3 Mart 2015 Salı

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NEDEN HEDEF ALINDI ve NASIL BERTARAF EDİLDİ, 1




TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ NEDEN HEDEF ALINDI ve NASIL BERTARAF EDİLDİ, 1


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                           
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
26 Mayıs 2014 Pazartesi
Cahit Armağan DİLEK tarafından yazıldı.


AYM Önünde Adalet Nöbetindeyken Balyoz ve Benzeri Kumpas Davalarına Strateji Kavramlarıyla Yeniden Bakış;

Türkiye'nin gündemi ve Türk toplumunun algısı 2007'den bu yana Sauna Çetesi, Atabeyler, Ergenekon, Poyrazköy, Kafes Eylem Planı, Amirallere Suikast, Arınç'a Suikast (Kozmik Oda), İrticayla Mücadele Eylem Planı, Balyoz, İnternet Andıcı, Askeri Casusluk gibi davalarla şekillendirildi. Ancak ne trajiktir ki, 2013 
yılının son aylarında hükümet yetkililerinin de bizzat açıkladığı şekilde söz konusu davaların düzmece ve kumpas davalar olduğu ortaya çıktı. Bunca kumpas itirafı, yeni deliller, raporlara rağmen sorumlu ve yetkililerden sorunu çözecek tek bir hareket gelmeyince mağdurlar AYM önünde adalet nöbetine başladılar.

Bu davaların ortak özelliği, bir bölümünün sadece askerleri kapsaması, diğerlerinde ise yine çoğunluğunu askerler oluştururken sivillerin de davalara 
dahil edilmesine rağmen, hepsinde asıl hedefin asker olmasıydı. Bugüne kadar söz konusu davaların mağdurları gerek savunmalarında gerekse yazdıkları kitaplarda bu davalarda Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) hedef alındığını, çünkü TSK'nın bölgesinin en güçlü, dünyanın da sayılı askeri güçlerinden biri olduğunu, küresel güçlerin bölgemizdeki emellerine ulaşmada TSK'yı önlerinde engel olarak gördüklerini, onun için de etkisiz hale getirilmesi gerektiğini düşündüklerini ortaya koydular. Bu tespitler doğru ve önemli.

İşte bu makalede bu tespitleri destekleyecek yeni tespitlerle TSK'nın neden hedef alındığı ve nasıl bertaraf edildiği stratejik seviyeden bakılarak 
açıklanmaya çalışılacaktır. Bunu yaparken de askeri stratejide önemli bir kavram olan ve günümüzde siyaset ve iş dünyası stratejilerinin de vazgeçilmez kavramı 
olarak benimsenen "Ağırlık Merkezi" konseptinden faydalanacağım.

Ağırlık Merkezi Konsepti

Ağırlık Merkezi kavramı stratejinin temel kavramlarından biridir. Stratejinin klasikleri ve temel dokümanları olan Çinli stratejist Sun Tzu'nun "Savaş sanatı" 
ve Prusyalı General Clausewitz'in "Savaş Üzerine" isimli eserlerinde ne olduğu ve nasıl uygulanması gerektiği açıklanmaktadır. En sade tanımıyla ağırlık 
merkezi "karşı tarafın yani düşmanın bütün gücünü ve hareketlerini dayandırdığı, ihtiyaç duyduğu gücü ile hareket serbestisini sağlayan ve bizim bütün enerjimizi üzerine yöneltmemiz gereken şey"dir. Diğer bir ifadeyle de "karşı tarafın neyini etkisiz hale getirirsem ben kazanırımın cevabı"dır.

