8 Ocak 2021 Cuma

DAĞLIK KARABAĞ UYUŞMAZLIĞINDA SELF-DETERMİNASYON TEZLERİNİN GÖRECELİĞİ BÖLÜM 1

DAĞLIK KARABAĞ UYUŞMAZLIĞINDA SELF-DETERMİNASYON TEZLERİNİN GÖRECELİĞİ BÖLÜM 1


Dağlık Karabağ Uyuşmazlığı, Self-Determinasyon, Tezlerinin Göreceliği, Av. Dr. Deniz AKÇAY, Hocalı Katliamı, Birleşmiş Milletler Üyeliği, 
Güvenlik Konseyi Kararları, Minsk Grubu,




Av. Dr. Deniz AKÇAY* 
* Doctorat d’Etat en Droit Public, Ortak Hükümet Ajanı, Emekli T.C. Dışişleri Bakanlığı Mensubu 

A) Hocalı Katliamı, Birleşmiş Milletler Üyeliği, Güvenlik Konseyi Kararları 
     Aralık 1991’de Kazakistan’ın o dönemdeki başkenti Almatı’da toplanan on bir Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin temsilcileri Sovyetler Birliği’nin sona ermiş 
olduğunu (has ceased to exist) açıklamışlardır1. Bu şekilde 1921’de kurulmuş olan Sovyetler Birliği’nin devletler hukuku tüzel kişiliği sona ermiş olmaktadır. 
Toplantı sonunda açıklanan bildiride eski Sosyalist Cumhuriyetlerinin yeni oluşumlarındaki sınırları, yetkileri, siyasal ve ekonomik özellikleri ya da 
beklentileri hakkında hiçbir bir açıklamaya, çekinceye veya sınırlamaya yer verilmemiştir. 
Aksine, Bildiri’nin Giriş Bölümü’nün (Preamble) üçüncü paragrafında Bildiri’yi imzalamış olan on bir Devletin, birbirlerinin ülke bütünlüğünü ve hâlihazırdaki sınırlarının dokunulmazlığını tanıdığı ve saygı göstereceği açıkça vurgulanmıştır.2 
Sovyetler Birliği’nin bu şekilde dağılmasıyla bir yerde klasik devletler hukukunda kiuti possidetis kuralı uygulanarak, dağılma sonucunda, her yeni devletin dağılmadan önceki sınırlarının aynen korunması öngörülmüştür.3 

Ardından, bağımsızlığını kazanan devletlerin, tanınma ve Birleşmiş Milletler’e (BM) üye olma süreci başlamıştır. 

Bu meyanda, Azerbaycan Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti’nin de BM’ye üye olma başvuruları yerleşik prosedüre uygun olarak, ilk aşamada Güvenlik Konseyi tarafından incelenmiştir. Konsey her iki devletin üyelik taleplerini herhangi bir kayıt ya da koşul öngörmeksizin aynen kabul etmiş ve iki Devletin üyelik taleplerinin kabulü konusunda nihai kararı verecek olan Genel Kurul’a havale etmiştir.4 

BM Genel Kurulu da iki devleti, herhangi bir kayıt getirmeksizin yerleşik uygulama çerçevesinde 2 Nisan 1992 tarihinde üyeliğe kabul etmiştir.5 

Öte yandan, Ermenistan’ın uzun süredir Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesine yönelik devam eden operasyonları, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından iki ay sonra yoğunlaşmış; söz konusu askeri saldırılar 26-27 Şubat 1992’de Hocalı’da katliama dönüşmüştür. 
Bu katliam bazı devletler tarafından soykırım olarak da nitelendirilmiş tir. 6 
Bu arada, devam etmekte olan Dağlık Karabağ savaşı ile ilgili olarak, Güvenlik Konseyi’nin 1993 yılında aldığı dört karardan ilki ancak Nisan 1993’te kabul edilebilmiştir.7 
Azerbaycan’ın ülke bütünlüğüne saldırı niteliğini taşıyan ve ayrıca daha geniş çapta bölgesel barışı da tehdit edecek boyutlara ulaşan Dağlık Karabağ 
uyuşmazlığı ile ilgili olarak BM Güvenlik Konseyi, özellikle, 1993 yılında kabul ettiği dört kararla (Resolutions), bir yandan, Dağlık Karabağ’daki silahlı çatışmaların sona erdirilerek, Azerbaycan’ın ülke bütünlüğü ve sınırlarının dokunulmazlığına dayalı barışçı bir çözüme gidilmesi koşullarının sağlanması, diğer yandan da, bu çerçevede ulaşılacak çözüm yollarının uyması gereken koşulların belirlenmesi amaçlanmıştır.8 

Özellikle 12 Kasım 1993 tarihli ve 884 sayılı kararda, sorunun barışçı yollarla çözümlenmesi çağrısının ötesinde, Azerbaycan’ın egemenlik haklarını ve ülke 
bütünlüğünü tehdit eden Dağlık Karabağ sorunu çerçevesinde, Azerbaycan’ın ülke bütünlüğü yeniden teyit edilmiş (reaffirming), ayrıca sınırların dokunulmazlığı ilkesi konusunda da “güç kullanarak ülkenin genişletilmesinin kabul edilemeyeceği 9” vurgulanmıştır. 

Bu bakımdan, söz konusu kararlar, Dağlık Karabağ uyuşmazlığını sona erdirmemekle birlikte, gerek Alma-Ata Bildirisi’ndeki gerek Azerbaycan ve 
Ermenistan devletlerinin BM’ye kabul edilmeleri aşamasında var sayılan temel ilkelerden herhangi bir sapma “niyetinin” bulunmadığını teyit etmiştir. 

1) Minsk Grubu: BM İlkelerinin Görecelileşmesi 

Dağlık Karabağ uyuşmazlığının çözümünde, BM Güvenlik Konseyi’nin 1993’te kabul etmiş olduğu dört kararın öngördüğü, ülke bütünlüğü ve sınırların dokunulmazlığı konusunda güvenceler içeren çözüm çerçevesinin sonraki yıllarda hukuksal katılığını ve bir yerde, siyasal güncelliğini önemli ölçüde yitirmiş olduğu izlenimini veren bazı gelişmelerin kaydedildiği Şöyle ki, Dağlık Karabağ sorunu hakkında barışçı çözüm formülleri üretmek ve iki devlet arasındaki diyalogu, bu çözüm önerileri üzerinde odaklaştırabilmek hedefi çerçevesinde 1992’de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) kapsamında Minsk Grubu olarak anılan bir siyasal diyalog platformu kurulmuştur. 

AGİT’in 1992 Helsinki toplantısında oluşturulan söz konusu diyalog platformunun ilk versiyonunda üç ayrı üyelik kategorisi yer almaktadır: 

-Uyuşmazlığa taraf olan Azerbaycan ve Ermenistan, 
-ABD, Rusya ve Fransa, 
-Aralarında Türkiye’nin de yer aldığı Almanya, Belarus, İtalya, Finlandiya, Hollanda, Portekiz ve İsveç’ten oluşan bir üçüncü grup. Ancak, Grubun kompozisyonu 1994’te AGİT Budapeşte Zirvesi’nden itibaren önemli bir değişikliğe uğramıştır. Bu tarihten itibaren ABD, Rusya ve Fransa Grubun Eş Başkanları (Co-Chairs) olarak görevlendirilmiştir. Bu alt grup, Minsk Grubu adına açıklamalarda bulunma görevini üstlenmiştir. 

Görüldüğü üzere, Budapeşte Zirvesi’nden sonra Grubun içinde belirli bir “hiyerarşik” “düzen” oluşturulmuş, Eş Başkanlar alt grubu siyasal önem ve 
ağırlığıyla daha güçlü bir hiyerarşik görünürlük kazanmıştır. Günümüzde de, Grubun açıklamalarını bu grup kaleme almaktadır. 

Minsk Grubu’nun “kuruluş” aşamasında, genel olarak, Dağlık Karabağ sorununun barışçı yollarla çözümlenmesi konusuna ağırlık verilmiş, buna karşılık, bu hedefe ulaşmak için hangi ilkelere dayanılacağı ve hangi usullerin uygulanacağı konusun da belirli bir “şema” öngörülmemiştir. Esasen, Grubun, taraflar arasındaki çatışmaların durdurulması ve genel olarak, uyuşmazlığın görüşmelerle sona erdirilmesinin ötesinde, Güvenlik Konseyi’nin 1993’te kabul etmiş olduğu kararlardaki ilkelere uymak gibi “açık” bir “görev talimatı” da bulunmamaktadır. 
Oysa AGİT çerçevesinde oluşturulmuş olması itibariyle, Minsk Grubu’nun görev talimatında, devletlerin ülke bütünlüğü ve sınırların dokunulmazlığı gibi 
evrensel devletler hukuku ilkelerinin ve bu alanda somut “yönlendirmeler” geliştirmiş olan BM organlarının kararlarının göz ardı edilmemesi, aksine, 
uluslararası barışın korunmasının söz konusu olduğu durumlarda özellikle vurgulanması gerekirdi. Bu yaklaşımın, sadece Dağlık Karabağ uyuşmazlığı 
açısından değil, BM sisteminin inandırıcılığı açısından da önem taşıdığı göz ardı edilmemelidir. 

Bu çerçevede, Avrupa Birliği Konseyi’nin de 22 Mayıs 1992 tarihli açıklamasında, devletlerin siyasi hedeflerine ulaşmak için diğer devletlerin ülke bütünlüğüne yönelik eylemleri AGİT’in ilke ve taahhütlerine aykırı olduğu ve bu nedenle kınandığı belirtilmiştir.10 

AGİT tarafından oluşturulan çeşitli belgelerde de Dağlık Karabağ sorunuyla ilgili olarak BM ilkelerinden uzaklaşmaya yönelik bu eğilimin devam ettirilmeye çalışıldığı gözlenmektedir. 

Nitekim AGİT’in 1996 Lizbon Zirvesi’nde kabul edilen belgede Güvenlik Konseyi’nin 1993 kararlarıyla Dağlık Karabağ sorununun çözümüne ilişkin olarak belirlenmiş temel BM ilkelerinden köklü biçimde uzaklaşılmıştır. 

Belgede, Dağlık Karabağ için önerilen “statünün” temel özellikleri olarak; Dağlık Karabağ’ın “müstakbel” statüsü için “Azerbaycan içinde selfdeterminasyona dayalı en yüksek özyönetim”öngörülen bir anlaşma önerisinde bulunulmuştur.11 

Bu öneri, devletler hukuku açısından belirli bir hukuksal temeli olmayan yanıltıcı bir formül sayılabilir: 

1) Her şeyden önce “metinde” yer alan “self-determinasyon ve “özyönetim” kavramları devletler hukuku bakımından farklı ön koşullara dayanan bir statüye tekabül etmektedir. 
2) Ayrıca, self-determinasyon tanındıktan sonra, bu statünün Azerbaycan sınırları içinde kalacak bir “yönetim” olarak şekilleneceğinin hiçbir güvencesi de yoktur. 
3) En geniş “özyönetimi”, ayrıca, Dağlık Karabağ’a kaçınılmaz olarak, başka devletlerin de destekleyebileceği bir görünürlük kazandıracaktır. 
Bu durumda ise, söz konusu bölgenin ileride uluslararası bir süjelik arayışına girişmeyeceğinin güvencesi de yoktur. 
1996’daki Lizbon Belgesi’ne ek olarak, Minsk Grubu’nun 2007 yılındaki Madrid toplantısının sonunda yapılan açıklamada, self-determinasyonla birlikte, Helsinki Nihai Belgesi’ne ve bu Belge’de yer alan ilkelere de atıfta bulunmaktadır.12 
Helsinki Nihai Senedi’nin gerek hukuksal niteliği, gerek içerdiği ilkeler açısından, uyulması gereken ilkelerin, daha önce BM kararlarıyla belirlenmiş olan Dağlık Karabağ uyuşmazlığının çözümünde ön plana çıkarılmasını gerektirecek bir güncelliği ve özellikle, hukuksal ağırlığı olabileceği düşünülemez. 
Doğu-Batı bloklaşmasının yumuşatılması çerçevesinde 1975’te Helsinki’de toplanan Konferansın diplomatik önemi tartışılmamakla birlikte, Nihai Belgenin bağlayıcılığı kesin değildir.13Belgede sıralanmış olan ilkelerden her birinin değişik hukuksal uygulanma koşulları ve hatta hukuksal değeri olabileceği göz ardı edilmemelidir. Buna karşılık, Grup, 2019’da bu belgeye atıfta bulunmaya devam etmiştir.14 

Günümüzde, Helsinki Nihai Senedi’nin bağlayıcı olmadığı ve dolayısıyla, normatif açıdan, Minsk Grubu açıklamalarında bu konuda yer alan ilkelerin, sırf bu metinde yer almış olduğu gerekçesiyle bağlayıcılık kazanamayacağı kabul edilmektedir.15 
Bir yazarın belirtmiş olduğu gibi, söz konusu Belge bir uluslararası antlaşma (treaty / traité) niteliğini taşımamakta, Doğu/Batı blokları arasında barışın 
gerçekleştirilebilmesine ve en azından “kamplar” arasındaki bloklaşmanın bir dereceye kadar yumuşatılması konusunda ulaşılan bir “konsensüs”ün 
yapılaştırılmasına yönelik bir “program” niteliğindedir.16 

Dolayısıyla Minsk Grubu’nun çalışmalarında, belirtilen metinlerden yola çıkılarak BM ilkelerinin Dağlık Karabağ hususunda göz ardı edilmesi ve görecelileştirmesi,  uyuşmazlığın çözüm parametrelerini hukuksal çerçeveden uzaklaştırmakta ve bu durum sorunun barışçıl çözümüne katkı sağlamamaktadır. 

