16 Nisan 2020 Perşembe

Hangi Son

Hangi Son?




Hatice ÇELİK










Hatice ÇELİK

31 Mart 2020 22:45

Uluslararası sistem kurulduğu günden bugüne dek en ciddi sınavlarından birini veriyor. Tüm dünyayı etkileyen ve henüz ne zaman biteceğine dair kesin bir öngörüde bulunamadığımız korona virüs salgını sistemin pek çok bileşenini ve dinamiğini de sorgulamamıza vesile oluyor. Ulus devletten tutun da bölgesel ittifaklara, uluslararası örgütlerden devletlerin yönetim biçimlerine dek pek çok yapı ve olgu bu sorgulamadan nasibini alıyor/almaya devam edecek. 1945 yılında II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan ve adına Bretton Woods dediğimiz sistem özellikle Ekonomik alanı dizayn etmiştir. En önemli adım ekonomik sistemin belkemiği IMF (International Monetary Fund/Uluslararası Para Fonu)’nin kuruluşu idi. 1944 yılının Temmuz ayında Amerika Birleşik Devletleri’nin New Hampshire eyaletinin Bretton Woods kasabasında bir araya gelen 45 ülke temsilcisi, II. Dünya Savaşı sona erdikten sonra kurulacak yeni bir uluslararası ekonomik işbirliği zemini konusunda anlaşmaya vardılar. Böyle bir yapının elzem olduğu düşünülmekteydi zira Büyük Buhran’ a yol açan ekonomik politikaların tekrar edilmemesi arzulanmaktaydı. 1945 yılının Aralık ayında 29 kurucu üyenin anlaşma imzalaması ile resmileşen kurum 1947 yılında faaliyetlerine başlamış; Fransa IMF’den borç alan (1948 yılında) ilk ülke olmuştur.1 Siyasi alanın dizaynı da Birleşmiş Milletler’ in kuruluşu ile gerçekleşmiştir. 26 Haziran 1945 tarihinde BM Anlaşmasını 50 ülke tarafından imzalanmış (Polonya sonradan imzalayarak 51.kurucu ülke olmuştur); ülkelerin kendi iç onay mekanizmasından geçtikten sonra da 24 Ekim 1945’te faaliyetlerine başlamıştır. Bugüne dek farklı ölçeklerde krizler yaşayan bu sistem, Çin Halk Cumhuriyeti’nde 2019 yılının son günlerinde ortaya çıkan korona virüs nedeniyle sancılı bir kriz ile daha karşı karşıya. Küreselleşen ekonomiler, artan siyasi diyalog, malların, hizmetlerin ve insanların hızlı ve serbest dolaşımı elbette ki virüsün de serbestçe ve hızlıca yayılmasına neden oldu. İlk aşamada Doğu Asya ülkeleri olan Güney Kore, Japonya, Tayvan; daha sonra pek çok komşu Asya ülkesi ardından da Avrupa ülkeleri ve Amerika virüsün durakları haline geldi.

Uluslararası sistemin kurucusu ve koruyucusu olan Batı (ABD ve Avrupa ülkeleri) Doğu’dan çıkan bu virüsle mücadele ederken daha doğrusu etmeye çalışırken ilginç bir hal içine düştü. Beklenmedik bir biçimde Doğu daha başarılı şekilde süreci yönetirken Batı virüsle mücadelede afalladı ve bocaladı. Her gün yüzlerce insanın ölüm haberini aldığımız İtalya ve İspanya’yı İngiltere ve ABD’den gelen sayılar takip ediyor. Neredeyse tüm ülkeler sınırlarını her türlü ulaşım yollarına kapatırken İtalyanlar kendilerine destek olmadığı gerekçesiyle Avrupa Birliği’ne kızgın ve evlerinde AB bayraklarını yakan bazı İtalyan vatandaşlarının videoları sosyal medyada dolaşıyor. Devletler üstü bir yapı olarak bildiğimiz ve low politics (alçak veya düşük politika olarak Türkçe’ ye çevrilen ve güvenlik ve askeri konular haricindeki pek çok konuyu kapsayan kavram) konularında AB üyesi ülkelerin ortak karar alabildiklerini düşündüğümüz AB, böylesi bir salgın felaketinde tek vücut olmayı başaramamış görünüyor. Üye ülkeler kendi başlarının çaresine bakmaya çalışırken bu kriz bittiğinde elbette bunun bir sorgulanması yaşanacak ve sonuçlarının kimseyi şaşırtmayacağı kanaatindeyim. Muhteşem Batı demokrasileri belki de gözlerimizin önünde büyük bir felakete doğru sürüklenirken Doğu’dan gelen haberler tam zıt doğrultuda. Çin her ne kadar halk sağlığı-özgürlük ikileminde bazıları tarafından eleştirilse de salgının başladığı yer olan Hubei eyaletinin Wuhan şehrini hemen karantinaya almış, çok sayıda geçici hastane inşa etmiş, yoğun bir çaba sonrası salgının diğer eyaletlere yayılmasını büyük ölçüde durdurabilmiştir. Son bir haftadır ise Wuhan kaynaklı yeni vaka görülmediği yönünde haberler alıyoruz. Elbette Çin 2002 SARS salgınından da tecrübeli olduğu için çok hızlı ve efektif önlemler alabildi; üzerine mevcut ekonomik kapasitesi ve teknolojinin de katkısını ekleyerek belki de tüm ülkeye yayılabilecek bir salgını yeterince yavaşlattı. Güney Kore ise ilk vakaların görüldüğü günden bu yana çok yaygın test uygulaması sayesinde pozitif vakaları bularak salgının yayılma grafiğini epey düzleştirmiş ve kontrol altına almış görünüyor. Güney Kore’deki hocalarımdan aldığım bilgiye göre halktaki tek endişe yurtdışından getirilen Kore vatandaşlarından kaynaklanabilecek ikinci bir dalga vaka artışı ancak eminim Kore hükümeti sıkı kontrol sayesinde bunu da engelleyecektir. Singapur ise küçük bir ada ülkesi ve teknolojik gelişmişliğinin avantajı ile müthiş bir takip sistemi sayesinde pozitif vakaların geriye doğru izini sürerek muhtemel taşıyıcı her bireyi tespit edip karantinaya alarak salgını yavaşlatmış durumda. Benzer bir durum Japonya’da da görülmekte.

  Peki nasıl oldu da sistemin kurucuları ve güçlü temsilcileri bu noktaya gelirken Asya ülkeleri bunu başarabiliyor? İnsan odaklı yaklaşımını sürekli övdüğümüz ve toz kondurmadığımız Avrupa nasıl oluyor da bu kadar çok kayıp veriyor? 

Bu soru üzerine hepimizin uzun uzun düşünmesi gerekiyor. Şimdiye kadar zihinlerimizde yarattığımız/yaratılan Batı algısı asla başarısız olamaz, her şeyin üstesinden gelebilir, en güçlü, en iyi, en teknolojik, en insan odaklı, en en en...Belki de sorun da tam buradadır. Dünyaya ve meselelere bakışımızın bu denli Batı merkezci olması; üniversitelerimizde dünya tarihi dersleri okuturken bile Batı dışı bölgeleri ihmal ediyoruz, her şeyin başlangıcını Batı kabul ediyoruz/kabule itiliyoruz, Batı dışında bir gelişme, ilerleme veya takdir edilebilecek bir şey bulunamazmış gibi bir algı içinde dönüp durmamıza neden oluyor. Belki de korona virüs sayesinde bu algıyı değiştirmenin en azından sorgulamanın tam zamanı. Birileri Batı’dan daha iyi iş çıkarıyor iken ilk olarak sorabileceğimiz -yıllar önce ortaya atılan tarihin sonu argümanından hareketle- “hangi tarihin veya kimin tarihinin sonu?” olabilir. 

Ve elbette peşine gelecek soru: Yeni tarihi kim / kimler yazacak?





***

15 Nisan 2020 Çarşamba

Mursi Gitti, Tayyip de gidecek!

Mursi Gitti, Tayyip de gidecek!


Geçtiğimiz yıl, Gazetemizin 411. Sayısının kapağı “ Mursi gitti sıra Tayyip’te! ” ydi.



Dönemin” başbakanı Tayyip Erdoğan’la, dönemin “seçilmiş” cumhurbaşkanı Mursi’nin birlikte bu pozu vermelerinin üzerinden çok zaman geçmeden Mursi devrilmişti.

Bu darbeye en çok tepki hatırlanacağı üzere Tayyip’ten gelmişti, çünkü Tayyip, Mursi’nin devrilmesinin kendisine yönelik bir uyarı olduğunun farkındaydı.

Mısır’da Mursi’nin devrilmesine uzanan süreç kısaca şöyleydi: Seçimlerden “%50 oy” alarak çıkan Mursi’nin Tayyip’ten aldığı taktiklerle yargıyı ele geçirmeye çalışması ve muhalefete baskı uygulaması;  Mısırlı hukukçuların tepkisi ve Mısır halkının sokağa dökülmesiyle sonuçlandı. Ardından da Sisi darbesi
Kılavuzu Tayyip olan Mursi’nin sonu devrilmek oldu.

Mursi’nin devrilmesinin ardından ona akıl veren Tayyip, bilindik “halkın iradesinin gasp edildiği” ve “%50” propagandasına sarılmıştı. Çünkü Mursi’nin durumu neyse kendisininki de oydu?

