26 Mart 2021 Cuma

2000'Lİ YILLARDA KİMYASAL SİLAHLARIN ORTADOĞU GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ. BÖLÜM 2

2000'Lİ YILLARDA KİMYASAL SİLAHLARIN ORTADOĞU GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ. BÖLÜM 2 


Ortadoğu, Güvenlik, Kimyasal Silahlar, Prof. Dr. Sibel TURAN, H. Ekber KAYA, Nükleer silahlar,Kitle imha silahları, konvansiyonel silahlar,sarin gazı, tabun gazı, hardal gazı, Hafız Esed, Suriye, ABD, 

Dar anlamda ise Uluslararası sistemin güç kullanımı ve savaş tehdidinden uzak olarak, küresel çatışmalardan korunması olarak tanımlanabilir. Tarihsel süreçte 
silahsızlanma konusunda Uluslararası düzeyde çok sayıda girişim yapıldığı görülmekte ancak Uluslararası güvenliğin önündeki en önemli engellerden biri 
olan silahsızlanma girişimlerinin görece başarısızlıkla sonuçlandığı söylenebilmekte dir. Silahlanma girişimleri günümüzde de artan bir ivmeyle sürmekte ve ne 
savaşaların ne de terörizm gibi diğer çatışma türlerinin önüne geçilebilmekte dir.115 
Ortadoğu bölgesinde genel olarak güvenlik politikalarını ve güvenlik algılamalarını etkilemekle birlikte bizzat şekil veren birçok dahili ve harici risk faktörü bulunmaktadır. Dini ve etnik kaynaklı çatışmalar, su ve petrol meselelerinden meydana gelen sorunlar, baskıcı liderlerin neden olduğu siyasal ve sosyal çekişmeler, bölge içi silahlanma yarışının ürettiği problemler gibi sebepler güvenliği kısır bir duruma sokmaktadır.116 

Dünya genelinde silah satışlarına ve askeri harcamaların oranlarına bakıldığında Ortadoğu bölgesi her zaman ön sıralarda yer almıştır. Ortadoğu bölgesinde askeri harcamalar nüfusa oranlandığında dünyada ilk sırayı almaktadır.117 

Ortadoğu Bölgesinde kitle imha silahları ve bunları uzak menzillere gönderme vasıtaları olarak bilinen balistik füzelere sahip olan ya da sahip olma yolunda ilerleyen ülkelerin sayısı da azımsanamayacak düzeydedir. 

Hem konvansiyonel silah sistemlerinin hem de kitle imha silahları kapasitelerinin giderek artması, Ortadoğu'daki istikrarsızlık ortamını ve buna neden olan faktörleri yakından bilen uzmanlar tarafından büyük bir tedirginlik ile karşılanmaktadır.118 Ortadoğu ülkelerine özellikle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt gibi ülkelere ABD tarafından İran tehdidi karşısında artan bir şekilde silah yardımı gerçekleşmektedir. İşin ilginç tarafı ise Arap devletlerinin farkında olmadan birbirleriyle silahlanma yarşına girmeleridir. Bu durum ise en çok ABD'nin işine gelmektedir.119 Bölgenin silahlanmasında 3 önemli faktörün rolünü görmekteyiz. İlk olarak bölgenin jeopolitk konumunu söylemek mümkün. 

İkinci olarak bölgenin kültürel yapısı ve son olarak da dünyanın en zengin petrol yataklarına sahip olması ve madenler bakımından da dünyanın en zengin bölgelerinden biri olmasıdır.120 

İsrail devletinin varlığını bölgenin güvenliğini tehdit edebilecek unsurların başında görmemiz yanlış olmaz. İsrail hem Arap Ortadoğu'suna mensup bölge ülkeleri hem de diğer bölge devletleri için tehdit oluşturmaktadır. Bunu anlamak için de Arap ülkeleri ile yaptığı savaşların sayısına bakmak yeterli olacaktır.121 Bu bağlamda Ortadoğu bölgesinde İsrail gibi bir devletin olması ayrıca silahlanma yarışında da önemli rol oynamaktadır. Terörist örgütler karşısında konvansiyonel silahların yanı sıra gizli servis ve istihbarat gibi unsurları da güçlü tutan İsrail'in elinde bulunan askeri gücü diğer bölge devletlerinin tehdit algılamalarını sürekli tetikte tutmalarına sebep olmaktadır.122 

Bir İsrailli karar alıcı için İsrail devletinin Ortadoğu'daki varlığı her şeyden önce dinsel bir hak ve zorunluluktur. Bu hak ve zorunluluk da İsrail’in ulusal 
çıkarının esas temelini oluşturur. Bir Arap karar alıcı için ise İsrail'in Müslüman topraklarında kurulmuş olması, İslam dinin yaşam alanına bir saldırıdır ve 
Yahudiler nefret edilen bir öteki olabilmektedirler. Böyle bir yaklaşım şeklinden dolayı da bölgede uygulanmak istenen idealist ve barışa yönelik girişimler çoğu 
zaman başarısızlığa uğramaktadır. Bu durum, Orta Doğu’daki tüm devletleri kendi siyasi ve askeri gücünü yükseltmeye ve özellikle askeri caydırıcılıklarını arttırmaya teşvik etmektedir.İsrail'de kurulduğu günden itibaren kendisini düşmanlarla çevrilmiş olarak algılamakta bu algılama çerçevesinde silahlanmaktadır. Onun askeri gücü arttırma gayretleri çerçevesinde nükleer veya kimyasal silahlanma önemli bir yer teşkil etmektedir. Böylece silahlanarak bekasını ve güvenliğini sağlama çabaları bölge devletlerinin dış politikalarındaki en önemli amaç haline gelebilmektedir.123 

Ortadoğu bölgesi için İsrail'in nükleer yeteneği yani nükleer başlık ve bunları fırlatma vasıtalarına sahip olması bölgedeki bazı diğer ülkelerin caydırıcılık ve bir nevi eşitliği sağlamak amaçlı olarak kimyasal silah programları başlatmalarına ve bu silahlara sahip olmalarına neden olmuştur. Bu ülkeler Mısır, Libya, İran, Irak ve Suriye'dir. Mısır, İran, Irak ve Libya'nın Soğuk savaş döneminde kimyasal silahları kullandıkları bilinmektedir. Böylece bölgede var olan sorunlara kitle imha silahlarının yayılması sorunu da eklenmiştir.124 Özellikle İslam Devrimi sonrasında artan bir hızda girişimlerde bulunan İran'ın kimyasal ve biyolojik silahlar ve balistik füzeler alanında kayda değer stoklara sahip olduğu ve nükleer silah geliştirdiği yönünde önemli mesafeler katettiğine ilişkin kapsamlı bilgiler 1990'lı yıllardan bu yana ortaya konulmaktadır.125 

İran ve Irak arasında 1980-1988 yılları arasında gerçekleşen savaşta çok sayıda insan hayatını kaybetti. Buna ek olarak savaşın yol açtığı ekonomik yıkım şaşırtıcı boyutlardaydı. İki ülkenin de altyapıları zarar görmüş, milyarlarca dolar petrol geliri sürekli büyük silah alımlarında israf olmuştur. 
Savaşın en karanlık kısımlarından biri Irak'ın İran'a karşı kimyasal silah kullanması ve İran'ın da buna yanıt olarak kimyasal silaha başvurmasıdır. İki tarafın da kimyasal silah kullanması devam eden tehlikeli örnekler yarattı. Küresel bir bakış açısıyla, Irak'ın ve sözde İran'ın kimyasal silah kullanması, Üçüncü Dünya ülkelerinin kitle imha silahlarına sahip olmalarına ve potansiyel bir çatışmada bu araçların kullanımının taktik askeri ve stratejik siyasi faydalar yaratacağını gösterdi.126 Kasım 1983'te İran, Birleşmiş Milletler'e yaptığı başvuruda, Irak'ın savaş sırasında kimyasal silah kullanmakta olduğunu ileri sürmüştür. İranlıların tedavi gördüğü ülkelerin basınında da Irak'ın kimyasal silah kullandığına ilişkin haberler yer almıştır. Mart 1984'te Birleşmiş Milletler Genel sekreteri tarafından oluşturulan bir uzmanlar grubu İran'da kullanılan kimyasal silahların türünü ve kullanılış süresini belirlemek üzere bölgeye gönderilmiştir. Açıklanan rapora göre kimyasal silahların tabun ve hardal gazı ile birlikte havadan atılan bombalar şeklinde kullanıldığı tespit edilmiştir.127 

Irak, İsrail'in kitle imha silahlarını geliştirdiği şüphesi ki dayanakları olan bir şüpheydi sebebiyle 1980'den önce kimyasal silah programını başlatmıştı. 1988 tarihli bir ABD Dışişleri Bakanlığı analizinde “Irak, ilkin İsrail'in kimyasal silah tehditine karşı kimyasal silah elde etme gereği duyuyor gibi göründü” denilmektedir. Irak 1965 yılılnda Sovyet programını model alan Silahli Güçler Kimyasal Teşkilatı Müdürlüğü'nü kurmuştur. Sonraki yıl Irak, dost Arap 
ülkelerinin kimyasal saldırı kabiliyetini arttırmak için Arap ülkelerinden gelen subayları eğitmek için destek vermiştir.128 Irak’ın kimyasal ve biyolojik 
kapasitesi nükleer programından çok daha kapsamlı ve daha çok sinir gazları (sarin, tabun, VX), CS (biber gazı) ve hardal gazı üzerindeki araştırmaları 
kapsamıştır. Irak, kimyasal silah kapasitesini hem İran-Irak savaşı boyunca hem de Kürt azınlığına karşı yürütülen ve Halepçe kentinde 5.000 sivili öldürdüğü al-
Anfal operasyonunda yaygın olarak kullanmıştır. 1980’lerin sonlarındaki raporlar Irak’ın her ay yaklaşık 60 ton hardal gazı ve dörder ton da sarin ve tabun ürettiğini öne sürmüştür. Birinci Körfez Savaşı ve bunu izleyen uluslararası doğrulama ve imha sürecinin ardından, Irak toplam 3.859 ton kullanılabilir kimyasal madde ürettiğini, 3.315 tonunu silah haline getirdiğini ve bunun da yüzde 80’ini İran-Irak Savaşı boyunca kullandığını iddia etmiştir.129 

Peki ya kimyasal silahlar kimden? Kimyasalların bileşenleri ve imalat teçhizatı farklı kaynaklardan geldi; Irak hükümeti de kimyasal silah üretme kapasitesine sahipti. Halepçe'de bulunan bomba kovanlarının çoğu Rus yapımı. Batılı şirketler bakımından ise 85 Alman, 19 Fransız, 18 İngiliz ve 18 Amerikan şirketine dair veriler var.130 Rusya’nın Sesi radyosuna demeç veren Karen Kwiantowski, Amerika’nın İran’la savaş sırasında Saddam Hüseyin’e kimyasal silah verdiğini söylemiştir. Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’nda da görev yapan Karen Kwiantowski, Amerika’nın kimyasal silahlarla ilgili geçmişine değindikten sonra çeşitli ülkelerde kullanılan kitle imha silahlarıyla ilgili olarak “evet biz bu işleri yaptık” demiştir. İran-Irak savaşı sırasında Saddam yönetiminin kullandığı kimyasal silahlara da değinen Karen Kwiantowski, “bu yeni bir haber değil, biz İran-Irak savaşında tarafsız değildik, Saddam Hüseyin’e kimyasal ve biyolojik silahlar verdik” demiştir.131 

Aralık 1998 ile birlikte Birleşmiş Milletler Özel Komisyonu (UNSCOM) müfettişleri 38,537 doldurulmuş ve doldurulmamış kimyasal mühimmat, 690 metrik ton kimyasal silah ajanı, 3275 metrik tondan fazla öncül kimyasallar, 425 adetin üzerinde kilit üretim ekipmanları, 125 analitik araç imha edildi. 

Ağustos 1998'de Irak tek taraflı olarak, Kimyasal silahlarla ilgi bitmemiş silahlanmanın çözüldüğünü ve UNSCOM ile işbirliğini sonlandırdığını açıklamıştır. 
ABD ve Birleşik Krallığın Çöl Tilkisi operasyonu ile Aralık 1998'de UNSCOM ülkeden çekildi. Ocak 1999'dan Kasım 2002'ye Irak'ın KİS programlarını canlandırmak için girişimlerine yönelik çok az yeni bilgi mevcuttu. Batılı istihbarat ajansları, büyük olasılıkla UNSCOM'un geri çekilmesi ile kimyasal silahların üretim yeteneklerinde retorasyona yol açtığını düşünmüştür. Irak'lı muhalif gruplar tarafından sağlanan istihbaratlar da bu endişeleri güçlendirdi.132 

11 Eylül 2001'de yaşanan çifte terörist saldırılarının ABD ve Avrupa güvenlik önceliklerinin şekillenmesi üzerindeki etkisi büyüktür. Bu olay sonrasında, taraflar yeni güvenlik doktrinlerini ilan etmiş ve bu doktrinleri uygulamaya koymuşlardır. ABD ,Uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayarak, Irak'ta ilk kez Amerikan yeni ulusal güvenlik stratejisini Avrupalıların tepkilerine rağmen benimsemiştir. 
Bir başka deyişle Irak'ta uygulanmış olan Bush doktrini; Washington yönetimi tarafından Saddam rejiminin terörizmi destek verdiği ve kitle imha silahlarını gizlediği gerekçesine dayandırılmış ve Uluslararası Hukuk dönemin başat gücü ABD'nin güvenlik algılayışına göre biçimlendirilmiştir. Ancak ABD'nin Irak'ta gerçekleştirmiş olduğu askeri müdahalenin sonrasında Washington yönetiminin iddialarını destekleyecek hiçbir kanıt bulunamamıştır.133 Pek çok kesim tarafından ABD başarısız olarak nitelendirilmiş, kitle imha silahları ile ilgili hiçbir kanıt bulunamamış, çok fazla Amerikan askeri ölmüş, birçoğu yaralanmış bunlarla birlikte ABD ekonomik olarak da büyük kayıplar yaşamıştır. Müdahale sonrası Irak'ta mevcut olan etnik ve dinsel ayrımın temeline dayanarak oluşturulmaya çalışılan demokrasinin tam olarak yerleştiğini söylemek pek mümkün olmamıştır.134 

Kimyasal silahlarla ilgili son 15 yıldır varolan sorunlar kimyasal silah sahibi ülkelerin bu silahları imha edip etmediğiyle ilgilidir. 6 kimyasal silah sahibi 
ülke Rusya, Arnavutluk, ABD, Hindistan, Kuzey Kore, Libya toplamda 70 bin ton kimyasal silah gereçleri, 8.6 milyon kadar mühimmat ve konteynera sahip olduklarını belirtmişlerdir. Bunlar arasında Rusya 40.000 ton, ABD 28.575 ton, Hindistan 1000 ton civarı, Kuzey Kore 600 ton civarı kimyasal silah stoğuna sahip olduğunu bildirmiştir. Bununla birlikte 2006 sonlarına doğru ABD stoğunun %50’den azını, Kuzey Kore %70 civarını, Rusya Federasyonu %16’sını imha ettiğini açıklamıştır.135 Arnavutluk ise 2007 Temmuzunda stoğunun tamamını imha eden ilk kimyasal silah sahibi ülke olmuştur. 

