referandum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
referandum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2020 Cumartesi

Türkiye'nin Suriye'de Kullanıldığını Erdoğan Bir Gün Açıklayacak

 Türkiye'nin Suriye'de Kullanıldığını Erdoğan Bir Gün Açıklayacak
_ Referandum BOP'un Bir Aşamasıdır


Sadettin Tantan,Türkiye, Suriye, Kullanıldığını, Erdoğan, Bir Gün Açıklayacak,Referandum,BOP, Bir Aşamasıdır,İçişleri Bakanı,Yurt Partisi, 
Libya, 


14 Mart, 2017 


Eski İçişleri Bakanı, Sadettin Tantan Tesnim Haber Ajansına konuştu:‘ Referandum, Büyük Ortadoğu Projesi'nin kumpaslarla yıkamadığı Türkiye'yi, bir kez daha içten ele geçirme faaliyetidir.’
Tesnim Haber Ajansı - Eski İçişleri Bakanı ve Yurt Partisi Genel Başkanı Sadettin Tantan Tesnim Haber Ajansına konuştu, önemli açıklamalarda bulundu.
-‘On beş yıllık AKP iktidarı döneminde, Ortadoğu projesinin birer birer uygulamaya konulduğunu görüyoruz’
-‘Referandum, Büyük Ortadoğu Projesi'nin kumpaslarla yıkamadığı Türkiye'yi, bir kez daha içten ele geçirme faaliyetidir.’
-‘Mavi Marmara olayıyla Türkiye devleti, kartondan kaplan bir devlet durumuna düşürüldü.’
-‘BOP projesinin iki kilit ülkesi vardı biri Libya diğeri Suriye’dir. BOP’un başarısı bu iki kilit ülkenin parçalanmasından ve çökertilmesinden geçiyor.’
-‘ Esat ve Erdoğan kardeş gibiydi.  Türkiye bu yanlışa neden itildi veya ittirildi bunu bir gün Erdoğan ve arkadaşları açıklayacaklardır. Türkiye burada kullanıldı. Bunu İran ve Suriye istihbaratı da biliyor.’

-‘Türkiye ve İran’ın birlikte hareket etmesinde büyük faydalar var.’
-‘Türkiye OSLO’da masaya oturtuldu. Taraf olarak oturtuldu. Bu çok acı bir şey.’
-‘AB Kıbrıs’ı kılçıksız yutmak istiyor. ABD burayı bir üs yapmak istiyor. İsrail bir yandan Kıbrıs’ı elimizden almak istiyorlar.’
Tesnim Haber Ajansı: 15 Temmuz darbesini FETÖ’cüler mi yaptı, yoksa onları kullanan siyasi irademi, sizce hangisi­?

Sadettin Tantan: 15 Temmuz bir silahlı kalkışma hareketidir. Türk silahlı kuvvetlerinin içeriden teslim alındığını, siyasi iktidarın da bu teslimatta büyük rolünün olduğu gözüküyor.  Bu darbenin neden yapıldığını veya yaptırıldığını henüz iktidar açıklamış değildir. Darbe komisyonu adı altında bir komisyonu oluşturuldu. Komisyonun bir çaba göstermediğini görüyoruz. O süreçte 4-5 saatlik kayıp bir zaman dilimi var ve bu süre zarfında nelerin verilip alındığını bilinmiyor.
Darbe mahkemesinin de emir komuta zincirinin birbirinden ayrıştırılması için de bir yerde toplanması gerekiyordu bu da yapılmadı. Bu hareket hep destek buldu, çözülemedi. Onu koruyan, kollayan yer belliydi. Birinci dünya savaşından sonra İngilizlerin bu bölgeden çekip gitmiş gibi gözükse de gitmediğini görüyoruz. İngilizler istihbarat alt yapılarıyla devşirdiği işbirlikçiler, dini, ırkı kullanan işbirlikçilerle yaşamaya devam etti. Bunlar ne entelektüel ne de akademik olarak araştırılıp ortaya çıkartılmadı. Halk bu konuda bilinçli değil. İşbirlikçiler zenginlik ve refah içerisindeler ve hangi rejim gelirse gelsin, görevlerine devam ediyorlar.
Tesnim Haber Ajansı: Siz İçişleri Bakanlığı yaptığınız dönemde bu örgütün yapısından haberdar mıydınız ve emniyet içerisindeki yapılanmadan haberdar mıydınız?

Sadettin Tantan: Benim dönemimde FETÖ yapılanması sınırlı sayıdaydı ve biliniyordu.  Yaptırdığımız çalışmayla yaklaşık 100 kişi aktif görevden alınarak pasif görevlere alındı. Ama AKP döneminde 3 Kasım seçimleriyle FETÖ örgütü AKP’le birlikte seçimi kazandılar. Personel alımlarında Kamu ve özel kurumların her yerine sızdılar.  Bütün yapılanma o dönemde gerçekleşti.  AKP döneminde bunlar eylem gücüne ulaştılar. Alınanların yanı sıra bir kısmı da sonradan bunların torpiliyle devlet içine yerleştirildiler.

Tesnim Haber Ajansı: Türkiye Cumhuriyeti Laik Sosyal bir Hukuk devleti. 
Bu devlet mevcut yapısından çıkarılıp nereye doğru evrildiğini düşünüyorsunuz?

Sadettin Tantan: On beş yıllık AKP iktidarı dönemine baktığınız zaman, Ortadoğu projesinin birer birer uygulamaya konulduğunu görüyoruz. 
Bunu yaşadık.  
Bu ülke inanç ve toplumsal değerler bakımından çok erozyona uğratıldı. 
Asırlardan beri süre gelen kimliğimizi neredeyse kaybetmiş durumdayız. 
Anayasa değişikliğiyle Türkiye Cumhuriyetinin geleceği, 15 yıllık AKP zihniyetinin geleceğiyle ilgili bir sürecin içerisine sokuldu. Bu zihniyet sanki Türkiye Cumhuriyeti milleti, halkı, silahsız işgal altında ve bu işgalden kurtulamıyor, siyasetten soğumuş, ülkenin geleceğinden karamsar, üretemeyen, tamamen tüketen, borç içinde yaşayan, heyecanı kalmamış, hafızası elinden alınmış bir topluma evriltildi. Referandumun halk nezdinde ne için yapıldığı bile belli değil. Halk neye “EVET veya HAYIR” diyeceğini bile bilmiyor.

Halka yönelik tehdit söz konusu. Cumhuriyet tarihinde ilk defa bu siyasi zihniyet başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, halkı hem bugün hem de gelecek için tehdit etmektedir. Bunun nedeni bu zihniyetin 15 yıllık iktidarından ve bu iktidarın yaptığı yanlışlıklardan hesap sorma korkusundan kaynaklanmaktadır. Bunu böyle görmek lazım. Bir başka korku ise eğer bu zihniyet BOP’u neticelendirmezse uluslararası mahkemede yargılanacağını bildiği için o yetkiyi eline alarak, Türkiye’yi federal bir yapıya götürecek. Buna büyüyerek küçülme projesi diyoruz. Büyük Ortadoğu Projesi'nin kumpaslarla yıkamadığı Türkiye'yi bir kez daha içten ele geçirme faaliyetidir.

 Bölgedeki enerji savaşlarının Türkiye’ye yansımasıdır.  FETÖ örgütü nasıl işbirlikçi bir örgütse, AKP de iktidara gelirken, Amerika’dan icazet aldığını söyleyerek iktidara gelen bir hareket. Dikkat ediyorsanız birçok İslam ülkesindeki halkların yoksullaşmasının, kendilerini ifade edememesinin, özgürlüğünü kullanamamasının sebebi de işte budur. Bu iktidar ne diyor, aklınızı bize teslim edin, özgürlüğünüzü bize teslim edin “EVET” demek suretiyle ben sizi temsil edeceğim diyor.  Ama biz Allah’ın bize verdiği yetkiyi biz bir başkasına veremeyiz. Dinler arası diyalog tuzağından kurtulup, İslam dünyasıyla diyalog kurulması gerekir. İslam ülkeleri arasındaki çatışma bu işbirlikçilerin tuzağından başka bir şey değildir.
Tesnim Haber Ajansı: Yani siz bu projenin Türkiye’yi bölme projesi yani BOP projesi olduğunu mu söylüyorsunuz?

Sadettin Tantan: Bunu kendileri de söylüyor. BOP’un özü o ülkelerdeki silahlı kuvvetleri, siyaseti, mali ve ekonomik sistemle güvenliğini kontrol altına almak, Bir de zihinleri kontrol altına almak.  Dünyadaki en büyük tehdit araçlarından birisi, yüksek teknolojik imkan ve kabiliyetler, medya, internet, sosyal paylaşım ağları bunlarla insanların beyinlerini istediğiniz gibi yönlendirebilirsiniz. Böyle bir tehdit var. Bilgi ve enformasyon savaşları da var. Birçok İslam ülkesinde baskıcı, totaliter bir yapıya mahkum edilmiş geniş Müslüman kitleler var, bunlar da baskı ve zulüm altında.

Tesnim Haber Ajansı: Türkiye yabancılara bağımlı hale getirildi, yabancı ajanlar cirit atıyor, yönetilemeyen bir ülke konumunda olduğunu dillendirdiniz, bunu biraz açar mısınız?

Sadettin Tantan: Dünyadaki bütün örgütlere baktığımız zaman, bu örgütlerin hangi ülkelerde çıkarları varsa  ve o ülkelerden bu örgütler çıkarılmamışsa o ülke insanını kullanan bir takım yapılar görürsünüz. Mesela Belücistan’daki Cundullah örgütü. Bu örgüt hem İran’ı hem de Pakistan’ın parçalanması için orada faaliyetler yürütüyor. Bunların arkasında İngiliz ve Amerikan istihbaratı var. İstihbarat örgütleri arasında da çatışma ve kavgalar var. Türkiye’ye baktığınız zaman silahlı ve silahsız örgütler açısından değerlendirdiğinizde en belirgini PKK terör örgütü olarak gözüküyor. Bölgede yaşayan halklar birbirlerine sen kimsin diye sormamışlar.

11 Eylül saldırısının ardından Irak ve Pakistan işgaliyle başlayan  bu süreçte özellikle  ABD ve İngiltere açısından çok güzel bir proje. Bir bölge projesi ve çok tehlikeli bir proje. İslam ülkeleri açısından yıllar boyu devam edecek bu projede, bölge halklarını birbirlerine kırdırma ve yok etme projesi. Irak’a baktığınız zaman belli bölgelerde bir katliamlar yaşandı. ABD, Barzani Peşmergeleri  ve PKK tarafından. Türkiye’de bu proje PKK eliyle kısmen uygulamaya sokuldu. Başarılı da oldu. Türkiye hep kaybeden ülke durumunda oldu. Kaybetmeye de devam ediyor.
Tesnim Haber Ajansı: Türkiye bölge siyasetinde İran, Irak, Suriye üçlüsüyle birlikte olmak yerine  özellikle Suriye ve Irak politikasında Suudi Arabistan, Katar ve göbek bağıyla İsrail ve ABD’ye bağılı olan diğer körfez ülkeleriyle birlikte olmayı tercih etti. 
Bu politika sizce Türkiye’ye ne kazandırdı

Sadettin Tantan: Hiçbir şey kazandırmadı, kaybetti, kaybetmeye de devam ediyor. Örneğin Davos’taki “One Minute “ bir projeydi, Mavi Marmara bir projeydi hep kaybettirdi. Davos’ta Erdoğan’ın imajı yükseltildi ve neredeyse İslam ülkelerini kurtaracak bir kişi konumuna getirildi. Daha da ilerisi Erdoğan bölge ülkelerinde adaylığını koysa iktidar olur imajına büründürüldü. Mavi Marmara olayıyla gelin görün ki Türkiye devleti kartondan kaplan bir devlet durumuna düşürüldü. Uluslar arası karasularında Türk vatandaşları adrese teslim İsrail tarafından katledildi. Buna karşı Türkiye’nin bir şey yapmamasından ve İsrail’e karşı ses çıkarmaması, Türkiye’den bir takım imkan ve kabiliyetler bizimle ilgili tehditleri bize karşı sahiplenir duygusunu çökerttiler.

Dünyadaki İslam ülkeleri ve mazlum milletler bakımından sadece Türkiye değil, büyük Selçuklu devleti, Osmanlı devleti ve hatta Orta Asya’dan başlayan Türk devletlerinden gelen özgürlük ve bağımsızlık üzerine inşa edildiği için o karakterle bizi de koruyabilir düşüncesiyle duyulan heyecan da ortadan kaldırıldı. Doğu Akdeniz’deki haklarından da Türkiye dışlatıldı.
Enerji savaşları açısından düşündüğümüzde  Suriye’nin de parçalanmasını bu yaklaşımla görmemiz gerekiyor. Zaten büyük Ortadoğu projesinin iki kilit ülkesi var biri Libya diğeri Suriye’dir. BOP’un başarısı bu iki kilit ülkenin parçalanmasından ve çökertilmesinden geçiyor.