Mursi’nin %50’si Tayyip hesabına dayanıyordu. Oysa Mursi gerçekte 85 milyonluk Mısır’ın 50 milyonluk seçmeninin yaklaşık 5 milyonunun oyunu almıştı. Yani %10 !

Seçim hikayesi ne kadar bilindik değil mi? 

Bugünlerde Tayyip Erdoğan, Müslüman Kardeşler’i Türkiye’ye taşıyor.

IŞİD destekçiliği iddialarının yanında Tayyip Bey’in cv’sine bir de bu ekleniverir.
Tarih diktatörlerin ibret verici sonlarıyla dolu...

Müslüman Kardeşler geliyor derken bir bakmışsınız birilerinin gidişi yaklaşmakta... Kim bilir? 

***

Tayyip Bey ve Doğu Perinçek!

Tayyip Bey ve Doğu Perinçek!


Usta kalem Rahmi Turan, Sözcü gazetesindeki köşesinde Vatan Partisi Lideri Doğu Perinçek başkanlığında Suriye'ye yapılan resmi ziyareti yazdı.
Yazısında Tayyip Erdoğan'ın Suriye'ye giden heyeti hedef alan açıklamasına değinen Turan, "Tayyip Bey’i kızdıran olay, Türkiye’den Doğu Perinçek başkanlığına bir heyetin Suriye’ye giderek Devlet Başkanı Esad ile görüşmesiydi." dedi.

Turan'ın Yazısının ilgili bölümü şöyle:

 Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, önceki gün Gaziantep’te yaptığı konuşmada, Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ve arkadaşlarına:
Zulmün ve zalimlerin yanında yer alanlar da zalimdir.” diyerek onları zalimlikle suçladı.
Tayyip Bey’i kızdıran olay, Türkiye’den Doğu Perinçek başkanlığına bir heyetin Suriye’ye giderek Devlet Başkanı Esad ile görüşmesiydi.

* * *

Heyet, Tayyip Bey’in tam tersine “Komşularımızla düşmanlık değil, dostluk geliştirmemiz lâzımdır. Türkiye’nin yüksek menfaati bundadır.” görüşünde…

Doğu Perinçek başkanlığındaki Vatan Partisi yöneticileri ile CHP’den istifa eden milletvekili Birgül Ayman Güler, AKP’nin kurucularından olan Abdüllatif Şener, eski Milli Savunma Bakanı Barlas Doğu ve E.Korgeneral İsmail Hakkı Pekin’in de yer aldığı heyetin Suriye ziyaretinin verdiği önemli mesaj “
Komşularla düşmanlık değil dostluk esastır. AKP’nin izlediği mezhepçi politika yanlıştır!” şeklinde özetlenebilir.

* * *

Esad’ı “Büyük düşman” (Karde
şim Esad’la aile boyu kahvaltılar, sarılıp öpüşmeler ne çabuk unutuldu) kabul eden Tayyip Bey, Gaziantep’teki konuşmanının bir bölümünü Vatan Partisi heyetinin Suriye gezisine ayırarak şunları söyledi:

Türkiye’den bazı siyasiler sıkılmadan, utanmadan, 300 bine yakın insanı katledenkatil Esed’i gidip ziyaret edebiliyorsa, ülkemizde hâlâ nelerin olduğunu iyi düşünmemiz lâzımdır!
Heyetin başkanı olan Doğu Perinçek, Esad ile yaptığı görüşmeden sonra Türkiye’ye dönüşünde şöyle dedi:
Biz barış temelleri atıyor, ülke bütünlüğünü koruyoruz. AKP iktidarı ise PKK ile birleşerek vatanı bölüyor. AKP’den kurtulma zamanı gelmiştir.
“Atatürk’ten asla vazgeçmeyiz!”
Doğu Perinçek, Suriye’ye gitmeden önce, gazetelerin yazar ve yöneticileri ile Ataşehir/Sahan’da bir araya gelmişti. Ben de oradaydım.
Vatan Partisi’nin iyi bir rüzgâr yakaladığını, Tayyip Bey’in kızmasının da bunu gösterdiğini belirten Perinçek’in Atatürk hakkındaki görüşleri şöyle:
Biz Atatürk’ten asla vazgeçemeyiz. Atatürk devrimleri dağılırsa Türkiye de dağılır. Kemalist devrim bizim temellerimizdir.
Bugün dinci çevreler de birçok şeyi büyük Atatürk’e borçludur.
Atatürk, ‘Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz’ diyor. Bu sözün önemi kavranmalıdır. Atatürk ve ilkeleri, bizim idealimizdir.

* * *

Atatürk’ün izlerinin silinmeye çalışıldığı, onun en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü’ye bile alçakça “Kahpe” denildiği günümüzde bunları duymak, beni gerçekten memnun etti.

İktidar bütün gücüyle Atatürk devrimlerini yok etmeye çalışırken ülkemizde bir parti liderinin sesinin böyle yükselmesi moral vericidir ve memleket sahipsiz kalmamış demektir.

En çok yoksullara güvenen parti!

Doğu Perinçek gazetelerin yönetici ve yazarlarıyla yaptığı toplantıda partisinin seçim vaatlerini de açıkladı.

İktidarın vatandaştan topladığı vergileri, kendi keyfi için lüks saraylara, süper uçaklara ve binlerce makam aracına harcadığını, vergilerin böyle çarçur edilmesi sonucu halkın büyük sıkıntılar içinde yaşadığını belirten Perinçek’in seçim vaatleri özetle şöyle:

* * *
Biz seçimlerde en çok yoksullara, dar gelirli halkımıza güveniyoruz. Dünyayı en çok yoksullarla değiştirebilirsiniz.
Herkese iş, ucuz mazot, tohumluk ve faizsiz kredi vereceğiz.
Halka yardım için mahalle ve sokak örgütleri kuracağız.
Kredi kartı borçlarını 5 yıl erteleyeceğiz.
Adım adım, elektrik, su, ısınma ve ulaşımı ücretsiz hale getireceğiz.
Bu ülkeyi böldürmeyiz, bu cumhurihyeti yıktırmayız.
Güneydoğu’da barış ve huzuru sağlayıp, 17 milyar dolarlık bir ekonomi yaratarak halkı refaha kavuştururuz.
Yurtta barış, komşularımızla barış öncelikli hedefimizdir.


SIRADAKİ HEDEF İRAN

SIRADAKİ HEDEF İRAN 




Pirali Çağrı ŞENSOY 

    Türkiye’de ve dünyada yaklaşık son on yıldır yaşanan gelişmeler sizleri şaşırtıyor mu? Açıkçası beni hiç şaşırtmıyor. Irak’ın işgal edilmesi, kuzeyinde Kürt yönetimi kurulması; Mısır, Libya gibi ülkelerde yaşanan devrimler; Suriye’de yaşanan olaylar ve nihayetinde Suriye’de de Kürt yönetimi kurulması… 

Milletçe idrak edemediğimiz, dikkate almadığımız çok mühim bir husus var: 
Büyük devletler, büyük planlar yapar. Küçük devletlerin payınaysa, ağaca 
bakmaktan ormanı görememek kalır. 

Ortadoğu… Bin yıllardır en büyük savaşlara tanıklık eden kutsal, verimli, 
kadim fakat bataklık, kan gölü topraklar… Dünyanın en kadim yerleşimleri bu 
bölgede kuruldu. Müslümanların, Hıristiyan ve Yahudilerin en kutsal mabetleri bu topraklarda… En büyük peygamberler bu topraklarda vazifelerini yerine getirdi. Kutsal kitaplar bu topraklarda yazıldı. Yahudilere bu topraklar vaat edildi. Yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla dünyanın en verimli toprakları bu topraklar. Petrolün 
bulunması ve önem kazanması neticesinde de bütün stratejilerin hedefi hâline gelen bu topraklar yirminci ve yirmi birinci yüzyıl siyasetini şekillendiren çok mühim bir unsur olmak vazifesi teşkil ediyor. 

Hıristiyan batının bin yıllardan beri İslâm tehdidini bitirmekten daha büyük bir 
gayesi yok. Bunun için Haçlı Seferleri yaptılar. Vaat edilmiş topraklara sahip 
olmak isteyen Yahudilerin de, bu toprakların mevcut sahipleriyle pek 
anlaşabilmeleri mümkün değil. Filistin’de bunun için oluk oluk kan akıyor. 
Hıristiyanlığı benimseyemeyip eksik bularak ateist olan, sonralardan İslâm’ı 
tanıyıp Müslümanlıkla müşerref olan taraftarlarını kaybetme korkusu da 
materyalist ve seküler çevrelerin hedefi hâline getiriyor İslâm’ı. Birçok komplo 
teorisinin merkezinde de yine bu topraklarda yatan tarihi eserler var. 

Son yıllarda giderek ilgi kazanan Mason, İllimünati gibi cemiyetlerin tarihlerinin bu topraklara dayandığı iddialarının yanı sıra, “Ahmet(sav) Peygamber”den bahsederek Hıristiyanlığı bitireceğine inanılan ilk İncil’in de bu topraklarda bulunduğu zannediliyor. Ve tabii bin yılların değişmez putu: Para. Dünya petrol rezervinin büyük bir kısmı bu topraklarda yer alıyor. 
Bölge liderleri ellerini ceplerine koyup yattıkları yerden keselerini dolduruyorlar. Halkının sefalet çektiği bu verimli topraklardaki Arap zenginlerinin lüksü, petrol 
ticaretinden kaynaklanıyor. 

