27 Mart 2019 Çarşamba

12 EYLÜL'E DOĞRU ORDU VE DEMOKRASİ, BÖLÜM 2

12 EYLÜL'E DOĞRU ORDU VE DEMOKRASİ, BÖLÜM 2 



iii. 12 Eylül 1980 Öncesinde Ordu ve Terörle Mücadele 

Ordunun sıkıyönetime rağmen terörle mücadelede neden başarılı olamadığı konusunda, Evren'in ileri sürdüğü açıklamalardan ilki, terör eylemlerine karıştıklarma veya destek verdiklerine inamlan kimselerin adalet 
önüne çıkarılması sürecini hızlandırıp, devlet otoritesini güçlendirecek 
düzenlemelerin yapıl(a)mamasıdır. Askerlerin 1978başında iktidara gelen CHP 
hükümeti ve bunu takip eden AP azınlık hükümetinden istedikleri bu konuya 
dair belli başlı talepler, olağanüstü hal kanunun çıkarılması, dernekler 
kanununun değiştirilmesi, devlet güvenlik mahkemelerinin kurulması, adli 
kolluk teşkilatının oluşturulması, cezaevlerinin güvenliğinin sağlanmasına 
matuf düzenlemeler, güvenlik güçlerinin terörle mücadelede zararlı buldukları 
yayınları toplatabilmelerini kolaylaştıran düzenlemeler, ceza ve ceza usul 
kanunlarında terör örgütlerinin daha etkin' bir biçimde takibi ve  cezalandırılması na izin veren değişikliklerin yapılması, güvenlik kuvvetlerinin silah kullanma yetkilerinin genişletilmesi, tanıkların can ve mal güvenliğini sağlayacak düzenlemeler, silah kaçakçılığına ilişkin suçların her zaman sıkıyönetim mahkemelerinde görülememesi nedeniyle gerekli değişikliklerin yapılarak bu suçun takibinin sıkıyönetim mahkemelerine bırakılması, gözaltı süresinin uzatılması gibi taleplerdir (EVREN,l990: 301-306; EVREN, 1991b:124-126). 

12 Eylül öncesinde bu isteklerin bir kısmı 23 Şubat 1980 tarihli Resmi 
Gazete'de yayımlanan, "Kamu Güvenliğine ve Kolluk Hizmetlerine hişkin Bazı 
Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Bunlara Yeni Hükümler Eklenmesi 
Hakkında Kanun"]] ile gerçekleştirilebilmiş, ancak askerlerin özellikle üzerinde 
durdukları, devlet güvenlik mahkemelerinin kurulması ve Sıkıyönetim ve 
Dernekler Kanunu'da yapılması istenen değişiklikler, 12 Eylül öncesinde 
yasama organında bu konular üzerinde uzlaşma sağlanamaması nedeniyle 
gerçekleştirilememiş tir.

Kanuni düzenlemeler devletin cezalandırma fonksiyonunu yeniden işler 
hale getirmenin bir boyutunu oluşturmaktaydı. Uygulamaya matuf çeşitli 
önlemler -idare, polis ve istihbarat üçgenindeki eksikliklerin giderilmesi, bu 
kuruluşların sıkıyönetim komutanlarıyla uyumlu bir biçimde çalışmalarının 
sağlanması- en az bunlar kadar önemliydi. Özellikle öne çıkarılan nokta, 
emniyet güçleri, mülki amirler başta olmak üzere, bürokrasinin bütün 
kademelerinde görülen partizanlığın önlenmesiydi. Askerler emniyet güçlerinin 
ideolojik olarak bölündüğünü, bunun da terör örgütlerinin üzerine etkin bir 
biçimde gidilmesini güçleştirdiğini dile getirmekteydiler. 12 Örneğin, 1979-1980 
döneminde 14 ay boyunca sıkıyönetim komutanlığı yapan Korgeneral Nevzat 
Bölügiray (BÖLÜG1RAY, 1989: 98-116)13 Adana Emniyet Müdürü Cevat 
Yurdakul' un öldürülmesini protesto etmek için, sol görüşlü yaklaşık 200 polisin 
görev bırakma eylemine girip, emniyet müdürlüğü bahçesinde "kahrolsun 
sıkıyönetim" diye bagırdıklannı, polislerin terör eylemlerine kanşanlara 
duyduğu sempatiye göre hareket ettiklerini belirtmektedir. Bölügiray, olaylan 
bastırmak için olay mahalline gelen polislerin dahi birbirlerine girdiklerini, yeni 
atanan emniyet müdürünü faşistlikle suçlayıp tehdit ettiklerini de gözlemiştir 
(BÖLÜGlRAY, 1989: 33-5, 51,123). 

Sayısal yetersizlik, teknik donanım ve eğitim eksiklikleri de emniyet 
örgütünün etkin bir biçimde çalışmasıni güçleştiren diğer bir sebep olarak 
askerler tarafından ileri sürülmüştür (f.C GENELKURMAYBAŞKANllGI, 
1983:105). Nevzat Bölügiray'a göre polis, telsiz, tabanca, çelik yelek gibi en 
temel ihtiyaçlarını gidermekten yoksun. olduğu gibi, ödenek yetersizliği 
nedeniyle, sayılan zaten yetersiz ve. eskimiş olan polis otolanna benzin dahi 
bulamamaktaydı (BÖLÜGtRAY, 1989: 44-6, 49, 54-5 152, 174-5). Polis modem 
sorgulama yöntemlerine yabana olduğu gibi, sıkıyönetimden polis karakolunu 
korumalan için yardım dahi istemişti (BÖLÜGtRAY,1989: 47). 

Askerlere göre, mülki idare amirIeri de gerek partizanlıktan gerekse uzun 
yıllann ihmalinden kaynaklanan ciddi problemler yaşıyorIardı. Bölügiray 

12 İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Necdet Üruğ'un polis ve istihbarat örgütleri hakkındaki değerlendirmeleri için, bkz. (EVREN, 1990: 315, 318). 
13 Bu çalışmada Korgeneral Nev7.at Bölügiray'ın anılarından önemli ölçüde faydalanıldığı görülecektir. Bunun nedeni sadece Bölügiray'ın anılarını ya7.an tek sıkıyönetim komutanı olması değildir. Nevzat Bölügiray, 12 Eylürden sonra Genelkurmay Başkanlığı Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu başkanlığına atanmış ve Ağustos 1983 yılında Korgeneral rütbesindeyken emekli edilmiştir. Bölügiray anılarında (roLÜGlRA Y, 1989: 637) Evren'in başlangıçta kendisini çok takdir ettiğini fakat sonradan "köprülerin altından çok sular geçtiğini" belirtmekte ve "bunları bu gün için açıklamak olanaksız ... belki bir gün.." demektedir. Bölügiray (BÖLÜGIRAY, 1991: 48 -53), 1991 yılında yayınlanan bir diğer anı 
kitabında 12 Eylül yönetimini "sağa kaymakla," "milliyetçi ve muhafazakar" olmakla suçlamıştır. Bölügiray'ın 12 Eylürün yüksek komuta kademesiyle olan ilişkileri düşünüldüğünde, kendisinin, özellikle 12 Eylül öncesinde yaşadığı olayları komutanların lehine yorumlamak gibi bir çaba içinde olma ihtimalinin düşük olduğunu, bu nedenle de yaşanılanlar konusunda daha objektif bir tutum alabileceğini düşündük.

(BÖLÜG1RAY,1989: 475-8), aşın milliyetçi militanlara hiç bir şart aramadan 
silah ruhsab verdiğinden şüphelendiği bir valinin, bu durum kendisine 
sorulduğunda "paşam ruhsat verilenler hepsi milliyetçi ve bizden olan kişiler, 
ülkücü gençler, içlerinde hiç komünist yok" dediğini belirtmektedir. 
Partizanlığın yanı sıra, bir çok ilçede, kaymakam ve emniyet amiri ya 
bulunmuyor ya da bu makamlar vekaleten dolduruluyordu. Evren'in (EVREN, 
1990: 376) aktardığına göre, Diyarbakır'da bulunan 7. Kolordu ve Sıkıyönetim 
Komutanı Cemalettin Altınok 17 Şubat 1980 tarihinde yapılan bir Sıkıyönetim 
Koordinasyon Kurulu toplanbsında şöyle demiştir; 

Bölgemdeki Siverek ilçesine daha bir kaymakam ve Emniyet Amiri bulamadık. 
(Siverek ki en çok olayolan ve Aporuların kontrolünde olan bir ilçedir) 
Kaymakam tayin edildi fakat gelmiyor. Size enteresan bir olay daha söyleyeceğim. Bitlis'ten Siverek'e bir emniyet' amiri tayin edilmiş, ancak Bitlis'te görülen bu emniyet amiri iki senedir Bitlis~ gelmemiş. tık bulunduğu yerde duruyor. 

Emniyet genel müdürlüğü ise onu Bitlis'te biliyor ve biz onu Siverek'e tayin 
edeceğiz ne dersiniz diye Bitlis'e soruyor. 

Askerlere göre, yargı organlan da benzeri problemlerden payını almıştı. 
Sayılan çok yetersiz kalan hakim ve savcılar yeterli korumadan yoksun 
olduklan için görevlerini layıkıyla yerine getiremiyorlar, mahkemeler çok yavaş 
çalışıyorlardı (BÖLÜCİRAY,1989: 162-7, aynı çizgide Orgeneral Necdet Üruğ'un 
gözlemleri için, bkz. EVREN, 1990: 319-320). 6 Nisan 1979 tarihinde yapılan 
Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu toplantısında okunan ve Jandarma 
Denetleme Başkanınca hazırlanan raporda da söyle deniliyordu; 

Biz Mardin'de iken, Derik'de bir polis güpegündüz sokak ortasında kurşuna 
dizilerek öldürülmüşlür. Davaya bakacak olan Derik hakimi istirahat almış, bir 
diğeri kendini reddetmiş, Mazıdağı hakimi yetkisizlik kararı vermiş, Yüksek 
Hakimler Kurulunca görevli kılınan Mardin Hakimi ise sanık bir öğretmenle üç 
eğitim enstilüsü öğrencisini tutuklayacak yürekliliği gösterememiştir. İşin 
dramatik yanı savcı, bu sanıkların sorguları yapılırken pencerelere kum torbaları 
yığılmak suretiyle can güvenliklerinin sağlanması talebinde bulunmuştur. 
(EVREN, 1990: 254-5). 

Yine askerlere göre, suç işledikleri mahkeme karanyla sabit olanlar, çoğu 
cezaevlerinde devletin kontrolünün tam olarak sağlanarnaması nedeniyle 
kolaylıkla kaçabiliyorlar veya orada kaldıklan süre içinde daha da bilenmiş 
militanlar olarak yetişiyorlardı ([.C GENELKURMAY BAŞKANLlGI, 1983: 107; 
BÖLÜGİRAY, 1989: 72-6,509-515). Hatta cezaevleri çeşitli örgütlerin kurtarılmış 
bölgeleri haline getirilmiş, karşıt görüş!ü mahkumların linç edilmesi normal 
addedilir olmuştu (BÖLÜGİRAY, 1989:522). Kısaca askerler 12 Eylül öncesinde, 
teröre karşı mücadelede kendileriyle işbirliği içinde olmalan gerekli olan sivil
bürokrasi ve güvenlik güçlerinin, gerek teknik yetersizlikler gerekse irade 
eksikliği nedeniyle, sıkıyönetime yardım etmekten ziyade, sıkıyönetimden 
medet umduklarını belirtmişlerdir (EVREN,1990:508). 

