25 Mart 2020 Çarşamba

AŞKENAZ YAHUDİLERİ

AŞKENAZ  YAHUDİLERİ





Askenaz

             Aşkenaz Yahudileri .,

             Aralarında Türkiyeli sabataycıların da bulunduğu 
                        Saferad Yahudileri´nin soyadları listesini okumak için 
                        lûtfen aşağıdaki linki tıklayınız:

                        Saferadlar


      Museviler, İstanbul’a yerleşmelerinin kronolojik sıralamasına göre dört 
      ana grupta toplanıyor: Romanyot, Karay, Aşkenaz ve Seferad... Romanyotlar, 
      Roma ve Bizans döneminden beri var olanlar, diğerleri ise sonradan 
      gelenlerdir. 

      ‘Bir kültürler mozaiğidir Anadolu.’ Bu tanıma uygun, sihir dolu, şiir dolu 
      ülkenin başkenti de İstanbul... 500 küsur yıl önce İspanya’dan, 
      engizisyonun zulmünden kaçıp Osmanlı’ya sığınan Yahudiler’den söz edilir. 
      Genel olarak bilinen bu gerçeği, kamuoyunun ortalama aklında ve bilincinde 
      daha sahici biçimde kalıcı kılan da, özellikle son zamanlarda yapılan 
      müzik çalışmaları olmuştur. Folklörik bir çalışma örneği olarak Janet-Jak 
      Esim’in yaptığı çalışmalar ve etnomüzikoloji örneği olarak Seferad müziği 
      yapan Yavuz Hubeş ve arkadaşlarından bahsedilir. Doğu orijinli Aşkenaz 
      Yahudileri’nden daha az haberliyizdir ve yazımız aslolarak onlarla ilgili 
      olacak. 

      Museviler, İstanbul’a yerleşmelerinin kronolojik sıralamasına göre dört 
      ana grupta toplanıyor: Romanyot, Karay, Aşkenaz ve Seferad... Romanyotlar, 
      Roma ve Bizans döneminden beri var olanlar, yani yerliler. Diğerleri ise, 
      ‘sürgün’ veya ‘kendiliğinden gelenler’dir. Karaylar 11. ve 15. yüzyıllarda 
      Rusya’dan, Aşkenazlar 16. yüzyıl ortalarından başlayarak Balkanlar, Orta 
      ve Doğu Avrupa’dan, Seferadlar ise, 1492 sonrasında İspanya ve 
      Portekiz’den gelip yerleşenlerdir. Gerek konuştukları diller, gerekse de 
      dini inanç, yönelim ve tapınma biçimleri birbirinden farklı olan bu 
      cemaatlerden Romanyot ve Karaylar, yüzyıllar boyu Rumca; Aşkenazlar 
      Ortaçağ Almancası-İbranice karışımı olan ‘Yidiş’çe; Seferadlar ise Katalan 
      İspanyolcası ile İbranice karışımı olan ‘Ladino’ dilini konuşagelmiştir. 
      İstanbul’da Seferadlar nüfusça çoğunluktayken, Aşkenazlar yüzde beşler 
      dolaylarında imiş. 1831’de ilk olarak Büyük Hendek’te yapılıp, 1866’da 
      Yüksekkaldırım’a taşınıp, daha sonra da 1900’de büyütülerek kâgir olarak 
      yapılan ve Yidiş diliyle ibadet edilen bir ahşap sinagog kurarlar. 
      Aşkenazlar, bugün konu edeceğimiz binayı da ‘elit’ cemaatten (onların 
      psikolojik baskısından) ayrılmak için yapar. ‘Schil fun di Schneider’ adı 
      verilen ve terzilere ait bir Aşkenaz sinagogu kurarlar. 1894’te hizmete 
      açılan sinagog 1960 başlarına kadar faal kalır. Süreç içinde sayıları 
      1000’in de altına düşünce, burası harap olmaya başlar. 1999’da ise 
      onarılarak kültürevi olarak hizmet görmeye başlar. 

      Galata’da, Bankalar Caddesi üzerindeki Kamondo Merdivenleri’nden çıkınca 
      sağdaki Banker ve Felek sokaklarına açılan bir yapı, Schneidertempel Sanat 
      Merkezi... Aşkenaz Vakfı’nın yöneticisi, karikatürcü İzel Rozental bilgi 
      veriyor: ”Vakfın üst katlarında aile büyüklerimin gittiği bir sinagogun 
      bulunduğunu öğrenmiş olmam, beni zaten çok heyecanlandırmıştı. Çıkıp 
      binayı görünce burada neler yapılabileceği hemen gözümde canlandı. Başta 
      Aykut Köksal olmak üzere mimar dostlarımız hemen işe koyuldu. Restore 
      etmek yerine onarmak fikriyle hızla finansman temin etmeye çalıştık. 
      Aslında işletmesi için de para gerekliydi. Cemaat içi kadar dışından da 
      katkılar oldu. Bu yıl ve 2001 için planlar yaptık. Sanat danışmanımız Tan 
      Oral’ın ve benim karikatürcü olmamız nedeniyle, galiba biraz karikatür 
      ağırlıklı işlere yer verdik. İlk etkinliğimiz, ‘Yeni Bir Binyılın Eşiğinde 
      İnançlar’ başlıklı sergimiz oldu. 14 Aralık’ta ‘Osmanlı’da Yahudi 
      Kıyafetleri’ sergisi yaptık. 

      2001 programı da belirlendi: Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nden ‘21. 
      yy’da Eğitim Sorunları’ başlıklı başka bir karikatür sergisi... Kültür 
      Bakanlığı’nın katkılarıyla Ali Ulvi Ersoy’dan retrospektif sergi. Nisan 
      ayında ise bir soykırım (holokost) sergisi var. Fransızlar’ın ciddi ve 
      çeşitli belgelerden oluşan bu sergisini, Çapkınof’un mizahî heykel sergisi 
      izleyecek. Gene Ferruh Doğan’dan bir retrospektif ve Latin Amerikan’dan 
      bir karma karikatür sergisi daha...” Çok kültürlü, çok kimlikli 
      Türkiye’nin seçkin ve değerli unsurları Aşkenaz Yahudileri’nin söz konusu 
      sanat merkezlerine gidin, sergileri izleyin. Balkon katlarından birinde 
      satılan kitaplara göz atın. Mutlaka ilginizi çekecek bir yayın vardır. 

      Adnan Genç
        
      ******************************

      Yahudi Beşeri ve Teolojik tarihine dair*

      Kaynaklar:

      Ahd-i Kadim, Kitab-ı Mukaddes içerisinde, İstanbul:93
      El-Kitabu’l-Mukaddes, Mısır, ty.
      Tora, Nebiim, Ketubim; Jerusalem: 97
      E. Judaica I-XX, Samuel Brandon, Menahem Mansoor, Jerusalem: 72-78 
      El-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvai ve’n-Nihal I-V, İbn Hazm, Beyrut
      Mevsuatu’l-Yehud ve’l-Yehudiyye ve’s-Suhyuniyye I-VIII, 
      Prof. Dr. Abdulvahhab el-Mesiri, Kahire:99
      Yahudi Tarihi, Will Durant; İstanbul:92
      Dinler Tarihi, Mircea Eliade; İnsan:99
      Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslamoğlu, İstanbul:94
      Musa I, II, Gerald Messadie; İstanbul: 99
       
      Başta Kur’an olmak üzere Mukaddes Kitaplar, İsrailoğulları soyunu, 
      ”Allah’ın kulu” ya da ”seçilmiş: Mustafa” anlamına gelen ve Tevrat’ta 
      Allah tarafından verildiği dile getirilen (Tekvin, 32/28) ”İsrail” lakaplı 
      Hz. Yakub’la başlatırlar. Yine, mukaddes metinler Yakub’u babası hz. İshak 
      kanalıyla Hz. İbrahim’e bağlarlar.

      M. Esed’e göre Hz. İbrahim’in atalarının MÖ 3000 yılın başlarında, 
      Arabistan savanalarında başgösteren yaygın kuraklık sonucunda 
      Mezopotamya’ya göç eden kabilelere mensuptur. Aynı isim İbranileri 
      Arapların bir kolu, İbraniceyi de arkaik Arapçanın bir diyalekti olarak 
      görür. Martin Bernal de Black Atena’sında bu görüşü destekler. Eliad’a 
      göre, ”belki kısmen Amoritler ve Hapiru (ya da Apiru)’larla 
      özdeşleştirilebilir. Gerald Messadie’ye göre bu isim Mısırlıların 
      İsrailoğulları için kullandığı isimdir. (Asurlurarın Araplar için 
      kullandığı Arap sözcüğünün ilk kullanım zamanını veren Aribu ismiyle 
      yakınlığı dikkat çekici) MÖ üçüncü bin yılın sonlarında, Kalde’nin Ur 
      şehrinden göç eden İbrahim ve kabilesi, Musa’dan yaklaşık 1000 yıl önce 
      Filistin’e yerleşir. 

      Yarı göçebe bir halde hayvancılık yapan İsrailoğulları, anayurtları 
      Filistin’den, yine bir kuraklık nedeniyle göç ederek Mısır’a yerleşirler. 
      Bu göçün başlangıcını teşkil eden Yusuf Peygamber kıssası, 
      İsrailoğullarının Mısır’a geliş sorununu da aydınlatan dramatik bir 
      öyküdür. Tarih olarak MÖ 1770-1580 arasında hüküm süren kolonyalist Hiksos 
      (eski Mısırca hik şasu, ya da heku şovset: Çoban Krallar) hanedanı 
      dönemine denk gelmektedir. (Esed)
      Önceleri, kendileri de bölgeye kolonyalist olarak dışardan gelmiş olan 
      Hiksos Hanedanı’nın himayesinde özgür bir toplum olarak Mısır’da yaşayan 
      İsrailoğulları, bu hanedanın yönetimine Mısır milliyetçilerince son 
      verilmesiyle birlikte artık zor bir döneme girerler. Kur’an’ın da tasik 
      ettiği gibi başından beri ehl-i tevhid olan İsrailoğulları, çok tanrılı 
      bir inanç sistemine mensup olan Mısırlılar tarafından, biraz da Hiksos 
      Hanedanı’na olan intikam hisleri nedeniyle dışlanırlar ve sistematik bir 
      biçimde köleleşirilirler.

      Messadie’ye göre MÖ 1307, Eliad’a göre 1260 yıllarında, ismi Mısır kökenli 
      olan Mos olan Musa Peygamber, İsrailoğulları’nı jenoside tabi tutan Mısır 
      yönetiminin elinden kurtarır. Hz. Musa Kur’an’a göre firavunun sarayında 
      büyümüş bir prenstir. Tora (ilk beş kitap) da bunu destekler. Bir görüşe 
      göre Musa’yı sarayda büyüten kraliçe Haçepsut’tur. Messadi, bu firavunun 
      I. Seti olduğunu söyler. Öyle anlaşılıyor ki, o ölüp yerine muhalifi III. 
      Tutmes geçince Musa saraydan kaçmıştır. (Leiden İsl. Ans.) 
      Sina’da vahyi alan Hz. Musa, bir yandan da İsrailoğullarının Kur’an’ın 
      ”maymunlaşma” (2:65, 7:166) olarak nitelendirdiği yabancılaşmasının önüne 
      geçmek için çırpınır. Bu dönemde, Mısırlıların Hotor (İnek) tanrısına 
      tapmadan tutun da, özgürlüğü soğan ve sarımsakla takas etmek istemeye, 
      bahşedilen nimetlere nankörlükten tutun da ”Allah’ı açıkça görmedikçe sana 
      iman etmeyeceğiz” demeye kadar, bir dizi azgınlık ve sapkınlık örnekleri 
      sergilerler. (İslamoğlu)

      40 yıl yeni bir neslin doğmasının yanında eski neslin ikiye kadar 
      kırılmasını da bekleyen Hz. Musa, ilahi talimatların klavuzluğunda 
      İsrailoğulları’nın vahyi yeryüzünde temsil ve tebliğ misyonunu gereği gibi 
      ifa edebilmesi için terbiye eder.

      Kenan’a yerleşen İsrailoğulları 3’ü yönetici 9’u etba kabile olmak üzere 
      12 kabileden oluşur. MÖ 1050’lerde peygamber Samuel Saul’u (Kur’an’daki 
      adıyla Talut’u) kral olarak atar ve ünlü Krallar Dönemi, böyle başlar. Hz. 
      Musa’nın vefatıyla Kral Talut dönemi arasında İsrailoğulları tam 7 kez 
      tevhid akidesinden inhiraf edip yeniden ihtida etmişlerdir. (İbn Hazm)
      İsrailoğulları’nın altın çağı Davud ve oğlu Süleyman (961-922) 
      dönemleridir. Kaybolan Ahit Sandığı (Tabut) bulunur, Kudüs dini merkez 
      olarak inşa edilir. Mukaddes Mabed inşa edilir. Hz. Süleyman’ın ölümünden 
      sonra devlet Kuzey Krallığı (İsrail) ve Güney Krallığı (Yahuda) olarak 
      ikiye bölünür İsrail, Yahuda’nın da lojistik desteğiyle MÖ 722’de Asur 
      tarafından yerle bir edilir. MÖ 587’de sıra Yahuda’ya gelmiştir. Babil 
      kralı II. Nabukadenossor Kudüs Mabedi’ni yerle bir ederek tüm Yahudileri 
      Babil’e sürgün olarak götürür. Bu döneme Apokaliptik dönem adı verilir. Bu 
      dönemde Ezra (Uzeyr) tamamen ortadan kaybolmuş olan Tevrat’ı, insanların 
      hafızasından yeniden derler. Ezra II. Musa olarak lakaplandırılmayı hak 
      etmiştir. Tevrat tomarlarına bir zeyl olarak daha sonra gelen 
      peygamberlerin hayatını ve mesajlarını da ekleyen Ezra’nın bu 
      biyografileri, daha sonra Kitab-ı Mukaddes metinleri arasında yerini 
      alacaktır.

      539’da Mezopotamya’yı işgal eden Pers imparatoru Kirus, Yahudileri Babil 
      esaretinden kurtarır. Kirus’un yardımıyla Mukaddes Mabed yeniden inşa 
      edilir. MÖ 339’da İskender’in Afrika’ya çıkışıyla, Yahudiler arasında 
      Helen kültürü hakim olur. Birkaç kuşakta, dil İbraniceden Yunancaya döner, 
      Tevrat’ın ilk Yunanca tercümesi bu dönemde yapılır. Yunan felsefesinin 
      etkisiyle, Torah (Şeriat) te’vile açılır. Bu işi daha sonra Filon 
      tamamlayacaktır. Bu dönemde, Yunan işgaline karşı milliyetçi duygularla 
      ayaklanmalar olur.

