2 Aralık 2015 Çarşamba

Apo, Yunanistan’dan para istiyor





Apo, Yunanistan’dan para istiyor

apo-yunanistandan-para-istiyor



Bebek katili Apo, şuan İmralı’da cezasını çekiyor. Gerçi ceza mı çekiyor, örgüt yöneticiliğine devam mı ediyor açıkçası çok belli değil. Ceza çekmesi gereken adam hiç boş durmuyor. İmralı’dan, PKK’yı, AKP’yi yönlendiriyor. AKP-PKK arsında arabuluculuk yapıyor. Kitaplar yazıyor.
Basına yansıyan son icraatı ise hayli ilginç ve düşündürücü. Bölücübaşı Apo, Yunanistan aleyhine, 9 Aralık 2008 tarihinde 20 bin 100 Avroluk tazminat davası açmış. Bir terör örgütü lideri, bir devlete nasıl ve niye dava açar? Bu dava, dünya tarihinde ilk olsa gerek.
Apo, Yunanistan’ın kendisini sattığını ima ediyor. Yakalanmasından Yunanistan’ı sorumlu tutuyor ve sorumlu tuttuğu Yunanistan aleyhine, Atina İdari Mahkemesi’nde tazminat davası açıyor. Davanın ilk duruşması yapıldı. İkicisi, dava dosyasındaki eksik belgelerin tamamlanması için 22 Şubat 2016 tarihine ertelendi.