Askerlerin emniyet kuvvetleri, mülki idare, yargı ve cezaevlerinin 
durumuna ilişkin değerlendirmeleri abartılı mıdır? Askeri disiplin ve hiyerarşiye 
alışınış ve diğer her türlü organizasyonda aynı disiplini görmek isteyen; 
bunlan ordu standartlan içinde değerlendirmeye çalışan askerlerin, sivil 
kurumlardaki uygulamalan dağınıklık ve disiplinsizlik olarak algılayabilecekleri 
gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. Aynca, terörün neden 
yenilemediğini açıklamaya çalışan askerlerin bu konudaki çeşitli zorlaşbna 
faktörleri abartarak sunmuş olmalan da gerçek bir olasılıkbr. Ancak bütün 
bunlann varlığı kabul edildiğinde bile, benzer iddialann sivillerce de dile 
getirildiği göz önüne alındığında, askerlerin emniyet, mülki idare ve yargı 
konusundaki değerlendirmelerinin tamamen gerçeklikten uzak, abartılı 
olduğunu söylemek kolayolmasa gerektir. 

12 Eylül öncesinde emniyet güçleri ve mülki idare üst kademelerine 
yapılan atamalarda, liyakattan çok siyasi partilere yakınlığın en önemli 
ölçütlerden biri olduğu bir çok gözlemci tarafından dile getirilmiştir. Örneğin 
1979 yılında iktidara gelen AP azınlık hükümetinin ilk icraatlanndan birisi, 67 
ilin valisini ve 52 ilin emniyet müdürünü değiştirmek olmuştur. Sadece üst 
kademeler değil, alt kademeler de emniyet güçlerinin tarafsızlığı ile 
bağdaşmayacak çeşitli davranışlar içinde olmuşlardır. 12 Eylül öncesinde 
emniyet kuvvetleri içinde etkinlik mücadelesi veren bir çok demek vardı. 
Bunlardan POL-DER ve POL-BİR en büyükleriydi. AP hükümetinin İçişleri 
Bakanı Mustafa Gülcügil'e (EVREN,1990:402) göre, 47.662 olan toplam polis 
sayısının yaklaşık 17.000'i POL-DER'de,2000 kadar da POL-BİR'de kayıtlıydı. 
Bu derneklere üye olan polislerin tamamını militan olarak görmek hatalı olsa da, 
polis içinde bir çoklannın sahip olduklan siyasi sempatilere göre hareket 
ettikleri de sıklıkla gözlemlenmiş bir olgudur. Öğrencilerle birlikte POL-DER 
afişlerini asan polisler olduğu gibi (Hürriyet, 1 Temmuz 1979) başbakanlık 
binası önünde "yaşasın Türkeş" diye slogan atan polislerin de olduğu (Hürriyet, 
22 Temmuz 1979) dönemin basınında belirtilmişti. CHP hükümetinin Içişleri 
Bakanı İrfan Özaydınlı da emniyet içinde yapmak istediği değişikliklere karşı 
çıkan PAL-DER yöneticilerinin kendisini "basına vermekle" tehdit ettiklerini 
belirtmiştir (DURU,1995:73). 

Emniyet güçlerinin teknik araç-gereç, sayı ve eğitim yönünden yetersizlikleri konusunda da askerlerin tespitlerinin gerçekleri yansıtmadığını söylemek kolay değildir. Emniyet teşkilahna eğitim vermek üzere çağırılan İngiliz Scotland Yard görevlilerinin Türk polisinin olay yerine varır varmaz yaphğı ilk şeyin farkında olmadan delilleri yok etmek olduğunu söyledikleri yazılmıştır (Hürriyet, 22 Temmuz 1978). Yine gazeteler İstanbul'da 7 Dev-Sol militanının, karakol basıp uyuyan polisleri bir odaya kilitleyip karakolu ateşe verdiklerini yazmışlardı (Hürriyet, 27 Ocak 1980). CHP hükümetinde İçişleri Bakanlığı yapan Hasan Fehmi Güneş'in Şubat 1979 tarihinde yapılan Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu toplantısında yaptığı aşağıdaki konuşma aydınlatmakdır. 

Güneş'e göre;

Polis çok geleneksel, çok bezgin, psikolojik olarak çok çökmüş durumdadır. Benim emniyetteki istihbarat örgütüm olaylann önünden değil, arkasından gitmektedir. önceden istihbarat yapacak ne güçtedir ve ne de anlayıştadır. Bugün Türkiye yoğun bir silah kaçakçılığı baskısı altındadır. Hatta şimdi İran'a da bizden silah geçmektedir. Biz silah girişini önleyemiyoruz. İstihbaratımız zayıf. Bütün bunlann halli paraya mütevakkıf. Bugün Almanya'nın hurdaya Çıkardığı ve bize yardım olarak verdiği araç ve gereci kullanıyoruz. '" Ödeneğirniz yok. Jandarmanın denizde kaçakçılarla mücadele için İstanbul'da bir botu var. Yapımı devam edenlerin parasını ödeyemiyoruz ... . Sıkıyönetim bölgeleri dışında aracımız da yok, telsizimiz de yok, elemanımız yok, bomba uzmanımız yok. Bir tek balistik laboratuanmız var. Bir tek mikroskopumuz var. Mikroskop aldığımızı farzedelim fakat uzmanımız yok. Uzman yetiştirmek için İngiltere'ye yeni eleman gönderdik. İstihbarat okulumuz var. Bir dönemde yirmi kişi eğitebiliyoruz. Gülünç bir rakam . ."Çok polisimiz var, ama işe yarayacak polisimiz çok az. Sadece 17 ilimizde / fotoğraf makinamız var, 50 ilde yok. Bütün bunlan düzeltmek için çalışıyorum .... 

Ama falan kişiyi şuraya getireceğim dediğim zaman bir çok arkadaşlanmız 
karşımıza dikiliyor .... Bunu bize bıraksınıar. Bir bakanı bir bekçi bir polis vesaire 
işi ile uğraştırmasınlar (EVREN, 1990:246).14 

Sivil bürokrasi konusunda da benzer tespitler akademisyenler (TUTUM, 
1976; HEPER, 1979-80) ve siyasiler tarafından ifade edilmiştir. Gazeteci Orhan 
Duru (DURU, 1995:56)1978yılı başında iktidara gelen Başbakan Bülent Ecevit'in 
bürokrasinin çeşitli kuruluşlannın birbirinden "ayn devletlerden daha kopuk bir 
hale geldiği," ''bürokrasiden iş çıkaramayıp meseleleri ad hoc komitelerle," 
yürütmeye çalıştıklarından yakındığını belirtmektedir. Adalet Bakanı Mehmet 
Can'ın (EVREN, 1990 : 259) 23 Nisan 1979 tarihli Sıkıyönetim Koordinasyon 
Kurulu toplantısında yaptığı konuşma ise yargı ve mülki idarenin durumunu 
anlatan bir diğer örnektir. Bingöl, Adıyaman, Malatya, Elazığ, Diyarbakır ve 
Tunceli yöresinde incelemeler yapan Can'a göre; 

Oradaki kamu görevlileri yılmış durumdadır, Hepsi can korkusundadırIar. Çoğu 
da oraya sürgün edilmişlerdir veya yerli halktandırIar. Tunceli'nin Ovacık kazası 
hariç hiçbir kazasında kaymakam yoktur. Vilayete Jandarma Komutanlığından bir yüzbaşı vekalet etmektedir. Durum o kadar fecidir ki, bölge halkından olmayan kamu görevlilerine ateş edilmekte, evlerine bomba atılmakta böylece o görevliyi kaçırmaya çalışmaktadırlar. ...Pertek savcısı evinin iki defa bombalandığını söyledi. Hakimin evini de bombalamışlar. Yatak odasının ışığını yakıyor, kendim karanlıkta çatı katında yatıyorum. Ne olur beni buradan alın diye yalvardı. Tunceli valisi de kendisinin alınması için yalvarıyor. Diyarbakır valisi, Kars valisi de ne olur beni alın diyorlar. Bingöl de ki ağır ceza mahkemesi hakimleri biz artık karar veremiyoruz. Bir suçlu için 500-1000 kişi toplanıyor. Biz de can korkusu ile maalesef suçluyu serbest bırakmak durumunda kalıyoruz diyorlardı. 
Askerlerin terörle mücadelenin başarısım etkilediğini ileri sürdüğü ikinci' 
faktör bir çok askerde içten içe kendini hissettiren "Mustafa Muğlalı olmama" 
isteği idi. Üçüncü Ordu müfettişi olan General Mustafa Muğlalı, 1943 yılında 
Van'ın Özalp ilçesinde 33 köylünün kurşuna dizilmesinden sorumlu tutularak 
hapis cezasına çarptlrılmış fakat cezasım tamamlamadan ölmüş bir askerdir. 
Askerler o devrin koşullarına uygun olarak sadece aldığı emirleri yerine getiren 
Mustafa Muğlah'nın şartlar değiştiği için haketmediği biçimde cezalandırıldığına 
inanarak; kendilerinin de benzer akibete uğrayabileceği şüphesi içinde 
varolan yetkilerini kullanmakta çekingen davranmaktadırlar. 12 Mart dönemi 
sıkıyönetim komutanlarımn daha sonra şiddetli eleştirilere tabii tutulmaları 
askerlerdeki Mustafa Muğlalı durumuna düşürülme korkusunu daha da 
artırmıştır. 

