kurtarılmış bölgeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kurtarılmış bölgeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mart 2019 Çarşamba

12 EYLÜL'E DOĞRU ORDU VE DEMOKRASİ, BÖLÜM 2

12 EYLÜL'E DOĞRU ORDU VE DEMOKRASİ, BÖLÜM 2 



iii. 12 Eylül 1980 Öncesinde Ordu ve Terörle Mücadele 

Ordunun sıkıyönetime rağmen terörle mücadelede neden başarılı olamadığı konusunda, Evren'in ileri sürdüğü açıklamalardan ilki, terör eylemlerine karıştıklarma veya destek verdiklerine inamlan kimselerin adalet 
önüne çıkarılması sürecini hızlandırıp, devlet otoritesini güçlendirecek 
düzenlemelerin yapıl(a)mamasıdır. Askerlerin 1978başında iktidara gelen CHP 
hükümeti ve bunu takip eden AP azınlık hükümetinden istedikleri bu konuya 
dair belli başlı talepler, olağanüstü hal kanunun çıkarılması, dernekler 
kanununun değiştirilmesi, devlet güvenlik mahkemelerinin kurulması, adli 
kolluk teşkilatının oluşturulması, cezaevlerinin güvenliğinin sağlanmasına 
matuf düzenlemeler, güvenlik güçlerinin terörle mücadelede zararlı buldukları 
yayınları toplatabilmelerini kolaylaştıran düzenlemeler, ceza ve ceza usul 
kanunlarında terör örgütlerinin daha etkin' bir biçimde takibi ve  cezalandırılması na izin veren değişikliklerin yapılması, güvenlik kuvvetlerinin silah kullanma yetkilerinin genişletilmesi, tanıkların can ve mal güvenliğini sağlayacak düzenlemeler, silah kaçakçılığına ilişkin suçların her zaman sıkıyönetim mahkemelerinde görülememesi nedeniyle gerekli değişikliklerin yapılarak bu suçun takibinin sıkıyönetim mahkemelerine bırakılması, gözaltı süresinin uzatılması gibi taleplerdir (EVREN,l990: 301-306; EVREN, 1991b:124-126). 

12 Eylül öncesinde bu isteklerin bir kısmı 23 Şubat 1980 tarihli Resmi 
Gazete'de yayımlanan, "Kamu Güvenliğine ve Kolluk Hizmetlerine hişkin Bazı 
Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Bunlara Yeni Hükümler Eklenmesi 
Hakkında Kanun"]] ile gerçekleştirilebilmiş, ancak askerlerin özellikle üzerinde 
durdukları, devlet güvenlik mahkemelerinin kurulması ve Sıkıyönetim ve 
Dernekler Kanunu'da yapılması istenen değişiklikler, 12 Eylül öncesinde 
yasama organında bu konular üzerinde uzlaşma sağlanamaması nedeniyle 
gerçekleştirilememiş tir.

Kanuni düzenlemeler devletin cezalandırma fonksiyonunu yeniden işler 
hale getirmenin bir boyutunu oluşturmaktaydı. Uygulamaya matuf çeşitli 
önlemler -idare, polis ve istihbarat üçgenindeki eksikliklerin giderilmesi, bu 
kuruluşların sıkıyönetim komutanlarıyla uyumlu bir biçimde çalışmalarının 
sağlanması- en az bunlar kadar önemliydi. Özellikle öne çıkarılan nokta, 
emniyet güçleri, mülki amirler başta olmak üzere, bürokrasinin bütün 
kademelerinde görülen partizanlığın önlenmesiydi. Askerler emniyet güçlerinin 
ideolojik olarak bölündüğünü, bunun da terör örgütlerinin üzerine etkin bir 
biçimde gidilmesini güçleştirdiğini dile getirmekteydiler. 12 Örneğin, 1979-1980 
döneminde 14 ay boyunca sıkıyönetim komutanlığı yapan Korgeneral Nevzat 
Bölügiray (BÖLÜG1RAY, 1989: 98-116)13 Adana Emniyet Müdürü Cevat 
Yurdakul' un öldürülmesini protesto etmek için, sol görüşlü yaklaşık 200 polisin 
görev bırakma eylemine girip, emniyet müdürlüğü bahçesinde "kahrolsun 
sıkıyönetim" diye bagırdıklannı, polislerin terör eylemlerine kanşanlara 
duyduğu sempatiye göre hareket ettiklerini belirtmektedir. Bölügiray, olaylan 
bastırmak için olay mahalline gelen polislerin dahi birbirlerine girdiklerini, yeni 
atanan emniyet müdürünü faşistlikle suçlayıp tehdit ettiklerini de gözlemiştir 
(BÖLÜGlRAY, 1989: 33-5, 51,123). 