Yunanistan, Bebek Katili Apo’yu satmış

apo_nun_tazminat_davasi_bugun_basliyor_h1883








Bölücübaşı Apo, dava dilekçesinde, Suriye’den kaçtıktan sonra yakalanıncaya kadar olan süreci anlatıyor; “Yunan devletinin, kendisini koruyacağını, siyasi iltica hakkı tanıyacağını, Roma’da bulunduğu sırada dönemin Yunanistan Dışişleri Bakanı Pangalos’un, bazı milletvekilleri aracılığıyla kendisine yardımcı olacağını ilettiğini, EYP (Yunan Gizli Servisi) Başkanı Stavrakakis’in, güvenli bir şekilde Güney Afrika’ya götürecekleri yönünde söz verdiklerini; sözlerin yerine getirilmemesinin, yasadışı muamele yapmak ve temel insan haklarını ihlal etmek” olacağını söylüyor.
Yunanistan, Apo’yu, koruyacağına ve ona iltica hakkı vereceğine dair söz veriyor, bütün kanalları zorluyor ama yapmak istediğini beceremiyor. Yunan istihbaratı, Güney Afrika’ya götüreceğini söyleyerek, Kenya’ya götürüyor. 15 Şubat 1999’da Kenya’daki Yunan elçiliğinde yakalanarak, Türkiye’ye getiriliyor. Apo, bu süreçte Kıbrıs Rum pasaportu taşıyor ve Mavros sahte ismini kullanıyor.
Hatırlanacağı gibi bebek katili Apo, Suriye’de ikamet ediyor ve PKK’lı teröristlerini buradan idare ediyordu. 1998 yılında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş, Suriye sınırında, Suriye devletine çok sert bir çıkış yaptı. Apo’yu besleyen, Suriye’yi tehdit etti.Apo’yu ülkesinden çıkartmazsa Suriye’ye savaş ilan edileceğini söyledi. Dönemin Cumhurbaşkanı, Hükümeti, Genelkurmay Başkanı da aynı yönde açıklamalarda bulundu. Bu açıklamaların ardından Türkiye, Suriye ile savaş hazırlıklarına başladı. Suriye, Türkiye’nin kararlı oluşundan dolayı savaşı göze alamadı ve Apo’yu ülkesinden kovdu.
Yunanlılar (Grekler) hırsız ve hilekardır
Yunanistan, yüzlerce yıl Osmanlı egemenliğinde kalmış, Batılı ülkelerin desteği ile bağımsızlığını kazanmış bir ülkedir. Aslında dünya tarihinde, Yunan adında bir devlet yoktur. Yunanlıların aslı Grek’tir. Persler, Ege’deki düşmanlarına “Yauna” adını vermişler ve bu ad zamanla genelleşmiş. Bizler, Yunan adını, yıllardır yanlış bir şekilde kullanıyoruz. Doğrusu Grek’tir.
Batılı ülkeler, Yunanlılara genellikle “Grek” demektedir. Yunanistan bu adından dolayı rahatsızdır. Bu adın kullanılmaması için Birleşmiş Milletler’e başvurmuş, şikayetçi olmuşlardır. Çünkü Grek “hırsız”, “hilekar” demektir.
Yunanlılar yani Grekler, gerçekten de hırsız ve hilekardır. Emperyalistlere sırtını dayan Grekler, Türkler aleyhine topraklarını büyüttüler ve bununla da hiç yetinmeyerek, Anadolu içlerine kadar geldiler. Atatürk’ün önderliğinde, Türk Milletinin tokadını yiyerek geri döndüler. Son olarak Kıbrıs’ı ele geçirmek istediler ve yine Türklerin tokadını yiyerek amaçlarına ulaşamadılar.
PKK, maşanın maşasıdır
Emperyalist ülkeler, kendi çıkarları için Yunanistan’ı kullanmışlar ve hâlâ da kullanmaktalar. Yunanlılar da bunun karşılığında, Avrupa’nın şımarık çocuğu rolünü oyna maktadır. Bütün amaçları, Türkleri Anadolu’dan atmaktır. PKK’yı desteklemelerinin nedeni de budur. Kendilerinin başaramadığını, PKK’ya yaptırmaya kalkmışlar, kendileri maşa durumundayken PKK’yı, taşeron olarak tutmuşlardır. PKK, maşanın maşası olmuştur.
Yunanistan, daha önce de Ermeni ASALA örgütünü desteklemiş, Avrupa’da görev yapan birçok büyükelçimizin şehit edilmesine neden olmuştu. Daha sonra Ermeni ASALA örgütünün eylemleri bıçak gibi kesildi. ASALA terörü bitti ama hemen arkasından PKK terörü başladı. Emperyalizmin desteğini alan Yunanistan, ASALA-PKK birleşmesine öncülük etti.
Yunanistan, emperyalizmin maşasıdır. Maşa olan Yunanistan, Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak, zayıflatmak için PKK’yı maşa olarak kullanmış, bu politikasında başarılı olmuştur. PKK terörü, binlerce insanın ölümüne, binlerce güvenlik görevlisinin şehit edilmesine ve milyarlarca dolar para harcamasına yol açmıştır.
Apo, desteğin sürmesi için emperyalistleri tehdit ediyor
Apo’nun açtığı dava, Yunanistan’ın, PKK terör örgütünü, açık bir şekilde desteklediğini gösteriyor.
Yunanistan, PKK gibi terör saçan, uyuşturucu kaçakçısı bir örgütü, tek başına ve kendi iradesi ile destekleyemez. Sonuçta, Yunanistan AB üyesi bir ülke. AB yasalarına bağlı. Yunanistan’ın yaptıkları ve yapacakları aynı zamanda AB’yi de bağlar. Yunanistan, yıllardır ekonomik sıkıntı içerisindeyken, PKK’yı desteklemesi düşünülemez. Yunanistan, aracıdır. Emperyalist ülkelerin desteğini, PKK’ya aktarmaktadır.
Bölücübaşı Apo, Suriye’den kaçarken Rusya, Yunanistan ve İtalya rotasını izledi. Belirli süre bu ülkelerde kaldı. Aslında bu ülkelere baktığımız da PKK’yı destekleyen ülkeleri de görmemiz mümkündür. PKK, Rus silahı, İtalyan mayını kullanır. Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesiminde bombalama eğitimleri alır. ABD ve Avrupa’nın diğer ülkeleri stratejisini çizer.
Şimdi düşünün, bir terör örgütü lideri, Avrupa Birliği üyesi bir devleti, kendisini sattığı için dava ediyor ve mahkeme davayı kabul ediyor. Mahkeme, normal şartlarda böyle bir davayı asla kabul etmez. Ederse, terör örgütü lideri ile bir devleti karşı karşıya getirmiş ve eşitlemiş olur. Öyleyse niye kabul ediyor?
Atina Mahkemesi, bu davayı kabul etmese, bu dava büyük olasılıkla Avrupa mahkemelerine taşınacak. Yunanistan’ın suçlu bulunmasından başka, teröristlere işbirliği içerisinde olduğu ortaya çıkacak. Yunanistan’ın suçlu bulunması, Avrupa Birliği’nin de suçlu bulunmasına yol açacak. AB ülkeleri, bu davanın Yunanistan’da kapatılmasını istiyor.
Apo’nun dava açmasının nedeni, Yunanistan’dan alacağı 20 bin Avro değildir. PKK, uyuşturucu kaçakçılığından ve topladığı haraçlardan milyarlarca dolar kazanıyor. Bu talep, şantaj kokmaktadır. Apo, Yunanistan nezdinde, bütün destekçilerini tehdit etmekte, emperyalist desteğinin devamını istemektedir.
Apo, Çöpe atılmış Mendildir
Bilirsiniz ki devletler, karanlık ve pis işler yaptırmak için bazı adamları görevlendirir. Bütün pis işleri bu adamlara yaptırırlar. Bu adamlara hiçbir devlet güvencesi vermezler. Üstelik, yakalandığınız zaman sizi tanımayız derler. Bu kirli adamlara, sadece örtülü ödenekten para verip gönderirler. Yunanistan, kendi ve emperyalistler çıkarına, Apo’yu bir mendil gibi kullanmış sonrada kaldırıp çöpe atmıştır.
PKK’yı, devrimci gerillalara benzetenler, bu ilişkileri de görmelidir. PKK, bir özgürlük hareketi değil, bir mendildir. PKK, emperyalist uşağı, bölücü, uyuşturucu kaçakçısı, pis bir terör örgütüdür. PKK, emperyalizmin uşağı ağaların, silahlı marabasıdır.
Buradaki sorun, Türk devletinin tutumudur. PKK’yı destekleyen Suriye ile savaşı göze alan Türkiye, Yunanistan’a karşı bu yöntemi kullanmamıştır. PKK’ya yardım eden ülkelerin başında AB ülkeleri, ABD, Rusya bulunurken bu ülkelere karşı caydırıcı politikalar üretememiştir.
Özellikle AKP hükümeti, PKK’ya ve destekçilerine karşı tam bir teslimiyetçilik örneği sergilemiş, PKK’lı teröristleri şehirlere yerleştirmiş, kurtarılmış bölgeler ilan edilmesine yol açmıştır. Yunanistan’ı şımartan, PKK’yı destekleyen ülkeler, aynı zamanda iç politikamıza müdahale ederek, Türklüğe, Türk devletine karşı olan adamları, partileri iktidara taşımışlar ve Türkiye’nin geleceğini karartmışlardır. Bu hainler, bütün kalelere girmişler ve memleketi işgal etmişlerdir.
Türk Milleti, kendi kurtuluşuna, kendisi karar verecektir. Ya emperyalist uşağı hainlerin tutsağı olacak ya da Atatürk’ün söylediği gibi “Ya istiklal, ya ölüm diyecek”. Kurtuluşun reçetesi budur.

Kürtlere Yunanistan ve Ermenistan dersleri



Kürtlere Yunanistan ve Ermenistan dersleri


cipras

Kaya Ataberk
06 Temmuz 2015


Emperyalizmin çocukları batakta

Türkiye’nin iki komşusu son bir haftadır içinde bulundukları batağa iyice saplandı. Gerçi pek iyi komşu oldukları da söylenemez ya. Her ikisi de I. Dünya Savaşı’nın hemen ardından ülkemizin belli kısımlarını işgale kalkışmış ülkeler. Biri hâlâ, elinden gelse Ege Adalarından işgale başlayarak İzmir’e yeniden çıkacak. Öbürü ise anayasasında Türkiye’nin doğusunu, kendi toprakları olarak göstermekten vazgeçmemiş. Evet, Yunanistan ve Ermenistan’dan bahsediyoruz. Gerçi ihanetleri, ülke olarak kurulmalarından çok önce başlamıştı. Ama şimdi birer “devlet” olarak var oldukları için o çerçevede değerlendiriyoruz.

Ellerindeki güce ya da potansiyellerine bakmadan Türkiye’ye diş gösteren bu ülkeler, şimdi perişan vaziyette. Her ikisinde de kışkırtıcılar aynı. Bir taraftan Rusya diğer taraftan AB ülkeleri ve Amerika… Şimdiyse onları perişan vaziyete itenler gene bu emperyalist güçlerden başkası değil.