***

RUSYANIN KAFKASYA POLİTİKASINDA KARABAĞ FAKTÖRÜ., BÖLÜM 2

RUSYANIN  KAFKASYA  POLİTİKASINDA  KARABAĞ  FAKTÖRÜ., BÖLÜM 2




Uluslararası, Sovyet Sonrası, Türkiye-Rusya, İlişkileri Sempozyumu, İzmir, Doç. Dr. Vefa KURBAN, Arş. Gör. Seçil ÖRAZ BEŞİKÇİ, Arş. Gör. Recep Efe ÇOBAN,
 Azerbaycan, Karabağ, Ermenistan,Kafkasya,

2. Sovyet Sonrası Dönem: Özerkliğin Kaldırılması, Savaş ve Soykırım

   Ermenilerin Karabağ'a yönelik 1987 yılından itibaren hukuki ve siyasi düzlemde başlattıkları kampanya ve başvurular Moskova tarafından açık şekilde desteklen mesede gerek Sovyet yönetimindeki lobicilik faaliyetleri gerekse medya sektöründe görev yapan Ermeni diasporası mensuplarının yoğun çabaları sayesinde Ermeniler lehine kamuoyu oluşturma bakımından yeterliydi. 
Bu anlamda Ermenistan Azerbaycan karşısında kıyaslanmayacak kadar avantajlı konumdaydı.
   Ermenilerin ileri sürdükleri talepler dönemin hukuk mevzuatına aykırıydı ve çabaları netice vermeyeceği için maksatlarına şiddete başvurarak erişme hazırlığı içinde idiler. Öncelikle Ermenistan'da yaşayan Türkleri ülkeden kovmayı amaç edinen Ermeniler bunu yıldırma ve korkutma yöntemiyle gerçekleştirmeye başladılar. Ermeni örgütlenmeleri yönetimin de desteğini alarak baskı, şiddeti, öldürme ve fırsat düştükçe işkence yapma vd. eylemlerinde bulunuyorlardı.

Ermenistan ve Dağlık Karabağ'da yaşayan Ermenilerin Azerbaycan'dan toprak talebinde bulunmaları, Karabağ'ı Ermenistan'a ilhak etmek çabaları bölgede huzursuzluğun artmasına ve uyuşmazlıkların derinleşmesine neden oluyordu. 

Bu durumda Azerbaycan Türklerinin tepkileri bazen yönetimin yalan vaatleri bazen de baskıcı yöntemlerle bastırılıyordu. Halk Karabağ konusunda son derece hassas ve ilkeli bir duruş sergiliyordu. Oysa dönemin Azerbaycan yönetimi Moskova'nın yörüngesinde kalarak sorunları çözebileceğine ümit ediyordu.
Azerbaycan'ın bu yönde attığı her adım Ermenistan'ın olumsuz tepkisiyle karşılaşıyordu. 7 Aralık 1988'de Ermenistan'ın Spitak (gerçek adı Hamamlı) şehri ve birkaç bölgesinde yaşanan deprem sırasında dönemin Azerbaycan yönetiminin, Ermenistan'a gönderdiği "gönüllü" kurtarma ekibini taşıyan uçak Ermeniler tarafından düşürülmüş, uçakta bulunan 68 yolcu ve 9 kişilik mürettebat hayatını kaybetmiştir.

Ermenistan'dan Azerbaycan'a kovulan Türklerin Karabağ bölgesine yerleştirilmesi konusunda kamuoyunda seslenen talepler Azerbaycan yönetimi tarafından asla kabul görmemişti. Nitekim o dönemde Karabağ yönetimi Moskova'nın denetimi altına alınırken, Azerbaycan'ın kamu otoritesi işlevsiz hale getirilmişti. 12 Ocak 1989 yılında Karabağ'ın yönetimi için Moskova tarafından kurulan "Özel Komite" Ermeni yanlısı bir siyaset yürütüyordu. Bu komitenin asıl amacı Karabağ'ın Azerbaycan'dan koparılmasından ibaretti.

   Moskova'nın uyguladığı siyaset Dağlık Karabağ'da barışı sağlamaya değil, uyuşmazlığın silahlı şiddet safhasına dönüşmesine fırsat sağlamış oldu. 1990 yılında Bakü'de baş gösteren itirazlar sırasında Ermeni milliyetinden olan vatandaşların öldürüldüğünü gerekçe göstererek, 19- 20 Ocak 1990'da Kızıl Ordu birlikleri sivil halka karşı katlim uyguladı. 

   20 Kasım 1991 tarihinde üst düzey devlet yetkililerini taşıyan helikopter Dağlık Karabağ'ın Karakent köyü semasında Ermeniler tarafından düşürüldü. Helikopterdekiler hayatlarını kaybettiler. Azerbaycan, bu olayın ardından, 
26 Kasım 1991 tarihinde Dağlık Karabağ'ın özerklik statüsünü feshetti.3

Ermenistan'ın başlattığı savaş insani felaketlerin yaşandığı, bir milyondan fazla Azerbaycan Türkünün mülteci ve göçmen durumuna düştüğü, ihtiyar, kadın, çocuk demeden sivil ahalinin topyekûn öldürüldüğü ve esir alındığı bir savaştır. 

Bu sürecin en kanlı olayı Şubat 1992'de yaşanan Hocalı soykırımı olmuştur. Ermeni çeteleri ve SSCB'den kalma 366. alay Hocalı'ya saldırarak bu cinayeti işlemiştir.
Bu saldırıda 63 çocuk, 106 kadın ve 70'den fazla yaşlı dahil olmak üzere 613 sakin öldürülmüş, 487 kişi ağır yaralanmış, 1275 kişi rehin alınmış ve 150 kişi kaybolmuş tur.4 Dönemin Ermenistan Savunma Bakanı, sonradan Cumhurbaşkanı görevinde bulunan Serj Sarkisyan, Hocalı soykırımıyla ilgili kendisiyle yapılan söyleşide "Hocalı'ya kadar Azerbaycanlılar bizim sivillere saldırmayacağımızı düşünüyordu, fakat Hocalı'da biz bu stereotipi kırdık" demiştir.
Hocalı cinayeti 9 Aralık 1948 tarihinde BM tarafından kabul edilen ve 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe giren BM'nin "Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşmesi" 2. maddesinde yer alan "milli, etnik, ırki veya dini bir grubu kısmen veya tamamen imha etme" biçiminde tanımlanan jenosit/soykırım kavramı ile tamamen örtüşmektedir. Aslında Ermeniler tarafından sadece Hocalı'da değil, Karabağ'ın tamamında yapılan kanlı eylemler birer soykırımdır: işgal altındaki bölgelerde ne bir insan sağ bırakıldı ne taş taş üste kaldı.

3. Savaş'ın Son Halkası: Büyük Taarruz, Rusya'nın Tarafsızlık İmajı ve Muhtemel Gelişmeler

İşgalci Ermeni güçleri zamanla Karabağ dışındaki yedi rayonu işgal ettiler. Savaşı durduran 1994 yılında imzalanan ateşkes anlaşması uzun süre yürürlükte kalırken sorunun çözümüne her hangi bir olumlu katkı sağlamamıştır.
   AGİT Minsk Grubu'nun 1992'den bu yana gerçekleştirdiği faaliyetler, sorunun barışçıl yoldan çözümü açısından hiçbir sonuç vermemiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi nin soruna ilişkin dört kararı (822, 853, 874, 884 sayılı kararlar) kâğıt üzerinde uygulanmamıştır. Uluslararası hukukun ilke ve normları  Azerbaycan'ın haklı olduğunu ortaya koysa da uluslararası kuruluşlar çözüme yönelik somut adım atmak iradesi sergilememiştir. Ermenistan yöneticileri her ne kadar işgal meselesini Karabağ'daki Ermeni toplumunun kendi kaderini belirleme hakkı olarak sunmaya çalışsalar da resmi konuşmalarında Karabağ'ın Azerbaycan sınırları içinde kalmasının mümkün olamayacağının altını çizmektedirler. 

Böylece, 1994 yılında ilan edilen ateşkes rejimi mevcut sorunun çözümüne değil, çatışmanın dondurulmasına hizmet etmiştir. Ermenistan'ın ve onu destekleyen güçlerin amacı Karabağ'ın işgal durumunu kalıcı hale getirmek, kuşaklara yaymak ve böylece unutturulmasını sağlamaktı.
   Ateşkes döneminde Azerbaycan ve Ermenistan arasında zaman zaman küçük çaplı çatışmalar ortaya çıkmış, fakat sürecin gelişim seyrini değişebilecek her hangi sonuç doğurmamıştır. Bu süreçte ilk şiddetli savaş 1 Nisan 2016'da başlayıp 4 gün devam "Aprel Dövüşlerindir. Bu savaş, Rusya'nın devreye girmesi ve taraflar arasında ateşkes sağlanmasıyla sona erdirilmiştir. Savaşta Azerbaycan ordusu son derece iyi performans sergilemiş, işgal altındaki bazı önemli mevzileri kurtarabilmişti.

İkinci önemli çatışma ise Temmuz 2020'de Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki sınırda, Tovuz rayonunda yaşanmıştır. 
Tovuz çatışması Ermenistan tarafından devreye sokulan bir provokasyon olup, Azerbaycan'ı Ermenistan topraklarına saldırmaya tahrik etmekti.
Maksadına erişemeyen Ermenistan, yeni bir savaş hazırlığı içine girmiştir. 
Bu konuda istihbarat alan Azerbaycan tarafı acil şekilde karşı hazırlıklara başlamıştır. Her şeye rağmen Azerbaycan yine de ilk saldıran taraf olmamış, Ermenistan'ın saldırısı üzerine harekete geçerek Büyük Taarruz'u başlatmıştır. Hâlihazırda çatışmalar on günden fazla bir süredir devam etmektedir. 27 Eylül 2020 tarihinde başlayan çatışmalarda Azerbaycan ordusu, şu ana kadar 44 yerleşim birimini, bir şehir, 2 büyük kasaba ve birçok strateji yükseklikleri Ermeni
güçlerinden temizlemiştir. Kısa sürede hızlı ilerleyişi sırasında strateji ve taktik hazırlık, manevra kabiliyeti ve vurucu gücü bakımından Azerbaycan ordusunun Ermenistan ordusuyla kıyaslanmayacak derece yüksek seviyede olduğu ortaya çıktı. Azerbaycan ordusunun devam etmekte olan harekâtı yakın gelecekte savaş tarihi, güvenlik ve savunma stratejileri kitaplarında mutlaka seçkin örneklerden biri olarak yerini alacaktır.

Azerbaycan ordusunun harekâtta rehber edindiği ilkeler başarılı sonuçlarını vermektedir. 

Bu ilkeleri 

1) İsabetli nokta atışı 
2) Asla sivil hedefleri vurmama 
3) Mümkün olduğu kadar az zayiatla hareket etme şeklinde sıralayabiliriz, ayrıca hava hâkimiyeti de düşmana göz açtırmamaktadır. 

Buna karşılık Ermenistan tarafının neredeyse uçak kaldıramaması, ağır top, tank ve zırhlı araçlarını, taşımaya fırsat bulmadan bırakıp  kaçması Ermeni ordusunun acziyetini gözler önüne sermektedir. Azerbaycan SİHA'ları Ermenistan ordusunun gerek teknik mühimmat gerekse beşeri gücünü etkisiz hale getirerek ağır zayiatlar yaşatmaktadırlar. Cephedeki yenilgilerini Azerbaycan'ın sivil yerleşim birimlerine roket ve füzelerle saldırarak "telafi etmek" isteyen Ermenistan ordusu sivilleri öldürmek, Azerbaycan'ı misilleme yapmaya mecbur etmek, savaşı kısmen Ermenistan sınırları içine çekerek durumu fırsata dönüştürmek ve böylece Rusya veya Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü güçlerinin harekete geçmesini sağlamaktır. 
Fakat Azerbaycan ordusu başından beri belirlediği ilkeler doğrultusunda,
sağduyulu ve istikrarlı bir şekilde hareket etmektedir.
Çatışmaların on birinci gününde Rusya'nın ısrarlı talebi üzerine taraflar insani ateşkes imzaladılar. Ateşkesin amacı cenaze ve esir mübadelesi idi. Fakat Ermenistan ordusu eskiden süregelen geleneksel tavrını koruyarak bu kez de ateşkesi ihlal eden ilk taraf oldu.
Ateşkesin imzalanması Azerbaycan toplumunda haklı endişelere yol açmıştır. Şöyle ki, bu ateşkesin, Rusya'nın telkin ve baskılarıyla imzalandığı, savaşın durdurulacağı ve böylece çözümünün belirsiz bir tarihe kadar erteleneceği ihtimalinden bahsedilmektedir. Azerbaycan ordusu başarılı bir şekilde yürüttüğü harekâtı kesintisiz devam ettirmektedir.
Bu savaş sırasında uzmanların üzerinde en fazla kafa yordukları sorulardan biri de şudur: Neden Rusya bu savaşa müdahil olmuyor? 
Bu soruya değişik cevaplar verilmektedir. Bu cevapları bir arada ele alarak aşağıdaki tespitlerde bulunabiliriz.