Sayısal yetersizlik, teknik donanım ve eğitim eksiklikleri de emniyet 
örgütünün etkin bir biçimde çalışmasıni güçleştiren diğer bir sebep olarak 
askerler tarafından ileri sürülmüştür (f.C GENELKURMAYBAŞKANllGI, 
1983:105). Nevzat Bölügiray'a göre polis, telsiz, tabanca, çelik yelek gibi en 
temel ihtiyaçlarını gidermekten yoksun. olduğu gibi, ödenek yetersizliği 
nedeniyle, sayılan zaten yetersiz ve. eskimiş olan polis otolanna benzin dahi 
bulamamaktaydı (BÖLÜGtRAY, 1989: 44-6, 49, 54-5 152, 174-5). Polis modem 
sorgulama yöntemlerine yabana olduğu gibi, sıkıyönetimden polis karakolunu 
korumalan için yardım dahi istemişti (BÖLÜGtRAY,1989: 47). 

Askerlere göre, mülki idare amirIeri de gerek partizanlıktan gerekse uzun 
yıllann ihmalinden kaynaklanan ciddi problemler yaşıyorIardı. Bölügiray 

12 İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Necdet Üruğ'un polis ve istihbarat örgütleri hakkındaki değerlendirmeleri için, bkz. (EVREN, 1990: 315, 318). 
13 Bu çalışmada Korgeneral Nev7.at Bölügiray'ın anılarından önemli ölçüde faydalanıldığı görülecektir. Bunun nedeni sadece Bölügiray'ın anılarını ya7.an tek sıkıyönetim komutanı olması değildir. Nevzat Bölügiray, 12 Eylürden sonra Genelkurmay Başkanlığı Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu başkanlığına atanmış ve Ağustos 1983 yılında Korgeneral rütbesindeyken emekli edilmiştir. Bölügiray anılarında (roLÜGlRA Y, 1989: 637) Evren'in başlangıçta kendisini çok takdir ettiğini fakat sonradan "köprülerin altından çok sular geçtiğini" belirtmekte ve "bunları bu gün için açıklamak olanaksız ... belki bir gün.." demektedir. Bölügiray (BÖLÜGIRAY, 1991: 48 -53), 1991 yılında yayınlanan bir diğer anı 
kitabında 12 Eylül yönetimini "sağa kaymakla," "milliyetçi ve muhafazakar" olmakla suçlamıştır. Bölügiray'ın 12 Eylürün yüksek komuta kademesiyle olan ilişkileri düşünüldüğünde, kendisinin, özellikle 12 Eylül öncesinde yaşadığı olayları komutanların lehine yorumlamak gibi bir çaba içinde olma ihtimalinin düşük olduğunu, bu nedenle de yaşanılanlar konusunda daha objektif bir tutum alabileceğini düşündük.

(BÖLÜG1RAY,1989: 475-8), aşın milliyetçi militanlara hiç bir şart aramadan 
silah ruhsab verdiğinden şüphelendiği bir valinin, bu durum kendisine 
sorulduğunda "paşam ruhsat verilenler hepsi milliyetçi ve bizden olan kişiler, 
ülkücü gençler, içlerinde hiç komünist yok" dediğini belirtmektedir. 
Partizanlığın yanı sıra, bir çok ilçede, kaymakam ve emniyet amiri ya 
bulunmuyor ya da bu makamlar vekaleten dolduruluyordu. Evren'in (EVREN, 
1990: 376) aktardığına göre, Diyarbakır'da bulunan 7. Kolordu ve Sıkıyönetim 
Komutanı Cemalettin Altınok 17 Şubat 1980 tarihinde yapılan bir Sıkıyönetim 
Koordinasyon Kurulu toplanbsında şöyle demiştir; 