Kısacası; emperyalizmin belki de 200 yıldır beslediği ve şımarttığı çocukları şimdi batakta. Aslına bakarsak geçmişte aldıkları desteğin ve şımartılmanın bedeli bu… Başa gelen çekilir deyip çekecekler artık.
En baştan söyleyelim: Bizim sözümüz artık o yolda kaşarlanmış ve diyet ödeme aşamasına gelmiş olanlara değil.

O yola nispeten yeni girmiş heveskârlara…
Belki ders çıkartırlar diye anlatalım…

Batının ilk şımarık çocuğu: Yunanistan

Osmanlı’ya karşı Yunan İsyanı 1821’de başladı. Daha doğrusu Batılı konsolosların kışkırtmalarıyla, cesaretlendirmeleriyle ve Rus Çarlığı’nın verdiği destekle başlatıldı. Türklere karşı o kadar kışkırtılmışlardı ki tarihin az kaydettiği bir acımasızlıkla Mora’da yaşayan sivil Türkleri katlederek işe başladılar. Çok sorun yaratsalar da Osmanlı-Türk güçleri isyancıları defalarca yendi. Fakat bu yeterli olmadı. Batılı devletler şımarık çocuklarının dayak yemesine razı olmadılar ve müdahale ettiler. 1827’de Navarin’de Osmanlı donanmasını yok ettiler. Kısa bir süre sonra da Yunan Krallığı’nı kendi elleriyle kurdular. O kadar ki kral bir Yunan değildi. Almanya’dan kral ithal etmişti Yunanlılar.

1800’lerin ve günümüzün Yunanlılarının, Antik Yunanla etnik bir bağları yoktu. Dilleri de aynı değildi. Fakat medeniyetsiz emperyalizm, kendi “medeniyetinin” kökü saydığı Eski Yunan’ı korumak adına da Yunanlıları sahiplenmişti. Eski Yunan’ın Eski Mısır’ın bir kopyası oluşu, daha doğrusu Batının bir uydurması ve üretimi oluşu ayrı bir hikâyedir. Fakat bizim için daha da önemli olan şey bu kimliğin özellikle Türk’e karşı beslenmiş ve şımartılmış olduğudur. Bu şımarık güruh 1820’den 1919’a kadar Mora’da, Teselya’da, Batı Trakya’da vs. ne kadar Türk ve Müslüman varsa katlederek ilerledi. Bu etnik temizlikte Sırp, Bulgar, Makedon gibi Hıristiyan Balkan milletleri de onlar destek oldu. 1919’da ise artık sıra Anadolu’ya gelmişti. Fakat bu noktada bu şımarık çocuk Türk’ün tokadını Mustafa Kemal Atatürk adıyla yedi. Süklüm püklüm geldiği yere döndü. Batı onlara verdiği sözleri tutmamıştı. Sahip çıkmamıştı.

Fakat gene de kazançlı sayılırlardı. Batı onlara sadece bir dil, kültür ve kimlik değil aynı zamanda derme çatma da olsa bir ülke ve devlet armağan etmişti.

İkinci örnek: Ermenistan

1820’lerde Yunanlıları keşfeden Batılılar, çok değil bir 50 yıl sonra da Ermenileri harekete geçirdiler. 1800’ler biterken önce Hınçaklar, sonra Taşnaklar örgütlendi. Yine Yunan örneğinde olduğu gibi ilk müdahale Rusya’dan geldi. Fakat kısa süre sonra işe İngilizler, Fransızlar ve hemen ardından da misyonerler aracılığıyla Amerikalılar dâhil oldu.

Misyonerler Ermenilere ilk el attıklarında, neredeyse Ermenice bilen Ermeni bile yoktu aralarında. O kadar ki onlara propaganda yapmak için misyonerler Türkçe İncil dağıtmak zorunda kalmışlardı. Fakat Ermeniler de Yunanlılara benzer bir tavır aldı. Batılıların ve Rusların dolduruşuna geldiler. Hesaplarına göre isyan çıkarıp Türkleri öldürürlerse Osmanlı Devleti onları bastırmak için harekete geçecek, bunu gören Rusya ve Batılılar da duruma müdahale edeceklerdi. Böylece onlar da bedavadan bir bağımsız Ermenistan’a konacaklardı.

Gerçekten de ayaklandılar. Çok da acımasızca davrandılar. Yunanlılarla yarışacak kadar Türk katlettiler. Bu ayaklanmaların en önemlilerini de Osmanlı Türk Devletinin I. Dünya Savaşı’na girdiği döneme denk getirdiler. Bu elbette bilinçli bir tercihti. Fakat bu tercih onlara kaybettirdi. Önce Türkiye’de yaşayanlar Osmanlı Devleti tarafından Suriye’de yeniden yerleştirildi. Kaçanlar bir Ermenistan kurdular ama o da kısa zamanda Sovyet Rusya tarafında işgal edildi. İşgal edilmeden önce de Kuvayı Milliye orduları tarafından kalan askerleri Anadolu’dan atıldı. Bir süre sonra da zaten emperyalistlerin Anadolu’yu paylaşma planlarında da bir Ermenistan olmadığı ortaya çıktı. Onların Ermenistan olacak sandığı yerler Sykes-Picot gizli anlaşmasında Rusya’ya bırakılmıştı.
En sonunda Sovyetler’in uydusu bir Ermenistan kaldı ellerinde. Bugün sözde bağımsızlar ve hâlâ şımartılıyorlar…

Çocuklarını sokağa atan emperyalizm…

Emperyalizm bu iki çocuğunu 1800’ler boyunca şımartmış ve Türklerin üzerine salmıştı. 1920’lerde ise Türk’ün dirilişi karşısında tutunamayacakları ortaya çıkınca onları yalnız bırakıvermişti. Yani çocuklarını sokağa atmıştı. Ermenistan’ın Sovyetler’in kolonisi durumuna dönüştüğü bir ortamda Yunanistan ise yüz yıl boyunca düşmanlık ettiği Türklerden yardım dilemiş, Atatürk’ün Balkan Paktı’na sığınmak zorunda kalmıştı.