Buraya kadar saydıklarımız Ortadoğu’nun nasıl bir stratejik bölge olduğunu 
anlatmak içindi. Böyle kıymetli bir bölgeyi ele geçirmek için elbette ki bazı politikalar geliştirilecektir. Yirminci yüzyıla Osmanlı’nın egemenliğinde giren bu bölge, yüzyılın başlarında özellikle İngiliz ajanlarının çabalarıyla Osmanlı’nın elinden alınmış ve sömürge toprakları olarak Araplara bırakılmıştı. İngilizler için elbette ki Osmanlılarla uğraşmaktansa bölük pörçük Arap devletçikleriyle uğraşmak daha kolaydı. Osmanlı devleti devrinde Ortadoğu’dan mülk bile alamayan Yahudilerin, Filistin’den toprak satın alarak İsrail devletini kurabilmeleri, bölgedeki değişimin en aleni delili olarak karşımıza çıkıyor. 

Yirmi birinci yüzyılın başlarından itibaren de Ortadoğu topraklarında Büyük 
Ortadoğu Projesi (BOP) yürürlüğe konuldu. Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri 
Amerika’nın bu projesinden soyutlayarak düşünmek mümkün değildir. Yazımızın 
başında ifade ettiğimiz gibi, Amerika gibi büyük devletler büyük stratejiler geliştirir, Türkiye gibi devletlere de bu plana hizmet etmek kalır. Amerika Ortadoğu için plan yapıp yürürlüğe koyar, bir orman yetiştirir; Türkiye, Suriye’yle kavga ederek ormanı göremez, ağaca bakar. 

Erdoğan’ın 
“Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var” diyerek ifade ettiği Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi, Ortadoğu ülkelerinin rejimlerinin ve sınırlarının değişmesine yönelik hazırlanmış bir proje. Tarihin hiçbir devrinde olmayan bir şey olup da, batılı dostlarımızın(!), bizi düşünerek, demokratikleşmemiz ve muasırlaşmamız için böyle bir proje hazırladığını mı sanıyorsunuz? Evet, Irak’ta bu projenin getirdiği demokrasiyi gördük. Müslüman ırzına geçip Amerikan –özür dilerim- piçleri doğarken, Müslümanların feryadı işkence kamplarında gökyüzünü yırtarken; 
Amerika, Irak’a demokrasi getiriyor, Irak’ı muasırlaştırıyordu. Çağımız ırzına geçilmiş devletler çağı olduğu için, Amerika’nın kucağından inerek devlet başkanlığı makamına oturan Barzanilerle Irak muasır bir hâl aldı. Üstelik Müslüman kadınlarına yapılan tecavüze Türkiye gibi güya Müslüman bir devlet ve çok dindar hükümet çanak tuttu, Amerikan üslerinin kullanılmasına izin verdi, hatta Amerika’yla müttefik olarak Kuzey Irak’a girmeyi bile mecliste tartıştı. Filistin’de çocukların üzerine fosfor bombası atmak vahşeti neticesinde din kardeşliği mavalı okuyanların Irak’ta yaşananlara sessiz kalması münafıklık alametidir. Suriye’de “benim din kardeşim” edebiyatı yapanların yakasından tutup sormak gerekir: “Irak’ta hangi taraftaydınız?” 

Hep aynı taraftayız. 

Hangi tarafta olduğumuzu söyleyelim: Libya’da devrimler başladığı sırada 
başbakana NATO’nun Libya’ya askerî müdahale yapıp yapmayacağı 
sorulduğunda başbakan “NATO’nun ne işi var Libya’da” dememiş miydi? Daha sonrasında NATO’yla birlikte Libya’ya müdahalede bulunmadı mı? Hangi dünya liderliğinden bahsediyoruz? 

Irak’ta yaşanılan yüz karası savaşın, BOP’un bir adımı olduğunu hepimiz 
biliyoruz. Türkiye’yi ilgilendiren en önemli adımlarından bir tanesi de, başkenti –
güya- Diyarbakır olacak Kürt devletinin toprak alacağı dört ülkeden ilkinin Irak 
olması ve bu topraklarda aynen BOP’da olduğu gibi bir Kürt idaresi kurulması. -
Dört ülkeyi Irak, Suriye, İran ve Türkiye teşkil ediyor.- 

Bugün Türkiye, PKK’nın dünkü hamisi Suriye ile çekişiyor hatta birçok kere 
savaşın eşiğine geldi. Ne için? PKK’yı himaye ettikleri için mi? Hayır. O zamanlar 
“Esat kardeşim” olan Beşer Esat, şimdi neden zalim diktatör oldu? Elbette ki yine Erdoğan’ın vazifesi olan BOP sebebiyle… 
Ve Suriye’den gelen haberlere göre, Suriye’nin kuzeyinde de bir Kürt idaresi 
kurulduğu haberini aldık. Kürdistan’ın ikinci adımı da atılmış oldu. 

Ortadoğu’da muteber olduğunu zanneden Türkiye, aslında Amerikan egemenliğine karakolluk etmekten başka bir şey yapmıyor. Tıpkı bir mafya babasının haraç toplayan serserisi gibi dayılanıyor. Hâlbuki “babası” arkasından çekilecek olsa perişan bir vaziyette ortada kalacak. Türkiye’nin 
gördüğü inkişaf serabı, Hasan Sabbah müritlerinin gördüğü Cennet’ten başka bir şey değil. Alamut Kalesinin surunda “Cennet için, benim için atla” emrini 
bekliyoruz. 

Toparlamak gerekirse, Büyük Ortadoğu Projesinin haritasına bakan herkes 
başkenti Diyarbakır olacak bir Kürdistan devleti görecektir. Tıpkı demokratik(!) 
Arap ülkeleri göreceği gibi… Dünyanın yavaş yavaş o haritaya benzemeye 
başladığını görenler, Kürdistan’ın Irak’taki ve Suriye’deki hedeflerine ulaştıkları nı görünce geriye İran ve Türkiye kaldığını anlayacaktır. Bu da demek oluyor ki, bizim kabadayıların İran’a dayılanmaya başlamaları yakındır. Üçüncü köprünün 
Yavuz Sultan Selim Köprüsü olarak isimlendirilmesiyle başlayan tartışmaların 
akabinde bir mezhep tartışması yaşanır da İran’la bu şekilde mi karşı karşıya geliriz, yoksa Amerikan füze savunma sisteminin Türkiye’de kurulmasına karşı çıktıkları için mi karşı karşıya geliriz, orasını Allah bilir. Ama unutmamak gerekir ki: “Men dakka dukka” (Kötülük eden kötülük bulur.). 

Son bir söz de zafer sarhoşluğuyla kendinden geçmekte olan yeni millet(!) 
Kürtlere: Tarihte bir defa bile devlet kurma şerefine nail olamayan Kürtler, 
bugün büyük bir Kürt devleti kurma hazırlığında. Hem de bu devleti, ona, 
Avrupalı dostları ve Amerika hediye ediyor. Batının bu bonkör teklifi için 
teşekkür ettikten sonra Kürt aklına hiç getirmiyor mu, dünyanın bu en verimli 
petrol yataklarını, en kadim topraklarını, hatta Yahudilerin kutsal vaat edilmiş 
topraklarını bunlar neden bana bırakıyor? 

Dünyanın bin yıllardır en kıymetli toprakları olan bu araziler aptal Kürt’e mi 
yâr olacak? Bir “Men dakka dukka” da size… 

Hem Kürtler, hem de batı dünyası unutmamalıdır ki; Türk milleti ne kadar 
rehavet içerisinde uyuyor olsa da, dünyaya iki defa hükmetmiş bu milletin içindeki kudretli potansiyel, hâlâ mevcudiyetini muhafaza etmektedir. Bu kudret mevcut olduğu sürece de, biz değil, onlar korkmalıdır. Türkiye, BOP’a karşı 
mücadele ederek, “Kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır” müjdeli, kesin zaferin tarafında olmakla kazançlı çıkmalıdır. 

Çıkacaktır da… 

www.millidusunce.org 
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı 
Kızılay/ANKARA 
Telefon: 0 (312) 231 31 94 
Belgeç: 0 (312) 231 31 22 
GENCAY 
Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi 
Yıl 2 Sayı 18 - Temmuz 2013 
Ücretsiz e-dergi 
www.gencaydergisi.com 
bilgi@gencaydergisi.com 

***

ABD'nin Ortadoğu için en önemli jeopolitik dizaynı, Büyük Kürdistan' projesidir

ABD'nin Ortadoğu için en önemli jeopolitik dizaynı, Büyük Kürdistan' projesidir  


Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, " ABD'nin Ortadoğu için en önemli jeopolitik dizaynı ' Büyük Kürdistan' projesidir " ifadelerini kullandı.





Uğur Dündar'ın Sözcü'de yer alan haberi şöyle:


" Tüm öngörüleri doğru çıkan emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ'dan Cumhurbaşkanı (Recep Tayyip) Erdoğan'ın ABD ziyareti öncesinde çarpıcı tespitler:

Sevgili okurlarım, ABD Başkanı (Donald) Trump'ın, PKK'nın Suriye uzantısı olan PYD'nin askeri kolu YPG'ye ağır silah ve mühimmat verilmesi kararını alması Türkiye-ABD ilişkilerini ağır bir krizin eşiğine getirdi. Gelişmeler, Amerika ile Batı dünyasında geniş yankı yarattı. Örneğin İngiltere'de yayımlanan Times Gazetesi 'Trump'ın bu adımının Türkiye'yi küçük düşürdüğünü' yazdı. 