Arnavutluk Ordusu 2002’de Tirana civarında 16 ton kimyasal silah deposu olduğunu bildirmiştir. Aslında bu bir sürprisdir çünkü Kimyasal Silah 
konferansının bir üyesidir. Bunun üzerine Arnavutluk hemen Avrupa Birliği ve ABD’ye kimyasal silahları güvenli bir şekilde yok etme konusunda kendisine 
yardımcı olacak desteği vermelerini istemiştir. Bunun yanı sıra Batı tarafından ortya konan programa uymuş ve ABD bu milli güvenliğe karşı yükselen tehtite 
karşı Arnavutluğun tavrından duyduğu memnuniyeti ve Arnavutluğun partnerliğinden duyduğu hoşnutluğu dile getirmiştir. 136 

2011’de Libya’da Kaddafi’nin devrilmesiyle birlikte kimyasal silah imhasıyla ilgili girişimlere çıkmaza girmiştir. Bunun üzerine kimyasal silahlarının hepsini yok etmesi için verilen süre OPCW ve AB Topluluk İstikrar Programı imha süresini 29 Nisan 2012’ye kadar uzatmıştır. Ancak Libya tam olarak stoğunu ortadan kaldıramamış, %51 civarını yok etmeyi başarmıştır.137 

Irak, Suriye gibi birkaç tane gelişmekte olan devlet Soğuk Savaş sırasında güçlü konvansiyonel ülkelere karşı bir tedbir olması ve stratejik olarak diğer ülkelere karşı caydırıcı olarak kullanmak için kimyasal silah edinmişlerdir. Ancak 1997 Nisanında Kimyasal Silahlar Sözleşmesi yürürlüğe konduğundan beri kimyasal silahlar caydırıcı amaçlı olsa bile eski politik ve ahlaki meşruluğunu kaybetmiştir. Aksine kimyasal silah üreten ve bu nedenle Afganistan’ın BM tarafından işgaline neden olan El-Kaide gibi devlet dışı terör örgütleri için bir tehtid haline gelmiştir. 
El Kaide nukleer, kimyasal ve biyolojik silahlar olan kitle imha silahlarını üretme 
ve kullanma konusunda tehdit yaratmıştır. 

21 Mayıs 2003’te El-Kaide yöneticilerinden Nasir bin Hamd al- Fahd’ın yayınladığı fetvada İslami kanunlara göre batılı ülkelere karşı kitle imha silahları kullanmak doğrudan veya dolaylı olarak onlar tarafından öldürülen sayısı yaklaşık 10 milyon olarak belirtilen Müslümanın öcünü almak demektir.138 

***

2000'Lİ YILLARDA KİMYASAL SİLAHLARIN ORTADOĞU GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ. BÖLÜM 1

2000'Lİ YILLARDA KİMYASAL SİLAHLARIN ORTADOĞU GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ. BÖLÜM 1 

Ortadoğu, Güvenlik, Kimyasal Silahlar, Ortadoğu,Prof. Dr. Sibel TURAN, H. Ekber KAYA, Nükleer silahlar,11 Eylül Saldırısı,Kitle imha silahları, konvansiyonel silahlar,sarin gazı, tabun gazı, hardal gazı, Hafız Esed, Suriye, ABD, 

Prof. Dr. Sibel TURAN* 
*Trakya Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü 
sibelturan1@gmail.com 
H. Ekber KAYA** 
**Trakya Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler ABD Doktora Öğrencisi 
hulusiekber@gmail.com 

ÖZET 

Kitle imha silahlarından biri olan kimyasal silahlar tarihin eski dönemlerinden beri var olmasına rağmen, özellikle 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren daha fazla ilgi görmüş ve bu ilgi günümüze kadar devam etmiştir. Bilim adamlarının geliştirdikleri kimyasal silahlar büyük etkileri olan gazlar ve maddeler olup, yapımları da oldukça basittir. Nükleer silahlarla karşılaştrılıdığında maliyetinin daha az olması ve fazla teknik bilgi gerektirmemesinden dolayı genellikle az gelişmiş ülkeler tarafından tercih edilen bir silah türü olmuştur. 
"Uluslararası İlişkiler" literatüründe “fakir ülkelerin nükleer silahı” olarak da ifade edildiği görülmektedir. Bölgede İsrail'in nükleer silah sahibi olması ve Arap 
toplumlarını kendine tehdit olarak algılaması, İran'ın nükleer çalışmaları ve İsrail'e karşı izlediği politika diğer bölge ülkelerini de kitle imha silahları konusunda tetiklemiştir. Bu bağlamda Ortadoğu bölgesinin kimyasal silahlar bakımından incelenmesi ve söz konusu silahların bölgedeki güvenlik anlayışlarını nasıl şekillendirdiğini ortaya koymak yanlış olmaz. Bu bölge birçok ülkeyi içinde barındırmasına rağmen 2000'li yıllarda yaşanan gelişmeler çerçevesinde, 
kimyasal silahlarla birlikte anılan ülkelerin başında gelen Suriye ve Irak çalışmada öncelikli incelenecek devletler olacaktır. Kimyasal silahların Ortadoğu'daki varlığı ve yarattığı tehdit, ABD'nin 11 Eylül saldırılarından sonra Irak müdahalesinin gerekçesini, ülkedeki kimyasal silahların varlığına dayandırması, Arap baharı kapsamında; özellikle son gelişmeler ışığında, Suriye'de yaşanan kimyasal saldırılar, kimyasal silahların bazı devlet dışı aktörlerin eline geçmesi ve bütün bu söz konusu gelişmelerin Ortadoğu güvenliğine etkilerinin araştırılması çalışmanın amacı için önem arz etmektedir. 

Bunun yanı sıra bir on yıl önceki döneme geri dönümler yapılmadan anılan yıların açımlanması da mümkün görünmemektedir. 

2000'li YILLARDA KİMYASAL SİLAHLARIN ORTADOĞU BÖLGESİNİN GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ 

Kitle imha silahları içinde en geniş etki edebilme yeteneğine sahip ve en yüksek maliyeti gerektiren nükleer silahlardır. Bu sebepten incelendiğinde ekonomik gelişmişlik düzeyi yüksek ve teknolojik altyapısı yeterli olan ülkelerde nükleer silahlanmanın ve bu kapsamda yapılan çalışmaların olduğunu görmekteyiz. Nükleer silahların aksine kimyasal ve biyolojik silahlar maliyetleri düşük, yüksek teknolojiye fazla gerek duymayan, bunların yanı sıra özellikle yasa dışı grupların eline geçme olasılığı da fazla olan silahlardır. Bu sayılan özellikleri ile kimyasal silahlar, Ortadoğu bölgesinin güvenliğini tehdit etmektedir. 
Dolayısıyla bu silahlar daha çok az gelişmiş ülkelerin elinde bulunmaktadır. 
Ortadoğu coğrafyası da bu silahların yakın tarihte kullanıldığı ve günümüzde de bölge güvenliğine zarar vermeye devam eden bir sorun olmuştur. Geçmişten 
günümüze çatışmanın ve silahlanmanın hız kesmeden devam ettiği bölgede kimyasal silahlar ülkelerin ellerinde bulundurdukları caydırıcılıkları yüksek 
silahlardır. Özellikle günümüzde ve yakın geçmişte Suriye ve Irak kimyasal silahlar kapsamında dünyanın dikkatini bu bölgeye çekmektedir. 
Kitle imha silahları (KİS), konvansiyonel silahlara göre daha fazla tahribat yapabilen ve çok daha fazla sayıda insan ve diğer canlıların ölümüne neden olan nükleer, biyolojik ve kimyasal silahların ortak tanımıdır. Bunları taşıma yeteneğine sahip olan füzeler ve radyolojik silahlar da kitle imha silahları kapsamında değerlendirilmektedir.97 Kitle imha silahları ifadesi ilk kez Canterbury Başpiskoposu tarafından 1937'de kullanılmıştır. Ancak kitle imha silahlarının 
modern ifadesi 1947'de Başkan Harry Truman tarafından imzalanan belgede "kitle imhası için uyarlanabilen" ifadesinin eklenmesiyle tanımlanmıştır. Ardından 
Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabul edilen önergede bu ifadeye rastlanmıştır. Birkaç yıl içinde "kitle imha silahları" ifadesinin kullanımı tercih edilmiştir. Ardından ifade 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde silahsızlanma antlaşmalarında yer almıştır. BM 1948'de ifadeye standart bir tanımlama getirmiştir. Buna göre kitlesel imha silahları atomik patlayıcı silahlar, radyo atomik materyalli silahlar, öldürücü biyolojik ve kimyasal silahlarla atom bombasına veya yukarıdakilere benzer etkiye sahip gelecekte üretilebilecek tüm silahlara verilen genel addır.98 

Kavramın ifade ettiği diğer bir anlam ise, Kitle imha silahları, konvansiyonel silahların defalarca kullanılması sonucunda ortaya çıkabilen insan kaybını sadece bir defa kullanılmaları sonucu meydana getiren, bununla birlikte konvansiyonel silahların oluşturamadığı saldırı sonrası olumsuz etkileri de bulunan silahlar olarak da tanımlanmaktadır.99 

Başka bir tanıma göre ise kullanıldıkları ortamlarda canlı cansız varlıklar arasında hiçbir ayırım yapmaksızın büyük yıkıma yol açan, ölüme ve sakatlanmalara 
sebebiyet veren konvansiyonel olmayan silahlara kitle imha silahları denilmektedir.100 
Stratejik bombardıman uçağı ile atılacak olan nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların nisbi etkilerini inceleyen Birleşmiş Milletler'in çalışmasına göre: 1 megatonluk bir nükleer bomba 300 km²lik bir alan içinde korunmasız halkın %90'ını öldürebilir. 15 tonluk bir kimyasal silah 60 km²lik bir alandaki halkın %50'sini öldürebilir. 10 tonluk bir biyolojik silah 100 bin km² lik bir alandaki halkın %25'ini öldürür ve %50'sini hastalandırır. Bu etkiler, kimyasal ve biyolojik silahların geniş bir alana yayılabildiği ve toprak düzeyine ulaştığı durumlarda gerçekleşebilir. Nükleer silahların etkileri ise yer düzeyinde veya uygun yükseklikte patlatılması ile sağlanabilir.101 

Biyolojik ve kimyasal silahlar “yoksul adamın atom bombası”102 olarak tarif edilmiştir, fakat üretiminin ve programının kolaylığı yanıltıcı bir izlenim 
verir.103 

Kimyasal silahlar, ister sıvı ,ister gaz veya katı durumda olsun, kimyasal maddelerden oluşan ve kullanıldığında insanlar, hayvanlar ve bitkiler 
üzerinde doğrudan zehirleyici etkisi olan silahlardır. Bu bağlamda kimyasal maddeden de oluşsa doğrudan ilk etkisi ısıtma ya da basınç yaratma olan silahlar 
kimyasal silah sayılmamaktadır.104 Kimyasal silahlar biyolojik silahlara göre daha etkili ve çok daha ölümcüldür. Kimyasal silahların etkileri genellikle hızlı 
ve şiddetlidir. Bu silahlar nefes yoluyla, yutarak ve deri teması ile etki eder. 
Nükleer silahların aksine kimyasal silahlar nispeten ucuz ve üretimi kolaydır. 70 farklı kimyasalın oluşturulduğu bilinmekte ve buna bağlı olarak çok sayıda ülkenin kimyasal ajan stoklamayı sürdürdüğü tahmin edilmektedir. Kimyasal planların ve ülkelerin saptanamayan yeni kimyasallar üretebilmesi, Uluslararası anlaşmaları büyük ölçüde kimyasal silahların gelişimini kontrol etmekte etkisiz kılmakta dır.105 
Birleşmiş Milletler 1969 yılında insanlar, hayvanlar ve bitkiler üzerine doğrudan toksik etkileri nedeni ile kullanılan her türlü katı, sıvı ve gaz halindeki 
kimyasal maddeleri kimyasal savaş ajanları olarak kabul etmiştir. 1993'teki kimyasal silahlar konvansiyonu ile de kimyasal silah olarak tipleri ve miktarları 
uygun olan ve bunları elde etmek için kullanılan kimyasallar, bu kimyasalları kullanmak için gerekli cihaz ve mühimmatlarve bunların kullanımına yönelik 
özel olarak tasarlanmış her türlü teçhizat kimyasal silah olarak tanımlanmıştır.106 
30 Ekim 2010 itibariyle bildirilmiş 71.194 ton kimyasal silahdan 44.131 tanesi, 8.67 milyon bildirilmiş mühimmattan 3.95 milyonu imha edilmiştir. 

