12 EYLÜL'E DOĞRU ORDU VE DEMOKRASİ, BÖLÜM 2
iii. 12 Eylül 1980 Öncesinde Ordu ve Terörle Mücadele
Ordunun sıkıyönetime rağmen terörle mücadelede neden başarılı olamadığı konusunda, Evren'in ileri sürdüğü açıklamalardan ilki, terör eylemlerine karıştıklarma veya destek verdiklerine inamlan kimselerin adalet
önüne çıkarılması sürecini hızlandırıp, devlet otoritesini güçlendirecek
düzenlemelerin yapıl(a)mamasıdır. Askerlerin 1978başında iktidara gelen CHP
hükümeti ve bunu takip eden AP azınlık hükümetinden istedikleri bu konuya
dair belli başlı talepler, olağanüstü hal kanunun çıkarılması, dernekler
kanununun değiştirilmesi, devlet güvenlik mahkemelerinin kurulması, adli
kolluk teşkilatının oluşturulması, cezaevlerinin güvenliğinin sağlanmasına
matuf düzenlemeler, güvenlik güçlerinin terörle mücadelede zararlı buldukları
yayınları toplatabilmelerini kolaylaştıran düzenlemeler, ceza ve ceza usul
kanunlarında terör örgütlerinin daha etkin' bir biçimde takibi ve cezalandırılması na izin veren değişikliklerin yapılması, güvenlik kuvvetlerinin silah kullanma yetkilerinin genişletilmesi, tanıkların can ve mal güvenliğini sağlayacak düzenlemeler, silah kaçakçılığına ilişkin suçların her zaman sıkıyönetim mahkemelerinde görülememesi nedeniyle gerekli değişikliklerin yapılarak bu suçun takibinin sıkıyönetim mahkemelerine bırakılması, gözaltı süresinin uzatılması gibi taleplerdir (EVREN,l990: 301-306; EVREN, 1991b:124-126).
12 Eylül öncesinde bu isteklerin bir kısmı 23 Şubat 1980 tarihli Resmi
Gazete'de yayımlanan, "Kamu Güvenliğine ve Kolluk Hizmetlerine hişkin Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Bunlara Yeni Hükümler Eklenmesi
Hakkında Kanun"]] ile gerçekleştirilebilmiş, ancak askerlerin özellikle üzerinde
durdukları, devlet güvenlik mahkemelerinin kurulması ve Sıkıyönetim ve
Dernekler Kanunu'da yapılması istenen değişiklikler, 12 Eylül öncesinde
yasama organında bu konular üzerinde uzlaşma sağlanamaması nedeniyle
gerçekleştirilememiş tir.
Kanuni düzenlemeler devletin cezalandırma fonksiyonunu yeniden işler
hale getirmenin bir boyutunu oluşturmaktaydı. Uygulamaya matuf çeşitli
önlemler -idare, polis ve istihbarat üçgenindeki eksikliklerin giderilmesi, bu
kuruluşların sıkıyönetim komutanlarıyla uyumlu bir biçimde çalışmalarının
sağlanması- en az bunlar kadar önemliydi. Özellikle öne çıkarılan nokta,
emniyet güçleri, mülki amirler başta olmak üzere, bürokrasinin bütün
kademelerinde görülen partizanlığın önlenmesiydi. Askerler emniyet güçlerinin
ideolojik olarak bölündüğünü, bunun da terör örgütlerinin üzerine etkin bir
biçimde gidilmesini güçleştirdiğini dile getirmekteydiler. 12 Örneğin, 1979-1980
döneminde 14 ay boyunca sıkıyönetim komutanlığı yapan Korgeneral Nevzat
Bölügiray (BÖLÜG1RAY, 1989: 98-116)13 Adana Emniyet Müdürü Cevat
Yurdakul' un öldürülmesini protesto etmek için, sol görüşlü yaklaşık 200 polisin
görev bırakma eylemine girip, emniyet müdürlüğü bahçesinde "kahrolsun
sıkıyönetim" diye bagırdıklannı, polislerin terör eylemlerine kanşanlara
duyduğu sempatiye göre hareket ettiklerini belirtmektedir. Bölügiray, olaylan
bastırmak için olay mahalline gelen polislerin dahi birbirlerine girdiklerini, yeni
atanan emniyet müdürünü faşistlikle suçlayıp tehdit ettiklerini de gözlemiştir
(BÖLÜGlRAY, 1989: 33-5, 51,123).