Tanımı kolay gibi gözükse de belirlenmesi çok zordur. Sun Tzu "Kendini tanımak kazanmanın yarısıdır, diğer yarısı ise düşmanı tanımaktır" diyerek bu zorluğa 
işaret etmiştir. Ağırlık merkezini tespit edebilmek için karşı tarafın kritik yeteneklerini, kritik ihtiyaçlarını, kritik eksikliklerini diğer bir ifadeyle 
kuvvetli ve zayıf yönlerini iyi analiz etmek gerekir ki bütün enerjimizi yöneltebileceğimiz noktayı (ağırlık merkezini) tam olarak belirleyebilelim. 
Ağırlık merkezine iki türlü saldırabilirsiniz; (1) doğrudan (2) dolaylı. Doğrudan saldırmak yani fiziki/öldürücü silahlarla saldırmak zor ve masraflıdır, 
bunun için yeterli kaynaklara, ortama sahip olmak gerekir, bu nedenle genellikle dolaylı saldırı (Günümüzde bilgi harbi (etki odaklı operasyon+psikolojik harekat 
+ algı operasyonu+siber saldırı) olarak bilinmektedir) en uygun hal tarzıdır.

Ağırlık merkezi ulusal/stratejik seviyede ve operasyonel seviyede belirlenebilir. Ulusal/stratejik seviyede belirlenecek ağırlık merkezi ya askeri/güvenlik kapasitesi ya da ekonomik/endüstriyel kapasitedir. Operasyonel seviyedeki ağırlık merkezi ise stratejik seviyedeki ağırlık merkezini koruyan şeydir ve bu genellikle askeri yetenekler veya askeri kuvvetlerdir.   

Günümüzde ağırlık merkezi konsepti uygulamasını en iyi şekilde kurumsallaştıran ve hayata geçiren ülke ABD'dir. Pentagon ağırlık merkezi konseptini askeri talimatlarına (Joint Publication, Doctrine for Joint Planning Operations) koymuş, bütün planlama faaliyetlerine yansıtmıştır ve uygulamalar için çok büyük bütçeler ayırmaktadır. Amerikalı askerlerle ikili veya NATO çerçevesinde çalışmalar olanlar bunu çok iyi bilecektir.

Türkiye'nin Stratejik Ağırlık Merkezi ve Operasyonel Ağırlık Merkezleri

Kapsamı, etkileri ve sonuçları itibariyle bakıldığında düzmece kumpas davalar Türkiye'ye yönelik stratejik seviyede bir kampanya yürütmek ve Türkiye'nin 
ağırlık merkezine dolaylı bir saldırı gerçekleştirmek üzere kurgulanmış ve uygulamaya sokulmuş dış destekli bir operasyondur. Ayrıca kesin sonuç almak 
amacıyla hem ulusal/stratejik ağırlık merkezi hem de operasyonel ağırlık merkezleri eş zamanlı hedef alınacak şekilde saldırılar planlanmış ve uygulanmış tır. Bu saldırıların yöneldiği ağırlık merkezi nedir diye incelemek istediğimizde yukarıdaki teorik bilgilere göre iki seçenek vardır. Türk ekonomisi bugün dünyanın en büyük 17. ekonomisi olmasına rağmen alınan dışyardımlar/krediler, yaşanan ekonomik krizler ve kırılgan yapısıyla Türkiye'nin bütün gücünün ekonomisine dayandığını, Türkiye'ye hareket serbestisi sağladığını söylemek mümkün değildir.  Geriye diğer seçenek yani Türk Ordusu kalmaktadır ki 
gerçekten de Türkiye'nin ağırlık merkezi TSK'dır. Nasıl mı? İşte bunu yabancı aktörlerin de ele alacağı formatta kısaca gözden geçirelim.

 Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları tarafından kurulmuştur, yani kurucu atalarımız askerdir. Türkiye Cumhuriyeti ona "en büyük eserim" diyen Atatürk ile özdeşleşmiştir. Bu bağlamda devletimizin kurucusunun kuruluş felsefesinde devletin gücünü neye dayandırdığına yani Türkiye'nin en  kuvvetli yeteneğinin ne olduğunu açıklayan değişik zamanlardaki demeçleri "Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir." , "Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye idealini tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların, yenilmesi imkânsız teminatıdır." , "Ordumuz yaşam ve onur savaşımında ulusun amaçlarının tek dayanak noktasıdır." ,"Türkiye Cumhuriyeti sadece iki şeye güvenir: Biri ulus kararı, diğeri en elim ve güç koşullar içinde dünyanın övgüsüne hakkıyla yaraşma niteliğini kazanan ordumuzun kahramanlığı." , "Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye ülküsünü gerçekleştirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi olanaksız güvencesidir." ve söylevleri "...Düşmanlar, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler... Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır..." Türkiye'nin ağırlık merkezinin anlaşılmasında önem arz etmektedir.