Libya Kuzey Afrika, Suriye ise Ortadoğu bakımından  kilit ülkelerdi. Türkiye’deki işbirlikçiler iktidarı nasıl yönlendiriyorsa, Suriye ve Irak’ta da aynı durum söz konusu. Suriye’de Müslüman kardeşler eliyle bu yapılıyor. Arabistan ve Katar’da öyle. Emperyalist güçlerin izni olmadan haraket etme şansları yoktur. İsrail ile yakın ilişki içerisindeler. Arşivler yalan söylemez.  Hizb-ut Tahrir, Vahabilik bir İngiliz projesi ve Osmanlı devletini parçalamak için kurulduğunu iyi değerlendirmek lazım.  Boko Haram, El Şebap, El- Kaide, Taliban, IŞID o bölge halklarına karşı kullanılan projeler. Bölge ülkeleri, ekonomik, hukuk savaşları ve emformasyon, bilgi savaşları bakımından donanımlı değiller. Bu büyük tehditlere karşı, İktidarların, kurumların ve bölge halklarının bir bütün olarak karşı durmaları gerekir. Siyasetçiler kendi çıkarları için, yanlış söylemlerde bulunsalar da, sevindirici olan bölge halkalarının onlara geçit vermemiş olmalarıdır.

Tesnim Haber Ajansı: Türkiye silahlı kuvvetleri Suriye’de ve Menbiç’e yönelik bir operasyon düşünüyor. ABD Türkiye’yi PKK, YPG ve PYD konusunda aldattığı söyleniyor. Türkiye İsrail ve ABD’nin bunca yaptıklarına rağmen ilişkisini koparmadığını aksine ilişkileri geliştirmek için elinden geleni yapıyorken, Türkiye’nin bu operasyonda Suriye devleti ve ordusuyla birlikte hareket etmesi en güvenli ve akılcı yol olarak gözükmesine rağmen, Türkiye bundan halen neden uzak duruyor?

Sadettin Tantan: Bunu da anlamış değiliz, Recep Tayip Erdoğan’la Esat yönetimi arasındaki kavganın da ne olduğunu bilmiyoruz. İkisi kardeş gibiydi. Birlikte tatile gidiyorlardı, çay kahve içiyorlardı, ilişkiler her alanda gayet güzeldi. Burada acı olan Türkiye bir yanlışın içerisine itildi, ittirildi ve kaybetti. Sadece Türkiye’de değil bölge kaybetti. Büyük risklerle karşı karşıya bırakıldı. Yaşayan tarih Halep yok edildi. Tarihi ve kültürel miras yok edildi. Irak’ta da bu yaşandı. Türkiye’nin bu yanlışa neden itildi ve ittirildi bunu bir gün Erdoğan ve arkadaşları açıklayacaklardır. Türkiye burada kullanıldı. Bunu İran ve Suriye istihbaratı da biliyor.

Tesnim Haber Ajansı: Türkiye’nin bir Kürt sorunu vardı- yoktu tartışmaları hep yaşandı. Sayın Erdoğan önce yok dedi daha sonra var dedi. Kürtlerin siyasi iradesini temsil eden HDP ile hükümet çözüm süreci başlattı. Sarayda görüşmeler yapıldı, OSLO görüşmeleri ve PKK militanları için sivil mahkemeler kuruldu. Ancak 15 Temmuzdan sonra HDP Milletvekilleri tutuklandı. Siyasi müzakereler, çözüm süreci rafa kaldırıldı ve askeri bir çözüm ve operasyonlar devreye sokuldu. Bölgede binlerce insan göç ettirildi. Bu konuda AB ve BM’nin ciddi girişimleri de var. Neden durum böyle oldu ve nasıl çözülecek bu sorun?

Sadettin Tantan: Kürt sorunu diye bir sorun yok. Sorun PKK. Kürt kimliğini kullanan, özellikle emperyalistlere hizmet eden bir suç ve terör örgütü bu açık. Bu bölge insanlarını kullanmak isteyen, bölgenin yer altı ve yerüstü zenginliklerini kullanmak isteyen batının bölgeyi istikrarsızlaştırma arzusundan başka bir şey değil. PKK’ya fırsat vermeyen halk göçe zorlandı ama Kürt halkı direndi. Türkiye OSLO’da masaya oturtuldu. Taraf olarak oturtuldu. Bu çok acı bir şey. Hiçbir zaman da tasvip edilmedi. Bu bir çözüm süreci de değildi. PKK terör örgütünün uluslararası alanda tanınması için bir projenin adıydı. Bugün YPG, PYD ve PKK’nın ABD’nin müttefiki olması bunun bir yansıması olarak görmek gerekir.  Salih Müslüm’ün  de getirilip götürülmesi bunun  bir parçası.

ABD Türkiye’yi oyuna getirmedi, ABD’den icazet alan bir siyasi yönetimin yansıması, oyuna falan gelmiş değil. Bunların hepsi planlı bir proje. Siyasetin cehaletinden, bilgisizliğinden, geçmiş arşivi iyi okuyamamasından kaynaklanıyor böyle de bakmak  gerekiyor.

 Bölge ülkeleri olarak birlikte bu tehlikeyi ortadan kaldırmak lazım. PKK konusunda Türkiye, İran ve Suriye’nin bakış açısında da farklılıklar var.
Tesnim Haber Ajansı: Türkiye’nin ABD ve İsrail’le kurduğu sıcak diyaloğu, istihbarat paylaşımını neden İran, Irak ve Suriye yönetimiyle kurmuyor ya da kuramıyor bu Türkiye ve bölgenin reel politik ve ortak miras bağlamında daha çok faydasına değil mi

Sadettin Tantan: İşte bunu yaptırmıyorlar. Yaptırtmıyorlar. Evet, hem bölge hem de Türkiye büyük tehdit altında. Türkiye açısından bu iktidarın bunu öngörmediğini görüyoruz. Yani bir ülke kendi güvenliğini Amerikalı bir generale devredebilir mi? Bunu göremedi ve Türkiye kaybetti ve kaybetmeye de devam ediyor. 
Bu örgütlerle kolluk güçlerimizi cansiperane mücadele ediyor bunu da görmemiz lazım. Halk ta bu örgütlere destek vermiyor. Beyaz adam köle devşirirken, köleleri Afrika’dan kim getirip beyaz adama teslim ediyordu yine oradaki yerli işbirlikçiler. Değişen bir şey yok kaybeden İslam dünyası.

Tesnim Haber Ajansı: Türkiye- İran ilişkilerine gelecek olursak bölgenin en güçlü iki ülkesi. İki ülke arasındaki ilişkiler sizce olması gereken yerde mi, değilse neden,olması gereken nokta neresi sizce?

Sadettin Tantan: Ben kendi bakanlığım döneminde İran’a gittim. Bu PKK konusunda görüşmelerimiz oldu. İlişkiler iyi. Halkların kendi arasında bir sorunu yok, aynı coğrafyanın insanları. Türkiye ve İran’ın birlikte hareket etmesinde büyük faydalar var. Birlikte kalkınmaları gerekiyor. Siz komşularınızla birlikte kalkınmazsanız güç oluşturmazsanız bölgenin güvenliği olmaz. Dünyada, bölgede bir savaş var. Bu coğrafyada bölge ülkeleri iç içe olması gerekir, Siyasi, ekonomik, sanayi girişimcilerinin, karşılıklı bilgi paylaşımlarının olması gerekiyor. Avrasya, Şangay beşlisi deniyor ya Atlantik’ten Pasifik’e bir kayış söz konusu. Farklı inançları zenginlik sebebi olarak görmek gerekir. Birlik, kardeşlik ruhu ve hukukuyla hareket etmek ve bunları geliştirmek gerekiyor. Dini siyaset ve ticaret aracı olarak görmemek gerekiyor. Bu bağlamda İslam dünyasında din adamlarına, ilim adamlarına büyük görevler düşüyor.

Tesnim Haber Ajansı: Türkiye’nin bölgede bir denge unsuru olması, yurtta barış, dünyada barış ilkesine yeniden dönmesi, ülke içinde ve bölge siyasetinde birlik dilini kullanan, mezhep ve ırk dilini kullanmayan bir Türkiye nasıl mümkün olur sizce?

Sadettin Tantan: 15 Temmuz’un ardından önümüze referandum konuldu. 16 Nisan bu millet için bir kurtuluş günü olacak Hayır diyerek. Bölge ve İslam dünyası ve mazlum milletler açısından bir başlangıç olacak. Bu iktidar kurumları ortadan kaldırarak şahsi bir devlet kurmak için bu yetkiyi eline almak istiyor. Bu iktidarın eliyle hem kendi yandaşları, hem PKK, KCK zenginleşti başta FETÖ cemaati olmak üzere diğer cemaatler büyük zenginliğe ulaştılar. Onların yararlanması açısından bir de BOP’un uygulanması ve bölge haritasının değişmesi açısından büyüyerek küçültülen bir Türkiye’nin olmaması için hepimizin arzu ettiği bir Türkiye’nin oluşması, yeni bir siyasi anlayışın yeniden hakim kılınacağına yüzde yüz inanıyorum. Türkiye’nin başka yolu da yok.

Tesnim Haber Ajansı: Bu süreçte Hayır cephesine karşı bir baskı var mı?
Sadettin Tantan: Bu açıkça ortada. Bütün medya ellerinde eşit şartlarda bir referandum çalışması yok. Dayatma ve baskı var her konuda bir mağduriyet edebiyatı yapılıyor. Türkiye iktidarı ve muhalefetiyle siyasi anlayışını değiştirmezse burada sadece Türkiye değil, bölge ülkeleri de planlanan savaşlarla karşı karşıya kalır.

Tesinm Haber Ajansı: Bütün bunlar yaşanırken bir yandan da Kıbrıs müzakereleri yapılıyor. Ancak gündemde yok. Neler söyleyeceksiniz?

Sadettin Tantan: Türkiye’nin Akdeniz’de 18 adasına el konması batı projesiydi. Özellikle Almanya projesi olarak bakmak lazım. Kıbrıs konusunda ise AB Kıbrıs’ı kılçıksız yutmak istiyor. ABD burayı bir üs yapmak istiyor. İsrail bir yandan Kıbrıs’ı elimizden almak istiyorlar. Neden çünkü Doğu Akdeniz havzasına, Karadeniz havzasına hakim olmak istiyorlar. Buralara hakim olmayan bir emperyalist güç, Hazar havzasına hakim olamaz. Neticede Asya ve Afrika’ya el koyamaz. Hürmüz ve Bab-ı Mendep boğazlarını ele geçirmek ve bu bölgeyi teslim almak istiyorlar. Yemen’deki savaşın da adı budur. Bütün bu planların bozulması gerekir, daha doğrusu bozmamız gerekir.
***

17 Nisan 2020 Cuma

REFERANDUM ve ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ.,

REFERANDUM ve ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ.,


İktidar, Demokrasiden Uzaklaşıyor.,
 Yekta Güngör Özden 
EYLÜL 2010 SAYI: 26

2 Mart 1988 tarihinde Anayasa Mahkemesi Başkanvekilliği, 8 Mayıs 1991 ve ardından 25 Mayıs 1995’te ikinci defa Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yaparak,
1 Ocak 1998 tarihinde emekli olan Sayın Yekta Güngör Özden ile Anayasa değişiklik paketinin hazırlanış-sunuş sürecini ve referandum sonucuna dair öngörülerini konuştuk. 
    Anayasa değişikliği evrelerinde demokratik yollara özen gösterilmediği gibi içeriğin, yargıyla ilgili bölümlerinde demokrasiye uygun davranılmadığının çok belirgin olduğuna dikkat çeken Özden, “Ne toplumsal uzlaşma izlenmiş ne de çağımızın evrensel değerlerine uyulmuştur” dedi. Açıklamasının devamında 
  ‘Güçler ayrılığı’ ilkesinin göz ardı edilmekle kalınmamış olduğunu vurgulayan Özden, ‘güçler birliği’ ile ‘tek adamlık’ düzenine özlemi gerçekleştirecek
bir yapı düşünüldüğünü ifade etti.