Sayısal yetersizlik, teknik donanım ve eğitim eksiklikleri de emniyet
örgütünün etkin bir biçimde çalışmasıni güçleştiren diğer bir sebep olarak
askerler tarafından ileri sürülmüştür (f.C GENELKURMAYBAŞKANllGI,
1983:105). Nevzat Bölügiray'a göre polis, telsiz, tabanca, çelik yelek gibi en
temel ihtiyaçlarını gidermekten yoksun. olduğu gibi, ödenek yetersizliği
nedeniyle, sayılan zaten yetersiz ve. eskimiş olan polis otolanna benzin dahi
bulamamaktaydı (BÖLÜGtRAY, 1989: 44-6, 49, 54-5 152, 174-5). Polis modem
sorgulama yöntemlerine yabana olduğu gibi, sıkıyönetimden polis karakolunu
korumalan için yardım dahi istemişti (BÖLÜGtRAY,1989: 47).
Askerlere göre, mülki idare amirIeri de gerek partizanlıktan gerekse uzun
yıllann ihmalinden kaynaklanan ciddi problemler yaşıyorIardı. Bölügiray
12 İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Necdet Üruğ'un polis ve istihbarat örgütleri hakkındaki değerlendirmeleri için, bkz. (EVREN, 1990: 315, 318).
13 Bu çalışmada Korgeneral Nev7.at Bölügiray'ın anılarından önemli ölçüde faydalanıldığı görülecektir. Bunun nedeni sadece Bölügiray'ın anılarını ya7.an tek sıkıyönetim komutanı olması değildir. Nevzat Bölügiray, 12 Eylürden sonra Genelkurmay Başkanlığı Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu başkanlığına atanmış ve Ağustos 1983 yılında Korgeneral rütbesindeyken emekli edilmiştir. Bölügiray anılarında (roLÜGlRA Y, 1989: 637) Evren'in başlangıçta kendisini çok takdir ettiğini fakat sonradan "köprülerin altından çok sular geçtiğini" belirtmekte ve "bunları bu gün için açıklamak olanaksız ... belki bir gün.." demektedir. Bölügiray (BÖLÜGIRAY, 1991: 48 -53), 1991 yılında yayınlanan bir diğer anı
kitabında 12 Eylül yönetimini "sağa kaymakla," "milliyetçi ve muhafazakar" olmakla suçlamıştır. Bölügiray'ın 12 Eylürün yüksek komuta kademesiyle olan ilişkileri düşünüldüğünde, kendisinin, özellikle 12 Eylül öncesinde yaşadığı olayları komutanların lehine yorumlamak gibi bir çaba içinde olma ihtimalinin düşük olduğunu, bu nedenle de yaşanılanlar konusunda daha objektif bir tutum alabileceğini düşündük.
(BÖLÜG1RAY,1989: 475-8), aşın milliyetçi militanlara hiç bir şart aramadan
silah ruhsab verdiğinden şüphelendiği bir valinin, bu durum kendisine
sorulduğunda "paşam ruhsat verilenler hepsi milliyetçi ve bizden olan kişiler,
ülkücü gençler, içlerinde hiç komünist yok" dediğini belirtmektedir.
Partizanlığın yanı sıra, bir çok ilçede, kaymakam ve emniyet amiri ya
bulunmuyor ya da bu makamlar vekaleten dolduruluyordu. Evren'in (EVREN,
1990: 376) aktardığına göre, Diyarbakır'da bulunan 7. Kolordu ve Sıkıyönetim
Komutanı Cemalettin Altınok 17 Şubat 1980 tarihinde yapılan bir Sıkıyönetim
Koordinasyon Kurulu toplanbsında şöyle demiştir;
Bölgemdeki Siverek ilçesine daha bir kaymakam ve Emniyet Amiri bulamadık.