Bütün bunların yanında Atatürk'ün vefatından hemen önceki son mesajı olan ve "Atatürk'ün Türk Ordusuna Değişmeyen Mesajı" olarak bilinen hitabındaki sözleri de Türkiye'nin bütün gücünün ve hareket serbestisinin TSK'ya dayandığını ve ondan kaynaklandığını göstermektedir. Nitekim ünlü Amerikalı spekülatör Soros'un "Türkiye'nin Tek İhraç Ürünü Ordusudur" sözü bunun teyit eden örneklerden sadece bir tanesidir. Ayrıca Kore Savaşından, 1974 Kıbrıs Barış Harekatına, terörle mücadeleden uluslararası barışı koruma harekatlarına, bölgesinin en güçlü ordusu olmasının yanısıra NATO'nun en büyük ikinci ordusu olmasına kadar uluslararası arenada ortaya çıkan görüntü "TSK Demek Türkiye Demektir" gerçeğini vurgulamaktadır.

Diğer taraftan özellikle Türkiye'nin özellikle NATO üyesi olmasıyla birlikte TSK'nın yabancı ülkelerle olan ilişkileri Türkiye'nin herhangi bir devlet 
kurumununkinden çok daha fazladır ve içiçedir. TSK bu dış temaslardan edindiği devlet yönetiminin her alanıyla ilgili bilgi birikimini ve tecrübesini (strateji 
oluşturma, risk yönetimi, güvenlik yönetimi, kriz yönetimi vs) ülke içine aktarırken devleti eğiten ve yetiştiren bir rolü üstlenmiş, Soğuk Savaş 
döneminin de etkisiyle savunma/güvenlik konularının ön planda tutulması devletin yönetiminde TSK'nın ön almasını ve diğer kurumları yönlendirme işlevini artırmış, bu durum TSK'yı sözü mutlaka dinlenmesi gereken bir konuma oturtmuş, hem içeride hem dışarıda "TSK eşittir devlet" algısını yerleştirmiştir.

TSK Neden Hedef?

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan 2000'li yılların hemen başlarına kadar geçen süre içinde Türkiye'yi inceleyen, analiz edenler TSK'nın Türkiye'nin bel kemiği 
olduğunu, ağırlık merkezi olduğunu görecektir, anlayacaktır. Bu aşamada hemen akla gelebilecek bir soru var;  Türkiye üzerinde emelleri olanlar neden o zamanlar değil de 2000'li yıllarla birlikte TSK'yı bu şekilde hedef aldı? Bunu anlamak için de 2000'li yılların başında Türkiye'nin durumuna bakmak gerekir.