    Anayasa Mahkemesinin, kararı konusunda ise “Anayasa Mahkemesi, hukukun siyasallaşmasını önlemek görevinde bu kez başarılı olamamış, kendi geleceğini
de iktidarların avucuna düşürmüştür” diye konuştu. Referandum içeriğinde yer alan değişikliğin tümünün birden oylanmasının ise büyük bir hata olduğunu
kaydetti. Referandum kampanyalarında iktidarın hırs ve imkânlarının üstünlüğü nü vurgulayan Özden, ülke rejiminin devamı için siyasi partilerin ve demokratik  tüm kurumların el birliğiyle halkın bilinçlendirilmesi yönünde başarılı çalışmalar yapması gerektiğini belirtti ve oyların, ‘Namus’ bilinerek, bilinçle kullanılması  gerektiğini söyledi.


İktidar, Demokrasiden Uzaklaşıyor.,



    Anayasa Değişikliğinin siyasal bir kalkışma olduğu açıktır Anayasa değişiklik paketinin hazırlanış, sunuş ve referanduma gidiş şekli anayasaya uygun
mudur? “ Sivil Anayasa yapacağız ” diyen iktidar Demokratik yollardan geçerek mi bu hazırlığı yapmıştır?

    Anayasa, ülkenin ulusal yaşamının düzenlenmesinde ve devletin örgütlenmesinde en etkin yeri olan hukuksal metindir. Bu nedenle ulusal yaşam andıdır. 

    Böyle bir belgenin hazırlanmasından yürürlüğe konulmasına kadar tüm aşama ve evrelerde, toplumsal katkıya ağırlık ve öncelik verilmelidir. 

Yalnız iktidarın ya da siyasal partilerin istencine bırakılırsa benimsenip içselleştirilmesi, etkinlik ve saygınlığı yeterli olmaz. Değişikliklerden, yeniden-al baştan yapımına değin, tartışmalarla gölgelenir. AKP iktidarı, kendi eğilim ve bağımlılığına uygun bir düzen peşindedir. 

    Bu zayıflığı, Anayasa Mahkemesi kararıyla; ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak’tan aldığı ceza ile vurgulanmıştır. ‘ Ilımlı İslam’ Devleti yapısına ulaşmak için  göz ardı ettiği ilkeler bir yana, yurdun kurtuluşu ve cumhuriyetin kuruluşu konusundaki ilkelerle, değerleri de yıkmak ve yıkılmasına seyirci kalmak gibi bir tutum içinde olmuştur.

   Önündeki engelleri kaldırmak için de Anayasa değişikliğini kaçınılmaz görünce kendi kafasına uygun kimi hukukçulara bir ön metin hazırlatmış, tepkiler alınca 
sumen altı etmiştir. Sonra başka konulardaki olumsuzluklar da eklenince kendilerini korumak ve kurtarmak amacıyla güvenceye almak için yargıyı ele geçirmek  üzere yanıltıcı ve aldatıcı başka kurallarla süsleyerek, gündeme getirmiştir. Yine kendine yakın kuruluşlarla görüşüp desteklerini alarak, Yasama organına sunmuştur.

    Oysa toplumun her kesiminin, özellikle üniversitelerin, baroların, meslek odalarının, uzmanların görüşlerini de aldıktan sonra kendisi için değil; ulus için, devlet için yaraşır bir Anayasa taslağı oluşturmalı idi. Bundan kaçınmıştır.

     Yaklaşan genel seçim nedeniyle telaşa düşmüştür. İsviçre’de, 1974’te başlatılan değişiklik, 2001 yılında yürürlüğe konmuştur. Bizdeki alelacele Anayasa değişikliğinin siyasal bir kalkışma olduğu açıktır.

     Ayrıca TBMM görüşmelerinde İç Tüzük’e uygun davranılmadığı, 111 milletvekilinin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuruda açık seçik ortaya konulmuştur.

Sonucu, sağlama bağlamak isteyen iktidar, ‘Anayasa değişikliklerinin Halkoyuna Sunulması Hakkında’ 23.5.1987 günlü-3376 no’lu Yasa’nın 2. Maddesindeki
120 günlük süreyi 45 güne indirmek için Meclis’e değişiklik tasarısı getirmiş ancak 60 gün ile yasalaşmıştır.

Bu da Yüksek Seçim Kurulunun Anayasanın 67/son fıkrası gereğince değişiklikten bir yıl sonra uygulanması kararıyla başarıya ulaşamamıştır.

Sivil Anayasa’, ‘reform’, ‘demokrasinin açılımı’ sözlerinin gerçeği yansıtmadığı, asıl amacın; ‘Yandaş Yargı’ oluşturmak olduğu ilgililerinin konuşmalarından, yandaş medyanın sürdürdüğü izlencelerden, düzenlenen etkinlik ve tartışmalardan bellidir. 

   Anayasa değişikliği evrelerinde demokratik yollara özen gösterilmediği gibi içeriğin, yargıyla ilgili bölümlerinde demokrasiye uygun davranılmadığı çok belirgindir.
   Ne toplumsal uzlaşma izlenmiş ne de çağımızın evrensel değerlerine uyulmuştur.
Güçler-erkler ayrılığı göz ardı edilmekle kalınmamış, ‘güçler birliği’ ile ‘tek adamlık’ düzenine özlemi gerçekleştirecek bir yapı düşünülmüştür.

   Yargı bağımsızlığı ile gerçekte halkın, hak arama özgürlüğünün ve adaletli yargılanma hakkının dayanağı olan ‘yargıç güvencesi’ çiğnenmiştir. 
Olanlar da olacakların habercisidir…

   Anayasa Mahkemesi kendi geleceğini de iktidarların avucuna düşürmüştür Anayasa Mahkemesinin referandum hakkında aldığı karar konusundaki
görüşleriniz nedir?

    Anayasa Mahkemesinin halk oylaması konusunda aldığı kararın, olumlu ve olumsuz yönleri vardır.

    Kuşkusuz, Anayasa’nın 148. maddesi gereğince iş olsun türünden Anayasa değişiklikleri için getirilen sınırlı denetim, biçim denetimidir. 
Mahkeme, asla öz (esas) yönünden denetim yapmamış, denetimini biçim yönünde yapmıştır. Tersine nitelemeler ve savlar, iktidarcılarla iktidarın gerçek
dışı sözleridir. İşlerine gelmeyen karara karşı, ağızlarına geleni söyleme alışkanlığından dır. Bu da yetmiyormuş gibi üyeleri, medyaya sızdırılıp
yanlış yorumlanan ve amaçlı değerlendirilen konuşmalar ve gözdağı niteliğindeki tutumlarla baskı altına almışlardır. 

    Mahkeme, Anayasa’daki basit üç koşuldan önce ‘Değiştirilmesi öngörülemez kurallara yönelik değişiklik önerileri biçim konusu olduğundan’ incelemesini bu
yönde yaparak sonuca varmıştır. Elbet denetlenen, metindir. Elbet iptal, kimi düzenleme bölümlerini geçersiz kılacaktır. Bu, esasa yönelik inceleme yapmak 
olmadığı gibi yetki gaspı vs değildir. Mahkemeyi kapatmaktan söz edip üyelere yaptırım uygulanmasını öneren Meclis Başkanlarının katılınması olanaksız, 
konumlarına yaraşmayan sözleri AKP’li anlayışının yankılanmasıdır. Hukuk devleti anlayışıyla asla bağdaşmayan bu tutucu, sömürücü anlayış, karşı karşıya
olduğumuz tehlikelerin belirtilerinden kimilerini özetlemektedir.

    Mahkeme, biçim yönüne ilişkin incelemenin anlamını ikinci kez belirlemiştir. ( Birincisi, Anayasa’nın 10. ve 42. Maddelerine yönelik biçim nedeniyle geri 
çevrilen değişiklikte olmuştu). Anayasa değişikliklerinin halkoyuna sunulmasından sonra denetlenebileceği savını da çürütmüştür.

    Anayasa’nın 148, 175. maddeleriyle 3376 no’lu Yasa’nın ilgili maddelerine aykırı savın yerinde olmadığı, karara bağlanmıştır. Denetlenen,
Resmi Gazete’de yayımlanan yasadır.

    Ancak denetlenen maddelerde iptal edilen tümceler toplam 48 sözcüktür. Bunların kaynağı, temeli olan kuralın, hukuka uygun bulunması yanlış olmuştur. Bu sonuçta baskılardan, atama yöntemlerine, kişilerle ilgili söylentilere kadar geniş bir kuşku alanının etkisi olup olmadığı gerekçeli kararın karşı oylarla birlikte yayımlanmasıyla anlaşılacaktır.

Mahkeme, bir olanağı kaçırmış; 1961 Anayasasının getirdiği açılımın askeri yönetimce daraltılmasını önlemek ve aykırılıkları gidermek fırsatını değerlendirememiştir.

    Bu, Sosyal Siyasal bir karar değildir.


Ancak Cumhurbaşkanının üye atamasının yanlışlığını bir kez daha kanıtlamıştır.
Anayasa Mahkemesi, Hukukun siyasallaşmasını önlemek görevinde bu kez başarılı olamamış, kendi geleceğini de iktidarların avucuna
düşürmüştür.

    ‘Darbe Anayasası’ diye anılan anayasamıza göre yapılması planlanan değişiklik paketi ile gerçekten sivil ve demokratik bir anayasaya
kavuşacak mıyız?

    Değişiklik Paketinin ‘gerçekten sivil ve demokratik bir Anayasa’ ile ilgisi bulunmamaktadır. Gerçekten demokratik bir Anayasa istense idi yargıyla ilgili kurallar böyle olmazdı.

     Yandaş Yargı, İktidar Yargısı, Sözde Yargı, Göstermelik Yargı savlarına haklılık veren yapıyı öngören değişikliğin öbür kuralları yıllardan beri söylenen, istenen, beklenen kurallardı. Kimileri yazıla, söylene bıkkınlık getirmişti. Kimileri de olağan gelişmeleri içermektedir.

     Ancak kişisel, toplumsal yaşamda kazandıracakları çok az olmaktadır.

1961 Anayasasının getirip 1982 Anayasasının götürdüklerini geri getirmektedir. Maddeler, ayrı ayrı değerlendirilse; yargı değişikliğini sağlamak için konulan süsler, dolgu maddeleri olduğu benimsenir. Üniversite özerkliği, işsizlik, toplu sözleşme, devrim yasaları vb konularda atılım sayılacak hiçbir ilerleme yoktur.

    İktidarın tutumu, demokrasiye yakınlaşmayı değil, demokrasiden uzaklaşmayı göstermektedir. Olanlar ortadadır. Gözaltılar, tutuklamalar, özel yetkili mahkemeler, özel yaşamın gizliliğinin çiğnenmesi, iletişim özgürlüğü, rektör ve yargı üyesi atamaları; nasıl gidildiğinin göstergesidir…

Oluşan, ‘ AKP Anayasası’dır.


Değişikliği öngörülen maddeler hukuksal açıdan ne kadar yeterlidir?
Değişikliği öngörülen Kurallar, biraz önce de değindiğim nedenlerle gereksinimleri karşılayacak durumda olsalar bile değişikliğin tümü yetersizdir.

     Yargıyla ilgili kuralların dışındakilerin getireceği bir şey yoktur ama değişikliğinin tümünün özellikle yargıyla ilgili kurallarının götüreceği çok şey vardır. 
Değişikliğin tümünün birden oylanması da (Meclis’te 367 oyun altında kaldığından, oylamanın nasıl yapılacağını Meclis kararlaştırıyor) bir büyük hatadır. 

    Değişiklik, yürürlüğe girerse yargı bağımsızlığından, yargıç güvencesinden, demokrasiden, insan haklarından, hukuk devletinden, laiklikten söz
etmek olanaksız kalacaktır. 
    Artık yargı, iktidar partisi il ve ilçe başkanlarıyla Adalet Bakanlarının Etkisinde, Milletvekillerinin Pençesinde kıvranacaktır.

Anayasa, Danışma Meclisi’nden ve halkoyundan geçmiştir. Askerlerin etkisi ve ağırlığı açık olmakla birlikte ‘Askeri Anayasa’ demek yanlıştır. ‘Sivil Anayasa’ deyişi, tıpkı Cumhurbaşkanını halk seçtirerek olumlu bir şey yapılıyormuş göstermeye benzemektedir. Başbakanın, “Şimdi halk karar verecek, millet söz söyleyecek” diyerek, yığınları okşamasının bir türüdür. Oluşan, ‘AKP Anayasası’dır. Bu bakımdan maddelerin ayrı ayrı değerlendirilmesini gerekli ve yararlı bulmuyorum.

Yargıyla ilgili maddeler dışındakilerin yürürlüğe girmelerinin yararı olmasa da sakıncası yoktur ama yargıyla ilgili maddeler yürürlüğe girerse sakınca, çok büyük olur. Öbür maddelerin anlamı ve değeri azalır.

     TC Anayasası değişiklik paketinin halka anlatılması ve halkın aydınlatılması koşulları için zamanlama ve duyurular yeterli midir?

