1 Kasım 2017 Çarşamba

Barış ve Ortak Kader Proje’liğinden Hasta Adam’lığa AB


  ‘Barış ve Ortak Kader Proje’liğinden ‘ Hasta Adam’lığa AB 

Sezgin Mercan 
21. Yüzyıl Türkiye  Enstitüsü
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi
20 Mayıs 2013 Pazartesi


‘Barış ve Ortak Kader Proje’liğinden ‘Hasta Adam’lığa AB



Avrupa Birliği (AB)’nde Almanya, Fransa ve İngiltere’nin politikaları arasında olup diğer üye ülkelere de dalga dalga yayılan etkinlik mücadelesi ve kurumsal 
eksiklikler üzerindeki sis perdesi bu sefer basın mensupları, akademisyenler ya da stratejistlerce değil, bizzat AB bürokratları tarafından kaldırılıyor. 
Avrupalılarca bir barış ve ortak kader projesi olarak yansıtılan Avrupa bütünleşmesi, kendi üyelerince bile artık oldukça eleştirilen bir konuma itilmiş 
gibi gözüküyor. Avrupa’nın bir değişime ihtiyacı olduğu yorumlarından Avrupa projesinin tamamen başarısızlığa uğradığı noktasına kadar uzanan bir yelpazede, Avrupa Konseyi Başkanı’ndan Avrupa Parlamentosu Başkanı’na kadar AB’nin niteliği ve işlevi masaya yatırılıyor. Avrupa’daki düşünce kuruluşları, basın-yayın organları son iki yıldır adeta bir kamuoyu oluşturmak için AB projesinin aksaklıklarına dikkat çekiyor. 

Oluşan kamuoyundan beklenebilecek olan husus ya AB’nin başarısızlıklarını göstererek onu başarılara sevkedecek atılımlara yöneltme ya da AB’nin proje 
olarak çöktüğünü ilan edip hakkındaki beklenti ve hedefleri küçültme şeklindeki iki uçta gidip geliyor. Bu iki uçtaki seyir, bu çalışmada da olduğu gibi, üye 
ülkeler açısından, stratejik açıdan ve Avrupa kamuoyuna yansıması açısından ele alınıyor. 


AB’de Üç Büyükler Mücadelesi

AB içindeki lokomotif kanadı temsil eden Almanya-Fransa ittifakında sesi iyice duyulur hale gelen çatlama, Almanya’nın payını kuvvetlendirmiş görünüyor. 
Güney Kıbrıs’taki bankacılık krizi AB içinde yeni güç dengesi oluşumuna ışık tutuyor. Lefkoşa-Brüksel-Moskova hattında sorumluluğu üstlenen Berlin oluyor. 
Almanya’nın baskın olduğu AB’de şimdi Fransa ve İngiltere’nin yeri tartışılıyor. İkisinin konumu üzerinde düşünürken İngiltere’nin, AB’nin geleceğine yönelik 
önerileri ve AB’de kendi geleceğini sorgulaması ile Fransa’nın önüne geçtiği belirtilebiliyor. Fransa ise daha içe kapalı bir tutum sergiliyor.[1]

Hatırlatmak gerekirse, 2012 yılında Almanya, Avro bölgesini güçlendirmek için AB Anlaşmalarında değişikliğe gitmeyi önermişti. İngiltere’ye göre de AB gelecek birkaç yıl içinde yeni bir anlaşma yapmaya ihtiyaç duyacaktı. Böyle bir durumda ise İngiltere’nin peşinde olacağı asıl meselenin AB’den birtakım imtiyazlar koparmak olacağı belirtilebiliyordu. İngiltere’nin, AB üyeliğini 2017’de referanduma götürme isteği bunun bir göstergesidir. Almanya ise bu açıdan farklı bir yerde durmaktadır. Almanya’da anlaşmaların değişimi üzerinden geniş kapsamlı ve dar kapsamlı olmak üzere iki tür değişimden bahsedilmektedir. Geniş kapsamlı değişim tam bir siyasi birliğin kurulmasına işaret ederken, dar kapsamlı değişimde hükümetlerarası bir konferans önerilmekte ve Avrupa Parlamentosu’na daha fazla yetki verilmesi ve Avrupa Komisyonu Başkanı’nın doğrudan seçilmesi gibi öneriler sunulmaktadır. Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle ve Maliye Bakanı Wolfgang Schauble çeşitli vesilelerle anlaşmalarda geniş kapsamlı bir değişimi desteklemişlerdir. Almanya Başbakanı Angela Merkel ise geniş kapsamlı bir değişim konusunda daha soğukkanlı bir tutum sergilemiştir. 

Bunun dört nedeni vardı: 

İlki, üye ülke hükümetlerinin Avro krizinin aşağı yukarı kontrol altına alındığını düşünmeleri ve daha derin bir bütünleşmeye gerek olmadığı görüşünü taşımalarıdır. 

İkincisi, Almanlarda İngiltere’nin imtiyaz elde etmek için taktiksel olarak anlaşma değişikliği istediği düşüncesinin yaygın olmasıdır. 

Üçüncüsü, Fransa’nın, tüm üye ülkelerce onaylanmasının zor olduğu gerekçesiyle geniş kapsamlı yeni bir anlaşma istememesidir. 

Dördüncüsü ise, Almanların, siyasi birliği ve gelişmiş halini düşünerek bunun kendileri için yol açacağı maliyeti göz önünde bulundurmalarıdır. 

Bu koşullarda da Almanya’nın geniş çaplı olmasa da daha sınırlı ölçülerde küçük değişiklikler yapması olasılık dahilindedir.[2]

Fransa-Almanya ilişkisinin yeniden dengelenmesine ihtiyaç vardır. Fransa ile Almanya arasında yakın bir diyalog ve işbirliği kurmak için 22 Ocak 1963’te 
imzalanan Elysee Anlaşması’nın 50. yılında, dış ve savunma politikaları konusunda iki ülkenin farklı görüşler nedeniyle ortak tutum belirleyemediği ve 
bunun da anlaşmaya aykırı olduğu tartışılmaktadır. Halbuki ortak tutum belirleyebilmek için Fransız-Alman Savunma ve Güvenlik Konseyi, Fransız-Alman Ekonomik ve Mali Konseyi gibi mekanizmalar da yok değildir. 

Hatta 2010 yılında iki taraf arasında Gündem 2020 dahi benimsenmiştir. Şimdi ise Gündem 2020’nin de öngördüğü işbirliği ve ortaklık zemininin sağlanacağı 
şüphe taşımaktadır. 

İşbirliği çabalarının ilk yıllarında Fransa baskın konumda kabul edilebilecek olsa da sonrasında Almanya öne çıkmıştır. Bu çıkış özellikle 2004’deki AB 
genişlemesiyle üye olan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin etkisiyle meydana gelmiştir. Fransa ile Almanya arasındaki uzaklık Haziran 2012’deki AB 
Zirvesi’nde Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın Almanya Başbakanı Merkel yerine İtalya Başbakanı Monti ile uzlaşmaya gitmesinde güncel örnekten anlaşılabilir. 
Fakat, tüm uzlaşmazlıklara rağmen Almanya ile Fransa birbirlerine ihtiyaç duymaktadır. Almanya bu şekilde Avrupa’da hegemonik bir güç olarak görünmekten kurtulabilir. Fransa’da AB içerisinde Almanya üzerinden nüfuz sahibi olabilmektedir. Bir başka deyişle, iki ülke birbirinin paravanı konumundadır.

AB’deki ‘Üst Düzey’ Hayal Kırıklıkları

Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz’un da belirttiği üzere Avrupa, Avrupa şüpheciliğinin arttığı bir süreçten geçmektedir. Bunu besleyen yüksek orandaki işsizlik, ekonomik istikrarsızlık gibi çeşitli faktörler vardır. Yaşanan ekonomik kriz Avrupalılara yeni bir bilinç aşılamaktadır. O da aslında giderek 
‘karşılıklı bağımlılık’ durumu içine düşmeleridir. Schulz bunu, bir ülkenin başarısızlığının diğer ülke ekonomilerini de etkilemesi ve bunun Avrupa 
bütünleşmesinin 60 yıllık meyvelerinin sorgulanmasına yol açması şeklinde ortaya koymaktadır. Bazı üye ülke hükümetlerinin ulusal bağımsızlıkları temelindeki politikalarını, Avrupa merkezli bir düşünce ve eylem şeklini engellediğinden AB’nin işlerliğini zayıflatan faktörler olarak sunmaktadır. Parlamento Başkanı olarak Schulz’un görüşleri Avrupa kamuoyunun görüşlerini yansıtması açısından ayrı bir öneme sahiptir.[3]

AB’nin niteliği ve işlevi, dolayısıyla da geleceğini masaya yatıran diğer bir yetkili de Avrupa Konseyi Başkanı Herman Van Rompuy’dur. Mart ayında Avrupa 
Savunma Ajansı’nın yıllık toplantısında bir konuşma yapan Rompuy, Soğuk Savaş dönemi geleneksel tehditlerinin yerini sınırları aşan ve materyal olmayan yeni tehditlerin aldığını vurgulamaktadır. Bu tehditlerle mücadele etmek için coğrafyanın ve komşuların güvenliğinin önemli olduğuna işaret etmektedir. 
Rompuy’un bu ifadesinde dikkat çekilmesi gereken husus, AB’nin aslında tehditlere açık olduğunu ancak bunları bertaraf edecek güce sahip olmadığını, 
bir başka deyişle çevresindeki ülkelerde etkinliğinin azlığını tekrar vurgulamasıdır. AB’nin kendi güvenliğini sağlamak için gerekli araçlara sahip 
olma durumu ise Rompuy’un ekonomik kriz koşullarında dikkat çektiği bir diğer husus olmuştur. Eğer mevcut şartlar devam ederse ekonomik krizin başlangıcından 2017 yılına kadar geçecek süre zarfında AB üyesi ülkelerin savunma harcamalarında yüzde 12’lik bir düşüş beklenmektedir. Bu oran Polonya, İspanya ve Hollanda’nın şimdiki savunma bütçelerinin toplamına karşılık gelmektedir. Rompuy’un işaret ettiği önemli diğer bir nokta da, savunma bütçesi kesintilerinin AB üyesi ülkeler arasında ciddi bir koordinasyon ve danışma olmadan ülke bazında yapılmasıdır. Bu da hem üye ülkeler hem de AB düzeyinde, geleceklerini tehlikeye düşürecek şekilde, ihtiyaçlarla araçlar arasında kopukluk yaratmaktadır. Mevcut durum devam ederse Avrupa ordularının belli bir standardı yakalayıp sürdürmesini beklemek yanıltıcı olacaktır.[4]

Yine Rompuy, Mayıs 2012’de yaptığı “Dünya Sahnesinde Avrupa” başlıklı konuşmasında, Avrupa için beklenmedik günlerin yaşandığı, Avrupa’nın yeni bir 
süper güce dönme beklentisinin zayıf olduğu ve kendi kariyerinde de Avrupa ile ilgili beklentilerini düşürdüğünü belirtiyor. Rompuy’a göre Batı’nın 
uluslararası alanda ikiyüz yıldır elinde tuttuğu siyasi ve ekonomik tekel artık zayıflamıştır. Batı’da da homojen bir “biz” anlayışı yoktur ya da kalmamıştır; 
zaten göreceli de bir düşüş içerisindedir.[5]

AB’de ‘Strateji’ Noksanlığı

AB düzeyinde ortak bir savunma politikasının hayata geçirilemediği aşikardır. Bu, genellikle birçok üye ülkeyi içinde barındıran bir bölgesel bütünleşmenin 
yaşadığı doğal bir sorun olarak yansıtılabilecek bir durumdur. Halbuki asıl mesele Avrupa’da ortak bir stratejik kültürün bulunmamasıdır. Ortak bir savunma politikasının hayata geçirilemeyişi ise stratejik kültür eksikliğinin bir yansımasıdır. Üye ülkelerin, savunma bütçelerinde birbirleriyle herhangi bir 
koordinasyon içinde olmadan kesintilere gitmesi bunun tipik bir göstergesidir. Böyle bir kültürün oluşması için hiçbir şey de yapılmıyor değildir elbette. 2003 
yılında İngiltere ve Fransa’nın girişimiyle AB’nin uluslararası alanda acil müdahale kapasitesinin artırılmasına çalışılmış, Avrupa Güvenlik Stratejisi 
oluşturulmuştur. Fakat birçok Avrupa ülkesi hükümeti savunma konusunu ve bu alanda ortak girişimleri pek de ciddiye almamıştır. Avrupa Güvenlik 
Stratejisi’nin 2008’de Fransa öncülüğünde gözden geçirilmesi girişimi İngiltere ve Almanya tarafından engellendiğinden hayata geçirilememiştir. Üye ülke 
güvenlik stratejileri AB’ye ya nadiren atıfta bulunmuş ya da güvenlik alanında NATO’nun tamamlayıcısı ve ikincili olarak konumlandırmıştır. AB genelinde 
‘akıllı savunma’ olarak tanımlanan, savunma ve güvenlik alanında havuz oluşturup imkanların ortak kullanım ve paylaşıma açılması yöntemi teşvik edilmeye çalışılsa da, bunun da tam anlamıyla yürütülmesi zor ilerlemektedir.[6] 2010 yılında ABD, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika ile ‘stratejik 
ortaklık’ ilişkisi geliştirmeye başlamıştır. Fakat bu, kolay bir iş değildir. Dolayısıyla böyle bir ortaklık için gerekli koşulların yerine getirilmesi şarttır.[7]   