2000'li yıllara girildiğinde Türkiye en büyük ekonomiler arasında ilk yirmidedir (daha önceleri bir dönem 14.sıraya kadar yükselmiştir), genç ve dinamik bir 
nüfusu vardır, yer üstü ve yer altı kaynakları uygun işlendiğinde yeterlidir, büyük bir tarım potansiyeline sahiptir aynı zamanda hızla sanayileşmektedir, 
Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar olan bölge Türkiye'nin ilgi alanından etki alanına (öncelikle askeri eğitim, yardım, işbirliği mekanizmalarıyla) girmeye başlamıştır, özellikle bölgemizdeki krizlerde Türkiye aranan bir arabulucu ve denge unsuru olarak sözü dinlenen bir ülke olmuştur, savunma sanayi büyük bir gelişme gösterirken TSK'nın ihtiyaçlarını milli olarak karşılamak üzere projeler başlatılmış tır (bugün hükümetin övünerek halka anlattığı savunma ürünleri nin-miili gemi, Anka insansız uçak, milli uydu, uzun menzilli füze vs, hemen hemen hepsi 20003'ten önce projelendirilmiştir), TSK bölgesel bir güç olurken Karadeniz ve Doğu Akdeniz'e bölge dışı aktörlerin müdahil olmasına engel olmuştur, bütün dünya denizlerinde varlık gösteren ABD Türkiye'nin öncülüğünde ki girişimler (Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu Kuvveti (BLACKSEAFOR), Karadeniz Uyum Harekatı vs) nedeniyle Karadeniz' e girememiştir, Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarının haksız hukuksuz şekilde tek taraflı olarak Güney Kıbrıs tarafından el konulmasına engel olunmuştur, KKTC'nin haklarının korunması maksadıyla Güney Kıbrıs'ın NATO üyeliği ve işbirliği engellenmiştir, yaptırımlara ve AB üyeliğinin engellenmesine rağmen Türkiye Kıbrıs'taki garantör haklarından vazgeçirilememiş ve adadaki Türk askeri çekilmemiştir, 1984'ten itibaren Türkiye'nin kaynaklarını tüketen terörle mücadelede 1999 yılında askeri anlamda zafer kazanılmıştır (ancak sonraki gelişmeler bunun tek küresel güç ABD ve diğer Batılı güçlerce arzu edilen bir sonuç olmadığı için terörün aslında sona erdirilemediği ve Türkiye'nin uyguladığı yöntemle terörle mücadele edilemeyeceği soruna siyasi çözüm bulunması gerektiğini benimsetecek ortamın oluşturulmasının desteklendiği görülmüştür), 11 Eylül saldırıları sonrasında dünyada oluşan yeni konjonktürde tek küresel süper güç olan ABD Irak'ı işgal planlarını değiştirmek zorunda bırakılmıştır, Irak'ı işgal eden ABD'ye kendisine rağmen Türkiye'nin tek taraflı olarak Irak'ın kuzeyine müdahale edebileceği kaygısı yaşatılmıştır... Evet o dönemde Türkiye daha buraya yazılmayan bir çok şeyi yapan ve başarabilen bölgesel bir güç konumundadır, küresel rol üstlenebileceğinin emarelerini göstermektedir.

İşte işin püf noktası da buradadır. Makalenin ilk bölümünde de anlattığımız şekilde bütün bunların arkasındaki güç, Türkiye'nin bu kararları alıp uygularken 
dayandığı güç, Türkiye'ye hareket serbestisi sağlayan güç TSK'dır. Daha önceki yıllarda terör, ekonomik krizler, 1980 öncesi yaşanan anarşi ortamı, 1960 ve 
sonrasında yaşanan askeri darbe dönemleriyle Türkiye'nin dolayısıyla TSK'nın etkisizleştirilmesi hedef alınmışsa da pasif dolaylı yöntemlerle uygulamaya 
sokulan senaryolarla bunun başarılamadığı görüldüğünden bu kez 2003'ten itibaren yine dolaylı ancak aktif yöntemleri içeren yeni bir senaryo (düzmece delillere dayalı siber saldırılarla oluşturulan kumpas davaları) uygulamaya sokulmuştur.

Bu kumpas davalarla stratejik seviyede Türkiye'nin ağırlık merkezi olarak Türkiye'nin askeri/güvenlik kapasitesi yani  TSK asıl hedef alınarak saldırılar 
gerçekleştirilirken operasyonel seviyede de askeri kuvvetler (Özel Kuvvetler, Dz.K.K.lığı, SAT/SAS) ve TSK'nın mevcut ve gelecekteki komuta kademesi hedef alınmıştır. Ortada fiili bir savaş durumunun olmaması nedeniyle bu saldırılar doğrudan değil dolaylı yollardan (bilgi harbi) yapılmıştır ki bu da kumpas davalar olarak ortaya çıkmıştır.

Neler oldu?

Şöyle geriye doğru baktığımızda bu kumpas davalarının 2006'dan itibaren başlatıldığını görürüz. Ancak TSK'ya karşı uygulamaya sokulan bilgi harbinin 
başlangıcı bu değildir.