Bölgemdeki Siverek ilçesine daha bir kaymakam ve Emniyet Amiri bulamadık. 
(Siverek ki en çok olayolan ve Aporuların kontrolünde olan bir ilçedir) 
Kaymakam tayin edildi fakat gelmiyor. Size enteresan bir olay daha söyleyeceğim. Bitlis'ten Siverek'e bir emniyet' amiri tayin edilmiş, ancak Bitlis'te görülen bu emniyet amiri iki senedir Bitlis~ gelmemiş. tık bulunduğu yerde duruyor. 

Emniyet genel müdürlüğü ise onu Bitlis'te biliyor ve biz onu Siverek'e tayin 
edeceğiz ne dersiniz diye Bitlis'e soruyor. 

Askerlere göre, yargı organlan da benzeri problemlerden payını almıştı. 
Sayılan çok yetersiz kalan hakim ve savcılar yeterli korumadan yoksun 
olduklan için görevlerini layıkıyla yerine getiremiyorlar, mahkemeler çok yavaş 
çalışıyorlardı (BÖLÜCİRAY,1989: 162-7, aynı çizgide Orgeneral Necdet Üruğ'un 
gözlemleri için, bkz. EVREN, 1990: 319-320). 6 Nisan 1979 tarihinde yapılan 
Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu toplantısında okunan ve Jandarma 
Denetleme Başkanınca hazırlanan raporda da söyle deniliyordu; 

Biz Mardin'de iken, Derik'de bir polis güpegündüz sokak ortasında kurşuna 
dizilerek öldürülmüşlür. Davaya bakacak olan Derik hakimi istirahat almış, bir 
diğeri kendini reddetmiş, Mazıdağı hakimi yetkisizlik kararı vermiş, Yüksek 
Hakimler Kurulunca görevli kılınan Mardin Hakimi ise sanık bir öğretmenle üç 
eğitim enstilüsü öğrencisini tutuklayacak yürekliliği gösterememiştir. İşin 
dramatik yanı savcı, bu sanıkların sorguları yapılırken pencerelere kum torbaları 
yığılmak suretiyle can güvenliklerinin sağlanması talebinde bulunmuştur. 
(EVREN, 1990: 254-5). 

Yine askerlere göre, suç işledikleri mahkeme karanyla sabit olanlar, çoğu 
cezaevlerinde devletin kontrolünün tam olarak sağlanarnaması nedeniyle 
kolaylıkla kaçabiliyorlar veya orada kaldıklan süre içinde daha da bilenmiş 
militanlar olarak yetişiyorlardı ([.C GENELKURMAY BAŞKANLlGI, 1983: 107; 
BÖLÜGİRAY, 1989: 72-6,509-515). Hatta cezaevleri çeşitli örgütlerin kurtarılmış 
bölgeleri haline getirilmiş, karşıt görüş!ü mahkumların linç edilmesi normal 
addedilir olmuştu (BÖLÜGİRAY, 1989:522). Kısaca askerler 12 Eylül öncesinde, 
teröre karşı mücadelede kendileriyle işbirliği içinde olmalan gerekli olan sivil
bürokrasi ve güvenlik güçlerinin, gerek teknik yetersizlikler gerekse irade 
eksikliği nedeniyle, sıkıyönetime yardım etmekten ziyade, sıkıyönetimden 
medet umduklarını belirtmişlerdir (EVREN,1990:508). 