      İskender’in MÖ 323’de ölümünden sonra, Yahudi, Mısır’a hakim olan 
      Ptolemiler’in, önemli bir Yahudi nüfusu barındıran İskenderiye’yi başkent 
      yapmalarından itibaren topraklarının bir parçası haline gelir MÖ 198’de 
      Yahuda, Selevkoslar’ın eline geçer. MÖ 167’de Roma imparatoru IV Antiokhus 
      Yahudi Şeriatı’nı yürürlükten kaldırır ve Mabed’e tanrı Zeus’un heykelini 
      yaptırır. Buna tepki olarak Makkabe isyanları başlar. Mabed isyancılar 
      tarafından 164’te geri alınır ve heykellerden temizlenir. Hanukkah’ın 
      sekizgün bayramı bu isyanın anısına hala kutlanmaktadır. 

      İşgaller karşısında Yahudiler Bu tavırlar geliştirirler. Bu farklı 
      tavırlar farklı mezhepler olarak kemikleşir: Ferisiler, Sadukiler, 
      Zealotlar ve Esseniler bunların belli başlılarıdır.

      MÖ 40’da Romalılar adına Yahuda’nın yöneticisi olan Herod, Roma tarafından 
      Yahudilerin Kralı ilan edilir.. MS 6’dan itibaren yarı sömürge durumuna 
      son verilerek resmen Roma mandası altına giren Yahuda, doğrudan bir Roma 
      valisi tarafından idare edilir fakat iç işlerinde nisbeten özerk bir 
      yapıya da izin verilir. MS 66’da Romalı vali Florus’un şiddete varan 
      uygulamalarına isyan eden Yahuda halkı, Romalılaşmış Yahudileri de 
      cezalandırma noktasına gelir. Bunu yapan Zelotlar (Sicarii)’a mensup 
      milliyetçi güçlerdir. Bu isyanı bastırma görevi 69’da imparator ilan 
      edilen Vespasien tarafından oğlu Titus’a verilir. 28 Ağustos 70’te mabed 
      yakılarak yok edilir, Ekim’de tüm Kudüs yerle bir edilir. 74’te son kale 
      olan Masada da düşer. Bu tarih yaklaşık 2000 yıl sürecek bir diaspora 
      (gurbet)’in başlangıcıdır. 

      Arabistan Yahudilerinin bölgeye göçünün bu olayın akabinde gerçekleşmiş 
      olması kuvvetle muhtemeldir. Önce Necran’a yerleşen Yahidiler daha onra 
      Medine, Hayber, Fedek vs. gibi yerlere dağılmışlardır. (İslamoğlu)
      133’te Mesih’lik idiasıyla ayaklanan Bar Kohba ve taraftarları, Romalılar 
      tarafından korkunç bir şekilde cezalandırılır. Yine de MS III. Yüzyıla 
      kadar yerli bir haham tarafından sözde özerk bir biçimde sürdürülen Yahuda 
      yönetimi, bu yüzyılda Hıristiyanlığın Roma tarafından resmi din olarak 
      kabul edilmesiyle birlikte Yahuda, şeklen de ortadan kalkar.
      Yahudiler 70 yılındaki bu büyük soykırımdan kaçarak Güney Arabistan, Kuzey 
      Afrika, Güney, Batı ve Doğu Avrupa, Suriye, İran’a kadar geniş bir 
      coğrafyaya dağılırlar. 1492’de Hıristiyan egemenliğine geçen İspanya 
      tarafından kovulan Sefarad Yahudileri Fas’a, Hollanda’ya ve Osmanlı 
      topraklarına sığınırlar. Sonrası malum. 
      Şeriat anlamına gelen Torah, Hz. Musa’ya gelen 5 kitaptan oluşur: Bereşit 
      (Tekvin), Şemot (Çıkış), Vayikra (Levililer), Be-Midbar (Sayılar), Devarim 
      (Tesniye) Eldeki Eski Ahid’de, Torah dışında peygamberlerin hikayelerinden 
      oluşan Nebiim ve azizlerin biyografilerinden oluşan Ketubim 
      (Hajiyograflar) bölümleri yer alır. Bu üç bölümden oluşan Eski Ahid 
      ”tanah” diye kısaltılır. 
      Tevrat’ın aslının kaybolduğunu, yine kendisinden öğreniyoruz. II. 
      Krallar’da, kaybolan Tevrat’ı mabedin restorasyonu sırasında Hilkiya adlı 
      bir görevlinin bulduğu dile getirilmektedir. (22/8) Bu kayboluş tek 
      değildir. Babil sürgünü sırasında, Babillilerin sistematik takibi sonucu 
      elde hiçbir nüshası kalmayan Tevrat’ı, daha sonra hafızadan ve eldeki 
      verilerden yola çıkarak derleyen Ezra’dır (Uzeyir). Bu hizmetinden dolayı 
      Ezra II. Musa lakabını kazanmışır. 

      Tevrat’ın, bugün elde bulunan metninin asıl metinden değil de hafızadan 
      derlendiğinin göstergesi, Tevrat’ta anlatılan olayların hep iki varyantla 
      anlatılmış olmasıdır. Bu iki metinden biri Yahvist (J) metindir ki, bu 
      varyantta Tanrı’nın adından Yhvh olarak söz edilir (MÖ X yy). İkincisi 
      Elohist Metin’dir ki, bu varyant da Tanrı için Elohim çoğul ismini 
      kullanır ve birinciye göre daha sonra kaleme alınmış (MÖ VII yy) bir 
      varyanttır. Bunlardan ayrı olarak D ile simgelenen Dötoronomist metindir 
      ki, Tesniye’nin bir kısmının redaksiyonundan ibarettir ve MÖ 622’ye 
      tekabül eder. P ile simgelenen Rahipler Metni ki, kaynağı Levililer olan 
      bir gurup haham tarafından kaleme alınmıştır.

      Nebiim (Peygamberler) ”eskiler” ve ”yeniler” olarak ikiye ayrılır. 
      Eskiler, tarihi kıssalar içeren altı kitaptan müteşekkildir: Yeşu, 
      Hakimler, I. Samuel, II. Samuel, I. Krallar, II. Krallar isimli kitapların 
      biyografisini verdiği isimler Hz. Musa’nın halefleri olan Yeşu, Samuel, 
      Saul Talut), Davud, İlyas, Elyesa peygamberlerdir. Yeniler’de ise İşaya, 
      Yeremya, Hezekiel, ve 12’ler diye anılan peygamberlerin vahiyleri ve hayat 
      hikayeleri vardır. Ketuvim (Kitaplar)’de ise 150 ilahi ve duadan oluşan 
      Davud’un Mezmurlar’ı (Zebur), Meseller, Eyüb gibi değişik çağlara ait 
      değişik kitaplardan müteşekkildir. 

      Daha sonraları farklı versiyonları ortaya çıkan Tevrat’ın toplam kaç 
      farklı nüshası olduğunu bilmiyoruz. Ancak, el-Fasl’ında, An’anilerin, 
      Rabbanilerin, İsevilerin Tevratı ve Filistin’den çıkarılması yasak olan 
      Samirilerin Tevratı diye 4 ayrı nüshadan söz eden İbn Hazm, dördüncüsünü 
      göremediğini, fakat ilk üçünü görüp incelediğini ve bazı bölümlerinin 
      edisyon kritiğini yaptığını söyler. Bu konuya eserinde bir tam cilt 
      ayırarak bu alandaki derin bilgisini kanıtlar.
      Kitab-ı Mukaddes’in, yukarda verdiğimiz bölümlerine ek olarak ortaya çıkan 
      ilk eksiksiz versiyonu MÖ II. Yüzyılda tamamlanmış olan Yetmişler adı 
      verilen Grekçe versiyondur. Bu versiyonda, Apokrifler adı verilip Kutsal 
      Kitab’a dahil edilmeyen materyaller vardır.MÖ III. Yüzyıldan itibaren 
      Kitab-ı Mukaddes’e Apokaliptik metinler ilave edilir. Yahudi mistisizminin 
      ilk yazılı kaynaklarına MS 1. Yüzyılda rastlanır. Birincisi Tekvin’in 
      mistik yorumu (ma’aseh bereshit), ikincisi Hezekiel Peygamber’in Arş’ı 
      taşıyan semavi araçı tasvir eden ”Merkabah”sıdır.

      Filon, Kitab-ı Mukaddes’i Eflatun’un Sudur Nazariyesi’ne uyarlayarak 
      te’vil eder. Ona göre beden ruhun hapisanesidir. MÖ 150’den itibaren 
      Ölüdeniz yakınlarındaki Yahuda çölünde Çileci bir hayat süren Esseniler'e 
      ait literatür 1947’de Kumran’daki 11 mağarada bulunur.
      Yahudi literatürü Mişna ve ona ilave edilen iki Talmud (Kudüs ve Babil 
      Talmudu) ile genişler. Mişna, ”halakah” yani hukuki bir yorumdur. MS 
      200’de tamamlanan altı bölümde tasnif edilen 63 kitaptan müteşekkildir. MS 
      V. Yüzyılda tamamlanan Filistin Talmudu Babil Talmud’una göre daha eski 
      fakat üç kez kısa bir hukuki tefsirdir. Amoraların çalışması Gemara isimli 
      uzun bir tefsire sahip iki derlemedir.

      Talmud’un halakaik (hukuki) tefsiri, Rabbinik literatürün sadece bir 
      kısmıdır. Diğer kısmı ise hem halakaik hem de haggadik (kelami ve tarihi) 
      metinlerden oluşan midraş (tefsir)’lardan oluşmuştur. Hemen hatırlamak 
      gerekir ki, medine’deki Yahudi mabedinin adı da Beytu’l-Midras(ş)’tır. 
      Buradan, Medine Yahudilerinin üçüncül kaynaklardan beslenen bir geleneğe 
      sahip olduğunu çıkarsamakta bir mahzur olmasa gerek.
      Haggadik (kelami ve tarihi) midraşlar külliyatı MS 13. Yüzyıla kadar gelip 
      dayanır. Bunlar arasında Tekvin tefsiri olan Midraş Rabbah, Rav Kahana’nın 
      vaazlarından oluşan Pesikta’sı, 6. Yüzyılda yaşamış Filistinli bir hahama 
      ait olan Midraş Tanhuma bunlardan belirgin olanları.
      Bu tefsirler, yazıldıkları dönemin tipik özelliklerini taşırlar. Babil 
      sürgününde yazılanlar Babil dininin özelliklerini ve gizemini Yahudiliğe 
      taşırken, Helenist dönemde kaleme alınanlar Yunan Çoktanrıcılığını 
      içselleştirir. Diaspora döneminde ortaya çıkan tefsirler, bir kurtarıcının 
      (maşiah) gelip Yahudileri tekrar eski altın çağlarına döndüreceklerini 
      işler. Bütün bu geleneksel tefsirler, gittikçe aslın yerini alacak ve 
      Yahudi dini geleneği ”im kabbalah na kabbal” (gelenek değilse kabul 
      etmeyiz) aforizmasında ifadesini bulan bir mantık üzerine inşa 
      edilecektir. Kur’an’da Ehl-i Kitab’la ilgili eleştiriler sırasında 
      ”atalar” eleştirisi, işte bu mantığın reddidir.
      Bizim burada özel bir önem vermemiz gereken gelenek Kabbala diye 
      adlandırılan, hurufi (gramatolojik), rakamcı (nümerik), teosofik mistik ve 
      gizemci Yahudi geleneğidir. 

      Kabbala geleneğinin çıkış noktası Sefer Yetzirah (Yaratılış Kitabı)’dır: 
      10 sephirot muhtemelen 10 Emir’e tekabül eder. Bunları bir araya getiren 
      22 yol ise İbrani alfabesinin 22 harfine denk düşer. Böylece Yaradılış bu 
      32 unsurdan hareketle vuku bulur. (İlginçtir; Bahailiğin kurucusu 
      Bahaullah da 32 rakamı üzerine oturtmuştu öğretisini.) Sefer Yetsirah’ın 
      bu hekhalotik (hurufi) yorumu, Alman Hasidim Eşkenaz’ların (Alman ve diğer 
      Batı Yahudileri) düşüncelerinin merkezinde yer alır. Kabalist geleneği 
      zirvesine taşıyan Zohar’ın ilk habercileri Kastilyalı Yakub ve İshak Kohen 
      kardeşler olur. Bunlar helenistik gibi görünen alfabe harflerinin yer 
      değişikliği ve uyuşumu ile (bir metnin harflerini değiştirerek elde edilen 
      kombinezonlardan anlamlı kelimeler üretmek ve bunlardan yola çıkarak 
      yorumlar yapmak) mistik nümeroloji tekniklerini ortaya koyarlar.
      Josef ben Abraham Gikatilla (1248-1305) ve Leonlu Moise (1250-1305) Simon 
      bar Yohai’ye atfedilen ”sahteyazı” metin olan Sefer ha-Zohar’ın (İhtişamın 
      Kitabı) yazarıdır. Kabbalistin bütün faaliyetleri, tasarlanan üç amaçtan 
      birini gerçekleştirir: 1 Tikun: Zahidin kişiliğinde ve dünyada vahdet-i 
      vücudun ve uyumun yeniden canlandırılması, 2 Kavvanah: Kendi iç dünyasına 
      doğru gerçekleştirilen deruni seyahat, 3 Devekut: Ruhlarla vecd halinde 
      birliktelik. Zohar kitabı, bazı yorumlara göre, 1648 yılında beklenen 
      Mesih’in geleceğini haber vermektedir. (el-Mesiri) Bu Kabbalist hurufi 
      panteizmi, devrimci bir zemine taşıyan ve Yahudi tarihinde bizce dönüm 
      noktası sayılması gereken bir isim Polonya Yahudisi İshak Luria’dır.
      Burada bir nokta koyup, 32 yılını bir Yahudi, Yahudilik ve Siyonizm 
      ansiklopedisi hazırlamaya vakfederek Jaques Derrida’nın yapıçözüm 
      yöntemini kullanarak mevcut tüm Judaik kavramları tamamen bozup-dağıtarak 
      yeniden inşa eden Abdulvahhab el-Mesiri şöyle der: Konu üzerinde 12 yıl 
      çalıştıktan sonra 1984 yılına geldiğimde, akademik kariyerimin ve ilim 
      hayatımın en önemli gerçeklerinden biriyle karşılaştım. Polonya tarihi 
      bilinmeden modern Yahudi tarihi ne bilinebilir, ne yazılabilir.” Buna, 
      el-Mesiri’den esinlenerek şunu da ekleyebiliriz ki: İshak Luria bilinmeden 
      de Polonya yahudiliği ve dolayısıyla Sabataycılık ve Siyonizm bilinemez. 
      El-Mesiri İshak Loria’nın Kabalistlerin el kitabı Zohar’ı devrimci bir 
      yoruma tabi tutmasının sosyal ve siyasal nedenlere dayandığını söyler. 
      Bunlardan birincisi Mesih’in geleceği yıla tekabül eden Ukrayna’daki 
      Çiftçi Ayaklanması, ikincisi ise 1655’te gerçekleşen Rusya İsveç 
      savaşıdır. Ona göre, bu ve buna benzer olaylar Polonya Yahudilerini 
      derinden sarsar. (el-Mesiri)

         Aşkenazi Rabbi İshak, bu isimlerin baş harflerinden oluşan (ARİ) bir 
      sentezi temsil eden ”ARİ ha-Kadoş (Safed’in Kutsal Aslanı) felsefesini 
      ortaya atar. Bu felsefe, yaratılışı Tanrının bizzat kendi içindeki 
      karşıt/zıt faaliyetler süreci olarak tanımlar ve kötülüğü de bir takım 
      şeyleri içinde bulunduran ”vazonun kımıldamasıyla” düşen manevi parçaların 
      aktif bir varlığı olarak düşünür. Bu kozmik bir dramdır ve negativite 
      pozitif enerjiyi ortaya çıkartacaktır. Luria Kabbalacılığı 1630-1640 
      yılları arasında tüm Yahudi muhitlerini bir yangın gibi sarar ve topyekün 
      kurtuluş düşüncesini onlarda uyandırır.