Değişiklik paketinin halka anlatılmasının süresi ve koşulları yeterli değildir. Seçim yasalarının kuralları uygulanacağından ‘yasak’lar, kimi yerlerde yönetimin baskıya dönüşen el atmalarıyla zamansız ve yersiz uygulanmaktadır. Halkımızın siyasal, toplumsal, kültürel düzeyi bellidir. Hukukçuların kimilerinin bile güç anladığı kuralları, halkımızın anlayarak değerlendirmesi beklenmemelidir. Spor takımları tutar gibi parti tutma biçiminde oylama bilinmektedir. Buna karşın, son siyasi gelişmelerin umut rüzgârı estirmesi olumlu bir yöneliş sayılmaktadır.

     Halka anlatma yolunda medyaya, aydınlara, demokratik kitle örgütlerine büyük görev ve sorumluluk düşmektedir. İktidar ağırlıklı medya yanında, 3376 no’lu Yasa’nın Cumhurbaşkanı’na bile yer vermesi, ‘silahların eşitliği’ ilkesine uyulmadığının göstergesidir. 

     Bunlar gözetilerek çalışılmalıdır.

Ülke rejimi bu Anayasa değişikliğiyle tehlikeli bir dönemeçtedir Bir takım partilerce bunun bir siyasi oylama gibi algılatılması yönündeki
çalışmaların ülke rejimi açısından yanlış boyutu nedir?
Kimi partilerin davranışı, ülkenin geleceği yönünden sakıncalar taşımaktadır. Eğilim, anlayış birlikteliği ve benzerleriyle iktidarı destekleyenlerin hukuk devleti- gerçek demokrasiyle hiçbir bağları olmadığı daha iyi anlaşılmaktadır. Yeni bir Anayasa yapmak yolunda girişimde bulunmak yerine, yamalarla 16. Anayasa değişikliğine destek vermek; iktidarın koluna takılıp yürümekten başka bir şey değildir. Oylamanın,
“AKP’ye Hayır” biçiminde algılanıp uygulanacağı kanısı yaygındır.

     Bunu, seçime bırakıp Anayasa’yı ulusal yaşamımız ve hukuksal içeriğiyle değerlendirerek oy kullanmak gerekir. Halkımızın sağduyusunun
egemen olması dileğindeyim.

     Seçimlerde halka nasıl yaklaştığı, valiler eliyle neler yaptığı bilinen iktidarın, kendisi için yaşam koşulu sayarak neler yapacağı kestirilemez.
Çok dikkatli olmak zorunluluğu paylaşılmaktadır. İktidar, her ne kadar tersini söylese de halkoyunun ‘Hayır’la sonuçlanması, çekilmesini hızlandırır. Ülke rejimi, bu Anayasa değişikliğiyle tehlikeli bir dönemeçtedir.

    Siyasal Partilerin, iyi düşünüp iyi çalışmaları yalnız görevleri değil, varlıkları nedeniyle de borçlarıdır.

Şimdiden korsan afişler kullanılmaya başlanmıştır!

    Oy’lar; ‘namus’ bilinerek ve bilinçle kullanılmalıdır Evet/Hayır sonuçlarına göre özellikle hukuk, yargı, kuvvetler ayrılığı ve rejim kapsamında Türkiye,
ne gibi konulara hazırlıklı olmalıdır?

    Anayasa değişikliği halkoyundan olumlu (‘Evet’ oylarının fazlalığıyla) çıkarsa, erkler ayrılığından söz edilemez.

Yargı, siyasal iktidarın eline geçer. Günümüzde yüksek yargı organlarına nasıl atama yapıldığı belli iken gelecekte hiçbir sınır ve ölçü tanımadan, siyasal yanlılıkla bu işlemler yürütülecek, halkın adalet beklentisi, siyasal dayanaklara bağlı olacaktır.

     Laiklik ilkesine ödünlerle yaklaşanların arttığı bir ortamda bu ilke sulandırılacak, hukuk devleti ilkesiyle birlikte zayıflama, cumhuriyetin temel
niteliklerini geçersiz kılacaktır.

     Bunun sonu karanlıktır. Tek adamlığa yöneliş de hızlanacaktır. Dikta belirtilerinin birbirine eklendiği günümüzün yarını, Ortadoğu ülkelerinin
çektiği sıkıntıların kaynadığı kazan değil, ‘kazanı kaynatan ocak’ olabilecektir. Demokrasi amaçlanarak kurulan cumhuriyetin temeli olan ‘erkler ayrılığı’ ilkesinin kaldırılması amacıyla rejim güvencesiz kalacak; kargaşa, ‘Ilımlı İslam’ devletiyle bile giderilemeyecektir.

     Cumhuriyetin Kalelerini bir bir ele geçiren iktidar, Bu değişiklikten sonra başka işlemler, başka değişiklikler gerçekleştirecek, Af yasası ile kendini sağlam bir zırha alacaktır. Dokunulmazlıklara dokunmayarak sergilediği söze bağlılık, davranışıyla içtiği andan bağlılık aykırılıkları herkesi düşündürmeli, oylar; ‘ Namus ’ bilinerek ve bilinçle kullanılmalıdır. Bu yolun geri dönüşü olsa bile çok güçtür; zaman yitirilerek, yaşam değerlendirilemez.

    Özetleyerek anlatmaya çalıştığım nedenlerle 12 Eylül 2010’da yapılacak halk oylaması, hepimiz için (kişisel ve kuruluşlar olarak) bir ders, bir sınav niteliğindedir. 
    Siyasal iktidarı anayasa, hukuk, adalet ve ahlak sınırında tutmakla görevli yetkili Anayasa yargısından, siyaset yaptığını sananlar hiç hoşlanmaz. Her yaptıklarının geçerli sayılmasını isterler.
Anayasa’nın 148. maddesindeki yasaların son oylama çoğunluğu, Anayasa değişikliklerinin önerme, kabul çoğunluğu ve iki kez görüşme zorunluluğuyla sınırlı biçim incelemesinin dar anlamdaki basitliği, bir denetim değildir. Denetim sayılması istenen bir geçişme dir. Bununla Anayasa Mahkemesinin elini kolunu bağlayarak, kendilerinin denetimsiz ve sınırsız yetkilerine ölçü koyulmasına karşı çıkmak, demokrasiyle bağdaşan bir anlayış olamaz.

    Kanun hükmünde kararnamelere ilişkin görüşme yöntemine de uyulmamaktadır.
Yönetimin her tür eylem ve işleminin bağımsız yargının denetimine açık tutulması zorunluluğuna işlerlik kazandırmak için atılan adımlar olumlu olmakla birlikte yeterli değildir.

    1961 Anayasası döneminde Yüksek Hâkimler Kurulu’nun kararları, yargı denetimine bağlı idi. 
Şimdi bu yolun açılması iyi ama Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun başında Adalet Bakanı, içinde Bakanlık müsteşarı olduktan, üyelerinin seçilmesinde
yönetimin (Cumhurbaşkanı, Anayasa’nın 8. maddesine göre Yürütme’nin içindedir) ağırlığı bulunduktan sonra yargının bağımsızlığı savunulamaz.

    Anayasa Hukukçularının eleştirileri kimi gazete ve dergilerde yayımlanmaktadır.
İktidar yandaşları dışında halk oylamasına olumlu bakanlar, ‘yok’ denecek kadar azdır.
Bilimin, aklın, deneyimlerin ve olayların ışığında yargının bağımsızlığını tümüyle ortadan kaldıran bir Anayasa değişikliğinin benimsenmesi, olanaksızdır.
Her kesimin ağzına bir parmak bal sürülerek oylarını kazanmak yolu izlenmekte dir ama hukuk devleti olmadıktan sonra bu bal, zehirden farksız olur. 
    Zamanla, tadı kaçar. İnanç sömürüsüyle demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri sömürüsü birlikte yürütülmekte, adalet, hukuk ve yargı anlayışındaki bozukluklar da uygulamalarla sürdürülmektedir.

    Üniversitelerin genelde suskunluğu, kimi hukukçuların yandaşlığı, kimi medya tetikçilerinin saldırısı da üzüntüyü arttırmaktadır.

Yargısı bağımlı, yanlı, ön yargılı hukuk devleti olamaz. Hukuk devleti olmayınca da demokrasi olamaz.

Demokrasi olmayan yerde de insan hak ve özgürlükleri olmaz.

İktidar olur, muhalefet olmaz. Muhalefet olmayınca denetim olmaz; dikta olur…

Peki, Anayasa Mahkemesi Başkanının kararları duyurması yöntemi uygun mu?

Yanlış anlaşılan durumu açıklamak için bu soruyu da ben kendi kendime sorarak, derginizin okurlarına ve yurttaşlarıma bilgi vermek istedim:

Anayasa’nın 153. maddesinin 1. Fıkrasının ikinci tümcesinde;

“İptal kararları, gerekçesi yazılmadan açıklanmaz” denilmektedir.

     1961 Anayasası’nın ilk biçiminde kararların verildiği gün yürürlüğü benimsenmişti. 1971 değişikliğinde, gerekçeli yayımla yürürlüğe gireceği
öngörüldü. 1982 Anayasası, Resmi Gazete’de yayım koşulunu yineledi (Mad.153/Son). Şimdiki durumda iptal kararlarının gerekçesi yazılmadan
açıklanmaması ‘ret kararı’nın açıklanmasında uygulanmıyor. Açıklanmayınca, iptal kararı verildiği sanılıyor ama karar, ret de olabiliyor. 

İptal ile Ret karışınca, Sakıncalar doğabiliyor.

Bu nedenle 1983 yılından beri kararlar açıklanmıyor; sonuç bildiriliyor.
Açıklama; kararın gerekçesi, karşı oylarıyla birlikte olur. Oysa sonuç bildirilerek kamuoyu aydınlatılıyor, Yasama organıyla Yürütme organına işlemler konusunda ışık tutuluyor, ilgililer de karışık ve yanlış anlamalardan kurtuluyor. Anayasa Mahkemesi kararları geriye yürümediğinden iptal edilen kararla yapılması olanağı bulunan kimi işlemler, karar yayımlanıncaya kadar yapılmaktan uzak kalınabiliyor. Hukuk devletinde kararı açıklamanın yararı var, zararı yok ama ‘ açıklamanın koşulları ayrı… Anayasa’ya iktidarın kendi dediklerinin yanlış da olsa egemen kılınması için koydukları bu kurala da aykırılık olmaması için yapılan duyuru, açıklama değil; sonuç bildirmelidir. Bunun yöntemini de Başkan belirlemektedir. Benim zamanında bu görevi, Başkan vekiline vermiştim. Şimdiki Başkan, kendisi basın ilgilileri önünde açıklamakta, kişisel görüşlerini de yansıtmaktadır.

Bu katılınsın, katılınmasın; onun, bileceği iştir...

Anayasa Mahkemesi kendini yasa koyucu yerine koyarak bir hüküm hiç kurmamıştır Bir de “Anayasa Mahkemesi’nin, kendini yasa koyucu yerine koyarak yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm kuramayacağına”
ilişkin Anayasa’nın 153. maddesinin 2. Fıkrası var: Bu gereksiz ve anlamsız kural, üyelere; “ Milletvekilliği yapmayın; Mahkeme olarak kendinizi, Meclis yerine koymayın!” demektedir. Buna gerek var mı?

    Üyeler, yetki ve görevlerini bilmezler mi? Doğal olarak kimi kararlar, düzenlemeden başka bir duruma neden olabilir. İstenenle, karar bağdaşmazsa
durum değişir. 2. Fıkra siyasetçilerin, amaçlı ve yanlış anlamalarıyla Mahkemenin suçlanmasına neden olmaktadır.

Mahkeme, hiç bir zaman kendini yasa koyucu yerine koyarak bir hüküm kurmamıştır. 

Yapması gereken işi yapmıştır. 

Sonucun Meclis düzenlemeleriyle ters düşmesi, yasa koyucu yerine geçmek, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde kural koymak sayılması
doğru değildir.
Anayasa değişikliklerimiz diğer ülkelere oranla çok sık yapılmakta Anayasa’nın 81. ve 103. maddelerindeki andı içenlerin antlarına aykırı tutum ve davranışlar içinde olması da ülkemizde Anayasa’ya bağlılığın, hukuka saygının, yargıya güvenin yeterli olmadığının kanıtıdır.

Sorunun asıl yönü budur.

Türkiyemiz deki ölçüde sık sık ve çok Anayasa değişikliğinin başka ülkelerde yapıldığına rastlanmamaktadır.

Gereken özenin gösterildiği kanısında olmadığımı üzülerek belirtiyorum.