Mustafa Muğlalı'nın yargılanıp mahkum edilmesini "yüzkarası" olarak 
niteleyen Kenan Evren; kendisiyle yaptığımız görüşmede 12 Mart dönemi 
sıkıyönetim komutanlarından Faik Türün ve Vecihi Akın'a basında yapılan 
eleştiriler ve hedef gösterilmek amacıyla posterlerinin asılmasından duymuş 
olduğu rahatsızlığı dile getirmiş ve bu olayların sıkıyönetim komutanlarım 
etkilediklerinden bahsetmiştir. Evren'e (EVREN, 1998) göre, işte bu nedenle 
komutanlar "kanunsuz, kanunun dışına çıkıp iş yapamıyorlardı," kanunlar 
çıkarılmayınca da terörle mücadelede yol alınamıyordu. Evren'in ifade etmek 
istediği şey, her zaman tartışma konusu olan güvenlik kuvvetlerinin silah 
kullanma yetkisinin sınırları (bkz, BÖLÜGIRAY, 1989: 68, 159-60, 234), 
sıkıyönetim ilan edilen bölgelerde güvenlik güçlerinin sıkıyönetimin emri altına 
girmesi ve bunun yarattığı çeşitli sorunlar gibi yoruma açık noktalarda 
komutanların inisiyatif almaktan kaçındıklarıdır. Daha detayh incelenmeye 
değer bir konu olan Mustafa Muğlah olmama psikozunun altında, askerlerin 
özellikle sivillerin harekete geçmesiyle ortaya çıkabilecek bir cezalandırma 
olasılığından duyulan rahatsızlık kadar,15 "düşman" olarak görülenlerle 
mücadelede demokratik reJImın gerektirdiği hukuk kurallarına uyrna 
zorunluluğunun yaratbğı rahatsızlığın iç içe geçtiği görülmektedir. 
Sıkıyönetim komutanlarının çekingenliğini arbran bir diğer düşünce de 
gelecekte, belli bir siyasi iktidarın adamı olarak damgalanmak ve cezalandırılmak korkusuydu. Demokrat Parti (1950-1960) döneminde Genelkurmay Başkanlığı yapmış ve askeri idare tarafından Yassıada Mahkemesi'nde yargılanan Orgeneral Rüştü Erdelhun'dan esinlenerek "Erdelhun kompleksi" de denilen bu olay, daha 1960'lardan itibaren ordu içinde DP'nin devamı olarak görülen AP'nin emrinde görünmekten kaçınma şeklinde tezahür etrnekteydi.16 

1970'ler boyunca, sol terör örgütlerinin sıkıyönetimin, AP'nin destekçisi 
olduğuna ilişkin propagandalarının etkisi azalmış olsa da, AP ile askerler 
arasındaki soğukluğun kalkmadığı, sivil iktidara tabi olmak düşüncesini 
hazmetmekte zorluk çeken askerlerin AP'nin emrinde görülmekten rahatsızlık 
duydukları açıkbr. Hemen belirtelim ki Muğlah ve Erdelhun kompleksierinin 
terörle mücadele sürecinde yarattığı olumsuz etkilerden bahsetmek askerlerin 
bu konudaki çekingenliklerinin yerinde veya hakh olduğunun kabulü anlamına 
gelmeyip, sadece durum tespitinden ibarettir. Demokratik bir rejimde ordunun 
veya diğer emniyet kuvvetlerinin hukuk kurallarına uyulduğunda terör ile 
mücadelede başanh olunamayacağı düşüncesine sahip olması; veya siyasi 
iktidarın emrinde görünmemek arzusu kabul edilemez. 

Askerler, vatandaşların güvenlik kuvvetlerine yardım etmekten çekindiklerini bunun da terörle mücadelenin başansızlığına olumsuz etki eden bir diğer faktör olduğunu belirtmişlerdir. Örneğin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ vatandaşın bir çözümsüzlük içinde olduğunu, "doğruyu söylersem öldürülürüm" korkusu içinde devlete yardımcı olmadığını belirtmiştir (EVREN, 1990:320). Yine Üruğ (EVREN, 1990: 371) bir başka Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu toplanbsında şunları söyleyecektir; Halk bir sinmişlik, korkaklık içindedir. Güvenlik kuvvetlerine ve adli makamlara en ufak bir şekilde dahi yardımdan ve işbirliğinden kaçınmaktadır. 16-17 yaşındaki bir çocuk bir otobüs dolusu insana enternasyoneli ayakta dinletebilmektedir. s-6 kişilik bir grup güpegündüz Kadıköy çarşısında 50 dükkanı kapatabilmekte dir. Meselenin en hazin tarah da mağdurların görmedim duymadım bilmiyorum şeklindeki sorumsuzluk içinde olmalandır. 

Bölügiray da (BÖLÜGlRAY, 1989:36, 230, 242, 310, 505) benzeri durumlardan yakmarak, iki askerin öldüğü bir olay sonrasında polisin canluraş çığlıklarına kimsenin kafasını çevirip bakmadığından şikayet etmiş ve vatandaşlann "vaktiyle e~peryalist güçlere karşı kazma, kürek ile savaşanlann evlatlan olarak anarşi ve terör karşısında kesin tavır almalan" gerektiğini belirtmiştir (BÖLÜGIRAY, 1989; 387-389, aynı çizgide bkz. T.C GENELKURMAY BAŞKANLlGI, 1983:133; YlRMIBEşoGLU, 1999:172). Askerlerin bu konudaki tespitlerinin mübalağalı olduğundan şüphe etmek için elimizde yeterli veriler yoktur. Teröre maruz kalmış bir çok ülkede olduğu gibi, 12 Eylül öncesi Türkiye'sinde de, terör örgütlerinin hedefi olma korkusu nedeniyle vatandaşlar güvenlik kuvvetlerine yardım etmekten kaçınmaktaydılar, bu da terörle mücadelede olumsuz bir etki yapmaktaydı. 

Ve nihayet askerlerin ifade ettiği son bir nokta, 12 Eylül öncesinde ülke içi 
siyasi atmosferin terörle mücadeleye elverişli olmaktan çok uzak olduğudur. Bu 
durum, Orgeneral Necdet Üruğ (EVREN, 1990: 370) tarafından 17 Şubat 1980 
tarihli Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu toplanhsında şöyle dile getirilmiştir; 
öncelikle siyasi partilerimizin sanki her taraf güllük gülistanlık imişçesine izahı 
mümkünü olmayan bir serinkanlılık ve vurdumduymazlık içinde parlamentoda 
politik anarşiyi tahrik etmeleri ve bunu televizyon ekranına ve radyosuna sirayet ettirmeleri terörü giderek güçlendirmektedir. Terörün ihtiyacı olan istikrarsız karmaşık ve karanlık vasatı siyasi partilerimiz kendi elleri ile yaratmaktadırlar. (kumandam olduğum ordu mensupları) bundan büyük ölçüde müştekidir ler, muzdarip tirler. Biz yolda sabaha kadar anarşistlerle mücadele ederken, parlamentoda bu mücadelenin, bu şekilde siyasi mücadelenin yapılması için mi sokakları müdafaa etmekteyiz anarşiye göğüs germekteyiz diye bana 
sormaktadırlar.18 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

12 EYLÜL'E DOĞRU ORDU VE DEMOKRASİ, BÖLÜM 1

12 EYLÜL'E DOĞRU ORDU VE DEMOKRASİ, BÖLÜM 1 



Yrd. Doç. Dr. Tanel Demirel. 
Çankaya Üniversitesi 
Iktisadi ve Idari Bilimler Faküıtesi 
• Ankara Üniversitesi SBF Dergisi. 56-4 


••• 

Özet 

Bu çalışma, 12 Eylül 1980 harekatı öncesinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin müdahaleyi meşrulaştırmak aramayla terörle mücadelede yeterli çabayı göstermediği iddiasını değerlendirmektedir. Demokratik rejimlerde terörle mücadele, siyasal iktidar, asker-sivil güvenlik gücleri, bürokrasi ve yargının etkin çalışmasını gerektirir. 12 Eylül öncesinde bunun gerçekleştirilememesinin en önemli nedeni askerler değildir. Terörün 12 Eylül"den sonra etkisini yitirmesi ise, devletin zor kullanma gücünü bireyi koruma arnaayla sınırlayan kuralların fiilen geçersiz hale gelmesi ile bağlantılıdır. 

Bu yüzden ordunun terörün üzerine gitmediğini ileri sürmek, eldeki veriler ışığında, kolay değildir. 

Ancak bu tezi savunmak, 12 Eylül'e giden süreçte askerlerin üzerlerine düşen görevleri eksiksiz bir biçimde yerine getirdikleri anlamına da gelmemclidir. 1979 yılı ortalarından itibaren askeri müdahale fikrini ciddi bir biçimde tasavvur 
etmeye başlayan askerlerin, tam da bu sebeple, hem terörle mücadelede daha girişimci, yaratıcı olma, hem de demokratik rejim içinde kalarak teröre çözüm olabilecek diğer alternatifleri gündeme getirme iradelerinin çeşitli şekillerde 
zaafa uğradığı söylenebilir. 

" Mecbur olmadıkça bıçak kemiğe dayanmadıkça müdahale yapılmamasııu düşünüyor ve belki politikacılar akıllamu başlanna alular diye ümidimi kaybetmiyordum," 
Kenan Evren (1990) 
• Ankara Üniversitesi SBF Dergisi. 56-4 


"Elinizdeki yetkileri kullanıp, Devleti koruma ve kollarna görevi yerine, Devletin dibine dinarnit koyanlann akıttıklan kanlan ikbalinizin merdivenlerine basamak yaptınız .... Akan kanlar, yanan canlar, gölolan yaşlar karşısında darbenize meşru zemin yarattınız. " Süleyman Demirel (1990) 

Türkiye'yi 12 Eylül 1980 askeri müdahalesine! götüren sosyal ve siyasal dinamikler henüz açıklığa kavuşturulamamışhr. Terör ve şiddet dalgasım 
yaratan faktörlerin neler olduğu, sivil bürokrasinin niçin işlemez hale geldiği, siyasal partilerin neden muhtemel çözümler üzerinde uzlaşamadıkları akla 
gelen sorulardan bazılarıdır. Döneme ilişkin yamtlanmayı bekleyen sorulardan birisi de, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) yüksek komuta kademesinin askeri 
müdahaleye zemin hazırlamak için ülkenin büyük bir kesiminde ilan edilen sıkıyönetime rağmen terörle mücadelede etkin bir roloynamadığı iddiasıdır. 
198O'lerinortalarından itibaren gündeme gelen bu meselenin tarhşılması, genellikle müdahale sürecinde ordunun mu yoksa sivillerin mi vebalinin daha 
çok olduğu ekseninde şekillenmiş; sürecin nasıl cereyan ettiğini anlamaktan çok, eldeki yetersiz verilerden yola çıkarak aktörleri yargılamak hakim amaç haline 
gelmiştir. Açıklamaların bir kısmı, TSK'nın siyasete müdahale eğilimini öne çıkanrken, diğerleri sivillerin yetersizlikleri ve uzlaşamamalan nedeniyle 
demokrasiyi yozlaştırdıklanm öne sürerek, 12 Eylül sürecinde asıl sorumluluğun bu gruba ait olduğunu ifade etmişlerdir. İki kutup arasında kalan tartışma    meselenin karmaşıklığım örtbas etmiş; özellikle de aktörlerin başlangıçta öngörmediği, kendi eylemlerinin neticesi olmakla birlikte onlar tarafından niyet edilmemiş, ancak müdahale sürecinde esaslı roller oynayan çeşitli faktörlerin anlaşılmasım ikind planda bırakmıştır. Oysa, ancak daha derinlerde yatan bu dinamiklerin anlaşılmasıyla doyurucu bir açıklama düzeyine ulaşabilmek mümkün olacaktır. 