Aradan yıllar geçti ve bugünlere geldik. Yunanistan yıllarca AB tarafından beslendi ve Türkiye’ye karşı kullanılmaya devam etti. Fakat kapitalizm bu… Şimdi malî konularda biraz kafa tutuyor diye, borçlarını ödemiyor diye yeniden kapının önüne atılmış durumda. Hatta iflası kesin gibi duruyor… Ermenistan ise yine bir tarafında Batılıların diğer tarafında Rusya’nın yer aldığı ekonomik ve toplumsal çalkantıların içinde. Peki; kendilerini ayakta tutacak ya da koruyabilecek bir güçleri var mı? Arkalarından Rusya veya Batı çekildiği anda yere yıkılacakları kesin. Yani Ermenistan da Yunanistan da bütün o şımarıklıklarına karşın gerçek birer devlet olamamış ancak birer sığıntı sözde devlet olabilmişler.

Baksanıza; Yunanistan’ın “isyankâr” başbakanı Çipras hâlâ eski havaları çalıyor: “Bize yardım etmezseniz Türkiye bizi işgal eder…”

Bu ton 200 yıldır hiç değişmedi ve öyle anlaşılıyor ki ileride de değişmeyecek… Hep kapıda, hep ikinci sınıf, hep diken üstünde ve hep sözde devlet olarak kalacaklar. Peki, bunlardan ders çıkarması gerekenler yok mu?

Emperyalizm, Kürtler ve “Kürdistan”

Yunanistan ve Ermenistan tecrübelerinden ders çıkarması gerekenler herkesin tahmin edebileceği gibi Kürtlerdir.
Emperyalistler Kürtleri sonradan ele aldı. Hatta ilk zamanlarda Hıristiyan Ermenilerin araları açık diye onları sevmiyorlardı da. Fakat sonradan onların da kandırılabileceğini düşündüler. Onlar da Türkiye’ye karşı kullanılabilir, “bağımsızlık”, refah, “devlet” gibi vaatlerle ayaklandırılabilirdi. Özelikle Türkiye açısından nüfus anlamında bir Rum-Yunan ya da Ermeni tehlikesi kalmadıktan sonra daha da kıymete bindiler. Şimdiyse yükselişlerinin en son noktasına varmak üzereler.

Şimdi soralım: Bugün Barzani “Gelecek yıl bağımsızlık ilan edeceğiz” dese de, PKK’nın Suriye kanadı “Rojava”yı ABD bombalarının yardımıyla kurtarmayı (!) zafer saysa da, Türkiye’de PKK’nın uzantısı HDP barajı aşmanın sarhoşluğunu yaşasa da acaba bu iş nereye varacak? Görüldüğü gibi Kürtlerin zafer olarak algıladıkları her gelişmenin ardında yine Batı ve özellikle de ABD var. Bu hep böyle devam eder mi acaba? 200 yıl kadar önce Batının poh poh lamalarıyla şımaran Yunan ve Ermenilerin kaderi Kürtler için de yinelenmeyecek midir?

Pek ihtimal vermediğimizi belirtelim fakat diyelim ki bir “Kürdistan” kurdunuz… Bunun Yunanistan ve Ermenistan sözde devletleri kadar bile bir devlet olamayacağının farkında değil misiniz? Bugün ABD uçakları olmadan IŞİD’le bile baş edemezken yarın ne olacak? ABD hep yanı başınızda müşfik bir ebeveyn olacak mı sizin için? Yoksa “Ortadoğu’nun petrolü azaldı, artık bana ne Kürt’ten” dediği anda ayakta kalma şansınız olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Unutmayın o günler geldiğinde bu coğrafyada size insanî muamele edecek tek devlet yine bugün “sömürgeci” saydığınız Türkiye olur ancak.

Söylemesi bizden, ders çıkarması Kürtlerden… 
Eğer çıkarabilirlerse…



http://www.turksolu.com.tr/kurtlere-yunanistan-ve-ermenistan-dersleri/


MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ (MHP)




MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ (MHP)


MHP bugün, yöneticilerinin niteliği ve düşünsel yapısıyla partiden çok; kişiye bağlı, ilkesiz ve eylemsiz bir örgüt durumundadır. Parti çalışması, genel başkanlarının Meclis salonlarında yaptığı konuşmalar ve sözcüsünün medyaya yaptığı açıklamalarla sınırlandırılmıştır. Yıllarca savunduğu Türk milliyetçiliği saldırı altındayken, ülkede tehlikelerle dolu bir dönem yaşanırken, parti örgütleri sessizlik içindedir. Ulusal değerlerin yok edilişi olağan dışı bir edilgenlikle yalnızca izlenmektedir. Partilere yaşam veren kitlesel eylem adeta yasaklanmıştır. Genel başkanın uygun göreceği yer ve zamanda yapılacak ve yalnızca kendisinin konuşacağı mitingler, kitle eylemi sayılmaktadır. MHP bugünkü yapısıyla Türk ulusunun gereksinimlerine yanıt verecek, Cumhuriyet’i savunabilecek bir parti olmaktan uzaktır. Bu nedenle geleceği yoktur, yok olması kaçınılmazdır.


İlk Dönem

MHP’nin ortaya çıkışı, yeni bir parti olarak kurulmayla değil, Alparslan Türkeş’in arkadaşlarıyla birlikte, başka bir partinin yönetimine gelmesiyle başlar. Türkeş’in ele geçirdiği bu parti, Osman Bölükbaşı’nın uzun yıllar genel başkanlığını yaptığı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’dir (CKMP)Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği’nin desteğiyle gerçekleşen bu değişimle, ılımlı bir karşıtçı parti olan CKMP, savaşkan bir siyasi örgüt haline geldi. Dört yıl bu adla çalışan parti, 1969 yılında Milliyetçi Hareket Partisi adını aldı ve 12 Eylül yönetimi tarafından kapatıldığı 16 Ekim 1981’e dek varlığını sürdürdü. Milliyetçi Hareket Partisi,  gençlik üzerinde etkili olan ve bu etkiyi Meclis’ten çok Meclis dışında kullanan, eyleme dönük bir örgüt oldu.