      M. Eliade’a göre, bu teorinin kendisinde gerçekleşeceğini düşünerek, 
      kötülük eğilimlerini farkettiği İzmirli Sabatay Zvi’yi ilk farkeden 
      (keşfeden) Luriacı Kabbalist Gazzeli Nathan’dır (1643-1680). El-Mesiri de 
      aynı görüştedir. Yalnız o 1664 yılını gösterir. El-Mesiri’ye göre tam da 
      bu sırada İngiltere Yahudileri arasında, ”anavatana dönüş” düşüncesi 
      Hıristiyanlar arasında dahi Yahudiler tarafından yayılmaktadır: 1666 yılı, 
      Yahudilerin Filistin’e dönüşlerinin gerçekleşeceği iki bininci yılının 
      başlangıcını teşkil edecektir. 

      Sabatay Zvi, Sara isimli, Ukrayna’da bir bölgenin mali işlerinden sorumlu 
      olan birinin kızıyla evlenir. Bu kötü şöhreti olan bir kadındır ve o bu 
      evliliği de Luriacı Kabbalacılığın yorumuna uygun bir biçimde ”dışardan 
      kötü görünüp içerde yücelmek” (Melami tarzı) öğretisine uygun olsun diye 
      yapmıştır. Dahası şeriatın tüm formel emirlerini alenen çiğnemeyi, 
      yasakları işlemeyi özendirecek sözler söylemeye başlamıştır. (1648) Bu 
      tavrından dolayı İzmir’den Hahamlar tarafından kovulur. Selanik’e gider, 
      orada ve mücavir kentlerde tüm haramları helal eden, tüm helalleri haram 
      eden öğretisini Yahudileri çağırır. Birkaç ay İstanbul’da kalır. Kahire’ye 
      gider ve Kabbala öğretimi halkasına katılır. O halkanın üyelerinden biri 
      de Devlet Hazine Müdürü Yahudi Cemaati liderlerinden Rufail Yusuf 
      Çelebi’dir. Sonra Filistin’e gider.

      Gazzeli Nathan tarafından beklenen Mesih olduğu ilan edilen Sabatay Zvi, 
      hüzün bayramlarını sevinç bayramları olarak kutlanmasını söyler. Mesih 
      Sultan’ın tacını da ele geçirecektir. El-Mesiri’ye göre Luria 
      Kabbalası’nın temel fikirlerinden birine dayanmaktadır bu talep. 1665 
      yılının Mayıs ayında Kudüs’e giren Sabatay Zvi, tüm evrende tek yönetici 
      kudretin kendi olduğunu ilan eder. Bir ata binerek Kudüs’e 7 kez tavaf 
      eder. Şiddetli saldırılarla karşılaşır ve şehirden çıkarılır. Zvi, 1666 
      yılında İstanbul’a giderek Sultan’ı tahtından indireceğini ilan eder. 
      Şubat 66’da İstanbul’a varır ve yakayı ele verir. Gelibolu Kalesi’nde 
      mahkum edilir. Yavaş yavaş mahkumiyet gevşetilir. Bu sırada her taraftan 
      ”hacılar” gelmektedir ziyaretine. Bu yılın Eylül ayında Kabbalacı 
      Polonyalı Haham Nehemya ziyaretine gelir. Onun uçuk iddialarını 
      reddetmekle kalmaz, Sultan’a etkin bir şikayet dilekçesiyle başvurur. 
      Mahkeme edilir ve ölüm cezasına çarptırılır. Tek kurtuluş yolu vardır 
      müslüman olmak. O da sureta müslüman olarak, ölümden kurtulur ve Kabalist 
      gelenekte Mesih’in vasıflarından biri olan sureta dinden çıkma yorumuna da 
      uygun hareket etmiş olur. Kapıcıbaşı payesi verilerek Arnavutluk’ta 
      mecburi ikamete tabi tutulur. 1676’da koleradan ölür.

      Adamlarından bir kısmı onu terkidir. Fakat çoğunluğu ona sadık kalır. 
      Tevrat’ın Mesihçi bir yorumla reddi, Sabatay Zvi’nin ruhunun kendisine 
      girdiğini savunan Jakop Frank (1726-1791) tarafından Polonya’da 
      Sabataycılık yayılmasını hızlı bir biçimde sürdürür. Polonya Hasidizmi, 
      Zvi’nin fikirleri etrafında bir senteze gider. Sabataycı Hasidîler, cinsel 
      birleşme sırasında, yemek ve ayak yoluna çıkmak gibi aktiviteler sıraında 
      da ibadet etme tarzını övünerek uygularlar.

      El-Mesiri, Sabatay Sevi’yi ortaya çıkaran krizin, Hahamlar tarafından 
      Yahudiliğin sokulduğu kimlik krizi olduğunu söyler. Ona göre ortaçağın 
      tipik bir özelliği olan skolastik yönelişlere karşı gelişen akılcı ve 
      yorumcu atak Yahudilik içerisinde de ses getirmiştir. Klasik Hahamlık 
      kurumu’nun sonunu getirmiştir bu yöneliş. Aynı isim der ki: ”Sabatay Sevi, 
      bu konuda çağdaşı Spinoza’ya benzemektedir. İkisi de aynı krizden 
      sözetmektedir, ikisi de Kutsal Yasalara (halakah: şeriat) karşı meydan 
      okumakta, ikisi de tüm dikkatleri bu dünya üzerinde yoğunlaştırarak 
      laik/seküler bir özden yola çıkmaktadır. Ne var ki, Zvi içerden meydan 
      okurken Spinoza dışardan meydan okumaktadır. İkisi de, hululidir, yani 
      tabiatçı panteisttir. Tabiatla Tanrı’yı aynileştiren bir düşünceye 
      sahiptir. Varlık birdir ve mükemmeldir. Varlıklar bir olan’dan derece 
      derece inmekle çeşitlenirler. Bu yönelik, Zvi’de dini bir kimliğe 
      bürünürken, Spinoza’da laik ve felsefi bir kimliğe bürünmüştür.” 
      (el-Mesiri 5/20)

      İsrailiyyat adı verilen Yahudi geleneğinin hadise etkisi araştırılmışır 
      da, Kabbalist Yahudiliğin İslam Teosofik sufizmi üzerindeki etkileri hala 
      araştırılmayı bekleyen bakir bir alandır. Tıpkı, Yunan düşüncesinin 
      teosofik sufizm üzerindeki etkisinin araştırılmayı beklediği gibi.

      *NOT: Bu çalışma, İslami Araştırmalar Vakfı başkanı Prof. Dr. Ali Özek ve 
      arkadaşlarının talebi üzerine İSAV’da sunulmuş bir tebliğdir. 
     
      Mİ.
      MUSTAFA İSLÂMOĞLU..,
      Yazarın diğer makalelerini okumak için TIKLAYINIZ !

     
http://www.angelfire.com/wy/yaw/Askenaz/askenaz.html

Türk Musevileri Karaimler hakkındaki sayfayı okumak için 
TIKLAYINIZ.. 


http://www.angelfire.com/wy/yaw/Karaimler/karaimler.html


***

BANA YALAN SÖYLEYEN YILLAR., YAZI SERİSİ BÖLÜM 4

BANA YALAN SÖYLEYEN YILLAR., YAZI SERİSİ BÖLÜM 4


Yolsuzluk Ve Rüşvet

Av. Cemil Can.,

2010'da yapılan Anayasa referandumuna bugünleri yaşamamak için “hayır” demiştik. O değişikliklere “evet” deyince; ordumuza “kumpas” kurulabilir, yargı yürütmenin denetimine geçip adalet ortadan kaldırılabilir, iktidarı denetleyen -Sayıştay gibi- kurumlar işlevsiz hale getirilerek yolsuzluk ve rüşvet tavan yapabilir demiştik. Hatta yabancı güçlerin desteği ile iktidara gelen AKP, diyet borcunu ödemek için ulusal çıkarlarımızdan olmadık tavizler verebilirdi. Yıllardır yan yana yaşadığımız komşularımızla, sudan sebeplerle düşman hale getirebilirdik. Zorunlu olmadığı halde Telekom ve Tekel gibi kar eden milli kuruluşlarımız yok pahasına yabancılara satılabilir, yandaşlara peşkeş çekilebilirdi... Dışarıdan aldığımız borçlar, halkın yararlanacağı yatırımlara dönüştürülme yerine, yandaşlara kredi olarak verilerek, bir avuç insanın zenginleşmesi sağlanabilirdi. Bu yolla iktidar kendi zenginlerini yaratıp, borçları her zamanki gibi yoksul halkın sırtına yıkabilirdi... Hepsinden de önemlisi, o anayasa değişikliklerine “evet” demekle, demokratik devletin yaşaması için hayati öneme sahip “kuvvetler ayrılığı ilkesi” ortadan kaldırılabilir ve hükümet egemenlik yetkisini keyfi olarak kullanmaya başlayabilirdi. Bu sonuncusu ise son derece tehlikeliydi, zira rejimin otoriterleşmesi ve demokrasinin yok edilmesi sonucunu doğurabilirdi!.. Din ve dince kutsal sayılan değerleri sömürerek, yoksul kesimlerin desteğini alan AKP iktidarı, halka yakınlığını göstermek için ekonomiye hiçbir katkısı bulunmayan imam-hatip okullarını açmayı sürdürerek, demokrasinin olmazsa olmazı olan “laiklik ilkesini” ortadan kaldırabilirdi... Nitekim kaldırıldı da... Dediklerimizin hepsi bir bir gerçekleşti...
2002-2012 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığının 5 bin 360 personeli MEB'na atanmıştır. Bu dönemde devlet bankalarının bile genel müdürleri imam-hatipliler arasından seçilmiştir. AKP iktidarında, 5 bin okul imam-hatipe dönüştürülmüştür. Bunlardan mezun olacak imam ve hatipler nerede istihdam edilecekler? Her imam için bir cami yapılacak değil herhalde. 2002'de 74 bin olan Diyanet'in personeli, bugün itibariyle 129 bin 376'ya çıkmıştır. Buna karşılık, 300 binin üzerinde ataması yapılmayan öğretmenimiz var. Diyanet, 5 milyar 442 milyar liralık bütçesi ile genel bütçeden 13 bakanlıktan fazla pay almıştır... Kuran kurslarında yaş sınırının kaldırılmasının ardından, Diyanet İşleri Başkanlığı “Kuran Kursları Okulöncesi Din Eğitimi Projesi” hazırladı. 4-6 yaş arasındaki çocuklara, “oyun ve şarkılarla” temel dini bilgileri öğreteceklermiş... Bütün bunlar yetmiyormuş gibi ana muhalefet partisi yeni CHP'nin Ankara Milletvekili Sinan Aygün de Ayasofya'nın ibadete açılmasını istiyor. Aynı şekilde Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, Meclis'te cemevi açılması için dava üzerine dava açıyor... Böyle bir devlete “laiktir” denebilir mi?..

Bu sakıncaların tümü, halkoylamasından önce, halka olabildiğince anlatılmaya çalışılmıştır. Anayasa değişikliklerine, bu nedenlerle “hayır” denmesi gerektiği ısrarla vurgulanmıştır. Medya ve iletişim olanaklarının neredeyse tamamına yakını, iktidarın veya yandaşlarının elinde olduğu için onların yalan propagandaları daha etkili olmuştur. Bu yüzden de sonuç “evet” çıkmıştır. Anımsarsınız, o günlerde üzerinde en fazla durulan konulardan biri “pozitif ayırımcılık”tı ve geçen zaman içerisinde tamamen unutuldu gitti!...
Korkulanların neredeyse tamamı gerçekleşti diyebiliriz. 12 yıllık AKP iktidarında; hükümet 400 milyar dolar civarında borçlanmıştır. Şimdilik durdurulabilen ikinci yolsuzluk operasyonundaki yolsuzluğun boyutu ise 100 milyar dolardan fazladır. Gazetelere yansıyan gözaltı kararından anlaşıldığına göre, 41 “işadamı” haksız yere, halkın cebinden 100 milyar dolardan fazla para çalmıştır. Yani toplam dış borcumuzun dörtte biri bunlara gitti. Hortumlanan paraları her halükarda ödeyecek olan yoksul halkımızdır!.. Başbakan'ın “yedirmeyiz” dediği Halkbank'ı çoktan yemişler bile; yüzde 48.9'u yabancılara satılmış olan bankanın, borsada işlem gören hisselerinin ise yüzde 78'i de zaten yabancıların elindeymiş!.. Sayıştay'ın 2012 yılı hesapları ile ilgili hazırladığı rapora göre, 30 Mart 2013 tarihi itibariyle 3 milyar TL üzerindeki batık kredi sayısı 124'tür ve bu şirketlerin bankaya olan toplam 627.7 milyar liralık borcu takiptedir!..

AKP iktidarı ise yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarını engellemeye çalışıyor. Soruşturmalar Başbakanın çocuklarına kadar dayanmış. Hükümet, “soruşturmanın gizliliği”ni ortadan kaldırmak için yasalara aykırı yönetmelik çıkartmanın peşindedir. Soruşturmayı yürüten polisleri görevlerinden alıyorlar. Polisler, savcılığın gözaltı kararını yerine getirmiyor. Hükümetin adamı bir başsavcı, soruşturma yapan savcıları, yalan yanlış belgeleri basına sızdırmakla suçlayıp, dosyayı ellerinden alıyor. Başbakan ise, bu gelişmeler üzerine polis savcılığın emirlerini uygulamalı diyen HSYK'yı hedef gösteriyor. “Yetkim olsa HSYK'yı yargılarım” diyerek, yargının tepesine gözdağı veriyor!.. İktidar bütün bunlara rağmen; utanmazlığın, arsızlığın ve yüzsüzlüğün zirvesinde oturabiliyor...
Sonuç itibariyle, faturası halka çıkacak olan bu gelişmelerin yaşanmaya başlanmasıyla, dolar 2.17' TLyi, avro ise 3 TL'yi aşmış. Faizler yüzde 10.36 seviyesine kadar ulaşmış. Halktan çalınan paralar, ayakkabı kutuları içinde dururken bile çoğalıyorlar. Bir faiz cenneti olan Türkiye'den son 11 buçuk yılda 101 milyar dolar, faiz adı altında transfer yoluyla yurtdışına çıkartılmış... O kadar mı yani demeyin lütfen. Borçlandığımız paraların yarısının trafiği böyledir!.. Yeter ki, parayı takip edebilin yolsuzluğa karışanları, hırsızlık yapanları bulabilirsiniz!..