Bu çalışma, askerlerin darbeyi meşrulaştırmak için terörün üzerine bilinçli bir biçimde gitmedikleri görüşünü ileri sürmenin eldeki veriler ışığında kolay 
olmadığım savunmakta; ancak bunun askerlerin 12 Eylül'e giden süreçte üzerlerine düşen görevleri tam anlamıyla yerine getirdikleri anlamına da 
gelmediğini ifade etmektedir. Buna göre, 1979 yılı ortalarından itibaren müdahale fikrini ciddi bir biçimde tasavvur etmeye başlayan askerlerin hem 
terörle mücadelede daha girişimci, yaratıcı olma, hem de demokratik rejim içinde teröre çözüm olabilecek diğer seçeneklere başvurma iradeleri çeşitli 
şekillerde zaafa uğramıştır. Bu noktada çalışma, 12 Eylül sürecinin, demokratik rejim herhangi bir problemle karşılaştığında askeri müdahaleyi meşru bir 
çözüm olarak kabul eden ve askerler kadar siviller arasında da yankı bulan anlayışın, demokratik rejime verdiği zararları ortaya koyan bir örnek 
oluşturduğunu da ileri sürmektedir. 

i. Askerlerin Bilinçli Bir Biçimde Terörün Uzerine Gitmedikleri Iddiası

Adalet Partisi (AP) lideri ve 12 Eylül 1980 tarihinde Başbakan olan Süleyman Demirel, gazeteci Cüneyt Arcayürek'le yaptığı bir konuşmada kendilerinin "hükümeti" işlettiklerini fakat "devleti" işletemediklerini ifade ediyordu (ARCAYÜREK, 1990: 470). "Silahlı kuvvetler devletin içindedir. Şayet 
devletin yapamadığını, silahlı kuvvetler yapar diyorsak devleti silahlı kuvvetlerden ayınyor ve devletin tekniğini bozuyoruz. Bu takdirde devleti 
çalışhramayız," diyen Demirel (ARCAYÜREK, 1990:517), devletin içinde olması gereken silahlı kuvvetlerin kendilerini devletin dışında sayıp, demokratik rejim 
içinde terörle mücadelenin yapılamayacağı kanaatine vardığım ve müdahaleyi meşru kılmak için zemin yarathğım belirtmiştir. 

Kenan Evren'in (EVREN, 1990: 262) anılarında ''bıçak kemiğe dayanmadan yapılacak bir müdahalenin faydadan çok zarar getireceğine" inandığını belirtmesi, Demirel'in daha önce üstü kapalı bir biçimde ifade ettiği iddialannı "Anı Değil Itiraf' isimli kitabında daha sert bir üslupla dile getirmesine yol açmıştır. Evren'in bu sözlerini müdahaleyi kafasına koyan askerlerin terörün üzerine gitmeme kararının ifşaab olarak algılayan Demirel, kitabın amacıun "ülke kan gölüne dönmüşken, her türlü olumsuz şartlar içinde bile olsa devralmak zorunda olduğumuz yönetimde, bize yardıma olması 
gereken zamanın beş kişilik komuta heyetinin, kan gölünde kendilerine ikbal ve istikbal arayışlannı gün ışığına çıkarmak," (DEMİREL, 1990: 4) olduğunu 
söylemiştiı:. Demirel'e göre, güvenlik ve huzuru sağlamak için devletin elindeki son ve tek çare olan sıkıyönetim 20 ayı aşkın bir süre yürürlükte kalmasına 
rağmen Türkiye'de akan kanı durduramamış ama, "ll Eylül günü akan kan, 13 Eylül günü durmuştur." (DEMIREL, 1990: 15), Demirel suçlamalarına kanıt 
olarak, 12 Eylül'den sonra komutanların sadece Sıkıyönetim Kanunu'nda önemsiz bir kaç değişiklik yapbklarmı; bunun da müdahale öncesinde meclisten 
istenilenlerin gerçekten gerekli olmadığını gösterdiğini, "sonradan görülmüştür ki, devlet güçsüz değiL.Sadece devlet işletilmemiş, 12 Eylül'den sonra devlete ne gücü eklenmiş, ne olmuş? Devlet yine aynı devlet !. (ARCAYÜREK, 1990: 484) diyerek ifade etmiştir. 

Süleyman Demirel'in.2 ortaya attığı, çeşitli politikacılal'ı ve gazeteci yazarlar dışında, kimi akademisyenlerce de (SHICK/TONAK, 1987: 372; 

BİLGE-ERISS, 1991: 141; AHMAD, 1995: 425) sempatiyle dile getirilen bu iddialar, dönemin genelkurmay başkanı ve askeri rejimin lideri Kenan Evren 
(1990:517; 1995: 31, 1998) ve o dönemde görev yapmış askerler (BÖLÜGIRAY, 1989; BÖLÜGIRAY, 1991) tarafından her vesileyle reddedilmiştir, 12 Eylül 
harekabndan sonra terörün bıçakla kesilir gibi durmadığını, bir süre daha devam ettiğini belirten Evren, kendilerinin terörle mücadele sürecinde ellerinden gelen her şeyi yaphklarını, gerek kendi yetkilerinin kısıtlı olmasından gerekse polis, yargı ve sivil bürokrasinin etkin çalışamamasından ötürü başarılı olamadıklarını belirtmiştir. Evren'e göre, askerler terörle mücadelenin başarısına sekte vuran bu faktörleri gerek Milli Güvenlik Kurulu, gerekse Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu toplanhlarında dile getirmişler ancak hükümetler bu sorunların çözümü doğrultusunda adım atamamışlardır. 

ii. Bazı Metodolojik Meseleler 

Burada 12 Eylül darbesi ile ilgili mikro düzeyde bir analiz söz konusudur. Bu düzeydeki bir analiz ise yapısal olarak nitelendirilebilecek faktörlerin tamamen belirleyid olmadığı, aktörlerin manevra alaruna sahip olduklan fikrine dayanır. Meseleye makro düzeyde yaklaşan bir anlayış ise, aktörlerin davraıuşlannı ikind planda ele alarak, yapısal nitelikli faktörlere daha fazla ağırlık verecektir. Bu çalışmada mikro düzeyin vurgulanması, makro düzeyde bir analizin gereksiz olduğu anlamına gelmemclidir. Bu makale, 12 Eylül'ü tüm karmaşıklığı ile ele almayı değil, bu amaca vanlmasına yardıma olabilecek bir soruyu incelemektedir. Ancak yine de her mikro analiz, makro düzeyde kabul edilen çeşitli varsayımlarla anlamlı hale gelebileceği için, çalışmaya yön veren 
bu varsayımlar üzerinde durmak gereklidir.

12 Eylül darbesini makro düzeyde ele alan analizlerin, genellikle indirgemeci ve komplo teorilerine yatkın açıklama tarzlarına sempatik baktıklan söylenebilir. Bunlara göre, Türkiye'yi 12 EylüI'e götüren olaylar zinciri, özellikle de darbenin görünür sebebini oluşturan terör ve şiddet dalgası, askeri müdahaleden çıkarlan bulunan çeşitli güç veya güçlerce başlatılmış /desteklenilmiştir. Darbe bu güçlerin eylemlerinin bir sonucudur. Sınıflararası ilişkilerin siyasal hayattaki önemine dikkat çeken kimi yazarlar için, 1970'lerin ortalanndan itibaren tıkanmaya başlayan devletçi/planlamacı ekonomik düzenden piyasa ağırlıklı ekonomik düzene geçişi simgeleyen 24 Ocak 1980 tarihinde alınan kararlann askeri rejim alhnda daha iyi uygulanabilecek olması, müdahalenin temel sebebidir.
(SAVRAN, 1987: 152-3; SHICK/TONAK, 1987: 374;AHMAD, 1994:428). 4 

Diğer bazı yazarlar ise İran'da Şah rejiminin yıkılması ve Afganistan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgalinden sonra, jeopolitik önemi artan Türkiye'yi Amerikan ulusal çıkarlarına uygun davranır haıc getirmeyi garanti altına alma (örneğin Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşünü gerçekleştirmek) isteğini gözönünde bulundurmanın 12 Eylül 1980 müdahalesini anlamanın ön şarh olduğunu dile getirmişlerdir 
(YETKIN, 1995; AHMAD, 1994: 423).5 

Bu yaklaşımlar her zaman açıkça ifade etmeseler de, kendi çıkarlannın askeri rejim ile daha iyi korunabileceğine inanan perde arkası güçlerin 12 Eylül 
müdahalesinin "görünür" sebebini oluşturan terör ve şiddetin oluşumunda önemli roller oynadıklannı varsaymaktadırlar,6 Böylece, ordunun darbeyi 
meşrulaştırmak amaayla terörün üzerine gitmediği iddiasını değerlendirmek anlamlı olmaktan uzak kalmaktadır, çünkü sorunun cevabı verilmiştir; ordu 
başkalan tarafından planlanan bir süreçte kendisine biçilen misyonu farkında olarak veya olmayarak yerine getiren bir araç konumundadır. 

Gerek Türkiye'nin değişen jeopolitik konumunun, gerekse 70'lerin ortalarmdan itibaren ülkeyi etkisine alan ekonomik krizin, 12 Eylül'ün oluşumunda etkili olduğuna hiç şüphe yoktur. 1970'lerinortalanndan itibaren yaşanmaya başlayan ekonomik kriz, demokratik rejimin vatandaşlann beklentilerini karşılayabilme kapasitesine ve dolayısıyla meşruiyetine önemli ölçüde sekte vurduğu gibi, krizi aşmaya yönelik 24 Ocak kararlarının, askeri rejim alhnda daha rahatlıkla uygulanabileceği de açıktı.7 (ŞENSES,1991:214). 12 Eylül sonrasında işçi haklarının askıya alındığı, ücretlilerin yaşam standartlarının önemli ölçüde geriletildiği de doğrudur. Ancak bütün bunlar, 12 Eylül'ün sırf bu amaca matuf olarak, 24 Ocak kararlarını uygulamak için kotarıldığı tezini desteklemeye yeterli olmasa gerektir. tki değişken arasında bağlanh (correlation) bulunması, bunlardan birinin kaçınılmaz bir biçimde diğerinin nedeni olduğu anlamına gelmez. Diğer bir deyişle, 24 Ocak kararlannın 12 Eylül askeri yönetimi sayesinde daha kolaylıkla uygulanabilmiş olması müdahalenin bu kararları uygulamak için yapıldığı görüşünü kanıtlamaya yetmez. Şöyle ki, ekonomiyi dışa açmaya, devletin ekonomideki rolünü azaltmaya yönelik benzeri kararlar bir çok azgelişmiş ülkede askeri müdahaleler olmadan da uygulanabilmiştir. 
(KAUFMAN, 1979; REMMER, 1986). 

Türkiye'de de 24 Ocak kararlarını alanlar askerler değil, AP hükümeti olmuştur. Askerlerin darbe sonrasında bu kararları uygulamaya devam etmeleri ise, programın ilk olumlu sonuçlarının alınmaya başlamasıyla birlikte, uluslararası finans çevrelerinin desteğine sahip bir programdan vazgeçerek, bir de ekonomiyle ilgili sorunları daha da ağırlaşhrmama kararlılıklarının bir sonucudur (EVREN, 1995: 12), 24 Ocak kararlarının mimarlannın Temmuz 1982'de istifa etmek zorunda kalmaları askerlerin bu kararlara bağlılığının bu uğurda askeri müdahaleyi göze alacak kadar yüksek olmadığı fikrini destekleyen bir örnektir. 