****

1 Kasım 2017 Çarşamba

ALLAH'IM AKLIMIZA SAHİP OL, BU ŞEREFSİZLİĞİN HESABINI VERECEKLER


ALLAH'IM AKLIMIZA SAHİP OL,BU ŞEREFSİZLİĞİN HESABINI VERECEKLER,


Kimden: refhan irtem <rfhi...@gmail.com>
Tarih: 24 Ağustos 2010 18:15
Konu: Re: ALLAHIM AKLIMIZA SAHİP OL....................................
Kime: adam-gib...@googlegroups.com

BU ŞEREFSİZLİĞİN HESABINI VERECEKLER...DEDİ...

Siyasi iktidar bu gün Devlete  hükümet ediyorsa devlet olarak yaptıklarının kanıtıdır zaten. 
Devlete suçu atmak devletlik olsaydı başımızda bir devlet var diye düşünürdük. 
Demek ki başımızda devlet de yok Hanefi Avcı'nın kitabında ki gibi cemaatlerin eline geçmiştir.Bu da gösteriyor ki cemaatlerden emir alınıyor çünki devlet yok!


24 Ağustos 2010 06:42 tarihinde BİLGİ NOTU <blgnt...@gmail.com> yazdı:




Görüşmeyi Hükümet değil, Devlet yapar,


Erdoğan, “İktidar olarak hiçbir zaman terör örgütüyle veya temsilcileriyle masaya oturup görüşme yapmayız. Şu veya bu şekilde çeşitli kurumlarıyla bu tür bazı münasebetler gerekirse devlet onu kendisi yapar” dedi

Görüşmeyi hükümet değil, devlet yapar, Başbakan Tayyip Erdoğan, hükümet olarak hiçbir zaman terör örgütü veya temsilcileriyle masaya oturup görüşme yapmayacaklarını vurguladı. Show TV’de Siyaset Meydanı programına konuk olan Erdoğan “terör örgütünün eylemsizlik kararı ve buna bağlı olarak hükümetin ya da devletin terörist başı ile irtibat kurduğu” yönündeki iddialar anımsatılarak, “ Danışmanlarınızdan Yalçın Akdoğan’ın bir yazısı çok çarpıcıydı, ’ Evet hükümlü ile görüşme olmayabilir bir temas olabilir ’ şeklinde. Böyle bir temas var mı?” sorusu üzerine Başbakan Erdoğan, şunları kaydetti:

DEVLET KENDİSİ YAPAR: Burada bir şeyi birbirine karıştırmayalım. Biz siyasi iradeyiz, siyasi iktidarız. Biz iktidar olarak, siyasi hükümet olarak hiçbir zaman bir terör örgütüyle veya temsilcileriyle masaya oturup görüşme yapmayız. Böyle bir şeyimiz bizim asla olmamıştır, yoktur, olamaz da. Şu veya bu şekilde çeşitli kurumlarıyla bu tür bazı münasebetler gerekirse devlet onu kendisi yapar. Burada bunu birbirine karıştırmamak gerekir.

BAZI KİLİTLERİ AÇMAK İÇİN: ( “Devlet kurumları” ile neyi kastettiğinin sorulması üzerine) Devletin İstihbarat kurumu vardır. Bu istihbari görevdir. İstihbari görev nedir, bazı kilitleri açmak içindir, çözmek içindir. Bunları yapar ama hiçbir zaman siyasi irade kalkıp da muhatap alıp masaya oturmaz, böyle bir şey olamaz. 

KİMSE BİZE YIKAMAZ: İstihbarat örgütlerinin görevi de nedir, ağırlıklı olarak zaten bu tür görevlerdir. Bunu yaparken de niçin yaparlar, bir çözüm kilidi açmak için yaparlar. Burada muhalefetin söylediği gibi arkadaşlarımın veyahut siyasi iradenin görüşmeler yaptığı, masaya oturduğu yani bu, ağır konuştum ama bu bir şerefsizliktir. Böyle bir şeyi kimse bize yıkamaz. Böyle bir şeyi ne ben, ne arkadaşlarım, ne benim bilgim dahilinde siyasi iradeden hiçbir kimse bugüne kadar yapmamıştır, yapamaz.

NASIL OLUR DA İNANMAZSINIZ: Burada örgütün kendini meşrulaştırma gayreti var. Bu meşrulaştırma gayreti içerisinde adeta bizi bir karşı taraf olarak masada gösterme gayretidir bu. Bunun da destekçileri ana muhalefettir, diğer muhalefet partileridir. Onlar da onlara meşruiyet kazandırmak için gayretin içerisinde bulunuyorlar. Nasıl olur da siz Kandil’deki adamın sözüne inanırsınız ama bu ülkenin Başbakanı’nın sözüne inanmazsınız. Bu gaflet değil, dalalet değil de nedir?




82’DE ‘HAYIR’ DEDİM: “ 12 Eylül 1982 Anayasasında oyunuzun Rengi neydi?” sorusu üzerine Erdoğan, “ İnancaksanız, ‘ Hayır’ dedim” karşılığını verdi.  

KILIÇDAROĞLU’NA ÇAĞRI: (CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun “ Anayasa paketinde neden grev hakkı yok ” sözleri üzerine) Buradan çağrı yapıyorum. Bu konuda kararlıysanız gelin, biz Türkiye’de çalışanlar olarak işçi memur ayrımını kaldıralım. Kendilerine grev hakkını hep birlikte verelim.  

AVCI’YA YANIT: (Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın “ Haliç’te Yaşayan Simonlar Dün Devlet Bugün Cemaat” kitabındaki iddialarla ilgili soru üzerine) Talihsiz bir iştir. Devlet memurunun bu tür bir eseri yazmasının nasıl olacağı konusunu bimesi gerekir. Bunun yasal mevzuat içinde kuralları var. Teftişten sonra konuyu bir yere İçişleri Bakanlığı’mız bağlayacaktır. Ben o iddiaların üzerinde durmam. 



CHP ve MHP’nin Dili Kandil’le örtüşüyor

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Van’da dün 15 bin kişiye seslendi. CHP ve MHP’ye yüklenen Başbakan Erdoğan, şunları söyledi: “Gördünüz değil mi?Dörtyol’da ortaya çıkan kirli ilişkiler dikkatinizi çekiyor değil mi? Kandil ile MHP’nin, Kandil ile CHP’nin dilinin nasıl örtüştüğünü görüyorsunuz değil mi? Terör örgütü burada dağlarda güvenlik güçlerimize vuruyor, Ankara’da CHP ve MHP hükümete vuruyor. Kandil’den iftira atıyor. CHP ve MHP terör örgütünün yalanlarına sımsıkı sarılıyor. Biz artık bu kirli oyunu bozmak istiyoruz.”
Konuşmasında, isim vermeden BDP’yi ayrımcılık yapmakla eleştiren Erdoğan, şöyle devam etti: “Şimdi ‘Kürtler’in temsilcisiyiz’ diyenler, yahu siz ne verdiniz, ne yaptınız? Siz sadece ayrımcılık yaptınız, hâlâ da ayrımcılık yapıyorsunuz. Baskıyla, terör estirerek benim halkımın hakları savunulmaz. Kim ne derse desin, ayrım yok.”




Mitingde Kürtçe Pankart

http://i.milliyet.com.tr/GazeteHaberIciResim/2010/08/24/fft16_mf794525.Jpeg

Erdoğan’ın Van mitinginde Kürtçe “ Ere ere hezar caran ere ” (Evet evet bin kere evet) yazılı pankart dikkat çekti. Başbakan mitingin ardından Ak Parti Van Milletvekili Kayhan Türkmenoğlu’nun   babası Niyazi Türkmenoğlu adına yaptırdığı Niyazi Türkmenoğlu  Anadolu Lisesi’nin açılışını yaptı. Erdoğan açılışta halk oyunları ekibiyle bir süre halay çekti. Erdoğan'ı terletecek açıklama geldi

 Erdoğan'ı terletecek açıklama geldi




" Öcalan ile Hükümet Görüştü " iddiasını ortaya atan Karayılan sözlerinin arkasında. Karayılan'ın yeni iddiaları da var.
PKK’nın Kandil’deki lideri Murat Karayılan "Öcalan ile hükümet görüştü" iddiasını sürdürdü. Örgüt adına yapılan açıklamada "Türk devleti adına bazı yetkili organların hükümetin de bilgisi dahilinde Öcalan ile diyalog kurduğu" duyuruldu.

Karayılan’ın açıklamasının “kesinlikle doğru” olduğu iddiasında bulunun örgüt, Başbakan Erdoğan’ın MHP tabanından oy almak için bunu reddettiğiiddiasında bulundu.

Örgütün açıklaması PKK'ya yakın internet sitesinde yayınlandı. Açıklamada şöyle denildi:

“13 Ağustos'tan 20 Eylül’e kadar eylemsizlik sürecini ilan etmiştik. Gerekçelerden biri Türk devleti adına bazı yetkili organların hükümetin de bilgisi dahilinde Önderliğimizle geliştirmiş olduğu diyalogdur. Önderliğimiz hem kendisiyle gerçekleştirilen diyalogu hem de birçok STK ve şahsiyetlerin yaptığı ateşkes çağrılarını dikkate alarak hareketimize barışa bir şans verilmesi yönünde mesaj iletmiştir. Hareketimizin yönetimi bu çağrıyı değerlendirerek, İslam alemi için mübarek olan Ramazan ayını da dikkate alarak eylemsizlik sürecini kamuoyuna açıklamıştır.”

MHP’DEN OY ALMAK İÇİN GÖRÜŞMEYİ REDDEDİYOR!

Karayılan’ın Öcalan ile görüşme olduğu yönündeki ifadelerinin “kesinlikle gerçek” olduğunun vurgulandığı açıklamada ayrıca şöyle denildi:

“Erdoğan devletin bazı yetkililerinin Önderliğimizle diyalog içerisinde olduğu yönündeki açıklamayı bir iftira ve referandum sürecini etkilemeye dönük uydurulmuş bir yalan olarak tanımlamıştır. Murat Karayılan'ın yaptığı açıklama var olan bir süreci doğal bir biçimde ifade edilmesi olup kesinlikle doğru ve gerçektir. AKP hükümeti ve başbakan salt MHP tabanından oy almak için reddedici üslubuyla kendisini tarih karşısında büyük bir yalancı durumuna düşürmektedir.”



Karayılan: Devlet ateşkes talep etti,


PKK liderlerinden Murat Karayılan Fırat Haber Ajansı’na verdiği mülakatta eylemsizlik kararını zorlanarak aldıklarını söyleyerek “Türk devleti ve AKP hükümetine karşı büyük bir güvensizlik durumu söz konusudur” dedi. Karayılan ateşkes teklifinin de devletten geldiğini açıkladı. 

Karayılan eylemsizlik süreciyle ilgili açıklamasında bu kararın ayırd edici özelliğinin öncekilere kıyasla daha yoğun bir istem ardından gerçekleşmesi olduğunu belirterek, "Yani hem devletten yana, hem kamuoyunu önemli oranda temsil eden güçlerden yana daha yoğun bir istemin gündemleştirilmiş olmasıdır" dedi. 

" Devlet Öcalan’la Görüşerek Ateşkes talebinde bulundu"

Karayılan ateşkes sürecinin gelişiminde kritik aşamayı şu şekilde anlattı: 
"Tüm bunlarla beraber artık açıklanmasında bir sakınca görmediğimiz diğer önemli bir gelişmede devletin Önderliğimizle geliştirdiği diyalog temelinde ateşkes talebinde bulunmasıdır. Aslında önderliğimiz aradan çekilmişti ancak talep üzerine yeniden devreye girerek hem yapılan çağrıları ve hem devletten doğru gelen istemi de dikkate alarak bir kez bir kez daha barışa ve demokratik çözüme şans tanınması için hareketimize bir mesaj gönderdi."

Taleplerini sıraladı

Karayılan karşılıklı ateşkesi aradıklarını söyleyerek taleplerini şu şekilde sıraladı: 
"Yani karşılıklı ateşkes yapılmalıdır. Ardından 14 Nisan’dan bu yana haksız yere tutuklanan sivil Kürt siyasetçileri ile barış grubu üyeleri serbest bırakılmalıdırlar. Bunların tutuklanması aslında her türlü tahrik ortamını oluşturmuştur. Çünkü hiçbir suçları olmadan tutuklanmışlardır. Sadece Kürt halkının iradeleşmesinin mücadelesini verdikleri için suçlanmışlardır. Bu nedenle bu haksızlık giderilmeden yumuşama ve uzlaşma ortamı gelişmez." 
Abdullah Öcalan’ın da çözüm sürecine aktif katılabilmesinin koşullarının yaratılmasını isteyen Karayılan, "Diğer bir husus ise, dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde olmayan yüzde 10 seçim barajının aşağı çekilmesidir. Neden? Çünkü bu Kürtlere karşı bir tampondur. Bu baraj bunun için muhafaza ediliyor. Bu koşullar eğer gerçekleştirilirse, süreç bu biçimde kalıcı bir barışa doğru ilerleyerek sonuç alıcı bir sürece dönüşebilir" dedi. 