***
Bu arada İstanbul Cumhuriyet Savcılığı da “Gezi olayları” nedeniyle iddianame düzenleyip, dava açmıştır. İlginç olan, iddianamede Bezmi Alem Valide Sultan Camii'nde içki içildiğine ilişkin bir delil bulunmadığı saptamasına yer verilmiş olmasıdır. Bunun anlamı, tam aksini iddia ederek aylarca ortalığı ayağa kaldıran Başbakan ve arkadaşlarının yalan söylediğidir. Başbakanın utanmadan, sıkılmadan din ve dince kutsal sayılan değerleri sömürüp, istismar ettiği bir kez daha kanıtlanmıştır. Bu yalın gerçeğe rağmen, Başbakan Erdoğan Fetullah Gülen'i eleştirirken; “Kuran, Allah, peygamber diyeceksin ama adın kasetlerle, komplolarla anılacak. Hiç kimsenin bu aziz dine bunu yapmaya hakkı yok” diyerek, Cemaatin Erdoğan'a karşı sözlerini “din”e karşı yapılmış gibi gösterebilmektedir... “Birilerinin topu tüfeği varsa, birilerinin her türlü hilesi varsa, neyi olursa olsun bizim Allahımız var bize o yeter, bize millet yeter...” sözleriyle de din sömürüsünü en acımasız şekilde kullanmaya devam edilmektedir. Yakında “Din elden gidiyor” diyerek, halkın sokağa inmesini isterlerse şaşırmamak gerekir!.. Türkiye baştan başa yolsuzluk ve rüşvetle çalkalanırken, hükümet yandaşlarını yargıya teslim etmiyor. O yüzden olsa gerekir “Kimin ne hesabı varsa, kendilerine güveniyorlarsa 30 Mart'ta seçim var, o seçime girsinler, hesabı orada milletle görsünler” demektedir... Bu ülkenin Başbakanı artık TSK'nın komuta kademesini demir kafese tıkan yargıya güvenmiyor. Bu yüzden iş kendisine gelince, mahkeme yerine sandığı gösteriyorlar!..

***
Birkaç hafta önce, Başbakanın konuşmalarını hazırlayan başdanışmanı Yalçın Akdoğan'ın eniştesi ile eski bakan Suat Kılıç'ın kayınpederinin şüpheliler arasında yer aldığı “112 acil servis yolsuzluğu”nda; yüzlerce müteahhit, 300'e yakın 112 acil servis istasyonu kurdurmak sahtekarlığı ile dolandırılmıştı. Dikkatler ikinci yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasına yoğunlaşmışken, böylesine kapsamlı bir soruşturmada takipsizlik kararı verilebilmiştir!.. Belli ki, hükümetin istediği, kabineye doğru gelecek olan soruşturmaları jet hızıyla kesecek savcıların görevde olmasıdır. Başbakan'ın HSYK'yı yargılamak istemesi ve yeni Adalet Bakanı Bekir Bozdağ'in, basın açıklaması yapan HSYK'yı, anayasayı ihlal etmekle suçlaması bu yüzden olsa gerekir!..

***
Görünürde Erdoğan taraftarları ile Gülen taraftarları arasında geçen bu savaş, gerçekte CIA ile AKP arasındadır. 
ABD desteği ile iktidara gelen Erdoğan, iktidar sarhoşluğu içerisinde, gerçek efendisi olan AB ve ABD emperyalistlerine güven vermez 
duruma gelmiştir. Bu nedenle de üzeri çizilmiş ve Erdoğan'sız hükümet arayışları başlamıştır. Kendi deyimleriyle; Erdoğan raf ömrünü tamamlamış, 
deliğe süpürülme zamanı gelmiştir. Bu yerinde saptamanın temel nedenleri şunlardır: Gazze'ye konulan ambargoyu Mavi Marmara gemisi ile 
delmeye çalışmak, Davos'ta ABD'nin tartışmasız müttefiki İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e “one minute” diyerek kafa tutmak, 
ABD'yi Suriye'ye karşı savaş ilan etmeye zorlamak, ABD'nin yardımı ile iktidara getirilen ve yine CIA'nın marifeti ile devrilen 
Müslüman Kardeşler Örgütü Lideri Mursi'yi sahiplenmek, uranyum zenginleştirmesi nedeniyle ambargo uygulanan İran'a, altın ihracatı 
yaparak ambargoyu delmek, füze alım ihalesini NATO'ya rağmen Çinli bir firmaya vermeye kalkışmak ve Türkiye'yi Şangay İşbirliği Örgütü'ne 
alması için Putin'e yalvarmak gibi tutarsız politikalardır. Bütün bu gelişmeler Erdoğan'ın AB-ABD kontrolden çıktığının kanıtları olarak kabul 
edilmiş ve ipi çekilmiştir... Sıra Erdoğan'ın boğazına “kıllı örümceğe benzeyen eliyle” ipi çekecek zavallı çingeneyi bulmaya gelmiştir... 

Yolsuzluk ve rüşvete bulaşmayanlar, bulaşanları görmezden gelmez artık. O bakımdan ipi çekecek olanlar da aralarından çıkartılacaktır!.. 

Biraz daha bekleyelim hele. Erken bir seçim ise, iktidarın kurtuluşudur, ona asla yanaşmamamız lazım!..


********


Necdet Paşa’nın hasmı ben ve bu generaller mi?


Sabahattin Önkibar

Gazetelerde çıkan haber şöyleydi: “28 General’e orduevi yasağı”.
Aralarında Nusret Güner, Naci Beştepe, Türker Ertürk, Osman Özbek ve Yaşar Müjdeci gibi generallerin bulunduğu 28 yiğit insana Genelkurmay Başkanı Necdet Özel “Orduevlerine giremezsiniz” dedi.
Peki, bu isimler TSK’yı utandıracak bir haysiyetsizlik mi yaptı?
Tam tersine, TSK’yı haysiyetsiz ilan eden örgütlere boyun eğmeyip medyadan hadlerini bildirdi.
Üstelik bunu bazıları Deniz Kuvvetleri Komutanlığı gibi bir makamı feda ederek, yani bedel ödeyerek yaptılar.
Gayeleri, Peygamber ocağı ve Atatürk Otağı olarak gördükleri şanlı kurumlarını sahiplenmekti.
Necdet Özel bunları ödüllendireceğine cezalandırdı!
Hedef aldığı sadece onlar mı?
Bana da iki ayrı ceza davası teşebbüsünde bulundu. 
Birincisinde gerekçesi, Tayyip Erdoğan’ın Barzani ile beraber katıldığı Diyarbakır seyahatinde şehitlerimiz için “boşuna öldüler” ifadesini kullanmasını eleştirmem.
“Şehitleri sahiplendin diye nasıl suç duyurusu yapılır” demeyin; Necdet Özel’in görevlendirdiği askeri savcı yaptı bunu.
Aynı şekilde tarikatçı iki gazetenin art arda Genelkurmay Karargâhı’nda ağırlanıp onlara mülakatlar verilmesini “Genelkurmay tarikata mı girdi” başlığı ile yazdığım ironik bir esprimi de ihbar etti.
Ağlamak mı, gülmek mi lazım bilmiyorum.
PKK ve F tipi örgüte karşı duruşları ortada olanların, TSK’ya sahiplenmeyi namus bilen bizlere takındığı bu tutum söyleyin aslında neyi anlatıyor?
Komplolarla esir alınan silah arkadaşlarının hukukunu  koruyamayan Necdet Özel  bakın nelerle uğraşıyor!
İmamla müftünün suç ortaklığı belgesi
Bir ceza davası.
Dosya Yargıtay’da. Yargıtay’daki “Cemaat İmamı” karar için dosyanın özetini Hocaefendiye yani Pensilvanya’ya gönderiyor ve oradan gelen emirle hüküm veriliyor. 
Bunu anlatan kim mi?
O davanın görüldüğü süreçte Adalet Bakanı olan Mehmet Ali Şahin. 
Aynı Şahin Yargıtay’daki o cemaat imamını tanıdığını da  ifade ediyor.
Hayır, bu rezil tablo sadece Yargıtay’ın ne hale getirildiğini değil, aynı zamana AKP iktidarının onlara nasıl göz yumduğunu gözler önüne seriyor; çünkü o imamın önünü açan müftülük makamında kendileri oturmaktadır. 
Eğer bugün malum çatışma yaşanmasaydı Mehmet Ali Şahin bu olayı anlatacak mıydı?.. Hayır.
Evet, devletin içinde örgüt kesin de, ona yardım ve yataklık edenler de var...
İkisi de behemehal temizlenmelidir.

Hırsız ve TGB!

Geçtiğimiz Cumartesi günü. Kızılay’ın en kalabalık yerinde yürüyorum.
TGB’li olduğu flamasından belli olan pırıl pırıl bir genç bağırıyor:
-Hırsız vaaaar....Hırsız vaaar....
Benzer bir çığlık diğer köşeden yine TGB’li bir kızımızdan:
Hırsız vaaaar, hırsız vaaar.
Bir üçüncü daha ötelerden:
Hırsız vaaar, hırsız vaaar.
Abartısız yürüyen o büyük kalabalığın tamamı bu muhteşem manzarayı başlıyor  alkışlamaya.
Baktık iki polis gencimizi yakalamış. Halk anında elinden alıyor.
Ve dün Fenerbahçe-Kayseri maçında on binler tek ses tek yürek:
“Her yer rüşvet, her yer yolsuzluk...”
Selam sana Kadıköy, selam sana Türkiye Gençlik Birliği.
Bu ateşi siz yaktınız, yolunuz açık olsun!
ATV-Sabah ve Korkmaz Yiğit!
ATV ile Sabah’ı Kalyon İnşaat satın aldı, dediler ama bu matematiğe aykırı.
Öyle; çünkü Kalyon gibi eti-budu belli bir şirketin 1 küsur milyar dolara böyle satın almayı yapabilmesi eşyanın tabiatına aykırı.
Ayrıca basın sektörü rantabl yani kârlı bir sektör değil. Tersine zarar ediyor. Dolayısı ile hiçbir işadamı bu kadar büyük bir parayı kâr etmeyen ve gelecek bağlamında siyasi riskleri sinesinde barındıran bir medya kurumuna bağlamaz.
Realite bu ise bu satın alma nasıl ve niçin mi?
Onu savcılık soruşturması ile öğrenecektik ama engellendi.
Ancak engellenmeye rağmen şu söylenti ya da soru dillerdedir:
-İddia edildiği gibi bu satın almada büyük ihaleler alan 10 büyük grup 100’er milyon dolar vermiş midir? Vermemiş ise Kalyon hangi kaynak ya da kredi ile bu satın almayı yapmıştır?
Aha buraya yazıyorum. Gün gelecek bu konu bağlamında 10 tane Korkmaz Yiğit davası misali davalar açılacak.
En Tayyipçi Rıdvan!
Şükrü Saracoğlu Stadı’nda Başbakan’a karşı yapılan tezahüratları kınıyormuş.
Çünkü Tayyip Erdoğan iyi bir Fenerbahçeli imiş ve ülkeye büyük hizmetler yapmışmış.
En kahraman, pardon en Tayyipçi Rıdvan böyle diyor.
Bana bak Rıdvan Dilmen, Fenerbahçe sana babandan miras mı ki Tayyip’e peşkeş çekiyorsun?
Kimsin sen, böyle bir şey senin hakkın ve haddin olabilir mi?
Şike olayının perde gerisinde kimler niçin vardı, biz senden iyi biliyoruz.
Hem sen spor yorumcusu musun, AKP sözcüsü mü?
Amacın Erdoğan’a şirinlik ise Fenerbahçeyi kullanma, buna izin vermeyiz.
Fenerbahçe senin sermayen değil Rıdvan Efendi.


**********

Hırsızlar Nerede?

Arslan Bulut.,

Yolsuzluk operasyonu, Tayyip Erdoğan ve AKP yöneticilerinin dilini çözdü. İyi de oldu. Böylece, paralel devlet dedikleri yapının milli orduya, milli istihbarata operasyon yaptığını itiraf ettiler. Son olarak AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in itirafı, meseleyi hâlâ anlamak istemeyenlere bir ders gibidir. Şahin, aslında irticanın ne demek olduğunu açıklamış, çok açık bir örnekle adeta tanımını yapmıştır. 

Mehmet Ali Şahin, Karabük’te “Önemli bir holdingin başında bulunan bir kişi hakkında bir ceza davası var ve mahkûm olmuş. Yargıtay’da ‘cemaatin imamı’diye nitelendirilen kişi, ismi bende saklı, bu dosya ile ilgili ne karar verilmesi gerektiği hususunu dosyanın kısa bir özeti ile birlikte Pensilvanya’ya göndermiş. Hoca efendi, ‘Adalet neyi gerektiriyorsa ona göre karar verin’demiş” diye konuşmuştu. 
Şahin, “Komutanınız ‘Falan yere gideceksiniz bayrağı falan yere dikeceksiniz’ dediğinde, siz, ‘Ben bağlı olduğum tarikat liderine bir sorayım’diye düşünürseniz orada disiplin olmaz. Yargıda böyle bir düşünceyle hareket edilirse o yargıda adalet tecelli eder mi? Emniyet’te eder mi? Ama maalesef bizim yargımızda da emniyetimizde de böyle bir yapı oluştu” demişti. 
Yargıtay hâkiminin temyiz makamı olarak Yargıtay’ı değil, Pensilvanya’yı görmesi veya bir subayın komutanı yerine tarikat liderinden emir alması, irticanın ta kendisidir. Dolayısıyla Türkiye’nin irticaya karşı ciddi bir eylem planına ihtiyacı vardır! 
Din istismarı öyle bir boyutlara vardı ki Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, cami balkonundan siyasi konuşma yaptı. Bu da irticanın açık bir örneğidir 
CHP İstanbul Milletvekili İhsan Özkes, “Bir bakan caminin avlusundan, o ilin belediye başkanını da alıyor ve vatandaşa hitap ediyor. Bu dinin siyasallaştığının belgesidir. Dinimiz dindar görünenler, din kisvesi altında görünenler tarafından ayaklar altına alınıyor. Bu gidişat dinde, Antalya’da olan 6 şiddetindeki depremden daha fazla bir sarsıntıdır” dedi.  