Müdahalenin, bah bloku için stratejik önemi artan Türkiye'de siyasi istikrarı sağlama ve Amerikan ulusal çıkarlarına daha uygun politikalar izlenmesini garanti alhna almaya yönelik olarak gerçekleştirildiği tezi de benzer güçlüklerle mal Oldur. ABD veya bah bloku için, askeri bir hükümetin, CHP ve MSP gibi batı aleyhtarı söylemleri kullanan partilerin de iktidara gelme şansına sahip 
olduğu demokratik rejime nazaran tercih edilir olduğu doğrudur; çünkü askeri rejimlerde ikna edilmesi gereken bütün bir kamuoyu değil, meseleye 
daha çok güvenlik açısından bakan bir avuç askerdir. Aynca, soğuk savaş koşullan içinde ABD'nin anti-komünist olduğu müddetçe ülkelerin demokratik 
olup olmamasıyla ilgilenmediği ve Sovyetler Birliği'nin hegemonyası altına girme riski taşıyan istikrarsız bir Türkiye yerine, demokratik olmayan ancak batı 
blokuna bağlanmış bir Türkiye'yi tercih edeceği de, darbe sonrasında da görüldüğü gibi, çok açıktır.8 Bu konuda Türk subaylanna çeşitli kanallardan 
sinyaller gönderilmiş olması da muhtemeldir. Bütün bunlar ABD'nin tutum ve davraruşlannın darbenin yapılmasım kolaylaştırdığı, askerlerin kafasındaki 
çeşitli tereddütleri ortadan kaldırdığına işaret eder, ancak müdahalenin ABD çıkarlarının daha iyi savunulmasını sağlamak için yapıldığı görüşünü kanıtlamaya yetmez. Bunun savunulabilmesi için, darbe geleneği olmadığı gibi o konjonktürde darbe yapmaya hiç niyetli olmayan bir ordunun ABDtazyikiyle böyle bir mecraya sokulduğunun inandıncı bir biçimde ortaya konulması gereklidir. 

Mamafih, her iki açıklama da ülkeyi 12 Eylüle götüren terör ve şiddet dalgasının, askeri yönetimden çıkar sağlayanlarca başlatıldığı/desteklendiği varsayımına dayanmaktadır. Bu varsayımı destekleyebilecek kanıtlar sunulmamakta; sadece askeri rejimden faydalananıann ülkeyi darbeye götüren sürecin hem planlayıalan hem de uygulayıcıları oldukları kabul edilmektedir. Bu ise müdahaleden çıkar sağlayacak belli güçlerin rolünü abartırken, ordunun ve müdahale öncesi ortamın oluşumunda önemli sorumluluklara sahip olan siyasi partilerin rolünü küçümsemek, bunları tamamen belirtilen güçlerin istediği şekilde yön verebilecekleri pasif aktörler olarak görmek anlamına gelmektedir  Toplumsalolaylar, tek bir faktörle açıklanamayacak, TCK bir nedene 
indirgenemeyecek kadar karmaşık olduklan gibi, belli aktörlerin niyet edilmiş eylemlerinin, her zaman bu aktörler tarafından arzulanan sonuçlara götürmc 
kapasitesine sahip olduklarını varsaymak da hatalıdır. Türkiye'yi çeşitli amaçlarla askeri idare rejimine sürüklemek isteyen ve bu amaca matuf olarak 
terör ve şiddet dalgasının oluşmasına bilinçli bir biçimde katkıda bulunmak isteyen çeşitli güçler olmuştur.9 Fakat meseleyi sadece bu güçlerin eylemleriyle, 
niyetleriyle açıklamak yerinde değildir. Terörü besleyen sosyo-kültürel ortamı, terörle mücadele sürecinde siyasal elitin teşhis koyma ve önlem almaktaki 
başansızlık1annı, bürokrasinin bozulmasım, ordunun askeri müdahaleyi meşru bir çözüm olarak algılayan zihni donammını gözönüne almadan 12 Eylül 
müdahalesini anlayamayız. Eğer sayılan faktörler olmasaydı, kışkırtmalar, büyük ihtimalle sonuçsuz kalabilecekti. Norbert Elias'ın isabetle vurguladığı 
gibi, toplumsal olaylar bir çok aktörün bilinçli veya bilinçsiz, rasyonel veya duygusal nitelikli eylemlerinin karşılıklı etkileşiminin (interweaving) bir 
sonucudur. Bu etkileşim neticesindedir ki, çoğu zaman aktörlerin niyetlerinden, planlarından daha farklı bir çizgide ortaya çıkmaktadır. 
(EUAS, 1994:444).10 

Bu çerçeve içinde düşünüldüğünde, 12 Eylül'ü en genel anlamda, Osmanlı-Türk patrimonyal siyasal geleneklerinin -ki bunlar demokratik kültür açısından sorunlu bir mirasbr- izlerini taşıyan, azgelişmişlik sürednin çeşitli sancılanyla boğuşan ve demokratik rejimIerin yaşamasına pek de elverişli olmayan uluslarası bir konjonktürde demokrasiyi sürdürmeye çalışan bir toplumun yaşadığı sıkınblan demokratik rejimi rafa kaldırarak aşma çabası algılamak daha doğru olacakbr. Analiz düzeyi daha somutlaşhnldığında ise, uluslarası konjonktürün yamnda 12 Eylül'ü anlamada kritik öneme sahip olan birbiriyle yakından bağlanblı üç esaslı noktadan söz edilebilir; yapılıŞ biçimi dolayısıyla toplumun önemli bir kesimince meşruluğu tarbşılan 1961 Anayasası ve bu Anayasamn getirdiği Türkiye koşullanna uygunluğu tartışılabilccek olan düzenlemeler; 1960'lann hızlı toplumsal değişim süreci ve ithal ikamesine dayalı sanayileşme stratejisinin bkanması; 1960 sonrası düzende demokratik merkezi oluşturmaya en yakın olan AP ve CHP gibi siyasi partilerin, çeşitli sebeplerle bunu başaramamalan. Böyle bir yaklaşım, ordu, siyasal partiler ve basın gibi aktörleri, yapısalolarak nitelendirilen faktörlerin hiç bir özerklik sahibi olmayan taşıyıcılan olarak görme hatasına düşmediği gibi, aktörlerin içinde bulunduklan ortamı görmezden gelen, bu nedenle de manevra alanlanmn oldukça geniş olduğunu düşünen subjektivist bir yoruma düşülmesini de engelleyebilecektir. 

Bu çalışmada öncelikle 12 Eylül öncesinde terörle mücadelenin neden başansız olduğuna ilişkin askerler tarafından ileri sürülen iddialann geçerliliğini tartışacağ1Z.Daha sonra da darbeden sonra terörle mücadelede sağlanan başanmn nasıl ve hangi şartlarda elde edildiğini değerlendircceğiz. 
çıkarıldığı kanaatini taşıdığını söylemektedir. Istihbarat servislerinin iç yüzünü anlatma idddiasını taşıyan bir çok çalışmada da benzeri iddiaları bulabilmek 
mümkündür. Bu konuda bkz. 
(OZKAN, 1996; YALÇIN/KUROAKUL, 1999). 

10 Toplumsalolguların insan eylemlerinin etkileşiminin bir sonucu olmakla birlikte genellikle kimse tarafından niyet edilmemiş bir nitelik taşıdığı düşüncesi Iskoc; Aydınlama geleneğine mensup Adam Ferguson ve David ilume gibi düşünürlerce dile getirilmiştir. Frederick Hayek'in piyasanın "kendiliğindenliğini" açıklamakta kullandığı bu kavramı sosyal bilimlere "geri getiren" kişi ise Norbert EHas'hr. Bu konuda bkz. (PORTES, 2(00).

Eğer askerlerin 12 Eylül'den önce terörle mücadelenin neden başarısız olduğuna ilişkin açıklamaları ikna edilse, askerlere yönelik eleştirilerin yerinde olmadığı 
görüşü ağırlık kazanabilecektir. Yok eğer askerlerin açıklamaları yeterli görünmüyorsa, bu halde askerlere karşı yöneltilen, bilinçli bir biçimde terörün 
üzerine gidilmediği iddiasının gerçeklik payının yüksek olduğu daha rahatlıkla savunulabilecek tir. Askerlerin darbeden sonra terörle mücadelede sağladıkları 
başarının nedenlerini araştırmak ve bu başarıda rol oynayan faktörleri tespit edip bunların demokratik rejim içinde gerçekleştirilme şansı olup olmadığım 
değerlendirmek de, terörle mücadelede ordunun pasif kaldığı iddiasının değerlendirilmesinde ipuçları sağlayacaktır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

26 Mart 2019 Salı

Siber istihbarat faaliyetleri nelerdir ?

Siber istihbarat faaliyetleri nelerdir ?




İstihbarat, yüzyıllardır gizemini korumakta olan, bunun neticesi olarak da birçok insanın önyargıyla yaklaştığı bir bilim dalıdır. Sinema filmlerindeki hikayelerde sürekli olarak ıslak operasyonların yapılması sebebiyle de kimilerinin korku duymasına sebep olmaktadır. 

Ancak istihbarat, haber alma teknolojilerinden kriptolojiye, yabancı dil uzmanlığından psikolojiye kadar birçok müspet ilmi kapsamaktadır. Bir başka deyişle, istihbaratın elde edilmesi için bilginin elde edilmesi ve bunun işlenmesi, ardından analiz edilmesi gibi süreçler bulunmaktadır. 

İstihbarat, günün şartlarına uygun olarak gelişmektedir ve çeşitli sözlüklerde “akıl, zeka, malumat, haber, bilgi, havadis, bilgi toplama, haber alma” şeklinde tanımlanmaktadır. 
İstihbarat bilimcileri tanım yaparken, akıl ve haber alma öğelerini bir arada kullanmaktadır. Dolayısıyla akılcı yöntemlerle haberin alınması ve yine akılcı yöntemlerle bunların işlenmesi neticesinde istihbarat elde edilmektedir. 

İstihbarat, planlama, araştırma, deliller toplama ve çeşitli ilmi metotlar kullanarak bunların değerlendirilip, kullanılabilecek bilgi olarak sunulmasını hedeflemektedir. 
İstihbaratın sistemli bir şekilde toplanması da oldukça önemlidir. Bu sistemin dışına çıkılması bilginin, dolayısıyla da elde edilecek istihbaratın bozulmasına sebebiyet verecektir. 


İstihbarat toplamak için teknik, insan kaynaklı ve açık kaynak istihbarat toplama teknikleri kullanılmaktadır. Kapalı kaynak olarak adlandırılan istihbarat toplama tekniği, eskiden sadece sahada yapılmaktayken, bugün siber uzay üzerinden de gerçekleşmektedir. Üstelik elde edilen neticeler, eskiye oranla çok daha düşük maliyetli, hızlı ve güncel olmaktadır. İnternetin yaygınlaşmasıyla birlikte artık çeşitli web siteleri, sosyal medya ve sohbet odaları gibi ortamlardan açık kaynak istihbarat toplamak da yine eskiye göre çok daha kolay bir şekilde gerçekleşmektedir. 