Stratejik kültür eksikliği özellikle AB’nin üst düzey bürokratları ve konu üzerinde çalışan Avrupalı uzmanlarca giderek Avrupa bütünleşmesine başarısızlık 
atfederken başvurulan bir kaynak haline gelmektedir. İngiliz tarihçi Niall Ferguson Avrupa deneyimine başarısızlık atfederken şu örneği vermektedir: 
“Çocukken kimya setiyle yapılan deneyleri hatırlar mısınız? Kimyasal maddeleri birbirine ekleyip karıştırır ve sonra da oluşan patlamayı seyrederdiniz. 
Avrupa’da da olan budur. Altı üye ülkeyle başlamış, bu yeterli görülmemiş ve dokuza çıkarılmış, sonra ona, on ikiye, on beşe, yirmi beşe ve yirmi yediye 
ulaşmıştır. Üye sayısı artarken önce dumanlar çıkmış, yirmi yediye geldiğinde ise patlama yaşanmıştır.” Bu örnek aslında Avrupa’nın strateji eksikliğini tüm 
yalınlığıyla ortaya koymaktadır. Ferguson’a göre İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa bütünleşmesinin ‘Avrupa’da barış’ söylemiyle bir işi 
kalmamıştır. Bütünleşme temelde ekonomik bir proje niteliği taşımaktadır. Fakat parasal birlik AB için yanlış kurgulanmış bir deneyim olmuştur. İşgücü 
piyasasında bütünleşme ve mali federalizm olmadığı sürece parasal birliğin işletilmesi güçtür. Ferguson aynı zamanda AB’nin siyasi meşruiyetini 
kaybettiğini, bunun deneyimi başarısızlığa ittiğini vurgulamaktadır. AB’nin ABD’yi dengeleyecek bir güç olmasına yapılan atıfları hatırlatarak bu deneyimin 
aynı zamanda jeopolitik bir başarısızlık olduğunu da ifade etmektedir.[8] Avrupa bütünleşmesinin bir diğer meselesi de ulus devletlerin, bağımsızlıklarına karşı 
bir tehdide boyun eğmemeleridir. Kriz koşulları altında ‘para’ böyle bir tehdit halini almış ve Almanların söylediği gibi, bu şartlarda da dostluk ve bütünleşme 
geri plana itilmiştir.[9]   

Avrupa Kamuoyunda Azalan AB Desteği 

Pew Araştırma Merkezi’nin 13 Mayıs tarihli “Avrupa’nın Yeni Hasta Adamı: Avrupa Birliği” başlığı altında yayınladığı kamuoyu yoklaması Avrupa projesine yönelik desteğin düştüğünü gösteren en güncel kamuoyu yoklaması oldu. Anket, AB’ye yönelik genel destek ile ekonomik bütünleşmenin ekonomileri güçlendirdiğini düşünenlerin oranı şeklinde olmak üzere iki ayrı incelemeyi ortaya koydu. Anket sonuçlarına göre 2012 yılında AB genelinde yüzde 60 olan destek oranı 2013’ün ilk yarısı itibariyle yüzde 45’e geriledi. Almanya’da bu destek oranı yüzde 68’den yüzde 60’a; İngiltere’de yüzde 45’ten yüzde 43’e; Fransa’da yüzde 60’tan yüzde 41’e; İspanya’da ise yüzde 60’tan yüzde 46’ya geriledi. Ekonomik bütünleşmenin ekonomileri güçlendirdiğini düşünenlerin oranı ise 2012 yılında Almanya’da yüzde 59’dan yüzde 54’e; İngiltere’de yüzde 30’dan yüzde 26’ya; Fransa’da yüzde 36’dan yüzde 22’ye; İspanya’da ise yüzde 46’dan yüzde 37’ye düştü. Sadece Fransa’da, kötü ekonomik koşulların olduğunu düşünenlerin oranı 2012’deki yüzde 81 seviyesinden 2013’teki yüzde 91 seviyesine çıktı, AB’den memnun olmayanların oranı da yüzde 40’dan yüzde 58’e yönlendi. Siyasi liderlerin ekonomik krizle mücadelede iyi iş çıkardıklarını düşünenlerin oranı Fransa’da yüzde 33, Almanya’da yüzde 74, İngiltere’de yüzde 37 ve İspanya’da yüzde 27 oldu. 2012 yılında ise bu oranlar, sırasıyla yüzde 56, yüzde 80, yüzde 51 ve yüzde 45 idi. AB genelinde zengin ile fakir arasındaki ayrımın arttığını düşünenlerin oranı yüzde 85 düzeyine çıktı.[10]

Eurobarometer verilerine göre de 2007 yılında yüzde 52’lerde olan AB desteği 2012 yılında yüzde 30’a geriledi. AB’ye olumsuz bakanların oranı da yüzde 15’ten yüzde 29’a yükseldi. AB’ye duyulan güvensizlik 2007’de yüzde 32 iken 2012’de yüzde 60’a kadar çıktı. AB’nin yeni üye ülkelere sahip olmasını isteyenlerin oranı 2007’de yüzde 46 iken 2012’de yüzde 38’e geriledi. Karşı olanlar da yüzde 40’tan yüzde 52’ye yükseldi. Ülkelerinin AB içinde iyi bir geleceğe sahip olamayacağını düşünenler yüzde 32 oldu. Bu açıdan İngiltere önde gelmektedir.[11]

Dış-Güvenlik-Savunma Politikaları Bağlamında AB’den Beklenenler

AB, ekonomik büyüklüğü, rekabet edebilirliği, diplomatik kaynakları ve ABD’den sonra sahip olduğu en büyük savunma bütçesiyle uluslararası alanda belli bir 
güce sahip olduğunu göstermektedir. Fakat bu noktada güç sahibi olmakla ilgili asıl mesele, bu kaynakların ve potansiyelin belli çıktılar üretip üretemediğidir. Diğer ülkeler ve ülke gruplarının yaptıkları dışında, onlardan farklı olarak ne yaptığıdır. AB, güvenlik tanımlamasının geleneksel güç dengesi ve iç işlerine müdahale etmeme politikasından güvenliğin diğer ülkelerle birlikte çalışılarak garanti altına alınması odaklı politikaya geçtiği koşullar altında üretim konusunda sıkıntılar yaşamaktadır. Buna bir de üye ülkeler arasındaki güç kullanım tercihlerini de eklemek gerekmektedir. Örneğin, Polonya 
ve İngiltere uluslararası alanda askeri güç kullanımı açısından Almanya’nın güvercinliğinden ABD’nin şahinliğine daha yakındır. Birçok AB ülkesi de 
güvenliğin güçlü bir askeri altyapıyla sağlanabileceğini öngörmektedir. Bu durum AB’yi de giderek müdahaleci ve askeri operasyonlara yatkın hale gelmesi yönünde baskı oluşturmaktadır. Özellikle ABD kaynaklı bu baskının Almanya, Fransa, İngiltere gibi önde gelen AB ülkelerinin ekonomik kriz etkisiyle askeri harcamalarda kısıntıya gitmesine denk gelmesi ilginçtir.[12] Gerek ABD’nin, 
gerek AB bürokratları ve uzmanlarının AB’nin kendine yeten bir güvenlik ve savunma gücünün varlığına giderek artan şekilde atıf yapmaları konuyu ekonomik kriz koşullarında dahi gündemde tutmaktadır.

Avrupa’da sınırların savunulması gibi bir güvenlik meselesi yoktur. Uluslararası alanda istikrar sağlama kapasitesi güvenlik çıkarlarını savunma anlamında sınır 
savunmasının önüne geçmiştir. Peki, AB ülkelerinin istediği nedir? İngiltere ve Fransa’nınki geleneksel güç konumunu yeniden ele almaktır. Bu küresel bir isteğe karşılık gelmektedir. Diğerleri ise daha bölgesel düzeyde isteklere sahiptir.[13]

AB Çin’in, Hindistan’ın, Brezilya’nın ve Rusya’nın savunma harcamalarının arttığı koşullarda kendisininkinin düşmesini aslında tedirginlikle takip 
etmektedir. Bunu Avrupa Ekonomik ve Sosyal Komitesi’nin Avrupa savunma sanayisi ile ilgili Temmuz 2012’deki açıklamalarından anlamak mümkündür. Komiteye göre Konsey ve Komisyon AB’nin dünyadaki konumunu belirleyip tanımlamalı ve bu doğrultuda da dış-güvenlik-savunma politikalarını güncellemelidir. İlgili kurumlar savunma konusunda daha fazla çalışmalıdır. Komiteye göre AB vatandaşlarının tam olarak korunmaya ihtiyacı vardır; Avrupa’nın gelecekte silahlanmaya ihtiyaç vardır. Savunma sektörüne üretimleriyle katkıda bulunan bulunmayan üye ülkeler arasında koordinasyon sağlanmalı ve Avrupa çapında harcamalar teşvik edilmelidir. Avrupa Savunma Ajansı 2005 yılından beri savunma sektörünün üretim ve teknoloji açısından güçlendirilmesine çalışmaktaysa da, günümüze kadar geçen sürede kaydedilen gelişmeler oldukça kısıtlıdır. Sektörde ulusallaşma söz konusudur.[14]

Europol verilerine göre AB’de 2012’de artan terör saldırıları savunma konusuna daha fazla ağırlık verilmesi gerektiğini gündemde tutmak için uygun zemini 
hazırlamaktadır. Başta Fransa ve İspanya olmak üzere AB üyesi ülkelerde 2012’de 219 saldırı meydana geldiği göz önünde bulundurulursa durum daha iyi 
anlaşılacaktır.[15]

Sonuç Yerine

Önümüzdeki dönemde dış politikada nasıl bir AB’nin bizi beklediği sorusuna verilecek cevapta Avrupa kamuoyunun ve elitlerinin başarılı bir diplomasi için 
askeri gücün önemini göz ardı etmeyeceklerine işaret etmek gerekmektedir. Bunun yanında Avrupa uluslarının birbirlerinden farklı olan bağımsızlık 
tanımlamalarının dış politika ortaklığını besleyecek şekilde nasıl ortak bir tanımlamaya kavuşturulacağı da gündemdeki bir konu olacaktır. Avrupa Dış Eylem Servisi’nin güçlendirilip daha da işlevselleştirilmesi, Dış ve Güvenlik Politikası Temsilcisi’nin daha etkili hale getirilmesi gibi kurumsal meseleler 
de masada olmaya devam edecektir.[16]

AB’nin strateji noksanlığını yansıtan önemli ve güncel örnek olaylardan biri de Arap Baharı süreci olmuştur. Almanya, Fransa, İngiltere ve Belçika’nın Kaddafi 
döneminde Libya ordusuna silah sağlamaları, ardından da bu ülkede rejim değişikliğine gitmeleri; Fransa’nın Libya Ulusal Geçiş Konseyi’ni tanıyıp 
Almanya’nın ise Konsey konusunda çekimser kalması; şimdi de Suriye’de muhalefetin silahlandırılması konusunda AB üyeleri arasında görüş 
farklılıklarının olması bu noksanlığın güncel koşullar altında ilk akla gelen örneklerindendir. Konunun, AB’nin başarısızlıklarını göstererek onu başarılara 
sevkedecek atılımlara yöneltme ya da AB’nin proje olarak çöktüğünü ilan edip hakkındaki beklenti ve hedefleri küçültme şeklindeki iki uçta gidip geldiğini 
belirtmiştik. AB’nin geleceğiyle ilgili iki uçtaki seyir ve söylemin, bir çöküntünün yeni başlangıç yapma ihtiyacı anlamına geldiği noktada kesiştiği açıkça bellidir.

KAYNAK;

[1]“European Union: time to get abroad”, The Guardian, 02.04.2013.

[2]Charles Grant, “Germany’s plans for treaty change-and what they mean for Britain”, EurActiv, 02.04.2013.

[3]Martin Schulz, “Europe needs to change, let the debate begin”, The Independent, 12.05.2013.

[4]Herman Van Rompuy, “Defence in Europe: Pragmatically Forward”, Speech at the Annual Conference of the EDA, 21.03.2013.

[5]Herman Van Rompuy, “Europe on the World Stage”, Speech at Chatham House, 31.05.2012.

[6]Olivier de France, Nick Witney, “Europe’s Strategic Cacophony”, ECFR Policy Brief, 04.2013.

[7]Stratejik Ortaklık için gerekli koşullar hakkında bkz. Thomas Renard, “The EU Strategic Partnership Review: Ten Guiding Principles”, ESPO Policy Brief, April 
2012.

[8]Niall Ferguson, “Europe day: The European project is a total failure”, Presseurop, 09.05.2013.

[9]Josef Joffe, “Europe day: A rise halted by nation states”, Presseurop, 09.05.2013.

[10]Pew Research Center, “The New Sick Man of Europe: The European Union”, 13.05.2013.

[11]Julien Zalc, “The Europeans’ Attitudes About Europe: A Downturn Linked Only To The Crisis?”, Fondation Robert Schuman Policy Paper, No:277, 07.05.2013.

[12]Hans Kundnani, Mark Leonard, “Think again: European Decline”, Foreign Policy, 29.04.2013.

[13]Ian Techau, “Defence Capabilities: What’s the Minimum a Country Needs?”, Carnegie Europe, 07.05.2013.

[14]European Economic and Social Committee, “Need for a European defence industry: Industrial, innovative and social aspects”, Opinion, CCMI/100, 11.07.2012.

[15]“Europol: Sharp rise in EU terror attacks and deaths in 2012”, EurActiv, 26.04.2013.

[16]Jan Techau, “Foreign Policy Could Change Europe Beyond Recognition”, Carnegie Europe, 14.05.2013.