1. Ermenistan Cumhurbaşkanı Paşinyan "Batı yanlısı" tutum sergileyerek Rusya'ya karşı tavır almıştır. Bu yüzden Putin rejiminin Paşinyan'ı cezalandırmak, hatta iktidardan uzaklaştırmak gibi bir planı bulunuyor.
2. Karabağ Azerbaycan sınırları içindedir ve Rusya'nın askeri anlamda harekete geçmesi ve Ermenistan'ı açıktan desteklemesi bölgeye yönelik planlarını olumsuz etkileyecektir.
3. Stratejik önemi itibariyle Azerbaycan Rusya açısından diğer ülkelerle kıyaslanmayacak kadar üstün niteliklere sahiptir. Rusya böyle bir partneri temelli kaybetmeyi göze almayacaktır.
Bundan sonraki dönemde Azerbaycan ordusunun öncelikli görevi harekâtı mümkün olduğu kadar hızlandırmak ve çok daha fazla alanı düşmandan temizlemektir. Zaten gelinen noktada düşman istihkâmlarında ciddi kırılmalar söz konusudur. Düşmanın önemli ikmal yolları kesilmiş, ellerindeki hâkim mevziler kaybedilmiş, yaşanan yenilgiler karşısında Ermeni toplumu ve ordusu demoralize olmuş durumdadır. Görünen şu ki Rusya en azından belli bir süre bu tavrını korumaya devam edecektir.
Bizce, cephedeki başarıların yanı sıra savaşın diplomasi ve propaganda ayağı asla ihmal edilmemeli, Ermenilerin dünya kamuoyunu yanıltmaya yönelik yalanlar ifşa edilmelidir. 
Azerbaycan ordusu kazanımlarını artırarak kuvvetlendirdikçe Ermenistan'ın başından beri seslendirdiği "Karabağ'ın statüsü" meselesi de gündemden düşecektir.
Ermenistan'ın Karabağ'ı bağımsız bir devlet olma dışında herhangi bir statüde görmek istememesi, malumun ilamıdır. Bu yüzden özerklik veya kültürel özerklik gibi statü düzeylerinin gündeme getirilmesi ve konuşulmasına gerek kalmamakta dır. Rusya'nın arabuluculuğu ile yapılan ateşkes anlaşmalarının uygulanmaması Putin yönetiminin imaj kaybı olarak değerlendirilmektedir. İlerleyen süreçte Rusya bu imajı onarma, Kafkasya'daki varlığını hissettirme, bunu yaparken Ermenistan'ı kontrolden çıkarmama, aynı zamanda Azerbaycan'ı kaybetmeme çabasında bulunacaktır: bu yüzden ateşkes veya barış anlaşması konusunda ısrarcı davranacağı ve bunu sağlayacağı kuvvetle muhtemeldir. Elinde fazla kazanımları bulunan ve sahadaki üstünlüğünü devam ettiren bir Azerbaycan'ın masada şartlarını dikte etme gücü daha fazladır. Yapılması gereken diğer husus da Azerbaycan'ın bu süreçte Türkiye'yi yanına almak ve süreçleri danışarak ilerletmektir.

    Hâlihazırda devam eden Azerbaycan-Ermenistan savaşının hangi yönde gelişeceğini kestirmek pek kolay değildir, fakat mevcut durumun uzun zaman diline yayılmayacağını söyleyebiliriz. Azerbaycan ordusunun sahada kazandığı başarıların kalıcı olması için diplomatik cephede de yoğun çaba sarf edilmelidir. Minsk Grubunun Ermeni yanlı turumu, sorunun çözümüne ilişkin iyimser olmaya esas vermemektedir.
Muhtemelen, savaşın başında seslendirildiği gibi Minsk Grubu, formalite icabı varlığını sürecek ve barış süreciyle ilgili yan formatların geliştirilmesine çalışılacaktır. Türkiye'nin bu süreçte aktif tutum sergilemesi ve bu formatlarda yer alması gerek Azerbaycan'ın çıkarlarının korunması gerekse Türkiye'nin Kafkasya'daki varlığını ilerletmesi açısından son derece önemlidir. 
Bugün Azerbaycan'ın stratejik ve taktik hedefi, her bir halde Türkiye'nin gelişen süreçlere eşbaşkan olarak dahil edilmesini sağlamaktır.

Sonuç ve Değerlendirmeler.5

Azerbaycan-Ermenistan savaşının 26 sene devam eden ateşkes sürecinin en etkili kırılma noktası Tovuz muharebesi olmuştur. 
Bu kırılma noktası 27 Eylül'de yaşanan saldırının ardından gelişen olaylara kuvvetli bir ivme kazandırmıştır. Bu seferki savaş öncekilerden çok daha farklıdır: küresel salgının yaşandığı bir dönemde ülkelerin ciddi ekonomik ve sağlık sorunlarıyla baş başa kalması, Orta Doğu'da ve Akdeniz'de sıcak gelişmelerin yaşanması, yabancı güçlerin Türkiye'yi âdeta sorunlu alanlarla kuşatmak istemesi, Kafkasya'nın, bu kuşatmanın bir parçası haline getirilmeye çalışılması Ermenistan-Azerbaycan savaşına yeni pencereden bakma zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir. Türkiye, dost ve kardeş Azerbaycan'ın yanında yer alarak, çok daha kuvvetli birliktelik nümayiş ettirirken, sadece Ermenistan'a değil, Türkiye'nin bölge politikalarını engellemeye çalışan devletlere da karşı kararlı bir duruş sergilemektedir.

Her bir halde Ermenistan ve destekçileri yeni şartların dikte ettiği bazı gerçekleri kabul etmek zorunda kalacaklar. Hâlihazırda Azerbaycan ordusunun başarılı taarruzu karşısında Ermenistan tarafı adeta şaşkına dönmüş, önceki dönemlerde kendisine sağlanan desteği alamayınca ciddi bunalıma girmiştir. Rusya'nın, ayrıca KGAÖ'nün savaşa müdahil olması gerektiğine ilişkin Ermeni tarafın nabız yoklaması böyle bir şeyin imkânsız olduğunu gözler önüne sermektedir. Rusya, bu konudaki tavrını açık ve net bir şekilde ortaya koyarak savaşın Ermenistan
topraklarında değil Azerbaycan sınırları içinde devam ettiğini gerekçe göstermekte dir. Konuya ilişkin yaklaşımında, Rus medyasının Ermenistan'a verdiği destek önceki dönemlerde gözlemlediğimizden farklı bir mecrada gelişmektedir: medya Putin'in açıklamalarına paralel şekilde değişik tutum sergilemektedir.
Bundan sonraki süreçte Azerbaycan'ın izlemesi gereken yol hız kesmeden ve Ermenistan ordusuna toparlanma fırsatı vermeden, ülke topraklarını düşmandan temizlemektir.

Savaşın bundan sonraki seyrinin nasıl gelişeceğine bakılmaksızın, hâli hazırda Azerbaycan açısından önemli sonuçlar doğurduğunu görebilmekteyiz.

• Ermenistan'ın Azerbaycan'a karşı yürüttüğü psikolojik harp stratejisi iflasa uğramıştır.
• Rusya'nın Ermenistan'a koşulsuz ve kesintisiz destek vereceğine ilişkin tahmin ve söylemler geçersiz hale gelmiştir.
• Ermenistan'ın Azerbaycan'a karşı herhangi bir savaşta galip gelme şansının olmadığı kesin bir şekilde doğrulanmıştır.
• Azerbaycan devleti ve toplumu "hep baskı altında kalan, yalnızlığa itilmiş devlet ve toplum" imajından kurtulmuştur.
• Halkın moral ve motivasyonu yükselmiş, kendi gücüne olan inancı
   tazelenmiştir.
• Azerbaycan ordusu gerek silah, mühimmat ve teknolojik donanım gerekse savaş kabiliyeti bakımından Kafkasların en güçlü ordusu
   olduğunu yine bu savaşta doğrulamıştır.
• Türkiye ve Azerbaycan arasında gerek toplum gerekse devlet arasındaki bağlar son derece kuvvetli hale gelmiş, bu olaylar "bir
   millet iki devlet" şiarının daha sağlam temeller üzerine oturmasına yol açmıştır.

Kaynakça

Ali Asker. İşgalin Kırılma Noktası veya Yalancı Ateşkesin Sonu: Eylül 2020
Azerbaycan-Ermenistan Savaşını Geniş Tablodan Okumak,
https://www.sde.org.tr/degerlendirme/isgalin-kirilma-noktasi-veyavalanci-
ateskesin-sonu-evlul-2020-azerbavcan-ermenistan-savasini-genistablodan-
okumak-analizi-18517 [Erişim tarihi: 16.10.2020]
Anar İsgsndsrov, "Ermsni-daşnak birlsşmslsrinin türk-müsslman shalisins qarşı
soyqırımları", Azsrbaycan müsllimi, 30 Mart 2012 - N°12.
Azsrbaycan Respublikasının Dağlıq Qarabağ Muxtar Vilaystini lsğv etmsk haqqında
Azsrbaycan Respublikasının qanunu. Azsrbaycan Respublikası Ali
Sovetinin malumatı. 31.12.1991. Bakı, 1991, No: 24 (853).
AKH$ Hara, "O Heo6xognMocra BoeHHoro nyra", Kapa6ax enepa,
ce^o^HH u 3aempa, ^acrb 1, BaKy 2009; Kitabın elektronik
versiyonu: http ://karabakh-doc.azerall. info/ru/articls/artcl 15 -5.php
HnKojıaft EaBpoB, HoBaa yrpo3a pyccKOMy geny B 3aKaBKa3te: npegcToa^aa
pacnpoga®:a MyraHH HHopogyaM, CaHKT-neTep6ypr, 1911, s. 63-64.

DİPNOTLAR;

1 HnKo^an OaBpoB, HoBaa yrpo3a pyccKOMy ge^y B 3aKaBKa3be: npegcToa^aa pacnpoga^a MyraHU HHopog^M, CaHKT-neTepöypr, 1911, s. 63-64.
2 Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Arşivi, f.100, liste 2, dosye 791, varak. 791; Anar İsgsndsrov, "Ermsni-daşnak birlsşmslsrinin türk-müsalman 
   shalisins qarşı soyqmmları", Azarbaycan muallimi, 30 Mart 2012 - N°12.
3 Azsrbaycan Respublikasının Dağlıq Qarabağ Muxtar Vilaystini lsğv etmsk haqqında Azsrbaycan Respublikasının qanunu. Azsrbaycan Respublikası Ali Sovetinin mslumatı.
   31.12.1991. Bakı, 1991, No: 24 (853), s.16-17.
4 Sayısal veriler Azerbaycan'ın resmî devlet kurumlarının belgelerinden derlenmiştir
5 Bu bölümdeki tespitler Azerbaycan'ın başlattığı Büyük Taarruz'la ilgili Stratejik Düşünce Enstitüsünde yapılan toplantı ve analiz yazısından iktibas edilmiştir. 
   Bkz: Ali Asker. İşgalin Kırılma Noktası veya Yalancı Ateşkesin Sonu: Eylül 2020 Azerbaycan-Ermenistan Savaşını Geniş Tablodan Okumak, 

https://www.sde.org.tr/degerlendirme/isgalin-kirilma-noktasi-veyayalanci-ateskesin-sonu-eylul-2020-azerbaycan-ermenistan-savasini-genis-tablodan-okumakanalizi- 18517 [Erişim tarihi: 16.10.2020]

***


RUSYANIN KAFKASYA POLİTİKASINDA KARABAĞ FAKTÖRÜ., BÖLÜM 1

 RUSYANIN  KAFKASYA  POLİTİKASINDA  KARABAĞ  FAKTÖRÜ., BÖLÜM 1





Uluslararası, Sovyet Sonrası, Türkiye-Rusya, İlişkileri Sempozyumu, İzmir, Doç. Dr. Vefa KURBAN, Arş. Gör. Seçil ÖRAZ BEŞİKÇİ, Arş. Gör. Recep Efe ÇOBAN,
 Azerbaycan, Karabağ, Ermenistan,Kafkasya,

I. ULUSLARARASI SOVYET SONRASI TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ SEMPOZYUMU BİLDİRİLER KİTABI

15-16 Ekim 2020 
Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü İzmir - Türkiye

EDİTÖRLER
Doç. Dr. Vefa KURBAN
Arş. Gör. Seçil ÖRAZ BEŞİKÇİ
Arş. Gör. Recep Efe ÇOBAN
I. Uluslararası Sovyet Sonrası Türkiye-Rusya İlişkileri Sempozyumu