"AKP hükümetine karşı büyük bir güvensizlik söz konusu"

Bu kararı tartışırken zorlanarak karar aldıklarını söyleyen Karayılan, bunun nedenini ise şöyle açıkladı: 

"Çünkü Türk devleti ve AKP hükümetine karşı büyük bir güvensizlik durumu söz konusudur. Özellikle AKPnin çok demagojik bir biçimde hiçe sayma ve oyalama taktikleri ciddi bir güvensizlik ortamı doğurmuştur. Bu nedenle çözümün gelişeceğine dair ciddi kaygılar taşıyan arkadaşlarımızın bu karara katılım göstermesi kolay olmamıştır. Bir de ek olarak son dönemde gelişen olaylar vardır. Yandaş diye tabir edilen basın çevrelerinin tahrik edici üslupları, şehit cenazelerimize yapılan işkence uygulamaları Dörtyol ve İnegöl’de görüldüğü gibi halkımıza karşı geliştirilen sindirme politikaları ikna edilmeyi zorlaştıran hususlar olmuşlardır. Bu nedenle hamleye kalkışan güçleri ikna etmek kolay olmamıştır. Diğer bir husus da önderliğin gönderdiğin mesajın etkisidir."

"Hükümet yanlısı basın konuyu es geçti"

Aldıkları karar karşısında basının tutumunu değerlendiren Karayılan’ın AKP yanlısı basına yüklenmesi dikkat çekti: 
"Bu ateşkesi sıradan gösterme, bunun karşısında herhangi bir heyecan duymama tutumu da aynı çerçevededir. Türkiye’de 20’yi aşkın günlük gazete vardır. Bunlardan sadece tek bir tanesi manşet yapmıştır. Öbürleri ya vermemiş ya da çok sıradan basit bir olay gibi göstermiştir. Halbuki, Türkiye’nin gündemini belirleyen bir gelişmedir. Şurası bir gerçek ki önder Apo ve PKK hareketi artık Türkiye’nin gündemini belirleyen en önemli aktörlerden birisi durumundadır. Şimdi tüm Türkiye siyasetinin can simidi gibi yaklaştığı referandum süreci üzerinde en önemli etkiyi yapacak olan hareketin bizim hareket olduğu açık ortadadır. Özellikle de hükümet yanlısı basının konuyu es geçmesi ve hiçbir şey olmamış gibi göstermeye çalışması onların gazetecilik değil politika yaptıklarını ortaya koymaktadır. Bu kesim basın organları aslında gazetecilik mesleğine de ihanet etmektedirler. Çıkarlarına geldiği vakit ala bildiğine öne çıkarıyorlar. Çıkarlarına gelmediği vakit en önemli olayı bile sıradan gösterebiliyorlar. Bu üsluplarıyla sorunun çözümü değil çözümsüzlüğünde en önemli kesim bu olmaktadır."

Fethullahçı basına: Hani Ergenekonla ilintilendiriyordunuz?

"Şimdi ben hükümet yanlısı ve Fettuhlahçı basına şunu sormak istiyorum. Hani siz çeşitli karanlık güçlerle ilintilendiriyordunuz. Ne oldu? Hani siz sayfalar dolusu yorumlarla PKK’nin Ergenekon’la bağlantılı olarak AKP’yi zorlamak için eylem sürecini başlattığını, anayasa değişikliğini engellemek için başlattığını belirtiyordunuz. İşte PKK eylemsizlik ilan etti. Ne oldu da dut yemiş bülbül gibi sustunuz. Çünkü daha önceki iddialarınız ve yorumlarınızın hepsi temelsiz ve yalana dayalıydı. Gerçekle hiçbir alakası yoktur. PKK’nin aradığı kendi kimliği onurlu bir barış yapmaktır."
Karayılan: Savaşı sürdürseydik,



http://www.gundemmersin.com/haberler/resimler/orjinal/8J5V8E8H7S5V7X4M3P4W0A7H9N3W2D.gif

PKK liderlerinden Murat Karayılan, PKK’nin savaşı sürdürmesi halinde referandumda
Murat Karayılan, ANF’ye verdiği röportajın ikinci kısmı bugün yayınlandı. Karayılan röportajda, PKK’nin Türkiye’nin gündemini ve geleceğini belirlemede önemli bir konum kazandığını vurgularken, çarpıcı bir iddiada bulunduk: "Biz şu anda savunma savaşını etkili bir biçimde sürdürmüş olsaydık evetçilerin kaybedeceği kesindir."
Karayılan, PKK’nin Türkiye’nin gündemini ve referandum sürecinin sonucunu belirlemede önemli bir konuma geldiğini şu sözlerle ifade etti:
"Önderlik stratejik bir önderliktir genel çerçeveyi koyar. Ancak uygulamayı ise Kürt hareketi somutlaştırarak yapar. Şurası kesin ki hareketimiz Türkiye’nin gündemini belirlemede ve geleceğini de tayin etmede önemli bir konum kazanmıştır. Çeşitli çevreler bunu kabul etmeseler de gerçek budur. Dolayısıyla Türkiye siyaseti için önem kazanan referandum sürecinin belirlenmesinde hareketimizin rolü çok önemlidir."

Evet’çiler Kaybedecekti...

Murat Karayılan, bu konumun referandumun sonucunu tayin edecek noktaya geldiğini savundu ve alınan eylemsizlik kararı sürece etkisini şöyle değerlendirdi:
"Neredeyse sonucu tayin edecek bir düzeye gelindiği açık ortadadır. Eğer biz şu anda savunma savaşını etkili bir biçimde sürdürmüş olsaydık evetçilerin kaybedeceği kesindir. Bizim eylemsizliği ilan etmemiz bir denge oluşturmuş durumdadır. Aynı zamanda bu AKP’nin eğer varsa bir samimiyeti adım atmasının koşullarını yaratmıştır. Biz referandumun sakin demokratik bir ortamda gelişmesini istiyoruz. Bizim eylemsizlik kararımız da buna imkan sunuyor. Bazı çevrelerin referandum sürecini etkilemek için eylemleri başlattığımız biçimindeki tespitleri doğru değildir. Bizim eylemsizliği ilan etmemizle bu tür çevrelerin tespitlerinin yanlışlığı ispatlanmıştır."


https://groups.google.com/forum/#!topicsearchin/turancatli/HANEF%C4%B0$20AVCI$202010;context-place=forum/turancatli/turancatli/BlXmQrDuqG0




8 Ekim 2017 Pazar

REFERANDUM 2’NCİ İSRAİL Mİ?

REFERANDUM 2’NCİ İSRAİL Mİ?