(Siverek ki en çok olayolan ve Aporuların kontrolünde olan bir ilçedir)
Kaymakam tayin edildi fakat gelmiyor. Size enteresan bir olay daha söyleyeceğim. Bitlis'ten Siverek'e bir emniyet' amiri tayin edilmiş, ancak Bitlis'te görülen bu emniyet amiri iki senedir Bitlis~ gelmemiş. tık bulunduğu yerde duruyor.
Emniyet genel müdürlüğü ise onu Bitlis'te biliyor ve biz onu Siverek'e tayin
edeceğiz ne dersiniz diye Bitlis'e soruyor.
Askerlere göre, yargı organlan da benzeri problemlerden payını almıştı.
Sayılan çok yetersiz kalan hakim ve savcılar yeterli korumadan yoksun
olduklan için görevlerini layıkıyla yerine getiremiyorlar, mahkemeler çok yavaş
çalışıyorlardı (BÖLÜCİRAY,1989: 162-7, aynı çizgide Orgeneral Necdet Üruğ'un
gözlemleri için, bkz. EVREN, 1990: 319-320). 6 Nisan 1979 tarihinde yapılan
Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu toplantısında okunan ve Jandarma
Denetleme Başkanınca hazırlanan raporda da söyle deniliyordu;
Biz Mardin'de iken, Derik'de bir polis güpegündüz sokak ortasında kurşuna
dizilerek öldürülmüşlür. Davaya bakacak olan Derik hakimi istirahat almış, bir
diğeri kendini reddetmiş, Mazıdağı hakimi yetkisizlik kararı vermiş, Yüksek
Hakimler Kurulunca görevli kılınan Mardin Hakimi ise sanık bir öğretmenle üç
eğitim enstilüsü öğrencisini tutuklayacak yürekliliği gösterememiştir. İşin
dramatik yanı savcı, bu sanıkların sorguları yapılırken pencerelere kum torbaları
yığılmak suretiyle can güvenliklerinin sağlanması talebinde bulunmuştur.
(EVREN, 1990: 254-5).
Yine askerlere göre, suç işledikleri mahkeme karanyla sabit olanlar, çoğu
cezaevlerinde devletin kontrolünün tam olarak sağlanarnaması nedeniyle
kolaylıkla kaçabiliyorlar veya orada kaldıklan süre içinde daha da bilenmiş
militanlar olarak yetişiyorlardı ([.C GENELKURMAY BAŞKANLlGI, 1983: 107;
BÖLÜGİRAY, 1989: 72-6,509-515). Hatta cezaevleri çeşitli örgütlerin kurtarılmış
bölgeleri haline getirilmiş, karşıt görüş!ü mahkumların linç edilmesi normal
addedilir olmuştu (BÖLÜGİRAY, 1989:522). Kısaca askerler 12 Eylül öncesinde,
teröre karşı mücadelede kendileriyle işbirliği içinde olmalan gerekli olan sivil
bürokrasi ve güvenlik güçlerinin, gerek teknik yetersizlikler gerekse irade
eksikliği nedeniyle, sıkıyönetime yardım etmekten ziyade, sıkıyönetimden
medet umduklarını belirtmişlerdir (EVREN,1990:508).
Askerlerin emniyet kuvvetleri, mülki idare, yargı ve cezaevlerinin
durumuna ilişkin değerlendirmeleri abartılı mıdır? Askeri disiplin ve hiyerarşiye
alışınış ve diğer her türlü organizasyonda aynı disiplini görmek isteyen;
bunlan ordu standartlan içinde değerlendirmeye çalışan askerlerin, sivil
kurumlardaki uygulamalan dağınıklık ve disiplinsizlik olarak algılayabilecekleri
gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. Aynca, terörün neden
yenilemediğini açıklamaya çalışan askerlerin bu konudaki çeşitli zorlaşbna
faktörleri abartarak sunmuş olmalan da gerçek bir olasılıkbr. Ancak bütün
bunlann varlığı kabul edildiğinde bile, benzer iddialann sivillerce de dile
getirildiği göz önüne alındığında, askerlerin emniyet, mülki idare ve yargı
konusundaki değerlendirmelerinin tamamen gerçeklikten uzak, abartılı
olduğunu söylemek kolayolmasa gerektir.