ABD'nin eski Türkiye Büyükelçisi James Jeffrey de, 'Kararın Türkiye açısından ihanet olduğunu, Ankara'nın misilleme yaparak İncirlik Üssü'nü kapatabileceğini' açıkladı.

Krizin çok dikkat çeken yönü ise Trump'ın acele ederek kararını Erdoğan'la Beyaz Saray'da 16 Mayıs'ta yapacağı görüşmeyi beklemeden açıklatmış olması!.. Bu davranış basınımızda ve siyasi çevrelerde diplomatik nezaketsizliğin de ötesinde 'aşağılayıcı' olarak değerlendirildi. CHP yönetimi, Cumhurbaşkanı'nın Washington ziyareti kararını gözden geçirmesi gerektiğini belirtti. Bazı emekli büyük elçilerimiz de ziyaretin iptalini önerdiler.


Bu durumda tüm öngörüleri doğru çıkan bilge diplomat, emekli Büyük elçi Sayın Şükrü Elekdağ'a, bu krizi nasıl yorumladığını sordum.


"Önce, Trump'ın erken karar almak suretiyle Ankara'ya nasıl bir mesaj vermek istediğini değerlendirelim. Ankara, Erdoğan-Trump görüşmesinin verimli geçmesi için gerekli ön hazırlıkların yapılması ve bir altyapı oluşturulması amacıyla Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü'nden oluşan üst düzey bir heyeti Washington'a göndermişti. Bu heyet muhakkak ki Amerikalı asker ve sivil muhataplarına, Ankara'nın endişelerini, sorunun çözümüne yönelik önerilerini detaylı bir şekilde izah etmiş ve YPG'nin silahlandırılmasının ilişkileri sürükleyeceği tehlikeli çıkmazı vurgulamıştır. Yani Trump, YPG'yi ağır silahlarla donatma kararını, Türk heyetiyle yapılan görüşmelerle ilgili olarak kendisine sunulan rapor ışığında vermiştir. Bu durumda, Trump'ın, kararını erken açıklatarak Cumhurbaşkanı Erdoğan'a şu mesajı vermek istediği tartışma götürmez: ' Rakka harekâtını PYD/YPG ile yapacağım. Bu kuruluşu savaşın icaplarına göre silahlandıracağım. Bu husustaki kararım nihaidir ve müzakereye açık değildir!..'"

'ERDOĞAN, BEYAZ SARAY'A MUTLAKA GİTMELİ'

Bu açık mesaja rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan Washington'a gitmeli mi?


Evet, gitmeli!.. Çünkü, Türkiye için yaşamsal nitelikte önemli ve ağır sonuçlar doğurabilecek bir güvenlik sorunuyla karşı karşıyayız. Erdoğan'ın Trump'la yüz yüze görüşmesi şu nedenlerle zorunlu: Birincisi, Washington'da taşlar henüz yerine oturmuş değil… Bu ortamda bazı siyasetçi, komutan ve diplomatlar kararı savunurken, bazıları da Türkiye ve Irak'ta PKK'ya terörist diyen ABD'nin, onun Suriye'deki uzantısı PYD'ye 'ortak' demesini anlamsız buluyor. Ayrıca Trump'ın, 1 Mart Tezkeresi nedeniyle Türkiye'ye beslediği husumeti bir türlü unutamayan CENTCOM'un (Irak ve Suriye'den Sorumlu Merkezi Komutanlık) etkisi altında kaldığı ABD basınında sıkça yer alıyor.



İkincisi, Erdoğan ile Trump, 25 Mayıs'ta Brüksel'de toplanacak NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi'ne katılacaklar. Bu toplantı Cumhurbaşkanı Erdoğan'a ABD'nin kararının sakatlığını ortaya koyması için önemli bir forum oluşturacaktır. Trump'la Beyaz Saray'da yapacağı yüz yüze görüşme, Erdoğan'a, NATO zirvesi için hazırlanma imkânını sağlayacaktır. Son olarak da Trump'ın kararı, harekâta gerekli bütçe tahsisi için ABD Kongresi'nde ele alınacaktır. Bu itibarla, Beyaz Saray randevusu Erdoğan'a, Trump yönetimince izlenen politikanın hatalı olduğunu Batı kamuoyuna anlatmak için kaçırılmaması gereken bir fırsat yaratmaktadır.

'AMERİKA YPG'YE DAHA FAZLA GÜVENİYOR'

Cumhurbaşkanı Erdoğan, yüksek perdeden konuşup, "Ortadoğu'da Türkiyesiz bir karar verilmesi düşünülemez… Türkiye'nin fikrine müracaat etmeden karar alanlar ağır bedeller öderler. Yanlıştan bir an önce dönülmesini temenni ediyorum" diyor. Yani Erdoğan, "Ben Washington'a, Trump'a fikir değiştirtmek için gidiyorum" diyor. Bu sözlerini nasıl yorumluyorsunuz?


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

© AA / Murat Çetinmühürdar / Cumhurbaşkanlığı


Bence, bu noktadan sonra Trump geri adım atmaz!.. Ama Erdoğan, yaptığı açıklamalarla Trump'a kendi kırmızı çizgilerini kabul ettirmek için Beyaz Saray'a gideceği algısını yaratmak istiyor. Washington'a giden heyetin yaptığının ön görüşmelerden ibaret olduğunu, kendisinin söyleyeceklerinin ise 'virgül değil nokta değerinde olacağını' söyleyerek, Beyaz Saray randevusunda ezber bozucu görüşler ortaya koyacağını ima ediyor. Ancak bu ifadelerin boş 'retorik' olduğunu biliyoruz. ABD yönetimi Rakka'nın ele geçirilmesi için PYD/YPG'ye Türkiye'den ve yandaşı Özgür Suriye Ordusu'ndan (ÖSO) daha çok güvendiğini ortaya koydu. Zaten ağır silah ve mühimmatı YPG'ye teslim etmeye başladılar bile!


'TÜRKİYE'Yİ TEHDİT EDEN ÖRGÜTLERLE İŞBİRLİĞİNDE' Amerika'nın Suriye stratejisi Türkiye'nin bekasına ve ulusal güvenliğine en ağır tehdidi oluşturuyor.

Doğru! ABD, Türkiye'nin ulusal ve toprak bütünlüğüne karşı en ciddi, en acil tehdidi oluşturan ve en acımasız terörü yürüten PKK/PYD ile işbirliği yapıyor. Gerçekte Türkiye'nin son yıllarda karşılaştığı tehditlerde olağanüstü bir artış var. Savunma Bakanı (Fikri) Işık, son iki yılda yapılan operasyonlarla askerimizin 10 bin PKK teröristini öldürdüğünü, bu suretle PKK'nın belinin kırıldığını övünerek açıkladı. Ne yazık ki, PKK'nın belinin kırıldığı doğru değil! 

Çünkü Rakka harekâtın dan sonra Türkiye, karşısında büyük çoğunluğu Amerika tarafından eğitilmiş ve ağır-modern silahlarla donatılmış 60 bin kişilik bir PKK/YPG ordusu bulacak. Esasen, ABD'nin Rakka harekâtını YPG ile yapmasının başta gelen bir nedeni, savaştan başarılı çıkacak PYD'nin barış masasına oturarak meşruiyet kazanmasını ve ABD'nin desteğiyle Suriye'nin kuzeyinde oluşturulan Kürt Özerk Bölgesi üzerinde hak iddia edebilmesini sağlamaktır.

ABD Suriye'de, IŞİD'le mücadele amacıyla bulunduğunu söylüyor olsa da, Washington'un esas amacının 'Büyük Kürdistan'a zemin hazırlamak olduğu artık gün ışığına çıkmış durumda…


ABD'nin Ortadoğu için en önemli jeopolitik dizaynı 'Büyük Kürdistan' projesidir. Bu projeyi uygulamada Washington'un orta/uzun vadeli hedefi, kendi patronajında ve ABD'ye velinimet olarak bakan Barzani'nin yönetiminde bir Kürt jeopolitik havzası yaratmaktır. Bu stratejik bir karardır. Bu havzada öncelikle atılacak adım, Kuzey Irak'ta Kürt Devleti'nin ilk nüvesini oluşturmak ve bunun Suriye'nin kuzeyindeki Akdeniz'e çıkışı olan "Kürt koridoruyla" birleştirilmesidir. Sonra da bu devletin Türkiye'nin Güneydoğu bölgesiyle bütünleşmesi ve böylece "Büyük Kürdistan"ın ilk aşamasının kurulmasıdır. "Büyük Kürdistan"ın ABD için önemi, zengin gaz ve petrol rezervlerine sahip bulunmasından, stratejik konumundan ve bölgede İsrail gibi tam güven duyacağı ikinci müttefiki yaratacak olmasından ileri geliyor. ABD, bölgede kendisine biat edecek ve askeri kuvvetlerinin operasyonlarını sorgulamadan ve hiçbir kısıtlama koymadan gerçekleştirmesini kabul edecek müttefik arıyor. Barzani'nin başkanlığında oluşturulacak "Büyük Kürdistan Devleti" böyle bir müttefik olmaya en ideal adaydır. ABD'nin bölgesel stratejisinin kilit unsuru olacaktır. İsrail ise silahlanmasına azami önem vereceği bu yeni devletle, Arap dünyasına karşı bir müttefik ve güvence kazanacaktır.


TRUMP'IN VERECEĞİ SÖZLER LAFTA KALIR
Türkiye'nin dış politikasını ve savunma stratejisini bu gerçekler üzerine bina etmesi zorunlu!.. Şimdi Cumhurbaşkanı'nın Washington ziyaretine dönelim. Trump, Türkiye ile krizin tırmanmasını önlemek için ne gibi sakinleştirici önerilerde bulunabilir?