Uzman Hakkında

Sezgin Mercan
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi
mercan.sezgin@gmail.com


Uzmanın Diğer Yazıları

  Mültecilerin ‘Refah’ Arayışları: Gelecek Avrupa’da mı? 
  Türkiye-Almanya İlişkileri Ne Anlatmak İstiyor? 
  Avrupa’nın ‘Propaganda Savaşları’nda Suriye Sınavı 
  Sezgin Mercan, 23.10.2013 Çarşamba günü saat 09.20'de KANAL B'de Türkiye-AB 
  ilişkilerini 2013 İlerleme Raporu üzerinden değerlendirecek. 
  Suriye’de Sınırlanan Avrupa Savunma İşbirliği 
  Avrupa’dan ‘Gezi Parkı’na Ulaşan Mesajları Doğru Anlamak 
  ‘Barış ve Ortak Kader Proje’liğinden ‘Hasta Adam’lığa AB 
  Yeniden Gümrük Birliği Meselesi 
  Türkiye-AB İlişkilerine İngiltere Modeli 
  AB’nin 2012’den 2013’e Uzanan Dış Politika Gündemi 
  Avrupa Bütünleşmesinin Sistem Sorunu Nedir? 
  Avrupa Birliği Suriye’de Ne Kaybediyor? 
  AB Sosyal Modelinde Hegemonya ve Vatandaş İlişkisi 
  Türkiye-AB İlişkilerinde Ne Olması Bekleniyor? 
  Türk Uçağının Düşürülmesi Avrupa’da Neyi Tetikleyecek? 
  AB-Rusya İlişkilerinde Üçüncü Devre 
  Fransa ABD’nin Sağ Kolu mu Oluyor? 
  Fransa'da Solun Hollande Alternatifi 
  Avrupa Birliği'nin Kafkasya'daki Varlığı 
  Avrupa Birliği'ni Düşündüren 'Bahar' 
  Birleşik Krallık'ta İskoçya'nın Bağımsızlığı Sorunu 
  Suriye Meselesi Fransa için Yeni Fırsat Alanı mı? 
  AB'nin İnkar Yasası Karşısındaki Suskunluğu 
  Avrupa'da Aşırı Sağın Yükselişini Anlamak 
  Negatif Müzakere Sürecinden Pozitif Gündeme 
  Türkiye-Fransa-AB Ekseninde Ermeni Soykırımı İddialarını İnkar Yasası Meselesi 

http://www.21yyte.org/arastirma/avrupa-birligi-arastirmalari-merkezi/2013/05/20/7006/baris-ve-ortak-kader-projeliginden-hasta-adamliga-ab

***

11 EYLÜL VE SONRASI: TERÖRİZM, PETROL VE NÜKLEER TEHDİT EKSENİNDE ORTADOĞU BÖLÜM 2


11 EYLÜL VE SONRASI: TERÖRİZM,  PETROL VE NÜKLEER TEHDİT EKSENİNDE ORTADOĞU BÖLÜM 2

PETROLÜN STRATEJİK ÖNEMİ VE GELECEĞİ 

Özellikle 20. yüzyılla birlikte, temel enerji kaynağı olarak endüstrileşme (sanayileşme) ve kentleşme bağlamında ekonomik kalkınmada kömürün yerini alan petrole yönelik talebin yükselişi hızlı olmuştur. Güç odaklarının kontrolünü ele geçirmek için çabaladıkları petrolün büyük bir çoğunlukla Ortadoğu’da 
bulunması da bütün dikkatlerin bölgeye yoğunlaşması sonucunu doğurmuştur. Enerji hammaddesi olarak dünya ekonomileri açısından vazgeçilmez olan 
petrol kaynaklarının güvence altına alınması, bu bölgenin önemini artıran temel faktörlerden birisini oluşturmaktadır (Lorot, 2007: 35-44). 

21. yüzyılda da başta nükleer enerji olmak üzere diğer enerji kaynaklarının petrolün tacını elinden alamadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu stratejik 
ehemmiyetinden ötürü petrol, kısa süre zarfında büyük güçlerin uluslararası diplomasiyi belirlemede temel stratejik bir konusu haline dönüşmüştür (Beltran, 
2007: 8-19). Bu stratejik önemle birlikte Ortadoğu, özellikle 20. yüzyılın başından bu yana sahip olunan zengin petrol rezevlerinden ötürü çatışmanın, 
savaşın ve yüksek tansiyonun hakim olduğu bir alan olmuştur. Zira uluslararası politikada söz sahibi olmakla Ortadoğu’da etkili olmak arasında sıkı 
bir bağ mevcuttur. Bu bağ nedeniyle bölgesel bazda olduğu kadar küresel bazda da aktörler arasında çatışmalar kaçınılmaz olmuştur/olmaktadır. Örneğin, 
tarihsel perpsektifte 11 Eylül’ün ardından ABD’nin Irak müdahalesi başta olmak üzere, Rusya ile Avrupa arasında doğalgaz yüzünden yaşanan 
gerginlik, Latin Amerika’da petrol kuyularının millileştirilmesi girişimleri, Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) petrol ikmal yollarının garanti edilmesi nedeniyle 
saldırgan petrol diplomasisi izlemesi (L’Huillier, 2007: 37-49) gibi gelişmeler bu bağı ve ifade edilen görüşü destekler mahiyettedir. Bu durum, daha sonraki 
dönemlerde de geçerli olmuştur ve enerjiye olan talep artışı da göstermektedir ki, kıt petrol kaynakları konusundaki çatışmalar artarak devam edecektir. 

Doğrudan petrol enerjisine bağımlı olan gelişmiş devletler açısından ikmal yollarının güvenliği ve petrol zengini devletlerdeki istikrar, birincil önceliği oluşturmaktadır. 

Kötümser tahminlere göre dünyadaki petrol rezervlerinin tükenmesine doğru gidilmekte (Çulhazabcı, 2005: 229) ve bu yüzden petrol savaşlarının 
çıkacağından söz edilmektedir. Zira hem gelişmiş, hem de gelişmekte olan ülkeler bakımından Ortadoğu’dan gelen hidrokarbonun kesilmesi büyük 
bir risk arz etmektedir. Dolayısıyla dünya ekonomilerinin istikrarı ve güven ortamının tesis edilmesi bakımından Ortadoğu petrol kaynaklarının kesintiye 
uğramadan dünya piyasalarına sunulmasının garanti edilmesi, ABD gibi diğer ülkelerin de üzerinde önemle durduğu konulardan birisidir. 

Bugün itibariyle dünya petrol üretiminin üçte birinin, kanıtlanmış dünya petrol rezervlerinin ise üçte ikisinin bulunduğu Ortadoğu gerçeğini göz önünde 
bulundurursak, bu endişenin boyutlarının anlaşılması daha da kolaylaşmaktadır. Yapılan en son araştırmalarda gelecek otuz yıllık süre zarfında petrol 
hammaddesine olan ihtiyacın artarak devam edeceğinin altı çizilmekte ve mevcut kaynakların bu talebi karşılamaktan çok uzak olduğu tespiti yapılmaktadır. 

Eğer yapılan tahminler gerçeği yansıtıyorsa bu konuda endişelenmenin yerindeliği daha kolay anlaşılmaktadır. Batılı devletlerin yanı sıra, siyasi 
ve ekonomik güç bakımından yükselişe geçen Çin Halk Cumhuriyeti’nin son zamanlardaki artan enerji talebi, hidrokarbona ilişkin yapılan bu tahminin 
gerçekleri yansıttığını göstermektedir (Kellner, 2006: 425-470) . 

Ortadoğu’daki mevcut petrol rezervleri ve kuyuları çok küçük bir alan içerisinde bulunmaktadır. Irak’ın güney bölgesi, İran, Suudi Arabistan, Kuveyt ve 
Bahreyn arasındaki çok dar bir koridorla sınırlı olan bu stratejik kaynağın dünya pazarlarına sunulması büyük oranda Hürmüz boğazı üzerinden gerçekleştirilmektedir. 

Bu denli stratejik bir kaynağın küçük bir alan içinde yer alması ve çok rahat kontrol edilebilen bir yerden dünya pazarına sunulması petrole ilişkin kaygıların artmasına yol açan nedenlerden bir diğeridir. 

Ortadoğu bölgesinde tesis edilecek istikrar ve güven veya kargaşa ve çatışma hali dolaylı olarak dünya piyasalarını da yakından etkileyecektir. Zira Körfez 
bölgesindeki Arap ülkeleri ile İran’ın hidrokarbonun piyasa fiyatının belirlenmesindeki ağırlığı bilinmektedir. Petrol üreticisi bu devletlerin üretim kapasitesini azaltma veya artırma kararları piyasadaki petrol fiyatlarını belirlemedeki etkin bir faktördür. Lakin bu faktörün tek belirleyici olmadığının altı çizilmelidir. 

Pertolün uluslararası ekonomideki konumunda asıl belirleyici olan, arzdaki gelişmelerle piyasadaki talep arasındaki ilişkinin varlığıdır. 

Bu çerçevede, dünyadaki büyük aktörler bu kadar hassas bir bölgede bu kadar stratejik bir kaynağın bulunması dolayısıyla hayata geçirmek zorunda oldukları 
bazı önleyici tedbirlere başvurmaktan çekinmemektedirler. Uluslararası güç odakları kendi güvenlikleri açsından hayati buldukları bazı tedbirlerin 
alınmasını ihmal etmemişlerdir. Petrol ikmal bölgelerinin çeşitlendirilmesi, mevcut petrol kuyularının üretim kapasitelerinin artırılması için yatırımların 
teşvik edilmesi ve petrol kaynakları bakımından zengin devletlerde kendilerine bağımlı yönetimlerin iktidara getirilmesine dikkat edilmesi gibi tedbirler 
bunlardan sadece bazılarını oluşturmaktadır. Petrolün rahat taşınması ve üretilmesi amacıyla Batı ülkelerinin kontrolünde güvenli bir coğrafyanın yaratılması hedefi bu güçlü aktörlerin ortaya koydukları dış politikalarında sürekli önemli bir yere sahip olmuştur (Müller, 2006: 163-176). İfade edilen dahilde, 
ABD’nin 2003 Irak müdahalesini de bu kapsam ve hedefler göz ardı edilmeden değerlendirmek daha sağlıklı analizlere ulaşılmasını sağlayacaktır. 

Bugün itibariyle, güç dengelerinin yeniden belirlendiği Ortadoğu’da kısa vadede geleceği öngörmek zor gözükmektedir. Bir taraftan fosil enerji kaynaklarının 
aşırı derecede ve kontrolsüz kullanılması küresel ısınmaya yol açmakta ve Dünya’nın geleceğini tehdit etmektedir. Diğer taraftan Dünya petrol üretiminin 
üçte birini oluşturan Ortadoğu bölgesinin savaşlarla ve bölgesel istikrarsızlıkla çalkalanması, geleceğe güvenle bakılmasını güçleştirmektedir. 

Petrolün temel enerji kaynağı olarak dünya ekonomilerinin vazgeçilmezi olmasından itibaren, petrol zengini Ortadoğu’da siyasi istikrar sürekli tehdit 
altında bulunmaktadır. Bu bakımdan, uluslararası güç odaklarının hakimiyet kurmak için yarıştığı stratejik öneme sahip bu bölgenin daha uzun süre 
tehditlerin ve istikrarsızlıkların beslendiği bir coğrafya olması kaçınılmaz gibi gözükmektedir (Ayoup, 2006: 39-47). 


 NÜKLEER TEHDİT VE YENİDEN İNŞA EDİLEN GÜÇ DENGESİ 


Soğuk Savaş döneminden 21. yüzyıla, barışçıl ya da askeri amaçla, kapsamlı ve etkili kullanıldığı takdirde nükleer kapasite, hemen her anlamda en temel 
“güç” kaynaklarından birisini teşkil etmekte, bu nedenle de birçok ülke “nükleer güç” sahibi olmak istemektedir (Kibaroğlu, 2013: 11). Hem dış müdahalelerin 
yaşandığı ve yaşanması riskinin yüksek olduğu, hem de bölge–içi dengelerin önem arz ettiği Ortadoğu’da da nükleer silah gibi caydırıcılığı yüksek 
bir güçle donanmak ulaşılmak istenen hedeflerdendir. Bu hedef, yeni riskleri beraberinde getirmektedir. Zira bölgenin girift ve kırılgan yapısı sebebiyle hassas dengeler üzerine kurulu güç dengelerinin herhangi bir devletin lehine bozulması çok ciddi karışıklık ve çatışmalara neden olabilecektir (Leday, 2007: 
93-106). Bu noktada, nükleer atıklar başta olmak üzere, ifade edilen tehdinin çevresel boyutu da göz ardı edilmemelidir (Kum, 2009: 209). 

Nükleer güç olgusunun paradoksal bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. Bir yandan bu güç, stratejik avantaj sağlasa da; diğer yandan güç dengelerinin 
yeniden inşası noktasında riskleri de beraberinde getirmektedir. Bölge açısından, nükleer silaha sahip (bilinen) tek devlet olan İsrail bir taraftan nükleer 
silahların yayılmasını engelleyen anlaşmaya imza koymakta direnmekte, diğer taraftan nükleer silahların bölgede, özellikle İran ekseninde yayılmasının 
istikrar ve güvenlik açısından büyük bir tehdit oluşturduğu görüşünü dile getirmektedir. Fakat karşı/t perspektiften İsrail’in, bölgenin denge siyasetinde 
önemli bir aktör olması İran’ın nükleer silah üretme motivasyonunu canlı tutan bir diğer olguyu teşkil etmektedir (Topak, 2013). 

Uranyum zenginleştirme kapasitesi ve nükleer program sayesinde İran’ın nükleer silaha sahip olma konusunda çok büyük mesafeler katettiği ve ciddi 
potansiyel bir tehlike oluşturduğu iddia edilmektedir. İran’ın nükleer program geçmişi, Şah dönemine kadar uzanmaktadır. İslam devriminden sonra İran’ın 
nükleer programına son verdiği ve fakat Irak’la yapılan savaş sırasında nükleer programın önemi ve gerekliliği düşüncesinin ortaya çıkması ile sivil amaçlı 
nükleer araştırmalara yeniden başlandığı ileri sürülmektedir. İran’ın yürüttüğü nükleer programının nihai amacı konusunda iki farklı görüş mevcuttur. İlk 
görüş, İran’ın deklare ettiği gibi sivil amaçlı nükleer program yürüttüğü konusundaki açıklamasının gerçekleri yansıttığı ile ilgilidir. Karşıt görüşe göre ise İran’ın, Pakistan, Hindistan, İsrail ve Rusya gibi nükleer silahlara sahip ülkelerle çevrili olduğu için hem kendini savunmak hem de bölgesel bir güç olmak bakımından siyasi hedeflerle nükleer silah elde etmek istediği ileri sürülmektedir. Daha gerçekçi ve ihtimal dahilinde gözüken sava göre, İran herhangi bir seçenek üzerine vurgu yapmaksızın gerçekten nükleer kapasiteyle donanmak istemektedir. Zira birincisi, İran’ın bölgesel bir güç olduğu konusundaki iddiasının gerçek olabilmesinin temel şartlarından birisi nükleer silaha sahip olmaktır. İkincisi, nükleer silah teknolojisine sahip olmak, İran rejiminin baş düşman olarak ilan ettiği İsrail’e karşı güç kazanmasının ve Müslüman dünyada prestij sahibi olmasının da yine temel şartlarından birisidir. 