OPCW’ye (Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü) kimyasal silah stoklarıyla ilgili bilgi veren ülkeler Arnavutluk, Hindistan, Irak, Güney Kore, Libya, Rusya ve 
ABD’dir. Arnavutluk, Güney Kore ve Hindistan bütün stoklarını yok etmiştir. 
Ayrıca Üçüncü kategori kimyasal silahların da yok edildiğini bildirmişlerdir. ABD ve Rusya’nın politik ve ekonomik kısıtlamalardan dolayı kimyasal silahlarının 
tamamını imha etmelerinin imkansız olduğu anlaşılmıştır. 2010’da Irak kimyasal silah depolarının 1990’ların ilk yıllarında görevde olan UNSCOM’un taahütü 
altındaki Al Muthanna’daki 13. Ve 41. Sığınakta bulunduğunu açıklamıştır. Irak bunları yok etmeye olumlu yaklaşmaktaydı. 
Mayıs-Ağustos 2010’da danışman bir komite bir imha planı yapmış, Irak hükümeti de bu planı Kabul etmiştir.107 

Kimyasal Silahların Geliştirilmesinin, Üretiminin, Stoklanmasının ve Kullanımının 
Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşmeye göre Taraf olan Devletlerden her biri, hangi koşullar altında olursa olsun, hiçbir zaman : Kimyasal silah geliştirmemeyi, üretmemeyi, bir başka şekilde elde etmemeyi, stoklamayı ve elde tutmamayı, veya doğrudan doğruya veya dolaylı yoldan bir başkasına kimyasal silah devretmemeyi; Kimyasal silah kullanmamayı; 

Kimyasal silah kullanımı amacıyla herhangi bir askeri hazırlık içinde yer almamayı; Hiç kimseye, bu Sözleşme çerçevesinde bir Taraf Devlete yasaklanmış bulunan herhangi bir faaliyetle iştigal etmekte yardımcı olmamayı, bu yönde cesaret vermemeyi veya teşvik etmemeyi, taahhüt eder.108 
Kimyasal silahlar sözleşmesine göre kimyasallar amaç ve tedavilerine göre üç gruba ayrılır. Birinci grupta tipik olarak silahlarda kullanılan sarin, tabun ve hardal gazı, İkinci grupta Amiton ve BZ gibi silahlarda kullanılabilen kimyasallar. Üçüncü grupta ise araştırma, ilaç, boya, tekstil vb. 

Üretimlerde kullanılabilir olan en az toksit madde bulunduran kimyasallar. Özellikle insanlara karşı kullanılan kimyasal silah ajanları öldürücü ve sakatlayıcı olarak iki kategoriye ayrılır.109 
Nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlardaki gelişmeler ve üretim hızı ve bu silahların dünya üzerindeki yayılması, çıkabilecek savaşları ortak bir özelliğe 
doğru itmektedir. Dünyanın neresinde olursa olsun, bu silahların tahrip ve etki alanı çok geniş ve yıkım gücü çok yüksek olduğu için sivil ölümler eskisine göre 
çok daha fazla olacaktır.110 Bir metro ya da meydan gibi kapalı bir alana salınan, düzgün silahlandırılmış kimyasal ajan yüzlerce hatta binlerce kişiyi öldürebilir. 
Bir terörist toksik maddelerin bir bulutunu bırakarak kimyasal bir tesisin bir bölümünü havaya uçurup daha ölümcül sonuçlar elde edebilir.111 

Üçüncü Dünya ülkelerinin silahlanması, bulundukları bölgelerin ve genel olarak dünya istikrarını ve barışını tehdit ettiği açık bir gerçektir. Hareketleri ve 
izledikleri siyaset önceden tahmin edilmesi zor liderler ya da istikrarsızlık içinde olan bir ülkenşn elinde bu tür silahların bulunması durumunda, silahların 
nasıl, ne zaman ve kime karşı kullanılacağını ön görmek oldukça güçleşecektir. 
Kimyasal bir silaha sahip sorumsuz ve güç meraklısı bir lider ilk olarak kendi halkı ve komşu halklar olmak üzere Uluslararası sistem için bir endişe kaynağıdır. 
Bu kaygıların en çok yaşandığı bölge Ortadoğu bölgesidir. Ortadoğu ülkeleri ve gelişmekte olan ülkeler maliyeti ve geliştirilmeleri daha uygun olan balistik füze 
sistemlerini tercih etmektedirler. Özellikle Ortadoğu ülkeleri tehdit edebilecek yeteneklere kavuşabilmek için çağdışı bir teknolojiye de sahip olsa kimyasal 
silahlara sahip olmayı tercih etmektedirler.112 Ayrıca bölge ülkeleri birbirlerine çok yakındır. Coğrafi yakınlık silahların gizli tutulmasını zorlaştırmaktadır. 
Bu sebepten silahların yeri hakkında istihbarat toplamak kolaylaşmaktadır. Buna ek olarak artan sayıda nükleer devlet olduğunda yanlış stratejik hesaplama ve 
dikkatsiz ya da kazara ateşleme olasılığı artmaktadır. Bir diğer husus, bölgedeki zayıf rejimlerin varlığı ve silahların kontrolünün kimde olacağı hususudur. 
Bu da önemli bir istikrarsızlık konusudur. Hiç kimse ileride Suudi Arabistan, Suriye, Mısır, ya da Türkiye'nin nükleer silahlanmaya başlayacağından emin 
olamayacaktır.113 

Geleneksel olarak, birçok yazar güvenliğin tartışmalı bir kavram olduğu hususunda hemfikirdir. Bu yazarlardan birçoğu güvenliğin temel değerlere yönelik 
tehditlerden bağımsız olması anlamına geldiği konusunda uzlaşsalar da analizlerinin temel odağının “bireysel”, “ulusal” ya da “uluslararası” güvenlik 
mi olması gerektiği konusunda farklılaşmaktadırlar. Çoğunlukla askeri açıdan tanımlanan ulusal güvenlik, tarihsel olarak literatüre hakim olmuştur. 
Temel ilgi alanı ise devletlerin kendilerine yönelecek tehditlerle mücadele etmek için geliştirmeleri gereken askeri imkan ve kabiliyetlerdir. 

Buzan, siyasi, ekonomik, sosyal, çevresel ve askeri boyutları, analizine dahil ederek güvenliği daha kapsamlı bir uluslararası çerçevede tanımlamıştır. 
Bu, devletlerin sadece kendilerini referanas alarak geliştirdikleri güvenlik politikalarını terk etmelerini ve komşularının güvenlik çıkarlarını da dikkate 
almalarını içerir.114 Uluslararası güvenlik ise en genel anlamda; devletlerin ve Uluslararası örgütlerin karşılıklı barış ve güvenliği sağlamak için aldıkları 
önlemler bütünü olarak ifade edilebilir. 

***

25 Mart 2021 Perşembe

SEVİLLA HARİTASI NEDİR.. ?

SEVİLLA HARİTASI NEDİR.. ?




Doğu Akdeniz Ülkelerinin-Sevilla Haritasına Göre Bölge Ülkelerinin Feragat Edecekleri Deniz Alanları

Ankara-Atina Gerginliği nasıl başladı, Gelinen durum ne?

22/09/2020

Yunanistan'nın Ege Denizi ve Akdeniz'deki yetki alanları konusunda iddialarına temel oluşturan 'Sevilla Haritası', Doğu Akdeniz'de Atina ve Türkiye arasındaki kıta sahanlığına ilişkin tansiyonun yükselmesine neden oluyor.
2000'li yılların başında Sevilla Üniversitesi akademisyenleri tarafından Avrupa Birliği'nin (AB) talebi üzerine hazırlanan harita Doğu Akdeniz'deki Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşmazlığının çözümünü amaçlıyordu ancak haritadaki kıta sahanlıklarını Türkiye kabul etmiyor. Ankara'ya göre bu harita MEB haklarını çiğniyor.
Bunun nedeni haritadaki Yunan kıta sahanlığının Türkiye'ye ne kadar yakın olursa olsun Yunan adaları temel alınarak hesaplanmış olması.
Örneğin Yunan ana karasına 580 km uzaklıkta kayalık parçası olarak nitelendirilebilecek yerler dahi Türkiye'ye birkaç km yakınlıkta olmasına rağmen Yunanistan'ın hakkı olarak görünüyor.
Haritanın iddiasına göre Meis Adası'ndan başlayan Yunan kıta sahanlığı, güneye doğru Akdeniz'in ortasına kadar iniyor ve Türkiye'ye Antalya Körfezi dışında Akdeniz'e bir çıkış noktası bırakmıyor.
   Türkiye'ye hak verenler var.,
Türkiye'nin rahatsızlığını haklı bulanlar mevcut. Örneğin İspanya Navarra Üniversitesi çalışanı Orta Doğu ve Kuzey Afrika Uzmanı Prof. Michael Tanchum, Foreign Policy dergisine yazdığı bir makalede Türkiye'nin haklı olduğunu kaydetti. Türkiye'nin daha geniş bir MEB'e sahip olması gerektiği aksi halde sürtüşmenin kaçınılmaz olacağı belirtiliyor.
Aynı zamanda Türkiye Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS) tarafı olmasığı için Yunanistan'a ve Güney Kıbrıs'a bu konuda dava açamıyor. 

Bu nedenle Ankara kendi iddialarına uluslararası düzlemde yasal zemin kazandırmakta zorluk yaşıyor.

Dışişleri: Ne akla ne Uluslararası hukuka uygun

Türk Dışişleri Bakanlığı açısından Ege'de 6 deniz mili mesafesindeki karasularınının ötesinde sınırlandırılmış bir deniz yetki alanı mevcut değil.
Ayrıca Yunan ana karasına ise 580 km uzaklıkta olan Meis adasının Yunanistan'a 40 bin kilometrekare genişliğinde kıta sahanlığı alanı oluşturması akla da uygun değil uluslararası hukuka da uygun değil.
Türk Dışişleri
İkili Siyasi İşler ve Denizcilik-Havacılık-Hudut Genel Müdürü Büyükelçi Çağatay Erciyes'in paylaştığı haritaTürk Dışişleri
"Yunanistan vazgeçmedikçe gerginlik bitmez"
Bakan Mevlüt Çavuşoğlu son olarak "Yunanistan Sevilla haritasından vazgeçmediği sürece ve Türkiye kıta sahanlığına saygı göstermedikçe bu gerginlik bitmez" şeklinde açıklama yaptı.

Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar da, "Sevilla haritası diye ortaya çıkarılan haritanın hiçbir geçerliliğinin olmadığını, bunun hakkı, hukuku tanımadığını, burada barış ve istikrara katkı sağlamadığı gibi bir problem çıkardığını görmek lazım" şeklinde konuştu.

AB'den 'Sevilla Haritası' açıklaması: Böyle bir harita hazırlatmadık.

ABD Ankara Büyükelçiliği: Sevilla Haritası'nın hukuki bir öneme sahip olduğunu düşünmüyoruz.
AB: Haritanın bir hükmü yok,
Avrupa Komisyonu'ndan yapılan açıklamada da kurumlar tarafından hazırlatılan harici raporların AB'nin resmi belgeleri olmadığı ve hukuki bağlayıcılıkları olmadığı belirtildi.

Kıta Sahanlığı nedir?
Kıta sahanlığı, jeolojik olarak ülkeyi oluşturan kara parçasının deniz altındaki uzantısıdır ve kıtanın bitip okyanusun başladığı kıtasal çizgiye kadardır. Kıta sahanlığı, kara platformu olarak da bilinir, bir kıtayı ya da kara parçasını çevreleyen görece sığ ve eğimli deniz tabanına verilen addır.
Kıyıları karşılıklı olan veya yan yana olan devletlere kıta sahanlığının sınırlandırılmasına ilişkin usul ise 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi'nin 6. maddesinde düzenlenmiş durumda.
Söz konusu madde uyarınca, kıta sahanlığının sınırı, kural olarak taraf devletlerin anlaşmasıyla tespit ediliyor. Ancak bu konuda böyle bir anlaşma yoksa ve özel durumlar farklı bir sınırı gerektirmiyorsa kıta sahanlığı sınırlandırılması eşit uzaklık ilkesine göre gerçekleşiyor.
1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi Kıta sahanlığını kıyı devletinin karasularının devamında kıta kenarının dış eşiği ile sınırlı, bu eşik belirtilenden az mesafede ise karasularının ölçülmeye başlandığı mesafeden itibaren 200 deniz mili mesafe olmasi şeklinde tanımlanmakta.
Kıyı devleti, kara topraklarının doğal uzantısı olan bu bölgenin tümünde denizaltı alanlarının deniz yatağında ve toprak altlarında hak sahibi oluyor. Mesafe 200 mile ulaşmadığı takdirde söz konusu ülkenin Kıta sahanlığı mesafesi 200 mile tamamlanıyor. Fakat bir kıyı ülkesinin kıta kenarı dış siniri 200 deniz mili sinirini aşması durumunda esas hatlardan itibaren 350 deniz mili limiti uygulanıyor.
Deniz Kıyısı olan devletler sonradan bir kazanıma veya ilan etmeye gerek duymaksızın doğal bir bicimde Kıta sahanlığına sahip olarak kabul ediliyorlar. Devletlerin doğal Kıta sahanlığı hakkı Uluslararası Adalet Divani 1969 kararı ile ‘ab initio’ (başlangıçtan beri) ve ‘ipso facto’ (kendiliğinden olduğu) olarak teyit edilmiş durumda.
Münhasır Ekonomik Bölge
Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) kavramı karasularının başlangıcından itibaren 200 deniz mili alan genişliğindeki canlı ve canlı olmayan kaynaklar üzerinde kıyı ülkelerin bazı ekonomik haklar elde etmesi anlamına geliyor.
MEB kavramı Kıta sahanlığı haklarını da içermekte. 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) ile uluslararası hukuka girmiş durumda. MEB, kıyı devletine deniz yatağı sularında deniz yatağında, bölge toprak altında canlı ve cansız kaynakların yönetimi konusunda (araştırma, işletme, muhafaza gibi) haklar tanıdığı gibi aynı şekilde akıntı, rüzgâr gibi enerji kazanımı sağlanacak alanların da kullanımına dair egemen haklar veriyor.
MEB BMDHS 75. Maddesi uyarınca bir kıyı devletinin sınır haritalarının ve coğrafi koordinat listelerinin yayınlanması ve BM’ye deklare edilmesi gerekmekte.
Balıkçılık anlamında da MEB ilan etmek kıyı devleti açısından kritik önem arz etmektedir. 
MEB ilanı ile ilan edilen alandaki balıkçılık uluslararası düzenlemelerden çıkartılarak kıyı devletinin düzenleme yetkisi altına giriyor. MEB ilanı ile balıkçılık kotalarını belirleme hakki da kıyı devletinin yetki alanına giriyor.
Kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge Farkları
Kıta sahanlığı kıyı ülkeleri için ilan edilmeksizin doğal bir hak. MEB’in ise uygun biçimde ilan edilmesi ve BM’ye deklare edilmesi gereken bir durum.