*** 

19 Eylül 2004 tarihinde bu sütunda yayınladığım bir fıkrayı hatırladım. Fıkranın başlığı “Hırsızlar nerede?” şeklindeydi. 
Uzun yıllar İran’dan ayrı kalmış bir genç memleketine dönmüş. Hava alanından taksiyle Tahran’a giderken şoföre bir tütüncüde durmasını söylemiş. 
Şoför sormuş: 
-Tütüncüden ne alacaksın? 
-Sigara alacağım. 
-Beyim, sigara artık camilerde satılıyor. 
-Niçin?!
-Savaş dolayısıyla her şey karneye bağlandı. Gıda maddelerini, sigarayı imamlar dağıtıyor.
-Peki ama ibadet nerede yapılıyor? 
-Üniversitelerde! 
-İyi ama eğitim aksamıyor mu, eğitim nerede yapılıyor? 
-Hapishanelerde! 
-Hırsızlar, vurguncular nerede peki? 
-Onlar hükümette! 

***

İran’ın İslâmcı yönetimi bu fıkranın yazarı Daruş Şaygan’a hiç dokunmamıştı. Biz bu fıkrayı yayınladığımızda, “Kıssadan hisse; politik irade hırsız ise milli güç unsurları da hiçbir işe yaramaz!” demişiz. 
Nihat Genç ise bütün bu olayları değerlendirdiği son yazısında “1960’lı yıllarda başlayıp kısa sürede önce Orta Doğu sonra dünyayı kasırga gibi savuran İslamcılık İdeolojisi’nin, acılar dersler trajediler dolu yıkılışına şahit oluyoruz” tespitini yaptıktan sonra şöyle diyor: 
“Giyim kuşam tarzları, örgütlenme biçimleri, Batı’ya ve modernizme karşı kullandıkları söylem biçimleri, vs., Irak’ta Dava, Mısır’da Müslüman Kardeşler, Türkiye’de Milli Görüş vs., bir devrin sonuna gelindi, an itibarıyla enkaz kaldıracak adamları dahi kalmadı, an itibariyle ’orada kimse var mı?’diye seslenecek bir el uzatacak insan yüzüne çıkacak yazarları kalmadı, tam bir infilak, yer yarıldı yerden pislik volkanı fışkırdı, ideoloji yok oldu.. Berlin Duvarı’nın yıkılıp Sovyetler’in çökmesi gibi Müslüman topraklarda, insana, siyasete, hayata musallat olup toplumu ortadan ikiye bölen bir büyük kara duvar yıkıldı..” 


******

Usta Hangi Hususta?

Hikmet Çetinkaya.,

Çık bakalım içinden nasıl çıkacaksın, duvara mı toslayacaksın, kutuları mı çıkaracaksın, dinlemeleri mi, çelik kasaları mı? 
Memleketin halleri ortada... 
Savcı var, yargı var! 
Cemaat! 
Din kardeşliği buraya kadar! 
Meydanları dolu olabilir o ayrı bir konu... 
Hep aynı hikâye, anlat anlatabildiğin kadar. 
Eski ortaklar, din kardeşliği, alkol yasağı... 
Ebelek, göbelek! 
Sen haykır haykırabildiğin kadar, paralel devlet, çete, örgütlü güç falan diye... 
Doğruluk payı var mıdır yok mudur, o çeteleşme nasıl yapılmıştır, sen benden daha iyi bilirsin be usta! 
***
Yapma, eyleme! 
Önceki gün yine gümbür gümbürdün, savcıya dokundurdun: 
“Orada bir savcı iş takip ediyor...” 
Ustam iktidar sensin, yeni mi öğrendin! 
Gereğini yapsaydın! 
İlle Fatih Belediye Başkanı’nın gözaltına alınmasını mı bekledin! 
Ya sana Akhisar’da evinin balkonundan ayakkabı kutusu gösteren kadını niçin gözaltına aldırdın?.. 
Suç mu ayakkabı kutusu göstermek? 
Nerede demokrasi ve özgürlükler? Nerede hukuk devleti? 
Eski darbeler, yeni darbeler... 
Yolsuzluk ve rüşvet iddiaları... 
Boyoz ve balyoz... 
Milletin artık masal ve maval dinlemeye zamanı yok... 
Ya yürü yolsuzlukların üzerine ya da sus! 
***
Kasalar, masalar, takalar, seyre doymayıp bakanlar... 
Kurtar beni Paşam, büyük suçum var bağışla. 
Kimin eli kimin cebinde değil usta! 
Vallahi değil billahi değil... 
Akıllar karıştı... 
Paralel duruş, oldu paralel devlet! 
Elinde terazisi olmayan yargı... 
Şafak operasyonları, belediye başkanına iftira atan iş takipçisi savcı... 
Şu 17 Aralık depremi ve ortaya dökülen kutucuklar... 
Kasalar, masalar... 
Kaç çelik kasa vardı usta, söylesene! 
O günü anımsıyorum, Türkiye’de neler olduğunu... 
O soğuktan ölen çocukları, trafik kazasında can veren gencecik öğretmenleri... 
Yüreğim yangın yeri, canım sıkkın mı sıkkın! 
Geçmiş zaman masalları, hüzünler, dayanılmaz acılar... 
İşkenceler, ölümler! 
***
Masumiyet karinesinin 17 Aralık’ta gündeme gelişi, geçmişteki gözaltıları anımsatmıştı bana... 
Kim kime düşman şimdi? 
Cemaatin günahları çok usta, buna eyvallah ama ya o görevden alınan Bayraktar’ın giderken yaptığı açıklamaya ne dersin? 
Operasyon tartışmaları, komplo teorileri, iç düşman ve dış düşman... 
Evde bulunan çelik kasalar... 
Ayakkabı kutusu... 
Kamu bankasının genel müdürünün evindeki milyon dolarlar... 
Unutuldu. Halkbank’ın hedefte olmadığını bakan ve banka yönetimi açıkladı. 
Çünkü bankanın borsadaki hisselerinin yüzde 70’i yabancılarındı... 
Unutuldu bunlar usta! 
Unutturma, yürü üstüne yolsuzlukların... 
Kimseyi koruma, kollama... 
Varsa devlet içinde paralel devlet çıkar ortaya! 
***
Adalet Bakanı HSYK’ye bildiri yasağı koydu... 
Demek ki ucu iktidara dokundu! 
Bak, polis yanında, plastik mermiler ve TOMA’lar her yerde... 
Çık her şeyi açıkla... 
Açıklayamıyorsan hiç konuşma! 
Tarikatların, cemaatlerin ne olduğunu biliriz be usta... 
Ak medyayı, kara medyayı tanırız! 
Geçmişte darbeci paşalarla nasıl iş tuttuklarını, 1982 Anayasası’na nasıl “evet” oyu verdiklerini, 28 Şubat’ta okullarının anahtarlarını hangi paşamıza vermek istediklerini... 
Biliriz hangi siyasilerin hangi şeyhin elini öptüğünü! 
Sen de bilirsin usta bizim bildiğimiz kadar! 
Susurluk’u, Çiller özel örgütünü, o kanlı infazları, cinayetleri... 
JİTEM’i usta JİTEM’i... 
***
Piyasa düzenini soygun düzenine dönüştürenler, dağları, ovaları yağmalatıp, çokuluslu şirketlere peşkeş çekenler... 
Bu ülkede bilinmez mi hiç! 
Şimdi köşeye sıkıştın be usta... 
Usta ne diyorsun bu hususta?  


****


2013: Çarpışma Yılı

Mehmet Ali Güller.,

2013’ün son gününe girdik. İleride bu yılın Türkiye’nin aydınlık tarihinde çok önemli bir viraj olduğu yazılacaktır.
Gerçekten de oldukça sıcak, hareketli, büyük olayların sahnelendiği tarihi bir yıl oldu. 
Bize göre bu yılın hepsi birbirine bağlı beş önemli olayı vardı:
1) Öcalan açılımı
2013’ün ilk çeyreği, Öcalan’ın Erdoğan’a yazdığı biat mektubu sonrası başlayan “çözüm süresiyle” geçti. Bu süreçte AKP ile PKK mutabakat yaptı ve 3 aşamalı bir plan üzerinde anlaştı:
Belli bir tarihe kadar ateşkes yürütülerek halka “bak cenaze gelmiyor” denilecek ve bölünme perdelenecek. O zaman dilimi içerisinde toplum AKP’nin “akil adamları” tarafından son aşamaya hazırlanacak ve en sonunda da özerklik ilan edilecek!
Devamında ise PKK’nin Büyük Kürdistan için Suriye ve İran’da kullanılması hedefi vardı.
2) Haziran ayaklanması
Ancak Haziran’da dünya halk hareketleri tarihine geçecek bir gelişme yaşandı. Türkiye, 80 ilde ayağa kalktı. 40 gün boyunca Türkiye’nin dört bir tarafında AKP Hükümeti karşıtı eylemler gelişti.
Emekçisi, öğrencisi, aydını ayaklandı... Sosyalisti, Kemalist’i, Ulusalcısı, Millicisi ayaklandı... Kadını, erkeği, yaşlısı, genci, hele de genci meydanlara bağımsızlık ve özgürlük andı yazdı. Şehitler verdi, yaralandı ama geri adım atmadı!
Bu 40 gün içerisinde AKP hükümeti kelimenin gerçek anlamıyla sallandı, sarsıldı... Daha 17 Mayıs’ta Obama’yla Beyaz Saray’ın bahçesinde mutluluk pozları veren, daha iki hafta önce “oyumuz yüzde 52” diyen Erdoğan, Haziran’da iktidardan düştü!
Evet, Erdoğan iktidarını kaybetti, sadece hükümetini koruyabildi. İktidarını kaybeden bir hükümet de, yaptığı mutabakatları ve önüne konulan planları gerçekleştiremedi. 
Haziran Ayaklanmasının en önemli sonuçlarından biri AKP-PKK ortaklığıyla yürütülen çözüm sürecini, daha doğrusu Türkiye’nin çözülmesi sürecini durdurmasıydı.
3) Bölünme anayasası çöpe
Haziran Ayaklanması sadece Öcalan Açılımı’nı değil, Yeni Anayasa sürecini de ortadan kaldırdı. Özerklik ilan edilerek federatif bir yapıya götürülecek olan Türkiye’nin bölünme anayasası, Haziran’da ayağa kalkmış Türk milletine rağmen çıkarılamazdı. Nitekim yılın üçüncü çeyreğinde iflası ilan edildi!
Böylece Yeni Anayasa içinde başkanlık sistemini getirmeyi ve başkan olmayı planlayan Erdoğan’ın hayali de ortadan kalktı!
4) Gladyo içi hesaplaşma
Yılın son çeyreğine girerken AKP ile Cemaat dershaneler konusunda kıran kırana bir çarpışmaya girdi. Mücadelenin ikinci aşamasında kasetler ve belgeler servis edildi. Erdoğan tam Cemaate yönelik büyük bir operasyona hazırlanırken, Cemaat ön aldı ve yolsuzluk operasyonu başlattı. 
Olay sadece bir çıkar çatışması ya da yolsuzluk meselesi değildi elbette... Sistem çökmüş, rejim kokuşmuş ve zayıflayan ABD’nin kumanda ettiği Gladyo yarılmıştı. Kısacası Gladyo içi bir çarpışma yaşanıyordu Türkiye’de ve kaynağı da aslında Haziran Ayaklanması’ydı. Haziran’da milyonlar ayağa kalktığı için hedefindeki kuvvetler çözülmeye ve dağılmaya başlamıştı...
5) AİHM’in ‘soykırım yalanı’ kararı
Yılın son ayına girilirken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden (AİHM) Türkiye için çok önemli bir karar çıktı. AİHM, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in İsviçre aleyhine 2008’de yaptığı başvuruyu karara bağladı. AİHM, Perinçek’i haklı buldu ve İsviçre’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesini ihlal ettiğine karar verdi.
Bu kararla birlikte Türkiye, Batı merkezli “Ermeni soykırımı” yalanlarını püskürtmüş ve 2015 yılında Ankara’ya yapılacak ağır baskıya karşı uluslararası hukuku arkasına almış oldu. 
Yolsuzluk operasyonu tartışmaları sırasında hak ettiği önemi göremeyen bu gelişme, Türkiye’nin yarınları için olağanüstü önemliydi ve dış politikada bir milat demekti!
Evet, 2003 böyle geçti. Yarın, yani 2004’ün ilk gününde, çarpışma yılından çözüm yılına geçtiğimizi anlatacağız. 
Aydınlık bir yeni yıla giriyoruz, şimdiden kutlu olsun.


************


Önce hesap ver, Sonra hesap sor!