Askerlerin emniyet kuvvetleri, mülki idare, yargı ve cezaevlerinin 
durumuna ilişkin değerlendirmeleri abartılı mıdır? Askeri disiplin ve hiyerarşiye 
alışınış ve diğer her türlü organizasyonda aynı disiplini görmek isteyen; 
bunlan ordu standartlan içinde değerlendirmeye çalışan askerlerin, sivil 
kurumlardaki uygulamalan dağınıklık ve disiplinsizlik olarak algılayabilecekleri 
gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. Aynca, terörün neden 
yenilemediğini açıklamaya çalışan askerlerin bu konudaki çeşitli zorlaşbna 
faktörleri abartarak sunmuş olmalan da gerçek bir olasılıkbr. Ancak bütün 
bunlann varlığı kabul edildiğinde bile, benzer iddialann sivillerce de dile 
getirildiği göz önüne alındığında, askerlerin emniyet, mülki idare ve yargı 
konusundaki değerlendirmelerinin tamamen gerçeklikten uzak, abartılı 
olduğunu söylemek kolayolmasa gerektir. 

12 Eylül öncesinde emniyet güçleri ve mülki idare üst kademelerine 
yapılan atamalarda, liyakattan çok siyasi partilere yakınlığın en önemli 
ölçütlerden biri olduğu bir çok gözlemci tarafından dile getirilmiştir. Örneğin 
1979 yılında iktidara gelen AP azınlık hükümetinin ilk icraatlanndan birisi, 67 
ilin valisini ve 52 ilin emniyet müdürünü değiştirmek olmuştur. Sadece üst 
kademeler değil, alt kademeler de emniyet güçlerinin tarafsızlığı ile 
bağdaşmayacak çeşitli davranışlar içinde olmuşlardır. 12 Eylül öncesinde 
emniyet kuvvetleri içinde etkinlik mücadelesi veren bir çok demek vardı. 
Bunlardan POL-DER ve POL-BİR en büyükleriydi. AP hükümetinin İçişleri 
Bakanı Mustafa Gülcügil'e (EVREN,1990:402) göre, 47.662 olan toplam polis 
sayısının yaklaşık 17.000'i POL-DER'de,2000 kadar da POL-BİR'de kayıtlıydı. 
Bu derneklere üye olan polislerin tamamını militan olarak görmek hatalı olsa da, 
polis içinde bir çoklannın sahip olduklan siyasi sempatilere göre hareket 
ettikleri de sıklıkla gözlemlenmiş bir olgudur. Öğrencilerle birlikte POL-DER 
afişlerini asan polisler olduğu gibi (Hürriyet, 1 Temmuz 1979) başbakanlık 
binası önünde "yaşasın Türkeş" diye slogan atan polislerin de olduğu (Hürriyet, 
22 Temmuz 1979) dönemin basınında belirtilmişti. CHP hükümetinin Içişleri 
Bakanı İrfan Özaydınlı da emniyet içinde yapmak istediği değişikliklere karşı 
çıkan PAL-DER yöneticilerinin kendisini "basına vermekle" tehdit ettiklerini 
belirtmiştir (DURU,1995:73). 

Emniyet güçlerinin teknik araç-gereç, sayı ve eğitim yönünden yetersizlikleri konusunda da askerlerin tespitlerinin gerçekleri yansıtmadığını söylemek kolay değildir. Emniyet teşkilahna eğitim vermek üzere çağırılan İngiliz Scotland Yard görevlilerinin Türk polisinin olay yerine varır varmaz yaphğı ilk şeyin farkında olmadan delilleri yok etmek olduğunu söyledikleri yazılmıştır (Hürriyet, 22 Temmuz 1978). Yine gazeteler İstanbul'da 7 Dev-Sol militanının, karakol basıp uyuyan polisleri bir odaya kilitleyip karakolu ateşe verdiklerini yazmışlardı (Hürriyet, 27 Ocak 1980). CHP hükümetinde İçişleri Bakanlığı yapan Hasan Fehmi Güneş'in Şubat 1979 tarihinde yapılan Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu toplantısında yaptığı aşağıdaki konuşma aydınlatmakdır. 