Muhtemel öneriler şimdiden basına aksetti. Bu bağlamda, Rakka'nın IŞİD'den temizlenmesinden sonra demografisinin değiştirilmeyeceği ve Araplara teslim edileceğinden ve PKK ile mücadelesinde Türk Silahlı Kuvvetleri'ne 'anlık' istihbarat verileceğinden söz ediliyor. Kamuoyumuz Başkan Bush döneminde bu anlık istihbarat desteğinin ABD makamlarınca nasıl istismar edildiğini hatırlayacaktır. Yani ortada ciddi, dişe gelir bir öneri yok! Bir de Türkiye'nin güney sınırlarına ABD tarafından güvenlik sağlanması önerisi var ki, buna gülüp geçmek lazım! Üzerinde önemle durulması gereken bir nokta, Trump'ın kararına Türkiye'nin nasıl mukabele edeceğidir. Ancak, bu konunun sağlıklı bir şekilde irdelenmesinin, Cumhurbaşkanı'nın Washington ziyareti sonuçları ışığında yapılması isabetli olacaktır.

https://tr.sputniknews.com/turkiye/201705151028462573-emekli-buyukelci-elekdag-abd-hedef-kurdistan/


***

14 Nisan 2020 Salı

Türkiye’nin Enerji Politikasında Alternatif Bölgelerden Biri OlarakDoğu Akdeniz

Türkiye’nin Enerji Politikasında Alternatif Bölgelerden Biri OlarakDoğu Akdeniz



Yrd. Doç. Dr. Serdar Kesgin 

GİRESUN ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ.,




TÜRKİYE, OECD ÜLKELERİ ARASINDA EN YÜKSEK ENERJİ TALEP ARTIŞ ORANLARINDAN BİRİNE SAHİP  ÜLKE OLMASININ YANINDA, ENERJİ KONUSUNDA BÜYÜK ÖLÇÜDE DIŞA BAĞIMLI BİR ÜLKE KONUMUNDADIR. 

   Türkiye, OECD ülkeleri arasında en yüksek enerji talep artış oranlarından birine sahip ülke olmasının yanında, enerji konusunda büyük ölçüde dışa bağımlı bir ülke konumundadır.

   Türkiye’nin enerji ihtiyacında doğal gaz % 31, petrol % 28, ithal kömür % 18, linyit % 11 ve yenilenebilir enerji % 12 paya sahiptir.
Türkiye tükettiği doğal gazın %99’unu, petrolün de % 93’ünü ithal etmektedir 1.

Türkiye’nin son on yıllık enerji kullanım alışkanlıklarına bakıldığında doğal gazın hızla artış gösterdiği ve enerji tüketiminde birinciliği petrolden aldığı görülmektedir.

Türkiye’nin Rusya ile yaşadığı uçak krizi sonrasında gündeme gelen önemli konulardan biri de Türkiye’ nin doğal gaz ihtiyacı hasebiyle Rusya’dan almış olduğu doğal gazın kesintiye uğrayıp uğramayacağı dır.

    Türkiye yıllık 49.8 milyar m³ doğal gaz tüketimi gerçekleştirirken doğal gaz ithalatının % 56’sını Batı Hattı ve Mavi Akım aracılığıyla Rusya Federasyonun dan, % 19’unu İran’dan, % 9’unu Azerbaycan’dan, % 9’unu Cezayir’den (LNG), % 7’sini Nijerya’dan (LNG) karşılamaktadır 2.

Mevcut alımların yanında Türkiye, Azerbaycan ile 2011 yılında (2017-2018 yılarında devreye girmesi planlanan) 6 milyar m³’lük bir anlaşma imzalamıştır. Aynı şekilde 1999 tarihinde Türkmenistan ile devreye girme tarihi belirtilmemiş 15.6 milyar m³’lük bir anlaşma mevcut tur 3. Türkmenistan ile yapılan anlaşma nın hayat geçirilmesi için Hazar geçişi üzerinde mutabakata varılması gerektiği görülmektedir. 

Bu konuda Türkiye-Azerbaycan-Türkmenistan arasında görüşmelerin devam ettiği bilinmektedir.
Ayrıca Türkiye ile Katar arasında LNG ithalatı konusunda görüşmeler gerçekleşmiş ve kısa zamanda alım anlaşmalarının faaliyete geçirilebileceği belirtilmiştir.

   Bu anlamda devreye girecek olan projelerle birlikte doğal gaz dengeleri değişecek ve Rus gazına duyulan ihtiyaç azalacaktır. Ancak Türkiye’nin artan doğal gaz tüketimi göz önüne alındığında yeni kaynaklara da ihtiyaç olduğu açıktır.
Türkiye, çevresi enerji havzalarıyla çevrili bir ülke olarak, enerjinin taşınması konusunda en uygun yol olan boru hatları üzerine kurulu bir enerji politikası geliştirmektedir.
Türkiye hem kendi ihtiyacını karşılamak hem de petrol ve doğal gazın dünya pazarlarına ulaştırılması konusunda bir terminal olma amacıyla çeşitli boru hattı projelerini faaliyete geçirmiş ve yeni hatlar üzerinde çalışma yapmaktadır. Söz konusu bölgelerden bir tanesi olarak da Doğu Akdeniz karşımıza çıkmaktadır.



   Doğu Akdeniz’in güneydoğusunda bulunan Levant Havzası, Kıbrıs adasının güneyinde bulunan Afrodit Havzası, Nil Deltası ve Kıbrıs ile Girit arasında kalan alanda önemli doğal gaz yatakları bulunduğu belirtilmektedir.

ABD Jeolojik Araştırmalar Kurumu verilerine göre Levant Havzası’nda 122 trilyon feet³’lük (3.45 trilyon m³) kanıtlanmamış doğalgaz rezervi bulunmaktadır 4.

Kıbrıs’ın Güneyinde bulunan Afrodit sahasında 142 ila 227 milyar m³’lük doğal gaz rezervi 5 olduğu belirtilmekle birlikte, bu rezervin 4.5 trilyon m³’e çıkabileceği ifade edilmektedir 6. Ayrıca Kıbrıs ile Girit adası arasında kalan bölgede de önemli gaz rezervlerinin olabileceği belirtilmektedir.

    Bölgedeki diğer bir önemli rezerv alanı da Nil Deltası’dır. Nil Deltası ile birlikte Mısır’ın Akdeniz sahillerinde ve Mısır genelinde 2.1 trilyon m³’lük doğal gaz rezervi olduğu hesaplanmaktadır 7. Mısır’ın mevcut kaynaklarına ilave olarak, İtalyan ENI şirketi 2015 yazında Mısır açıklarında 1 trilyon m³’e yakın rezerve sahip bir alan keşfettiklerini belirtmiştir. Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte derin deniz arama faaliyetlerinin maliyetinin düşmesi, Doğu Akdeniz havzasındaki arama faaliyetlerinin artmasına neden olmaktadır. Bölgede henüz keşfedilmemiş ve araştırılmamış alanların varlığını da hesaba katıldığında, Girit ile Akdeniz’in
doğu sahillerini kapsayan bölgede 15 ila 20 trilyon m³ civarında bir potansiyel olduğu ifade edilmektedir. 

   Dünyanın en büyük gaz rezervlerine sahip olan Rusya’nın 47, İran’ın 34, Katar’ın 24 trilyon m³ doğal gaz rezervlerine  8 sahip  olduğu düşünülecek olursa, bölgedeki potansiyel dikkate almaya değerdir.

   Bölgede Doğalgaz arama ve işletme faaliyetleri yeni değildir. Mısır ve İsrail 1960’lı yıllarda arama faaliyetlerine başlamış ve ilerleyen yıllarda işletme sahaları açmıştır.

   Bugün bu iki ülke kendi enerji ihtiyaçlarını bölgeden karşılayabilecek düzeye gelmişlerdir. Mısır, İtalyan ENI şirketine 1960’lı yıllarda arama ve ardından da işletme ruhsatları vererek üretime başlamıştır. 2000’li yıllarda Nil Deltası’nda Shell firmasına verdiği ruhsatlar ile Mısır, doğalgaz üretimi ve ithali konusundaki niyetini ortaya koymuştur.



   Ayrıca Mısır, bölgedeki tek LNG dönüşüm santraline sahip ülke olması nedeniyle de doğal gaz ticaretinde önemli bir konum elde etmiştir.

   İsrail 1960’lı yıllardan bu yana Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama çalışmaları yapmaktadır. 2000’li yıllarda ise gelişen teknolojik imkanları kullanarak, Levant Havzası’nın kendine ait olan deniz alanlarında hidrokarbon yatakları bulmuş ve işletmeye başlamıştır. Zira bu yataklarda yaklaşık 1 trilyon m³’lük doğalgaz bulduğunu da açıklamıştır. Buna karşın ülkenin çıkarmayı düşündüğü yıllık miktar kendi ihtiyacından çok daha fazladır.

    Doğu Akdeniz’in Levant Havzası dışındaki bölgelerde enerji kaynaklarının işletilmesine dair en önemli kırılma noktasını, deniz alanlarının kullanılması konusundaki Türk-Yunan anlaşmazlığı ve Kıbrıs sorunu üzerine cereyan eden gelişmeler oluşturmaktadır.

   Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi medyalarında 2000’li yıllardan itibaren Doğu Akdeniz’de, özellikle de Kıbrıs adası etrafında doğal gaz yatakları bulunduğu hakkında yayınlar yapılmaya başlanmıştır. Yapılan yayınlara istinaden
geliştirilen dış politikalar bölgede anlaşmazlık konularını hareketlendirmektedir.

   Zira deniz alanlarının kullanımına dair ortaya çıkan sorunlar enerji kaynaklarının kimler tarafından çıkarılacağı konusunu da belirsizleştirmektedir.

Yunanistan ve GKRY bölgede deniz alanlarının kullanımı konusunda, Türkiye’nin Kıta Sahanlığı haklarını göz ardı ederek, Türkiye’ye çok az bir alan bırakmakta dır. Öyle ki; Yunanistan ve GKRY’nin girişimleri kabul gördüğü takdirde
Türkiye yaklaşık 104 bin km²’lik bir deniz alanını kaybetmiş olacaktır 9. 

Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin girişimlerine kadar, Türkiye kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge düzenlemeleri hakkında herhangi bir girişimde bulunmamıştır.

Ancak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 2007 yılında adanın güneyinde 13 Adet Petrol Arama Ruhsatı vererek anlaşmazlığın fitilini ateşlemiştir. Zira parsellerin bazıları Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de iddia ettiği kıta sahanlığı alanın sınırları ile çakışmakta dır. Türkiye konuyla ilgili bir nota vermekle birlikte söz konusu alanlarda TPAO’ya petrol arama ruhsatı verdiğini açıklamıştır. KKTC de adanın geneli üzerindeki haklarına istinaden adanın güneyinde TPAO’ya arama ruhsatı tahsis etmiştir.

   Gelişmeler, ne Türkiye’nin ne de KKTC’nin bölgesel çıkarlarından ve haklarından vazgeçmeyeceğinin bir kanıtı gibidir.

    Bölgedeki önemli sorun noktalarından biri de Türkiye-İsrail ilişkileri oluşturmaktadır. Zira Filistin sorunu ve İsrail’in faaliyetleri son dönemde ilişkilerin gerginleşmesine neden olmuştur. Çeşitli platformlarda Türkiye ile İsrail’in karşı karşıya gelmesi Doğu Akdeniz’de dengeleri ve ilişkileri farklı bir boyuta taşımıştır. Gelişmeler Türkiye’yi Arap coğrafyasına yaklaştırırken
İsrail’i Yunan ve Güney Kıbrıs eksenine oturtmuştur. Öyle ki bu dönemde İsrail’in Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile ekonomik, askeri ve enerji anlaşmaları imzaladığı görülmüştür.

    Enerji kaynaklarının kim tarafından işletileceği konusu ile birlikte önem arz eden diğer bir konu da enerjinin uluslararası pazarlara nasıl ulaştırılacağıdır. Bölge için en önemli pazar konumunda olan AB için enerji kaynaklarına ulaşımın çeşitlendirilmesi stratejik bir öneme sahiptir. Güney Kıbrıs’ın yıllık doğal gaz tüketiminin nüfusa ve gelişmişlik düzeyine oranla fazla olamayacağı düşünülecek olursa, tüketimden geriye kalan kısmın nasıl taşınacağı bir sorun olarak durmaktadır. Doğal gazın taşınması sorunu sadece Kıbrıs için değil, Levant Havzası’nda İsrail’in çıkardığı doğal gaz için de geçerlidir. İsrail çıkarmayı düşündüğü doğal gaz rezervlerinin yarısını satmayı planlamaktadır.

GKRY çeşitli vesilelerle Güney Kıbrıs’ın enerji terminali olması gerektiğini vurgulamaktadır. Simerini gazetesine göre, Limasol’da Eylül 2015’te gerçekleştirilen uluslararası denizcilik konferansında bir konuşma yapan Rum Enerji Bakanı Yorgos Lakkotripis, “Doğu Akdeniz’de yakın zamanda hidrokarbon yataklarının keşfi, Süveyş kanalının genişletilmesi ve diğer jeopolitik gelişmelerin Güney Kıbrıs’ın enerji kavşağı olma hedefini güçlendirdiğini” ifade etmiştir.10 Güney Kıbrıslı yetkililer bir LNG tesisi kurulması için İsrailli yetkililer ile temasa geçmişlerdir. Ancak kurulması düşünülen LNG tesisinin maliyetli oluşu ve
buna denizden taşıma maliyetinin de eklenecek olması; söz konusu projenin yürütülebilirliğini zayıflatmaktadır.

   İSRAİL’İN ENERJİ KONUSUNA BU DENLİ YOĞUN İLGİ GÖSTERMESİ, SADECE KENDİ İHTİYAÇLARINI KARŞILAMAK İÇİN DEĞİL ORTADOĞU’DA BİR ENERJİ MERKEZİ OLMA ARZUSUNDAN DA KAYNAKLANMAKTADIR.

    İsrail’in enerji konusuna bu denli yoğun ilgi göstermesi, sadece kendi ihtiyaçlarını karşılamak için değil Ortadoğu’da bir enerji merkezi olma arzusun dan da kaynaklanmaktadır.

İsrail, Mısır doğalgazının İsrail üzerinden taşınmasını öngören Mısır-İsrail Doğalgaz Hattı’nın inşasını planlamaktadır.

   Başka bir proje de, boru hattı ile İsrail gazının Mısır’a gazın taşınıp buradaki mevcut LNG tesisinde sıvılaştırılması ve tankerlerle dünya piyasalarına ulaştırılması üzerinedir.

   Doğu Akdeniz doğal gazının taşınması konusundaki en makul ve en kısa yolun Türkiye üzerinden geçecek bir boru hattı olduğu öngörülmektedir. Doğu Akdeniz Boru Hattı’nın Kıbrıs üzerinden geçmesi ihtimali bulunsa da söz konusu hattın mesafesinin uzun olması nedeniyle yüksek maliyetli oluşu bu planın şansını azaltmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin giderek artan enerji ve özellikle de doğalgaz ihtiyacı Türkiye’yi önemli bir alıcı konumuna getirmektedir.

    Enerji kaynaklı politikalar bölge sorunlarıyla irtibatlanmaya başlamıştır. Benzer şekilde ilişkilerin enerji zemininde şekillenmeye başladığı görülmektedir. Bu durum bölgesel kutuplaşmaları daha sert hale getirebileceği gibi ilişkilerin yumuşamasını da beraberinde getirebilecektir. Batılı enerji şirketlerinin çıkaracağı doğal gaz, birbiri ile sorun yaşayan ülkelerin işbirliği ile Avrupa ve dünya pazarlarına ulaştırılabilecektir.

Son dönemlerde İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerinin normalleşme dönemine girmesine yönelik adımların atılmaya çalışılması, enerji konusunda Türkiye ile İsrail’in anlaşmaya varabileceği ihtimalini güçlendirmektedir. 

İki ülke yetkililerinin açıklamaları, kısa sürede anlaşma sağlanır ise 2019 yılında denizden 475 km’lik bir hat ile Türkiye’ye gaz sevkiyatının başlayabileceği
yönündedir. Türkiye’ye İsrail’den yıllık 30 milyar m³’lük gaz akışı sağlanabilece ği, bunun 10 milyar m³’ünün Türkiye tarafından kullanılabileceği hesaplanmaktadır. 11.

    Bu miktar Türkiye’nin toplam gaz ithalatının yüzde 20’sine tekabül etmektedir. İlerleyen dönemlerde Mısır ve Kıbrıs’ın güneyinden çıkarılacak doğalgazın da söz konusu hatta eklenmesi ihtimali, hattın hayata geçirilebilirliğini güçlendirmektedir.

    Söz konusu hat sadece Türkiye için değil;

    AB’nin kritik enerji altyapı güvenliği ve fiyat avantajı için de önemlidir. 

Söz konusu gazın TANAP üzerinden Avrupa’ya taşınabileceği de belirtilmektedir. Doğu Akdeniz veya diğer komşu bölgeler merkezli gerçekleştirilecek projeler, Türkiye’nin ve Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltması bakımın dan da önem kazanmaktadır. Zira hem Türkiye hem de Avrupa tükettiği doğal gazın yarısını Rusya’dan sağlamaktadır.

Türkiye’nin bölgede enerji odaklı atacağı adımlar, bölgedeki enerji potansiyelinin değerlendirilmesi noktasında Türkiye’yi dışlayabilecek projelerin hayata geçirilmesinin de önünü kesebilecektir. Enerji merkezli politikalar siyasal gelişmelerin tetikleyicisi olup bu konularda ilk adımı atacak olana avantaj sağlayacak niteliklidir. Özellikle Kıbrıs ve Filistin meseleleri bu minvalde
ele alınmalıdır. Türkiye üzerinden geçecek petrol ve doğal gaz boru hatlarının çeşitliliği, Türkiye’nin bir enerji terminali olma politikasını hayata geçirebilecek ve Ortadoğu denkleminde elini güçlendirecektir.

DOĞU AKDENİZ’İN LEVANT HAVZASI DIŞINDAKİ BÖLGELERDE ENERJİ KAYNAKLARININ İŞLETİLMESİNE DAİR EN ÖNEMLI KIRILMA NOKTASINI, DENİZ ALANLARININ KULLANILMASI KONUSUNDAKİ TÜRK-YUNAN ANLAŞMAZLIĞI VE KIBRIS SORUNU ÜZERİNE CEREYAN EDEN GELİŞMELER OLUŞTURMAKTADIR.