Sencer İmer


Kayıttan Metne Aktaran ve Fotoğraflar:
Hasan Demir

ANKA Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Sencer İmer, Millî Düşünce Merkezi’nin 387. Bilgi Şöleni’nde Barzani’nin Referandumunu değerlendirdi.
Konferans kaydından deşifre edilen konuşması şöyledir:
Nil’le Fırat arasında Davud yıldızı
Irak’ta yapılan referandum farklı değerlendirmelere tabi tutuldu. Bir tanesi, şimdi artık her şey olgunlaştı, artık bir devlet kurma zamanı geldi bizde devletimizi kuruyoruz düşüncesi.
Diğer bir düşünce, Barzani’nin sıkıntı içersinde olması, cumhurbaşkanlığı süresinin çoktan sona ermiş olması ve tek adam olarak orayı yönetmesi sebebiyle büyük bir tepkinin olması, yolsuzluk yapılması, tek taraflı olarak Barzani’nin zenginleşmesi yani adaletsizliğe sebebiyet vermesi. Bu oradaki Kürt toplumu içerisinde, hatta Arap ve Türkmenler arasında hoşnutsuzluk yaratmıştı. Bir seçim olsaydı, belki Barzani yeniden seçilmeyececkti. Onun karşısında yer alan muhalif gruplar var, Goran hareketi gibi İslami hareketler gibi. Bu durum da bir atak yapması gerekiyordu. Kendisini ve kendisi ile birlikte olanları kurtarabilmek için referandum yapıldı. Referandum onu kahraman yapacak ve böylece de bütün dünyadaki Kürt halkının idealini gerçekleştirmiş olacaktı.
Bir başka değerlendirme ise özellikle Netanyahu’nun, İsrail şahin kanadının, isterseniz ona Siyonist kanadınınki, İsrail içersinde şu an güçlüler. Onlar ideallerini gerçekleştirmek istiyorlar. İdealleri de malum bayraklarındaki ideal. İsrail’den başka dünyada hiçbir millet idealini bayraklarına yazmış değil. Bayrağına ideallerini yazan tek devlet de diyebiliriz. İki tane mavi çizgi, çizgilerden bir tanesi Fırat Nehri diğeri Nil Nehri, arasında da Hz. Davut’un yıldızı. Yani burası bize vaat edilmiş topraklardır. Burada biz devletimizi kuracağız. Bu taa İsrail’in başlangıcından beri devam etmektedir.
İsrail ve ABD’de şahinler ve diğerleri
Osmanlı devleti zamanında da biliyorsunuz bunun uzantıları var. Abdülhamid’le olan görüşmeleri hatırlayınız. Neticede İkinci Dünya Savaşı sonunda kurdukları İsrail devleti küçük bir parça iken yavaş yavaş, büyüye büyüye bugünkü haline geldi. Ve orada tabi Birleşmiş Milletler kararına göre, bir Filistin devleti ile İsrail devletinin yan yana olmaları gerekiyordu. Fakat Filistin Devleti’ne verilen topraklar Batı Şeria ve Gazze bölgeleri. Kudüs bu noktada bütün dinlerin kutsal saydığı bir yer. Orası da yarısı Müslümanlara yani Filistin Devleti’ne terk edilecekti. Fakat maalesef durum böyle olmadı. Sürekli yerleşim yerleri kurmak suretiyle agresif bir politikayla İsrail şahin kanat ilerlemeye devam etti ve şu anda de facto olarak Batı Şeria’nın büyük bir kısmını kontrol etmekteler. Gazze’de de çok büyük sıkıntılar var. Sürekli ikiye bölünmüş olan Filistin toplumundan bahsediyoruz. Birisi Hamas birisi El Fetih. İkisi şu anda birleşmiş görünüyor ama devamı olur mu? Bilmiyorum. Buradaki ikilem de bir noktada İsrail ile olan mücadelenin nasıl yapılacağı konusundaki farklı yaklaşımlarla ilgili. Hamas’ta tabi bütün İsrail ve bağlı olan güçler ve batı güçleri tarafından terör örgütü olarak kabul edilmekte.
“Şuna bir Nobel verin de kurtulalım!”
Biz bunu böyle kabul etmiyoruz ama öyle kabul edilmekte. Bundan önceki başkan Obama, iki dönem başkanlık yaptı. Başkanlığı esnasında Obama, İsrail Filistin barışını gerçekleştiren başkan olarak tarihe geçmek istedi. Hedefi buydu. Ama bunu gerçekleştiremedi. Tıpkı daha önce Camp David Antlaşması gerçekleştirdikleri gibi. O zamanki Amerikan devlet başkanı Mısır ile İsrail devleti arasında barış temin ettiği gibi. Bu defa da İsrail ile Filistin arasındaki barışı ben temin edeceğim dedi. O zamanki dışişleri bakanı Kerry ‘i gönderdi. Kerry sürekli olarak bir Filistin’e bir İsrail’e gidip gidip geldi. Zamanın büyük bir kısmını orada geçirdi. Fakat sonuç alamadı. Alması da mümkün değildi. Çünkü, İsrail şahin kanadı bunu kabul etmesi mümkün değildi. Hatta İsrail Savunma Bakanı Yaalon çok açık olarak “Şu adama Nobel Barış mükafatı verelim de artık o da rahata ersin biz de rahata erelim. Bu da ikide bir oraya buraya gidip bizim rahatımızı bozmasın” dedi. Tabi bu bir skandaldı. Bu skandalı derhal Amerikan hükümeti protesto etti. İsrail’de özür dilemek zorunda kaldı. Yaalon gerçeği ifade etti. S söylediği doğruydu. Zaten bu konuda iki görüş Amerika’da da mücadele halinde. Bunlardan bir tanesi tek İsrail olsun.  Filistin Devleti diye bir şey olmasın. Filistinliler bunun içerisinde erisin. Onlar da işte burada işgücü olarak yaşasınlar. Bir kısmı da gitsin başka yerlere. Biz orada rahatça devlet olalım Batı Şeria da Gazze de, buna Kudüs de dahil olsun. Tek devlet fikrine Obama karşı idi. Amerika içerisindeki şahin kanat, onun için Obama’yı gerçekçi olmayan başkan olarak vasıflandırıyordu.
Mursî’den Mavi Marmara’ya Obama
Karşı düşüncedekiler iki devletli çözümü savunuyordu. Biz de iki devletli çözümden yanayız. Ama tek devletli çözüm sanki yavaş yavaş ağırlık kazanmaya başladı. Netanyahu birçok açıklamalarında bunu açıkça dile getirdi  Her ne kadar bazen dışarıya verdiği demeçlerde iki devletli çözüme de hayır demiyoruz dese de, gerçekte iki devletli çözüme hayır diyen tek devlet isteyen bir tutum içerisinde bulun duğu çok açık. Bunun için şansın en iyi şu anda olduğunu söylüyor. Neticede Obama’nın gayretleri sonuç vermedi. Bu arada Mavi Marmara gemisi hikâyesi ortaya çıktı. Bana kalırsa bu da Netanyahu hükümetini zora sokmak için Obama hükümetinin bilgi ve desteği dâhilinde yapılmış olan bir hareketti.
Obama hükümetinin yaptığı işlerden bir tanesi de Hamas’la El Fetih’i birleştirme teşebbüsüydü. Ki karşılarında tek bir Filistin grubu olsun. İsrail ile böyle görüşmek suretiyle problem çözülsün. Bunu gerçekleştirebilmek için de Türkiye’den faydalanılmıştır. Türkiye’nin Hamas üzerindeki etkisi kullanılmıştır. Özellikle Hamas’ın siyasi lideri Şam’dan Katar’a geçmiştir. İkisi böylece birleşerek tek cephe haline getirilmeye çalışılmıştır. Görüşmeler sonuç vermemiştir. Bu arada Mısır da kullanılmıştır. Çünkü Mısır’daki Müslüman Kardeşler örgütüyle de Hamas arasında büyük yakınlık ve benzerlikler vardır. Dolayısıyla bu etki de değerlendirilmeye çalışılmıştır. Mursi’den de bu çerçevede belli ölçüde faydalanılmaya çalışılmıştır. Zaman içinde bunlara ihtiyaç kalmayınca da onlar da kenara konmuştur.
Bizim gemi teşebbüsümüz malum bizim kendi kendimize yaptığımız bir şey olarak görünse de bir taraftan destek ve işaret aldığı kanaatindeyim. Nitekim o hadiseden sonra da bizim taleplerimiz neydi? Gazze’ye yardımların ulaşması, özür dilenmesi, tazminat ödenmesi ve ablukanın kaldırılması. Abluka kaldırılmadı, özür dilendi bir şekilde, tazminat ödendi bir şekilde ve mesele böylece kapanmış oldu. Türkiye burada kendi kendine bağımsız hareket ediyordu veya Mursi bağımsız hareket ediyordu dersek bu olayları gözden kaçırmış oluruz diye düşünüyorum. Bu etkileri görmek lazım.
Trump, ABD ve Çin
Trump iş başına geldiği zaman, gelmeden önce de biliyorsunuz bir takım planları vardı. Kimse Trump’ın geleceğini tahmin etmiyordu.  Clinton önde gösteriliyordu. Ben o zaman televizyonlarda Trump gelecek diyordum. Şuna dayanıyordum: Amerika Birleşik Devletleri’nde iki tane grup var; bir tanesi paradan para kazanan küreselci grup, bir tanesi de ülke içerisindeki orta sınıfı temsil eden imalat sanayisine önem veren grup. Bunların yanında yer alan bir kişi olarak Trump sahneye sürüldü. Ve üretimi tekrar Amerika’ya getirmek, yani Çin’e kaptırmamak, Avrupa’ya kaptırmamak, böylece sanayi gücü olarak tekrar devam etmeyi hedefliyordu Trump’ın böyle yapmasının sebebi de büyüme hızlarına bakıldığında görülür. Amerika’nın büyüme hızı 2,5 ise, Çin’in büyüme hızı yüzde 6,5-7 civarlarında. İkinci ekonomi durumunda olan Çin, 8-10 yıl içerisinde Amerika’yı yakalamış ve geçmiş oluyor. Zaten ulusal güç unsurlarına baktığınız zaman Çin’in şu anda Amerika’yı birçok alanda geçtiğini görüyorsunuz.
Mesela enerji tüketimine bakalım; enerji tüketiminde şu anda büyük bir nüfusu olduğu için Çin Amerika’nın önünde. Dünyanın birinci enerji tüketen ülkesi şu anda Çin’dirİkincisi nüfus üstünlüğü var. Üçüncüsü çelik üretimi Çelik üretimi sanayileşmiş ülkelerin değerlendirilmesinde bir ölçüttür. Çelik üretiminde Çin 800 milyon tonda. Bununla mukayese edilecek ülke Japonya. Japonlar 120 milyon ton civarında. Amerikalılar 90 milyon ton civarında. Onlardan sonra da Rusya, Hindistan gibi ülkeler gelmekte. Bunların hepsini topladığınız zaman Çin etmiyor gene. 18 Avrupa Birliği ülkesini sayarsanız 200 milyon ton, o da yetmiyor. Bu çelik ne olur? Yenmez içilmez, altyapı olur, üst yapı olur, makineler haline dönüşür ve dünya pazarlarını işgal eder. Şu anda olan da budur zaten.
Şimdi bu durum karşısında Amerika baktı ki işler kötüye gidiyor,  tamamen kaybediyoruz, parayla bunu geri almak mümkün değil. Şu an askeri olarak ve teknoloji olarak üstünlüğü var. Bu üstünlüğünü kullanarak bir şeyler yapmak istiyor. Ve bunu yaparken de rakibi Çin’in öne geçmesini engellemeye çalışıyor. Çin, enerji bakımından son derece dışarıya bağımlı bir ülke. Petrol ve gazı yeterli değil. Enerji tüketimi gittikçe artmakta bunun karşılanması ve güvence altına alınması lazım. Bunu temin edeceği yerler Orta Asya, Rusya ve Ortadoğu bölgesi. O halde bu bölgeden oraya geçen yolları da Amerika’nın kontrol etmesi gerekiyor. Zaten körfezi kontrol ediyor. Her şeyden önce Malakka boğazı Çin’e Japonya’ya ve diğer taraflara giden gemilerin geçtiği bir kanal. Bu kanal da Amerikan deniz kuvvetlerinin kontrolü altında. Çinliler de donanmalarını güçlendirmeye çalışıyor. Ama daha zaman ihtiyaçları var. 1 tane uçak gemileri var.  Hani Ukrayna’dan almışlar ve Boğazlardan geçerken bize jiet yapacaklarını söylemişlerdi; o gemi. Amerikalıların benim bildiğim 12 civarında uçak gemisi var. Şimdi bir tane de modern bir gemi devreye soktu. Daha 5 tane daha kızağa koydular. Amerikalıların stratejisi şöyle: Biz denizlerle kendimizi koruruz. Olaylar Amerikan topraklarına intikal etmeden biz bunu yerinde hallederiz, yok ederiz.
Bu karmaşada Netenyahu ve Barzani
Netanyahu bütün bu işler olurken fırsat bu fırsat biz şu işimizi bitirelim düşüncesiyle teşebbüse geçti. Amerika bir noktada Çin’le mücadele etmekteyken o da bu fırsatı kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirilecek bir ortam olarak görmektedir.
Barzani’nin yapmış olduğu harekete esasen akıllıca bir hareket denemez. Barzani böyle bir hareketi yaparsa sonunda Irak Merkezi Hükümetinin İran’la beraber hareket edeceğini bilmesi lazım. Bunu gördüğü anda da sıkıntı olacaktır. O halde bu sıkıntıyı belki kasıtlı olarak yaratarak İsrail’in belki Suriye’deki barışın teminini zorlaştırmasını sağlamak. Suriye iç savaşı bitmiş gibi görünse de yeniden alevlenebilir ve onun peşindeler. Bunu yaparken de İŞİD’i kullandılar. İŞİD’in yerine yeni organizasyonlar yaratabilirler. Nusra bunlardan bir tanesi. Yani burada hem etnik farklılıkları hem dini farklılıkları öne çıkarmak suretiyle böyle bir teşebbüs içindeler.
Trump İsrail şahin kanadına hoş görünmeye çalışarak dedi ki “Amerika Büyükelçiliği’ni Telaviv’den Kudüs’e taşıyacağım.” Bu büyük protestolara yol açtı. Buna niçin yaptı? Şahin kanada şu mesajı verdi. Biz sizin yanınızdayız, sizinle beraberiz, merak etmeyin siz de beni destekleyin, bana problem çıkarmayın. Fakat bu yaptığı teşebbüs netice vermemiştir. Trump büyük darbeler almıştır. Aldığı darbelerin başında basındaki taarruzlar ve ayaklanmalar geliyor. Ayaklanmaların arkasında George Soros’un olduğu iddiası basına düştü. Trump  Amerika içinde istediği rahatlığı sağlayamamıştır. Birçok skandalla karşı karşıya kalmıştır. Birçok adamını kaybetmiştir.
Amerika içersinde sadece şahin kanat yok. İsrail’in yanında yer alan bir Musevi kanat var. Bunun karşısında böyle düşünmeyen, İsrail’in bu şekilde hareket etmesini Yahudiliğin sonunu getireceğini düşünün Yahudiler de var.
Türk dış politikasının hataları