Dokuzışık

CKMP’nin eylem ve ideolojisine her zaman Genel Başkan Alparslan Türkeş yön verdi.Türkeş 1965’de, daha sonra niteliği önemli oranda değişerek kitaplaştırılan Dokuz Işık İlkesi adlı bir broşür çıkardı. CKMP’nin programına temel oluşturan bu broşürde; MilliyetçilikÜlkücülük,AhlakçılıkİlimcilikToplumculukKöycülükHürriyetçilik ve ŞahsiyetçilikGirişimcilikEndüstrive Teknikçilik başlıklarıyla partinin temel görüşleri ortaya konuyor ve Türkiye’nin gelişip güçlenmesi için bu görüşler doğrultusunda ilerlenmesi gerektiği söyleniyordu.
Dokuzışık İlkesi temel alınarak hazırlanan parti programında, “Kemalizmin partiye yol gösterdiği” açıklanıyor, CKMP’nin “Milliyetçi, demokratik, laik ve yasalara saygılı” bir parti olduğu söyleniyordu. “Özgürlük, milliyetçilik, ahlakçılık, toplumculuk, gelişme ve halkçılık, köycülük ve sanayileşme” partinin temel ilkeleriydi. İlkeleri açıklayan bölümlerde “milliyetçilik”ilkesine özel vurgu yapılıyor ve şunlar söyleniyordu: “Türk milliyetçiliği anti-emperyalist, barışçı, özgürlükçü ve demokratik bir görüştür. Bu nitelikler Türk tarihinden, Türk halkından ve Atatürk’ün düşüncelerinden alınmıştır”.1

Adana Kongresi: Türkçülükten İslamcılığa

1965’te kabul edilen program, 1969’a dek, parti eylemine yön veren belge olarak önemini korudu. Ancak, 1969 Adana Kongresi’nde alınan kararlarla, yeni bir yöneliş içine girildi ve parti politikası önemli oranda değiştirildi. Örgüt ideolojisine yön veren Alparslan Türkeş, yakın çevresinin de etkisiyle, daha önce hiç dile getirmediği görüşler ileri sürdü.
Yeni yönelişle; milliyetçilikTürkçülüklaiklikdevletçilik gibi temel konularda, içeriğe yönelik anlayış değişikliği yaşanıyor ve Atatürkçülük artık anılmıyordu. Türkçülüğün yerini önemli oranda İslamcılık alıyor, etnik yapıyla dini inancı birbirine karıştıran Türk İslam Sentezigibi bilimselliği olmayan ve Türk etnik kimliğiyle çelişen yeni bir kavram getiriliyordu.
Adana Kongresi’nden hemen sonra başlayan süreçle, yönetiminde Adalet Partililerin olduğuKomünizmle Mücadele Dernekleri’nin yürüttüğü eylem türü, yani saldırganlık onlardan devralındı ve bu eylemler yaygınlaştırılarak sürdürüldü. ABD’nin Yeşil Kuşak kuramını geliştirdiği ve Türkiye’de anti-Amerikan savaşımın yükseldiği döneme denk gelen bu değişim, çarpıcı sonuçlarıyla MHP’nin kapatılmasına dek sürdü.

Türkeş’in Değişimi

Alparslan Türkeş, 1961 yılında Cumhuriyet gazetesinden Cevat Fehmi Başkurt’la yaptığı görüşmede şunları söylemişti: “Atatürk devrimleri yerinde saymadı, aksine geriledi. Din, kıyafet ve en önemlisi anlayış olarak geriledi... Son zamanlarda Anadolu’yu hiç dolaştınız mı? Çarşafın nasıl kapkara bir yangın halinde bütün yurdu sardığını gördünüz mü? Gerileme yalnız bu alanlarda olmadı. Örneğin Türkçecilikte oldu. Türkçecilik Atatürk’ün bu millete en yararlı armağanlarından biriydi. İhaneti önce, ezanı Arapça okutmakla başlattılar... Türk camilerinde Türkçe Kuran okunur, Arapça değil”.2
Ülkücü kesimden Hakkı ÖznurÜlkücü Hareket adlı yapıtında, Dündar Taşer ve Ahmet Er gibi “Milli-İslami hassasiyetleri olan kişiler”in, “Türkeş’i de yönlendirerek”, CKMP’yi“Kemalist yapıdan milli ve manevi ağırlıklı bir siyasi çizgiye” getirdiğini söyler. Bu savın doğruluk payı yüksektir. Çünkü Alparslan Türkeş, 1969 Adana Kongresi’nde yaptığı konuşmada, eski düşüncelerini değil, Ahmet Er’in bir yıl önce açıkladığı ve “üçüncü yol” adını verdiği görüşleri yansıtmıştı.
Ahmet Er, 1968’deki İstanbul İl Kongresi’nde şunları söylemişti: “İslam, kişi ve toplum hayatında olduğu gibi, dünya ve kainatta da dengeyi hedef almaktadır. İslam bir ideoloji değil, bir hayat nizamıdır. Kaynağı İslam ve hak olmayan bir hareket başarıya ulaşamaz. Bizim milli hareketimizin kaynağı ve anlayışı da Kuran ve sünnete dayanmaktadır”.3

Ahmet Er ve ABD

Ahmet Er’in dile getirdiği görüşlerle, o dönemde ve daha sonra Washington’dan yapılan açıklamalar ve Türkiye’ye önerilen politikalar arasında büyük benzerlikler vardır. TemelindeAtatürk’e karşıtlığa dayanan “ılımlı İslam” anlayışının bulunduğu bu politika, bugün artık toplumsal yaşamın hemen her alanını etkisi altına almıştır.
CIA Ortadoğu Direktörü ve ABD Ulusal İstihbarat Konseyi Başkanı Graham Fuller’ın yaptığı şu değerlendirmeyle, Ahmet Er’in sözleri arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır. “Kemalizm bitti. Dünyadaki bütün liderler gibi o da sonsuza dek yaşayacak ürün veremedi. Oysa İncil ve Kuran hala veriyor. Bu nedenle, kendisine entelektüel güven duyan Türkiye, İslam’ın günlük yaşamdaki yerini almasını yeniden düşünmelidir”.4

“Üçüncü Yol” ve MHP Çizgisi

Üçüncü Yol anlayışı Adana Kongresi’nde partinin temel ideolojisi haline getirildi. Adana’daki ideolojik değişim, aynı kongrede biçimsel yeniliklerle tamamlandı.
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi adı, Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirildi. Parti amblemi, Osmanlı’nın üç hilalli bayrağı oldu. “Tanrı Türkü korusun” sloganının yerine, “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” sloganı getirildi. Bu tür sloganlar daha sonra“Kanımız aksa da zafer İslam’ın”“Çağrımız İslam’da dirilişedir” ve “Ya Allah bismillahAllah-ü ekber” biçimini aldı.5
Değişiklikler, doğal olarak sancısız olmadı. Nihal Atsız başta olmak üzere birçok eskiTürkçü, değişime tepki gösterdi ve partiden ayrıldı.6 Ancak, tepki ve ayrılmalar sonucu değiştirmedi ve MHP giderek artan biçimde “İslamcı” yanı ağır basan bir parti durumuna geldi.