12 Eylül öncesinde emniyet güçleri ve mülki idare üst kademelerine
yapılan atamalarda, liyakattan çok siyasi partilere yakınlığın en önemli
ölçütlerden biri olduğu bir çok gözlemci tarafından dile getirilmiştir. Örneğin
1979 yılında iktidara gelen AP azınlık hükümetinin ilk icraatlanndan birisi, 67
ilin valisini ve 52 ilin emniyet müdürünü değiştirmek olmuştur. Sadece üst
kademeler değil, alt kademeler de emniyet güçlerinin tarafsızlığı ile
bağdaşmayacak çeşitli davranışlar içinde olmuşlardır. 12 Eylül öncesinde
emniyet kuvvetleri içinde etkinlik mücadelesi veren bir çok demek vardı.
Bunlardan POL-DER ve POL-BİR en büyükleriydi. AP hükümetinin İçişleri
Bakanı Mustafa Gülcügil'e (EVREN,1990:402) göre, 47.662 olan toplam polis
sayısının yaklaşık 17.000'i POL-DER'de,2000 kadar da POL-BİR'de kayıtlıydı.
Bu derneklere üye olan polislerin tamamını militan olarak görmek hatalı olsa da,
polis içinde bir çoklannın sahip olduklan siyasi sempatilere göre hareket
ettikleri de sıklıkla gözlemlenmiş bir olgudur. Öğrencilerle birlikte POL-DER
afişlerini asan polisler olduğu gibi (Hürriyet, 1 Temmuz 1979) başbakanlık
binası önünde "yaşasın Türkeş" diye slogan atan polislerin de olduğu (Hürriyet,
22 Temmuz 1979) dönemin basınında belirtilmişti. CHP hükümetinin Içişleri
Bakanı İrfan Özaydınlı da emniyet içinde yapmak istediği değişikliklere karşı
çıkan PAL-DER yöneticilerinin kendisini "basına vermekle" tehdit ettiklerini
belirtmiştir (DURU,1995:73).
Emniyet güçlerinin teknik araç-gereç, sayı ve eğitim yönünden yetersizlikleri konusunda da askerlerin tespitlerinin gerçekleri yansıtmadığını söylemek kolay değildir. Emniyet teşkilahna eğitim vermek üzere çağırılan İngiliz Scotland Yard görevlilerinin Türk polisinin olay yerine varır varmaz yaphğı ilk şeyin farkında olmadan delilleri yok etmek olduğunu söyledikleri yazılmıştır (Hürriyet, 22 Temmuz 1978). Yine gazeteler İstanbul'da 7 Dev-Sol militanının, karakol basıp uyuyan polisleri bir odaya kilitleyip karakolu ateşe verdiklerini yazmışlardı (Hürriyet, 27 Ocak 1980). CHP hükümetinde İçişleri Bakanlığı yapan Hasan Fehmi Güneş'in Şubat 1979 tarihinde yapılan Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu toplantısında yaptığı aşağıdaki konuşma aydınlatmakdır.