İlk hedef Özel Kuvvetler Komutanlığı

TSK'ya karşı ilk hareket 04 Temmuz 2003'te Irak'ta Türk Özel Kuvvetler timinin başına çuval geçirilmesi olayıdır. Bu olayın Amerikan askerlerinin Türkiye'ye de 
konuşlanmasını ve Türkiye üzerinden Irak'a girmesini öngören Amerikan planının 01 Mart 2003'te TBMM'de kabul edilmemesinden sonra gerçekleştiği hiç 
unutulmamalıdır. Fiili bir saldırı olmasına rağmen etkisi ve sonuçları itibariyle bilgi harbi kapsamında (Türkiye'nin en prestijli askeri birliği olan Özel Kuvvetlerin dolayısıyla TSK'nın imajının yerle bir edilmesi, görev etkinliğinin yok edilmesi) değerlendirilmelidir. Çünkü silahlı çatışmaya dönüşmemesi ve olayın içindeki personel sayısı açısından küçükmüş gibi gözükse de o olay TSK'nın en prestijli birliğinin personelinin esir alınması ve başına çuval geçirilmesi TSK'nın hem imajının hem de gerçek gücünün çöküşünün başlangıcı olması ve o tarihten sonraki TSK yapılanmalarını olumsuz etkilemesi açısından çok kritik sonuçları vardır.

2014 yılı itibariyle TSK'nın imajının ve etkinliğinin ne durumda olduğu bir şeyler söylemeye ihtiyaç duyulmayacak kadar aşikardır. TSK'nın yapılanması 
konusunu da şöyle açıklayabilirim. Çuval olayı zamanında Genelkurmay Özel Kuvvetler K.lığı tümen seviyesindedir. O zamanlar yapılan değerlendirmeler 
geleceğin savaşlarında özel kuvvet birliklerinin rolünün artacağı yönündedir ve TSK bu nedenle Özel Kuvvetler Komutanlığını büyütmeyi öngörür, nitekim 
Korgeneral seviyesinde atamayla birliğin seviyesini kolorduya yükseltir. Hedef muhtemelen ordu seviyesine çıkarmaktır ancak (2006 sonrası ilk davaların (Sauna çetesi ve Atabeyler) özel kuvvetlerle ilgili olduğunu hatırlanırsa) sonraki gelişmelerde özel kuvvetlerin kritikler görevlerinin gizliliği ihlal edilmiş ve 
askeri merkeze alan diğer davalar nedeniyle Özel Kuvvetler Komutanlığını ordu seviyesine yükseltmek yerine tekrar tümen seviyesine indirilmek zorunda kalınmış hatta bazı önemli birimleri lağvedilmiştir.

Peki bu yapılanmayı gerçekleştirememek neden önemlidir diye soranlara şunu söyleyebilirim. Savunma ve güvenlik stratejilerinin öngörülerine göre önümüzdeki dönemdeki geleceğin savaşlarında özel kuvvet unsurlarının harekatları esas belirleyici unsur olacaktır. Dünyanın gelişmiş ülkeleri bu yönde planlama yapmış ve uygulamaya geçmiştir. Örneğin ABD'nin 2010 ve 2014 savunma stratejilerinde özel kuvvetlerin geliştirilmesi, büyütülmesi ve kuvvetlendirilmesi ana hedeflerden biri olarak belirlenmiş ve uygulamaya geçirilmiştir. TSK bunu yıllar öncesinden görmüş olmasına rağmen yukarıda özet olarak açıklanan nedenlerle bunu başaramamış ya da engellenmiş ve TSK önemli bir kuvvet çarpanını etkin hale getirememiştir.

Özel Kuvvetler terörle mücadelede de en etkin olan birliktir. PKK TSK'nın Özel Kuvvetleriyle karşılaşmak istememektedir. Bu nedenledir ki sözde çözüm sürecinde PKK ve yandaşlarının talepleri arasında TSK özel kuvvet birliklerinin doğu ve güneydoğudan çekilmesi hatta özel kuvvetlerin tamamen lağvedilmesi vardır. TSK'nın Özel Kuvvetleri büyütememesinin ve güçlendirememesinin arkasındaki faktörler arasında bunun da olabileceği unutulmamalıdır.