Fransa, İngiltere ve Almanya’nın askeri nükleer programından vazgeçmesi ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun kontrolünü kabul etmesi karşılığında 
İran’la sivil nükleer alanda teknik bir işbirliği yapmayı, destekleyici ekonomik yardımlarda bulunmayı ve güvenliklerini garanti etmeyi bir paket halinde 
sunarak Tahran yönetimini ikna etmeye çalışmaları (Djalili, 2007: 32-43) ve Mayıs 2010’daki Nükleer Takas Anlaşması gibi girişimler söz konusu olsa da, 
İran–İsrail–ABD ekseninde karşılıklı güvensizliğin ortadan kalktığını söylemek mümkün görünmemektedir. Bu noktada şu soru karşımıza çıkmaktadır: Eğer 
İran bütün baskılara rağmen nükleer programın devamında ısrar ederse, ABD İran’ı müdahale edilmesi gereken yeni bir hedef olarak seçecek midir ve bu 
ihtimalin gerçeğe dönüşmesi ne gibi sonuçlar doğuracaktır? (Dinç, 2010: 2133) 

Böylesi bir müdahalenin ne şekilde gerçekleştirileceği de bir diğer tartışma konusudur. Nükleer araştırma mekanlarının havadan yapılan müdahalelerle 
veya komando indirmesiyle yok edilmesi seçeneğinin bu tür yerleşimlerin çok iyi korunması ve geniş bir coğrafi alana yayılmış olması gerçekleriyle beraber 
düşünüldüğünde çok da sonuca hizmet etmeyeceği bilinmektedir (Encel, 2007: 49-60). Öte yandan, İran’a karşı uygulanacak olan ekonomik yaptırımların 
petrol piyasaları üzerinde çok olumsuz etkilerde bulunacağı gerçeği İran’ı güçlü kılan bir etmen olmaktadır. Yönetiminin istikrarsızlaştırılmasıyla nükleer programın askıya alınması seçeneğine gelince, Molla yönetiminin hala ayakta durduğu göz önünde bulundurulursa bu seçeneğin çok gerçekçi olmadığı 
görülmektedir. Haziran 2013’de önceki dönem(ler)e kıyasla daha ılımlı bir isim olan Hasan Ruhani İran Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Her ne kadar Ruha-
ni’nin yapmış olduğu açıklamalar sonucunda İran’ın nükleer programına dair BM’ye kapılarını açabileceği düşünülse de, bu noktada Batı’nın kabul etmesi 
gereken “İran gerçeği” bulunmaya devam etmektedir (Berber, 2013). 

İsrail, nükleer silahla donanmanın kendi güvenliği ve hatta kendi varlığı açısından vazgeçilmez olduğu gerçeğinin altını çizmektedir. İran ekseni haricinde, kendi açısından nükleer silaha sahip olma girişimi, kendisini çevreleyen “ Düşman ” Arap devletlerinin saldırılarından korunmak için vazgeçilmez bir stratejik güç olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla İsrail, Arap devletlerinin olası saldırılarına karşı kendini savunabilmesi ve güvenliğini garanti altına alabilmesi açısından nükleer silaha sahip olmanın çıkarları için vazgeçilmez olduğu konusuna vurgu yapmaktadır. 

İfade edilen hususlar ve yaşanan güç müdahalesi çerçevesinde Soğuk Savaş döneminde müşahede edildiği gibi 21. yüzyılda da özellikle Ortadoğu’da 
nükleer silahlara sahip olma yarışının bütün hızıyla devam edeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Mevcut güç dengelerinin tesis edilmesi ve düşman 
olarak telakki edilen İsrail’e karşı üstünlük kurmak bakımından İran başta olmak üzere bölgenin diğer aktörlerinin bu yarışa girmeleri kaçınılmaz görünmektedir. 
Bu ihtimalden ötürü de İsrail’in, haricinde ortaya çıkabilecek nükleer programlar konusundaki hassasiyetinin devam edeceğini söylemek mümkündür. Öyle ki, ABD ile birlikte, bu konuda en küçük bir riske bile yer vermeyeceklerinin altını her fırsatta çizmeleri (Hamel, 2007: 49-58) bu görüşü 
destekler mahiyettedir. 

 SONUÇ 

11 Eylül ve sonrası bağlamında zikredilen bütün belirsizliklere rağmen, Ortadoğu’da daha uzun yıllar karışıklığın, istikrarsızlığın devam edeceğini ve siyasi ortamın zorluklarla dolu olacağını eldeki veriler ışığında ileri sürebiliriz. Arap Baharı olarak adlandırılan süreç de bu savı destekler mahiyettedir. İfade edilen çerçevede, toplumda radikal İslamcı hareketlerinin etkisi devam etmektedir. Amerika ve Avrupa karşıtlığı her geçen gün yükselmekte, batılı değerlere karşı Ortadoğu halklarının bir bölümünün itirazları devam etmektedir. 

Bütün dünya için olduğu gibi Ortadoğu için de ivedi ve kesin değerlendirmeler ve gelecekle ilgili yapılmış olan öngörüler gerçekçi sonuçlarla uyuşmamaktadır. 
Özellikle girift bir siyasi ve toplumsal yapıya sahip olan Ortadoğu bölgesinde geleceği öngörmek gayet zordur. Dolayısıyla bu konuda yapılan her değerlendirmenin ve öngörünün ince elenip sık dokunması ve bölgedeki sosyal ve siyasi yapının derinlemesine tahlil edilmesi önemlidir. 

11 Eylül’ün akabinde Ortadoğu’ya ilişkin Batılı devletlerin ve özellikle ABD’nin hayata geçirdiği politikaların, karşı karşıya olunan problemlere ilişkin etkin 
çözümler sunduğu konusunda bazı tereddütler mevcuttur. Çözüm önerilerinin bölgede karşılaşılan sorunların özüyle tam olarak uyuşmaması ve onlara 
tam manası ile bir cevap verememiş olması terörizme karşı geliştirilen stratejinin yetersiz olduğunu kanıtlamaktadır. Bir problemin çözümü konusunda 
alınan tedbirlerin içeriği kadar problemin iyi incelenmesi ve analiz edilmesi de önemlidir. Ortadoğu bölgesinde terörizmle mücadele konusunda, kullanılan 
imkanların sorunların halledilmesinde etkili olmadığı ve yanlış bir strateji uygulandığı sonucuna bugüne kadar elde edilen yetersiz sonuçlardan ve uygulamadaki mevcut pratiklerden yola çıkarak ulaşmak mümkündür. 

Demokrasi, uzun bir öğrenme ve kültür birikiminin sonucunda ancak elde edilebilir. Ama Ortadoğu devletlerinin büyük bir kısmı hala geleneksel yapının 
etkisi altında bulunmaktadırlar. Bu yapıların büyük bir kısmında büyük değişimler ve dönüşümler yaşanmaktadır. Bu şartlar altında, Batı modelini olduğu gibi tesis etme denemesi büyük riskler taşımaktadır. Suudi Arabistan’la Mısır’ı, Almanya ve İngiltere ile bir tutmak ve onların siyasi ve ekonomik modelini tarihsel gerçeklerden ve toplumsal yapıdan bağımsız düşünerek empoze etmek, daha başlangıçtan itibaren yenilgiyi kabullenmekle eş anlamlıdır. Batılı anlamda demokrasi, yani hükümeti oluşturacak kabinenin seçim yoluyla 
ve özgürce oluşturulması ve serbestçe kendini ifade etmenin mümkün olduğu sistemlerin bir devlette uygulanma şansının olabilmesi ve kökleşmesi için eş 
zamanlı olarak sosyal ve kültürel yapılara dayanması ve onlardan güç alması gerekmektedir (Snegur, 2005: 113-123). 

Arap Baharı süreci ile birlikte –tartışmaya açık olsa da– gün geçtikçe, Ortadoğu devletlerinde kendi iç dinamiklerinden beslenen gerçek sivil ve demokratik 
güçler ortaya çıkmaya başlamıştır. Mevcut sistemin günün gerektirdiği ihtiyaçlara cevap vermemesinden dolayı söz konusu bu devletlerde sivil inisiyatiften doğan yeni oluşumlar belirmektedir. Ortadoğu’da demokrasi kültürünün ve siyasi yapılanmasının yerleşmesi ve kalıcı olabilmesinin gerekliliklerinden birisi de bu tür inisiyatiflerden güç alınması ve yönetimlerin “gerçek manada” sivil halka dayanmasıdır. Demokratikleşme ve serbest piyasa ekonomisinin yerleştirilmesi konusunda tepeden inmeci ve zora dayalı bir şekilde kaydedilen ilerlemeler ancak kısa ömürlü olabilirler. 

ABD’nin Irak’a müdahalesi ve Saddam rejiminin devrilmesinden sonra Irak’ta yapılan seçimler ve neticesinde ortaya çıkan sivil yönetim gelecekle ilgili bazı 
küçük umutların belirmesine neden olmuştu (Mathonnière, 2007: 59-67) ancak yukarıda da belirtildiği gibi sadece dış dinamiklere dayalı ve sivil güce dayanma yan bir demokratikleşme hareketinin kalıcı olabilmesi ve uzun süreli olması zor gözükmektedir. Şurası bir gerçektir ki, refaha kavuşmuş, barışçıl ve istikrarlı bir Ortadoğu’ya ulaşmak için daha uzun ve sancılı yolların kat edilmesi gerekmektedir. 

Nükleer tehdit konusuna gelince, hassas dengeler üzerine kurulu güç ilişkilerinin 
İran lehine kayması Ortadoğu’yu istikrarsızlığa ve kaosa sürükleyebilecektir. Ortadoğu denkleminde, Soğuk Savaş dönemine kıyasla nükleer silahın 
caydırıcı bir güç olması dışında kullanılması riski belirmektedir. Demokratik rejimlere özgü, alınan kararların sorumluluğunu taşıyabilen ve hesabını verebilen yönetimlerin hüküm sürdüğü devletlerde nükleer güce başvurmak gibi kritik bir kararın alınması uzak bir ihtimal olarak kalmaktadır. Lakin Ortadoğu 
bölgesinde demokratik rejimlerin seyrekliği gerçeği göz önünde bulundurulursa nükleer silahların yarattığı tehlikenin boyutları daha iyi anlaşılabilir. 

Uluslararası nükleer silahların sınırlandırılması sözleşmesine bağlı kalınarak, bu çapta öneme sahip bir konunun bazı uluslararası manevralarla sürüncemede 
bırakılması dünya istikrarı üzerinde çok ciddi tehditler oluşturmaktadır. İşte bu gerçekler göz önünde bulundurularak, nükleer silahların terörist grupların eline geçmesi riskinin minimize edilmesi ve nükleer silahların yayılmasının engellenme si konusunda uluslararası ortak bir tavrın geliştirilmesi hayati öneme sahiptir (Delpech, 2007: 181-189). 

Bütün bu değerlendirmeler ışığında, 11 Eylül sonrası dönemde yaşananlar ve Arap baharı süreci de dikkate alınarak Ortadoğu bölgesinin orta vadede 
karışıklığın ve istikrarsızlığın hüküm sürdüğü bir coğrafya olacağını söylemek yanlış olmayacaktır. 

KAYNAKÇA 

ALTUNTAŞ, Ekin Oyan. (2009), Terörizme Karşı Savaş Stratejisi, Hegemonyası Zayıflayan ABD’nin Yeni Mekân Düzenleme Aracı, İmge Kitabevi, Ankara. 

AYOUP, Antoine. (2006), “Sécurité des Approvisionnements Pétroliers: Quelles Perspectives?”, in Revue Politique et Parlementaire (Pétrole: Entre Guerre et 
Coopération), No: 1039, Avril–Juin, s. 39–47. 

BACEVİCH, Andrew. (2006), “La Véritable Quatrième Guerre Mondiale”, in Politique Américaine, Choiseul, No: 4 Printemps, s. 65–81. 
BAUCHARD, Denis. (2007), “Un Moyen–Orient En Recomposition”, in Politique étrangère, Ifri, No: 2, s. 397–410. 
BELTRAN, Alain. (2007), “Du Charbon au Pétrole”, in Questions Internationales (La bataille de l’énergie), No: 24, Mars–Avril, s. 8–19. 

BERBER, Seçkin. (2013), “İran Halkının İhtiyatlı ve İyimser Tercihi: Dr. Hasan Ruhani”, 
http://www.bilgesam.org/incele/203/-iran-halkinin-ihtiyatli-ve-iyimser-tercihi-dr-hasan-ruhani/#.U4zjn3J_sqM, (Erişim Tarihi: 05.04.2014) 

BRUTON, John. (2006-2007), “La Relation Euro–Américaine en Transition”, in Politique Américaine, Hiver, No: 6, s. 15–24. 

BURKE, Jason. (2004), El Kaide Terörün Gölgesi, (çev. Ebru Kılınç), Everest Yayınları, İstanbul. 

ÇULHAZABCI, Filiz. (2005), “Sömürge Tipi ‘Demokrasi’ ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”, Mülkiye, Cilt: XXIX, Sayı: 246, s. 227–248. 

DAĞCI, Kenan. (2006), “AB ve ABD’nin Ortadoğu Stratejileri ve Büyük Ortadoğu Projesi”, Büyük Ortadoğu Projesi, Yeni Oluşumlar ve Değişen Dengeler, (ed. A. 
Sandıklı ve K. Dağcı), Tasam Yayınları, İstanbul, s. 175-188. 