Güneş'e göre;
Polis çok geleneksel, çok bezgin, psikolojik olarak çok çökmüş durumdadır. Benim emniyetteki istihbarat örgütüm olaylann önünden değil, arkasından gitmektedir. önceden istihbarat yapacak ne güçtedir ve ne de anlayıştadır. Bugün Türkiye yoğun bir silah kaçakçılığı baskısı altındadır. Hatta şimdi İran'a da bizden silah geçmektedir. Biz silah girişini önleyemiyoruz. İstihbaratımız zayıf. Bütün bunlann halli paraya mütevakkıf. Bugün Almanya'nın hurdaya Çıkardığı ve bize yardım olarak verdiği araç ve gereci kullanıyoruz. '" Ödeneğirniz yok. Jandarmanın denizde kaçakçılarla mücadele için İstanbul'da bir botu var. Yapımı devam edenlerin parasını ödeyemiyoruz ... . Sıkıyönetim bölgeleri dışında aracımız da yok, telsizimiz de yok, elemanımız yok, bomba uzmanımız yok. Bir tek balistik laboratuanmız var. Bir tek mikroskopumuz var. Mikroskop aldığımızı farzedelim fakat uzmanımız yok. Uzman yetiştirmek için İngiltere'ye yeni eleman gönderdik. İstihbarat okulumuz var. Bir dönemde yirmi kişi eğitebiliyoruz. Gülünç bir rakam . ."Çok polisimiz var, ama işe yarayacak polisimiz çok az. Sadece 17 ilimizde / fotoğraf makinamız var, 50 ilde yok. Bütün bunlan düzeltmek için çalışıyorum ....
Ama falan kişiyi şuraya getireceğim dediğim zaman bir çok arkadaşlanmız
karşımıza dikiliyor .... Bunu bize bıraksınıar. Bir bakanı bir bekçi bir polis vesaire
işi ile uğraştırmasınlar (EVREN, 1990:246).14
Sivil bürokrasi konusunda da benzer tespitler akademisyenler (TUTUM,
1976; HEPER, 1979-80) ve siyasiler tarafından ifade edilmiştir. Gazeteci Orhan
Duru (DURU, 1995:56)1978yılı başında iktidara gelen Başbakan Bülent Ecevit'in
bürokrasinin çeşitli kuruluşlannın birbirinden "ayn devletlerden daha kopuk bir
hale geldiği," ''bürokrasiden iş çıkaramayıp meseleleri ad hoc komitelerle,"
yürütmeye çalıştıklarından yakındığını belirtmektedir. Adalet Bakanı Mehmet
Can'ın (EVREN, 1990 : 259) 23 Nisan 1979 tarihli Sıkıyönetim Koordinasyon
Kurulu toplantısında yaptığı konuşma ise yargı ve mülki idarenin durumunu
anlatan bir diğer örnektir. Bingöl, Adıyaman, Malatya, Elazığ, Diyarbakır ve
Tunceli yöresinde incelemeler yapan Can'a göre;
Oradaki kamu görevlileri yılmış durumdadır, Hepsi can korkusundadırIar. Çoğu
da oraya sürgün edilmişlerdir veya yerli halktandırIar. Tunceli'nin Ovacık kazası
hariç hiçbir kazasında kaymakam yoktur. Vilayete Jandarma Komutanlığından bir yüzbaşı vekalet etmektedir. Durum o kadar fecidir ki, bölge halkından olmayan kamu görevlilerine ateş edilmekte, evlerine bomba atılmakta böylece o görevliyi kaçırmaya çalışmaktadırlar. ...Pertek savcısı evinin iki defa bombalandığını söyledi. Hakimin evini de bombalamışlar. Yatak odasının ışığını yakıyor, kendim karanlıkta çatı katında yatıyorum. Ne olur beni buradan alın diye yalvardı. Tunceli valisi de kendisinin alınması için yalvarıyor. Diyarbakır valisi, Kars valisi de ne olur beni alın diyorlar. Bingöl de ki ağır ceza mahkemesi hakimleri biz artık karar veremiyoruz. Bir suçlu için 500-1000 kişi toplanıyor. Biz de can korkusu ile maalesef suçluyu serbest bırakmak durumunda kalıyoruz diyorlardı.
Askerlerin terörle mücadelenin başarısım etkilediğini ileri sürdüğü ikinci'
faktör bir çok askerde içten içe kendini hissettiren "Mustafa Muğlalı olmama"
isteği idi. Üçüncü Ordu müfettişi olan General Mustafa Muğlalı, 1943 yılında
Van'ın Özalp ilçesinde 33 köylünün kurşuna dizilmesinden sorumlu tutularak
hapis cezasına çarptlrılmış fakat cezasım tamamlamadan ölmüş bir askerdir.