Özel Kuvvetlerin hedef alınmasında yol açan diğer bir husus da Irak'ın kuzeyinde Özel Kuvvetler personelinin Türkiye'nin menfaatleri doğrultusunda kendilerine 
verilen emirler doğrultusundaki tavizsiz dik duruşlarıdır. Bu durum hem PKK hem Barzani yönetimi hem de ABD'yi rahatsız etmiştir. Yukarıda belirtilen 
gelişmelere paralel olarak Irak'ın kuzeyindeki Özel Kuvvetler personelinin "müzakereci subaylarla" değiştirilmesi taleplerinin gelmesi ancak bunun karşılık 
bulmaması da davalarda Özel Kuvvetlerin hedef alınmasına yol açan etkenlerden olmuştur.

Sıradaki hedef SAT ve SAS Timleri

Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanlığı bu saldırı ve davalarla imajını, kendine güvenini kaybederken aynı süreçte ortaya atılan Poyrazköy kazıları, Kafes Eylem Planı davaları bu işin planlayıcılarının Türkiye ve TSK'yı çok iyi çalıştıklarını gösteriyordu. Bu davalar ağırlıklı olarak Deniz Kuvvetlerinin en 
güzide birimleri olan ve Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı en önemli askeri krizden (Kardak krizi) zaferle çıkmasını sağlayan Dz.K.K.lığı bünyesindeki 
Sualtı Taarruz Timleri (SAT) ile Sualtı Savunma Timlerini (SAS) hedef alması da günümüzün moda terimiyle oldukça manidardır.

Özel Kuvvetler Komutanlığı TSK için ne kadar kritik ve önemliyse SAT ve SAS timleri de hem TSK hem de Deniz Kuvvetleri için o kadar kritik ve önemlidir. 
Düşman kıyılarında, adalarında gizli örtülü operasyonlarda, klasik deniz harekatların da düşman bölgelerinde yapılacak ön hazırlıklarda ne kadar 
vazgeçilmezler ve hayati rolleri varsa barış döneminde de deniz harekat alanlarındaki operasyonlarda (terörle mücadele, kaçakçılık, deniz haydutluğuyla 
mücadele, kriz bölgelerinden sivillerin tahliyesi, arama-kurtarma vb) SAT ve SAS timlerinin kritik rolleri vardır.

Gerek Özel Kuvvetler gerekse SAT/SAS Timlerine yönelik nokta operasyona dönüşen davalar özelde bu birlikleri genelde TSK'nın imajını, güvenilirliğini, 
etkinliğini aşağıları çektiği gibi bu birliklerin çalışma ve operasyon özelliklerinden kaynaklanan personelin birbirine güvenme, destekleme, ekip olma ve aidiyet ruhuna da zarar vermiş, davalarla tecrübeli personelin aniden tasfiye edilmesiyle tecrübe aktarımı sekteye uğramış geride kalan personelin bizim başımıza da böyle şeyler korkusuna kapılarak bu birliklerin görevinin gerektirdiği "inisiyatif kullanma" yetenekleri körlenmiştir.

DEVAM EDECEK

..

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ VE TEHDİTLER


TÜRK  SİLAHLI KUVVETLERİ  VE  TEHDİTLER



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                        
Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
27 Eylül 2007 Perşembe
Alaettin Parmaksız tarafından yazıldı.


Kara kuvvetleri komutanı, Kara Harp Okulunun yeni öğretim yılının açılışı nedeniyle yapmış olduğu konuşmada çok önemli konulara vurgu yapmıştır. Aslında bu vurgulamalar Türk devletinin karşı karşıya olduğu tehditleri tehlikeleri ortaya koymaktadır.