Hasan Demir.,

Hesap vermesi gerekenler nasıl hesap sorabilir ki?    Yolsuzlukla mücadele söz konusu olduğunda kendilerine güvenmememiz için ne kadar sebep varsa onların cümlesi bizzat Erdoğan üretimidir.
Kombassan’ı, Yimpaş’ı, Jet Fadıl’ı, İhlâs Finans’ı unutmuş değiliz. Cümlesi “İslâmi Holding”ti ve cümlesinin bir yerlerinde RP vardı, o günlerde RP çatısı altında siyaset yapan Erdoğan ve pek çok AKP’li bulunuyordu. Bu hesaplar Başbakan olduğunda Erdoğan’ın önüne konulunca verilen cevaplar insanın aklını dumura uğratacak ağırlıkta oldu. 
Almanya’da Türk vatandaşlarının katıldığı bir toplantıya katılan Erdoğan, Avrupa Türkleri Dayanışma Derneği Başkanı Muhammed Demirci’nin bu holdinglere para kaptıran mağdurlar adına talepte bulununca, “1 milyon kişi para verdi deniyor. 1 milyon kişi bu parayı hangi evrak karşılığında verdi” diye küplere bindi. Erdoğan bilmiyor muydu, bu paraların makbuz karşılığı toplanmadığını? Bal gibi biliyordu.
O günlerde Kanal 7’nin kurulması için Almanya da cami cami dolaşan Kombassan Başkanı Haşim Bayram bakınız neler diyordu:
“Bismillahirrahmanirrahim. Birlikte utanmadan seyredebileceğimiz bir TV kanalı çalışmalarının yapıldığını söylemiştim. (...) Kâr zarar ortaklığı üzerine çalışan Yeni Dünya İletişim A.Ş. isimli bir şirket kuruldu. 
Kardeşlerim; şimdi kâr zarar ortaklığı üzerine çalışıyor şirket. Yalnız ben hemen şunu belirteyim: Kâr zarar ortaklıkta ben televizyonu sadece maddi kâr gibi düşünen bir insanlarla yola çıkmak istemem. Bunun manevi kârından dolayı ortak olursam, ondan dolayı ortak olmak isterim diyen insanlar lazım bize.” 
Avrupalının en ağır işlerinde ailesinin rızkı için çalışan insanlar Haşim Bayram ve beraberindekilerin bu sözleri üzerine “Allah’ın rızasını kazanmak” ve “Cihat sevabı almak” için yüz milyarlarca Mark, kilolarca altın verdi. Aynı usulle Türkiye içinde de paralar toplandı, kadınlar kollarındaki bileziklerini sıyırdılar. Ben nicelerine şahit oldum.
“Kâr Zarar” ortaklığı masalı ile Yozgat Merkezli Yimpaş kuruldu. Ticareti gayrimillî unsurların elinden almak iddiası ile kurulan Yimpaş da Kombassan gibi milletin alın terini, gurbetçinin onlarca yıllık birikimini sermaye yaptı ve ortalıktan kayboldu. Sonra duydu ki, Yimpaş Rusya Federasyonu ve ondan kopmuş ülkede milyonlarca dolarlık şirketler kurmuş, hükümetin içli dışlı olduğu Gazprom’la ortaklığa gitmiş. Kâr etmeyen bir şirket bu devasa yatırımları nasıl yapabilir? İyi de, Yimpaş’a alın terini veren Türk insanı ve gurbetçilerin paraları nerede? Kombassan’ın başına gelen Yimpaş’ın da başına geldi. Ve Erdoğan partisini kurduğunda bu şirketin avukatlarını da AKP’de kurucular arasına aldı, Meclis’e taşıdı.
İhlâs Finans mağdurlarına da devletin icra organı olarak hükümetin başı Erdoğan sahip 
çıktı mı?
Hayır...
Deniz Feneri e.V. Davası’nı biliyorsunuz. İddianameden bir kesit sunalım:
“Hiyerarşinin üst kademeleri, talimatı verenler ve asıl suçu işleyenler Türkiye’de.” (Alman hakim Dr. Johann Müler)
“Türk polisine yazı yazdım ve işbirliği yapmalarını istedim. Bana, ‘Bu konuda uluslararası polisiye işbirliğini gerektirecek bir durum yoktur,’ diye cevap verdiler.” (Frankfurt Kriminal Polis Şefi Alexander Böhm)
“Bana ne Deniz Feneri’nden!” (Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin)
Şimdi Başbakan çıkıyor meydanlarda bas bas bağırıyor:
“Babamın oğlu olsa hesabın sorarız!” 
Böyle bir sicil varken biz sizin bu sözlerinize nasıl inanalım? 
Üstelik soruşturma açan savcıları ve savcıların emrinde çalışan polisleri doğrayıp, iddianamede suçlu olarak gösterilenler için, “Onlar hayırsever insanlardır” diye yargıyı etkilemeye çalışırken...

**********


Soruşturmaları Örtme Çabası…

Cüneyt Arcayürek

Meydan meydan geziyor; ta ki yolsuzluk ve rüşvet olaylarıyla üstüne çöken kâbustan kurtuluncaya dek… 
Acaba ülke AKP kâbusundan kurtulabilecek mi? 
Soruyu yanıtlayacak tek olanak var: 
Şayet bu ülkenin insanlarında insafın zerresi varsa; RTE’nin meydan meydan gezerek yolsuzluk iddialarını, iktidarını karalamaya, devirmeye yönelik darbe girişimleridir palavrasını yutar ve.. 
…elindeki tek demokratik silahı kullanarak artık ne olduğu ve olacağı bilinen bu Başbakan’a oy vermezlerse, ancak o zaman aydınlık günler gelebilir... 
Oysa kutu kutu dolarların üstünü korkuyla örtmeye çalışacağına ufak bir işaret, maile pazar gezisinin bir durağı olan Akhisar’da yaşandı. 
Bir kadın, sonradan öğrenildi ki emekli, maaşı ile geçinemeyen bir kadın; yaşamsal sorununu RTE’ye ayakkabı kutusu göstererek anlatmaya çalışmış. Polis kadını oracıkta yaka paça gözatına almış.
Gezi eylemlerine katılmak yasak… Dershaneleri kapatmaya karşı çıkmak yasak ve bu toplumsal olaylar, hükümeti, daha doğrusu bulunmaz Hint kumaşı sanki, başbakanlarını devirme girişimi..
…bu sallama saplantılara ek olarak şimdi yolsuzluk ve rüşvet sotuşturmasını açan savcıyı darbe yapmaya çağırdı diye suçluyorlar.. 
Ayakkabı kutusunu RTE’ye göstermek, suç sayılır hale geldi, geliyor.

***
Memleketi gül gibi yönetiyorlarmış da 11 yıldır iktidara paralel, devlet içinde devlet dediği çeteleri on, on beş gün önce dört bakanın kabine dışında kalmasına önayak olan ilk yolsuzluk soruşturması ile anlayıvermişler. 
Kim inanır bu palavra gerekçeye ve bu çetelere savaş açan RTE’nin yolsuzlukları darbe gösteren meydan konuşmalarına
İçişleri Bakanı Erkan Ala da ezelden AKP’li olduğunu, daha doğrusu müsteşarlık görevindeyken bile iktidarla iç içe ve emrinde olduğunu kanıtlayan ve dünün ünlü siyasetçilerine parmak ısırtacak ustalıkta bir siyasetçi gibi iktidarın yolsuzlukları örtme çabalarına katkıda bulunan açıklamalar yapıyor.
Başbakan’ın örtme çabalarına da Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin bir örnek veriyor: 
“Yargıtay’da cemaatin imamı diye nitelendirilen bir kişi varmış. Kendisini tanıyormuş. İsmi bende saklı diyor. Bu kişi bir holdingin başındaki şahsın dosyasıyla ilgili ne karar verilmesi gerektiği hususunu Pensilvanya’ya (ABD’de Fethullah Gülen’in yaşadığı yer) gönderdi.”
O günden bugüne bu konuda sesi çıkmayan bakanın, o sırada hükümete gerekli bilgiyi vererek Yargıtay’da cemaatin imamı diye nitelenen üye hakkında gerekli kovuşturmanın veya soruşturmanın yapılmasını sağlayacak girişimlerde neden bulunmadığını bugün söylemiyor.
Söyleyemiyor; zira eski müsteşar; o sıralarda, sonradan “cemaat ne istediyse verdiğini itiraf eden” Başbakan’a bağlı.
Eski müsteşar bugün bu olayı neden açıklıyor. O günlerde susmak zorunda.
Çünkü o günlerde iktidarla gül gibi geçinen ve bu hoşgörü döneminde devlet içinde yuvalanan, şimdi devlet içinde çeteleştiğini söylediği bir cemaat yok!

***
Başbakan yönetmelik değişikliğiyle önlediği 100 milyarlık ikinci soruşturmayla; İçişleri Bakanı Efkan Ala’ya göre, “Başbakan’ın evlatlarına çamur bulaştırmak isteniyor.”
Başbakan ise meydanlarda “Babamın oğlu da olsa yolsuzluk yaptı ise gözünün yaşına bakmam” diyor, ama oğlu Bilal hakkında da soruşturma başlatılacağı haberi gelince.. 
...yüksekten atan bütün afralar tafralar zınk diye stop ediyor. 
Oğlumuz Bilal’in 2 Ocak’ta savcılığa gitmesini engellemek amacıyla bir gecede adli kolluk yönetmeliğinde değişiklik yapıveriyor:
Savcının polise talimatını yerine getirmesini engelleyen bu değişiklik anayasa ve kimi yasalara aykırı.
Kim açıklıyor bu gerçeği: Yüksek Savcılar ve Hâkimler Kurulu... 
Aynı gün ardından Danıştay da yürütmeyi durdurma kararı veriyor. 
Başbakan’a ve yeni Adalet Bakanı’na göre, asıl HSYK’nin kararı anayasaya aykırı ve üstelik Danıştay’ı etkilemek için alınan bir karar!

***
Üstünü Örtebilmek için soruşturmaları başka yönlere saptırmaya çalışan bu hükümetle dal budak salmış yolsuzluk ve rüşvet olaylarının üstüne gidilebilir mi?
Yargının bağımsızlığı korunabilir ve hukukun üstünlüğü sağlanabilir mi? 
Soruları yanıtlayacak, elbette evet diyecek tek bir kişi var. 
O da yargıyı baskı altında tutan, hukukun üstünlüğünü koruduğu ve savunduğunu iddia eden, ama aksine uygulamalarıyla ünlenen tek bir kişi:
O da ne yazık ki anayasasında sosyal, laik ve hukuk devleti olduğu yazılı bu ülkenin Başbakanı: RTE!


***

YETER ARTIK.., İÇİMİZ YANIYOR..

Son 2 günde 34 şehit, 35 yaralı verdik. Son 2 haftanın toplamındaki şehit sayımız 55 civarında, yaralı sayımız 60-70’i buldu. Ortada dolaşan başka rakamlar var; bunlar doğru mu, değil mi ya da ÖSO ve SMO ile mi, değil mi bilemiyoruz. Bildiğimiz, rakamlar önem arz etse de maalesef şehitlerimizin fazla önem arz etmediği hissine kapılmamızdır.

“Şehitlerin kanı yerde kalmayacak, intikamları alınacak” sözleri kimleri rahatlatıyor, bilemeyiz ama biz acayip derecede rahatsızız:

    Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin terörle ve terör unsurlarıyla mücadelesinde yanındayız. Sınır güvenliğini sağlama noktasında aldığı ve alabileceği tedbirlerin arkasındayız. Ama bunun ortak akılla yapılması gerekir.
    Şehitlerimize sebep olan güçler kimlerse tam hesap sorulmalıdır. Rejim Güçleri’nin hem arkasında, hem ortasında, hem önünde Rusya’nın olduğunu bildiğimiz halde neden Rusya’dan hesap sormuyoruz?
    5-6 Mart’ta Erdoğan’la Putin arasında yapılacak görüşmeyi niye iptal etmiyoruz. İki haftada hem Suriye hem de Libya’da 60’a yakın şehit vermemize sebep olan Rusya Askerî Heyetleri ile müzakereleri askıya almak gibi bir tedbir niçin düşünülmez?

    Tek bir günde gelen 33 şehit için yas ilân edilmeyecekse bu ‘y’, ‘a’, ‘s’ harfleri ne işe yarıyor?
    Perşembe gecesinden Cuma günü için okunan selâları şehitlerimizden niçin esirgedik. Diyanet, İdlip Şehitlerini hutbe konusu yaptı sağ olsun ama gıyabî cenaze namazları hep başka milletlerin kayıplarında mı kılınacak?
    NATO’nun acil toplantısı doğru bir hareket te TBMM niçin ‘acil toplantıya çağrılmaz?
    Millî birlik ve beraberlik demek feci şekilde katledilen ve cenazelerini bile nakilde büyük zorluklar yaşadığımız Anadolu evlatları için TV’lerdeki dizileri, yarışma programlarını; Lig müsabakalarını ve sâir etkinlikleri iptal ederek acıyı ruhumuza banarak ortak hissiyatı yaşatmak değil miydi?
    Sığınmacıların salınması ne kadar sıkıntıda olduğumuzun göstergesi; peki 9 yıldır demografik dengemizin bozulmasının millî bütünlüğümüzü tehdit ettiğini söyleyenlere özrü bırakın bundan sonra danışılacak mı?
    STK’lar, sendikalar ve meslek odaları “Şehitler ölmez, vatan bölünmez”li yürüyüşler için izin mi bekliyor?
    Askerimizin hava desteği olmadan ve kara bağlantısı olmayan yerlere sürülmesi nasıl bir taktiktir? 

Canımız ciğerden yandı. Ne Amerikane Rusya, büyük devletlere güvenilemeyeceğini çok acı bir şekilde bir daha tecrübe ettik. Birbirimize sahip çıkmaktan başka çıkışımız yok. Ama böyle zamanda bile muhasebeyapmayacaksak tarih bizi tekerine toz yapar. 

Kanın, gözyaşının ve göç hareketlerinin hiç eksik olmadığı Balkanlar – Kafkaslar – Ortadoğuüçgeninin orta yerinde yaşıyorsanız herkesten daha fazla akıl ve stratejiüretmeniz lâzım gelir. Lütfen futboldan yaşamın her alanına yayılan siyasî tarafgirliklerişehit cenazeleri söz konusu olduğunda yutun. Ve başka şehit cenazeleri görmemek için kolektif aklı kullanarak sinerji üretelim.
O da sivil hayatta emir-komutaylaolmaz, sorgulamaylave bilinçli destekleolur.

Son olarak; Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtlarında “Reis bizi Afrin’e götür” diyenleri hep beraber İdlip’te Mehmetçiğimize sivil kalkan olmayaçağırıyoruz. Bari bir işe yarayalım ve sessiz yapraklar gibi düşen çocuklarımızın sınır boylarına yayılan kokusunu duyumsayalım.
                                              

KOCAELİ AYDINLAR OCAĞI
Yönetim Kurulu 

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/


***

BANA YALAN SÖYLEYEN YILLAR., YAZI SERİSİ BÖLÜM 3

BANA YALAN SÖYLEYEN YILLAR., YAZI SERİSİ BÖLÜM 3



Diktatöre…

Bekir Coşkun.,

Seni anlayabiliyorum aslında…
İki kişi konuşurken, bir kişinin daha orada olduğunu düşünüyorsundur…
Bu bakımdan cümleleri anlaşılmaz hale getirerek söylüyorsundur; “Onu da öyle yapınca, bakalım şeyi de nasıl olsa oraya koymamız lazım” gibi…
*
Ben sana söyleyeyim…
Şu odandaki saksı…
Dikkat et…
*
Saksıya kötü kötü bakıyorsun…
Dinleyebilir seni çünkü…
Kimse yokken usulca yaklaşıp arkasına göz attın… Sonra “r” harfi pozisyonunda boynunu uzatıp içine baktın, eminim…
Böcek var mı?
Arkasından işaretparmağını uzatıp toprağını eşeledin…
Birisi geldiğinde, zıplayıp geri çekildin… Parmağının çamurunu görmesinler diye elini cebine soktun…
Biliyorum…
Gözünü şüpheli saksıdan ayıramadın…
Yalnız kalınca yine yavaşça saksıya…
*
Eşine, çocuklarına tembih ettin:
“Her şeye koyarlar… Şimdi bakıyorsun sanki yok… Ama burada öyle söylersin, o gider bakarsın öte yana bildirmiş… Ne söyleyeceksen gideceksin beriye…”
Nereye?..
Bizler on yıldır yaşadık, biliriz yani…
*
Şüphelendiğin şeyler:
Priz, abajur, tablo, çerçeveler, portmanto, sehpa, kalemlik, masa, koltuklar, duvar…
Evet, duvarlardan dahi şüpheleniyorsundur, yıktırma sakın…
*
Biliriz…
Sabahları her kapı çalındığında irkildi Atatürkçü yurtseverler…
Arkadaşlarımızı alıp götürdüler… Sözünü ettiğin o “devletin içindeki çete” sana çalışıyordu o zamanlar… Ve günahsız insanlar düzmece kanıtlarla götürüldükçe, şöyle diyordun:
“Yargı bağımsız, götürmüş, soracak tabii…”
Şimdi iş sana ve çocuklarına dönünce…
*
Ama yurtseverler götürüldüler…
Kimisi orada öldü… Kimisinin yaşamının en güzel yılları alındı elinden… Kimisi hâlâ hücrede…
Yuvalar söndü, çocuklar babasız kaldılar…
Annelerin, sevgililerin gözyaşları geceler boyu dinmedi…
Karanlıkta çığlıklar yankılandı sabahlara kadar…
*
Sıra sende…
Çünkü sahip çıktığın, barındırdığın, kullandığın o ahlaksız tuzağın dostluğu olmaz…
*
Seni izleyen kendi günahındır o…
Saksıya dikkat et…