Bu kitapta yayımlanmış bildiriler ile ilgili hak ve sorumluluk bildiri sahiplerine aittir.
ONUR KURULU
Prof. Dr. Necdet BUDAK
Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN
DÜZENLEME KURULU
Prof. Dr. Nadim MACİT (Başkan)
Prof. Dr. Aydın İBRAHİMOV (Eş Başkan)
Prof. Dr. Mustafa MUTLUER (Eş Başkan)
Doç. Dr. Vefa KURBAN (Eş Başkan)
Dr. Öğr. Üyesi Ahmet Nafiz ÜNALMIŞ
Arş. Gör. Seçil ÖRAZ BEŞİKÇİ
Arş. Gör. Recep Efe ÇOBAN
BİLİM KURULU
Prof. Dr. A. Özlem ÖNDER (Türkiye)
Prof. Dr. Abdullah TEMİZKAN (Türkiye)
Prof. Dr. Aleksandr DRUZHININ (Rusya)
Prof. Dr. Aleksandr KOLESNİKOV (Rusya)
Prof. Dr. Asem NAUŞABAYEVA-HEKİMOĞLU (Kazakistan)
Prof. Dr. Çengiz İSMAİLOV (Azerbaycan)
Prof. Dr. Enver ŞEYHOV (Azerbaycan)
Prof. Dr. Gülzade SHAKULIKOVA (Kazakistan)
Prof. Dr. İrina BUSYGINA (Rusya)
Prof. Dr. İrina TURGEL (Rusya)
Prof. Dr. Leonid VARDOMSKİY (Rusya)
Prof. Dr. Mesut Hakkı ÇASİN (Türkiye)
Prof. Dr. Mirjana GAJIC (Bosna-Hersek)
Prof. Dr. Musa QASIMLI (Azerbaycan)
Prof. Dr. Mustafa MUTLUER (Türkiye)
Prof. Dr. Nadim MACİT (Türkiye)
Prof. Dr. Obren GNJATO (Bosna-Hersek)
Prof. Dr. Osman KARATAY (Türkiye)
Prof. Dr. Rajko GNJATO (Bosna-Hersek)
Prof. Dr. Sait YILMAZ (Türkiye)
Prof. Dr. Türkan OLCAY (Türkiye)
Prof. Dr. Vladimir GONDA (Slovakya)
Prof. Dr. Vladimir KOLOSOV (Rusya)
Prof. Dr. Vedat ÇALIŞKAN (Türkiye)
Doç. Dr. Altuğ GÜNAL (Türkiye)
Doç. Dr. İbrahim ŞAHİN (Türkiye)
Doç. Dr. Muvaffak DURANLI (Türkiye)
Doç. Dr. Nedim YALANSIZ (Türkiye)
Doç. Dr. Svetlana SHABALINA (Rusya)
Doç. Dr. Vefa KURBAN (Türkiye)
Dr. Öğr. Üyesi Maria STOYANOVA (Türkiye)
Dr. Öğr. Üyesi Marina LOMONOSOVA (Rusya)
Dr. Öğr. Üyesi Hanife KESKİN (Türkiye)
SEKRETARYA
Arş. Gör. Seçil ÖRAZ BEŞİKÇİ
Arş. Gör. Recep Efe ÇOBAN
İÇİNDEKİLER
Doç. Dr. Vefa KURBAN, Arş. Gör. Seçil ÖRAZ BEŞİKÇİ, Arş. Gör. Recep Efe ÇOBAN
Editörden 1-2
Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN
Açılış Konuşması 3-5
Mv. Ahmet Berat ÇONKAR
Açılış Konuşması
E. Büyükelçi Ender ARAT
Açılış Konuşması 11-14
Prof. Dr. Nadim MACİT
Açılış Konuşması
Prof. Dr. Mustafa MUTLUER
Açılış Konuşması 19-21
Dr. Öğr. Üyesi Ahmet Nafiz ÜNALMIŞ
Post-SovietRussia's Approach to the Problems in Georgia
Prof. Dr. Çingiz İSMAİLOV
TypuuA u PoccuA e reononumunecKou Peöyce KaeKasa 39-48
Doç. Dr. Ali ASKER, Afgan BAKHSHALİYEV
Dr. Namık AHMADOV
Azerbaycan Basınında Türk-Rus İlişkileri
Prof. Dr. Alexander DRUZHININ, Prof. Dr. Aydın İBRAHİMOV, Prof. Dr. Mustafa MUTLUER
BsauMoâeücmeue Poccuu u Typ^uu e MeHAW^eücn Eepasuu: meHÖe^uu, eo3Mo^Hocmu, öapbepu, npuopumembi
Prof. Dr. Kyamil SALIMOV
KBonpocy o noeumeHuu }.porutA CompyÖHunecmea T'ypu.uu u Poccuu
Dr. Öğr. Üyesi Argun BAŞKAN
Foreign Policy Orientations of the Russian Federation And Implications for Turkey
Dr. Oğuzhan ERGÜN, Doç. Dr. Vefa KURBAN
Türkiye ve Rusya İlişkilerinde Paradoksal Sürtünmeler 111-127
Prof. Dr. Türkan OLCAY
Geçmişten Günümüze Türkiye 'de Rus Dili ve Edebiyatı Öğretimi
Dr. Öğr. Üyesi Maria STOYANOVA
npenoâaeaHue PyccKo/'o MşbiKa e U,eHmpax^onoAHumeAhHo/'o OöpasoeaHuA l'ypnuu 143-147
Doç. Dr. Muvaffak DURANLI
Sovyet Sonrası Başkent Moskova'da Türkçe Öğreten Akademik Kurumlar ve Son Yirmi Yıldaki Çalışmaları
Prof. Dr. Giray Saynur DERMAN

I. Uluslararası Sovyet Sonrası Türkiye-Rusya İlişkileri Sempozyumu Afişi 
I. Uluslararası Sovyet Sonrası Türkiye-Rusya İlişkileri Sempozyumu Programı 
RUSYA'NIN KAFKASYA POLİTİKASINDA KARABAĞ FAKTÖRÜ




Ali ASKER*
Afgan BAKHSHALIYEV*
* Doç. Dr. Karabük Üniversitesi, İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi,
   aliasker2068@gmail.com
** Karabük Üniversitesi, Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, Uluslararası Politik Ekonomi Anabilim Dalı yüksek lisans öğrencisi, 
   afgan.bakshaly@gmail.com


Özet

Karabağ'ın Rusya'ya ilhak edilmesinden sonraki süreçte bu bölgenin demografik yapısı tahrip edilmiş, Ermeni nüfusu yoğun bir şekilde bölgeye göç ettirilmiştir. Tarihi belgeler gerek imparatorluk döneminde gerekse Sovyetler döneminde bu
bölgede bulunan Ermeni nüfus Rusya'nın sömürgecilik emellerine alet edilmiştir. Ermenilerin silahlandırılması, Türklerle karşı çatışmalara tahrik edilmesi, bu çatışmalarda Ermenileri savunması, diplomatik ve askeri destek sağlanması
göç ettirilmesini göstermektedir. Sovyetler Birliğinin sonlarına doğru ve Azerbaycan'ın bağımsızlığına kavuşmasından sonraki süreçte de bölgeye yönelik politikalar aynı mantık ve zihniyetle devam ettirilmiştir. 1918-1920 Birinci Azerbaycan Cumhuriyeti döneminde de bu bölgede yaşayan Ermeni nüfusu, aynı zamanda Ermenistan Cumhuriyeti Bolşevik Rusyası'nın yayılmacılık politikasına hizmet etmiştir. Sovyet döneminde 1990'larda başlayan çatışmalar sürecinde de Rusya'nın bölgeye yönelik politikasında da aynı çizgi devam ettirilmiştir. 

Bu süreçte Rusya Ermenistan'a ciddi silah desteği sağlarken, diplomatik yolla da sorunun nihai çözümü değil, dondurulması yönünde çaba sarf etmiştir. Günümüzde uluslararası ilişkiler ve bölgesel politikalar bağlamında devam eden gelişmeler statükoyu değiştirme fırsatı sunmaktadır. Keza 27 Eylülde başlamış ve hala devam etmekte olan Azerbaycan-Ermenistan çatışmasında Rusya'nın görece tarafsızlığı bu fırsatı daha da kuvvetlendirmektedir. Burada dikkat çekmemiz geren bir önemli konu da Türkiye'nin bölge politikalarında kararlı bir tutum sergilediği, Azerbaycan'a diplomatik anlamda güçlü destek sağladığı, gerekirse bu desteğin askeri boyutunu da devreye sokacağı gerçeğidir. Tüm bunlar çeyrek asırdır devam eden statükonun değişeceği, işgali sona erdirileceği ve sorunun nihai çözümüne doğru önemli mesafe kat edileceği umutlarını doğurmaktadır.

Giriş

Rusya'nın Kafkasya politikasında yer alan önemli meselelerinden biri Dağlık Karabağ sorunudur. Günlük kullanımda ve siyasi literatürde bu şekilde adlandırılsa da aslında bu sorun sadece Karabağ'la ilgili mesele olmayıp, Ermenistan'ın Azerbaycan topraklarının işgali ve iki yüz senden fazla bir müddettir devam eden Kafkasya'daki Ermeni yayılmacılığıyla ilgilidir. 19. yüzyıldan beri Rus Devleti'nin jeostratejik çıkarlarıyla doğrudan ilgili bu sorunun mimarı aslında Rusya'dır. Rusya İmparatorluğu Kafkasya'ya doğru genişlerken ileri karakol görevi icra edecek bir Ermeni teşekkülünün oluşumuna çalışmış ve bu planını bölgenin demografik yapısını tahrip ederek ve Türk topraklarını "Ermenileştirerek" gerçekleştirmiştir.

   20. yüzyılın başlarında Ermenistan'a ilhak edilmeye çalışılan Karabağ bölgesi uzun süren çekişmeler sonucunda Azerbaycan'ın sınırları içinde kalmaya devam etmiştir. Hedeflerine ulaşamayan Ermeniler ve Moskova'nın Bolşevik yönetimi, Karabağ'a, Azerbaycan sınırları içinde özerk bir bölge statüsü verdirmeyi başarmışlar dır.

Yaklaşık yetmiş sene devam eden Sovyetler dönemi boyunca bu sorun zaman zaman, açık veya dolaylı yollardan Moskova nezdinde gündeme getirilmeye çalışılmışsa da Ermeniler hedeflerine ulaşamamışlardı.

Sovyetler Birliği yıkılmaya doğru giderken burası etnik-ulusal düzlemdeki uyuşmazlıklar gerekçe gösterilerek Ermenistan'a ilhak edilmeye çalışılmıştır. 

Bu bağlamda yaşanan çekişmeler ilerleyen dönemlerde sıcak çatışmaya dönüşmüş, Ermenistan ordusu, SSCB döneminden kalan birliklerin de desteğini alarak, Dağlık Karabağ ve çevre bölgelerdeki şehir, kasaba ve ilçelerini işgal etmiştir. İşgal edilen bölgelerin toplam yüz ölçümü Karabağ'ın yüz ölçümünden çok daha büyük olup Azerbaycan topraklarının beşte birine tekabül ediyordu.

Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki Karabağ sorununun çözüm sürecinde Rusya faktörü her zaman önemli olmuştur. Nitekim Rusya'nın tarafsız kalacağı bir savaşta, gerek asker sayısı, mühimmat ve teknolojik açısından gerekse stratejik ve teknik manevra kabiliyeti yönüyle Ermenistan ordusundan kıyaslanmayacak derecede üstün olan Azerbaycan ordusunun galip geleceği kaçınılmazdır. 

Maalesef bugüne kadar böyle bir savaşa müsaade edilmediği, Rusya tarafından Ermenistan'a kesintisiz destek sağlandığı için Azerbaycan ordusu savaşarak topraklarını geri almak imkânından yoksun bırakılmıştır.

Hâli hazırda devam eden savaşta Rusya tarafsız kalmaya devam ederse Azerbaycan ordusu Karabağ'ı ve çevresini Ermeni işgal güçlerinden tamamen   temizleyecektir. Fakat Azerbaycan kamuoyu, bu tarafsızlığın sonuna kadar devam edip edemeyeceği, Rusya'nın uygun bir fırsat yakalayarak devreye girip giremeyeceği konusundaki endişelerinde haklıdır. Her bir halde savaşın bu şekilde, yani Azerbaycan'ın üstünlüğü ile devam etmesi muhtemel bir müzakere masasında Bakü'nün elini güçlendirecektir.

1. Rusya'nın Ermenistan'ı Himaye Politikasının Ana Hatları

Kafkasya genel olarak güney ve kuzey diye iki bölgeye ayrılmaktadır. Bu ayrım Çarlık Rusyası ve Sovyet döneminde sadece coğrafi olarak değil aynı zamanda jeostratejik anlamda kullanılmıştır.
Transkafkasya olarak da bilinen Güney Kafkasya'da günümüzde üç bağımsız cumhuriyet - Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan yer almaktadır. Kafkasya'yı güney ve kuzey olarak ayrıştırma Rusya açısından büyük önem arz etmektedir. Keza Güney Kafkasya bağımsız cumhuriyetlerden oluşurken Kuzey Kafkasya bölgesi Rusya'nın bir parçası, aynı zamanda idari birimidir.

Rusya'da Çarlık idaresi yıkıldıktan sonra Güney Kafkasya'daki Azerbaycan Türkleri, Gürcüler ve Ermeniler uluslaşma sürecinde belli başlı ilerleme kaydederek bağımsız devletlerini kurmuşlardır. Bolşevik Rusya'nın askeri müdahalesi neticesinde kısa süre devam eden bu bağımsızlıkların ardından her üç cumhuriyet Moskova'nın egemenliği altına girmiştir. Şunu da belirtelim ki bu süreci en fazla kayıplarla yaşayan ulus yine de Azerbaycan Türkleridir: bu süreçte önemli yüzölçümüne sahip Zengezur bölgesi Ermenistan'a terk edilmiş, Nahçıvan bölgesi Azerbaycan anakarasından koparılmış, bir bütün olarak bilinen ve nüfusunun mutlak çoğunluğu Türklerden oluşan Karabağ'da, Ermenilerin yoğun yaşadıkları dağlık bölgesinde yapay bir özerklik kurulmuştur. Bu özerklik ilerde meydana gelecek çatışmalara zemin hazırlamıştır.