Dış politikada, bizim hükümetimizin gayet tabi yaptığı çok ciddi yanlışlar var. Bu yanlışların başında gelen şey, bu olayları bütünüyle göremeyip maalesef gerek Irak’ta gerek Suriye’deki mücadelelerde yanlış kuvvetlere destek vermek. Yani Amerikan tavsiyelerine uymak olmuştur. Bunun bedelini biz çok ağır olarak maalesef ödedik.  İnşallah daha ilerde ödemeyiz. En basitinden açılım süreci. Açılım süreci maalesef dış baskılarla yaptılar ve problemin çözüleceğini zannettiler. Bunun yanlış olduğu ortaya çıktı. Hendekler kazdılar vesaire yaptılar. Oradaki bölge valilerine, kaymakamlara geri durun, güvenlik güçlerine müdahale etmeyin dediler. Sonucunda bunun yanlış olduğu ortaya çıktı. Sonra terörle mücadeleye başlandı.
15 Temmuz’dan sonra durumun daha da vahim olduğu görüldü. Maalesef bir dini örgüt, dini kullanmak suretiyle bizim bürokrasimize, bizim mahkemelerimize, üniversitelerimize, ordumuza ve güvenlik güzlerimize, istihbarat örgütlerimizin içerisine sızmıştı. Bu çok acı bir durum. Türkiye’de laiklik prensibinden uzaklaşılması neticesinde, dini hususları bu şekilde kullanan güçler bizi bu hale soktular. O zaman Başbakan şimdi Cumhurbaşkanı “Ey milletim affet beni biz yanlış yaptık bunu düzelteceğiz” dedi ve terörle mücadele başladı.
Barzani’yi bir Barzani yaptık
Barzani’yi taa Özal zamanından beri destekledik. PKK’ya karşı bir unsur olarak gördük. Ve zannettik ki biz bunlarla bu problemi çözeriz. Ben rahmetli Özal’a danışmanlık yaptığım zaman da çok iyi hatırlıyorum. Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde koridorlarda, Barzani’nin, Talabani’nin silik şahsiyetler olarak dolaştıklarını gördüm. Aldıkları pasaportlar, yardımlar, ikide bir gelip gitmeler. Oranın inşası, bu hale getirilmesi, tamamen bizim tarafımızdan yapılmıştır. Bizim işadamlarımız bundan faydalar elde etmişlerdir. İnşaat faaliyetlerinden ticaret faaliyetlerinden faydalar elde etmişlerdir. Türkiye ekonomisine faydalar sağlamışlardır. Ancak bunları yaparken  Irak’ta yaşayan Türklere, Suriye’de yaşayan Türklere gereken ehemmiyeti veremedik. Bu çok önemlidir. Yani biz Barzani’ye verdiğimiz ehemmiyeti, önemi, oradaki Irak Türklerine, Suriye Türklerine vermedik. Bunları yeterince desteklemedik. Bu yanlıştı. Bu Irak’ın toprak bütünlüğüne, Suriye’nin toprak bütünlüğüne müdahale anlamına gelmez. Onların kendilerini korumalarını sağlayacak şartları yaratmamız gerekirdi. Nitekim biz bunu Kıbrıs’ta 1950’li yıllarda Demokrat Parti Hükümeti ile yaptık. Bu doğruydu. Oradaki Kıbrıs Türklerine kendilerini koruyacak bir yapıya kavuşturmaları, silahlandırılmaları, Kıbrıs Türklerinin ortadan kaldırılmasını önlemiş, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin oluşmasını sağlamıştır. Aksi haldi orayı çoktan kaybetmiş olacaktık. Demek ki biz burada çok ciddi hata yapmış oluyoruz. Dışarıdakiler bunu bize bu şekilde telkin edebilirler, ama bu telkinlere bizim karşı koymamız gerekirdi. Maalesef karşı durulmamıştır. Dolayısıyla da onun bedelini ödüyoruz. Bir şey de yaptığımız yok.
Bu halden cesaret alan Barzani, bizim de desteklememizle Kerkük’ten çıkan petrolleri, bizim üzerimizden Dünya piyasalarına arz etmek suretiyle gelirlerini emniyet altına aldı. TIR’lardan gümrükten geçerken para alıyor, vergi alıyor, haraçta aldığı söyleniyor. Dolayısıyla Türkiye’ye dayanarak bu hale geldi, güçlendi. Peşmergenin güçlenmesi konusunda da biz her türlü askeri desteği yardımı yaptık. Onları eğittik, biz yaptık bütün bunları.
Fırat Kalkanı, Membiç ve Afrin
Barzani’nin referandumu olduğu zaman, ondan birkaç gün önce Suriye’nin kuzeyinde kanton adını verdikleri yerlerde de referandum yapıldı. Bu referandumda Abdullah Öcalan posterleri asarak, o posterlerin altında yaptılar bu referandumu. Bu olay olduğunda kimse onu dikkate almadı. Bu çok açık olarak görülüyor ki meşhur Büyük Ortadoğu Projesi, veya Büyük İsrail Projesi adına ne derseniz deyin her halükarda orda yaratılmak istenen oluşumu  “Barzanistan” diyelim isterseniz, bu devleti Akdeniz’e ulaştırmak. Bunu yaparken de belli bir mesafe aldılar. Biz Fırat Kalkanı harekâtı yaparak bunun önünü kesmeye çalıştık. Bu doğru bir hareketti. Ama ondan önce Süleyman Şah Türbesi’nde yaptığımız şey herhalde doğru bir hareket değildi. Yaptığımız harekâtta kontrol ettiğimiz ikibin kilometrekarelik alanda bizim valilerimiz, bizim kaymakamlarımız, bizim emniyet müdürlerimiz ve güvenlik güçlerimiz görev yapıyorlar. Ve orda emniyeti sağlamış vaziyette. Benim oradan, sahadan aldığım bilgilere göre oradaki ekonomi bayağı rahatlamış. Burada iki zayıf nokta var. Fırat Kalkanı’yla rahatlamış olan bölgenin elektrik ve su ihtiyacı Membiç’ten sağlanıyor. Membiç’i PYD kontrol ediyor. PYD bizim oraya girmemize izin vermedi. Önümüzü kestiler. Amerikan askerleri girdi oraya. Daha sonra Rus askerleri de girdi. Biz oraya giremedik.
Afrin bölgesi’de fevkalade önemli. O bölgenin mutlaka bizim kontrolümüzde olması gerekir. Bize zarar vermemesi lazım. Çünkü bizim Hatay bölgemiz ondan zarar görüyor, PKK’lılar yüzünden. Şimdi burada bir harekât yapsak gayet isabetli olur. Fakat dikkatinizi çekiyorum. Biz bu harekata hazırlık yaptığımız sırada Türkiye ile Almanya münasebetleri bozuldu. Bu iki tarafta ajanlar tarafından organize edildi. Çok güzel yaptılar işlerini. Bizim tarafımızda da, Alman tarafında da bunu tırmandıranlar var. Bunlardan bir tanesini söyleyeyim. Cem Özdemir, Yeşiller Partisi Eş Başkanı. Şu an Alman milletvekili. Cem Özdemir’i şahsen tanırım. 1990’lı yıllarda birçok toplantıda beraber bulunduk. Aynı otelde kaldık, kahvaltı ettik. O zamanlar Cem Özdemir, mesela diyordu ki, “Gayet tabi Sözde Ermeni Soykırımı bizim tarafımızdan yapılan bir şey değil, bu tarihçilerin incelemesi gereken bir konudur,  parlamentoların incelemesi karar vermesi gereken bir konu değildir.” Fakat ne olduysa Cem Özdemir, birdenbire bir değişime uğradı. Çünkü istifa etmek zorunda kaldı. İstifa sebebi de, resmi görevindeki uçuşlarından biriken mil puanlarını, özel uçuş için kullanması. Türkiye’de bu durum herhalde yolsuzluk olarak kabul edilmez. İstifa ettikten sonra The German Marshall Fund adlı vakıf Cem Özdemir’i Amerika’ya davet etti. Amerikanca öğrenmek üzere, İngilizce değil, Amerikanca öğrenmek için gitti. 9 ay kadar kaldı, geri geldi. Sonra roket gibi bir çıkış yaptı. Ve aniden Avrupa Parlamentosunda Yeşiller milletvekili oldu. Ondan sonra Yeşillerin Eş Başkanı oldu. Arkasından da 2016’da geçen sene sözde Ermeni soykırımı tasarısını federal meclise getirdi ve problemi yarattı. Sürekli Alman Hükümeti’ni Merkel’e rağmen daha şiddetli tedbirler almaya zorlama konusunda, sık sık konuşuyordu. Acaba rüzgar nereden esiyordu. Bizim tarafta da benzer adamlar, Cumhurbaşkanı yanında yer alan birtakım kimseler, bunlar da aynısını buradan yapıyorlardı. Sorun tırmandı bu iki ülke arasındaki gerilim çözülmedi.
Barzani’nin yaptığı referandumda çizmiş olduğu sınırlar bizim Urfa’yı Antep’i bütün o bölgeyi içerisine alan bir harita. Bizim bunu kabul etmemiz mümkün değil. Nitekim hükümet bunu kabul etmediğini ilan etti.
Şerden çıkan hayır: Bölge ülkelerinin iş birliği
Bazen şerden hayır çıkar. Burada da bir hayır çıktı. Bu da Tahran Bağdat Ankara arasında meydana gelen üçlü işbirliği. Çok güzel bir şey. Bu bana Sadabad  Paktı’nı hatırlattı. Bu bana Bağdat Paktı’nı hatırlattı. Bu bölgede güç sahibi olan ülkeler birlikte bu işe cevap verebilirler. Dışarıdan müdahalenin önünün kesmiş olurlar.
Cumhurbaşkanımız Tahran’ı gidiyor. Konuşmaları izledim. Ekonomi alanını da kapsayacak şekilde olumlu konuşmalardı bunlar. Bunun devam etmesi ve derinleşmesi lazım. Çünkü bizimle İran’ı karşı karşıya getirmeye çalışıyorlar. Nitekim rahmetli Erbakan zamanında İran’dan doğalgaz almak için teşebbüs ettiğimizde bunu engellemek için her şeyi yaptılar. Buna rağmen gerçekleştirmiştir. İyi ki gerçekleştirmiş. Çünkü Türkiye ile İran arasındaki bu doğalgaz hattı bir noktada birçok şeyi önleyen bir hattır. Bizim gaz tedarik kaynağımızı da çeşitlendirmiştir.
Bizim Türklere sahip çıkmamız lazım
Barzani’nin bütün meselesi Kerkük’ü ele geçirmektir. Çünkü, Kerkük bir noktada onun için para kaynağıdır. Irak’ın şu anda tespit edilmiş olan, güvence altında olan 100 milyar varil Petrolu var. Üçte biri Kerkük’tedir. Yani 30 milyar varil diyelim buna. Ama gerçekte beşle çarpabilirsiniz. Bulunması ihtimal dahilinde olan rezervler de var çünkü. Kerkük Petrolu çok derinde değil, yüzeyde ve çok iyi kalitede. Petrol maliyeti de çok düşük.  30 milyar varil Kerkük petrolünü 60 dolardan hesap edersek yaklaşık 2 trilyon dolar yapar. Tabi bunun hepsi Barzani’ye kalmaz. Ama yine de ciddi bir para kalacak. Onun için Kerkük’ü istiyor. Doğalgaz var aynı zamanda. Bu yüzden oranın Türkmen şehri olmasından çıkması için, Kerkük’ü almak için tapu kayıtlarını imha etti. Mezar taşlarını yok etti. Kerkük’e kendi adamlarını yerleştirdi. Böylece nüfus yapısını değiştirdi. En sonunda İŞİD’i kullanarak oraya yerleşti. Şimdi Merkezî Hükümet, kaybettiği bu hakları geri alabilmek için teşebbüs içerisinde ve bence doğru yapıyor. Desteklenmesi lazım. Bizim de her halükarda Türkmenlere daha çok sahip çıkmamız lazım.
Barzani’nin yaptığı bu operasyona karşı, Cumhurbaşkanımız, petrol vanası elimizde bizde kapatırız dedi. Ben size söyleyeyim, kapatamazsınız. Özal kapattı doğru. Özal kapattığında bütün Dünya Saddam’a karşı olduğu için başka bir ortam vardı. Şimdi böyle bir ortam yok. Şimdi onu kapattığın anda bunda petrol geliri olan Amerika ve İngiliz şirketleri hemen gereken protestoyu yaparlar. Amerikan ve İngiliz devleti üzerinden üzerimize baskı uygulayarak ertesi gün veya bir süre sonra açtırırlar. Demek ki olmuyormuş. Orda yaşayan 5 milyon civarında bir nüfus var. Bu nüfus’un ihtiyaçlarının yüzde sekseni Türkiye tarafından karşılanıyor. Gıdası da giyimi de, başka ihtiyaçları da…
Türkiye’de  bunu besleyen bir ekonomi var. Bu ekonomi ağırlıklı olarak Güneydoğu Anadolu bölgesinde bulunuyor. Buradaki insanlar zaten işsizlikle karşı karşıya. Siz onun önünün kestiğiniz anda ne olacaktır? O insanlar işsiz kalacaklardır. Bunu da yapamazsınız. Yapamayacağınız şeyleri söylemeyeceksiniz. Bizim en büyük hatamız, yapamayacağımız şeyleri söylememiz ve söylediğimiz şeyleri de yapmamamız. Bu da neticede güvenirliliğimizi, inanırlılığımızı şüphe içerisinde bırakıyor. Kimse bize inanmaz hale geliyor.
Doğrular ve yanlışlar
Merkezî hükümetin ihtiyaçları ve diğer Arap ülkelerine giden trafiği açılacak yeni bir kapı üzerinden yapmaları doğru bir girişimdir. İran üzerinden yapmaları da doğru bir girişimdir. Ama bizim de Barzani’yi sıkıştırmamız ona bunu hissettirmemiz lazım. Kürt halkının büyük bir kısmı biliyorsunuz bu olay olmadan önce Barzani’nin karşısında yer almıştı. Protesto yürüyüşleri, gösteriler vardı. Yolsuzluğa karşı hareketler vardı. Bunlar şimdi referandum meselesi ile bir anda durdu. O halde ne yapmak lazım? Zaten ufak bir gruba hizmet etmekte olan ve yolsuzluğa bulaşmış olan Barzani’yi alaşağı etmek. Onu alaşağı etmenin yolu da, karşısında yer alan bu güçlerle işbirliği yapmak ve gereken desteği vererek olur. Türkiye bunu rahatlıkla başarabilir.
Ben Mustafa Kemal Atatürk’ün dış politikasından öğreneceğimiz hala çok şeyler olduğu kanaatindeyim. Kurduğu Balkan Paktı, ondan sonra yaptığı Montrö Antlaşması, sonra Sadabad Paktı, sonra Hatay’ın barış içinde alınması ki, bizim istihbarat örgütümüzün de büyük katkıları olmuştur. Babam da rahmetli Fransızca bildiği için oraya giren Türk subaylarından birisiydi. Atatürk bağlandığını göremedi, ama bütün hazırlıkları o yaptı. Şimdi bizim buna benzer mesela, Kıbrıs meselesinde Demokrat Parti Hükümeti’nin yaptığı şeyleri doğru buluyorum. Yaptığı antlaşmalar, hem Londra hem Zürih Antlaşmaları, hem ondan önce Kıbrıs’taki Türklere sahip çıkması. Bizim benzer şeyler yapmamız lazım. Yalnız her şeyi askeri müdahaleye bağlamayalım. Gayet tabi bizim orda Türklere, Allah korusun katliam gibi bir şey yaparlarsa tabi hemen müdahale etmemiz gerekir. Her halükarda İran, Irak Merkezi Hükümeti ve Suriye’yi de buna katarak işbirliğine devam etmemiz lazım. Rusya ile işbirliğimizin iyi olması da yararlı bir şey.

***