Güneş'e göre;

Polis çok geleneksel, çok bezgin, psikolojik olarak çok çökmüş durumdadır. Benim emniyetteki istihbarat örgütüm olaylann önünden değil, arkasından gitmektedir. önceden istihbarat yapacak ne güçtedir ve ne de anlayıştadır. Bugün Türkiye yoğun bir silah kaçakçılığı baskısı altındadır. Hatta şimdi İran'a da bizden silah geçmektedir. Biz silah girişini önleyemiyoruz. İstihbaratımız zayıf. Bütün bunlann halli paraya mütevakkıf. Bugün Almanya'nın hurdaya Çıkardığı ve bize yardım olarak verdiği araç ve gereci kullanıyoruz. '" Ödeneğirniz yok. Jandarmanın denizde kaçakçılarla mücadele için İstanbul'da bir botu var. Yapımı devam edenlerin parasını ödeyemiyoruz ... . Sıkıyönetim bölgeleri dışında aracımız da yok, telsizimiz de yok, elemanımız yok, bomba uzmanımız yok. Bir tek balistik laboratuanmız var. Bir tek mikroskopumuz var. Mikroskop aldığımızı farzedelim fakat uzmanımız yok. Uzman yetiştirmek için İngiltere'ye yeni eleman gönderdik. İstihbarat okulumuz var. Bir dönemde yirmi kişi eğitebiliyoruz. Gülünç bir rakam . ."Çok polisimiz var, ama işe yarayacak polisimiz çok az. Sadece 17 ilimizde / fotoğraf makinamız var, 50 ilde yok. Bütün bunlan düzeltmek için çalışıyorum .... 

Ama falan kişiyi şuraya getireceğim dediğim zaman bir çok arkadaşlanmız 
karşımıza dikiliyor .... Bunu bize bıraksınıar. Bir bakanı bir bekçi bir polis vesaire 
işi ile uğraştırmasınlar (EVREN, 1990:246).14 

Sivil bürokrasi konusunda da benzer tespitler akademisyenler (TUTUM, 
1976; HEPER, 1979-80) ve siyasiler tarafından ifade edilmiştir. Gazeteci Orhan 
Duru (DURU, 1995:56)1978yılı başında iktidara gelen Başbakan Bülent Ecevit'in 
bürokrasinin çeşitli kuruluşlannın birbirinden "ayn devletlerden daha kopuk bir 
hale geldiği," ''bürokrasiden iş çıkaramayıp meseleleri ad hoc komitelerle," 
yürütmeye çalıştıklarından yakındığını belirtmektedir. Adalet Bakanı Mehmet 
Can'ın (EVREN, 1990 : 259) 23 Nisan 1979 tarihli Sıkıyönetim Koordinasyon 
Kurulu toplantısında yaptığı konuşma ise yargı ve mülki idarenin durumunu 
anlatan bir diğer örnektir. Bingöl, Adıyaman, Malatya, Elazığ, Diyarbakır ve 
Tunceli yöresinde incelemeler yapan Can'a göre; 

Oradaki kamu görevlileri yılmış durumdadır, Hepsi can korkusundadırIar. Çoğu 
da oraya sürgün edilmişlerdir veya yerli halktandırIar. Tunceli'nin Ovacık kazası 
hariç hiçbir kazasında kaymakam yoktur. Vilayete Jandarma Komutanlığından bir yüzbaşı vekalet etmektedir. Durum o kadar fecidir ki, bölge halkından olmayan kamu görevlilerine ateş edilmekte, evlerine bomba atılmakta böylece o görevliyi kaçırmaya çalışmaktadırlar. ...Pertek savcısı evinin iki defa bombalandığını söyledi. Hakimin evini de bombalamışlar. Yatak odasının ışığını yakıyor, kendim karanlıkta çatı katında yatıyorum. Ne olur beni buradan alın diye yalvardı. Tunceli valisi de kendisinin alınması için yalvarıyor. Diyarbakır valisi, Kars valisi de ne olur beni alın diyorlar. Bingöl de ki ağır ceza mahkemesi hakimleri biz artık karar veremiyoruz. Bir suçlu için 500-1000 kişi toplanıyor. Biz de can korkusu ile maalesef suçluyu serbest bırakmak durumunda kalıyoruz diyorlardı. 
Askerlerin terörle mücadelenin başarısım etkilediğini ileri sürdüğü ikinci' 
faktör bir çok askerde içten içe kendini hissettiren "Mustafa Muğlalı olmama" 
isteği idi. Üçüncü Ordu müfettişi olan General Mustafa Muğlalı, 1943 yılında 
Van'ın Özalp ilçesinde 33 köylünün kurşuna dizilmesinden sorumlu tutularak 
hapis cezasına çarptlrılmış fakat cezasım tamamlamadan ölmüş bir askerdir. 
Askerler o devrin koşullarına uygun olarak sadece aldığı emirleri yerine getiren 
Mustafa Muğlah'nın şartlar değiştiği için haketmediği biçimde cezalandırıldığına 
inanarak; kendilerinin de benzer akibete uğrayabileceği şüphesi içinde 
varolan yetkilerini kullanmakta çekingen davranmaktadırlar. 12 Mart dönemi 
sıkıyönetim komutanlarımn daha sonra şiddetli eleştirilere tabii tutulmaları 
askerlerdeki Mustafa Muğlalı durumuna düşürülme korkusunu daha da 
artırmıştır. 