Bunlar kısaca:

İrtica kaygı verici boyutlara ulaşmıştır. Cemaatler toplumu bu yönde etkilemiştir. Bununla bağlantılı olarak Anayasadaki laiklik tanımı tartışılamaz.

Ortak hedef ulus devlettir. Onu yaşatmak zorundayız. Bu nedenle etnik milliyetçilik kabul edilemez. Dilini kaybeden ulus yok olur. Aydınlar yaşanmakta 
olan fikir karmaşasında toplumu gerçeklerle aydınlatma yerine kendilerine dayatılan fikirleri savunmaktadır.

Irak'taki gelişmeler bu gelişmelerin Türkiye'ye etkileri ve bu konudaki Amerikan politikaları konusunda da şimdiye kadar hiçbir devlet adamının değinmediği kadar açıklıkla görüşlerini belirtmiştir. Bu sadece kendi görüşlerini değil, Türk Silahlı Kuvvetlerin görüşlerini temsil ettiğinden kimsenin şüphesi olmasın. 
Muhtemelen benzer konuşmalar diğer Harp Okullarının açılışında da yapılacaktır.

Irak'la ilgili olarak öncelikle Türkmenlerin durumuna dikkat çekmiş ve "Türkmenlerin bir iç savaşta çatışan taraf olması Türkiye açısından çok ciddi bir durum ortaya çıkarabilir. Türkiye'nin belki olaylara tek başına yön verebilecek gücünün olmadığı söylenebilir, ancak gelişmeleri engelleyebilecek bir güce de sahibiz" demiştir. Hükümetin yok saydığı bu konunun Türkiye açısından önemini çok açık ortaya koyan bir açıklamadır.

Irak kuzeyindeki oluşumun Kürtlere tarihte hiç olmadığı kadar siyasal, hukuki, askeri ve psikolojik güç kazandırdığını bu durumun ülkemize etkilerini 
vurgulamıştır.

Irak'taki yuvalanan, beslenen ve desteklenen PKK terör örgütüne karşı ABD'nin hiçbir şey yapmamasının da iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz yönde 
etkilediğini, ABD'nin bu konuda laf üretmekten başka bir şey yapmadığını, artık eylem zamanın gelip geçtiğini ve bu bölgede Türkiye'nin içinde olmadığı bir 
çözümüm başarı şansının olmadığını açıklamıştır. Konuşmasının sonunda da "TSK'nın Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin temelini oluşturan ulus devlet, 
üniter devlet, Cumhuriyetin temeli olan demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti niteliklerine sahip çıkma ve koruma konusunda TSK her zaman taraf 
olmuştur ve olmaya da devam edecektir" diyerek, TSK'nın kırmızı çizgilerini ortaya koymuştur.

Konuşma kendi içinde tutarlı ve kelimelere muhteşem analizler sığdırılmış durumda, ancak sorun şu: Mevcut hükümetin bütün politikaları yukarda açıklanan görüşlerle çatışmaktadır.

Özetlersek, hükümet ve onun yandaşları açısından irtica diye bir tehdit yoktur. Cemaatler sivil toplum örgütleridir. Laiklik, yeni anayasa yapılırken yeniden 
tanımlanmaktadır. Hükümetin ulus devlet diye bir kaygısı yoktur. Sözde onu savunsa bile özde icraatları ile federal bir yapıyı gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Hükümetin Türkmenler diye bir sorunu yoktur. Kürt peşmergeler tarafından adeta soykırıma tabi tutulmalarına ve bu politikalar ABD tarafından fiilen desteklenmesine rağmen Hükümetin dişe dokunur tek bir açıklaması dahi yoktur.

Hükümet kuzey Irak'ta ortaya çıkan oluşumu tehdit olarak algılamadığı gibi ona maddi ve manevi alanda destek olmakta Talabani ve Barzani'yi kucaklamaktadır.

ABD'nin PKK'ya verdiği desteği adeta görmezden gelmektedir. Üretilen bütün laflarla oyalanmakta, bu arada ABD'nin isteklerini yerine getirmektedir.