“Eğitim” Kampları

Yeni politika, parti eylemine yön veren girişimler olarak hızla uygulamaya sokuldu. Üyelerin eğitimi, özellikle gençlere yönelik parti eğitimi, Türkçülüğü değil “İslamcılığı” öğreten kurslar biçimindeydi. Parti yöneticilerinin “Gençlik Eğitim Kampları”, basının ise “Komando Kampları” adını verdiği etkinliklerde, Kurtuluş Savaşı’ndan, Atatürk’ten, emperyalizmden değil, daha çok din konularından, Osmanlı’dan, Komünizme karşı savaşım zorunluluğundan söz ediliyordu.
Yerleşim yerlerinden uzak yerlerde yapılan ve 21 gün süren bu kampların, sıkıdüzenle (disiplinle) uyulan günlük programı şöyleydi: “Sabah ezanı ile uyanış, temizlik ve toplu namaz-sabah sporu, dinlenme ve kahvaltı-mehter ve milli marşlarla yürüyüş, öğle namazı-seminer ve konferans, toplu ve bireysel çalışmalar, boks, güreş, judo, karate-ikindi ezanı ve toplu namaz, dinlenme, uyku-kısa yürüyüş, gece tatbikatı için hazırlık, akşam namazı ve akşam yemeği-günlük olaylar, basının eleştirilmesi ve kitap okuma-yatsı namazı ve yatış-belirsiz zamanlarda gece eğitimi için alarm”.7

Anadoluculuk Akımı

Kimi ülkücü yazar, 1969’daki değişimin ideolojik kaynağının, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve Anadoluculuk Akımı adı verilen düşünsel devinim olduğunu söyler. Bu yargı yanlış değil, eksiktir. 1969 değişimine yön veren temel etmen yerel düşünsel akımlar değil, küresel politikaların Türkiye’ye yaptığı etkidir. “İslamcı” görüşlere dayanan Anadoluculuk Akımı, yapılmak istenen politik değişime uygun düştüğü için ideolojik bir araç durumuna getirilmiştir.
İsmail Hakkı BaltacıoğluMustafa Şakip, Mehmet Erişirgil gibi isimlerin çıkardığıDergah dergisiyle başlayan, Mükrimin Halil İnançHilmi Ziya Ülkenİsmail Hami Danişment’in çıkardığı Anadolu Mecmuası ile süren Anadoluculuk AkımıNurettin Topçu’yla gelişmiş ve dizgeleştirilmiştir (sistemleştirilmiştir). Nurettin Topçu, ülkücü yazar Hakkı Öznur’a göre, “Türkiye’de çeşitli fonksiyonları bulunan milliyetçilik anlayışına karşı çıkan” ve“İslam’ın sınırları ve ölçüleri içinde, İslam’a mecz olmuş (bağlanmış, erimiş, içine çekilmiş y.n.)bir Türk milliyetçiliği anlayışını ortaya koyan” düşünce adamıdır.8

Türklüğü Yadsıyan “Milliyetçi”

Nurettin Topçu, gerçekte kararlı bir Atatürk düşmanıdır. Ziya Gökalp’i şiddetle eleştirir, onu Auguste Comte ve Emile Durkheim’in öykünmecisi (taklitçisi) sayar; “Ziya Gökalp’e karşı olmayı” ilke edinir. Hareket Dergisi’nde yazdığı yazılarda, “Türk milletinin hayat ve kuvvet kaynağı İslam’dır” der ve İslam öncesi Türk tarihini yadsır. Ona göre, “Türk milliyetçiliğinin başlangıç tarihi ne 1923’tür ne de milattan öncedir”. Bu tarih, “Anadolu’nun vatan olmasına yol açan” 1071’le başlar; “milli tarih bilinci” bu tarihten sonra oluşur.
Nurettin TopçuHareket dergisinde şunları yazar: “İslam’la mecz olmuş Anadolu milliyetçiliğinin baş düşmanı Kemalizmdir. Altıok milliyetçiliği; kaba, bozuk, maddeci birrealizmdir (gerçekçilik y.n.). Halkçılığı gerçekte halka düşmanlıktır. Köycülüğü, köylününüzerinde kurduğu saltanattır. Devrimciliği ilkesizliktir. Laikliği ise din düşmanlığıdır... Irkî tarihimizin bin yıldır İslam’la yoğrulmuş Anadolu Türkü için bu tarihten bir ideal çıkarmak imkansızdır... Kendini asırlardır İslama adamış bir milletin çocuklarını, kısır, içi boş Türkçülükle şaşırtmak, koca bir maziyi sonunda bir ırk gurubuna bağlamak, Anadolu Türküne yapılmış en büyük haksızlık olur...”9

12 Eylül ve MHP

Milliyetçi Hareket Partisi, 12 Eylül’den sonra tüm partilerle birlikte kapatıldı (16 Ekim 1981) ve mallarına el kondu. Alparslan Türkeş başta olmak üzere parti yöneticileri tutuklandı; binlerce parti üyesi gözaltına alındı, işkence gördü; Türk Ceza Yasası’nın “149 ve 146. maddelerindeki cürümleri işlemek” suçundan dava açıldı ve Türkeş 11 yıl hapse mahkum oldu. Beş kişiye idam, dokuz kişiye ömür boyu, iki yüz yirmi bir kişiye de 10 ayla 36 yıl arasında çeşitli hapis cezaları verildi. Karar, Yargıtay Birinci Ceza Dairesince onaylandı (1995).10

Tutuklamalar; Cezalar

Yıllarca devleti savunmuş olan MHP, devlet tarafından, üstelik ağır biçimde cezalandırılmıştı. Bu durum, Sıkıyönetim Mahkemesi iddianamesine, verilen cezalardan daha ağır biçimde yansıtılmıştır.
MHP yönetici ve üyeleri, hiç hak etmedikleri bir davranışla karşılaştıklarına inanıyor ve kullanılmışlığın ezikliğini yaşıyordu. Uzun yıllar savaşmışlar, acı çekmişler, buna karşın ceza evlerine doldurulmuşlardı.
Onca savaşım (mücadele) bir anda anlamını yitirmişti. İddianamede yapılan suçlamalar o denli ağırdır ki, devlet tarafından yapılan bu suçlamalar MHP’liler için, maddi olmaktan çok ruhsal çöküntüye yol açacak tinsel bir cezaydı. Şöyle suçlanıyorlardı: “Anayasal düzenin Cumhuriyetçilik ve demokrasi ilkelerine aykırı olarak, devletin tek kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak, Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlandırarak toplu kıyıma yönlendirmek, toplu kıyıma neden olmak, bu cürümlere katılmak, TCK’nın 149 ve 146. maddelerinde yazılı cürümleri işlemek için silahlı örgüt oluşturmak”.11