***

23 Mart 2021 Salı

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA ) BÖLÜM 4

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA )  BÖLÜM 4


Francis Fukuyama, Tarihin Sonu, Şule ŞAHİN CEYLAN, liberalizm, komünizm, diyalektik, demokrasi, monarşi, faşizm,

O’na göre, dünya siyasetine hakim olmaya devam edecek tek sistem, batının liberal demokrasisidir. 11 Eylülün getirisi olan karsı karsıya gelişte, eşitler arası bir çatışma olmadığı gibi, geleneksel işleyişlerinde batının tehdidini hisseden toplumların, modernleşme karşıtı eylemleri söz konusudur (Fukuyama, 2002/a: 250). 
Fukuyama dini, milliyetçi, ırkçı ve etnik mücadelelerin, demokrasi karsısında durusunu, dünya çapında önemi olmayan rakipler olarak değerlendirmiştir. 
Hatta faşizmin Almanya’da ki ilk görünümü bile, dünyanın bütününü sarsacak bir kuvveti yansıtmamaktadır. Şimdilerde de, tehlikesinin büyüklüğüne inanılmayan akımların, benzeri bir tehdit oluşturması her zaman mümkündür. Fukuyama, milliyetçiliğin aşırı biçimini henüz olgunlaşmamış demokrasilerde görülebilecek bir problem olarak niteleyerek, demokrasinin ileri safhalarında çözüleceğini ileri sürmektedir. Oysa bundan kesin bir çözüm gibi bahsetmek Fukuyama’nın sıklıkla değindiği rasyonellikle uyuşmamaktadır (Himmelfarb, 2002: 63) 

Ayrıca bir diğer eleştiri noktası da, liberal demokrasinin sınıf sorununu çözdüğü ve diğer toplumsal sorunların modern izim öncesi dönemden kaldığı iddiasıdır. 
Böyle olmuş olsa bile bu, sorunların varlığını ve uyandırdığı rahatsızlığı gidermemektedir. 
Liberal demokrasi bakımından bu tip bir gerekçelendirmeye gitmek, açıkça sorunların varlığının kabulü ve çözümleyemedikleri için bastırılmaları anlamına gelir (Himmelfarb, 2002: 63). 

4. SONUÇ 

Francis Fukuyama’nın tarihin sonu tezine dikkat çeken ve üzerinde düşünmeye değer kılan etkeni, iddiasının büyüklüğünde aramak gerekir. Fukuyama demokratik devletin temel özelliklerini rasyonellik, homojenlik ve evrensellik olarak belirlemektedir. Demokrasi ilkelerine göre isleyen bir devlet, yarışan çıkarları insan olma kimliği çerçevesinde birleştirip, açık ve net ilkelere dayanmakta, kisiler arasındaki eşitsizliği kaldırarak sınıfsız bir toplum yaratmakta ve yurttaşlar arasında dil, din, ırk veya başka farklılıkları gözetmeden, esit hak ve özgürlüklerden yararlanmasını sağlamaktadır. Fukuyama, temel hak ve özgürlükler kategorisini, mülkiyet, düşünme, açıklama, istediği dine mensup olup bu dinin gereklerini yerine getirme, siyasi iktidara katılma haklarıyla çizmiştir. Fırsat eşitliğini dengeleyen ve yeniden paylaştırmayı sağlayan sosyal hakları geri planda tutmaktadır. Kanaatimizce söz konusu haklar da demokrasinin islemesi bakımından diğerleri kadar önemlidir. Liberal demokrasilerin sınıf sorununu ortadan kaldırdığını savunan birinin, bu yolda çözüm getiren hak ve özgürlükleri ikinci plana atmaması gerekmektedir. Eğer ki liberal demokrasi, toplumsal adaletsizlikleri asgari düzeye indirme işlevini üstleniyorsa, sosyal haklar 
bu yolda kullanacağı temel enstrüman niteliğindedir. 

Fukuyama, liberal demokrasinin sınıf sorununu çözdüğünü ve diğer toplumsal problemlerin demokrasi öncesi rejimlerin kalıntıları olduğunu söylemekte, ancak 
halen mevcut olan bu tip pürüzlerin nasıl aşılacağına dair bir çözüm getirmemekte dir. Oysa istikrarlı bir demokrasinin işlemesindeki engeller arasında, sosyal adaletsizlikleri de saymıştır. Demokrasinin istikrarını engelleyen böyle bir sorunu ortaya koyduktan sonra, nasıl çözümleneceği ile ilgili de görü belirtmesi, hiç değilse ertelememesi gerekir. Aslında kastettiği, liberal demokrasilerin bu tip pürüzleri gidermeyi hedeflediği olabilir. 

Ancak olan ve olması gerekeni birbirine karıştırmakta, henüz böyle bir sorumsuzlaştırma nın mevcut olmadığı gerçeğini gözardı etmektedir. 
Tezini, Hegel diyalektiği ve tarihselci yaklaşımla kuvvetlendirme çabasının, sistematik bir yol izlemediğini söyleyebiliriz. Hegel düşüncesinden kendi savını 
besleyecek unsurları, bütünlük kaygısı gütmeden çekip almıştır. Felsefi bir temelle, tarihin sonu fikrini daha kolay güçlendireceği fikriyle, çalışmasının çeşitli yerlerine 
serpiştirmiştir. Bu durumda hem kendince güçlü bir dayanak sağlamış, hem de cevaplayamadığı her soru ve sorunda devreye soktuğu bir anahtar edinmiştir. 
Fukuyama’nın, bir dönem liberal demokrasiye alternatif olmuş ya da olduguna inanılmış rejimleri eleştirisi ve O’na yöneltilen eleştirilerde, dikkatimizi çeken 
husus, tarihin sonunu ağırlıklı olarak S.S.C.B’nin dağılmasına ve Soğuk Savaş ’ın bitimine bağlamasıdır. Bu durum, ister istemez tarihte böyle bir devinim olmasaydı, 
Fukuyama’nın tezinin de yazılmayacağını akla getirmektedir. Yani aslında S.S.C.B’nin dağılması karsısında duyduğu sevinci dışa vurma sürecinde, bunu 
destekleyecek felsefi dayanaklar aradığını, her tür gerekçelendirmesi nin altında bu tepkinin yattığını söyleyebiliriz. İslamın bir seçenek olamayacağını söylerken, bunu temellendirdiği nokta da ilgi çekicidir. Hem liberalizmin ekonomik ve siyasi boyutunu birbirinden ayırmış, hem de İslamın liberalizm karsısında alternatif 
sayılmamasını, Batı ve İslam dünyası arasındaki güçlerin eşit olmayışıyla açıklamıştır. Güç derken kastettiğinin ne olduğu açık değildir. Yarıştırdığı güçler, 
ekonomik üstünlük ya da toplumlar tarafından benimsenme ihtimali olabilir. Liberal demokrasi ülkelerinin barısı yaydığı fikri de, yakın dünya tarihi hatırlanınca, kuşku uyandırmaktadır. Neticede Fukuyama’ nın demokrasinin üstünlüğü fikrine katılmakla beraber, bunu açıklarken dayandığı kaynakları ve gerekçelendirme 
biçimini tartışmaya açık bulmaktayız. 

KAYNAKÇA 

Akarsu, B. , (1994) Çağdaş Felsefe, İstanbul, İnkılap Kitabevi. 
Akyol, T. , (2002), Tarihin Sonu mu?, Aydın,M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama v.d, Tarihin Sonu mu ? (148-156), Ankara,Vadi Yayınları. 
Bayar Bravo, I., (2005), ‘’Tarihin Sonu, İlerleme ve Küreselleşme Üzerine Bir İnceleme’’,C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 29, No:2, 125-138. 
Bochenski, J. M.,(1997), Çağdaş Avrupa Felsefesi, çev: S.R. Kırkoglu, İstanbul, Kabalcı Yayınevi. 
Bock, K., (1990), İlerleme, Gelişme ve Evrim Kuramları, çev: A. Uğur, Bottomore, T., Nisbet, R., (edts), Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, (53-96), 
Ankara, Verso Yayıncılık. 
Bloom, A.,(2002), Fukuyama’nın Makalesi Üzerine, Aydın,M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama v.d, Tarihin Sonu mu ? (50-55), Ankara,Vadi 
Yayınları. 
Boucher, Geoff,(1998), History and Desire in Kojeve, ‘Legacy of Hegel’ Seminar, www. marxıst. org (13.04.2007) 
Buhr, M./ Kosing, A.(1999), Bilimsel Felsefe Sözlüğü, çev.: V. Bildik, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları. 
Caslin, T., (1993), Devlet ve Ekonomi, Saybasılı, K.(edt.), Liberalizm, Refah Devleti, Eleştiriler, (290-314), Ankara, Bağlam Yayınları. 
Cevizci, A.(2002), Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma Yayınları. 
Çaglar, B. (1996) Hukuk Devletinde Gündelik Hayatın Estetigi, Ökçesiz, H., (edt.), 
Hukuksal Olgular Araştırması ve Hukuk Devleti, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi 3, (165-171), İstanbul, Alkım. 
El-Efendi, A., (2002), Tarihin Sonu’ndan Sonra İslam ve Çatışmanın Geleceği, çev: Y.Aktay, Aydın,M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama v.d, Tarihin 
Sonu mu ? (185-202) Ankara,Vadi Yayınları. 
Fukuyama, F., (1999), Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev.: Z. Dicleli, İstanbul, Gün Yayınları. 
Fukuyama, F., ( 2000/a), Güven (Sosyal Erdemler ve Refahın Yaratılması) , 2.baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları. 
Fukuyama, F., (2000/b), Büyük Çözülme, İstanbul, Sabah Kitapları. 
Fukuyama, F., (2002/a), Hala Tarihin Sonundayız , çev: Ö. Gözel, Aydın, M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama v.d, Tarihin Sonu mu ? (248-250), 
Ankara,Vadi Yayınları. 
Fukuyama, F., (2002/b), Yayınlanısının 10. yılında Tarihin Sonunun Neresindeyiz?, çev.: C. Aydın, Aydın,M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama 
v.d, Tarihin Sonu mu ? (172-175), Ankara,Vadi Yayınları. 
Fukuyama, F., (2002/c), Hedefler: Modern Dünya, çev. B. Akgün, Y. Aktay, Aydın,M., Özensel, M., (edts), 
Francis Fukuyama v.d, Tarihin Sonu mu ? (251259), Ankara,Vadi Yayınları. 
Gökberk, M., (1996), Felsefe Tarihi, İstanbul, Remzi Kitabevi. 
Hamilton, P., (1996), Historicism, London, Routledge. 
Himmelfarb, G.,(2002), Fukuyama’ya Cevap, çev: Yusuf Kaplan, Aydın,M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama v.d, Tarihin Sonu mu ? (61-64), 
Ankara,Vadi Yayınları. 
Hüseyin, S. A.,(2002), Tarihin Sonu ve Medeniyetler Çatısması çev: Mevlüde Ayyıldızoglu, Aydın,M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama v.d, Tarihin 
Sonu mu ? (203-222), Ankara,Vadi Yayınları. 
Kaboglu,İ.Ö.,(2002), Özgürlükler Hukuku, 6. baskı, İstanbul, İmge Kitabevi Yayınları. 
Kaloianov, Radostin, Hegel, Kojeve and Lacan; The Metamorphoses of Dialectics-Part II: Hegel and Lacan, www.academyanalyticarts. org. (10.04.2007) 
Kojeve, A.,(1934) Introduction to the Reading of Hegel, 
www. marxıst.org/reference/subject/philosophy/works/fr/kojeve.htm. (20.03.2007) 
Kumar, K.,(2002), Sosyalizmin Sonu mu? Ütopyanın Sonu mu? Tarihin Sonu mu?’ Dünya Neyi Tartışıyor : Yeni Düşünce Hareketleri, Doğu-Batı Düşünce 
Dergisi, sayı 19, 105-123. 
Laurent, Eric, The Dialogue Lacan-Kojeve on Bureaucracy and on Empire, 
www. wapol. org. (22.11.2006) 
Mazrui, Ali A.,(2002), Tarihin Sonu ve İslam, çev: K. Çayır, Aydın,M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama v.d, Tarihin Sonu mu ? (125-147), 
Ankara, Vadi Yayınları. 
Miller, D./ Coleman, J./ Connolly, W./ Ryan, A., Blackwell’in Siyasal Düsünce Ansiklopedisi, cilt II,(1995), çev: B. Peker-N. Kıraç, Ankara, Ümit Yayıncılık. 
Pons, A.,(2003), İlerleme, çev: İ. Yerguz, Raynaud, P., Rials, S.,(edts), Siyaset Felsefesi Sözlügü, (430-435), İstanbul, İletişim Yayınları. 
Tanilli, S.,(1993), 7. baskı, Devlet ve Demokrasi, İstanbul, Cem Yayınevi. 
Tanilli, S., (2003), Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz?, İstanbul, Adam Yayıncılık: 1819. 
Touraine, A.,(1997), Demokrasi Nedir?, çev: O. Kunal, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları. 
Özcan, M. T., (2001),Hukuk Sosyolojisine Giriş, İstanbul, Don Kisot Yayınları. 
Özlem, D.,(1994), Tarih Felsefesi, İstanbul,: Anahtar Kitaplar Yayınevi. 
Yılmaz, M.,(2002), Medeniyetler Çatışmasına Giriş, 
Yılmaz, M.(edt.), Samuel P. Huntington v.d , Medeniyetler Çatışması, (13-22), Ankara, Vadi Yayınları. 

***

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA ) BÖLÜM 3

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA )  BÖLÜM 3


Francis Fukuyama, Tarihin Sonu, Şule ŞAHİN CEYLAN, liberalizm, komünizm, diyalektik, demokrasi,

Ekonominin kötüye gidisini durdurmak için özel sektörün rolünü arttırması ve dışarıya açılması halinde, totaliter devleti bir başka tehlike beklemektedir: 
Ekonomide modernleşme, tüm diğer alanlara yansıyacak, düzeni eleştiren yeni bir aydın sınıfı oluşacaktır. Ayrıca yönetime kimin geleceği anayasayla belirlenmediği 
için, politikacılar reform vaatlerinde bulunup destek toplamaya çalışırlar, ki bu zaten modernleşmeyi tetiklemektedir (Fukuyama, 1999:49). 
Fukuyama’ya göre, ekonominin merkezi bir planlamayla yürütülmesi, sadece rasyonel yatırımları ve teknolojik gelişmeleri engellemekle kalmamış, aynı zamanda çalışma ahlakını da bozmuştur. Diğerlerinden daha verimli ve iyi çalışan kisi, bu yönünün takdir edilmemesi halinde, az emek harcayıp aynı parayı kazanma yoluna gidebilir. Çalışma ahlakı açısından, komünizmin benimsetmeye çalıştıgı grup ruhundan sa, bireysel çıkarlar daha teşvik edicidir ( Fukuyama, 1999:105, 234). 
Totaliter rejimlerin uygulamadaki bir başka olumsuzluğu, çevreyle ilgilidir. Vatandaşlar rejimin katılıma imkan vermeyen yönünden ötürü, çevreyi kirletip 
ekolojik dengeyi bozan kuruluşların faaliyetlerini engelleyemedikleri gibi, devlet politikaları da böyle bir izin vermemekte, bu konuda her hangi bir duyarlılık 
göstermemektedir (Fukuyama, 1999:130). 