Mustafa Muğlalı'nın yargılanıp mahkum edilmesini "yüzkarası" olarak 
niteleyen Kenan Evren; kendisiyle yaptığımız görüşmede 12 Mart dönemi 
sıkıyönetim komutanlarından Faik Türün ve Vecihi Akın'a basında yapılan 
eleştiriler ve hedef gösterilmek amacıyla posterlerinin asılmasından duymuş 
olduğu rahatsızlığı dile getirmiş ve bu olayların sıkıyönetim komutanlarım 
etkilediklerinden bahsetmiştir. Evren'e (EVREN, 1998) göre, işte bu nedenle 
komutanlar "kanunsuz, kanunun dışına çıkıp iş yapamıyorlardı," kanunlar 
çıkarılmayınca da terörle mücadelede yol alınamıyordu. Evren'in ifade etmek 
istediği şey, her zaman tartışma konusu olan güvenlik kuvvetlerinin silah 
kullanma yetkisinin sınırları (bkz, BÖLÜGIRAY, 1989: 68, 159-60, 234), 
sıkıyönetim ilan edilen bölgelerde güvenlik güçlerinin sıkıyönetimin emri altına 
girmesi ve bunun yarattığı çeşitli sorunlar gibi yoruma açık noktalarda 
komutanların inisiyatif almaktan kaçındıklarıdır. Daha detayh incelenmeye 
değer bir konu olan Mustafa Muğlah olmama psikozunun altında, askerlerin 
özellikle sivillerin harekete geçmesiyle ortaya çıkabilecek bir cezalandırma 
olasılığından duyulan rahatsızlık kadar,15 "düşman" olarak görülenlerle 
mücadelede demokratik reJImın gerektirdiği hukuk kurallarına uyrna 
zorunluluğunun yaratbğı rahatsızlığın iç içe geçtiği görülmektedir. 
Sıkıyönetim komutanlarının çekingenliğini arbran bir diğer düşünce de 
gelecekte, belli bir siyasi iktidarın adamı olarak damgalanmak ve cezalandırılmak korkusuydu. Demokrat Parti (1950-1960) döneminde Genelkurmay Başkanlığı yapmış ve askeri idare tarafından Yassıada Mahkemesi'nde yargılanan Orgeneral Rüştü Erdelhun'dan esinlenerek "Erdelhun kompleksi" de denilen bu olay, daha 1960'lardan itibaren ordu içinde DP'nin devamı olarak görülen AP'nin emrinde görünmekten kaçınma şeklinde tezahür etrnekteydi.16 

1970'ler boyunca, sol terör örgütlerinin sıkıyönetimin, AP'nin destekçisi 
olduğuna ilişkin propagandalarının etkisi azalmış olsa da, AP ile askerler 
arasındaki soğukluğun kalkmadığı, sivil iktidara tabi olmak düşüncesini 
hazmetmekte zorluk çeken askerlerin AP'nin emrinde görülmekten rahatsızlık 
duydukları açıkbr. Hemen belirtelim ki Muğlah ve Erdelhun kompleksierinin 
terörle mücadele sürecinde yarattığı olumsuz etkilerden bahsetmek askerlerin 
bu konudaki çekingenliklerinin yerinde veya hakh olduğunun kabulü anlamına 
gelmeyip, sadece durum tespitinden ibarettir. Demokratik bir rejimde ordunun 
veya diğer emniyet kuvvetlerinin hukuk kurallarına uyulduğunda terör ile 
mücadelede başanh olunamayacağı düşüncesine sahip olması; veya siyasi 
iktidarın emrinde görünmemek arzusu kabul edilemez. 