DEDEOĞLU, Beril. (2006), “NATO, Terör Odaklı Stratejiler”, Avrupa Birliği’nde Değişen Dinamikler, Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı & TOBB Ekonomi ve 
Teknoloji Üniversitesi, Ortak Çalıştay Raporu, s. 23–28. 

DELPECH, Thérèse. (2007), “L’arme Nucléaire au XXIe Siècle”, in Politique étrangère, No: 1, Ifri, Armand Colin, s. 181–189. 

DİNÇ, Artum. (2010), “İran’a Olası Bir ABD ve İsrail Saldırısı ve Sonuçları”, 21. Yüzyıl, Haziran Sayı: 18, s. 21–33. 

DJALİLİ, Mohammad–Reza. (2007), “L’Iran sur la Scène Internationale”, in Questions Internationales, No: 25, Mai–Juin, s. 32–43. 

DYSON, William E. (2010), Terrorism, An Investigator’s Handbook, 3. ed., LexisNexis, NJ. 

ENCEL, Frédéric. (2007), “Des Frappes sur l’Iran ?”, in Politique Internationale, No: 116, été, s. 49–60. 

ERSOY, Hamit. (2002), “Ulusal Çıkar Aracı Olarak Uluslararası Politikada Terörizm”, Polis Bilimleri Dergisi Cilt. 4 (3–4), s. 15–26. 

FİLİU, Jean–Pierre. (2007), “Al–Qaida: La Bataille du Jihadistan”, in Politique Internationale, été, No: 116, s. 65–80. 

GÜNAL, Altuğ. (2004), “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, Ege Academic Review, Vol: 4, Issue: 1, s. 156–164. 

HAMEL, Tewfik. (2007), “Le Programme Nucléaire Iranien, Une équation Aux Multiples Inconnues”, in Défense Nationale et Sécurité Collective, No: 7, Juillet, s. 49–58. 

HASSAN–Yari, Houshang. (2010), “Politique étrangère des Etats–Unis: Barack Obama et le Moyen–Orient”, in Géostratégique (Où va l’Amérique de Barack Obama), No: 
29, 4 Trimestre, s. 157–169. 

KELLNER, Thierry. (2006), “La Politique Pétrolière de la République Populaire de Chine: Stratégies et Conséquences Internationales”, in Revue Française de Géopolitique 
Outre–Terre (Puissance Chine?), érès éditions, No: 15, s. 425–470. 

KİBAROĞLU, Mustafa. (2013), “Enerji mi? Silah mı? Nükleerin İki Yüzü”, Ortadoğu Analiz, Cilt. 5, Sayı: 58, s. 10–22. 

KUM, Hakan. (2009), “Yenilenebilir Enerji Kaynakları: Dünya Piyasalarındaki Son Gelişmeler ve Politikalar”, Erciyes Üniversitesi İİBF Dergisi, Sayı: 33, s. 207-223. 

L’HUİLLİER, Hervé. (2007), “Les Chinois à la Conquête des Hydrocarbures de la Planète. Esquisse d’une Approche Intégrée”, in La Revue Internationale et Stratégique, No: 
65, Printemps, s. 37–49. 

LEDAY, William. (2007), “Equilibres Militaires et Stratégiques au Moyen–Orient”, in Hérodote (Proche–Orient, Géopolitique de la Crise), No: 124, 1er trimestre, s. 93– 
106. 

LİND, Michael. (2007), “Le Monde Après Bush”, in Le Débat Histoire, Politique, Société, Gallimard, No: 143, Janvier–Février, s. 105–112. 

LOROT, Pascal. (2007), “Géopolitique des Hydrocarbures”, in Questions Internationales (La bataille de l’énergie), No: 24, Mars–Avril, s. 35–44. 

MATHONNİÈRE, Julien. (2007), “Ne Condamnons Pas Trop Vite la Guerre en Irak”, in Défense Nationale et Sécurité Collective, No: 7, Juillet, s. 59–67. 

MİTCHELL, John V. (2006), “L’autre Face de la Dépendance énergétique”, in Politique étrangère (Dossier: Le Moyen–Orient de l’énergie: Nouveaux Défis, Nouvelles 
Options), No: 2, Avril–Juin, s. 255–269. 

MURPHY, John M. (2003), “Our Mission and Our Moment: George W. Bush and September 11th”, Rhetoric & Public Affairs, Volume: 6, Number: 4, Winter, s. 
607–632. 

MÜLLER, Friedemann. (2006), “Le Nouveau Grand Jeu”, in Revue Française de 
Géopolitique Outre–Terre (Asie Antérieure Guerre à l’Iran?), No: 16, érès éditions, s. 163–176. 

NAVON, Emmanuel. (2007), “Israel a-t-il un Projet Géopolitique?”, in Hérodote (Proche– Orient, Géopolitique de la Crise), No: 124, 1er Trimestre, s. 69–78. 

PFİFFNER, James. (2006), “Les Décisions de Guerre de George W. Bush: l’Afganistan et l’Irak”, in Politique Américaine, No: 5, Eté–Automne, 35–52. 
SNEGUR, Julia. (2005), “Le Grand Moyen–Orient des Russes”, in Revue Française de Géopolitique, Outre–Terre (Arabies Malheureuses–I), No: 13, érès éditions, s. 113– 
123. 

TANGÖR, Burak ve Sayın, Sevinç. (2012), “Avrupa Birliği’nin Terörizmle Mücadele Stratejisi: Yeni Bir Bütünleşme Alanı mı?”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 
Cilt: 11, No: 1, s. 85–118. 

TOPAK, Tayfun. (2013), “Uluslararası Sistemde Nükleer Güç Dengesi: İran’ın Nükleer Programı ve Son Dönem Türk Dış Politikası Bağlamında Türkiye’nin Rolü”, The 
Journal of Academic Social Science Studies, Vol: 6, Issue: 5, s. 693–717. 

YURTSEVER, Hasan. (2004), İsrail ve Büyük Ortadoğu Projesi, Böl–Parçala–Yönet, Düşünce Yayınları, İstanbul. 


...



11 EYLÜL VE SONRASI: TERÖRİZM, PETROL VE NÜKLEER TEHDİT EKSENİNDE ORTADOĞU BÖLÜM 1




11 EYLÜL VE SONRASI: TERÖRİZM,  PETROL VE NÜKLEER TEHDİT EKSENİNDE ORTADOĞU BÖLÜM 1


Ramazan İZOL* 
Samet ZENGİNOĞLU** 

 “11 Eylül ve Sonrası Terörizm, Petrol ve Nükleer Tehdit Ekseninde Ortadoğu”, 

Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 
Yıl 7, Sayı 2, ss. 423-439. 

Özet: 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıların ardından üç husus dikkat çekmiştir. İlk olarak; gerçekleştirilen bu saldırı, terörizm olgusunun Soğuk Savaş dönemine kıyasla farklı yöntem ve içerikle değerlendirilmesi zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. İkinci olarak; bu saldırılar sonrası ABD’nin 2001 Afganistan ve akabinde 2003 Irak müdahaleleri ile esas amacının petrol kaynak ve güzergâhlarının kontrolü olduğu tartışmaları gündeme taşınmıştır. Son olarak ise, müdahale süreci ve sonrasında İsrail–İran hattı başta olmak üzere Ortadoğu bölgesinde nükleer tehdit konusu gündeme gelmiştir. Bu genel çerçeve dâhilinde bu çalışmanın amacı; 11 Eylül ve sonrasında bu üç husus ekseninde Ortadoğu bölgesine yönelik görüş ve tartışmaların farklı perspektifler dâhilinde ortaya konmasıdır. 

Anahtar Kelimeler: Ortadoğu, Terörizm, Petrol, Nükleer Tehdit. 

Makale Geliş Tarihi: 16.07.2014
Makale Kabul Tarihi: 11. 12. 2014 

* Dr., Akdeniz Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim 
Üyesi. e-posta: ramazanizol@akdeniz.edu.tr 
** Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Doktora Öğrencisi. e-posta : sametzenginoglu@gmail.com 
Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi  
Yıl 7, Sayı 2, Aralık 2014 
Ramazan İZOL - Samet ZENGİNOĞLU 


GİRİŞ 

Ortadoğu coğrafyasının asırlardır dünyanın kalp merkezi ve ana eklem noktalarından biri olduğu bilinmektedir. Bu coğrafya, teo–stratejik açıdan tek tanrılı üç büyük dinin doğduğu yer olması bakımından; jeo–stratejik açıdan ise, sahip olduğu yer altı kaynakları bakımından büyük öneme sahip olmuştur. 

Ortadoğu, sahip olduğu bu stratejik konumdan ötürü Soğuk Savaş dönemi boyunca iki süper gücün (Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist 
Cumhuriyetler Birliği) öncelikli coğrafyalarının başında gelmiştir. Dâhili aktörler açısından ise, özellikle Arap milliyetçiliğinin yayılması, İsrail ile Arap 
Devletleri arasındaki karşılıklı birbirlerini tanımamaya dayalı çatışmaların hiç durmadan devam etmesi, Soğuk Savaş süresince bölgede tansiyonun yüksek 
olmasına neden olmuştur. Ayrıca, İsrail-Filistin çatışmasına bağımlı olarak yükselen terörizm tehdidi bölgenin istikrarsızlaşmasına yol açtığı gibi, problemlerin içinden çıkılamaz bir karaktere dönüşmesinde de etkili olmuştur (Nayon, 2007: 69-78). 

Bölgedeki gelişmeler, çoğu kez bizatihi başta Batılı ülkeler olmak üzere harici aktörleri de etkilemiştir. Özellikle 1973 yılındaki Yom Kippur savaşı, bölgedeki 


11 Eylül ve Sonrası: Terörizm, Petrol ve Nükleer Tehdit Ekseninde Ortadoğu çatışmaların ve gerilimlerin sadece bölge için sonuç(lar) doğurmadığını, bu 
etkilerin bölge dışına da yansıdığını göstermiştir. Öyle ki, bu savaş sırasında Arap Devletlerinin uyguladıkları petrol ambargosuyla birlikte Batılı devletler, 
ekonomilerinin enerjiye bağımlı olduğu gerçeğinin farkına varmışlardır (Mitchell, 2006: 255-269). 

11 Eylül 2001’den sonra Bush’un terörizme savaş açmasından sonra (Murphy, 2003: 607-632) Ortadoğu’nun genel siyasi, toplumsal ve sosyal durumu 
temel endişelerin ve potansiyel tehditlerin kaynağı haline dönüşmüştür. Bugüne kadar, sadece kendi ekonomisi açısından büyük öneme sahip petrol 
kaynaklarının güvenliğini sağlamayı öncelikli hedeflerine koyan ABD dış politikasında, bu trajik olaylardan sonra radikal değişiklikler meydana gelmiştir 
(Bacevich, 2006: 65-81). Kendi topraklarından çok uzaklarda cereyan eden çatışmalar ve problemler ilk defa bu olayla, Amerikan topraklarına sıçramış ve 
kendi vatandaşlarının güvenliğini yakından tehdit etmiştir. Bu yüzden, mevcut problemlerin kökünden halledilmesi ve Ortadoğu’ya demokrasinin götürülmesi 
Bush’un yeni önceliklerinden birisi olmuştur. 

11 Eylül saldırıları haricinde, 11 Mart 2004 tarihinde Madrid’de dört trene düzenlenen bombalı saldırılar ve 7 Temmuz 2005 tarihinde Londra’da 6 metro 
istasyonuna eş zamanlı olarak gerçekleştirilen terör eylemleri bölgeye yönelik olumsuz algının yükselişe geçmesine neden olmuştur. Zira bölge, terörün 
doğduğu, beslendiği ve geliştiği alan olarak görülmüştür. Bunun bir sonucu olarak da bölgeye müdahale etme amaçları gündeme gelmiştir. 

ABD’nin önce Afganistan’a (2001), ardından Irak’a (2003) müdahalesi bölgedeki kırılgan yapının derinleşmesine yol açmıştır. Bu askeri müdahalelerde 
bölgenin “terörizm” ile ilişkisi ön planda olsa da, dikkate değer bir diğer husus İran’ın bölgedeki gücünün ABD lehine dengelenmesi ile ilgili olmuştur. Zira 
İran’ın nükleer program konusunda ısrar etmesi, bölgedeki tansiyonu artırıcı önemli sebeplerden bir diğerini teşkil etmiştir (Lind, 2007: 105-112). 

11 Eylül saldırılarına kadar Ortadoğu’da sadece kendi çıkarlarının korunmasını hedefleyen bir politika yürüten ABD’nin radikal bir dış politika değişikliğine 
gitmesi kaçınılmaz olmuştur. Zira Washington yönetimi 11 Eylül saldırılarından sonra doğrudan saldırı tehdidi altında bulunduğu gerçeğinin farkına 
varmıştır. Bu bakımdan, Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesi ve liberalleştirilmesi kendi perspektifinden tercih edilen seçeneklerden birisi olmuştur. Bununla birlikte, bu konuda somut adımlar atılması noktasında, ABD yönetiminin esas olarak gerçekleştirmeye çalıştığı hedef kendi güvenliğini sağlamaktan ve çıkarlarını güvence altına almaktan başka bir şey olmamıştır (Bauchard, 2007, 397-410). Fakat ifade edilen müdahalelerin ardından bu hedeflerin aksi yönünde bir durum ortaya çıkmıştır. Öyle ki, Afganistan ve Irak’a yapılan müdahaleler sonrasında (Pfiffner, 2006: 35-52) bölgede tam olarak temin edilemeyen istikrar ve güven ortamının eksikliği terörist faaliyetlerin rahatça yayılmasına ve gelişmesine yol açmıştır. Hassas dengeler üzerine kurulu Ortadoğu’daki düzenin temelden sarsılmasıyla, bölgedeki güç dengelerinin (özellikle İran–Amerika–İsrail ekseninde) yeniden oluşturulması zorunluluğu istikrar bozucu etki yaratmıştır. 