3.1.2. Sağ Otoriter Rejimler 

Sağ otoriter rejimler ya faşizm ya da askeri diktatörlük biçiminde karşımıza çıkar. 
Askeri diktatörlüklerin uzun vadeli ve ortak bir felsefi, siyasi, ekonomik dayanağı 
olmadığı gibi, faşizm de felsefi ya da siyasi bakımdan bir bütünlük taşımadığı için, 
kesin sınırlarını belirlemek kolay değildir. Ancak faşizmin genel ögelerinin, kişisel 
haklar yerine ödevlerin ağır basması, eşit ve evrensel olmayışı, ulusal çıkarların ve devletin ön planda bulunması, ekonomik sorunların çözümünde bağımsız bir teori geliştirilmemesi, dış dünyaya karsı saldırgan bir milliyetçiliği beslemesi, ırkçı bir politika gütmesi, parlamenter rejimin temel ilkelerinin reddedilmesi olduğunu 
söyleyebiliriz (Tanilli,1993:67-72). 

Fukuyama’ya göre meşruiyet, sadece sol totaliter rejimlerin değil, aynı zamanda sa otoriter rejimlerin de temel sorunudur. Bireye özgürlük tanımayan, iktidarı tek bir kişinin veya bir grubun iradesine bırakan faşizm ve diğer askeri diktatörlükler, 
yapıları gereği baskıcı ve kısıtlayıcıdır lar. Bu yönü devre dışı bırakmak için, fasist 
rejimler bazı durumlarda plebisit yoluna giderek, iktidarı meşru bir temele 
oturtmaya çalışmışlardır (Tanilli, 1993:71-72). 
Ancak böyle bir gerekçelendirme tek basına yeterli değildir. Sadece zora ve baskıya dayanarak yönetilen bir ülkede, meşruiyet sorunu farklı görünümlerde ortaya çıkabilir. Meşruiyetin sağlanması, itaat eden kişilerden hiç değilse bir kısmının yönetime ve iktidarının haklılığına inanmasına bağlıdır. Meşruiyetin bir soruna dönüşmesi, sıradan halkın inançsızlığından ziyade, yönetime yakın olanların desteğini çekmesiyle gündeme gelmektedir. Temelde meşruiyet krizi, yüksek rütbeli kişilerin, düzenin haklılığına inancını yitirmesinin bir uzantısıdır ( Fukuyama, 1999: 32). 
Sağ otoriter rejimlerde bu sorun iki şekil de ortaya çıkar. Ya faşizm egemendir ve 
insanlar demokrasi ile eşitliğin dışarıda bırakıldığı yüksek bir ülkü etrafında 
birleştirilirler. Ya da mevcut toplumsal düzeni sağlamanın ötesinde bütünsel bir 
amacı olmayan, askeri diktatörlükler, bu amacı gerçekleştirmek için görevi 
devralırlar. 
İlkinde rasyonel olmayan bu yüce hedefe ulaşılamaması, ulaşıldığı hallerde ise, otoriteyi meşru kılan amaç ortadan kalktığı için, rejimin anlamsızlaşması söz konusudur. 
İkincisindeyse, yönetimdekilerin düzeni korumak veya yeniden sağlamak dışında bir rolleri olmadığından, meşruiyetleri de aynı amaçla sınırlıdır. İlk modelden farklı olarak, demokrasi ve halk egemenliği ilkesini reddetmez, ancak toplumun henüz buna hazır olmadığı gerekçesiyle ertelerler. 
Burada amaç ve meşruluk kısa sürelerle sınırlıdır. Böyle bir diktatörlük, saglam bir 
zemin üzerine kurulmadığından, toplumsal düzenin teminiyle meşruiyetini yitirir ya da geniş kapsamlı kalkınma planları yapılmadığı ve vaad edilen düzen 
oturtulamadığı için iktidardakiler kendi rızalarıyla çekilirler. Fukuyama istatistiksel 
bir değerlendirmeyle, terörizmle mücadele, eski düzenin sağlanması, ekonomik 
karışıklıktan kurtulunması gibi sınırlı amaçları bulunan askeri diktatörlüklerin, 
çoğunlukla kendi rızalarıyla en iyi rejimin demokrasi oldugunu ve yerlerini yeni 
yöneticilere bıraktıklarını vurgulamıştır ( Fukuyama, 1999: 34-38). 

Özetle faşizm ya da askeri diktatörlük görünümüyle tarih sahnesinde yerini alan 
otoriter rejimler, uzun süreli meşruiyet sağlayamadıkları ve demokrasi karsısında 
kuvvetli bir seçenek sunmadıkları için daha bastan eksik ve yetersizdir. Yönetenleri, ‘ideoloji’ kavramının soyut ve gerçekliği doğrudan betimlemeyen niteliğini dışta bırakmak için, kendi savlarını ‘dünya görüsü’ olarak tanımlasalar bile (Özcan,  2001:128), böyle bir kavram değişikliği meşruiyet zorunluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. 

3.1.3. İslam 

İslam, toplumsal yasama iliskin bir takım ekonomik ve siyasal düzenlemeler getirmesi bakımından, diğer dinlerden ayrılmakta, bütünsel bir ideoloji olma özelliği de taşımaktadır. Bütün insanları ulusal özelliklerinden ayırarak sadece insan olma vasfıyla değerlendirmekte ve bu bakımdan evrensel bir yönü bulunmaktadır. Hatta bazı ülkelerde liberal demokrasiye baskın gelmekte ya da hiç değilse tehdit unsuru oluşturmaktadır (Fukuyama, 1999:60). 
Fukuyama İslamın bu yönünü ve dünyada azımsanmayacak sayıda insan tarafından benimsenmesini kabul etmekte, ancak liberalizme alternatif oluşturabileceğine inanmamaktadır. O’na göre, İslam sadece su anda kabul gördüğü ülkelerde gücünü devam ettirebilir ya da en fazla eski yandaşlarını yeniden kazanabilir. Evrensel bir yanı bulunmakla beraber, getirdiği dünya düzeninin benimsenmesi inanç boyutundan ayrılamaz. Liberal demokrasinin egemen olduğu ülke halkları açısından cazibe kazanmasını ve tarihin sonunda İslamın mutlak egemenliğini, Fukuyama mümkün görmemektedir ( Fukuyama, 1999: 60). Çünkü İslam demokratik bir hükumet sistemiyle bağdaş sa bile din ve vicdan özgürlüğü ile özgür ibadet hakkı gibi temel haklarla uyumlaştırılması çok zordur (Fukuyama, 1999: 219). 
    İslam dünyasını diğer dünya kültürlerinden ayıran şey, demokrasinin temel ilkelerinden olan dinsel hoşgörüyü reddeden tek sistem olusudur. 
Batıda, devletin dine hizmet etmek yerine, dinsel hoşgörü ve çoğulculuğu benimsemesi, İslam anlayışıyla uyuşmamaktadır (Fukuyama, 2002: 255). 
Ayrıca devletin belli bir dini benimseyerek, vatandaşlarına karsı ısrarcı bir tutum göstermesi, sanıldığının aksine, dinin kisiler üstündeki etkisini azaltmakta 
ve hatta soğumalarına neden olmaktadır (Fukuyama, 2000: 304). 

3.2. Fukuyama’ya Yöneltilen Eleştiriler 

Francis Fukuyama’nın tarihin sonuna erisildigi ve tüm dünya için düşünülebilecek en iyi rejimin liberal demokrasi olduğu tezi, iddialı yapısı dolayısıyla, çok sayıda eleştiriye neden olmuştur. 
Bu eleştirilerin bir kısmı, tezini kuvvetlendirmek için felsefi temel arayışına, Hegel diyalektiğini yanlı yorumlamasına, felsefece düşünme ve gerekçelendirme yönünün zayıflığına ilişkindir. Bazıları tarihin sonu ve liberal demokrasi tezine karsı çıkmamakta ancak bu sonuca varış yolunu eleştirmektedir. 
Bazılarıysa tarihin bir sona ulaştığını bütünüyle reddetmektedir. Hepsine bu metin kapsamında yer vermek mümkün olmamakla beraber, bir kısmına değinmeye çalışacağız. Fukuyama’ya ‘Medeniyetler Çatışması’ teziyle karsı çıkan Samuel P. Huntington, tarihin devam ettiğini, buna dayanarak liberal demokrasi ve hukuk devletinin evrenselleşmedigini, çatışmaların sürdüğünü belirtmiştir (Çağlar, 1996: 168). 
Dünyadaki diğer medeniyetlerin, batıyı taklit etmelerini engelleyecek farklı özellikler taşıdıklarını iddia eder. O’ na göre, yeni dünyadaki mücadelelerin gerçek 
nedeni, ekonomi yahut ideolojiler değil, kültürler arası farklılıklardır. Dünya olaylarında, milli devletlerin rolünü benimsememekte, ancak asıl mücadelenin, farklı medeniyetlere mensup milletler arasında gerçekleşeceğini ileri sürmektedir. Burada belirleyici etken olarak dine ve kültüre yer vermiştir, ki asıl ayrım batı medeniyeti ve diğerleri arasındadır (Yılmaz, 2002: 14). 
Fukuyama, kültürel faktörlerin varlığını reddetmemekte, hatta bunlara bazı durumlarda demokrasiye geçişi engelleyici rol tanımaktadır. Ancak O’na göre, asıl 
belirleyici kültür değildir. Toplumsal özelliklerden ötürü demokrasiye geçiş yavaş olsa bile, herhangi bir medeniyetin mensubu olmak, bu geçişi imkansız  kılmamak tadır. Demokratikleşme sürecindeki siyasi tutum, kültürden daha belirleyicidir. Ayrıca ülkelerin demokratik bir geleneğe sahip olması gerektiği iddiasını da reddetmekte ve başlangıçta ya da sonradan, katı bir otoriter geleneğe sahip hiçbir halkın ve ülkenin bulunmadığını söylemektedir (Fukuyama, 1999: 221-223). 

Kaldı ki ‘‘çağdaş liberal devlet, siyasal barışın temini için, dinsel ve geleneksel kültürlerin sunduğu farklı ahlaki öneriler arasında, hükumetlerin taraf 
tutmayan bir tavır sergilemeleri kavramı üzerine kuruludur’’ (Fukuyama, 2000/b: 19). Fukuyama ve Huntington’ın tezlerinin birbirine zıt yapısı, ilkinin Soguk Sava sonrasında dünya siyasetinin daha az anarşik olacağı, ikincisinin ülke içi 
çatışmaların yerini, medeniyetler arasındaki çatışmaların alacağı tezleri arasında, bir görüş ayrılığını da getirir (Hüseyin, 2002:203). 
Fukuyama’nın tarihin sonu teziyle ilgili şüpheleri ve eleştirileri arttırıp, Huntington ’un söylemini kuvvetlendiren en belirgin yakın tarihli olay, 11 Eylül saldırılarıdır. İşte bu noktada Fukuyama tezinin hala geçerli olduğunu ve yeni durumun bile liberal demokrasinin gücünü sarsamayacağını ileri sürmektedir. O’ na göre, demokrasinin kültürel bir temeli olmakla beraber, Huntington’un iddia ettiği gibi yalnızca batıda geçerli bir işlerliği bulunmamaktadır (Fukuyama, 2002/a: 249). 
Dünyanın birleşmeye doğru gittiği yönündeki bu iyi niyetli varsayım aslında, Batının değerlerinin küreselleşme aracılığıyla tüm dünyaya yayılması arzusunun başka türlü ifade edilişidir (Touraine, 1997: 202). 
Bu noktada İslamın, Fukuyama’nın tarihin sonundaki liberalizm anlayısına bir alternatif olabileceği iddiaları yoğunlaşmaktadır. İslamın, 11 Eylül olayları 
gerçekleşmeden önce de liberal demokrasi karsısında bir seçenek olduğu görüsü, bir nebze kuvvet kazanmıştır. Bu yöndeki eleştiriler, dünya nüfusunun önemli bir 
bölümünün müslüman olusuna, farkında olarak ya da olmayarak dünya tarihini bu kitlenin şekillendirdiğine, liberalizmin siyasal alana yansıyan tarafıyla, ekonomik 
yönünün birbirlerinden ayrı değerlendirilmesine ve İslamın özünde demokrasiyi dışlamadığına ilişkin dir. Öyle ki demokrasiyi dışlamayan İslamın, dünya nüfusunun beşte biri tarafından benimsendiği de göz önüne alınırsa, bir zaman sonra İslami değerlerin, müslüman olmayan ülkelerde bile geçerli kılınması mümkündür (Mazrui, 2002: 143-145). 

Hatta tarihin sonunu batı demokrasisiyle özdeşleştiren anlayış, kendisine yönelik böyle bir tehdit in varlığını sezinlediği ve bu nedenle gerildiği için, İslamın bir alternatif olamayacağını vurgulamaktadır (El-efendi, 2002: 189). Fukuyama ise 11 Eylül’de ortaya çıkan şiddeti, İslam dünyasının, tarihin sonunun gerçekliğini sezerek, kapıldığı bir endişenin açığa vurulması olarak algılamaktadır. 