Kimlik Bunalımı

12 Eylül’ün, kendilerini “Komünizm tehlikesine karşı devleti koruma” gibi bir özgörevle (misyon) tanımlayan MHP’yi mahkum etmesi, tabanda yaygın bir kimlik bunalımına yol açtı. Parti yönetimine güvenerek ülke yararına olduğuna inandığı ağır bir savaşım içine giren üyeler, özellikle genç olanlar, büyük bir düş kırıklığı yaşayarak siyasetten çekildiler.
Alparslan Türkeş ve parti yöneticileri, mahkemedeki savunmalarında kendilerini,“düşüncesi iktidarda, kendisi zindanda bir kadro”12 olarak tanımlıyordu. “Komünizmi ezmek”adına, politik malzeme olarak kullanılmışlar, yıprandıkları anda da bir kenara konmuşlardı. Başını ABD’nin çektiği küresel merkezler, Türkiye’de artık, başka amaçlar için başka güçlerle çalışacaktı. Tabanında milliyetçilerin bulunduğu MHP’nin, bu çalışma içinde şimdilik yeri yoktu.

ABD ve MHP

MHP yönetimlerinin yürüttüğü politikalar ve 12 Eylül uygulamalarının sonucu, binlerce yurtsever insan yanlış bir siyasi savaşım içinde yok olup gitti. Parti yöneticileri, ABD’yle ilişkilerin Türkiye için ne denli çekinceli olduğunu görmüyor, tersine onun öngördüğü politikaları yürütmenin hem parti, hem de Türkiye açısından yararlı olacağına inanıyordu. ABD, Türkiye’nin vazgeçilmez dostu kabul ediliyordu. Alparslan Türkeş’in Brzezinski’nin 1980’de Türkiye’ye gelişiyle ilgili yaptığı değerlendirme, bu anlayışın çarpıcı örneklerinden biriydi.

Brzezinski ve Alpaslan Türkeş

Brzezinski, ABD Başkanı Carter’in Ulusal Güvenlik Danışmanı’dır. 1980 yılında, 12 Eylül darbesinden hemen önce Türkiye’ye gelmiş, hükümetle değil Genel Kurmay BaşkanıKenan Evren ve TÜSİAD üyeleriyle görüşmüştü. Kenan Evren’e kendisiyle Amerika Birleşik Devletleri adına görüştüğünü söylemiş ve “Türkiye’de istikrarlı bir yönetim istiyoruz” demişti.13“İstikrar” dan kast edilenin ne olduğu, hem 12 Eylül uygulamalarında hem de Brzezinski’nin daha sonra yayınladığı anılarında görülecektir.
Alparslan TürkeşBrzezinski’nin Türkiye’ye geldiği günlerde, Bunalımdan Çıkış Yoluadlı bir kitap yayımladı. Bu kitapta, ABD ile ilişkiler konusunda görüşlerini açıklıyor, ABD adına“istikrarlı bir yönetim” isteyen Brzezinski konusunda şu değerlendirmeyi yapıyordu: “Resmi görevinin yanında kuvvetli bir ilim adamı olan Brzezinski bazı gazetecilerle yaptığı görüşmede, ’Ortadoğu ülkelerini yalnız bırakarak onları galiba Ruslara yem haline getirdik. Bundan o ülkeler gibi biz de ızdırap duyuyoruz. Fakat Batı, özellikle Amerika, bundan sonra geçmişteki hatalarını tekrarlamayacaktır. Bütün gücümüzle hürriyetçi ülkelerin, gelişme ve güçlenmelerine yardımcı olacağız...’ demiştir. Batının, hatalarını Brzezinski kadar görmüş olmasını ve Brzezinski gibi çözüm yollarını farketmiş bulunmasını arzu ediyoruz”.14
Türkeş’in “kuvvetli bir bilim adamı” dediği Brzezinski, Türkiye’deki hemen tüm karışık işlerde parmağı olan ve herhalde MHP davasıyla da yakından ilgilenmiş bir kişidir. Türkiye’ye gelip, Kenan Evren ve TUSİAD üyeleriyle görüştükten kısa bir süre sonra, 12 Eylül olmuştur.

Bugünkü MHP

MHP bugün, yöneticilerinin niteliği ve düşünsel yapısıyla partiden çok; kişiye bağlı, ilkesiz ve eylemsiz bir örgüt durumundadır. Parti çalışması, genel başkanlarının Meclis salonlarında yaptığı konuşmalar ve sözcüsünün medyaya yaptığı açıklamalarla sınırlandırılmıştır.
Yıllarca savunduğu Türk milliyetçiliği saldırı altındayken, ülkede çekincelerle (tehlikelerle) dolu bir dönem yaşanırken, parti örgütleri sessizlik içindedir. Ulusal değerlerin yok edilişi olağan dışı bir edilgenlikle (pasiflikle) yalnızca izlenmektedir. Partilere yaşam veren kitlesel eylem adeta yasaklanmıştır. Genel başkanın uygun göreceği yer ve zamanda yapılacak ve yalnızca kendisinin konuşacağı mitingler, kitle eylemi sayılmaktadır.
MHP bugünkü konumuyla AKP’nin yürüttüğü politikaya kritik dönemlerde yaptığı katkıyla dikkat çekmektedir. CHP, R.Tayip Erdoğan’ın milletvekili olmasının yolunu açarken; MHP 2002 erken seçim kararının alınmasına ve Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesine olanak sağlamıştır. Yönetime geldiğinde, Kemal Derviş’in programını uygulamıştır. Yeniden hükümete girse, AKP’nin sürdürdüğü politikadan başka bir politika izlemeyecektir. ANAP ve DSP ile birlikte yer aldığı 57.Hükümette yaptıklarının aynısını yapacaktır.
MHP bugünkü yapısıyla Türk ulusunun gereksinimlerine yanıt verecek, Cumhuriyet’i savunabilecek bir parti olmaktan uzaktır. Bu nedenle geleceği yoktur, yok olması kaçınılmazdır.