***********

Şunları Söyledi;

Ahmet Takan

3 Kasım 2002’den sonra;

Başbakan Recep Erdoğan;

“Millet adına savcıyım. Çünkü kim kimlerin avukatlığına soyunmuş bunlar çok önemli. Biz kendimize hiçbir vasıf tayin etmemişken bize de savcılık görevini sağ olsun onlar veriyor. Bu da güzel bir şey. Niye savcı millet adına vardır, iddia makamı millet adına ordadır, biz de millet adına evet hakkı aramanın hakkı savunmanın gayreti içindeyiz, eğer bu anlamda savcılık ise evet savcıyım.” (15 Temmuz 2008)

Başbakan Recep Erdoğan;

“Eğer bugün hâkimlerimiz, savcılarımız hiçbir baskı ve tehdide boyun eğmeden görevlerini yapabiliyorlarsa, güven verici bir gelişmedir. Bundan kim neden rahatsız olabilir? Bunu kim, neden engellemeye çalışabilir? Bakınız ortada son derece ağır, son derece vahim iddialar var. Anayasamıza, yasalarımıza göre suç teşkil eden ithamlar var. Bırakalım yargı işlesin, bırakalım hukuk işlesin. Bırakalım ak ile kara ortaya çıksın. Süreci bulandırarak, hâkimleri, savcıları tehdit ederek hiç kimse bir yere varamaz.” (21 Nisan 2009)
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç;
 “Emekli orgenerallere ait ses kayıtları ortaya çıktı. Neler konuşmuşlar, neler söylemişler. Allah’a çok şükür ediyorum ki Türkiye bunların zamanında bir savaşa falan girmemiş. Neler var neler... Konuşuldukça bu ülkede neler varmış, kimler ne yapmış, kimler kimlerle işbirliği yapmış, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü kimler dinamitlemiş... AK Parti iktidarı bütün bunlara karşı nasıl dimdik ayakta kalmış bunu görüyoruz.”  (12 Mart 2009)

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik;

“Sayın Türkân Saylan, bazı kız çocuklarına Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği faaliyetleri kapsamında burs verdiği için bu soruşturmaya konu değil. Sayın Haberal organ nakli yaptığı için, iyi bir cerrah olduğu için içeri alınmıyor. Netice itibariyle kimse sorgulanmaz, hesap sorulmaz, dokunulmaz konumda değildir.” (17 Mart 2011)

Başbakan Recep Erdoğan;

“Son günlerde bazı iddialarla ilgili başlatılan yargı sürecini biz de dikkatle izliyoruz. Emekli ve muvazzaf bazı askerlere yönelik bir süreç başlatıldı. Bu süreç yargının tasarrufu altında ilerliyor. Ak ile karanın ortaya çıkması; sürecin hassasiyetle ilerlemesi, kamuoyuna tatmin edecek kararların verilebilmesi için herkesin bu noktada yargıya ve yargı süreçlerine saygı duyması şart. Bu konuda duyarlı, hassas olması herkes için geçerli. Bu işleri hükümetle ilişkilendirenler, kusura bakmasınlar hezeyan içindedirler. Birileri yargıya, siyasi müdahalelerde bulunmaya, davalara yön vermeye alışık olabilir. Bizim de böyle yaptığımızı düşünebilir veya birileri böyle bir temenni içinde olabilirler. Bizim yürütme olarak görevimiz bellidir, yetkimiz bellidir. Kimse hükümeti bu tür spekülasyonlara alet etme yanlışına düşmesin. Başta ana muhalefet partisinin genel başkanı olmak üzere, herkesi bu noktada sağduyulu ve özellikle de sorumlu davranmaya davet ediyorum. Yargının işleyişini güçleştirecek, yargıyı töhmet altında bıraktıracak, çalışmasını engelleyecek girişimler adaletin tecellisine katkı sağlamayacağı gibi, şüphelerin aydınlığa kavuşmasını da engelleyecektir.” (15 Şubat 2011)

Başbakan Recep Erdoğan;

 “Ergenekon’da verilmiş karar nihai karar değildir. Ergenekon Davası ile ilgili kanaatimde sapma söz konusu değil. Temenni ederiz ki adalet hakkıyla tecelli eder. Gerek ana muhalefetin, gerek diğer muhalefetin bu süreçle ilgili yaptığı açıklamalar çok çirkin. (Yargı organı istediğim kararı verdiği zaman iyi, istemediğim kararı verdiği zaman kötü) gibi bir niyet olmaz. Muhalefet partisinin genel başkanının yaptığı açıklamalar suç teşkil etmektedir. (Bu mahkemelerin hakimlerini savcıları tanımıyoruz) gibi ifadeler yargıya müdahale gibi bir anlayışın içerisine girmektedir. Türkiye’de siyaset yapmanın edebinin ne noktaya geldiğini gösteriyor bu. Bu şekilde bir siyaset yapılamaz.” (8 Ağustos 2013) 
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç;

“Allah o savcılardan razı olsun ki hiçbir tehdide aldırış etmeden, hiçbir şeyden korkmadan soruşturmalarını çok güzel bir şekilde yaptılar, mahkemeler de incelemelerini yaptı, yargı kararını verdi. Biz şimdi hiçbir şeyden korkmuyoruz.Hükümet sadece siyasi olarak bu işin arkasında durdu. Çünkü başka hiçbir insan, savcı olsun hâkim olsun bunları yargılama gücü veremezdi.” (3 Eylül 2012)

(E) Adalet Bakanı Sadullah Ergin;

“Yeni yasa (HSYK) ile kurul, bağımsız bir yapıya kavuşuyor. Görev ve yetkilerini kullanırken hiçbir organ, makam, merci veya kişi, bu kurula talimat veremeyecek. Adalet, tarafsızlık, doğruluk, tutarlılık, eşitlik ve liyakat çerçevesinde görev yapacak” (10 Aralık 2010)

AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ (Y. Adalet Bakanı);
“HSYK’nın çaycısı, bütçesi, oturacağı koltuğu bile yoktu, her şeyiyle göbeğine kadar Adalet Bakanlığı’na bağlıydı. Artık Adalet Bakanı karışamayacak, görüş serdedemeyecek.” (10 Aralık 2010)
17 Aralık 2013’ten sonra;
Başbakan Recep Erdoğan;
“HSYK’yı yargılarım...” 
“Bu savcı kimin savcısı?.. Bu nasıl savcı...” 
“O savcıyla daha işimiz var...” 
“Orada bu savcı iş takip ediyor...” 
Ve 30 Aralık 2013 sabahı gelinen nokta; Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, HSYK’nın yetkisini elinden aldı, “Tek ben açıklama yapacağım” dedi.
Meşhur bir Türk sözü gündeme nasıl da cuk oturdu. Değil mi?
“Eskiden yediğin hurmalar, şimdi sizleri tırmalar...” 


****************

İki Ucu Pisli Değnek

Zahide Uçar

Rezilliğin, sefaletin ülkeyi sardığı şu günlerde F Çete ile AK Çete en aşağılık yöntem ve söylemle birbiriyle savaşıyor. Ortakların kurduğu Kırk Harami Düzeni AK Yolsuzluk üzerinden çatladı. O çatlaktan ülkenin üzerine ahlaksızlık, yalan, pislik akmaya başladı.
AK Çetenin başı aklını yitirmiş bir deli gibi saldırıyor. 
“Sesiniz çok yüksek çıkıyor Tayyip Bey; sesinizin herkesten çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir.“
Ne demiştiniz Davos’da Perez’e? “Sesin çok yüksek çıkıyor. Benden yaşlısın, biliyorum ki sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir.“ 
Şimdi siz bas bas bağırıyorsunuz. Gözleriniz yuvalarından fırlamış, gürültü kirliliği yaratacak kadar çok bağırıyorsunuz. Sesinizin herkesten çok yüksek çıkması, bir suçluluk psikolojisinin gereği midir(!)?..
İttifak çatladı.
Bu milletin kavgası olmayan bir kavga… Küresel çetenin oyun sahası haline getirilen ülkemde kartlar yeniden karılıyor. 
11 Yıllık devr-i zulmün hukuk katili AK Çetenin başı, kendi elleriyle katlettiği yargıdan şikayet ediyor(!).. Oysa Adalet Bakanlığı bürokratlarını Yargıtay’a yerleştirmek için ne tezgahlar kurmuşlardı. 12 Eylül 1980 Darbesini kullanarak sivil bir 12 Eylül darbesi yapmışlardı. İstedikleri yargı değişikliğinden sonra yeni yargı mensuplarının altına özel arabalar bile çekmişlerdi.
Biz iki ucu boklu bu değneğin hiçbir ucuna taraf olmayacağız. Kimin koynunda gebe kaldılarsa, çareyi orada arayacaklar.
Bizi ilgilendiren kısım;

Ülkemizin düşürüldüğü utanç verici durumdur.

11 Yıldır soyulup soğana çevrilen ülkemizdir. Ordusundan polisine, milli eğitiminden diyanetine, sağlıktan tarıma çökertilen kurumlarımızdır. Yok edilen hukuktur, yargıdır. Talan edilen milli varlıklarımız, yok edilen sınırlarımız, işgal edilen adalarımızdır.
Erdoğan ve çetesi dış müdahaleden şikayet ediyor. Oysa “Tayyip Erdoğan ve ekibinin, AKP'yi kurma aşamasında ABD Büyükelçiliğinde görevli üst düzey mason, müsteşar Lawrence ile sık sık görüştükleri ve yine Abdullah Gül'ün İngiltere Büyükelçisi Sir David Logan'ı makamında ziyaret edip parti çalışmaları hakkında bilgilendirdiği” basına sızmıştı.
 Tayyip Erdoğan'ın AKP'yi kurmadan önce “18 Temmuz 2001'de İsrail büyükelçisi David Sultan'la bir görüşme yaptığı” ve Büyükelçiye "yeni oluşacak partinin İsrail ve ABD politikalarına asla ters düşmeyeceği" yolunda garanti verdiği yazıldı. David Sultan, uzun yıllar İsrail ordusunda görev yaptıktan sonra dışişleri kadrosuna alınan azılı bir İslam düşmanıydı...
Bilderberg’ci Fehmi Koru; “Verilecek askeri istihbarat karşılığı Paşaların ve ABD muhaliflerinin tutuklanması kararı Erdoğan-Bush görüşmesinde alındı.” Demişti. Bugüne kadar yalanlanmadı.
Ergenekon soruşturması gelecekte üniversitelerde “ibret olsun diye” ders olarak okutulması gereken bir iddianamedir. 
Tezgahın piyasaya verildiği günlerde soruşturma ve tutuklamalar bir kısım medya ile birlikte yürütülüyor kanaati oluşmuştu. Sanıklar mahkemeye çıkmadan suçlu ilan ediliyordu. İçeri alınanlar ve o insanlarla konuşan herkesin kimliği, telefon numaraları, açık ev adresleri Zaman ve Sabah gazetelerinin internet sayfalarından yayınlanarak bu insanlar adeta hedef haline getirilmişti. Bu iddianame aynı zamanda bir fişleme halini almıştı. O dönemin İçişleri ve Adalet Bakanı bu rezilliği seyretti.
Taraf Gazetesi Ergenekon yargılamaları için; “1923'te kuruldu, 2008'de arınıyor." başlığı attı. Taraf'a devlet reklamları veriliyordu.
Yandaş medya aylarca büyük bir şehvetle tam tam dansları yaptı. “Yıllarca sürecek süreç” diye yayınlar yaparak aba altından sopa gösterildi. Ortaçağ zihniyetinin cadı avcıları gibi muhalif avcılığı yapıldı. İsim vererek; “onu da al, onu da al” diye hedef gösterip yargıya baskı yaptılar. Hukuk, adalet, insanlık katlediliyormuş, kimin umurunda? Hukuksuzluğun bir gün kendilerini de vurabileceğini görmekten acizler.(16.12.2008- Bir Gören Var mı? Başlıklı yazımdan)
AKP’nin 11 yıldır işlediği hukuk cinayetlerinden kısa örnekler verelim: 

1-Başvekil Cem Uzan hakkında konuşuyor. Söylediği söz tüyler ürpertici. Ne diyor Başvekil? ‘’İstediğin kadar dava kazan, ben sağ olduğum sürece hiçbir şeyi geri alamayacaksın’’. İşte hukuk devletini sırtından bıçaklamak budur. Demek ki Uzan davasını kişiselleştirmiş. (Yazık Bu Ülkeye başlık yazımdan.. 17.07.2007)
2-Ve olayın kodları aslında Bakan Şahin’in sözlerinde gizlidir. Ne diyor Bakan Şahin?

“-Son operasyon birilerine ders oldu”. 