Askerler o devrin koşullarına uygun olarak sadece aldığı emirleri yerine getiren
Mustafa Muğlah'nın şartlar değiştiği için haketmediği biçimde cezalandırıldığına
inanarak; kendilerinin de benzer akibete uğrayabileceği şüphesi içinde
varolan yetkilerini kullanmakta çekingen davranmaktadırlar. 12 Mart dönemi
sıkıyönetim komutanlarımn daha sonra şiddetli eleştirilere tabii tutulmaları
askerlerdeki Mustafa Muğlalı durumuna düşürülme korkusunu daha da
artırmıştır.
Mustafa Muğlalı'nın yargılanıp mahkum edilmesini "yüzkarası" olarak
niteleyen Kenan Evren; kendisiyle yaptığımız görüşmede 12 Mart dönemi
sıkıyönetim komutanlarından Faik Türün ve Vecihi Akın'a basında yapılan
eleştiriler ve hedef gösterilmek amacıyla posterlerinin asılmasından duymuş
olduğu rahatsızlığı dile getirmiş ve bu olayların sıkıyönetim komutanlarım
etkilediklerinden bahsetmiştir. Evren'e (EVREN, 1998) göre, işte bu nedenle
komutanlar "kanunsuz, kanunun dışına çıkıp iş yapamıyorlardı," kanunlar
çıkarılmayınca da terörle mücadelede yol alınamıyordu. Evren'in ifade etmek
istediği şey, her zaman tartışma konusu olan güvenlik kuvvetlerinin silah
kullanma yetkisinin sınırları (bkz, BÖLÜGIRAY, 1989: 68, 159-60, 234),
sıkıyönetim ilan edilen bölgelerde güvenlik güçlerinin sıkıyönetimin emri altına
girmesi ve bunun yarattığı çeşitli sorunlar gibi yoruma açık noktalarda
komutanların inisiyatif almaktan kaçındıklarıdır. Daha detayh incelenmeye
değer bir konu olan Mustafa Muğlah olmama psikozunun altında, askerlerin
özellikle sivillerin harekete geçmesiyle ortaya çıkabilecek bir cezalandırma
olasılığından duyulan rahatsızlık kadar,15 "düşman" olarak görülenlerle
mücadelede demokratik reJImın gerektirdiği hukuk kurallarına uyrna
zorunluluğunun yaratbğı rahatsızlığın iç içe geçtiği görülmektedir.
Sıkıyönetim komutanlarının çekingenliğini arbran bir diğer düşünce de
gelecekte, belli bir siyasi iktidarın adamı olarak damgalanmak ve cezalandırılmak korkusuydu. Demokrat Parti (1950-1960) döneminde Genelkurmay Başkanlığı yapmış ve askeri idare tarafından Yassıada Mahkemesi'nde yargılanan Orgeneral Rüştü Erdelhun'dan esinlenerek "Erdelhun kompleksi" de denilen bu olay, daha 1960'lardan itibaren ordu içinde DP'nin devamı olarak görülen AP'nin emrinde görünmekten kaçınma şeklinde tezahür etrnekteydi.16
1970'ler boyunca, sol terör örgütlerinin sıkıyönetimin, AP'nin destekçisi
olduğuna ilişkin propagandalarının etkisi azalmış olsa da, AP ile askerler
arasındaki soğukluğun kalkmadığı, sivil iktidara tabi olmak düşüncesini
hazmetmekte zorluk çeken askerlerin AP'nin emrinde görülmekten rahatsızlık
duydukları açıkbr. Hemen belirtelim ki Muğlah ve Erdelhun kompleksierinin
terörle mücadele sürecinde yarattığı olumsuz etkilerden bahsetmek askerlerin
bu konudaki çekingenliklerinin yerinde veya hakh olduğunun kabulü anlamına
gelmeyip, sadece durum tespitinden ibarettir. Demokratik bir rejimde ordunun
veya diğer emniyet kuvvetlerinin hukuk kurallarına uyulduğunda terör ile
mücadelede başanh olunamayacağı düşüncesine sahip olması; veya siyasi
iktidarın emrinde görünmemek arzusu kabul edilemez.