   Güney Kafkasya'daki Ermeni nüfusu Rusya'nın bölgeyi işgal etmesinin ardından geliştirdiği demografik politikalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Nikolay Şavrov'un yazdığına göre, sadece 1828-1830 yıllarında Güney Kafkasya'ya İran'dan 40.000 ve Osmanlı'dan 84.000 Ermeni göç ettirilmiştir. Kalabalık kafileler şeklinde bölgeye göç ettirilen Ermeniler Karabağ, Revan, Borçalı ve Ahıska bölgelerindeki
verimli topraklara yerleştirilmişlerdir. 1900'lü yılların başında Güney Kafkasya'daki 1.300.000 Ermeni nüfusun ancak 300.000'i bu bölgenin yerlisiydi, geri kalan 1 milyon Ermeni ise Rus yönetimi tarafından göç ettirilmiştir.1 

 Ermenilerin iskân ettikleri bölgelerin yerli halkı ise Azerbaycan'ın diğer bölgelerine ve Osmanlı'ya göç etmek zorunda kalmıştır.

   Bu bölgelere yerleştirilen Ermeni nüfus demografik yapıyı esaslı şekilde tahrip etmiş, dönemlerde Müslümanlara/Türklere karşı uygulanacak  baskı, sindirme ve şiddetin bir aracı haline gelmiştir. İşte 1905-1906, 1918 ve 1980'lerin sonu ve 1900'ların başında Azerbaycan Türklerine karşı uygulanan eylemlerinin zemini demografik yapının değişmesiyle atılmıştır. 

Bu eylemler, kırımların her aşamasında Müslümanlara/Türklere karşı vahşet, korkutma ve insanlık dışı işkence yöntemleri uygulanarak yapılmıştır. Dönemin yazılı kaynakları, basın ve arşiv belgelerinde bu konuda yeteri kadar bilgi yer almaktadır. Tarihî belgeler, toplu kıyımlara her kesimden Ermenilerin iştirakini ortaya koymaktadır. Mart 1918 olaylarının araştırılması amacıyla Azerbaycan Halk Cumhuriyeti döneminde oluşturulmuş Olağanüstü Komisyon raporlarına göre Müslümanlara karşı uygulanan kırımlara Ermenilerin her kesiminden insanlar katılmıştı: petrolcü işadamları, mühendisler, hekimler, kısacası Ermeni ahalinin tüm zümreleri bu 'yurttaşlık görevini' ifa etmekteydi.2

Bolşeviklerle birlikte hareket eden Taşnak örgütlerinin planı Türkleri tamamen tasfiye etmekti. Azerbaycan Halk Cumhuriyetinin kurulması bu planının uygulanmasını engelledi.

***

Hocalı Katliamı.,

 Hocalı Katliamı.,
 



Mustafa Şentop
19.12.2019

Hocalı katliamı Azerbaycan’a karşı olduğu gibi bize karşı da işlenmiş bir insanlık suçudur

Sayın Mustafa bey, iki kardeş devlet olan Türkiye ve Azerbaycan siyasi, ekonomik, enerji, askeri ve çeşitli alanlarda işbirliği yapmaktadır. Azerbaycan ve Türkiye ilişkilerinin daha da geliştirilmesi için daha neler yapılması gerekiyor ?

Türkiye ve Azerbaycan iki kardeş ülkedir. Biz bu duyguyu “Tek millet iki devlet” ifadesi ile her zaman dile getiriyoruz. Sizin de belirttiğiniz gibi ülkelerimiz hemen her alanda karşılıklı işbirliği içinde. Kuruluşundan itibaren, ilk tanıyan ülke olarak, kardeş gördüğümüz Azerbaycan’ın büyüyüp gelişmesi daha müreffeh bir seviyeye gelmesi hem de ticari siyasi askeri ve diğer alanlarda işbirliğimizi daha da kuvvetlendirmek bizim önceliğimiz olmuştur. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan Liderliğinde ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı Sayın İlham Aliyev’in desteğinde ülkelerimiz arasındaki ilişki her geçen gün daha da ileri bir düzeye taşınıyor. Tabii Parlamento olarak, iki ülkenin meclisleri ve milletvekilleri, ilgili komisyonları da ilişkilerimizin gelişmesi için güçlü şekilde destek veriyor. Hem resmi ilişki ve işbirlikleri hem de iş insanlarımız müteşebbislerimizin karşılıklı bir araya getirilmesi yeni imkanlar oluşturulması için hep birlikte çaba harcıyoruz.
Azerbaycan olarak her zaman Türkiye’nin desteğini aldık. Efendim Türkiye olarak Azerbaycan’ın Türkiye’ye verdiği desteği nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Bu kardeş olma, tek millet olmanın gereği. Tabiidir ki kritik dönemlerde, uluslararası platformlarda ülkelerimizin menfaati gereği birlikte hareket edip birbirimizi destekliyoruz. Azerbaycan da aynı şekilde. Bunun en somut örneği iki ülke arasındaki ekonomik ve diğer alanlardaki ilişkilerdir. Uluslararası çapta önemli enerji yatırımları ve işbirlikleri yapıyoruz. Azerbaycan da her zaman Türkiye’nin yanında olmuş ve bu konuda desteğini esirgememiştir. Azerbaycan’ın ulusal lideri ve Kurucu Devlet Başkanı Merhum Haydar Aliyev’den bu yana ilişkilerimiz bu şekilde devam etmiş ve hep daha ileriye gitmiştir. Biz de Azerbaycan’ın bu duruşunu ve desteğini takdirle karşılıyoruz tabii ki.

ABD Senatosu, 1915 olaylarını sözde ‘Ermeni soykırımı’ olarak tanıyan tasarıyı oy birliğiyle kabul etti. Buna cevap olarak, kardeş Türkiye Millet Meclisi Hocalı katliamını resmen kabul edebilir mi?

ABD Senatosunun kararının ardından bu Ermeni kararı ile ilgili, “Ciddiye alınacak bir karar değil” yorumunu yaptım. Çünkü tamamen siyasi, ekonomik bir arka planı olan, Türkiye’yi rahatsız etmeyi amaçlayan bir adım. ABD’nin meselesi aslında ne Ermeniler ne de 1915’te yaşanan olaylar. Mesele Türkiye ile ilgili müzakere edilen konularla ilgili gündemdeki bazı önemli konular ile ilgili mevzi elde etmek ve Türkiye’yi uluslararası alanda sıkıştırarak hareket etme kabiliyetini azaltmaktır. Bunun için de elinde ne varsa kullanıyor. Ciddiye alınacak bir karar değil. Tehditlerle ambargolarla geri adım attıracaklarını zannediyorlar. Öyle bir dünya da yok öyle bir Türkiye de yok artık. Hocalı Katliamı meselesine gelince bizler her platformda Azerbaycanlı kardeşlerimizin haklarını savunduk savunmaya da devam edeceğiz. Tek millet olarak oradaki katliam Azerbaycan’a karşı olduğu gibi bize karşı da işlenmiş bir insanlık suçudur. Bunu başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere her bir yetkilimiz ilgili platformlarda bu katliamın gerçek yüzünü gözler önüne sermiştir.

Biz esasen bu tür olayların parlamentolar tarafından ele alınmasını doğru bulmuyoruz. Ancak farklı ülkelerin bu tür hasmane tutumları devam ederse elbette Türkiye de yeni bir durum değerlendirmesi yapacak ve yeni bir ilkesel tutum belirleyecektir.
Trend.az


***

Musa Kasımlı: “1918 yılında Bakü’de kentin Azeri nüfusunun dörtte biri öldürüldü”

Musa Kasımlı: “1918 yılında Bakü’de kentin Azeri nüfusunun dörtte biri öldürüldü”


Musa Kasımlı

12.03.2019



1905.az sitesinin konuğu Milletvekili, Tarih Doktoru, Profesör Musa Kasımlı’dır.
– Hocam, Siz Birinci Dünya Savaşı dönemini araştırıyorsunuz. Cumhuriyet dönemindeki 1918 soykırımını araştıran Olağanüstü Tahkikat Komisyonu’nun başlıca raportörlerinin diğer uluslardan olması bu komisyonun tarafsız olarak faaliyetlerde bulunduğu anlamına gelmez mi?

– 1918 yılı Mart ayında Bakü’de yapılan soykırım Azerbaycanlılara karşı soykırımın doruk noktası oldu. Sonraları diğer bölgelerde de soykırımı yapıldı. Birkaç gün zarfında pekçok sivil Türk ve Müslüman olduğu için Bolşevik, Ermeni-Taşnak kuvvetleri tarafından vahşice katledildi. Arşiv belgelerimizde soykırıma maruz kalan kişi sayısının 8,10,12, bazen 15 bin olduğu gösterilirken yabancı kaynaklarda sadece Bakü’de 20-25 bin kişinin öldürüldüğü belirtilmektedir. 

Örneğin, dönemin İngiliz arşiv belgelerinde olaylar sırasında Bakü’de kentin Azeri nüfusunun dörtte birinin öldürüldüğü açıkça ifade edilmektedir. Aynı dönemde Bakü’de ikamet eden yaklaşık 280-300 bin kişilik nüfusun 80-100 bini Azerilerden oluşuyordu. Dolayısıyla bu rakamın dörtte biri 20-25 bin yapıyor. Cumhuriyetin ilan edilmesinden birkaç ay sonra, Temmuz ayında Azerbaycan hükümeti Olağanüstü Tahkikat Komisyonunu kurdu. Komisyon çoğunlukla sivil Azerilerden oluşuyordu. Tahkikat Komisyon üyeleri soykırıma maruz kalan insanlarla bir araya gelerek soykırım kurbanlarının ailelerinin ifadelerini aldılar. Bu ifadeler sonradan birkaç ciltte toplandı. Tahkikat Komisyonu’nun çalışmasına gelince, bu, Bakü’deki  soykırımın Azerbaycan’ın bağımsızlığının ilan edilmesini önlemek, Apşeron Yarımadası’nı yerli halktan temizlemek, Bakü petrolünün ve Avrasya’ya giden yolun sahibi olmak amacıyla yapıldığını birkez daha gözler önüne sermektedir.
 – Bakü Sovyeti yönetiminde temsil edilen N.Nerimanov, M.Azizbeyov ve M.Vezirov’un soykırım olaylarına yönelik tutumları ile ilgili  bilgiler var mı?
– Azerbaycan Bolşevikleri, soykırımın yapıldığını kendileri de itiraf ediyorlardı. Azerbaycan’ın önemli devlet adamı Neriman Nerimanov’un yazdığı makalelerde, tüm Kafkasya’da sadece bir millete-Müslümanlara katliam yapıldığı çok net bir şekilde vurgulanıyordu. Aynı dönemde Bolşevik-Ermeni, Taşnak çeteleri kişilerin hangi parti üyesi olması konusunu da pek önemsemiyorlardı. Onlar Müslüman, Türk sosyalistlerini bile öldürdüler. Fakat soykırımı yapanlar isteklerine ulaşamadılar. Doğru, onlar Azerbaycan’ın bağımsızlığa giden yolunu uzattılar, süreci ertelediler, fakat özgürlük özlemini bastıramadılar. Nitekim birkaç ay sonra Azerbaycan, bağımsızlığını ilan etti.

– İstiklal bildirisinin ilan edilmesi ve 23 ay faaliyet gösteren cumhuriyet, halkın sonraki yaşamına nasıl bir katkıda bulundu?

– Cumhuriyetin kurulması sadece Azerbaycan halkının değil, sömürge altında inleyen tüm Müslüman halkların yaşamında tarihi önem taşıyan büyük bir gelişme niteliğini taşıdı. Cumhuriyet düşüncesi ve yönetim şeklini Müslüman halkların arasına Azerbaycan halkı getirdi. Azerbaycan halkı, onlara sömürgecilikten kurtulmanın yolunu gösterdi. Cumhuriyet ilan edildikten sonra Sibirya’ya sürgüne gönderilen birçok Müslüman, Azerbaycan’ın İrkutsk konsolosluğuna başvurarak Azerbaycan vatandaşlığına geçmek istediklerini bildirdiler.

– 1918 yılında Azerbaycan’ın birçok bölgesinde toplu katliamlar yapıldı, bunların arasında en korkunç olanlarından biri 31 Mart soykırımı oldu. Böylesine vahşetin yapıldığı bir dönemde ülke genelinde buna karşı koyacak bir güç yok muydu?
– Hep bize şunu empoze etmeye çalıştılar: Senin devletinin tarihi geçmişi olmadı, senin tarihin kaçak, eşkiya tarihidir. Kimi zaman 1918 katliamlarında Bakü’deki kabadayılardan bahsederler. Kabadayılar, Azerbaycan’ın tarihinin bir sayfasıdır. Fakat bu, bizim resmi, devlet tarihimiz değildir. Soykırımı yapıldığı zaman Azerbaycan, bağımsız bir devlet olmamakla birlikte buna direnecek askeri gücü az sayıda kişiden oluşan deneyimsiz bir tümenden ibaretti. Azerilerin askeri yönden zayıf olmasının bir takım nedenleri vardı. Azerbaycan’ın kuzeyi Çarlık Rusyası tarafından işgal edildikten sonra merkezi yönetim hiçbir zaman Müslümanlara pek güvenmemiş, onları askere çağırmamışlar. 