Bir operasyonun ders olsun diye yapıldığını da ilk defa duyuyorum(!). Hem de bir bakan ağzından. (İkisi Fazla, Bir Asena Yeter başlıklı yazımdan… 30.01.2008)
Not: Şimdi kendisine soruyorum:
Bu yolsuzluk operasyonları da size ders oldu mu?
3-AKP ‘ye kapatma davası açıldı ya? AKP’li vekiller Avrupa Konseyi Parlementerler Meclisi (AKPM) başkanı Puig’den medet umuyor. Ve kapatma ile ilgili beyanat vermeleri için AKPM sözcüsünden hiç utanmadan ricada bulunuyorlar... Vatansızlık demek ki böyle bir şey... (28.04.2008)
4-Yargısız infaza uğrayan Rahmetli Okkır’ı soran CHP’li vekile AKP'li Bakan ne cevap vermiş? "Siz de Ergenekoncu musunuz? " (14.07.2008)
5-Cargill İznik gölü civarında bulunan tarım arazisine kanunsuz olarak fabrika kurdu. Bursa 2. idare mahkemesi firmaya yapı ruhsatı verilmesine ilişkin kararı 2 defa durdurdu. Ve Erdoğan Bush'un ricası ile mısır şekerine olan kotanın kaldırılması ve Toprak Koruma Ve Arazi Kullanımı Kanunu'na ek madde ilave ederek (27-06-2006) günü jet hızı ile geçirip Cargill işini halletti. ABD'ye gittiğinde Türkiye'ye bile gelmeye sabredemeden ABD'den Bakanına "Cargill işini çözün" talimatı verdi.
6-Milli Eğitim Bakanı Çelik’i üniversitede yuhaladılar. Çelik; “Bunların ağa babaları içeride(!)” dedi.. Ergenekon sanıklarını çoktan mahkum etmişler. Bunlar hukuksuzluğu kendilerine şiar edinmişler. (Eylül 2008)
7-Dava başladığında, yani tutuklanmalarından bir yıl sonra avukatların eline 2500 sayfalık "ayrıntıları ile binlerce sayfalık" iddianame tutuşturuldu. Gazeteci Saygı Öztürk; "İddianame daha yayınlanmadan ve hazır denmeden önce Tuncay Güney bana gönderdi” dedi.
8-Can Ataklı’nın bir yazısına göre Türk Devletini terörist ülke yapan ve devlet sırrı olan bir belgeyi Savcı Bey yayınlamakta bir beis görmüyor. Belge Susurluk olayının başkahramanı Abdullah Çatlı ile ilgili. “Kutlu Savaş’ın raporunda devletin 1983 yılında Abdullah Çatlı’ya Fransa’da görev verdiği ve Çatlı’nın iki yılda Hollanda ve Fransa topraklarında 20 bombalama eylemi yaptığı” belirtiliyordu. Raporun bu bölümü “çok gizli devlet sırrı” olduğu gerekçesiyle hiç açıklanmadı. Ama Ergenekon Savcısı bu belgeyi internet üzerinden herkesin ulaşabileceği şekilde davanın dosyasına koymakta bir sakınca görmedi.
9-Gazi Güder kendine gelen bir elektronik postayı rahmetli Kuddisi Okkır’a gönderdi diye 14 ay içeride yatmış. Yaşasın AKP adaleti, vicdanı ve yitirilen insanlık(!)… 
10-Erdoğan Deniz Feneri, Zahit Akman gibi konularda taraf olmuştur. Taraf olmakla kalmamış, deniz fenerini gündeme taşıyanlar tehdit edilmiştir. "Yargıya güvenin" diyen Başbakan, dokunulmazlıklar söz konusu olunca “yargıya güvenmediğini” ifade ediyor.(23.01.2009)
Deniz feneri hakkında dava açılmasını önleyemediler. Dava açan yargıçları yargıladılar. Yargıçlar beraat etti.
11-Arınç Ordu mensuplarına düzenlenen bir (F-CİA+AKP) operasyonu için; “Arı kovanına çomak soktuk” demişti.
12-KCK operasyonunda tutuklanan eski DEP’li Hatip Dicle mahkemede; Bakan Atalay’ın, 15 Ekim’de görüştüğü DTP’nin Genel Başkanı Ahmet Türk’e “Müsteşarımı Diyarbakır’a gönderdim. Hakim ve savcılar ayarlandı, gelen PKK’lılar geldiği gibi geçecek” dediğini iddia etti. Bu beyan aslında bilinenin teyidi idi. Kandilden gelenler “önderliğimiz Sayın Öcalan’ın isteği ile geldik, pişman değiliz” dediler, Savcı ve Hakim pişman oldular diye yazdı(!).. PKK formaları ile geldiler, Savcı ve Hakim “barış elçileri” olarak anladı. “Gezici Mahkeme” olarak yargı tarihine geçtiler. (Ayarlı Hakim-Savcı; Ayarsız Hakim-Savcı(!).. yazımdan-15.02.2010)
Bu kısa hatırlatmalardan sonra gelelim günümüze:
Kartlar yeniden karılıyor. Sorumlu bir iktidar, sorumsuz bir yapı olan F Çete kullanılarak eritiliyor.
Emniyetten yargıya, üniversitelere, ekonomiden medyaya ülkenin üzerine karabasan gibi çöken hizmet maskeli F Çete, efendisinden izin almadan ortağına savaş açabilir mi? Açamaz. Pensilvanya’da rehin tutulan hoca maskeli şahıs, kukladan başka bir şey değildir.

O zaman hesap ne?

F Çete yer altına gömülecek olabilir mi? Olabilir. Bu ihtimal Türkiye için büyük bir tehlike arz ediyor.
Üniversiteler F Çete elinde kalitesizlikte dip yaptı. İnanın birçok üniversite sadece diploma dağıtır durumdadır. Üniversiteler gizli işsizliğin örtüsü haline getirilmiştir.
Türkiye’de kobilerin %70’i bu çetenin elinde. 
Beyinleri gösterilen hedefe kilitlenmiş. Sorgulamayan, düşünmeyen robotlar… Ahlaki hiçbir değerlerinin olmadığını Ümraniye, Balyoz, casusluk gibi davalarda çok net gördük. En ahlaksız tuzakları nasıl kurduklarını, kendi iftiralarını kendi basınlarında gerçek gibi nasıl yayınladıklarını utanarak, tiksinerek izledik. Takip ettik.
Türk Ordusu içine sızmış olmalarına rağmen, kontrolü tam ele geçiremedikleri için Türk askerine duydukları nefrete şahit olduk.
Engin Alan Paşa F Tipi savcılar için;
“Yunan subayı gibi sorgulandık, nefretle bakıyorlardı” derken ürperten bir gerçeğe parmak basıyordu.
AKP kukla da olsa bir parti olduğu için seçim kaybeder, gider. Peki F Çete nasıl gider? Çok zor. Adı var, resmi bir konumu yok. Ülkenin can damarlarına sızmış bir örgüt. Kurgulanmış davalarda CİA ile birlikte çalıştığı açık olmuş bir çete. Bu çete tehlikelidir. Bütün bu operasyonların bir amacı da çeteyi yer altına çekerek 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’sinde kullanılan gladyonun rolü verilebilir.
Abdullah Gül, F Çete, Y-CHP koalisyonu kurulursa;
Türk Devleti’nin son çivisi de sökülebilir.
Abdullah Gül Amerika ile 2 sayfa, 9 maddelik gizli anlaşmayı yapan kişidir. Dışişleri Bakanlığı döneminde nerede ise Mançurya bile sözde soykırım iddiasını tanımıştır.
Abdullah Gül İngiltere EXETER ajan okulu mezunudur. Gül’ün Kraliyet nişanı… Fethullah Hoca’nın İngiltere Lordlar Kamerasından aldığı paye…
 Gül, Dışişleri Bakanı’yken PKK’nın manifestosunu yazan, Atatürk’e diktatör diye dil uzatan Hollandalı Türkoloğa ödül verdi. 
Aynı Gül Almanya’da Fuarda KDP’nin standında Türkiye’nin bölünmüş haritası için bir tepki vermediği gibi, “geçmişte Kürtler’e haksızlıklar yapılmıştır” diyerek Türk Devleti’ni tarihe not düşürecek bir şekilde mahkum etti. En yüksek makamdan söylenen bu söz hiç kuşkunuz olmasın ki, gelecek yıllarda bu milletin önüne gelecektir.     
Gül zaten Erdoğan sonrası için hazırlanıyordu. 
Türk Halkı bu oyunu bozmalıdır. 
Erdoğan mı(!)?
2008 yılında Türk Milletini utandıran bir konuşması vardı: “Bir sıçarsın, iki sıçarsın…” diye konuştuğunda kulaklarıma inanamamıştım ama aynı sözleri şimdi kendisi için kullanabilir…
AKP’nin icadı olan “vergide bağış” sistemi var ki, bu soygun sistemini akıl edenleri şeytan bile kıskanmıştır.
AKP iktidarı 02.01.2004 ve 31.12.2004 tarihinde vergi usul kanununda bir değişiklik yaparak; 
Vergi usul kanuna 40/10 maddesini ekledi ve VERGİDE BAĞİŞ SİSTEMİ’ni getirdi . Bu sisteme göre bir gelir vergisi ve kurumlar vergisi mükellefi isterse vergisini devlete vermez bu vergiyi bünyesinde gıda bankacılığı bulunan derneklere verebilir hem de %100 ünü. 
Bu dernekler içinde Deniz Feneri, Kimse Yok mu Yardımlaşma Ve Dayanışma Derneği, Kepez Deniz Yıldızı Derneği var… “Bu konuyu Sabahattin Önkibar detayı ile yazmıştı.” Vergide bağış sistemiyle vergi ödeyenler ve alanlar incelenirse altından acaba neler çıkar(!)?
Bu hükümet yolsuzluk, yoksulluk, dalavere, ihanetin kitabını yazdı. Şimdi olanlar ne destekli olursa olsun 11 yıldır yazılan suç kitabının okunması ve kitaba;
“Suç ve ceza” maddesinin eklenmesinden ibarettir.
Diyor ya “faiz lobisi”… Diyor ya “dış mihraklar”… Üstelik bu sözleri Obama’ya telefonda; “sesini özledim” diyebilecek kadar dış mihrak aşığı bir zat söylüyor. 
Türkiye’nin başında bir faiz lobisi var, doğru…
Türkiye’nin başında bir komplo ekibi var, doğru…
Türkiye’nin başındaki dış merkezli en büyük komplo zaten Erdoğan ve çetesidir.
Gül, Gülen, Erdoğan zaten başlı başına birer dış komplodur. Bu ülkeye en büyük komplo 2002 yılında kuruldu. Bir seçim kılıfıyla Turuncu Darbe yapıldı. 
Nokta!!.
Günün sözü: Meşruiyet dışında meşruiyet ararsan, bir gün o arka sokaklarda yok edilmen kaçınılmazdır.
Son söz: Ters trene bindiyseniz, koridorda ters tarafa yürümenin faydası yoktur. ( Diettich Bonhoeffer)


****

Dürüst Ol, Dürüst

Rifat Serdaroğlu.,

Başbakan Erdoğan’ı ve ekibini çok iyi tanıdığımızdan, belediyeci badem takımının geçmişlerini iyi incelediğimizden, bunların yeteneksizliklerini bildiğimizden sürekli olarak eleştirir ve Türk Milletini bunların yalan ve iftiralarına karşı uyarmaya gayret ederiz.

Bu gün tam aksini yapıp, Başbakan Erdoğan’a içine düştüğü “Yolsuzluk Kuyusundan” çıkabilme yolunu göstereceğiz. Eğer bizi dinler ve dediklerimizi yaparsa, hakkındaki tüm iddialar anında çürüyecek ve Erdoğan partisinin adı gibi “AK” hale gelecektir. Ondan sonra Cumhurbaşkanlık yolu da, Başkanlık yolu da, isterse Halife-Sultan olmasının yolu da kendisine açılacaktır!
Erdoğan ikide bir gerek siyasi rakiplerine, gerekse kendisini eleştirenlere “Dürüst Ol Dürüst” diye bağırır. Şimdi biz kendisine aynı şekilde sesleniyoruz; “Dürüst olduğunuzu iddia ediyorsanız, bizim dediklerimizi yapacaksınız.”
Aksi takdirde size daha önce hatırlattığımız Anadolu deyişini haklı çıkaracaksınız; “Yamuk ağaçtan düz baston çıkmaz…”
Hadi bizi yanıltın ve ne kadar dürüst bir adam olduğunuzu tüm dünyaya gösterin lütfen.

Yapacağınız iş çok basit.

*Önce siz, eşiniz-oğullarınız-kızlarınız- dünürleriniz-gelinler ve damatlarınız müşterek bir basın toplantısı düzenleyeceksiniz.
*Hemen yan masaya bir Sayın Noter ve ekibini oturtacaksınız.
*Emekli olmuş, devletle-parayla-pulla-mevki ile ilgisi kalmamış ve görevleri süresince hiçbir soruşturma geçirmemiş;
“Hazine Müsteşarı- Maliye Bakanlığı Müsteşarı- Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı-Gümrük Müsteşarı-MİT Müsteşarı- Emniyet Genel Müdürü- MASAK Başkanı- Hesap Uzmanları Kurulu Başkanından” oluşan bir “Akil ve Namuslu İnsanlar” komitesi kurduğunuzu açıklayacaksınız.
*Bu Komiteye siz-eşiniz-çocuklarınız- dünürleriniz ve tüm Bakanlarınız “Tam Yetkili Vekâletname” vereceksiniz.
*Bu komite sizlerin yurt dışında ve yurt içindeki tüm nakit-banka hesapları- gayrimenkullerinizi varsa araştırıp, bulacak.
*Siz TC Başbakanı olarak, bu komiteye İstanbul ilinde 1994 yılından beri (sizin Başkan olduğunuz mübarek yıl) yapılan “İmar değişikliklerini” inceleme görevi vereceksiniz.
*Siz TC Başbakanı olarak, Almanya’da görülüp karara bağlanan “Deniz Feneri e.V” davasında belgelenen ve Türkiye’ye gönderilen paraların kimlere gittiğini araştırma görevini de bu komiteye vereceksiniz.
*Bu dürüst kişiler yapacakları çalışma sonucunu rapora bağlayıp Türk Milletine açıklayacaklardır.
*Bu ekibin tüm masrafını, bizler yani “Sizin ve ailenizin dürüst olduğuna inanmak isteyen” kişiler, yani Türk Milletinin diğer %50’ si karşılayacağız.
Sayın Erdoğan;
Gördüğünüz gibi AK olmanız çok basit. Yapacağınız iş, dürüstlükleri tüm
Türk Milleti tarafından kabul edilen bu emekli bürokratlara bir vekâletname vermekten ibaret.
Sayın Erdoğan,
Bildiğiniz gibi benim rahmetli babam Demokrat Parti Milletvekili idi. Ben TC Bakanı olarak görev yaparken siz Belediye Başkanı idiniz. Yani sizden istediğim bu basit işi, sizin de benden isteme hakkınız var. Ben size hem kendi ailem, hem de birinci-ikinci-üçüncü derece tüm akraba- dost ve arkadaşlarımdan dilediğiniz kişinin vekâletini vermeyi peşin-peşin taahhüt ediyorum…
Hadi Sayın Erdoğan;
Siz cesur adamsınız, dürüst adamsınız, sizin ve ailenizin boğazından tek lokma haram geçmedi. Lütfen şu dediğimi yapın da, hem siyasi rakiplerinizin, hem size ihanet eden eski yol arkadaşınız, TV canlı yayınında “Okyanus ötesine selam-sevgi-bağlılık” gönderiyorum dediğiniz şom ağızlıların, ağızları mühürlensin, yele-yeksan olsunlar, inşallah.
Hadi delikanlım, göster kendini, Kükre ve dürüst ol, dürüst…

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


****