***

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA ) BÖLÜM 2

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA )  BÖLÜM 2


Francis Fukuyama, Tarihin Sonu, Şule ŞAHİN CEYLAN, liberalizm, komünizm, diyalektik, demokrasi,Monarşi,



2.2. Tarihin Sonu Düşüncesinin Felsefi Dayanakları 
2.2.1. Hegel’de Diyalektik: 


Hegel’in diyalektik anlayışı, bir düşünce veya gerçek bir olguyu önce karşıtına dönüştüren, daha sonra tez ve antitez dediğimiz bu iki şeyi, bir senteze ulaştıran 
süreci temsil eder. Yani düşünce ve varlık alanında tez, antitez ve sentez olmak üzere üç temel öge bulunmaktadır ve zıtların birliği olan sentez, bir başka sahada tez ya da antitez olarak karsımıza çıkabilir (Cevizci, 2002:294-296). Hegel’in gerçek bilgi yöntemi saydığı diyalektiğin, oluşma ma, olumsuzlama, olumsuzlamanın olumsuzlanması şeklinde niteleyebileceğimiz yasaları (Buhr ve Kosing, 1999: 111), hem düşüncenin hem de varlığın gelişme biçimini betimlemektedir. Öyle ki 
düşünce de varoluş da, karşıtların uzlaşımıyla gelişirler. Her varılan uzlasma, kendi içinde yeni bir karşıtlık barındırmaktadır. Karşıtların uzlaşıma dönmesi ise belli bir 
sona dek devam eder (Gökberk,1996:437). 
Diyalektik olarak gelişen varlık, bir ilkenin belli bir sona, ereceği doğru ilerlemesini ifade eder. Hegel bu temel ilkeyi ‘geist’ ‘ide’ olarak adlandırmaktadır. ‘İde’, 
diyalektiğin üç aşamasından geçerek, kendi kendini bulmayı, bilinç ve özgürlüğe erişmeyi hedeflemektedir (Gökberk,1996:438). Hegel’in diyalektik anlayışı, sadece düşüncede sınırlı kalmayıp, varlığı açıklarken de bir anahtar islevi görmekte; hatta insanlık tarihini de aynı noktaya dayanarak aydınlatmaktadır. 
Hegel, tarihi, idenin diyalektik olarak açıklandığı, özgürlüğe doğru bilinçli bir süreç olarak nitelemiş, tarihin rastgele olaylar toplamı olduğunu kabul etmemiştir. O’na 
göre, özgürlük esastır. Bu mutlak ereğe ilerlerken, çeşitli dönemlerde, çeşitli toplumlar ve devlet tipleri, gelişme basamaklarını temsil etmektedir. Bu anlamda, 
dünya tarihi rastlantıların değil, özgürlük bilincinin gelişmesinde katedilen yolun tarihi (Cevizci,2002:478-479), özgürlük bilinci içinde sürekli bir ilerleyiş tir 
(Özlem, 1994:88). 
Devletlerin kurulması ve yıkılması bir bakıma insanların dogmasına ve ölmesine benzetilebilir (Akarsu, 1994:85). 
Diyalektik örgüde gelişen tarihsel süreç, farklı ekonomik ve düşünsel sistemlerin karsı karsıya gelip çatıştığı, güçlü ve daha az çelişkili sistemler ayakta kalırken 
diğerlerinin çöktüğü; bazı durumlarda, her iki zayıf sistemin karşılaşmasından bir üçüncünün ortaya çıktığı, evrensel bir arenaya benzetilebilir. Ulaşılması hedefle nen nokta özgürlük olunca, her yeni oluşum öncekinden bazı mirasları devralarak ilerleyecek ve nihayetinde insanlık özgürlük bilincine erişecektir. Böylece, 
uygarlıklar birbirlerini yalnızca teknik ve maddi bakımdan degil, bilinç düzeyinde de izleyeceklerdir (Fukuyama,1999:72). 

İşte burada devreye Hegel’in tarihe bakışındaki ‘tarihselci’ tutum girmektedir. ‘’Tarihselcilik, her tarihsel dönemin o zamanın koşulları ve düşünsel altyapısı 
dikkate alınarak yorumlanabileceğini, her şey ancak kendi tarihsel sürecinde açıklanabileceği için zaman dışı, değişmez kıstasların kabulünün anlamsızlığını 
savunan bir öğretidir’’ (Cevizci, 2002:1005). 

Tarih, doğa bilimlerinin yöntemiyle ya da herhangi bir ussal yaklaşımla değil, ancak kendi bütünselliğinde ve akısı içinde kavranabilir (Bochenski,1997:152). Her tarihsel dönem için, farklı bir dünya görüsü ve kavrayış modeli vardır (Özlem,1994:90). 
Hegel’e göre bilgi, bilincin kendini tanıyarak ilerlemesidir. 
Bilimsel gelişme sürecinde doğayı mantık yoluyla açıklayan bilinç, doğayı sadece kendi öz izlenimiyle değerlendirme imkanına erişecektir. Dolayısıyla doğanın 
anlaşılabilirliği, ayırt edici başkalığıyla sınırlıdır. Böyle bir çelişkinin ve sınırlı anlaşılabilirliğin sonucunda, bilinç bu başkalığı yükseltmek için uğraşacak tır. 
Bilincin doğayı anlamadaki her çabası, yeni bir çelişki sürecini başlatacak ve her aşamada tarih yinelenen dönüşümlerle örülecek tir. Bilincin gerçekliği inşa tarihi, 
bilinç ve doğa terimlerinin anlamları devamlı değiştiği için, sürekliliğin olduğu kadar süreksizliğin de tarihidir. Öyle ki bilinç ve doğanın kesin bir tanımına 
eriştiğimiz durumlarda bile, bunun anlamı, yalnızca her sürecin kendi bağlamında anlaşılabileceği bir bütünsellikte gizlidir (Hamilton, 1996: 47-48). 
Kendi zamanı ve koşullarıyla sınırlı olan insan bilinci, ancak kendi tarihselliği içerisinde kavranabileceği için, insanlık tarihi boyunca bilinç düzeyleri birbirlerini 
izlemiştir. Farklı dönemlerde ortaya çıkan ve kendi zamanı içinde anlam kazanan farklı görüşler, birbirleriyle çelişmekte ve yanlı bilinç ürünleri yerlerini yenilerine bırakmaktadır (Fukuyama,1999:74).
İnsan, değişmeyen bazı doğal niteliklerin toplamı değil de, tarihsel ve toplumsal koşulların bir yansıması olduğu için (Fukuyama,2002:23), 
Ne insan ihtiyaçları, ne de doğruluğuna inanılan bireysel özellikler, tüm zamanlara yayılacak denli değişmez ve mutlak değildir. İhtiyaç ve arzuları toplumsal koşullar belirlemekte, insan doğası önceden oluşan kültürel yapının üzerine eklemeler yaparak değişmektedir. 
Bu değişim, ‘ İde’ nin nihai hedefi olan özgürlüğe erişinceye dek devam edecek, akıl ve özğürlügün daha üst basamaklara ilerlemesiyle mutlak bilince ulaşılacaktır (Fukuyama,1999:75). 

Hegel toplumları özgürlük bilinci bakımından, Doğulu, Grek, Roma ve Hristiyan-Cermen olarak değerlendirmiş, bu sıralama doğrultusunda bir ilerleme 
kaydedildiğini belirtmiştir. Doğuda tek kisi yani hükümdar, Grek ve Roma’da bir kaç kisi özgürken, Hristiyan - Cermen dünyasında herkes özgürdür. 
Bu, sonuncuda, herkesin özgürlük bilincine sahip oluşuyla ilişkilidir. Hatta Hegel’e göre, Fransız Devrimi’ ile birlikte son nokta koyulmuş, bazı Avrupa devletlerinde özgürlük gerçekleşmiştir (Özlem, 1994: 91). 
Fukuyama’ya göre Hegel, dünya olaylarının tamamen bitmesini değil, son noktayı temsil eden, kendinden önceki düşüncelerin eksikliklerini barındırmayan, 
eşitlik ve özgürlük ilkelerinin egemen olduğu liberal devlet anlayışına erişilmesini kastetmektedir (Fukuyama,1999:76). 
Fukuyama, Hegel diyalektiğinden yararlanmış ancak diyalektiğin Marx’ta ifadesini bulan materyalist görünümünden sakınmak amacıyla, diyalektik anlayışa farklı bir 
yorum getiren Kojeve’e sıklıkla başvurmuştur. Bu nedenle Kojeve’e ve felsefi dayanaklarına ayrıca yer vereceğiz. 

2.2.2. Kojeve’in Hegel Yorumu: 

Hegel’in diyalektik anlayışı çerçevesinde mantıgın üç temel görünümü vardır. 
Bunlardan ilki soyut veya anlaşılabilir yönü; ikincisi diyalektik veya olumsuz rasyonel yönü; üçüncüsü ise spekülatif veya olumlu rasyonel yönüdür. Diyalektiğin diğer iki özelliği dışta bırakarak, mantığın ikinci yönüne indirgendiği düşünülebilir. Oysa mantığa diyalektik niteliğini her üçü birlikte vermektedir. Burada belirtilmesi 
gereken Hegel’de mantığın klasik anlamının dışında, bir varlık bilimi olusudur. 

Bu yüzden varlığı simgeleyen her üç özellik araştırma ve açıklama yöntemleri ya da mantığın parçaları değil, her mantıksal ve gerçekte var olanın kurucu unsurları dır (Kojeve, www.marxist.org). 

Kojeve’e göre Hegel’de diyalektik, sadece bir yöntem olmayıp, varlığın kendisidir. Doğru olan her şey ve doğrunun kendisi zaten varlıktır. ‘Kavram’dan anlaşılması 
gerekense, gerçekte var olandan çıkar sanan soyut bir niteleme değil, mantıksal ve gerçek bir şeydir. Çünkü doğruluğu varsayılan ‘mantıksal’ düşünce ve yeterli 
sayılan bir ‘kavram’, varlığı hiçbir şey eklemeden ya da değiştirmeden olduğu gibi tanımlamaktadır. Düşünce varlığa bağlı olduğu için, mantıksal düşüncenin üç yönü varsa, bu, varlığın diyalektik niteliginden kaynaklanmaktadır (Kojeve, www.marxist.org). 
Aynı şekilde Hegelci düşünürlerin, düşünce ve konuşmalarının diyalektik olusu, sadece gerçekte olanın, yani varlığın, diyalektik hareketini 
yansıtmalarıyla ilgilidir (Boucher, www.marxist.org.). Hegel’in izinden giderek varlığı ve sonraki aşamada tarihi, diyalektik bir süreç olarak açıklayan Kojeve, 
varlığa diyalektik özelliğini, mantığın olumsuz rasyonel veya diyalektik yönünün verdiği kanısındadır (Kojeve, www.marxist.org). 
Kojeve, Hegel diyalektiğinin ayırıcı özelliği olarak olumsuzlamayı ve insanı merkeze almaktadır. Bu anlamda Hegel diyalektiğini arzu, istek, mücadele ve 
çalışmaya, dışa vurum biçimlerine indirgemekte, diyalektiğin merkezine insanı koymaktadır. Kojeve’e göre olumsuzlama, insan ve dünya arasındaki birliğin 
bölünmesi anlamına gelir. Her ayrışım neticesinde, yeni bir senteze yani bir esime ulaşılacaktır. Bu durumda insan, kendini gelecekte simdi olduğundan daha iyi 
gerçekleştirebilecek, olumsuz rasyonel yön sayesinde, özgürlüğüne kavuşabilecek tir. O’na göre hiçlik, insanın bir karsı çıkıştan daha fazlası olduğunu, göstermektedir 
(Kaloianov, www.academyanalyticarts.org.). 

Kojeve’in tarih anlayışına baktığımızda, Hegel’in en temel hatasını, kozmik ve tarihsel zamanı ayırması olarak değerlendirdiğini görüyoruz. O’na göre, gerçek 
dünyada zamanın varlığı, arzu olarak isimlendirilir ve bu da yalnızca insana ait olan arzudur. Bu nedenle dünyadaki zamanın gerçek varlığı ve doğal gerçekliğin zamanı gerektirmesi, ancak ve ancak insan merkezli olusuna bağlıdır. Şimdiki zamanda beliren gelecek düşüncesi, bir başka arzuya, sosyal kabul görme isteğine, yönelik arzunun ifadesidir ve tarihi de bu arzudan kaynaklanan eylemler yaratmaktadır (Boucher, www.marxist.org). 

Zamanın merkezine insanı ve insan arzularını yerleştiren Kojeve, Hegel’i anlamanın anahtarını efendi ve uşak diyalektiğinde bulmuştur. Bir kabul görme mücadelesi olan tarih sürecinde, onuru ve diğerleri tarafından kabul görmeyi hedef koyan ve bu uğurda yaşamları pahasına savaşmayı göze alanlar ile risk almayıp böyle bir kabulden vazgeçenler her zaman olmuştur. İlkine efendi, ikincisine uşak denmektedir (Boucher, www.marxist.org). İnsanın kabul görme isteği ve bu 
uğurdaki mücadelesi, kendini koruma güdüsünün önüne geçmekte, içgüdüleriyle çelişebilmektedir. Saygınlık için risk almak ve hayatını ortaya koymak, başkaları na özgür ve gerçek bir insan olduğunu kabul ettirmenin bir yoludur. Ayrıca temel ve hayvani ihtiyaçlar dışında bir amaç için çatışa bilmek, bunun salt insani bir tarafı olduğunu da göstermektedir (Fukuyama,1999:157). 
Ancak söz konusu kabul görme ve saygıyla karşılanma olunca, bu arzunun uşaklar tarafından karşılanması efendiye yetmemekte, dengi saydığı kişilerin saygısını 
beklemektedir (Boucher, www.marxist.org). Efendinin tatminsizliği, hayatını ölüm korkusu nedeniyle tehlikeye atamayan ve uşak olarak kalmayı seçen kişiden 
gördüğü saygının, kendi dengi olan bir başkasının kinin yerini tutmayışından kaynaklanmaktadır. Efendi, hem bu sonuçtan memnun değildir, hem de islerini onun yerine uşaklarının yapması, onu tembelleştirip sadece tüketimle sürüp giden bir hayatı beraberinde getirmektedir (Fukuyama, 1999:198). 
Burada devreye çalışma girmekte ve var oluşu dönüştürerek, tarihsel bir gelişime neden olmakta; dünyayı değiştirirken, uşakları eğitmektedir (Boucher, 
www.marxist.org). Uşak, ölüm korkusuna yenilerek yitirdiği insanlığını, görev bilinci ve öz disiplini çalışarak kazanır. Efendi için çalışırken, bu yolla doğayı ve 
kendi öz doğasını değiştirebileceğini keşfeder. Efendi, saygınlık uğruna hayatını tehlikeye atarak özgür olduğunu kanıtlarken, uşağın özgürlük düşüncesi efendi için çalışarak gelişir. Uşak gerçekte özgür olmadığı, buna rağmen özgürlük bilinci taşıdığı için, felsefi ve bilinçsel bakımdan efendisinden daha ileridedir. 
(Fukuyama,1999:199-200) 

  Uşakların bulunduğu bir düzen, gerçek anlamda özgürlüğü engellediği için, tarih, uşakları vatandaşlara dönüştürmenin ve eşitler ile eşit biçimde çalışanların tarihi olmaktadır. Uşak, özgürlük bilincine ve sonrasında özgürlüğüne çalışma yoluyla ulaşsa bile, Kojeve’e göre insanı hayvanlardan ayıran en temel özellik, kabul görme amacıyla mücadele edişidir. Çalışma ve üretim ikinci sıradadır (Boucher, www.marxist.org). 