Böylece, Azeriler hem harp sisteminden uzak kalmış, hem askerlik hizmeti yapmadıkları için vergi ödemişler. Buna rağmen, çarlık ordusunda görev yapan birçok generalimiz oldu.
– 24 Nisan tarihi, yani sözde Ermeni soykırımının 100. yılı yaklaşıyor. Son bilgilere göre, Ermenilerin geniş çaplı etkinlikler için büyük hazırlıklar içinde olduklarını söyleyebiliriz. 

Peki biz, 2015 yılında Azeri soykırımının 110.yılı nedeniyle bunu dünyaya tanıtmak için yeterince gayret sarf ediyor muyuz?   

– Sözde Ermeni soykırımı ile ilgili ben bir çok arşiv belgesi okudum, en güvenilir kaynaklara dayanarak monografi yazdım. Bu monografi Bakü ve Moskova’da yayınlandı. Ayrıca Ankara’da  uzmanlar olumlu görüş bildirdiler. Yakınlarda yayınlanması gerekir. Tarihte “Ermeni soykırımı” diye bir şey yaşanmadı. Soykırımı, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ermeni silahlı çetelerince, devlet düzeyinde ise tarihi Türk topraklarında Taşnak Ermenistan’ı kurulduktan sonra yapıldı. Ermeni silahlı çeteleri Çarlık Rusyası’nın finansal ve örgütsel desteği ile oluşturuldu. Bu konuda çok güvenilir kaynaklar mevcuttur. 1915 yılından sonra bu meseleı Çarlık Rusyasının ısrarı ile ortaya çıktı. Çarlık Rusyası, İngiltere ve Fransa ile beraber Osmanlı’ya yönelik bir bildiri kabul ettiler. Çarlık Rusyası Dışişleri Bakanlığı belgelerinde Osmanlı’ya yönelik alınan ortak bildirinin Ermenileri mücadele ruhunu yükselteceği ve gelecek politikalarında onlara katkısı olacağı yazılmaktadır. Yani sözümona Ermeni sorununun mimarı Çarlık Rusyası’dır. Uzun yıllar boyunca dünya sadece Ermenistan’ın düzmece bilgilerini dinlese de, son yıllarda yürütülen siyaset sonucunda artık dünya bizim de tutumumuzu öğrenmeye başladı. Bizim tutumumuz tarihi gerçekleri yansıtıyor. Son yıllarda Ermenistan’ın Azerbaycan’a tecavüzü, Hocalı’da işlenen soykırım hakkında gerçeklerin dünyaya aktarılması alanında Sayın Cumhurbaşkanımız İlham Aliyev’in önderliğinde bir hayli çalışma yapıldı. Yabancı ülkelerde makaleler yayınlandı, filmler gösterildi. Ermenilerin 200 yılda yaptığı çalışmalara biz son 10 yıldaki girişimlerimizle ideolojik anlamda layıkıyla cevap vermeyi başardık.
– Geçenlerde “Ermeni sorunu”ndan “Ermeni soykırımı”na: Gerçek tarih arayışında (1724-1920)” adlı büyük bir monografiniz yayınlandı. “Ermeni sorunu”nu kısaca nasıl anlatırsınız?

– Sekiz ülkenin arşiv belgelerini inceleyen tarihçi araştırmacı olarak şunu söyleyebilirim: “Ermeni sorunu” denilen konu bir takım tarihsel dönemlerde bazı büyük devletler tarafından net amaçlardan dolayı gündeme getirildi. Aslında Osmanlı’yı yıkma amacı güden ve “Doğu sorunu” olarak adlandırılan bir konu 1815 Viyana Kongresi’nde ortaya atıldı. Sonraları 1877-1878 Rus-Türk savaşından sonra “Ermeni sorunu” ortaya çıktı. Bu, yapay bir sorundur. Amaç Osmanlı İmparatorluğu’nu bölmek, onun mal varlığının sahibi olmak ve büyük devletlerin kendi isteklerini gerçekleştirmesi idi. Bu yüzden “ Büyük Ermenistan” palavrası ortaya atıldı. Hedefe ulaşmak için siyasi faaliyetlerde de bulunan teror örgütleri kuruldu. İlk girişimler Doğu Anadolu’da, ardından Güney Kafkasya’da yapıldı. 1905-1906 yıllarında Güney Kafkasya’da silahlı Ermeni terör örgütlerinin yaptıkları katliamlarda başlıca amaçları, yerli halkı doğup büyüdükleri yerleşim yerlerinden kovmak, dışarıdan gelen Ermenileri oraya iskan ettirmek ve “Büyük Ermenistan” için zemin hazırlamak oldu. Bu olaylar bir kargaşa döneminin ürünü olarak nitelendirilse de Ermenilerin, somut hedefleri olan “Büyük Ermenistan”ı gerçekleştirmek için bu adımları attıkları en gizli Rus belgelerinde yazılmaktadır.
– Hocam, bazen şöyle söylüyorlar, AGİT Minsk Grubu üyelerinin Dağlık Qarabağ bölgesine gezileri “turistik” niteliktedir. Eşbaşkanların bölge ziyaretleri ile ilgili haftada 1-2 kez haberler yapılmaktadır. Cephe bölgesinde izleme çalışmalarının yapıldığını duyuyoruz.  Aynı kurumun mevcut faaliyetlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Gerçekten eşbaşkanların bölge ziyareti “turistik” geziden başka bir şey değil midir?

– 1992 yılından beri faaliyet gösteren AGİT Minsk Grubuna somut bir vekalet verildi ve o, bu vekalet çerçevesinde faaliyet gösteriyor. Geçtiğimiz süre boyunca AGİT Minsk Grubu, Ermenistan’ın askeri saldırısı nedeniyle ortaya çıkmış Dağlık Karabağ sorununu çözmek için birkaç öneride bulundu. Paket, aşamalı ve ortak devlet çözüm seçeneklerini sundu. Bu önerilerden biri (ortak devlet çözüm önerisi) uluslararası hukuk ilkleleri ve Azerbaycan Anayasası’na aykırı olduğu için devletimiz tarafından kesinlikle reddedildi. Ermenistan ise vakit kazanmaya çalışıyor. Minsk Grubunun girişimleri henüz bir sonuç vermedi ve ziyaretleri sadece turistik gezi niteliği taşımaktadır.

– Peki sorunun giderilmesi için hangi çözüm yollarını önerirsiniz?
– Ben, öncelikle AGİT Minsk Grubu eşbaşkan ülkelerinin Ermenistan’a baskı yapmaları gerektiğini düşünüyorum. Saldırgana kabaca desek durumu anlatmalı, eğer saldırgan ülke BM Güvenlik Konseyi’nin ilgili kararlarını yerine getiremiyorsa, o zaman aynı ülkeye yaptırım uygulanmalıdır. Saldırıya uğrayan ve saldırıyı yapan taraflar çok açık ortadadır. İşgalci  ve işgal göz önündedir. İşgalciye mutlaka kendi ismiyle hitap etmek, lafı kıvırmamak gerekir. Minsk Grubu etkinliğini artırmalıdır. Ayrıca, Azerbaycan devleti güçlü olmalıdır. Biz ne kadar güçlü olursak diplomasimiz o kadar güçlü olur.

– Musa Bey, muhtemelen Kırım olaylarını yakından izliyorsunuzdur. Sizce  Kırım’ın Rusya’ya ilhak edilmesi ile ilgili yapılan oylamada Azerbaycan’ın karşı oy kullanması Dağlık Karabağ sorununun çözümüne yeni bir engel oluşturur mu? Yani, zaten mevcut olan “Rusya korkusu” daha da artar mı?

– Aslında, Kırım olaylarını Dağlık Karabağ sorunu ile kıyaslamamak gerekir. 
Bir zamanlar Ermeniler, Dağlık Karabağ sorununun çözümünde Kosova seçeneğine sıcak bakıyorlardı. Karabağ Ermenistan, Kırım ise Rusya tarafından işgal edildi. 
Bu anlamda Azerbaycan’ın tavrı tamamen doğrudur. Ülkemiz oy kullanırken çağdaş uluslararası hukuk normları ve ilkeleri temel almıştır. Ben, bu konuda “Rusya korkusundan” dolayı kaygılanmamak gerekir diye düşünüyorum. 
Rusya, Kırım konusunda ulusların kendi kaderini tayin etme ilkesini temel alır. Birkaç yıl sonra Rusya’nın kendisi aynı prensipten dolayı zarar görebilir. 
Rusya’nın bir çok birimi kendi kaderini tayin hakkından yararlanırsa, Rusya yöneticileri ne diyecekler? Yaptırımların  uygulanmasına gelince, burada çifte standartlar var. Neden bazı ülkeler Rusya’ya yaptırımların uygulanması önerisinde bulunurken Ermenistan’a karşı aynı tavrı sergilemiyorlar? 
Sanırım, yakın gelecekte Rusya, şimdiki yanlış politikasından yüzünden büyük zarar görecektir.

Aynur Hüseynova
1905.az

***

6 Ocak 2021 Çarşamba

COVID-19 Sonrası Dönemde Küresel Yönetişim., BÖLÜM 2

COVID-19 Sonrası Dönemde Küresel Yönetişim., BÖLÜM 2






Aizaz Ahmad CHAUDHRY
Pakistan Eski Dışişleri Bakanı, Pakistan Stratejik Araştırmalar
Enstitüsü Başkanı

SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

Küresel Yönetişim, Çok Taraflılık,Jeopolitik, Biyolojik Tehditler,Aizaz Ahmad CHAUDHRY, Pakistan Eski Dışişleri Bakanı, Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü,Biyolojik Silahlar Sözleşmesi, Hibrit beşinci nesil savaşları,

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana egemen olan dünya düzeni birkaç yıldır ciddi baskı altındadır.

ABD’nin tek süper güç olarak üstünlüğüne, Çin’in dünya sahnesindeki yükselişine ve çoklu güç merkezlerinin ortaya çıkmasına yönelik sınamalar, dünya jeopolitiğini geri dönüşü olmayan bir şekilde etkilemiştir. Bununla birlikte yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve İslamofobi ile iç içe geçen dar bir bakışa sahip milliyetçiliğin yükselişi küresel yönetişim sistemindeki stratejik değişimleri tetiklemiştir. BM
Şartı'nda yer alan devletlerarası davranış ilkeleri, egemenlik ve toprak bütünlüğü ne saygı, çatışmama ve müdahale etmeme ilkelerinin ayaklar altında çiğnenmesi cezasız kalmış, bu da dünya düzeninde nizamsızlığa yol açmıştır. Donald Trump’ın
ABD Başkanlığını üstlenmesiyle, “Önce Amerika” yaklaşımı ile ortaya konan tek taraflılık, küreselleşme ve çok taraflılık ruhunu daha da zayıflatmıştır. İşbirliği yerine ekonomik baskı devletlerarası bir davranış haline gelirken, korumacı eğilimler serbest uluslararası ticareti engellemeye başlamıştır.

Bu değişikliklerin yer aldığı zaman diliminde ortaya çıkan COVID-19 sınaması, aylar içinde küresel yönetişimi eşi benzeri görülmemiş bir baskı altına almıştır. Salgının kendisinden ziyade, dünyanın dört bir yanında ülkeleri etkilemedeki muazzam hızı açısından benzersiz bir durum meydana gelmiştir. Gerçek şu ki insanlık zaten birçok pandemiye maruz kalmış ve her seferinde daha güçlü bir
ekonomik büyüme ve kalkınma ile yoluna devam etmiştir.

Ancak, bugün içinde yaşadığımız küreselleşmiş dünyanın bir sonucu olarak, hiçbir toplum virüsün ulaşamayacağı bir yerde değildir. Bu salgın siyasetten ekonomiye ve sosyolojiye kadar insan faaliyetlerinin her alanı üzerindeki etkisi nedeniyle her
yerde karşımıza çıkan bir sınama olmuştur.

Araştırmacılar Korona virüs salgını sona ermeden önce neden olacağı hasarın boyutunun hesaplanıp hesaplanmayacağı sorusuna cevap bulmak için
çabalamaktadır. Bununla birlikte, çok yönlü bu sorun ile mücadelede çok boyutlu küresel bir işbirliğine ihtiyaç duyulduğu konusunda fikir birliği vardır. COVID-19 sonrası dönemde dünyanın ilerleyeceği yönü daha iyi anlamak için öncelikle bu ölümcül virüsten etkilenen tüm alanlardaki eğilimleri doğru bir şekilde analiz etmemiz gerekmektedir.