İstihbaratın ne olduğunu özetleyecek olursak; “İstihbarat, ulaşılabilen açık, yarı açık ve gizli kaynaklardan elde edilen bilginin, ulusal güvenliği tehdit edecek unsurlara karşı koruma sağlamak amacıyla yahut politika yapıcıların, ulus menfaatlerini olumlu şekilde etkileyecek kararların alınması hususunda ihtiyaç duyduğu bilgilerin elde edilip, doğruluğuna göre sınıflandırılması, karşılaştırılması, analiz edilmesi süreci sonucunda ulaşılan bilgidir.” 

Bilginin ne kadar önemli olduğu bu tanımla birlikte bir kere daha ortaya çıkmaktadır. Bugün, bilgiyi elde etmek bir tık ötede olduğuna göre, akılcı yöntemler kullanarak istihbarat elde etmek de mümkün olmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, artık istihbaratın internet üzerinden kolayca elde edilebildiğidir. Özellikle sosyal medya hesaplarında paylaşılan bilgi burada büyük bir ehemmiyet teşkil etmektedir. Bugüne kadar pek çok kullanıcının hassas bilgilerini internet üzerinden paylaşması neticesinde çeşitli kaçırma, fidye ve hatta cinayet haberleri basına yansımıştır. Bu durumda internetin kullanımı kadar, bilginin derecelendirilmesi ve korunması da devreye 
girmektedir. 

Bugün, teknolojinin geldiği nokta neticesinde siber istihbarata da oldukça büyük bir önem verilmektedir. Ülkeler ve kurumlar, birbirlerine üstünlük kurmak için rakiplerin bilgi sistemlerine karşı saldırılar yapmakta, siber sistemlerini devre dışı bırakarak ekonomik olarak zarar vermeyi amaçlamaktadır. Bunun dışında siber uzayda saklanan verilerin ele geçirilmesi sağlanmış ve böylelikle gelecek planları, kullanılan teknolojiler ve diğer birtakım gizli bilgiler elde edilebilmiştir. Yapılan bir siber saldırı neticesinde, bir ülkenin tüm elektrik hizmetlerini bir anda kesmek mümkün kılınabilmektedir. Günlerce sürebilecek bir saldırı sonucu, ülkenin tüm banka ve finans kurumlarının sistemleri çökertilebilmekte, hizmet veremez hale getirilebilmektedir. Artık tankla tüfekle savaşma devrinin kapandığı, savaşların siber ortamda gerçekleşeceği çeşitli uzmanlar tarafından 
belirtilmektedir. ABD, yaptığı bir açıklamada, kendilerine karşı yapılacak herhangi bir siber saldırının, konvansiyonel savaş sebebi olacağını ifade etmiştir. 

ABD hükümeti tarafından yapılan bu resmi açıklama, siber güvenlik ve siber istihbarat öğelerinin önemini vurgulamaktadır. Siber istihbarat, HACKINT olarak da tanımlanan, hackleme üzerine olabileceği gibi, daha önce de ifade ettiğimiz gibi sosyal medya ve çeşitli internet yayınlarından faydalanılarak da elde edilebilmektedir. 

Bugün internet, espiyonaj faaliyetleri için oldukça kullanışlı bir alan haline gelmiştir. ABD’nin Savunma Araştırmaları Serivisi’ne göre, bilgisayarlar ve internet, en hızlı gelişmekte olan istihbarat toplama alanı olarak nitelendirilmektedir. Günümüzde “tradecraft” olarak adlandırılan ve istihbarat paylaşımı olarak tanımlayabileceğimiz faaliyet, internet sayesinde çok daha kolay bir hale gelmiştir. Mobil cihazlar ve bilgisayarlar için geliştirilmiş zararlı yazılımlar sayesinde pek çok bilgiye anında ulaşmak mümkün olmaktadır. Dolayısıyla kullanılan cihaz, yazılım ve internet ağlarına dikkat etmek gerekmektedir. Ayrıca; önem teşkil edebilecek bilgileri paylaşmaktan kaçınmakta fayda bulunmaktadır. 


Atalay Keleştemur’un kaleme aldığı Siber İstihbarat. 

 İstihbarat, insanlık tarihinden beri devamlı surette gelişim göstermekte olan, temel insani eylemlerden birisidir. İlkel toplumlarda avcılık üzerine kurulu olan istihbarat faaliyetleri, bugün modern devletlerin, teknolojiyi efektif şekilde kullanmasıyla birlikte etkin bir bilim haline gelmiştir. Dünyanın önde gelen ülkeleri, sürekli olarak istihbarat savaşları yapmakta ve bu şekilde elde edilen hassas bilgiler neticesinde birbirlerine karşı üstünlük kurma çabası içine girmektedir. Ancak yaşanan tüm bu gelişmeler karşısında, Türk toplumunda istihbarata karşı bir önyargı oluşmuş ve be sebeple de istihbarat biliminden uzak durulmuştur. 

Türkiye, gerek jeopolitik konumu gereği, gerekse de fasılalı olarak güçlenen bir devlet olması sebebiyle yabancı gizli servislerin yoğun hedefi arasındadır. Ülkemize karşı gerçekleştirilen, milli güvenliğimizi tehdit etmek maksatlı faaliyetler, gelişen teknolojiyle birlikte artık siber uzay üzerinden de tezahür etmektedir. İstihbaratın gerçekte ne olduğunu, ne olmadığını açıklamak üzerine başlanan bu çalışmada, istihbarat toplamak için kullanılan yöntemler, istihbarat türleri ve dünya üzerindeki istihbarat servisleri dışında, siber savaş, siber terörizm, siber casusluk, siber saldırı ve siber güvenlik gibi modern faaliyetler de saldırı ve güvenlik yönleri ile ayrıntılı bir şekilde anlatılmaya çalışılmıştır. 

Kitabın sadece belli bir kesim tarafından değil, özellikle internete giren tüm Türk okurları için anlaşılır olması maksadıyla mümkün olduğunca yalın bir dil kullanılmıştır. İstihbaratın tanımı, istihbarat tarihi ve bal tuzağı gibi konuların herkes tarafından ilgi ile okunacağı temenni edilmektedir. Kitap içerisinde yer alan teknik konuların daha iyi anlaşılmasını sağlamak maksadıyla, kitabın sonunda geniş bir terimler sözlüğüne de yer verilmiştir. Kitapta yer alan istihbarat ve siber güvenlik konularıyla ilgili yöntemler, yaklaşık bir yıl süren bir araştırma ile birlikte, konularında uzman kişilerle yapılan mülakatlar ve mütalaalar sonucu kaleme alınmıştır. Her iki uzmanlık alanı da oldukça 
geniş olup, kitapta mümkün olduğunca fazla bilgi aktarılmaya çalışılmıştır. 

https://docplayer.biz.tr/62677423-Siber-istihbarat-faaliyetleri-nelerdir.html

***


25 Mart 2019 Pazartesi

Kürtler, PKK ve ABDULLAH ÖCALAN, BÖLÜM 2


Kürtler, PKK ve  ABDULLAH  ÖCALAN,  BÖLÜM 2 




PKK bölgedeki hadiseleri "KÜRDİSTAN DEVRİMİNİN ÇÖZÜM YOLU" isimli kitabında "MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM" olarak izah etmektedir. O halde TC düşmanının hareketine verdiği isme göre bir strateji geliştirmek ve uygulamak zorundadır. Milli ve Demokratik devrim aşamaları hedeflerin ve dost güçlerin aralarındaki ittifakları nedeniyle diyalektik bir birlik, uzun süreli tek bir stratejik aşama oluştururlar. Uzun bir süre içinde farklı dönemlerde devrimin milli veya demokratik yanı ortaya çıkar, diğeri ikinci planda kalır. Günümüzde PKK'nın iddia ettiği gibi sınıfsal planda bir mücadele mevcut değildir. Çok renkli siyasi yelpazemizin bir kanadı bu yönde büyük çabalar harcamaktadır.

"İşçi Botan elele, demokrasi kare me" sloganının altında yatan devrimin demokratik yanının atak çabalarıdır. APO aslında sınıfsal çizgide bir mücadelenin aptallık olduğunu bilmekte, sosyal demokrasi maskesi altına sığınmaya çalışmaktadır.

PKK, milli olma özelliğinden sonra demokratikleşme çabalarında harekelinin iç cephesine bağlı olarak, Türkiye'de kendilerini "Devrimci Demokrat" olarak tanıtan kesimle ölçülü bir şekilde flört etmektedir.

Türkiye şartlarında ortak hedefe yönelik olarak, Türk ile Kürt örgütleri arasında yapılacak ittifaklar Türk Devletine karşı savaşta büyük önem taşımaktadır. PKK'ya göre böyle bir ittifak için geçmişte ortaya çıkmış olan sert tavırlar engel teşkil etmemektedir.

12 EYLÜL 1980 öncesi PKK militanlarını "Tavuk Hırsızı" diye teşhir edenlerle 1988 yılında başlayan uzlaşma ve günümüzdeki işbirliği böyle bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Türkiye halen PKK'nın dayattığı özel savaş biçimine karşı geçmişte meydana gelen ve mahiyetleri feodal çıkar koruma olan ayaklanmalar
anlayışı içinde palyatif önlemlerle vakit geçirmektedir.

Türkiye, 1988 yılında PKK'nın dolaysız dış müttefıği olan Kürdistan Demokrat Partisini mülteci olarak almakla örgütün dolaylı yararlanabileceği Irak Devleti ile uzlaşmasını sağlamıştır. Artık, Türkiye Cumhuriyeti ile Irak devleti arasında hem KDP ve hem de PKK açısından bir çelişki mevcuttur. Bu çelişkinin Türkiye üzerindeki etkisi PKK tarafından beklenirken, Körfez Savasında Türkiye'nin
SADDAM yönetimine açıkça tavır koyması PKK'nın ekmeğine yağ sürüvermiştir.
Zaten, Türk siyasi yelpazesindeki çeşitli kesimlerin kendi aralarındaki çelişkileri ayrımcı Kürtçülük ile mücadeleyi çıkmaza sokmuşken bu durum işin tuzu-biberi oluvermiştir.

Irak Kürdistan Demokrat Partisi (I-KDP) çok uzun bir süre Irakta Kürdistan mücadelesine sağlıklı bir biçimde eğer Türkiye'nin müdahalesi olmazsa giremeyecektir. Kuzey Irak'taki Kürdistan mücadelesinde Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB-YNK)'nin esamesi bile okunmazken Türkiye'nin Celal TALABANİ'yi "İÇ GÜVEYİ" olarak tercih etmesi Kürdistan mücadelesinde PKK'nın önderlik sorunu platformunda bir adım daha öne geçmesini kolaylaştırmıştır. PKK güdümlü PARTİYA AZADİYA KÜRDİSTAN (PAK) her iki örgütün de tabanını elinden alarak çığ gibi Kuzey Irakta büyümektedir. Bu ve benzeri olaylar Türkiye'de başlangıçtan beri teorik yetmezlik ve kadrosuzluktan doğmaktadır. İçinde bulunan durum ilgili kurumların ve yetkililerinin Doğu ve Güneydoğu somutunda PKK hareketinin gelişim süreci diğer Kürt örgütleri ile alınması gereken önlemler üzerine sağlam ve seviyeli bir anlayışa ulaşmalarını
gerektirmektedir.