DİPNOTLAR;

1 “Ham Petrol ve Doğal Gaz Sektör Raporu, Türkiye Petrolleri”,
   http://www.enerji.gov.tr/ File/?path=ROOT%2f1%2fDocuments%2fSekt%C3%B6r+Raporu%2fHP_DG_SEKTOR_RPR.pdf, Mayıs 2015,
   Erişim tarihi 31.03.2016.
2 Ham Petrol ve Doğal Gaz Sektör Raporu
3 Doğal Gaz Alım ve İhracat Anlaşmaları, BOTAŞ, 
   http://www.botas.gov.tr/, Erişim tarihi 30.03.2016.
4 “Assessment of Undiscovered Oil and Gas Resources of the Levant Basin Province, Eastern Mediterranean”, 
   http://pubs.usgs.gov/fs/2010/3014/pdf/FS10-3014.pdf, Mart 2010 Erişim tarihi 27.03.2016.
5 Sinan Hastorun, “The Mineral Industry of Cyprus”, 
   http://search.usa.gov/ search?utf8=%E2%9C%93& affiliate=usgs&query=aphrodite+cyprus, Erişim tarihi 25.03.2016.
6 “Güney Kıbrıs Afrodit Sahasından Umutlu”, 
   http://www.enerjigunlugu.net/guney-kibris-afrodit-sahasindan-umutlu_12756.html#.VwI8_U-LSUk, 17.03.2015, Erişim tarihi 04.04.2016.
7 “Egypt International Energy Data and Analysis”, 
http://www.eia.gov/beta/international/ analysis_includes/countries_long/Egypt/egypt.pdf,    Erişim 20.02.2016.
8 International Energy Statistics, 
   https://www.eia.gov/cfapps/ipdbproject/IEDIndex3.cfm?tid= 3&pid=3&aid=6, Erişim tarihi 28.03.2016.
9 Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi, Bilge Adamlar Kurulu Raporu: Doğu Akdeniz’de Enerji Keşifleri ve Türkiye, Rapor no: 59,
  İstanbul, 2013, S.22
10 “Hedef Güney Kıbrıs’ın Enerji Kavşağı Olması”, 
     http://www.istanbulhaber.com.tr/hedef-guney-kibrisin-enerji-kavsagi-olmasihaber-233920.htm, 
     Erişim tarihi 17.09.2015,  
     Erişim tarihi 03.04.2016.
11 Merve Özdil, “Normalleşme Olursa İsrail-Türkiye Boru Hattı2019’a Yetişebilir”, 
    http://www.hurriyet.com.tr/normallesme-olursaisrail-turkiye-boru-hatti-2019a-yetisebilir-40029001, 
    18.12.2015, Erişim tarihi 14.02.2016.

***

6 Nisan 2020 Pazartesi

Tayyip’e Uluslararası Ceza Mahkemesi YOLU GÖRÜNDÜ.,

Tayyip’e Uluslararası Ceza Mahkemesi YOLU GÖRÜNDÜ.,



GÜNDEM

ozgurerdem@turksolu.com.tr

  <  Bir yıla yakın süredir Tayyip hakkındaki uluslararası terör örgütlerini destekleme suçuyla ilgili bu kadar olayın ortaya çıkması bir tesadüf sayılmamalı.

Tayyip’in UCM dosyası kabarırken, uluslararası kamuoyu (ve tabii Türkiye de) sanki bu dosyayla ilgili adım adım bilgilendirilip ikna ediliyor. >

Tayyip’ten New York Times’a: “ Adisiniz ” Geçtiğimiz günlerde New York Times gazetesinde Türkiye’den IŞİD’e Militan aktığı konulu bir haber yapıldı.

Haberde Ankara’daki Hacıbayram Mahallesi’nin IŞİD’in en önemli militan kaynaklarından biri olduğu yazılıyordu. 1.000’i aşkın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının IŞİD’e katıldığını anlatan haberde Hacıbayram mahallesindeki caminin IŞİD’in militan devşirme merkezlerinden biri haline geldiği Şeriatçı örgütün militanlarının tanıklığıyla ortaya konuluyordu.

  Tabii bu habere Tayyip’ten büyük bir tepki geldi. Haberi “Bu en hafif tabiri ile edepsizliktir, alçaklıktır, adiliktir.” gibi tam da kendi üslubuna yakışır bir şekilde yalanlayan Tayyip Erdoğan’ı en çok kızdıran şey ise haberde İsmi geçen camiden çıkarken çekilmiş bir resminin konmasıydı. Obama’dan Tayyip’e IŞİD ile ilgili suçlamalar Geçtiğimiz hafta Tayyip’in Obama ile görüşmeden bir Türk diplomatının tanıklığıyla “hoşaf gibi çıktığını” yazmıştık hatırlarsanız.

Türk tarafının “buz kesilmesine” neden olan ise Obama’nın Tayyip’i IŞİD’i desteklemekle suçlamasıydı.
Pek çok Avrupa ülkesi ve ABD vatandaşı binlerce kişi IŞİD’e katılmak için Türkiye üzerinden Suriye ve Irak’a geçiş yapmış. İşte Obama, bu geçişler sırasında Türkiye’nin yeterli güvenlik önlemlerini almadığını düşünüyor.

Zaten NATO zirvesinin sonuç bildirgelerine Türkiye-Irak ve Türkiye-Suriye sınırlarının güvenliğinin artırılması gerektiği açıkça ifade edilmişti.

Tabii Tayyip’e suçlamalar sınırların güvenliğini tam anlamıyla sağlamayıp IŞİD’e militan akışını kolaylaştırmak gibi “dolaylı” destekle sınırlı değil. Daha “somut” suçlamalar da var. New York Times’ın haberinde de ifade edildiği gibi, IŞİD’in örgütlenmesine büyük ölçüde “göz yumuluyor.”

Tayyip IŞİD Petrolünden komisyon da alıyor mu?

Tayyip’in IŞİD’e desteğinin farklı bir boyutu da var. Yine New York Times’ta yayınlanan bir başka haberde, IŞİD’in elindeki petrolü piyasaya Türkiye üzerinden sürdüğü yazılıyordu. Değeri “milyonlarca dolar” olarak ifade edilen bu karaborsa petrol satışının belge ve görüntüleri, habere göre, CIA’nın elinde mevcut.

Tayyip Erdoğan’ın “ticaret” geçmişini biliyoruz. Ve kurduğu “komisyon” ilişkileri tapeler sağolsun herkesin malumu. Bu açıdan, IŞİD’in Türkiye üzerinden dünya piyasasına sunduğu milyonlarca dolarlık petrolden Tayyip’in de komisyon almadığını düşünmek saflık olur.

Nitekim New York Times da buna işaret ediyor. Bir Amerikan yetkilisi şöyle yorumlamış: “ Türkler görmezden geliyor, çünkü ucuz fiyat işlerine geliyor. Hiç kuşkum yok ki bu işten para kazanan Türklerin sayısı da az değil. Hatta bunlar hükümet yetkilileri de dahil olabilir.” Haberde Batılı bir diplomatın şu iddiası da yer alıyor:

“Bu şebekelerin bazıları güçlü Türk seçkinlerine de rant sağlıyor.”

Tayyip’ten IŞİD’e Silah..,

Tayyip’in IŞİD’e yaptığı bir başka önemli destek ise “ Silah yardımı ”.

Bu sene Ocak başında, Hatay’da silah yüklü TIR’lara yapılan operasyonu unutmamalı. TIR’lara operasyon yapılınca ilk açıklama Suriye’ye “insani yardım” götüren İHH’ya ait olduğuydu. Ancak TIR’ların MİT’e ait ve taşınanların “silah” olduğu ortaya çıkınca

“Türkmen kardeşlerimize yardım götürüyoruz” denmişti. Olayın hemen ardından bir açıklama yapan Iraklı Türkmenler ise kendilerine herhangi bir silah yardımı ulaştırılmadığını söylemişti.

IŞİD’in son aylarda Suriye ve Irak’ın kuzey bölgelerinde bir anda güçlenmesi MİT’in silahları kimlere götürdüğünü aslında açıkça ortaya koyuyor. Nitekim, yine Ocak ayında bu sefer İHH’nın Van şubesine yapılan bir baskında El Kaide’nin Türkiye şubesi çökertilmişti. Van’da elde edilen delillerle operasyon genişletilmiş; Kilis, Adana, Antep ve Kayseri şubelerinde yürütülen aramalarda da İHH vasıtasıyla Irak ve Suriye’deki El Kaide örgütlenmelerine (ve tabii ki bir dönem El Kaide’nin bileşeni olan IŞİD’e) insan, para, lojistik ve silah yardımı yapıldığı ortaya çıkmıştı.

Tabii bu operasyon kısa sürede durduruldu, hatta gerçekleştiren emniyet mensupları bugün “casusluk”la yargılanıyor.
Aynen 17-25 Yolsuzluk Operasyonunu ve 1 Ocak 2014’teki MİT TIR’larındaki aramayı gerçekleştirenler gibi...