DİPNOTLAR

1                “Ülkücü Hareket – I”, Hakkı Öznur, Akik – 1996,  sf.148, 149
2                a.g.e.  sf.147
3                a.g.e.  sf.154
4                “12 Eylül’de İrtica”, Prof.Dr.Çetin Yetkin, Ümit Yay., Ank.– 1994, sf.43
5                “Ülkücü hareket – I”, Hakkı Öznur, Akik – 1996,  sf.156 ve 227
6                “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi” İletişim Yay., 8.Cilt,  sf.2115
7                “Fırtınalı Yıllarda Ülkücü Hareket”, Turhan Feyizoğlu, Ozan Yay.  2000,  sf.65 ve 66
8                “Ülkücü Hareket – I”, Hakkı Öznur, Akik – 1996, sf.106
9                a.g.e. sf.108–110
10             “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi” İletişim Yay., 15.C.,  sf.1276
11             Büyük Larousse, Gelişim yayınları, 13.Cilt,  sf.8185
12             “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi” İletişim Yay., 15.C.,  sf.1276
13             “Ülkücü Hareket – I”, Hakkı Öznur, Akik – 1999, sf.260

14             “Bunalımdan Çıkış Yolu”, Alparslan Türkeş, Yeni Y., 2.Bas.–1980, sf.37, 38



.

PUTİN YANLIŞ YAPIYOR



PUTİN YANLIŞ YAPIYOR

09a8c486016362480fc601d1ef49fff2













   Gereksiz ve zamansız bir şekilde Rus uçağının Suriye’de düşürülmesinden sonra Rusya’nın Türkiye’ye karşı takındığı düşmanca tavır yanlıştır. Bu tutum ve davranışı ülkemize olduğu kadar Rusya’ya da büyük zararlar verecektir.
Muhtemel bir Türk-Rus çatışmasının sadece iki ülkeye değil bölge ve dünya barışına çok önemli ve asla karşılanamayacak büyük zararları olacaktır.
Bugün Rusya ve Türkiye’nin milli güç mukayesesini rakamlar üzerinden yapanlar Rusya’yı yenilmez bir dünya gücü olarak göstermektedir. Bunlar cahilce yapılan değerlendirmelerdir. Tarihi ve coğrafi gerçekleri bilmeden yapılan boş sözlerden ibarettir..

1492’de Rus Çarı III.IVAN’ın Osmanlı Padişahı II.BEYAZIT’a gönderdiği mektupla başlayan ve 523 yılı geride bırakan ilişkiler incelendiğinde, Rusya’nın “sıcak denizlere inmek” şeklindeki değişmeyen hedefini önleyen Türkiye ile Rusya’nın devamlı savaş halinde olduğu görülecektir.

Türkler ve Ruslar en son 1 nci Cihan Harbinde karşı karşıya gelmişlerdir. Savaş sebebiyle İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının Rusya’ya kapatılması ile her alanda çöken Rusya’ya yardım için gelen İngiltere, Fransa gibi dünya devlerinin 1915 ‘te Çanakkale’de uğradıkları hezimet asla unutulmamalıdır. Bu savaş sonunda Osmanlı yenilmiştir. Ama Rusya’da yenilmiştir. 500 yıllık Çarlık Rusyası kanlı olaylarla rejim değiştirerek komünizmin boyunduruğuna girmiştir.
Bugün her alanda Türkiye ve Türklere karşı bir seri yaptırımlar uygulamaya kalkan Putin’in göz önüne alması gereken husus Türk Boğazlarındaki egemenliğin hâla Türkiye Cumhuriyeti’nin elinde olduğudur.

Bu boğazlardan her dört dakikada bir Karadeniz ülkelerine ait büyük ticaret gemilerinin geçtiği asla unutulmamalıdır. Boğazların herhangi bir şekilde kapatıldığı takdirde ne olacağı hususu 1914-1918 Rus arşivlerinde açıkça yer almaktadır. Bu vesile ile gözden geçirilmesinde yarar vardır.

Bugün hangi olumsuz görünüm altında olursa olsun Türkiye Cumhuriyetinin milli güç potansiyeli asla küçümsenmemelidir.

2015 Rusyası hâla dev bir dünya gücüdür. Rusya, BM Güvenlik Konseyi karar alma sistemi içinde ‘Veto Hakkı’ olan beş ülkeden biridir. Nitekim bu gücünü Suriye’ye yaptırım uygulamak isteyen BM kararlarını Çin ile birlikte veto ederek kanıtlamıştır.

SSCB’den sonraki siyasi yapılanma dolayısıyla artık Rusya sınır komşumuz değildir. Fakat bölge ülkesi olarak ve Türk Dünyası ile olan ilişkilerini de göz önüne alarak baktığımızda Türkiye’ nin dış politikasında Rusya’ nın daima göz önünde tutması gereken ülkelerin başında yer aldığını görürüz.

Eğer Türkiye bölgemizde söz sahibi olmak istiyorsa Rusya ile ilişkilerini en üst düzeyde tutmak ve gerekirse stratejik ortaklık seviyesinde bu ilişkiyi güçlendirmek durumundadır. Bu birlikteliğe en az Türkiye kadar Rusya’ nın da ihtiyacı vardır. Çünkü bölgemizde paylaşacağımız pek çok ortak yönümüz bulunmaktadır.

Türkiye’ nin bir bölge ülkesi olarak Rusya ile çıkarları örtüşmektedir. Birlikte hareket etmeleri ve dayanışma içinde bulunmalarında sayısız yararlar vardır. Yöneticilerimiz Rusya’ nın var olduğunu ve hemen yanı başımızda bulunduğunu hatırlamalı, dış ilişkilerimizde Rusya’ya ağırlıklı olarak yer vermemiz gerektiğini unutmamalıdır..

Sonuç olarak; Rusya Federasyonu; Türkiye’ yi geçen 523 yıllık tarihi, siyasi, kültürel, sosyal, ekonomik ve askeri ilişkilerimizin engin tecrübesi ile kendi milli çıkar ve amaçları doğrultusunda değerlendirmek zorundadır. Bunun aksi bir tutum ve davranış coğrafyanın gerçeklerine ters düşeceği gibi jeopolitik ve jeostratejik kavramlara da tamamen aykırı bir durum meydana getirebilecektir.
Özetle muhtemel bir Türk-Rus savaşının kazananı asla Türkler ve Ruslar olmayacaktır. .

Dr. Tahir Tamer Kumkale