Bütün kurumlar teorik eksikliklerini gidermeden ve sürekli kendilerini yenilemeden ayrımcı Kürt Milliyetçiliğine ve APO Vampirine karşı mücadele geliştirebileceklerini sanmamalıdırlar.

Pratikte görülen; bölge koşullarının zorluğundan, yaşanılan ağır amatörlük ve ilkellikten ötürü bir kadro hareketinin gerekliliğidir.
Yurdun batısı Güneydoğu göçmenleriyle dolup taşmaktadır. PKK bunca insanın göçü sonucu ülkenin batısındaki çeşitli tabakaların daha geniş bir siyasal tablo çizmesi nedeniyle ittifaklar sorununa kolayca çözüm getirmiş durumdadır. Bu olgu aynı zamanda PKK'ya demokratikleşmeyi de sağlamaktadır. Olaylardan kaçarak batıya göç eden vatandaşlar, sadece PKK Ulusal Kurtuluş Mücadelesi Stratejisinin MEKAN faktörünün genişlemesine yardımcı olurlar. Halkın büyük bir kısmının PKK' nın yanında olmadığı iddiası Devletin yanında olduğunun
göstergesi olarak kabul edilemez. Özetle; PKK hareketinde demokrati-klikten önce milli olma vasfının gelişmesi temelinde klasik Kürtçülüğe verilen tavizler yatmaktadır.

Ulusal Kültür konusu, Türkiye'nin Milli sınırlarına hükmedecek bir ortak görüştür. Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk' tür. Milli kültürün yöreden esirgenmiş olması Klasik Kürtçülüğü doğurmuştur. 

Cumhuriyetten bu yana Türkiye'de milli birlik konusunda çok seslilik
mevcuttur. Milli birlik, milli kültür ile sağlanır. 

Bu çok seslilik içerisinde Anadolu'daki kültür mozayiğinden bahsedilmekte, icad etlikleri mozayiğin taşlarının bugün olduğu gibi koparıldığını mozayiği icat edenler umursamamakta dır. Milli kültür dolayısı ile milli birlik, birkaç kendini bilmezin hemen birkaç günde ürettiği olgu değildir. Kültür olayı mevcut ekonomik yapının yansımasıdır. Ekonominin gelişimiyle sosyal, moral ve
geleneksel değerlerden milli kültür oluşur. Doğu ve Güney-doğu insanında da biz kabul etmesek de bu yönde bir kültür oluşmuştur. Bu bölgesel kültür ile insanlar yeni bir kimlik arayışı içine girmişlerdir.

Terörle mücadele bir demokrasi ayıbı değildir. Cereyan eden hadiselerin boyutları o kadar büyüktür ki; bu olaylardan çıkar bekleyen, belirli ölçülerde destekleyen bilgisiz ilgililer, siyasi çözüm önermek gafleti ve hıyaneti içersine bile girmişlerdir. Kırsal kesimde faaliyet gösteren PKK'nın askeri gücü etkisiz hale getirilmeli sade vatandaşın rahatlaması sağlanmalıdır. Bu yapıldığı takdirde yasa tanımayanlar yasalara sarılacak, demokrasiyi çiğneyenler demokrasi diye feryat edeceklerdir. PKK'nın silahlı propaganda birliklerini, gruplarını tek tek yok etmek pratikte mümkün değildir. Ama bunların da belli bir direnç noktaları vardır. O direnç noktası ortadan kaldırıldığı taktirde PKK'nın silahlı propaganda sını yok etmek mümkündür. Bu direnç noktasının % 50'si APO ise, % 30'u faaliyet sahalarını daraltmaktır. Geriye kalan %20 de topyekün bir karşı propaganda ve faaliyet organize edebilmektir.

Bu tedbirler Türkiye'nin demokratikliğine asla gölge düşürmeyecektir.
Tam tersine içte ve dışta saygınlığını artıracaktır.

PKK terörü iç ve dış propaganda odaklarını kullanarak aydınlarımızı giderek etki altına almakta ve onları angaje etmektedir. O halde aydınlarımızı gerçek bilgiler ile beslemek gerekmektedir. Her dönemin taktiği somut olarak ele alınmalı, hangi araç ve yöntemlerin kullanılacağı saptanmalıdır. PKK hareketine iki
buçuk eşkiya faaliyeti diyerek Türk milletini kandıranlar, yanlış zamanlarda, yanlış mekânlarda, yanlış araç başımıza gelen bunca hadisenin tek sorumluları dırlar.

Kürt insanı özellikle kırsal alanlarda PKK örgütünce sindirilmiş ve esir alınmıştır. Şehirlerde ise sosyal, kültürel, ekonomik nedenlerden dolayı sürekli bir bunalım içindedir. Bu bunalıma PKK terörü ve APO'nun yurt içindeki kan kardeşlerinin kışkırtmaları aşırı bir etki yapmaktadır.

Sindirilmiş insanları açlık grevine çekmek, yürüyüş ve mitinglere almak çok etkili propagandalar ve büyük çabalar gerektirmemektedir. Ayrıca feodal değerlerden dolayı toplumsal denetimin güçlü olması yüzünden, bir kişinin mitinge katılması veya dükkânının kepengini kapaması çevresindeki on kişinin de aynı tavrı göstermesine sebep olmaktadır.

Bu insanlar çevreleri tarafından korkak olarak tanımlanmamak için bu tür toplumsal olaylara katılmaktadırlar.

Eğer günümüzde bölücülük yapmak, itibar, şan ve şöhret kazandıra-biliyorsa ve kabul görüyorsa, üstelik bunun bedeli ağır değilse; şansız, namsız, itibarsız, işsiz-güçsüz ve toplumda kabul görmeyen herkes için bölücülük bir tutku demektir.
Dolayısıyla bölgede meydana gelen olayların mahiyetini tepeden tırnağa kadar bilmeden, halkın yapısını -araştırmadan "Bu insanlar sokaklarda ne arıyor?" diye soranlar, sorularına gerçek cevapları hiçbir zaman bulamazlar.
Güneydoğu'da Devlet çağdaş hukuk devletinin gereklerini yerine getirememekle dir. Güneydoğu'da hiç kimse kanun ve nizamlara uymak istemiyor. Kanun ve nizamı hakim kılmakla görevli olanlar işin üzerine gitmiyor. Neden?; Devlet kanun ve nizam hakimiyetini ne pahasına olursa olsun tesis edeceğine, kamu
yararı için, genelin çıkarı için düzeni bozanları hizaya getireceğine hesap veriyor.
Devlet, PKK ve onun Türkiye'deki legal görüntüleri olan kişi ve kurumların yaratmış olduğu bir provakasyon ortamında kendini aklamaya çalışıyor. Devlet; PKK, topal provakatör ve PKK'nın legal görünümü olan bir kuruluşa dürüstlüğünü kanıtlamaya çalışıyor, kendini yargılatıyor.

Bildiğimiz kadarıyla demokratik ve çağdaş hukuk devleti kamu vicdanı ve yasalar nezdinde kendisini yargılar.
Devlet halkına sahip çıkmalıdır. PKK'nın katliamlarında öldürülen Kürt insanlarının aileleri ne olmuştur?
Anaları, bacıları, çocukları şu anda neredeler ve ne yapıyorlar? Katledilen insanların geride bıraktıklarına ne yapılmıştır? Katliam günündeki ahlı vahlı ziyaretten sonra bir daha yanlarına gidilmiş midir?

Sakın ola ki hiç kimse şöyle bakıldı, böyle korundu demeye kalkmasın! Ölenlerin mezarı bile belli değildir. Binlerce sakat, zavallı kadın ve çocuk aç ve sefil bir durumda karşılarına dikiliverir. İki tane okul çantası, üç tane önlük, beş tane kara lastik ve on tane lolipop şekeri ile yaralar sarılmaz ve halk kazanılmaz.
Hele aşiret reislerine yüzmilyonlarca liralık demir, çimento ve biriket vermekle, yer göstermeden mezra ve köyleri göç ettirmekle hiç kazanılmaz. Önemli olan halkın köyünde, mezrasında ve kom'unda oturarak PKK'ya karşı silahlı
mücadele verebilmesidir.

İlgililer maksatlı güçlere hesap vereceğine Güneydoğu'yu bu hale getiren PKK ve PKK'ya karşı sözümona mücadele edenlerden hesap sormalıdır.
Evet, Güneydoğu Anadolu'da halk PKK'dan ve görevlilerin amatörlüğünden artık yaka silker hale gelmiştir.
Kürt kökenli yaklaşık 10 milyon nüfus içersinde, her yerde Kürtçe konuşmak isteyen, Kürtçe okumak ve yazmak isteyen, Türkiye'den koparak ayrı bir devlet kurmayı düşleyen beş yüzbin insan bile bulamazsınız.
"SERHİLDAN" denen insan kalabalıklarının bağırıp çağırdığı topluluklara dikkatli bakın, o eli taşlı sopalı insanların gözlerinde şimdilik sadece şımarıklık mevcut tur. Şımarık bir çocuğun büyüklerine karşı yaptığı bir yaramazlıktaki bakışlardır bunlar...
O şımarık nazarlar bir gün kin ve nefrete dönüşebilir. PKK bunun için vardır. Aldığımız sözümona tedbirler ile APO'ya yardımcı olmayalım!

Televizyona iki tane itirafçı çıkarıp konuşturmak kimseyi ikna etmemektedir. Yayınlanan yarışma ve müzik programlarıyla da bir yere varılamaz. OSMANCIK ve DUVARDAKİ KAN dizilerinin TV de gösterildiği yıllarda halkın kahve önlerin de biriktiğini Türkçe ve Kürtçeyi iyi bilen bazı kişilerin filmi seyredip Kürtçeye çevirerek kalabalığa anlattığını Şırnak, Cizre ve Silopi'de gözlerimizle gördük.
Evet, şimdi SERİHILDAN'ların ve PKK'ya katılımların en yoğun olduğu Nusaybin ilçesinde, Naim SÜLEYMANOGLU Dünya Halter Şampiyonu olduğu anda evlerden, dükkânlardan, sokaklardan bütün Nusaybin halkının avaz avaz bağırdığını görerek sevindik. Peki sonra nasıl oldu da aynı Nusaybin halkı,
aynı Cizre halkı kendi askerlerini taşladı, ne oldu da polis karakollarına saldırdı, polisleri sokak ortasında vurdu ?

Anlaşılan Türkiye Cumhuriyeti de; Büyük Britanya-İrlanda Kurtuluş Ordusu, İspanya-Bask Gerillaları temelinde bir alışkanlığa müptela edilmiş durumdadır.
Bölge halkı başlangıçta devlet otoritesine ve gücüne güvenmiş, kendisini devletin korumasına terk etmiş ve uzun süre sabrederek güvenlik güçlerinin terör belasını defetmesini beklemiştir.