Somali ve Nijerya’da da

IŞİD’e yardım Tayyip’in IŞİD’e verdiği silah desteğiyle ilgili şüpheler sadece Irak ve Suriye’yle sınırlı değil. IŞİD’in Nijerya kolu olarak bilinen Boko Haram’a THY uçaklarıyla silah taşındığı iddiaları Mart 2014’te internete sızan telefon tapeleriyle ortaya çıkmıştı. Tapelere göre THY yetkilisu Mehmet Karakaş, Tayyip’in bir danışmanına şöyle yakınıyordu: “Onlarca malzeme
taşıyorum, Nijerya’ya gidiyor şu anda. Müslümanları mı öldürecek,

Hıristiyanları mı? Vebal altındayız, haberin olsun.” IŞİD’in Somali kolu olarak bilinen Eş Şebap örgütü de Batı basınına göre Tayyip tarafından destekleniyor. Eş Şebap, Mısır’daki İhvan’dan Filistin’deki Hamas’a, Suriye’deki IŞİD’den Nijerya’daki Beko Haram’a Tayyip’in kurmaya çalıştığı “Türkiye önderliğindeki
Sünni cephe”nin önemli kollarından biri. Ortadoğu’yla Müslüman Kuzey Afrika’yı birbirine bağlayan ülkelerden biri olan Somali’nin güney kısmını fiilen kontrolünde tutuyor.



Tabii AKP Eş Şebap’ı desteklediğini şiddetle reddediyor hatta bu örgütün Somali’deki büyükelçiliğimize düzenlediği intihar saldırısını örnek olarak gösteriyor. Ancak, bu maalesef çok inandırıcı değil, malum, IŞİD de Musul Başkonosolumuz başta olmak üzere 49 vatandaşımızı hâlâ rehin tutuyor.

Ziraat Bankası’na “Kara Para” soruşturması Tüm bu süreçte çok önemli bir gelişme ise New York’ta yaşandı, ama maalesef Türk kamuoyunun gözünden kaçtı. ABD Merkez Bankası (FED), Ziraat Bankası’nın New York şubesinde 2012 yılının
ikinci yarısında gerçekleştirilen dolar takas işlemlerini şüpheli aktivite olarak tanımladı ve bunları incelemeye başladı.

Ziraat Bankası yetkilileri FED’in yürüttüğü denetimin “rutin” olduğunu iddia etse de, suçlamalar ağır. Türkiye’nin bir kamu bankası resmen “kara para aklamak”la suçlanıyor. Peki aklanan bu “kara para”nın kimlere ait olduğu düşünülüyor? İşte bu daha önemli: Hedefte tabii ki IŞİD gibi uluslararası terör örgütleri var. Nitekim Amerikalı bir finans uzmanı şu yorumu yapmış: “Bu sürecin nasıl sonuçlanacağı Türkiye’nin Amerikalılarla hangi seviyede işbirliği sergileyeceğine bağlı. Örneğin terörist bağlantı şüphesiyle, geçmişte yapılmış bir para transferinin detayları istenirse, Ziraat Bankası’nın bu para transferini gerçekleştiren hesapla ilgili ne kadar detaylı ve geriye dönük bilgi vereceği önemli.”

Anlayacağınız, Ziraat Bankası sadece “kara para aklamakla” değil, terörist örgütlenmelerin para trafiğine karışmakla suçlanıyor.

İşte asıl ağır olan bu suçlama. Zira, Ziraat Bankası’nın örneğin IŞİD’in para transferine karıştığı ortaya çıkarsa sadece o şubenin yöneticileri değil, bir devlet bankası olduğu için ilgili hükümet yetkilisi de sorumlu olacak. Malum, Ziraat doğrudan Başbakana bağlı.

Kısacası, Ziraat Bankası’nda yürütülen soruşturma aslında bizzat Tayyip’i hedef alıyor. (Burada bir parantez açalım ve 17-25 Aralık ile birlikte İran’ın Reza Zarrab üzerinden Türkiye’yle yaptığı yasadışı altın ticaretinin ortaya çıktığını da hatırlatalım.) IŞİD’e bir de tıbbi yardım IŞİD’e verilen desteğin bir de “tıbbi yardım” boyutu var.

Çatışmalarda yaralanan IŞİD’liler tedavi için Türkiye’ye geliyor.

Yaralı IŞİD’lilerin özellikle Suriye üzerinden Hatay’a geldiği ve bu şehrimizdeki devlet hastanelerinde tedavi gördüğü uzun süredir biliniyor.

Sağlık Bakanı Müezzinoğlu ise suçlamalara çok “ilkeli” bir yanıt verdi: “ Hekimlik yemininde din, dil, ırk ayrımı olmaksızın diye sayar.
Biz tedavi etmek zorundayız, kimlik araştırması yapmak gibi hekimliğin önünde bir engel asla kabul etmiyorum. Ben tedavi yaparım. Bu IŞİD’miş, değilmiş bilgisini ilgili yerlere veririm.”
Buraya kadar her şey normal gözüküyor, ancak Hatay Emniyet Müdürlüğü’nün açıklamasına göre IŞİD militanı olduğu tespit edilmiş herhangi bir yaralı kaydı yok.

Yani, olaylar Müezzinoğlu’nun iddia ettiği gibi gelişmiyor.

IŞİD’liler bakanın da itiraf ettiği gibi Türkiye’de tedavi ediliyor, fakat IŞİD’li oldukları hiçbir yetkili kuruma bildirilmiyor. Bu, en açık ifadeyle, “IŞİD’e yardım ve yataklık” değil de nedir?


Tayyip’in Dosyası kabarıyor

Tayyip-Davutoğlu-Fidan Troykası’nın “emperyal ülke oluyoruz” hevesleriyle Türkiye’yi sürükledikleri bataklık ortada.

Tayyip bu bataklıkta çırpınırken IŞİD başta olmak üzere şu an Batı’nın bir numaralı hedefi haline gelmiş uluslararası Şeriatçı terör örgütleriyle iç içe geçti.
Bu örgütlere verilen desteğin Türkiye’ye hiçbir yararı olmadığı gibi Irak’taki son durum örnek alınırsa, aslında ülkemize büyük zarar verdi.

Tayyip Türkiye’ye verdiği bu büyük zararların bedelini elbette Yüce Divan’da “vatana ihanet” suçlamasıyla verecek. Buna şüphemiz yok.

Fakat Tayyip’i bekleyen esas tehlike Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde Miloseviç ya da o çok sevdiği Sudan Devlet Başkanı El Beşir gibi yargılanmak. Tayyip belki iktidardan düşerse yurtdışına kaçarak “Yüce Divan”dan kurtulabileceğini  sanıyor, ancak bir Uluslararası Ceza Mahkemesi sanığı olursa hayatını normal bir şekilde “sürgünde” devam ettirme şansı yok.

Bir yıla yakın süredir Tayyip hakkındaki uluslararası terör örgütlerini destekleme suçuyla ilgili bu kadar olayın ortaya çıkması bir tesadüf sayılmamalı.

Tayyip’in UCM dosyası kabarırken, uluslararası kamuoyu da sanki bu dosyayla ilgili adım adım bilgilendirilip ikna ediliyor.

Bu dosyanın Obama tarafından Tayyip’i daha iyi kontrol altında tutabilmek için tehdit amaçlı mı yoksa ihtiyaçları kalmadığı anda tasfiye etmek için mi kullanılacağını tabii bilemiyoruz. Ancak gerçek ortada.

Başyazarımız Gökçe Fırat’ında ifadesiyle “ Eyy Tayyip!  Kaçamazsın! 

Türkiye’de Yüce Divan’da, yurt dışında Lahey’de, ahirette Mahkeme-i Kübra’da yargılanacaksın.”


21/09/2014
TÜRK SOLU DERGİSİ .
SAYI 464..,

***




'Erdoğan er veya geç uluslararası ceza mahkemesinde yargılanacak'
CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a seslenerek, "Er veya geç burada yargı yolu kapalı olsa bile uluslararası ceza mahkemesinde yargılanacak" dedi.

cumhuriyet.com.tr

10 Nisan 2014 Perşembe, 14:41

CHP'li Sezgin Tanrıkulu, TBMM'de düzenlediği basın toplantısında, 
MİT Teklifine ilişkin basın mensuplarının sorularını yanıtladı.
MİT Teklifini sert sözlerle eleştiren Tanrıkulu, "Yasa dışı, hukuk dışı bilmediğimiz ilişkiler gündeme geldiği zaman bu yasa ortaya çıktı" dedi.

MİT'in hukuk devletinde olmayacak yetkilerle donatıldığını iddia eden Tanrıkulu, şöyle dedi:

"Bütün bu yetkiler Türkiye'yi bir istihbarat devletine dönüştürmekte. 

Bu düzenleme ile MİT'in bugüne kadar yaptığı hukuk dışı yasa dışı soruşturmalar meşru hale getirilmeye çalışılacaktır. Hiçbir soruşturma açılmayacaktır, yeni bir soruşturma açılamayacaktır bu yasadan önceki eylemleri noktasında. Bu da neye işaret etmektedir, işte çok tartışılan Suriye'deki müdahaleler, Suriye'ye askeri yardımlar, silah yardımları. Adana'da yakalanan silahlar bütün bunlar bir daha soruşturulmayacaktır. Birçok yasa dışı iş hem bundan öncekiler meşru hale getirilecektir bundan sonrakiler ise soruşturulmayacaktır. Böyle bir koruma kalkanı hiçbir hukuk devletinde olmaz."


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı da eleştiren Tanrıkulu, "Türkiye'de yargıdan kaçabilirsiniz. Yasa değiştirebilirsiniz ama uluslararası ceza mahkemesinin yargısından kaçamayacaksınız. Bunu özellikle Recep Tayyip Erdoğan için söylüyorum. Er veya geç burada yargı yolu kapalı olsa bile bu soruşturmalardan dolayı uluslararası ceza mahkemesinde yargılanacak" diye konuştu.


http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/erdogan-er-veya-gec-uluslararasi-ceza-mahkemesinde-yargilanacak-59317


***