Askerler, vatandaşların güvenlik kuvvetlerine yardım etmekten çekindiklerini bunun da terörle mücadelenin başansızlığına olumsuz etki eden bir diğer faktör olduğunu belirtmişlerdir. Örneğin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ vatandaşın bir çözümsüzlük içinde olduğunu, "doğruyu söylersem öldürülürüm" korkusu içinde devlete yardımcı olmadığını belirtmiştir (EVREN, 1990:320). Yine Üruğ (EVREN, 1990: 371) bir başka Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu toplanbsında şunları söyleyecektir; Halk bir sinmişlik, korkaklık içindedir. Güvenlik kuvvetlerine ve adli makamlara en ufak bir şekilde dahi yardımdan ve işbirliğinden kaçınmaktadır. 16-17 yaşındaki bir çocuk bir otobüs dolusu insana enternasyoneli ayakta dinletebilmektedir. s-6 kişilik bir grup güpegündüz Kadıköy çarşısında 50 dükkanı kapatabilmekte dir. Meselenin en hazin tarah da mağdurların görmedim duymadım bilmiyorum şeklindeki sorumsuzluk içinde olmalandır. 

Bölügiray da (BÖLÜGlRAY, 1989:36, 230, 242, 310, 505) benzeri durumlardan yakmarak, iki askerin öldüğü bir olay sonrasında polisin canluraş çığlıklarına kimsenin kafasını çevirip bakmadığından şikayet etmiş ve vatandaşlann "vaktiyle e~peryalist güçlere karşı kazma, kürek ile savaşanlann evlatlan olarak anarşi ve terör karşısında kesin tavır almalan" gerektiğini belirtmiştir (BÖLÜGIRAY, 1989; 387-389, aynı çizgide bkz. T.C GENELKURMAY BAŞKANLlGI, 1983:133; YlRMIBEşoGLU, 1999:172). Askerlerin bu konudaki tespitlerinin mübalağalı olduğundan şüphe etmek için elimizde yeterli veriler yoktur. Teröre maruz kalmış bir çok ülkede olduğu gibi, 12 Eylül öncesi Türkiye'sinde de, terör örgütlerinin hedefi olma korkusu nedeniyle vatandaşlar güvenlik kuvvetlerine yardım etmekten kaçınmaktaydılar, bu da terörle mücadelede olumsuz bir etki yapmaktaydı. 

Ve nihayet askerlerin ifade ettiği son bir nokta, 12 Eylül öncesinde ülke içi 
siyasi atmosferin terörle mücadeleye elverişli olmaktan çok uzak olduğudur. Bu 
durum, Orgeneral Necdet Üruğ (EVREN, 1990: 370) tarafından 17 Şubat 1980 
tarihli Sıkıyönetim Koordinasyon Kurulu toplanhsında şöyle dile getirilmiştir; 
öncelikle siyasi partilerimizin sanki her taraf güllük gülistanlık imişçesine izahı 
mümkünü olmayan bir serinkanlılık ve vurdumduymazlık içinde parlamentoda 
politik anarşiyi tahrik etmeleri ve bunu televizyon ekranına ve radyosuna sirayet ettirmeleri terörü giderek güçlendirmektedir. Terörün ihtiyacı olan istikrarsız karmaşık ve karanlık vasatı siyasi partilerimiz kendi elleri ile yaratmaktadırlar. (kumandam olduğum ordu mensupları) bundan büyük ölçüde müştekidir ler, muzdarip tirler. Biz yolda sabaha kadar anarşistlerle mücadele ederken, parlamentoda bu mücadelenin, bu şekilde siyasi mücadelenin yapılması için mi sokakları müdafaa etmekteyiz anarşiye göğüs germekteyiz diye bana 
sormaktadırlar.18 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***