesele para değil serbest ticaret bölgesi ve Alman-Fransız birliğidir. 

Avrupa’nın bulması gereken cevap 21.yüzyılda Avrupa kıt’asının nasıl yönetileceği dir. Ekonomik kriz her 100 yılda bir olduğu gibi Avrupa’nın kaderinin tekrar masaya yatırılmasına neden oldu. Avrupa’nın gerçek sorunu karşılıklı güven, devletlerin çıkarlarının en doğru karışımının bulunması ve aynı kaderi paylaştıklarına inanmalarıdır. Avrupa Birliği üyesi ülkeler aynı kaderi ve ortak çıkarları mı paylaşıyor? 

Son dönemde Avrupa’da yaşanan Yunan krizi Almanlarla aynı kaderi paylaşmadıklarını gösterdi. Çünkü Alman bankerler Alman vergi mükellefleri ile aynı kaderi paylaşmaktadır. Bu da gösterdi ki ekonomik kader birliği olmadan entegrasyon mümkün değildir ve bu bile ortak siyasi birlik için yeterli değildir. Eurozone’dan faydalanan Alman vergi mükellefi Yunanistan’ı kurtarma planına iyi bakmamaktadır. Almanya henüz açıkça kendi halkı ile Avrupa’daki rolünü, geleceğini ve bunun ödeyeceği fiyatı tartışmadı. Eylül 2013’de Almanya’da yapılacak seçimlerde Merkel bir dönem daha başbakan olmak isteyecektir. Merkel’in kurtarma planının Alman vergi mükelleflerini ne kadar kızdırdığı bu seçimlerde belirleyici olabilir. 


Avrupa’da finansal disiplini savunan Almanya başbakanı Merkel, yeni yıl kutlamaları esnasında ekonomik kurtuluş için henüz uzun bir yol olduğunu söyledi. 
Avrupa Merkez Bankası, yeni dönemde birliğin bankalarını kontrol altına alacak, ülkelerin finansal kurumları ve ülke finans yöneticilerini yönetecektir. Ancak genel gidişat Avrupa Birleşik Devletleri yerine bölgeselleşme yönündedir. Avrupa’da ki bölgeselleşme nin alternatifi ekonomik ve siyasi entegrasyonu yeniden yoluna sokacak olan Almanya’nın liderliğidir. Eğer Almanya, Euro karşıtlığını yener ve Eurozone’daki kurtarma planını başarıya ulaştırırsa, çevre ülkelerin desteğini almaya devam edecektir. Almanya bir yandan Orta Avrupa’yı Rusya politikasının Moldova örneğinde olduğu gibi olumlu olduğuna iknaya çalışmaktadır. Ancak, henüz Orta Avrupa’nın güvenlik testinden geçemedi. Burada belirleyici olan Almanya’nın yeni üyelere bütçeden verilecek paraya ve Avrupa çapında güvenlik ve savunma düzenlemelerine hayır dememesidir. Eğer Almanya, birleşik bir Avrupa’ya liderlik etmek istiyorsa bunun ekonomik yükünü kaldırmalı ve Rusya’ya karşı bir duruş geliştirmelidir. Eğer Rusya ile olan ilişkilerini Orta Avrupa ile ittifakının üstünde tutarsa bu ülkeler için Belin’in yolunu izlemek zor olacak ve bölgesel gruplanmalar yanına ABD’yi de çekmek isteyerek yeni bir ivme kazanacaktır. 

Sonuç Yerine: Alman İmparatorluğu kurulabilir.. 

Avrupa’nın siyasi ve jeopolitik problemi basittir; Almanya büyüklük ve değerleri ile Avrupa’da rakipsizdir. Dünyaya farklı bakan Fransa ile birlikte Alman anlayışına uygun bir serbest ticaret bölgesi yaratmaya çalışmaktadır. Almanya ve Orta Avrupa tarafından ifade edilen “önce Avrupa” prensibine rağmen, diğer ülkeler bunun böyle olmadığını bilmekte ve olmasını da istememektedirler. Güney ülkelerindeki rakamların doğru olmaması Almanların hassas bir kurtarma planı hazırlama da kafasını karıştırmaktadır. Bu yüzden zamana oynamakta ve işlerin zamanla yoluna girmesini umut etmektedir. Ancak doğru bilginin olmadığı Avrupa’da eski mutlu günlerin geri dönmesi ve gerçeklerin değişmesi zor gözükmektedir. Merkel’in politikası bugün de tarihsel Alman gerçeklerine dayalıdır; Alman ekonomisi ihracata dayalı ve onun ihracatı Avrupa için hayatidir. Bu yüzden öncelikle serbest ticaret bölgesi çalışmalı ve Almanya sistemi stabilize etmek için yükü başkalarına dağıtmalıdır. Almanya, AB vasıtası ile kendine Doğu Avrupa’da Polonya’dan Bulgaristan’a Hinterland (Arka Bahçe) kurdu. Euro alanı küçülürken Almanya, patlayacak kadar büyümektedir. Sonuç hinterlandı ile büyük bir Alman imparatorluğu olabilir. Avrupa Birliği’nin geleceği Almanya’nın onu gerçekten kurtarmak isteyip istemeyeceğine bağlı olacaktır. 

 Doç.Dr.Sait YILMAZ
 İstanbul Aydın Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi,

..