Kojeve, tarihin bir sonu bulunduğunu ve bu son geldiğinde, akıllı bir insanın zaten tüm gerçek ve ideal olumsuzlamayı, dönüştürme veya eleştiriyi, yani diyalektik 
yöntemi bırakacağını da öngörmektedir. Kojeve’e göre tarih, mücadele ve çalışmanın gerçek diyalektiğiyle sonlanacaktır. Kojeve bilincin, ölüm bilincini 
zorunlu kıldığını ve insanların ölümden kendi ölümleri gibi bahsedebildik leri, ölümü kavradıkları vakit, tarihin tamamlanacağını düşünmektedir. O’ na göre ölüm, kabul görme mücadelesinde bir başkaldırı yı ve açık bir dışa vurumu simgelemektedir. Efendi-uşak, bağımsızlık-bağımlılık noktasından bakınca, kendilik bilinci ile ölüm bilinci, birbirleriyle ilintili şeylerdir. Her ikisi de arzudan kaynaklanır ve korkuyla neticelenir (Boucher, www.marxist.org). 

Kojeve’in tarihin sonuyla kastettiği, aklın egemenliğinde, evrensel ve homojen bir devletin kurulduğu, sanat ve felsefe yapma imkanının sınırlanmadığı felsefi bir 
gereklilik ve siyasal tamamlanma dır (Bloom,2002:52-53). Böyle bir donanımı sağlayacak olan ise, liberal devlet ve liberal demokrasidir. Efendi ile uşak arasında 
bir dengenin sağlanması; efendinin özgürlük isteği, kabul görme arzusunda ve bu uğurda mücadelede gerçeğe dönerken, uşagın çalışmayla özgürlük bilincine 
kavuşması; tüm taleplerin karşılandığı bir ‘son’ hale ulaşılması da ancak liberal devlette mümkündür. Liberal devlet, efendi ve uşak ilişkisini barındırmadığı ve tüm insanlara ayrım yapmaksızın aynı kabulü sağladığı için evrensel, sınıfsız bir toplum yarattığı için homojendir (Fukuyama,1999:208-210). Asıl siyasal gerçekliği yansıtan modern devlette, tek tek uluslar değil, daha kapsamlı bir birlik, evrensellik söz konusudur (Laurent, www.wapol.org). Böyle bir yapının, tüm insanları tamamen tatmin etmesi, kabul görme yönündeki arzularını karşılaması, insanlık tarihinin en son devlet biçiminin bu olduğunu ve tarihin sonunu müjdelemektedir (Fukuyama,1999:210). 

3. ELEŞTİRİLER 

3.1. Fukuyama’nın Demokratik Olmayan Rejimleri Eleştirisi 

Francis Fukuyama, dünya tarihinin siyasal ve ekonomik alanda gelebileceği son nokta olarak liberalizmi koyarken, bunu sadece bir tercih değil, zorunlu bir son 
olarak da nitelemiştir. Önceki bölümde değindiğimiz tarihselci anlayısa göre ilk kabulü, tarihin gelişiminin basit tekrarlardan ibaret olmadığı; amaçlı ve planlı bir 
ilerleyişin sadece insanlar ile nesneler dünyasını değil, ülkeler ve yönetim biçimlerini de kapsadığıdır. Belli bir ereğe doğru ilerleyişi genel ilke sayarken, 
dünya tarihinden aldığı çeşitli örneklerle tezini kuvvetlendirmiştir. Bunu yaparken, tarihin sonu dediği liberal demokrasiye, bir dönem alternatif sağlamı dünya görüşlerini eleştirmiştir. S.S.C.B’nin dağılmasına dek liberalizmin karsısındaki en kuvvetli cephe olan komünizm, O’na göre başarısızlığıyla liberal demokrasinin tekliğini perçinlemiştir. 
Bir diğer eleştiriyi ise faşizme yöneltmiş, uzun soluklu devlet anlayışına imkan vermediğinin zaten dünya tarihinden çıkar sanabileceğini vurgulamıştır. 
Fukuyama’ya göre islam, siyasal bir yönü bulunsa ve dünya nüfusunun beste biri bu dine mensup olsa bile, büyük kitleleri sürükleyip tüm dünya için yeni bir düzen getirecek güçte zaten değildir. Çalışmamızın bu bölümünde Fukuyama’nın söz konusu dünya görüşlerini hangi açılardan eleştirdiğine yer vereceğiz. 

3.1.1. Sol Totaliter Rejimler 

Komünizm, ortak mülkiyet ve sınıfsız toplum düşüncesine dayanan, eşitlik temelli dünya görüsünü ifade eder (Cevizci, 2002:622). Komünizmin ilk ortaya çıkısı Karl 
Marx’la olmamakla beraber, en etkili kuramı O’nun tarafından geliştirilmiştir. Genel hatlarıyla özel mülkiyet yerine kamu mülkiyetini, iş bölümü yerine işbirliğini ve 
komünal dayanışmayı, liberal demokrasinin bireyci özgürlük anlayışı yerine herkesin kendiliğinden başarması gereken özgürleşme ve bağlarından kurtulmayı 
esas alır (Miller vd, 1995:35-36). Özel mülkiyetin var olmadığı ve üretim araçlarının toplumun tümüne ait olduğu böyle bir düzen, proleterya diktatörlüğü nün ve sosyalizmin hazırlık evresinden sonra ortaya çıkar (Cevizci, 2002: 622). 
Fukuyama’yı, liberal demokrasinin tarihin sonu olusunu açıklarken, öncelikle komünizm eleştirisine sevk eden etkeni, bu görü ve devlet sistemini çok özgün 
bulmasında degil, tarih sahnesinde azımsanmayacak sayıda ülke tarafından benimsenmesinde aramak gerekir. 
Fukuyama, sol totaliter rejimlerin, liberal demokrasinin bireysel özgürlük anlayısı karsısındaki, güçlü devlet, zayıf sivil toplum yapısını eleştirmektedir. O’ na göre 
devletin, kişilerin yasamını tüm ayrıntılarıyla denetlemesi, geleneksel otorite kurumlarıyla (din, dil, aile, tarih örnek verilebilir) bağlantılarını kesmesi, mevcut 
ilişkileri ve değerleri değiştirmesi hep aynı güçlü devlet idealinin yansımasıdır. Özel yaşamla ilgili bir özgürlükten bahsetmek mümkün değildir. 

Her tür yasam alanını kontrolü altına alan devlet, kişilerin kendi özel hayatlarıyla ilgili karar verme özgürlüklerini çeşitli baskı araçlarıyla engellese bile, bunu tam anlamıyla başaramadığı gibi, S.S.C.B’nin dağılma sürecinde görüldüğü üzere, düşünme yeti ve alışkanlığını tam olarak zarara uğratamaz. Kişisel inanç ve değerler, mutlaka bir yerde ortaya çıkacaktır. Fukuyama’ya göre bu insan doğasının özelliklerindendir (Fukuyama,1999:39-43). 

Buna bağlı olarak, başlangıçta eşitlik ve refah dileğiyle zorlamaya karsı gelmeyen fertlerin, bir zaman sonra, gereksinim ve beklentilerinin karşılanmamasından ötürü, içinde yasadıkları düzenin temel ilkelerine inançlarını yitirmeleri tehlikesi her zaman vardır. Bu da meşruiyet sorununu gündeme getirmektedir. Komünist düzen, meşruiyetini büyük ölçüde vatandaşlarına iyi ve kaliteli bir yasam sağlama hedefine dayandırmıştır. Ekonomideki kötüleşme, kisilerin düzenle ilgili inançlarını 
zedelemektedir. Fukuyama’ya göre, kapitalizm çerçevesinde serbest piyasa ekonomisinin egemen olmayışı, zaten ekonomide zayıflamaya neden olacaktır. 
Düzenin meşruluğunu, sınıfsız toplum fikrini benimsemiş kişilerin, yolsuzluk ve ayrıcalıklar yoluyla yeni bir sınıfın oluştuğunu görmeleri, zedelemektedir. 
Ayrıca meşruiyetin bulunmayışında, iyi konumdaki kişilerin rahatsızlığı, diğerlerine oranla daha önemlidir ve çöküş dönemini hızlandırır. 
Bu ise sol totaliter rejimlerde kaçınılmazdır. Meşruluğu yeniden kazanmak için baskı ve zorlamanın azaltılması, amaçlanandan farklı bir etki yaparak, devlet ile toplum dengesini toplum yararına çevirir. Devletin tüm yasam alanlarını denetleme imkanı kalmaz. Böylece yozlaşma ve bozulmanın önü açılır 
(Fukuyama, 1999:44-47). 

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA ) BÖLÜM 1

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA )  BÖLÜM 1





 Francis Fukuyama, Tarihin Sonu, Şule ŞAHİN CEYLAN, liberalizm, komünizm, diyalektik, demokrasi,

Şule SAHİN CEYLAN * 
* Arş. Gör., Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı., 
Üsküdar -İstanbul. 
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:5 Sayı:10 Güz 2006/2 s.233-252 

ÖZET 
Bu makalede, Francis Fukuyama’nın ‘ Tarihin Sonu ’ kuramı, liberalizm ve Kojeve’in Hegel diyalektiğine getirdiği yorumla baglantısı üzerinden ele alınmıstır. Fukuyama’ya göre, Monarşi veya Komünizm gibi yönetim biçimlerinin başarısızlıgı, insanlara özgürlük ve refah sunmaktaki eksikliklerinden kaynaklanmaktadır. İslamın alternatif bir yönetim sekli olarak düşünülmesini engelleyen de, özgürlük ve demokrasinin bulunmayısıdır. İslamın, modernitenin bazı önemli degerlerini saglayabilecek araçlara sahip olmaması, liberal demokrasi ve kapitalizmle tanımlanan moderniteyle bagdaşmasına imkan tanımamaktadır. Verili bir toplumda, özgürlügün geliştirilmesini için, en elverisli sosyal ve siyasi sistem 
liberal demokrasidir, ki zaten ideolojier arasındaki mücadelenin de liberalizmin zaferiyle sonuçlandıgı açıktır. 

Şule Şahin Ceylan,
 
1. GİRİŞ


Bütün ideolojiler aslında insanların refahı ve mutluluğunu öngörmekte; her yeni dünya görüşü, bu amaç doğrultusunda bir öncekinin eksik yanlarını ortaya koyarak, daha iyi olduğu düşünülen çözümler üretmektedir. Dünya tarihinin düşünsel altyapısı bu yönüyle, bir arayı ve buluşlar tarihi sayılabilir. Liberalizm de refah arayışında önemli bir adımı, hatta Fukuyama’ya göre, insanlığın gelebileceği ve dahi gelmiş olduğu son noktayı simgelemektedir. 
Kuskusuz tarihsel akısın, ilerleme gelişme veya evrim fikriyle ilk ele alınısı, Francis Fukuyama’nın kuramıyla değildir. Ondan önce, Aristoteles, Augustinus, Fontenelle, Saint-Pierre, Concordet, Comte, Spencer, Tylor, Turgot, Herder, Ferguson, Spencer, Durkheim, Maine, Hegel, Marx gibi düşünürler, farklı açılardan da olsa, ilerlemeden bahsetmişlerdir (Bock, 1990: 53-86). Genel anlamıyla ilerleme, uyğarlıgın belli bir yönde gelişmesini, sıçramalı değil ancak sıralı bir iyileşmeyi ifade eder (Pons, 2003:433). 

Fukuyama, tarihin bir amaca doğru ilerlediği görüsüyle, diğerleriyle benzeşmekte; bu amacın liberalizm olduğunu savunmakla onlardan ayrılmaktadır. 

O’na göre, farklı dinsel, kültürel, geleneksel yapılardaki her devlet, eninde sonunda aynı düzlemde buluşacaktır. Bu ortak noktayı ifade etmek için kullandığı ‘tarihin sonu’ kavramı, tarihsel olayların tamamen son bulması anlamına gelmemektedir. Fukuyama bununla, beşeri, siyasi ve iktisadi kurumların, gelisip değişerek ulaşabilecekleri en ideal formda, yani liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin zaferinde, birleşmelerini kastetmektedir (Fukuyama, 2002/c: 252). 
Francis Fukuyama’nın liberalizm anlayışının ve liberalizmin egemenliğini dünyanın sonu saymasının, iki temel dayanagı vardır. Bunlardan ilki, modern doğa biliminin 
gelişmesinin, insanlık tarihinin bütününde ve dolayısıyla devletlerin askeri ve ekonomik konumlanışında, bir ilerlemeyi beraberinde getirdiğidir. 
Doğaya hakim oluş sürecini daha evvel başlatan ve görece tamamlayan uluslar, sahip oldukları teknolojik imkanlardan, yalnızca insan istek ve ihtiyaçlarını 
karşılarken değil, askeri yapılarını ve savunma güçlerini kuvvetlendirirken de yararlanmaktadırlar. 
Uluslararası ilişkilerde belli bir güç ve kabulün, ülke içinde ise bolluk ve refahın temin edilmesi sürecinde, kültürel farklılıklarından arınan devletler, aynı 
aşamalardan geçen diğerleriyle benzer bir yapılanmaya erişmektedirler. Modern bilim ve teknolojinin imkanlarından yararlanma, bunlar aracılığıyla ekonomik 
büyüme ve uluslararası alanda itibar sağlama gayesi, ekonomik liberalizmi tüm devletler için zorunlu kılmaktadır 
(Fukuyama, 2002/b:172-173; Fukuyama, 2002/c: 253). 
Bilimsel, teknolojik ve ekonomik gelişimin getirisi olan homojenlik, ekonomik liberalizmi açıklamakta, ancak liberal demokrasinin de aynı şekilde zorunlu 
oluşunu aydınlatmada bir başka anahtara ihtiyaç duyulmaktadır. İşte burada devreye Fukuyama’nın, liberal demokrasiyi bütün insanlığın nihai kaderi 
sayar ve belli bir amaca doğru rastlantısal olmayan gidisi benimserken yararlandığı, ikinci dayanak girmektedir. 
Bu, Hegel’in diyalektik anlayışı ve ilerleme fikridir. Hegel’de ilerleme, eksik olandan daha eksiksiz olana doğru bir gidisi simgeler. Tarih, kendinin 
bilincine varma, mutlaklaşma ve özgürleşme amaçlarına dogru ilerlemekte, bu olusu ise diyalektik süreç yönlendirmektedir (Bayar Bravo, 2005: 126). Fukuyama 
diyalektiği, K.Marx’ın üzerine inşa ettiği diyalektik materyalizmden arındırarak, Aleksandre Kojeve’in yorumuyla ele almıştır. 
Tarihin sonunu açıklarken kullandığı bu iki anahtarı es geçen devlet düzenleri, yıkılmı ya da yıkılmaya yüz tutmuştur. O’na göre, liberalizm her devletin 
kaçınılmaz ve nihai sonudur. Bu iddiasını pekiştirmek için, diğer dünya görüşlerinin uygulamadaki sonuçlarını, olumsuz yönleriyle ortaya koymus; örnek 
olarak sa otoriter rejimler, sol totaliter rejimler ve islami göstermiştir. 