Genel hatları ile Irak ve Afganistan’a yapılan Amerikan müdahaleleri, Ortadoğu’daki siyasi ortam açısından iki zıt bakış açısıyla değerlendirilmiştir. Bir 
yandan, Irak’taki seçimler ve sivil bir hükümetin yönetime (iktidara) gelmesi ve Ortadoğu’daki diğer bazı ülkelerde görülmeye başlanan bazı küçük demokratik 
açılımlar umut verici olmuştur. Fakat diğer taraftan, bu müdahaleler bölgenin geleceği konusundaki belirsizlik ve istikrarsızlık noktalarındaki fay hatlarını derinleştirmiştir. 

Bu çalışma, zikredilen kapsam çerçevesinde üç önemli başlık üzerinden 11 Eylül sonrası Ortadoğu coğrafyasını analiz etmeyi hedeflemektedir. Başlıklardan 
ilkini, terörizm tehlikesi oluşturmaktadır. İkinci önemli başlık, petrolün stratejik önemi ve geleceği ile ilgilidir. Soğuk Savaş döneminin vazgeçilmez 
unsurlarından olan “nükleer” güç olgusunun, bölge ve dünya açısından 21. yüzyılda bir “tehdit” unsuru/söylemi haline gelmesi ise çalışmanın üçüncü ve 
son başlığını oluşturmaktadır. 

21. YÜZYILDA TERÖRİZM TEHLİKESİ: BİR “KORKU” YÜZYILI MI? 

Berlin duvarının yıkılmasının üzerinden on yıl geçtikten sonra, 11 Eylül 2001 saldırıları meydana gelmiştir. Yapısı ve yöntemi itibariyle Soğuk Savaş dönemi 
tehditlerinden farklı olan bu saldırı ile “terörizm” olgusu uluslararası gündemin temel tartışma alanlarından birisini teşkil etmiştir. 

“Belirli bir siyasal hedefe ulaşmak veya siyasal bir davayı yüceltmek amacıyla ve genelde kurulu düzeni değiştirmeye veya söz konusu siyasal davaya boyun 
eğmeye mecbur etmek için başvurulan ‘zorlayıcı ve şiddet içeren’ davranışlar” (Ersoy, 2002: 16; Dyson, 2010: 4) olarak tanımlanan terörizm, “son derece 
somut ve dünyevi gerçeklere dayanan politikaların genel amaçlarına bütünleşik sürdürülen bir strateji(dir) (Altuntaş, 2009: 21).” Terörizmin amacı, korku 
salmak ve hedef seçtiği kitlede yılgınlık oluşturmaktır. 21. yüzyılda küreselleşmenin de etkisi ile terörizm, uluslararası bir boyut kazanmış, medya araçları vasıtası ile saldırıların daha fazla kişi tarafından duyulması ve görülmesi sağlanmıştır. Böylece, saldırıların toplumsal ve siyasi tahrik etkisi tahrip etkisinden daha fazla olmuştur. 

11 Eylül saldırılarının köktendinci El–Kaide (Burke, 2004) örgütü tarafından üstlenilmesinin ardından, terörizm olgusu İslam ile ilişkilendirilmiş ve terörün 
kaynağı olarak Ortadoğu bölgesine odaklanılmıştır. Batı düşmanlığı ve kini üzerinden beslenen ve dini temellere dayalı bir yönetimi hayata geçirmeyi hedefleyen bu tür köktendinci hareketler İsrail’in ve ABD’nin Ortadoğu’dan çıkarılmasını, ulaşılması gereken temel hedef olarak belirlemişlerdir. El–Kaide ve diğer terörist gruplar Amerikan karşıtlığı ve düşmanlığı temelinde, Dünya’daki bütün Amerikan çıkarlarını ve varlığını hedef seçerek ABD’ye karşı amansız 
bir savaş açmışlardır (Filiu, 2007: 65-80). 

Ortadoğu’daki siyasi güç dengeleri bağlamında, radikal dinci örgütlerin etkisini göz ardı etmemek gerekmektedir. Doğrudan, bazı devletlerce desteklenen 
bu yasadışı hareketlerin bölgedeki istikrarı ve düzeni kökünden sarstığı şüphe götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. 11 Eylül’ün ardından 
terörizmle mücadele kapsamında bölgeye odaklanılması neticesinde, bölgede uzun yıllardan beridir varolan bu problemin üzerine gidilmeye başlanmış ve 
bu tehdidin yok edilmesi amacıyla somut kararlar alınması noktasında Batı Devletleri arasında konsensüs oluşmuştur. “Avrupa ve ABD, özellikle radikal 
İslamist terörizmin ‘Batı’ için tehdit olduğu konusunda bir tereddüt yaşamamış ve bu hareketin sorumlusu olan kuruluş, örgüt ve rejimler konusunda 
da ciddi bir yol ayrımı yaşanmamıştır. (Dedeoğlu, 2006: 23)” Her ne kadar, terörizme karşı uygulanacak yöntemlerde ABD ve Avrupa Birliği arasında bazı 
farklılıklar olsa da temel sorun konusunda bir uzlaşı sağlanabilmiştir (Bruton, 2007: 15-24). Eklemek gerekir ki, bahsedilen yaklaşım farklılığı, Avrupalıların, 
Amerikalı yetkililerin aksine, “teröre karşı savaş” (war on terror) yerine, “ Terörizmle Mücadele ” (fight against terrorism) ifadesini tercih etmelerinden 
doğmaktadır (Tangör ve Sayın, 2012: 88). 

ABD, bu yeni tehlike karşısında güvenliğini sağlamak için bir dizi tedbir alma zorunluluğu hissetmiştir. Lakin karşı karşıya kalınan tehdidinin tespit edilmesi 
ve sonrasında etkisiz kılınması konusunda engellerle karşılaşılmıştır. 

Zira uluslararası/aşırı nitelik kazanan bu yeni tehdit, kontrol edilmesi güç iki temel dayanaktan oluşmaktadır. Bunlar; saldırganların, yok etme gücü 
sınırsız olan nükleer, kimyasal ve biyolojik kitle imha silahlarını kullanabilme kapasitesine ve bağlantılı olarak, etkileri çok büyük ve derin olabilen fiziki ve 
psikolojik zararlar verebilecek hareket imkan ve kabiliyetine sahip olmalarıdır. 


Problemin boyutunun ve kapsamının karmaşık ve girift olması sebebiyle (olası) çözüm yolları konusunda takınılacak tutumun da belirlenmesi kolay olmamamıştır. 
Sadece sonuçlarla ve sonuçların tezahürleri ile uğraşmak, çözüm üretilmesini engellediği gibi, yüzleşmek zorunda kalınan problemin muğlaklaşmasına 
da neden olmuştur. Öyle ki, terörizmle mücadele etme hedefi doğrultusunda; temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, belli topluluklar (özellikle 
Müslümanlar) hakkında önyargıların ve ötekileştirici söylemlerin oluşmasına ve toplumlarda yapay korkuların yaratılması gibi sosyal olgular, yeni ve 
farklı problemlerle karşı karşıya kalınmasına yol açmıştır. 

Batı kamuoyunun gözünde bu tehlike, karmaşık haliyle, iyi tespit edilememesi yüzünden her geçen gün artarak endişe verici bir hal almıştır. Şurası bir 
gerçektir ki, 11 Eylül saldırılarından sonra tehlikeli bir şekilde, bir kavram karmaşası ortaya çıkmıştır. “Terörizm”, “İslam”, “Terörizm ve Müslümanlar” 
ve “İslamcı hareketler” arasında oluşmaya başlayan bu karmaşa ile bütün Müslümanlar tek bir kategoriye konarak, radikal İslam uğruna mücadele veren 
teröristler olarak nitelenmeye başlanmıştır. Batı kamuoyundaki terörizm algısı bu çerçevede şekillendirilmiştir. Diğer açıdan, ayrımcılığa tabi olma hissi 
ve potansiyel suçlu muamelesi olarak görülme düşüncesi, Müslümanların içinde yaşadıkları toplumlara entegre olmalarını zorlaştıran bir diğer faktör 
olmuştur. Dolayısıyla, bir bakıma sorunun çözümüne giden yollardan birisi terörizmi önlemek hedefiyle paradoksal bir şekilde daha en baştan bizatihi 
Batılı devletler tarafından tıkanmış ve topluma tam manası ile entegre olamamış Müslüman toplulukların terörist yapılanmaların kucağına itilmesi tehlikesini 
ortaya çıkarmıştır. 

Medeniyetlerarası çatışmalara kadar ulaşacağı varsayılan terörizm probleminin daha geniş perspektiften analiz edilmesi, Ortadoğu bölgesini ilgilendirdiği 
kadar Batı Dünyasını da çok yakından ilgilendirmektedir. Her sosyolojik sorun gibi terörizm olgusu da içinden çıktığı toplumdan bağımsız olarak doğru 
bir şekilde değerlendirilemez. Bugüne kadar ABD’nin ve diğer Batılı devletlerin Ortadoğu’ya ilişkin uyguladıkları ayrımcı ve dışlayıcı politikaların sonucu 
olarak terörizm gibi büyük bir tehdidin ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Zira bu politikaların bir sonucu olarak bölgedeki toplumların 
tepkileri ile karşılaşmışlardır ve bu tepkiler de bölgede belli gruplara destek kazandırmıştır. Bütün dünyayı tehdit eden terörist hareketlerin gün yüzüne 
çıkmasında, Batılı devletlerin yalnız kendi ulusal çıkarlarını ve ekonomik menfaatlerini gözeterek, bölgedeki diktatörlükleri, anti–demokratik yönetimleri 
desteklemeleri gibi oportünist politikaların etkisi göz ardı edilemez boyutta olmuştur. Örneğin, İran–Irak savaşı süresince İran İslam Devrimi’nin etkilerinin 
yayılmasının önlenmesi ve Ortadoğu’daki ABD çıkarlarının savunulması için Saddam gibi bir diktatörün desteklenmesi ve ülkesinde uyguladığı anti– 
demokratik uygulamalara göz yumulması, anti–Amerikancı ve anti–Batıcı radikal hareketlerin yeşermesinde temel faktörlerden birini teşkil etmiştir. 

11 Eylül saldırıları ile birlikte ilk defa kendi topraklarının hedef alınmasının ardından ABD, karşı karşıya kalınan sorunun öneminin farkına varmış 
ve Ortadoğu’ya ilişkin politikalarını yeniden gözden geçirme yoluna gitmiştir. Amerikan yöneticileri, terörü besleyen kaynakların kökü kurutulmadan varolan 
sorunun üstesinden gelmenin imkansız olduğunun farkına varmışlardır. Bu yeni konjonktürde, Büyük Ortadoğu Projesi’nden (BOP) ve Ortadoğu’da 
demokratik yönetimlerin özendirilmesi ve desteklenmesi, eğitim, sağlık ve ekonomik alanlarda iyileştirilmelerin yapılabilmesi için destekte bulunmak ve 
bölgenin büyük bir kısmında hüküm süren diktatörlük rejimleri üzerinde baskı kurarak siyasi alanda demokratikleşmenin sağlanmasını özendirmek gibi 
tedbirlerin gerekliliğinden söz edilmeye başlanmıştır. “BOP’un çıkış noktası, 11 Eylül saldırılarıdır. Bu saldırı, küresel terörizmin hangi boyutlara ulaştığını 
bütün dünyaya göstermesi bakımından da önemlidir. Bir başka önemi de, o güne kadar klasik yöntemlerle yürütülen küresel terörle mücadelenin bir işe 
yaramadığının anlaşılmasını sağlamasıdır. Çok bilinen bir uyarıdır: ‘sıtmadan kurtulmak için sivrisinekleri öldürmek yetmez; esas olan bataklığı kurutmak-
tır.’ Amerika geç de olsa bunu algılamış ve ‘terör üreten bataklıklar nasıl kurutulur’ arayışları BOP’un temelini oluşturmuştur (Günal, 2004: 157).” Bu temelde, sadece askeri tedbirlerle sorunun halledilmesinin ve üstesinden gelinmesinin zorluğu görülmüştür. Irak’a askeri müdahalede bulunularak Saddam rejiminin sona erdirilmesi ve demokratik seçimlerin yapılmasıyla beraber sivil bir yönetimin ülkeyi yönetmesi gibi tedbirlerin alınmasında bu değerlendirme farklılığının etkisi büyük olmuştur. Her ne kadar, ifade edilen kapsamda BOP’un bölge lehine bir inisiyatif olduğu düşünülse de, projenin bölge aleyhine, sadece İsrail lehine olduğu yönünde değerlendirildiğini ve eleştirildiğini eklemek gerekmektedir (Yutsever, 2004). Yine, “ABD tarafından başlatılan 
BOP, hedefleri bakımından bölgede barış ve istikrarın yakalanmasına hizmet edecek mahiyette görünse de, kurgulanma biçimi ve bunun ilk aşamasının 
Irak’ta ortaya çıkardığı sonuçları itibariyle başarı şansınının düşük olduğu” (Dağcı, 2006: 186) şeklinde değerlendirilmiştir ve projenin, ABD’nin bölgedeki 
enerji kaynaklarını kontrol etme amacına yönelik Sosyo - Ekonomik eksende bir meşruiyet oluşturma girişimi olduğu müşahede edilen bir diğer gelişme 
olmuştur. 

Terörizm ekseninde son olarak; ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin politikasının belirlenmesinde kayda değer hususlardan birisi de Arap–İsrail çatışması ve bu 
konuda ABD’nin takındığı tutumdur. Amerikan dış politikasının belirlenmesinde ve şekillenmesinde Arap–İsrail çatışmasının iyi analiz edilmesi gerekmektedir 
(Hassan-Yari, 2010: 157-169). Yukarıda da ifade edildiği üzere ABD, 11 Eylül sonrasında Müslüman ülkelerde, ılımlı hükümetlerin desteklenmesiyle 
terörizmin gayri meşru kılınmasını ve radikal ideolojilerin yayılmasının engellenmesi için yeni girişimlerde bulunulmasını, diplomasi alanında, kamunun 
bilgilendirilmesi alanında ve eğitim faaliyetleri alanında yatırım harcamalarının artırılmasını hedeflemiştir. Lakin ABD’nin Müslüman ülkelerde 
sahip olduğu olumsuz/kötü imajını düzeltmek için yaptığı yatırımların ve bilgilendirme amaçlı faaliyetlerinin bir çoğu etkisiz kalmıştır. Şüphesiz, bölgedeki Amerikan imajının düzeltilememesinin temelinde Filistin–İsrail sorununda ABD’nin takındığı İsrail yanlısı tutumunun belirleyici olduğu gerçeği ile karşılaşılmıştır. 