COVID-19 pandemisinin en göze çarpan ve aynı zamanda ilk kurbanı küresel ekonomidir. Kaderin cilvesidir ki küresel ekonomi zaten iyi durumda değildi. Pandemi mevcut sorunları daha da kötüleştirdi. IMF'ye göre, küresel
büyümenin 2020 yılında %-3’e düşeceği öngörülmektedir.
Asya Kalkınma Bankası pandeminin bir sonucu olarak küresel ekonominin 8,8 trilyon ABD Doları zarara uğrayabileceğini tahmin etmektedir. İşsizlik oranları, kaygı ve belirsizlikle beraber hemen her ülkede yükselmektedir. Gelişmekte olan
ülkelerde artan yoksulluk ve beslenme yetersizliği, yoksulluğu azaltmak için on yıllardır titizlikle sürdürülen çalışmaları boşa çıkarmaktadır. Dünya Bankası, çoğunlukla Sahra altı Afrika ve Güney Asya'da olmak üzere, yaklaşık 23 milyon insanın yoksulluğa sürüklenebileceğini tahmin etmektedir. Petrole olan küresel talep, üretimdeki durgunlukla beraber dünya ekonomisini büyük bir küresel durgunluğa daha sürükleyerek düşmüştür. Dünyanın en büyük ekonomisi ABD'deki veriler bilhassa endişe vericidir. Avrupa, Japonya ve diğer önde
gelen ekonomilerde de durgunluk göze çarpmaktadır. 

Bazı iktisatçılara göre dünyayı 1920'lerin sonunda yaşanandan daha büyük bir ekonomik buhran beklemektedir.

Jeopolitik karmaşıklık ve belirsizlik de artmaktadır.

Soğuk Savaş'ın zirvesinde olan ABD ve Çin ile birlikte, dünya çapında yeni işbirliği olanakları şekillenmektedir. Örneğin Asya'da, ABD Çin’i dengelemek için Hindistan ile stratejik ortaklığını derinleştirmekte olup, Çin'in yükselişini kontrol altına almak amacıyla bölgedeki diğer müttefikleriyle birlikte çalışmaktadır. COVID-19'un ortaya çıkışı ve akabindeki birbirini suçlama oyunu, ABD ve Çin’i bu tehditle savaşmak için her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulan küreselleşmeden
uzaklaştırarak, büyük güç rekabetini yoğunlaştırmıştır. Halihazırda tek taraflılıkla mücadele halindeki çok taraflılık geçerliliğini yitirmektedir. 

    Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü ve diğer uluslararası kuruluşlar hızla değişen dünyada anlamlı kalabilmek için mücadele etmektedir.
Buna karşılık bölgecilik ilgi görmektedir. Kuşak ve Yol Girişimi sayesinde küreselleşmenin simgesi olarak ortaya çıkan Çin muhtemelen kendine yakın bölgelere daha fazla odaklanacaktır. Örneğin Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru,
Pakistan'ın Hint Okyanusu'nda yer alan kıyılarını Orta Asya ve Rusya üzerinden Avrasya kara kütlesine bağlayan büyük bir projedir. Bağlantısallık bölgesel işbirliğini yönlendirmeye devam edecektir.

Geleceği tahmin etmek kolay olmasa da COVID-19 sonrası dönemde küresel yönetişimi şekillendirecek belirgin eğilimler vardır. Birincisi, teknolojinin yaptığımız her şeyde üstlendiği tekil önemdir. Bilgi ekonomileri ve onun temel direği olan Ar-Ge faaliyetleri vasıtasıyla inovasyon her devletin uluslararası ortamdaki statüsünü belirleyecektir. Her ülkenin teknoloji kullanımına bağımlı olduğu düşünülürse, gelişmiş teknolojik altyapı oluşturanların avantajı olacaktır. Her ülke kendi başına olacağından son teknolojileri elde etmek için bir rekabet ortaya çıkacaktır. Kendine yeten ve güvenen bir teknolojik altyapı geliştirmek her ülkenin çıkarına olacaktır.
Tarımsal üretimde ve tarım temelli sanayide güçlü olan ülkeler düşük ekonomik büyüme ve uluslararası ticarette düşüşün beklendiği ekonomik durgunluk dönemlerinde ayakta kalabilmek için daha iyi bir konumda olacaktır. Gelişmekte
olan ülkeler uluslararası serbest ticaret lehine uzun süredir terk etmiş oldukları ithal ikamesi politikasını halihazırda canlandırma eğiliminde olabilirler.

Biyolojik tehditler yeniden gündemin merkezine oturdu. Hibrit beşinci nesil savaşların geleneksel savaşların yerini çoktan almasıyla biyolojik savaş çatışmaya girenlerin elinde önemli bir araç olarak ortaya çıkabilir. 
Devlet içi karışıklıkların devletlerarası çatışmalardan çok daha ölümcül bir hale gelmesiyle birlikte çatışmaların doğası da değişmektedir. Kısa sürede Arap Sonbaharına ve sonrasında Arap Kışına dönüşen 2011 Arap Baharının gösterdiği gibi, hibrit savaş ve toplumsal patlamalar geleneksel savaşları tarihin tozlu sayfalarında bırakmıştır. COVID-19 veya mutasyonları gibi ölümcül virüsler geleceğin hibrit savaşlarında bir araç olacak mıdır? Virüslerin savaşlarda araç olarak kullanılması sadece saldırganlar ve kurbanlar için değil, aynı zamanda bütün dünya için felakete neden olacağından, bu sorunun cevabının hayır olması umulmaktadır.

183 Devlet, taraf oldukları Biyolojik Silahlar Sözleşmesi’nde (BSS) barışçıl amaçlar dışında biyolojik ajan/toksin geliştirmemeyi, stoklamamayı veya edinmemeyi ya
da bu ajan/toksinleri düşmanca amaçlarla veya bir silahlı çatışmada kullanmamayı taahhüt ettikleri için BSS’yi güçlendirmek belki de dünya için ihtiyatlı bir davranış
olacaktır. Öte yandan, teröristlerin ve devlet dışı aktörlerin, biyoterörizm veya biyolojik savaş yürütmek için virüsleri ve ölümcül biyolojik ajanları ele geçirebileceğine dair korkular da bulunmaktadır. Tüm devletler biyolojik bir savaşın içine girmemek ve devlet dışı aktörlerin laboratuvarlardaki ölümcül
biyolojik ajanlara erişimini önlemek için bir araya gelmelidir.

BSS gibi sözleşmelere sürekli bağlılık, gelecekte bu tür biyolojik tehditlerin ortaya çıkmasını ve yanlışlıkla veya izinsiz yayılmasını engellemeye yardımcı olabilir.

Dünya olağanüstü bir belirsizlik, ekonomik durgunluk ve muhtemel bir bunalım dönemine doğru ilerlerken, bir araya gelme ihtiyacı her zamankinden daha fazla hissedilir hale gelmiştir. 
Büyük güçlerin liderleri özel bir sorumluluk taşımakta dır. Bu çerçevede, en önde gelen güç olan ABD küresel sorumluluklarından kaçınmamalıdır. 
ABD halkı soyutlanma politikasını reddetmelidir. Çünkü dünyamız, onu yaşanacak daha iyi bir yer haline getirmek için yapıcı bir rol üstlenen ABD ile daha müreffeh olacaktır. Çin halihazırda fazlasıyla sergilediği küreselleşmeye yönelik gayretini  korumalıdır. Diğer büyük güçler inanç veya etnik kökene dayanan dar milliyetçiliğin peşinden gitmemelidir. 
     Dünyadaki tüm ulusların birlikte yerine getirmeleri gereken muazzam bir görev bulunmaktadır: Öncelikle ortak düşman COVID-19 tehdidiyle savaşılmalı, daha sonra İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra tanık olduğumuz işbirliği ruhuna dayanan küresel sistem yeniden oluşturulmalıdır.

DİPNOTLAR: 

1. “World Economic Outlook: The Great Lockdown,” World Economic
Outlook Report, Vaşington DC: Uluslararası Para Fonu, Nisan 2020.
2. “An Updated Assessment of the Economic Impact of COVID-19,” ADB
Briefs, Manila: Asya Kalkınma Bankası, 2020.
3. Daniel Gerszon Mahler, Christoph Lakner, R. Andres Castenda Aguilar,
Haoyu Wu, “The Impact Of COVID-19 (Coronavirus) On Global Poverty:
Why Sub-Saharan Africa Might Be The Region Hardest Hit,” World Bank
Blogs, 2020, https://blogs.worldbank.org/opendata/impact-COVID-19-
coronavirus-global-poverty-why-sub-saharan-africa-might-be-regionhardest.
4. “The Biological Weapons Convention: Convention on the Prohibition of
the Development, Production and Stockpiling of Bacteriological (Biological)
and Toxin Weapons and on their Destruction,” Birleşmiş Milletler, 
https://www.un.org/disarmament/wmd/bio/

***


COVID-19 SONRASI DÖNEMDE KÜRESEL YÖNETİŞİM BÖLÜM 1

COVID-19 SONRASI DÖNEMDE KÜRESEL YÖNETİŞİM BÖLÜM 1




Aizaz Ahmad Pakistan Eski Dışişleri Bakanı, 
CHAUDHRY Pakistan Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Başkanı 

SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

Küresel Yönetişim, Çok Taraflılık, Jeopolitik, Biyolojik Tehditler,  

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana egemen olan dünya düzeni birkaç yıldır ciddi baskı altındadır. 
ABD’nin tek süper güç olarak üstünlüğüne, Çin’in dünya sahnesindeki yükselişine ve çoklu güç merkezlerinin ortaya çıkmasına yönelik sınamalar, dünya jeopolitiğini geri dönüşü olmayan bir şekilde etkilemiştir. Bununla birlikte yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve İslamofobi ile iç içe geçen dar bir bakışa sahip milliyetçiliğin yükselişi küresel yönetişim sistemindeki stratejik değişimleri tetiklemiştir. 

BM Şartı'nda yer alan devletlerarası davranış ilkeleri, egemenlik  ve toprak bütünlüğüne saygı, çatışmama ve müdahale etmeme ilkelerinin ayaklar altında çiğnenmesi cezasız kalmış, bu da dünya düzeninde nizamsızlığa yol açmıştır. Donald Trump’ın ABD Başkanlığını üstlenmesiyle, “Önce Amerika” yaklaşımı 
ile ortaya konan tek taraflılık, küreselleşme ve çok taraflılık ruhunu daha da zayıflatmıştır. İşbirliği yerine ekonomik baskı devletlerarası bir davranış haline gelirken, korumacı eğilimler serbest uluslararası ticareti engellemeye başlamıştır. 
Bu değişikliklerin yer aldığı zaman diliminde ortaya çıkan COVID-19 sınaması, aylar içinde küresel yönetişimi eşi benzeri görülmemiş bir baskı altına almıştır. Salgının kendisinden ziyade, dünyanın dört bir yanında ülkeleri etkilemedeki muazzam hızı açısından benzersiz bir durum meydana gelmiştir. Gerçek şu ki insanlık zaten birçok pandemiye maruz kalmış ve her seferinde daha güçlü bir ekonomik büyüme ve kalkınma ile yoluna devam etmiştir. 

Ancak, bugün içinde yaşadığımız küreselleşmiş dünyanın bir sonucu olarak, hiçbir toplum virüsün ulaşamayacağı bir yerde değildir. Bu salgın siyasetten ekonomiye ve sosyolojiye kadar insan faaliyetlerinin her alanı üzerindeki etkisi nedeniyle her 
yerde karşımıza çıkan bir sınama olmuştur. 
Araştırmacılar Koronavirüs salgını sona ermeden önce neden olacağı hasarın boyutunun hesaplanıp hesaplanamayacağı sorusuna cevap bulmak için çabalamaktadır. Bununla birlikte, çok yönlü bu sorun ile mücadelede çok boyutlu küresel bir işbirliğine ihtiyaç duyulduğu konusunda fikir birliği vardır. COVID-19 sonrası dönemde dünyanın ilerleyeceği yönü daha iyi anlamak için öncelikle bu ölümcül virüsten etkilenen tüm alanlardaki eğilimleri doğru bir şekilde analiz etmemiz gerekmektedir. 

COVID-19 pandemisinin en göze çarpan ve aynı zamanda ilk kurbanı küresel ekonomidir. Kaderin cilvesidir ki küresel ekonomi zaten iyi durumda değildi. Pandemi mevcut sorunları daha da kötüleştirdi. IMF'ye göre, küresel büyümenin 2020 yılında %-3’e düşeceği öngörülmektedir. 
Asya Kalkınma Bankası pandeminin bir sonucu olarak küresel ekonominin 8,8 trilyon ABD Doları zarara uğrayabileceğini tahmin etmektedir. İşsizlik oranları, kaygı ve belirsizlikle beraber hemen her ülkede yükselmektedir. Gelişmekte olan 
ülkelerde artan yoksulluk ve beslenme yetersizliği, yoksulluğu azaltmak için on yıllardır titizlikle sürdürülen çalışmaları boşa çıkarmaktadır. Dünya Bankası, çoğunlukla Sahra altı Afrika ve Güney Asya'da olmak üzere, yaklaşık 23 milyon insanın yoksulluğa sürüklenebileceğini tahmin etmektedir. Petrole olan küresel talep, üretimdeki durgunlukla beraber dünya ekonomisini büyük bir küresel durgunluğa daha sürükleyerek düşmüştür. Dünyanın en büyük ekonomisi ABD'deki veriler bilhassa endişe vericidir. Avrupa, Japonya ve diğer önde gelen ekonomilerde de durgunluk göze çarpmaktadır. Bazı iktisatçılara göre dünyayı 1920'lerin sonunda yaşanandan daha büyük bir ekonomik buhran beklemektedir. 
Jeopolitik karmaşıklık ve belirsizlik de artmaktadır. Soğuk Savaş'ın zirvesinde olan ABD ve Çin ile birlikte, dünya çapında yeni işbirliği olanakları şekillenmektedir. 