2. FRANCIS FUKUYAMA’NIN DEMOKRASİ ANLAYIŞI 

2.1. Fukuyama’nın Bakışıyla Liberal Demokrasinin Özellikleri 

      Liberalizmin iktisadi ve siyasi olmak üzere iki yönü vardır. Liberalizmin iktisadi yönünü temsil eden ekonomik liberalizm, bireylerin görece özgür ve bağımsız olduğu fikrine dayanır. Bu özgürlük karsısında devletin, edilgen, sınırlı ve tarafsız olması, piyasaya en az düzeyde müdahale etmesi gerekmektedir (Caslin, 1993: 313). Fukuyama, ekonomik liberalizmin temel ilkelerini, özel mülkiyet ve piyasa eksenindeki özgür ekonomik faaliyet ve ilişkiler olarak belirlemiştir. O’na göre, bu temel ilkelerin yerine başkalarının konması, liberalizm ve liberal devlet anlayışıyla bağdaşmaz (Fukuyama,1999: 57-58). 
Siyasi liberalizm, girişim ve ticaret özgürlüğü seklinde özetlenebilen ekonomik liberalizmin, tamamlayıcısıdır. En genel hatlarıyla, çoğulculuk, genel katılma, 
çogunlugun yönetme hakkını ifade eder. Çoğulculuk, birbirinden farklı düşüncelerin bulunması ve bunların siyasi ve hukuki düzlemde varlık kazanmaları 
anlamına gelir. 
Düşünme, düşünceleri açıklama ve bunlar etrafında örgütlenme hakkını kapsamaktadır. Genel katılım, farklı düşüncelerin siyasi alanda ifade edilebilmesi, 
herkesin oy kullanma, seçme ve seçilme yoluyla siyasal iktidarı belirleyebilmesidir. Siyasal iktidarın, çoğunluk görüsüne uygun biçimde oluşması ise, halk egemenliği ilkesinin doğal uzantısıdır (Tanilli, 1993: 38-42). 

Fukuyama, liberalizm ve demokrasiyi, birbirine yakın ancak farklı kavramlar olarak tanımlamaktadır. Liberalizm, belli kişisel hak ve özgürlükleri devletin 
müdahalesinden koruyan hukuk düzenini; demokrasi, halkın çok partili bir sistemde gizli, genel ve eşit seçimler yoluyla yönetimi belirlemesini ve bu 
yolla siyasi iktidarı paylaşmasını ifade eder (Fukuyama, 1999: 57:58). 
Ancak yönetenlerin halk tarafından seçilmesi, demokratik bir siyasal sistemi tanımlamaya yetmemekte; İktidardakilerin, sahip oldukları yetkiyi, 
kişi özgürlükleri, İnsan hakları ve çoğulculuk ilkesine zarar vermeyecek şekilde kullanmaları gerekmektedir. (Tanilli,2003:18-19). 
    Devletin sınırlarını belirleyen ve yönetimdekilerin faaliyetlerini sınırlayan olgu, bireysel hak ve özgürlüklerdir (Fukuyama, 2000/a: 373). 

Liberal Demokrasinin, bireylere devlet karsısında tanıdığı bu hak ve özgürlükler, kisi özgürlükleri ve siyasal haklar; iktisadi, sosyal, kültürel haklar ve özgürlükler; çevre, gelişme ve barı hakları olarak gruplandırılabilir (Kaboğlu, 2002)1. 
Fukuyama, sınıflandırmayı sivil haklar, dinsel haklar ve siyasi haklar arasında yapmaktadır. 
Sivil haklar, bireyin, kişiliği ve mülkiyetiyle; dinsel haklar, dinsel inançları ve ibadetleriyle; siyasi haklar ise, yönetime katılımıyla ilgili olan, denetimden bağımsız olduğunu gösteren haklardır. Çalışma, konut ve sağlık hakkı gibi, ikinci ve üçüncü kuşak hakları temel haklar sınıfına sokmanın, mülkiyet ve özgür ekonomik etkinlik hakkı gibi, diğer haklarla uyumlaştırılmasının sorunlu ve zor olacağını düşündüğünden, bunları listeye dahil etmemektedir (Fukuyama,1999, 57-58). 
Liberal demokrasinin egemen olduğu bir devlet rasyonel, homojen ve evrenseldir. Rasyonelliği, yarışan çıkarları herkesin insan olma kimliği çevresinde 
uzlaştırmasın dan ve bilinçli biçimde açıklanmış ilkelere dayanmasından; homojenliği, kisiler arasındaki eşitsizlikleri kaldırarak sınıfsız bir toplum 
yaratmasından; evrenselliği ise bütün yurttaşlarını, sadece insan olma özellikleri dolayısıyla kabul etmesinden ve herhangi bir ayrım gözetmemesinden kaynaklanır. 
Evrensellik, en açık ifadesini herkesin doğmakla bir takım haklara sahip olmasında bulur. Burada herhangi bir din, dil, ırk, renk ayrımından bahsedilemez. Diğerlerinin ve devletin dokunamayacağı mülkiyet, her konuda istedigi gibi düşünme, açıklama, istediği dine mensup olup bu dinin gereklerini yerine getirme, siyasi iktidarı oylarıyla belirleme ya da aday olup yönetim kademesinde yer alma haklarına sahiptir (Fukuyama, 1999: 206). Kişilerin devlet ve diğerleri karsısında kazandığı özgürlük, evrensel ve homojen devlet anlayışının bir getirisidir (Kumar, 2002:119). 

Liberal demokrasi çerçevesinde devletin rolü, yurttaşlarını korumak, haklar tanımak, bu hakları kullanmalarının önündeki engelleri kaldırmak, ancak zorunlu olduğu durumlarda, belli insani ilkeleri asmadan, sınırlamalara gitmektir. Devlet söz konusu hakları temin ederken, yurttaşların yükümlülüğü yasalara uymaktır. Zaten, liberal toplumların özlerinde savaşçı olmadıkları ve bunun, kendi aralarındaki ilişkiye de yansıdığı kanaatindedir. Liberal demokrasi, doğal saldırganlık ve şiddet güdüsünü dizginlemekte hatta öldürmektedir. Demokratik yasallık, doğası gereği barısı zorunlu kılar (Fukuyama,1999: 206, 278). 
1 Kisi özgürlükleri ve siyasal haklar kendi içerisinde bireysel özgürlükler, toplu eylem özgürlükleri, siyasal haklar olarak ayrılır. Bireysel özgürlükler güvenlik içinde yasama ve seyahat hakkı olmak üzere bedeni özgürlükleri, düşünce ve ifade özgürlüğünü, vicdan, inanç ve din özgürlüğünü kapsar. Toplu eylem özgürlükleri dernek, toplantı, yürüyüş ve gösteri özgürlükleridir. Siyasal haklar seçme ve katılma hakkıdır. Mülkiyet hakkı ve girişim özgürlüğü iktisadi özgürlükler kapsamındadır. Sosyal haklar grubuna çalışma, sosyal güvenlik ve toplu bir sosyal hak olan sendika özgürlüğü girer. 
Eğitim hakkı ve öğrenim özgürlüğü, sanatsal yaratma özgürlüğü, basın ve görsel-işitsel iletişim özgürlüğü kültürel haklar kapsamındadır. 

Ayrıca çevre, gelişme ve barı hakları da vardır (Kaboglu, 2002). 
Ancak istikrarlı bir liberal demokrasinin oluşmasında, çesitli kültürel engeller vardır. 
    Bunlardan İlki ulusal, etnik ve ırksal bilinçle ilgilidir. 
Ulusal bir birlik duygusu, demokrasinin kurulması bakımından önemli olmakla beraber, farklı gruplardan kişileri dışlayacak kadar gelişmesi ve insanların 
kendilerini, sırf bu nedenlerle, diğerleriyle eşit hissetmemesi bir engel teskil eder. 
   İkincisi, dinin eşitlikçi ve hoşgörülü olmaktan uzaklaşmasıdır. 
Bu iki kültürel olgu, aslında demokrasiyle çatışmamak ta ancak aşırılıkları istikrarlı bir demokrasiye engel olmaktadır. 
   Üçüncüsü, büyük çaplı sosyal eşitsizlikler ve devletin bunun karsısındaki tutumu; 
   Dördüncüsü, kişilerin, grup bilinciyle kendilerini yönetme yetilerinin gelişmemi  olmasıdır (Fukuyama, 1999:217-220). Tüm bu kültürel olguların varlığı 
demokrasiyi zorlaştırsa bile, yoklukları halinde mutlaka demokrasiye geçileceği de garanti değildir. Ayrıca kültürel etkenler, demokrasi için zorunlu değil, 
kolaylaştırıcı koşullardır ve bunların engel düzeyinde olması dahi demokrasiyi imkansızlaştırmamakta dır. 
Çünkü demokrasi söz konusu olduğunda, kültürel değil siyasi koşullar belirleyici rol oynar. Fukuyama, istikrarlı demokrasinin oluşmasındaki engellerin, 
siyaset sanatından anlayan ve halkın eğilimlerini karşılayabilen, akıllı ve etkin devlet adamlarının varlığı sayesinde aşılabileceğini vurgulamıştır 
(Fukuyama, 1999:221-223). 
Liberal demokrasi, kişilerin talep, yasam biçimi ve tüketim alışkanlıklarının zamanla birbirine benzediği bir homojenliğe sahip olsa bile, bu, kültürel 
kökenli farklılıklarının tamamen kaybolması anlamına gelmez (Fukuyama,1999:235). 
Fukuyama, liberal demokrasinin tarihin sonu olduğunu söylerken, dünya üstünde hala bir takım eşitsizliklerin bulunduğu, herkesin aynı şekilde tatmin olmadığı 
gerçeğini reddetmemektedir. Ancak O’na göre issizlik, yoksulluk gibi sorunlar, liberal demokrasilerin eksikliği ya da kusuru değildir. Bütün liberal toplumlar, zaten eşitsizlik nedenlerini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Diğer rejimlere bakıldığında, daha ciddi toplumsal düzensizlikler ve eşitsizlik görülmektedir. 

Yani Fukuyama’nın yaklaşımıyla, liberalizm eşitsizliğe neden olmamakta, aksine gidermeye çalışmaktadır (Fukuyama,1999:284-286). 
Fukuyama’nın demokrasi anlayışı çerçevesinde en çarpıcı açıklaması, tarihin sonuna gelindiği, bu sonun liberal demokrasi olduğu ve dünyada alternatif olabilecek her hangi bir rejimin bulunmadığıdır. Liberal demokrasinin egemen olduğu şimdiki dünya düzeninden, daha farklı ve daha iyi bir dünya tasavvuru mümkün değildir (Fukuyama,1999:60). 
O’na göre, endüstriyel gelişmeler demokrasinin oluşumunu zorunlu kılmakta, demokratik ilişkilere yol açmaktadır. Aralarındaki zorunlu ilişkiyi, Hegel’in ve 
ardı sıra Kojeve’in diyalektik anlayışıyla açıklaması, O’ nu, bu savı destekleyen diğerlerinden ayırmaktadır. Endüstriyel gelişmelerin neden demokrasiyle 
sonuçlandığına ilişkin, Fukuyama’nın diyalektik çözümlemesi dışında, üç tez vardır. 
Bunlardan İlki, sanayileşme sürecinin ortaya çıkardığı çıkar gruplarını sadece demokrasinin uzlaştıra bileceği görüşüdür. Demokrasinin diktatörlüklerden daha 
elverişli olması, çeşitli uzlaşmazlıkların hukuk aracılığıyla ve gönüllü biçimde çözülmesinde kendini gösterir. 
   İkincisi, Diktatörlüklerin zaman içinde yozlaştığı, ileri teknolojiye sahip toplumları yönetmekte zorlandığı ve demokrasinin bu yüzden kaçınılmaz olduğudur. 
Fukuyama’nın diğerlerine nazaran daha makul bulduğu 
   Üçüncü görüş, sanayileşme ile eğitim düzeyindeki artısın orta sınıf toplumlarına neden olduğu ve bu tip toplumların er geç eşitlik talep ettiğidir  (Fukuyama, 1999:122-125). 
Fukuyama, endüstriyel gelime ve demokrasi arasındaki ilişkiyi, liberal demokrasinin insanlık tarihinin son etkin ideolojisi olduğunu, tarihin mutlak bir sona doğru düzenli biçimde ilerlediğini ve tarihteki olayların rastlantı olmadığını açıklarken, hep aynı noktadan hareket etmiştir. Bu amaçla, Hegel’in tarihi diyalektik örgüde açıklamasından ve Kojeve’in Hegel yorumundan faydalanmıştır. Tezini güçlendirmek için, sırf olguları değerlendirerek çoğulcu demokrasi ve Piyasa Ekonomisini savunması mümkünken, bunu felsefi bir temel arayarak yapması (Akyol, 2002:150), çalışmamızın bir sonraki bölümünde Hegel diyalektiği ve 
Kojeve’in Hegel yorumundan bahsetmemizi gerektirmektedir. 


***