Dolayısıyla bölge halklarının fikirlerini olumlu yönde etkileyebilmek için Filistin–İsrail çatışmasının barışçıl yollardan halledilmeye çalışılması 
yönünde ABD’nin geliştireceği inisiyatifin belirleyici bir unsur olacağı görülmektedir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

11 EYLÜL SONRASI ABD POLİTİKASI

11 EYLÜL SONRASI ABD POLİTİKASI 


Volkan TÜRKMEN,
11 MAYIS 2012 


11 EYLÜL SONRASI ABD POLİTİKASI,




11 Eylül dünya tarihinde bir dönemeç ya da kısaca, insanlığın geleceğini ilgilendiren bir dönüm noktasıdır. Saldırıyla ilgili birçok spekülasyon yapılsa da gerçek olan şudur ki, İkiz Kuleler çökmüş ve dünya değişmiştir. Nasıl mı? İşte 11 Eylül ve sonrasında ABD politikası…

ABD Sovyet bloğu dağılıncaya kadar dünyayı denetim altında tutmak için “düşman-öteki” kavramını kullanmıştır. Sovyet bloğu dağılınca ABD karşısında düşman kalmamış ve ABD dış politikada yeni bir öteki arayışına girmiştir. Dünya haritasını önüne alan ABD ve Batı ülkeleri oluşturacakları yeni dünya düzeninde değerlendirilmelerde bulunmuşlardır. Yapılan değerlendirmeler sonucunda dünya haritasına dikkatlice bakıldığında Rusya haricinde bütün enerji kaynakları ve zengin yer altı kaynaklarının gelişmemiş statüsünde bulunan Müslüman ülkelerin egemen olduğu topraklarda bulunduğu gözlemlenmiştir. Bu kaynakların denetim altına alınması için öyle bir neden olmalıdır ki bu olay uluslararası alanda meşru hale gelmelidir. Bu tehdit, başlangıçta “İslam köktendinciliği”, daha sonra “İslami terörizm” olarak belirlenmiştir. 11 Eylül günü İkiz Kuleler’e yapılan saldırı ABD’nin bu politikasını uygulaması için önemli bir fırsat haline gelmiştir. Bu saldırı aynı zamanda Yeni Dünya Düzeni’nin ne şekilde uygulanacağının göstergesi niteliğindeydi. 11 Eylül saldırısı ABD’nin uzun süredir kurguladığı düşmanını nihayet bulmasını sağlamıştır. Düşmanın ismi terördür. 
Ancak bu düşmanın somutlaştırılması gerekir. Düşman somutlaştırılmazsa yönetim zafiyet içerisinde kendisinden bekleneni yerine getirmemiş sayılır. ABD başkanı George W. Bush kısa süre zarfında saldırıyı gerçekleştirenlerin Usame Bin Ladin ve onun yönettiği El-Kaide adlı terör örgütü olduğunu açıklamıştır. 

Bu kısa süre zarfında uluslararası kamuoyunun desteğini alan ABD Afganistan’a müdahale etmiştir. 11 Eylül sonrasında ABD stratejisi tamamen Orta Doğu’yu hedef almıştır.

11 Eylül’de yaşanan terör olayı sonucunda tüm dünyada barış sağlanabilmesi ve Yeni Dünya Düzeni’nin oluşturulabilmesi için yeni bir hareket başlatılmıştır. 
Bu harekete ulaşmak için ABD’nin ortaya attığı “demokrasi uğruna savaş sistemi” ilk olarak Orta Doğu üzerinde uygulamaya geçirilmiştir. 

Bu olay sonucunda birçok akademisyenin ve siyaset adamının görüşü, gerçekleştirilen operasyonlarda ABD’nin kendi milli ekonomik çıkarlarını ön plana aldığı şeklindedir. 

Bölgenin zengin petrol yataklarına sahip olması bu komplo teorilerini destekler niteliktedir. Irak Savaşı’nın temelleri buraya bağlanabilir. ABD ve İngiltere hükümetleri Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu bahanesi ve aynı zamanda Saddam Hüseyin yönetiminin El-Kaide’ye destek verdiği iddiasıyla Irak’ı 2003 yılında “Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu” adı altında işgal etmiştir. 11 Eylül sonrasında ABD stratejisi tamamen Orta Doğu’yu hedef aldığına göre ABD stratejilerini 11 Eylül öncesi ve sonrası şeklinde kategorize edebiliriz. 

ABD’nin 11 Eylül öncesindeki saldırıları daha çok “ Caydırıcı ” özellik taşırdı. 

Mesela 1991 Körfez Savaşı, 

1995 Bosna ve 2001 Afganistan Savaşı gibi. Ancak 11 Eylül saldırısı tarihte bir değişikliğe yol açtı. Irak saldırısını bunun bir sonucu olarak değerlendirmek gerekmektedir. 
Artık tüm dünyada demokrasi rejiminin yayılması için başlatılan hareket ile ABD savaş tanımını değiştirmiştir. ABD’nin Orta Doğu’da istediği yeni bir toplum, 
millet modeli ile din ve kültür inşasıdır. Ancak durumlar ABD’nin istediği şekilde gitmemektedir. ABD Orta Doğu bataklığına saplanmış, Irak’ta istediği demokrasiyi inşa edememiş ve bölgede güç kaybetmektedir. Çünkü ABD’nin 11 Eylül sonrasında uyguladığı politika ben merkezli tasnif politikasıdır. Bu süreçte terör küreselleşirken, ABD yönetiminin teröre karşı savaşı küreselleştirme gayreti Irak işgali zemininde inandırıcılığını yitirmiştir. Irak’ta dikta rejimi yıkılmasına rağmen bölgede Saddam rejiminden kalma terör grupları bulunmakta ve demokrasi karşıtı eylemler yapılmaktadır. Bütün bunların yanı sıra İran ise bölgede nükleer çalışmalarına devam etmekte ve uluslararası ültimatoma kayıtsız kalmaktadır. Dünyayı kasıp kavuran terör artmakta ve bölgede ABD’yi tehdit etmektedir.  

Bölgede ABD yalnızlaşmakta ve İkinci Vietnam sendromu yaşamaktadır. ABD’nin savaşta yanında hareket eden bütün müttefikleri Irak’ı terk ederken, ABD yönetimi Irak’tan çekilme hesapları yapmaktadır. Bununla birlikte ABD’nin bölgede uyguladığı hatalı politikalar yüzünden terör grupları da saldırı cephelerini genişletmiştir. 

ABD’den sonra Türkiye, İngiltere ve İspanya da terör saldırılarının hedefi olmuştur. 11 Eylül’le birlikte küresel değişim meydana gelmiştir. 11 Eylül dünyanın yanı sıra ABD dış politikasının belirleyicisidir.

Sonuca gelecek olursak 11 Eylül dünyada din, güvenlik ve terör kavramlarını ve algılarını topyekûn değiştirmiştir. Bazıları Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” kuramının geçerli hale geldiğini savunmuştur. Bu kuram Müslüman ve Hristiyanların bir arada yaşayamayacağı görüşündedir ki bu görüş 11 Eylül öncesi istisna iken, 11 Eylül sonrasında daha geçerli hale gelmiştir. Artık ABD politikası buna göre şekillenmeye başlamıştır. ABD’nin Irak ve Afganistan’dan sonra nükleer çalışmalarıyla hedefi haline gelen İran ve Suriye’yi hedef alacağı yönünde yorumlar yapılmaktadır. Ancak dünya kamuoyunda yapılan tartışmalara bakıldığında Beyaz Saray’ın Irak operasyonu bitmeden bu işe kalkışmayacağı düşünülmektedir. ABD’nin demokratikleşme söyleminde girdiği Afganistan ve Irak’ta kaos ortamı ve iç çatışmalar devam etmektedir. Orta Doğu’da özellikle Irak’ta çatışmaların uzun bir müddet daha devam edeceği kan ve gözyaşının hüküm süreceği görülmektedir..


http://politikaakademisi.org/2012/05/11/11-eylul-sonrasi-abd-politikasi/

..

ALLAH'IM AKLIMIZA SAHİP OL, BU ŞEREFSİZLİĞİN HESABINI VERECEKLER


ALLAH'IM AKLIMIZA SAHİP OL,BU ŞEREFSİZLİĞİN HESABINI VERECEKLER,


Kimden: refhan irtem <rfhi...@gmail.com>
Tarih: 24 Ağustos 2010 18:15
Konu: Re: ALLAHIM AKLIMIZA SAHİP OL....................................
Kime: adam-gib...@googlegroups.com

BU ŞEREFSİZLİĞİN HESABINI VERECEKLER...DEDİ...

Siyasi iktidar bu gün Devlete  hükümet ediyorsa devlet olarak yaptıklarının kanıtıdır zaten. 
Devlete suçu atmak devletlik olsaydı başımızda bir devlet var diye düşünürdük. 
Demek ki başımızda devlet de yok Hanefi Avcı'nın kitabında ki gibi cemaatlerin eline geçmiştir.Bu da gösteriyor ki cemaatlerden emir alınıyor çünki devlet yok!


24 Ağustos 2010 06:42 tarihinde BİLGİ NOTU <blgnt...@gmail.com> yazdı:




Görüşmeyi Hükümet değil, Devlet yapar,


Erdoğan, “İktidar olarak hiçbir zaman terör örgütüyle veya temsilcileriyle masaya oturup görüşme yapmayız. Şu veya bu şekilde çeşitli kurumlarıyla bu tür bazı münasebetler gerekirse devlet onu kendisi yapar” dedi

Görüşmeyi hükümet değil, devlet yapar, Başbakan Tayyip Erdoğan, hükümet olarak hiçbir zaman terör örgütü veya temsilcileriyle masaya oturup görüşme yapmayacaklarını vurguladı. Show TV’de Siyaset Meydanı programına konuk olan Erdoğan “terör örgütünün eylemsizlik kararı ve buna bağlı olarak hükümetin ya da devletin terörist başı ile irtibat kurduğu” yönündeki iddialar anımsatılarak, “ Danışmanlarınızdan Yalçın Akdoğan’ın bir yazısı çok çarpıcıydı, ’ Evet hükümlü ile görüşme olmayabilir bir temas olabilir ’ şeklinde. Böyle bir temas var mı?” sorusu üzerine Başbakan Erdoğan, şunları kaydetti:

DEVLET KENDİSİ YAPAR: Burada bir şeyi birbirine karıştırmayalım. Biz siyasi iradeyiz, siyasi iktidarız. Biz iktidar olarak, siyasi hükümet olarak hiçbir zaman bir terör örgütüyle veya temsilcileriyle masaya oturup görüşme yapmayız. Böyle bir şeyimiz bizim asla olmamıştır, yoktur, olamaz da. Şu veya bu şekilde çeşitli kurumlarıyla bu tür bazı münasebetler gerekirse devlet onu kendisi yapar. Burada bunu birbirine karıştırmamak gerekir.

BAZI KİLİTLERİ AÇMAK İÇİN: ( “Devlet kurumları” ile neyi kastettiğinin sorulması üzerine) Devletin İstihbarat kurumu vardır. Bu istihbari görevdir. İstihbari görev nedir, bazı kilitleri açmak içindir, çözmek içindir. Bunları yapar ama hiçbir zaman siyasi irade kalkıp da muhatap alıp masaya oturmaz, böyle bir şey olamaz. 

KİMSE BİZE YIKAMAZ: İstihbarat örgütlerinin görevi de nedir, ağırlıklı olarak zaten bu tür görevlerdir. Bunu yaparken de niçin yaparlar, bir çözüm kilidi açmak için yaparlar. Burada muhalefetin söylediği gibi arkadaşlarımın veyahut siyasi iradenin görüşmeler yaptığı, masaya oturduğu yani bu, ağır konuştum ama bu bir şerefsizliktir. Böyle bir şeyi kimse bize yıkamaz. Böyle bir şeyi ne ben, ne arkadaşlarım, ne benim bilgim dahilinde siyasi iradeden hiçbir kimse bugüne kadar yapmamıştır, yapamaz.

NASIL OLUR DA İNANMAZSINIZ: Burada örgütün kendini meşrulaştırma gayreti var. Bu meşrulaştırma gayreti içerisinde adeta bizi bir karşı taraf olarak masada gösterme gayretidir bu. Bunun da destekçileri ana muhalefettir, diğer muhalefet partileridir. Onlar da onlara meşruiyet kazandırmak için gayretin içerisinde bulunuyorlar. Nasıl olur da siz Kandil’deki adamın sözüne inanırsınız ama bu ülkenin Başbakanı’nın sözüne inanmazsınız. Bu gaflet değil, dalalet değil de nedir?




82’DE ‘HAYIR’ DEDİM: “ 12 Eylül 1982 Anayasasında oyunuzun Rengi neydi?” sorusu üzerine Erdoğan, “ İnancaksanız, ‘ Hayır’ dedim” karşılığını verdi.  

KILIÇDAROĞLU’NA ÇAĞRI: (CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun “ Anayasa paketinde neden grev hakkı yok ” sözleri üzerine) Buradan çağrı yapıyorum. Bu konuda kararlıysanız gelin, biz Türkiye’de çalışanlar olarak işçi memur ayrımını kaldıralım. Kendilerine grev hakkını hep birlikte verelim.  