Örneğin Asya'da, ABD Çin’i dengelemek için Hindistan ile stratejik ortaklığını derinleştirmekte olup, Çin'in yükselişini kontrol altına almak amacıyla bölgedeki diğer müttefikleriyle birlikte çalışmaktadır. COVID-19'un ortaya çıkışı ve akabindeki birbirini suçlama oyunu, ABD ve Çin’i bu tehditle savaşmak için 
her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulan küreselleşmeden uzaklaştırarak, büyük güç rekabetini yoğunlaştırmıştır. 

Halihazırda tek taraflılıkla mücadele halindeki çok taraflılık geçerliliğini yitirmektedir. Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü ve diğer uluslararası kuruluşlar hızla değişen dünyada anlamlı kalabilmek için mücadele etmektedir. 
Buna karşılık bölgecilik ilgi görmektedir. Kuşak ve Yol Girişimi sayesinde küreselleşmenin simgesi olarak ortaya çıkan Çin muhtemelen kendine yakın bölgelere daha fazla odaklanacaktır. Örneğin Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru, 
Pakistan'ın Hint Okyanusu'nda yer alan kıyılarını Orta Asya ve Rusya üzerinden Avrasya kara kütlesine bağlayan büyük bir projedir. Bağlantısallık bölgesel işbirliğini yönlendirmeye devam edecektir. 
Geleceği tahmin etmek kolay olmasa da COVID-19 sonrası dönemde küresel yönetişimi şekillendirecek belirgin eğilimler vardır. Birincisi, teknolojinin yaptığımız her şeyde üstlendiği tekil önemdir. Bilgi ekonomileri ve onun temel direği olan Ar-Ge faaliyetleri vasıtasıyla inovasyon her devletin uluslararası ortamdaki statüsünü belirleyecektir. Her ülkenin teknoloji kullanımına bağımlı olduğu düşünülürse, gelişmiş teknolojik altyapı oluşturanların avantajı olacaktır. Her ülke kendi başına olacağından son teknolojileri elde etmek için bir rekabet ortaya çıkacaktır. Kendine yeten ve güvenen bir teknolojik altyapı geliştirmek her ülkenin çıkarına olacaktır. 
Tarımsal üretimde ve tarım temelli sanayide güçlü olan ülkeler düşük ekonomik büyüme ve uluslararası ticarette düşüşün beklendiği ekonomik durgunluk dönemlerinde ayakta kalabilmek için daha iyi bir konumda olacaktır. Gelişmekte 
olan ülkeler uluslararası serbest ticaret lehine uzun süredir terk etmiş oldukları ithal ikamesi politikasını halihazırda canlandırma eğiliminde olabilirler. 
Biyolojik tehditler yeniden gündemin merkezine oturdu. Hibrit beşinci nesil savaşların geleneksel savaşların yerini çoktan almasıyla biyolojik savaş çatışmaya girenlerin elinde önemli bir araç olarak ortaya çıkabilir. Devlet içi karışıklıkların devletler arası çatışmalardan çok daha ölümcül bir hale gelmesiyle birlikte çatışmaların doğası da değişmektedir. Kısa sürede Arap Sonbaharına ve sonrasında Arap Kışına dönüşen 2011 Arap Baharının gösterdiği gibi, hibrit savaş ve toplumsal patlamalar geleneksel savaşları tarihin tozlu sayfalarında bırakmıştır. COVID-19 veya mutasyonları gibi ölümcül virüsler geleceğin hibrit savaşlarında bir araç olacak mıdır? Virüslerin savaşlarda araç olarak kullanılması sadece saldırganlar ve kurbanlar için değil, aynı zamanda bütün dünya için felakete neden olacağından, bu sorunun cevabının hayır olması umulmaktadır. 

183 Devlet, taraf oldukları Biyolojik Silahlar Sözleşmesi’nde (BSS) barışçıl amaçlar dışında biyolojik ajan/ toksin geliştirmemeyi, stoklamamayı veya edinmemeyi ya da bu ajan/toksinleri düşmanca amaçlarla veya bir silahlı çatışmada kullanmamayı taahhüt ettikleri için BSS’yi güçlendirmek belki de dünya için ihtiyatlı bir davranış 
olacaktır. Öte yandan, teröristlerin ve devlet dışı aktörlerin, biyoterörizm veya biyolojik savaş yürütmek için virüsleri ve ölümcül biyolojik ajanları ele geçirebileceğine dair korkular da bulunmaktadır. Tüm devletler biyolojik bir savaşın içine girmemek ve devlet dışı aktörlerin laboratuvarlardaki ölümcül biyolojik ajanlara erişimini önlemek için bir araya gelmelidir. 

BSS gibi sözleşmelere sürekli bağlılık, gelecekte bu tür biyolojik tehditlerin ortaya çıkmasını ve yanlışlıkla veya izinsiz yayılmasını engellemeye yardımcı olabilir. 
Dünya olağanüstü bir belirsizlik, ekonomik durgunluk ve muhtemel bir bunalım dönemine doğru ilerlerken, bir araya gelme ihtiyacı her zamankinden daha fazla hissedilir hale gelmiştir. Büyük güçlerin liderleri özel bir sorumluluk taşımaktadır. Bu çerçevede, en önde gelen güç olan ABD küresel sorumluluklarından kaçınmamalıdır. ABD halkı soyutlanma politikasını reddetmelidir. Çünkü dünyamız, onu yaşanacak daha iyi bir yer haline getirmek için yapıcı bir rol üstlenen ABD ile daha müreffeh olacaktır. Çin halihazırda fazlasıyla sergilediği küreselleşmeye yönelik gayretini korumalıdır. Diğer büyük güçler inanç veya etnik kökene dayanan dar milliyetçiliğin peşinden gitmemelidir. Dünyadaki tüm ulusların birlikte yerine getirmeleri gereken muazzam bir görev bulunmaktadır: Öncelikle ortak düşman COVID-19 tehdidiyle savaşılmalı, daha sonra İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra tanık olduğumuz işbirliği ruhuna dayanan küresel sistem yeniden oluşturulmalıdır. 

***

COVID-19 KRİZİNDEN SONRA DÜNYA NASIL GÖRÜNECEK ?

COVID-19 KRİZİNDEN SONRA DÜNYA NASIL GÖRÜNECEK ? 





Dr. Michael DORAN, Hudson Enstitüsü Kıdemli Uzmanı,  ABD 
SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

ABD-Çin Rekabeti, Türkiye,  Ortadoğu, Terörizm , Dr. Michael DORAN,

Pek çok şey belirsiz olmakla birlikte, COVID-19 sonrası dönemi dört gelişmenin şekillendireceğinden rahatlıkla bahsedebiliriz. İlk olarak, Amerika Birleşik Devletleri ve Çin arasında oldukça yoğun bir rekabet göreceğiz. Batı ile 
ekonomik bütünleşmesini sağlayan ve bunun sonucunda siyasi reformlar gerçekleştirecek bir Çin’in liberal demokrasilerin doğal bir ortağına dönüşeceği şeklindeki gerçekçi olmayan bir beklenti uzunca bir süre Amerikan politikasını şekillendirmişti. 
Amerikan dış politikasının seçkinleri bu beklentinin sadece bir hüsnü kuruntu olduğunu mevcut krizden önce dahi fark etmişlerdi. Artık sorun yeni bir aşamaya taşınıyor. COVID-19 sonrası dönemde, agresif bir rekabetin olup olmayacağından 
ziyade rekabetin nasıl sürdürüleceği tartışılacaktır. 

Öte yandan, Amerika Birleşik Devletleri ve Çin ekonomilerinin iç içe geçmiş olması aralarındaki rekabetin sınırlarını belirlemektedir. II. Dünya Savaşı’nın ardından Sovyetler Birliği ile verilen mücadelenin aksine, Vaşington ve Pekin arasındaki rekabet demokratik ve otoriter kapitalizm arasındadır. Bu iki sistem arasındaki örtüşme, iki ülkenin birbirine rakip devletlerden oluşan bloklarını kolayca oluşturamayacağı anlamına gelmektedir. 

Amerikalıların müttefikleri ile birlikte, Çin ile yürütülecek rekabetin parametreleri nin tam olarak belirlenmesine yönelik oldukça zorlu bir fikri çalışma yapması gerekecektir. Vaşington hangi alanlarda Pekin ile sıfır toplamlı bir oyuna dahil olmuştur? Hangi alanlarda rekabet sınırlı niteliktedir ve hangi alanlarda ortada bir rekabet yoktur? Şu anda, bu soruların hiçbirinin net bir yanıtı bulunmamaktadır. 
Amerika özellikle dünyadaki rolü konusunda giderek daha fazla kararsız hale geldiği için hayati çıkarlarına ilişkin algısı bulanıktır. İsteksiz bir süper güç, Soğuk Savaş sırasında inşa ettiği liderlik konumundan sürekli olarak vazgeçmeye niyetlenmekte, ancak yine de bu eğilime teslim olmayı başaramamaktadır. Sözkonusu kararsızlık en fazla Başkan Trump’ın mesafe koymaya gayret ettiği Orta Doğu’da kendini göstermektedir. COVID-19 krizi Amerika Birleşik 
Devletleri’nin Orta Doğu’yu terk etmesine izin vermezken, Amerika’nın bölge ile ilgili kararsız tavrını güçlendirecektir. 

Bu da ikinci büyük gelişmeyi teşkil etmektedir. Krizin neden olduğu ekonomik sarsıntılar ve ulusal borçtaki muazzam artış Vaşington’da Başkanı yurt içindeki sorunlara odaklanmaya ve Orta Doğu’daki karmaşıklıklardan kaçınmaya zorlayanların baskısını güçlendirecektir. 

 Amerika’nın kararsız tavrı bölgedeki temel rakibi İran’a bir fırsat sağlıyor gibi görünebilir. Fakat İran oluşan güç boşluğunu doldurabilecek kapasiteye sahip değildir. Aslında, üçüncü büyük gelişme olarak İran COVID-19 krizinden ciddi güç kaybıyla çıkacaktır. Rejim salgından önce dahi Başkan Trump’ın “maksimum baskı” kampanyası ve geçtiğimiz Kasım ayında ülkeyi kasıp kavuran siyasi huzursuzluk dalgası nedeniyle zorluk çekiyordu. Koronavirüs salgınına karşı baştan savma müdahalesi rejimin meşruluğunu daha da azaltmıştır. İran’ın zayıf oluşu Amerika Birleşik Devletleri’ne askeri araçlara ciddi ihtiyaç duymadan Tahran’ı savunma konumunda tutma imkan verecektir. 

Son olarak, COVID-9 krizi milliyetçiliğin yeniden güçlenmesine yol açacak ve Avrupa Birliği gibi ulus aşırı kuruluşların rolünü daha da zayıflatacaktır. Avrupa’da Brüksel’den daha fazla özerklik talep eden popülist hareketlerin yükselişine yıllardır tanık olduk. Salgın Avrupalılara ciddi bir kriz sözkonusu olduğunda ulus aşırı teknokratların faydasız olduğunu ve her ülkenin en gerekli olduğu zamanda kendi kaynaklarına dayanmak zorunda kaldığını öğreterek bu eğilimi güçlendirmiş tir. Ancak, yeni milliyetçiliğin yükselişi Avrupa’yla sınırlı bir eğilim değildir. Bu eğilim Modi’nin Hindistan’ında, Xi’nin Çin’inde ve Netanyahu’nun İsrail’inde de görülmektedir. 
Birlikte ele alınan bu dört eğilim, kesin olmamakla birlikle, oldukça istenen ve uğruna çaba gösterilmeye değer beşinci bir gelişme olan ABD-Türkiye ilişkilerinde kaydadeğer bir iyileşmeyi de muhtemel kılmaktadır. 
11 Eylül sonrası dönemde Amerikan dış politikası Amerikan stratejik vizyonunda Orta Doğu’daki en temel tehdit olarak yer alan El-Kaide ve DAEŞ gibi devlet dışı aktörlere odaklanmıştı. Bu odaklanma Amerika Birleşik Devletleri’ni istikrarlı bir bölgesel düzen oluşturmaya kararlı müttefik devletler koalisyonunu sürdürmeye yönelik geleneksel rolünden alıkoymuştu. ABD-Türkiye ilişkileri de bu gelişmeler den olumsuz etkilendi. ABD devlet dışı aktörlere odaklanma stratejisi nedeniyle PKK ile yakınlaşma hatasına düştü. 

Bununla birlikte, ilişkilerdeki krizin sürekli olmaması gerekmektedir. Bir yandan Çin ile rekabetin öneminin gün geçtikçe arttığını gören ABD, Orta Doğu’daki ağırlığını azaltmaya yönelik baskının etkisiyle bölgede istikrarlı bir düzen  oluşturmanın önemini yeniden keşfedebilir. 
Ancak, bu yeniden keşfin gerçekleşmesi ve tam potansiyelin ortaya çıkarılması 
ABD’nin Türk müttefiki ile yakın bir şekilde çalışmasıyla mümkün olacaktır. 
Bunun için hem Vaşington’da hem de Ankara’da sıkı bir diplomatik işbirliğinin sürdürülmesine ihtiyaç bulunmaktadır. 

***