Askerler, vatandaşların güvenlik kuvvetlerine yardım etmekten çekindiklerini bunun da terörle mücadelenin başansızlığına olumsuz etki eden bir diğer faktör olduğunu belirtmişlerdir. Örneğin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ vatandaşın bir çözümsüzlük içinde olduğunu, "doğruyu söylersem öldürülürüm" korkusu içinde devlete yardımcı olmadığını belirtmiştir (EVREN, 1990:320). Yine Üruğ (EVREN, 1990: 371) bir başka Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu toplanbsında şunları söyleyecektir; Halk bir sinmişlik, korkaklık içindedir. Güvenlik kuvvetlerine ve adli makamlara en ufak bir şekilde dahi yardımdan ve işbirliğinden kaçınmaktadır. 16-17 yaşındaki bir çocuk bir otobüs dolusu insana enternasyoneli ayakta dinletebilmektedir. s-6 kişilik bir grup güpegündüz Kadıköy çarşısında 50 dükkanı kapatabilmekte dir. Meselenin en hazin tarah da mağdurların görmedim duymadım bilmiyorum şeklindeki sorumsuzluk içinde olmalandır.
Bölügiray da (BÖLÜGlRAY, 1989:36, 230, 242, 310, 505) benzeri durumlardan yakmarak, iki askerin öldüğü bir olay sonrasında polisin canluraş çığlıklarına kimsenin kafasını çevirip bakmadığından şikayet etmiş ve vatandaşlann "vaktiyle e~peryalist güçlere karşı kazma, kürek ile savaşanlann evlatlan olarak anarşi ve terör karşısında kesin tavır almalan" gerektiğini belirtmiştir (BÖLÜGIRAY, 1989; 387-389, aynı çizgide bkz. T.C GENELKURMAY BAŞKANLlGI, 1983:133; YlRMIBEşoGLU, 1999:172). Askerlerin bu konudaki tespitlerinin mübalağalı olduğundan şüphe etmek için elimizde yeterli veriler yoktur. Teröre maruz kalmış bir çok ülkede olduğu gibi, 12 Eylül öncesi Türkiye'sinde de, terör örgütlerinin hedefi olma korkusu nedeniyle vatandaşlar güvenlik kuvvetlerine yardım etmekten kaçınmaktaydılar, bu da terörle mücadelede olumsuz bir etki yapmaktaydı.
Ve nihayet askerlerin ifade ettiği son bir nokta, 12 Eylül öncesinde ülke içi
siyasi atmosferin terörle mücadeleye elverişli olmaktan çok uzak olduğudur. Bu
durum, Orgeneral Necdet Üruğ (EVREN, 1990: 370) tarafından 17 Şubat 1980
tarihli Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu toplanhsında şöyle dile getirilmiştir;
öncelikle siyasi partilerimizin sanki her taraf güllük gülistanlık imişçesine izahı
mümkünü olmayan bir serinkanlılık ve vurdumduymazlık içinde parlamentoda
politik anarşiyi tahrik etmeleri ve bunu televizyon ekranına ve radyosuna sirayet ettirmeleri terörü giderek güçlendirmektedir. Terörün ihtiyacı olan istikrarsız karmaşık ve karanlık vasatı siyasi partilerimiz kendi elleri ile yaratmaktadırlar. (kumandam olduğum ordu mensupları) bundan büyük ölçüde müştekidir ler, muzdarip tirler. Biz yolda sabaha kadar anarşistlerle mücadele ederken, parlamentoda bu mücadelenin, bu şekilde siyasi mücadelenin yapılması için mi sokakları müdafaa etmekteyiz anarşiye göğüs germekteyiz diye bana
sormaktadırlar.18
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***