Giderek kızışan silahlı mücadele içersinde; bölgeye yollar yapılmış, elektrik ve su getirilmiş, telefon santralleri kurulmuş, düşük faizli krediler dağıtılmış, bir Kürt Milleti ve Kürt Kültürü olduğuna dair resmi ağızlarca demeçler verilmiş, bu kültürün gelişmesini sağlayacak yani, o insanları ayrı bir millet yapacak her
türlü örgütlenme ve yayınlara prim verilmiştir. PKK çetelerini yok edemeyenler halkı kazanma adına ve halka rağmen teröre tavizler vermişlerdir.
Bütün bunlar yapılmıştır da ne olmuştur?

Halk teröristleri güvenlik güçlerine kulağından tuttuğu gibi teslim mi etmiştir, devlet yanlısı(!) sayısı mı artmıştır, ayrılıkçı düşünceler ortadan mı kalkmıştır, bölgeye huzur ve sükun mu gelmiştir ? Tavizkâr tutum karşısında bölge halkı can ve mal güvenliklerinin sağlanmasının mümkün olmadığını anlamıştır. Hiç bir
devletin ulusal felaket boyutlarındaki sorunlarına mukabil, vatandaşına rağmen başarıya ulaşması mümkün değildir. Doğu ve Güneydoğu insanı bu durumu sınama yanılma yöntemi ile kavramış durumdadır.

Ekonomik.kültürel sosyal yatırımlar gerilla baskısı yok edilmeden başlatılmış ve bölge halkı bu girişimleri PKK örgütüne taviz olarak algılamış; "Yatırım yaptırmanın yolu devlete silahla karşı gelmekmiş, PKK faaliyeti olmasaydı bu hizmetler getirilmezdi." fikri büyük bir yandaş kitlesi bulmuştur. Devlet, PKK
örgütünün Kürt insanının istek ve arzuları doğrultusunda organize olan bir örgüt olmadığı gerçeğinden ve bunun sağladığı avantajlardan istifade edememiştir. Halkın Devlete yabancılaşmasının ilk adımları bu şekilde atılmıştır.

Birbirleriyle iyi geçinme alışkanlığından yoksun, kendi komşusu ile
konuşmayan ve birbirine sırtını dönemeyen insanlara silah verilerek bütün bir köye koruma görevi yüklenmiş, Geçici Köy Koruculuğu (GKK) adıyla yarım ve eksik bir yapılanmaya gidilmiş, bu spastik teşkilat daha sonra "Bacasız Fabrika" olarak anılmaya başlanmıştır.

Bacasız Fabrika (!) nın halkın kazanılmasıyla hiç bir ilgisi yoktur.

Halkın kazanılması veya kaybedilmesi devletin halkı doğrudan ilgilendiren günlük problemleri çözüp çözememe sine bağlıdır.
Problem PKK olduğuna göre çözüm yollarından birisi de her ay devletin kesesinden ayda 39, yılda 468 milyar Türk Lirası götüren Geçici Köy Koruculuğu değildir. Halkın güvenceye ihtiyacı vardır. İhtiyaç duyulan güvence; gözle görünür etkili ve sürekli olmalı, halk bu güvencenin varlığını hissederek
geleceğinden emin olmalıdır.

Bu güvence başlangıçta güvenlik güçlerince sağlanır, daha sonra "Bölgesel Savunma Sistemleri" oluşturulur. Kitle bir öz savunma sistemine, kavuştuğunda başka çıkar yol bulamadığı için teröristlerin yanında yer almış insanlara devlet kuvvetleri tarafına geçme şansı tanınmış olur.

Prematüre ve spastik GKK teşkilatı ile bölge halkının eline silah alıp köyüne ve mezrasına gelen teröristi kovma veya yok etme imkanı ortadan kaldırılmış, terörle mücadelenin kavramları birbirine karıştırılmıştır.
Cereyan eden hadiselerin gereği olarak Kürt ilkel milliyetçiliği gelişmektedir. Kürt kökenli bir kısım aydınlar bu milliyetçiliğin etkisi altındadırlar. Bu aydınlar zengin ve yoksul olmak üzere iki ayrı kaynaktan yetişmektedirler. Zengin kaynaktan yetişenler en popüler olanlarıdır. Bunlar öteden beri ilişkileri bakımından daha güçlü olduklarından halk tarafından ilgi ile izlenirler. Zengin ve aydın olmaları nedeniyle bölgenin ekonomik ve sosyal ilerlemesine pekala büyük katkılar sağlayabilecek olan bu insanların bazıları genelde çıkarcı bir yaşamı tercih etmişlerdir.

Bu tercih rasgele bir tercih değildir. Toplumsal bir iç güdünün sonucu

olarak oluşmuştur. Tersi bir tercih; planlı, disiplinli, üretime dönük çaba isteyen, büyük fedakarlıklar gerektiren bir tercih olurdu.
Bu kişiler ilk önce isimlerini DDKO olaylarında duyurdular. 12 Mart Muhtırasıyla her şeyden ellerini çekip bir kenara oturdular. 1974lerden sonra ise DDKD, ÖZGÜRLÜK YOLU, KUK, RIZGARİ, gibi Örgütleri organize ederek büyük halk önderi pozlarını takındılar. 12 EYLÜL 1980 darbesini müteakip bir kısmı yurt dışına kaçtı, bir kısmı da yurt içinde kalarak lümpenleri. Uzunca bir süre ortaklıkta görünmediler ve 1984 yılında PKK eylemleri başladığında bile inlerinden dışarı çıkmadılar. Devletin gelip kendilerini götüreceğini zannediyorlardı. Hatta PKK ve eylemlerini kınayarak "Eğer bu eylemleri yapanlar
Kürt ise biz Kürt değiliz." diyorlardı. Eylemler devam ediyor fakat devlet kimseye elini sürmüyordu. 1987 yılında yavaş yavaş homurdanmaya başladılar, yasal bir takım makamları da işgal eden bu kişiler homurtularının tepki görmemesi, çevrelerinde prim yapması üzerine seslerini iyice yükselttiler ve yıllardır
yurt dışındaki bazı odakların böyle sesleri alkışlamak için pusuda beklediklerini gördüler. Korkak insanlar, meydanı boş buldukları zaman zaptedilemez bir cengaver kesilirler ve adeta korkuya olan öfkelerini korkusuz olanlardan çıkartırlar. İşte günümüzde Kürt insanı bu tür cengaverler tarafından baskı altına
alınmış durumdadır.

Abdullah ÖCALAN; "Halkımız korku duvarını aştı..." demektedir. Onun halk dediği korkusuzluk duvarını aşan bu asalak aydınlar ve onların yoldan çıkardıkları zavallılardır. Mevcut ortam tam bu kişilerin aradığı zahmetsiz, çabasız, şöhret ve servet kazanma ortamıdır. Türk ve Kürt insanı birbirine düşman edilmektedir. Bir aile içerisinde yaşayan iki kardeşten birisine azınlık damgası yapıştırmak için herşey yapılmaktadır. Kürt insanına azınlık statüsü sağlamak baş hedefleri olmuştur. Kısaca bu aydın(!) lar Kürt insanına kültürel yönden Türk milletinden ayrılma yolunda epey mesafe kat ettirmişlerdir. İçinde
bulunduğumuz süreçte sıra Kürtçe medya baskısıyla ayrılıkçı Kürt Milliyetçiliğini körükleyerek Türkiye Cumhuriyeti'nden siyasi sınırlarla Kürtleri ayırmaya gelmiştir.

Kimi zaman PKK örgütünden farklı bir yapıları varmış gibi davranan, kimi zaman Abdullah ÖCALAN'dan daha fazla PKK'cı, olan bu çok gelişmiş aydınlarımız (!) silahlı faaliyetlerin yaratmış olduğu kitle potansiyelini kontrol altına almışlardır.
Olayların başladığı 8 yıldan bu yana PKK örgütü kırsal kesimde artık eylem açısından bir kısır döngüye girmiş durumdadır. Artık İlçe saldırısı, askeri birliklere saldırı yeterli değildir. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti'nin almış olduğu tüm sosyal, ekonomik ve kültürel tedbirleri reformize etmeye, TC'ni siyasal
çözüm zeminine çekmeye çalışmaktadır.

1992 NEVRUZ'unda ŞIRNAK ve CİZRE'de olduğu gibi, önümüzdeki günlerde kitle hareketleri giderek arttığı taktirde devlet, bu olayları dar bir alana hapsetme çabaları gösterebileceği gibi, olayların sosyal boyutunu ve doğan talepleri gözardı edemeyecektir. 21 MART 1992 olaylarını müteakiben durulmuş ve bir daha olmayacakmış gibi görünen kitle hareketleri, PKK örgütünün tahrikleri ve bu tahriklerin halk kitleleri üzerindeki yoğun siyasal etkisiyle meydana gelmiştir. Örgütün yönetim ve savaş gücü, güvenlik kuvvetleri tarafından işlemez hale getirilememiştir. PKK'nın "Devrimci Şiddet"i ve kullandığı özel savaş yöntemleri bölge insanını pasifize etmiştir. PKK bu bağlamda 8 yıl sonra teşhis edilebildiği
halde halen tecrit edilmiş değildir. Şimdilik silahsız miting ve yürüyüşler gerçekleştirilmekte, bu miting ve yürüyüşlere PKK dışında masum Kürt istekleri havası verilmektedir. PKK, kitle hareketlerinin uzun süre silahsız olarak devam etmesinin toplumu uyuşukluk ve bıkkınlığa sevk edeceğini, bütün ayaklanma şartları gelişmeden silah kullanılması halinde de kolaylıkla bastırılacağını iyi bilmektedir. Fakat, küçük şehir eylemleri ve toplum olayları, tüm kitleyi basitten karmaşığa doğru, giderek halkın da silah kullanacağı eylemlere dönüşebilir. Üstelik "silah kullanılmadı, askere-polise saldırı olmadı, o halde yürüyüşçülere dokunmayın!" zihniyeti, Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu (ARGK) ve Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi (ERNK) sancak ve bayrakları ellerinde olduğu halde yürüyen ayrılıkçılara güç ve moral vermektedir. Bir kere kaldırılan bayrağın kan dökülmeden inmeyeceği hiç düşünülmemektedir.

PKK; halen her alanda siyasal, örgütsel çabalarını yetkinleştirmekle meşguldür. Ayaklanma stratejisindeki birinci aşama olan örgütlenme yıllar önce tamamlan mış, ikinci ve üçüncü aşama olan Terörizm ve Gerilla Savaşı birlikte yürütülmekte dir. Dördüncü aşama olan Hareketli savaş aşamasına
gelinmeden, PKK sorununun çözümü demek olacak olan dağdaki gerillanın yok edilmesi sağlanmalıdır.

Bu durumda PKK'nın bölgenin belli kesimlerindeki yaşamın gerçek organizatörü olma rolüne son verilebilecektir. Suriye Hükümeti'nden, APO ve çetesinin BEKAA vadisinden uzaklaştırılmasını istemek bu role son vermeye yeterli değildir. Batı İran ve Kuzey Irak topraklan içersinde onlarca "Bekaa Vadisi" kurulmuş durumdadır. Ermenistan'ın bağımsızlığını kazanması, PKK'nın KARS-AĞRI bölgesindeki faaliyetleri açısından hayati önem taşımaktadır. 

Bağımsız bir Azerbaycan, nüfusunun büyük bir bölümü


***