AVCI’YA YANIT: (Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın “ Haliç’te Yaşayan Simonlar Dün Devlet Bugün Cemaat” kitabındaki iddialarla ilgili soru üzerine) Talihsiz bir iştir. Devlet memurunun bu tür bir eseri yazmasının nasıl olacağı konusunu bimesi gerekir. Bunun yasal mevzuat içinde kuralları var. Teftişten sonra konuyu bir yere İçişleri Bakanlığı’mız bağlayacaktır. Ben o iddiaların üzerinde durmam. 



CHP ve MHP’nin Dili Kandil’le örtüşüyor

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Van’da dün 15 bin kişiye seslendi. CHP ve MHP’ye yüklenen Başbakan Erdoğan, şunları söyledi: “Gördünüz değil mi?Dörtyol’da ortaya çıkan kirli ilişkiler dikkatinizi çekiyor değil mi? Kandil ile MHP’nin, Kandil ile CHP’nin dilinin nasıl örtüştüğünü görüyorsunuz değil mi? Terör örgütü burada dağlarda güvenlik güçlerimize vuruyor, Ankara’da CHP ve MHP hükümete vuruyor. Kandil’den iftira atıyor. CHP ve MHP terör örgütünün yalanlarına sımsıkı sarılıyor. Biz artık bu kirli oyunu bozmak istiyoruz.”
Konuşmasında, isim vermeden BDP’yi ayrımcılık yapmakla eleştiren Erdoğan, şöyle devam etti: “Şimdi ‘Kürtler’in temsilcisiyiz’ diyenler, yahu siz ne verdiniz, ne yaptınız? Siz sadece ayrımcılık yaptınız, hâlâ da ayrımcılık yapıyorsunuz. Baskıyla, terör estirerek benim halkımın hakları savunulmaz. Kim ne derse desin, ayrım yok.”




Mitingde Kürtçe Pankart

http://i.milliyet.com.tr/GazeteHaberIciResim/2010/08/24/fft16_mf794525.Jpeg

Erdoğan’ın Van mitinginde Kürtçe “ Ere ere hezar caran ere ” (Evet evet bin kere evet) yazılı pankart dikkat çekti. Başbakan mitingin ardından Ak Parti Van Milletvekili Kayhan Türkmenoğlu’nun   babası Niyazi Türkmenoğlu adına yaptırdığı Niyazi Türkmenoğlu  Anadolu Lisesi’nin açılışını yaptı. Erdoğan açılışta halk oyunları ekibiyle bir süre halay çekti. Erdoğan'ı terletecek açıklama geldi

 Erdoğan'ı terletecek açıklama geldi




" Öcalan ile Hükümet Görüştü " iddiasını ortaya atan Karayılan sözlerinin arkasında. Karayılan'ın yeni iddiaları da var.
PKK’nın Kandil’deki lideri Murat Karayılan "Öcalan ile hükümet görüştü" iddiasını sürdürdü. Örgüt adına yapılan açıklamada "Türk devleti adına bazı yetkili organların hükümetin de bilgisi dahilinde Öcalan ile diyalog kurduğu" duyuruldu.

Karayılan’ın açıklamasının “kesinlikle doğru” olduğu iddiasında bulunun örgüt, Başbakan Erdoğan’ın MHP tabanından oy almak için bunu reddettiğiiddiasında bulundu.

Örgütün açıklaması PKK'ya yakın internet sitesinde yayınlandı. Açıklamada şöyle denildi:

“13 Ağustos'tan 20 Eylül’e kadar eylemsizlik sürecini ilan etmiştik. Gerekçelerden biri Türk devleti adına bazı yetkili organların hükümetin de bilgisi dahilinde Önderliğimizle geliştirmiş olduğu diyalogdur. Önderliğimiz hem kendisiyle gerçekleştirilen diyalogu hem de birçok STK ve şahsiyetlerin yaptığı ateşkes çağrılarını dikkate alarak hareketimize barışa bir şans verilmesi yönünde mesaj iletmiştir. Hareketimizin yönetimi bu çağrıyı değerlendirerek, İslam alemi için mübarek olan Ramazan ayını da dikkate alarak eylemsizlik sürecini kamuoyuna açıklamıştır.”

MHP’DEN OY ALMAK İÇİN GÖRÜŞMEYİ REDDEDİYOR!

Karayılan’ın Öcalan ile görüşme olduğu yönündeki ifadelerinin “kesinlikle gerçek” olduğunun vurgulandığı açıklamada ayrıca şöyle denildi:

“Erdoğan devletin bazı yetkililerinin Önderliğimizle diyalog içerisinde olduğu yönündeki açıklamayı bir iftira ve referandum sürecini etkilemeye dönük uydurulmuş bir yalan olarak tanımlamıştır. Murat Karayılan'ın yaptığı açıklama var olan bir süreci doğal bir biçimde ifade edilmesi olup kesinlikle doğru ve gerçektir. AKP hükümeti ve başbakan salt MHP tabanından oy almak için reddedici üslubuyla kendisini tarih karşısında büyük bir yalancı durumuna düşürmektedir.”



Karayılan: Devlet ateşkes talep etti,


PKK liderlerinden Murat Karayılan Fırat Haber Ajansı’na verdiği mülakatta eylemsizlik kararını zorlanarak aldıklarını söyleyerek “Türk devleti ve AKP hükümetine karşı büyük bir güvensizlik durumu söz konusudur” dedi. Karayılan ateşkes teklifinin de devletten geldiğini açıkladı. 

Karayılan eylemsizlik süreciyle ilgili açıklamasında bu kararın ayırd edici özelliğinin öncekilere kıyasla daha yoğun bir istem ardından gerçekleşmesi olduğunu belirterek, "Yani hem devletten yana, hem kamuoyunu önemli oranda temsil eden güçlerden yana daha yoğun bir istemin gündemleştirilmiş olmasıdır" dedi. 

" Devlet Öcalan’la Görüşerek Ateşkes talebinde bulundu"

Karayılan ateşkes sürecinin gelişiminde kritik aşamayı şu şekilde anlattı: 
"Tüm bunlarla beraber artık açıklanmasında bir sakınca görmediğimiz diğer önemli bir gelişmede devletin Önderliğimizle geliştirdiği diyalog temelinde ateşkes talebinde bulunmasıdır. Aslında önderliğimiz aradan çekilmişti ancak talep üzerine yeniden devreye girerek hem yapılan çağrıları ve hem devletten doğru gelen istemi de dikkate alarak bir kez bir kez daha barışa ve demokratik çözüme şans tanınması için hareketimize bir mesaj gönderdi."

Taleplerini sıraladı

Karayılan karşılıklı ateşkesi aradıklarını söyleyerek taleplerini şu şekilde sıraladı: 
"Yani karşılıklı ateşkes yapılmalıdır. Ardından 14 Nisan’dan bu yana haksız yere tutuklanan sivil Kürt siyasetçileri ile barış grubu üyeleri serbest bırakılmalıdırlar. Bunların tutuklanması aslında her türlü tahrik ortamını oluşturmuştur. Çünkü hiçbir suçları olmadan tutuklanmışlardır. Sadece Kürt halkının iradeleşmesinin mücadelesini verdikleri için suçlanmışlardır. Bu nedenle bu haksızlık giderilmeden yumuşama ve uzlaşma ortamı gelişmez." 
Abdullah Öcalan’ın da çözüm sürecine aktif katılabilmesinin koşullarının yaratılmasını isteyen Karayılan, "Diğer bir husus ise, dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde olmayan yüzde 10 seçim barajının aşağı çekilmesidir. Neden? Çünkü bu Kürtlere karşı bir tampondur. Bu baraj bunun için muhafaza ediliyor. Bu koşullar eğer gerçekleştirilirse, süreç bu biçimde kalıcı bir barışa doğru ilerleyerek sonuç alıcı bir sürece dönüşebilir" dedi. 

"AKP hükümetine karşı büyük bir güvensizlik söz konusu"

Bu kararı tartışırken zorlanarak karar aldıklarını söyleyen Karayılan, bunun nedenini ise şöyle açıkladı: 

"Çünkü Türk devleti ve AKP hükümetine karşı büyük bir güvensizlik durumu söz konusudur. Özellikle AKPnin çok demagojik bir biçimde hiçe sayma ve oyalama taktikleri ciddi bir güvensizlik ortamı doğurmuştur. Bu nedenle çözümün gelişeceğine dair ciddi kaygılar taşıyan arkadaşlarımızın bu karara katılım göstermesi kolay olmamıştır. Bir de ek olarak son dönemde gelişen olaylar vardır. Yandaş diye tabir edilen basın çevrelerinin tahrik edici üslupları, şehit cenazelerimize yapılan işkence uygulamaları Dörtyol ve İnegöl’de görüldüğü gibi halkımıza karşı geliştirilen sindirme politikaları ikna edilmeyi zorlaştıran hususlar olmuşlardır. Bu nedenle hamleye kalkışan güçleri ikna etmek kolay olmamıştır. Diğer bir husus da önderliğin gönderdiğin mesajın etkisidir."

"Hükümet yanlısı basın konuyu es geçti"

Aldıkları karar karşısında basının tutumunu değerlendiren Karayılan’ın AKP yanlısı basına yüklenmesi dikkat çekti: 
"Bu ateşkesi sıradan gösterme, bunun karşısında herhangi bir heyecan duymama tutumu da aynı çerçevededir. Türkiye’de 20’yi aşkın günlük gazete vardır. Bunlardan sadece tek bir tanesi manşet yapmıştır. Öbürleri ya vermemiş ya da çok sıradan basit bir olay gibi göstermiştir. Halbuki, Türkiye’nin gündemini belirleyen bir gelişmedir. Şurası bir gerçek ki önder Apo ve PKK hareketi artık Türkiye’nin gündemini belirleyen en önemli aktörlerden birisi durumundadır. Şimdi tüm Türkiye siyasetinin can simidi gibi yaklaştığı referandum süreci üzerinde en önemli etkiyi yapacak olan hareketin bizim hareket olduğu açık ortadadır. Özellikle de hükümet yanlısı basının konuyu es geçmesi ve hiçbir şey olmamış gibi göstermeye çalışması onların gazetecilik değil politika yaptıklarını ortaya koymaktadır. Bu kesim basın organları aslında gazetecilik mesleğine de ihanet etmektedirler. Çıkarlarına geldiği vakit ala bildiğine öne çıkarıyorlar. Çıkarlarına gelmediği vakit en önemli olayı bile sıradan gösterebiliyorlar. Bu üsluplarıyla sorunun çözümü değil çözümsüzlüğünde en önemli kesim bu olmaktadır."

Fethullahçı basına: Hani Ergenekonla ilintilendiriyordunuz?

"Şimdi ben hükümet yanlısı ve Fettuhlahçı basına şunu sormak istiyorum. Hani siz çeşitli karanlık güçlerle ilintilendiriyordunuz. Ne oldu? Hani siz sayfalar dolusu yorumlarla PKK’nin Ergenekon’la bağlantılı olarak AKP’yi zorlamak için eylem sürecini başlattığını, anayasa değişikliğini engellemek için başlattığını belirtiyordunuz. İşte PKK eylemsizlik ilan etti. Ne oldu da dut yemiş bülbül gibi sustunuz. Çünkü daha önceki iddialarınız ve yorumlarınızın hepsi temelsiz ve yalana dayalıydı. Gerçekle hiçbir alakası yoktur. PKK’nin aradığı kendi kimliği onurlu bir barış yapmaktır."
Karayılan: Savaşı sürdürseydik,



http://www.gundemmersin.com/haberler/resimler/orjinal/8J5V8E8H7S5V7X4M3P4W0A7H9N3W2D.gif

PKK liderlerinden Murat Karayılan, PKK’nin savaşı sürdürmesi halinde referandumda
Murat Karayılan, ANF’ye verdiği röportajın ikinci kısmı bugün yayınlandı. Karayılan röportajda, PKK’nin Türkiye’nin gündemini ve geleceğini belirlemede önemli bir konum kazandığını vurgularken, çarpıcı bir iddiada bulunduk: "Biz şu anda savunma savaşını etkili bir biçimde sürdürmüş olsaydık evetçilerin kaybedeceği kesindir."
Karayılan, PKK’nin Türkiye’nin gündemini ve referandum sürecinin sonucunu belirlemede önemli bir konuma geldiğini şu sözlerle ifade etti:
"Önderlik stratejik bir önderliktir genel çerçeveyi koyar. Ancak uygulamayı ise Kürt hareketi somutlaştırarak yapar. Şurası kesin ki hareketimiz Türkiye’nin gündemini belirlemede ve geleceğini de tayin etmede önemli bir konum kazanmıştır. Çeşitli çevreler bunu kabul etmeseler de gerçek budur. Dolayısıyla Türkiye siyaseti için önem kazanan referandum sürecinin belirlenmesinde hareketimizin rolü çok önemlidir."

Evet’çiler Kaybedecekti...

Murat Karayılan, bu konumun referandumun sonucunu tayin edecek noktaya geldiğini savundu ve alınan eylemsizlik kararı sürece etkisini şöyle değerlendirdi:
"Neredeyse sonucu tayin edecek bir düzeye gelindiği açık ortadadır. Eğer biz şu anda savunma savaşını etkili bir biçimde sürdürmüş olsaydık evetçilerin kaybedeceği kesindir. Bizim eylemsizliği ilan etmemiz bir denge oluşturmuş durumdadır. Aynı zamanda bu AKP’nin eğer varsa bir samimiyeti adım atmasının koşullarını yaratmıştır. Biz referandumun sakin demokratik bir ortamda gelişmesini istiyoruz. Bizim eylemsizlik kararımız da buna imkan sunuyor. Bazı çevrelerin referandum sürecini etkilemek için eylemleri başlattığımız biçimindeki tespitleri doğru değildir. Bizim eylemsizliği ilan etmemizle bu tür çevrelerin tespitlerinin yanlışlığı ispatlanmıştır."


https://groups.google.com/forum/#!topicsearchin/turancatli/HANEF%C4%B0$20AVCI$202010;context-place=forum/turancatli/turancatli/BlXmQrDuqG0