Şimdi can alıcı noktaya geliyorum: Hükümetle TSK arasında ana konularda yani irtica, laiklik, Irak Kuzeyindeki oluşum, Türkmenlerin durumu, PKK ve bölgeye 
yönelik ABD politikaları konusunda bu kadar derin görüş ayrılıkları varken, dış politikayı hükümet belirlerken ve bu konuları hiç dikkate almazken ve yetkilerde 
siyasi otoritede iken TSK NASIL TARAF OLACAKTIR? İkinci önemli soru sözde mi taraf olacaktır, Özde mi taraf olacaktır? Nasıl?

..

Türk-Amerikan İlişkilerinde ABD'nin Manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve Cemaat


Türk-Amerikan İlişkilerinde ABD'nin Manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve Cemaat 






21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
29 Mart 2014 Cumartesi
Cahit Armağan DİLEK tarafından yazıldı.


Dokümanlarda Türk-Amerikan İlişkileri

Küresel ve bölgesel ilişkiler bağlamında ABD Türkiye için, Türkiye de ABD için kritik öneme sahip iki ülke konumundadır. Türk hükümeti bu ilişkiyi önceleri 
"stratejik ortaklık" tanımlarken daha sonraları 2009'da Amerikan Başkanı Obama'nın kullandığı "model ortaklık" kavramını benimsemiştir.  Nitekim bu durum T.C. Dışişleri Bakanlığının resmi internet sayfasında "model ortaklık kavramı, Türkiye-ABD ilişkilerinin ulaştığı ileri noktayı, ilişkilerin özgün karakterini ve kapsamlı niteliğini yansıtmaktadır"şeklinde ifade edilmektedir.[1] 

Aynı sayfada ilişki alanları ve bölgeler "Türkiye ve ABD, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Balkanlar, Kafkaslar, Doğu Akdeniz, Orta ve Güneydoğu Asya gibi çok geniş bir coğrafyada ve terörle mücadelede, enerji arz güvenliği, nükleer yayılmanın önlenmesi ve küresel ekonomik gelişmeler gibi kritik önem taşıyan konularda kapsamlı işbirliği yapmaktadır." şeklinde açıklanmaktadır.  

ABD Dışişleri Bakanlığının resmi internet sayfasındakiTürkiye sayfasındaki bilgi kağıdında ise Türk-Amerikan ilişkileri için stratejik veya model ortaklık ifadeleri yer almamakta, Türkiye'nin coğrafi konumunun önemine işaret edilerek karşılıklı çıkar ve saygıya dayanan ilişkilerin 1947'deki Truman Doktrini uygulamasıyla derinleşmeye ve gelişmeye başladığı belirtilmekte, Türkiye ile terörle mücadele, Afganistan, Irak, Suriye konularında birlikte çalışıldığından ve Türkiye'nin ABD'ye sağladığı imkanlardan söz edilmektedir.[2]

Dışişleri Bakanlıklarının politik açıklamalarının yanında herhangi bir ülkenin Amerikan iç ve dış politikasındaki yerini anlayabilmek için bakılması gereken 
dokümanların en başında Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi gelmektedir. Amerikan politikaları ve stratejilerine yön veren, hiyerarşik sıralamada en üst 
sırada bulunan bu doküman en son Mayıs 2010'da yayımlanmıştır. Obama'nın bu yıl ortalarında yeni dokümanı yayımlanması beklenmektedir. 2010 tarihli Amerikan Ulusal Güvenlik Strateji dokümanını incelediğimde tespit ettiklerim şunlardı:[3] 

"Dünyanın her yerindeki gelişmelerin içinde olmayı hedefleyen ABD dünya genelinde bölgesel teşkilatları, üçlü mekanizmaları, ikili ortaklıkları kullanmayı öngörüyor. Bu maksatla da dünyanın her bölgesinde bunları organize ettireceği güçlerin ortaya çıkmasını destekliyor. Ancak bunu yaparken bazı sınıflandırmalar yapıyor. Örneğin, en yakın müttefikler (Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya gibi), çok özel ilişkileri olanlar (İsrail), yeni ortaya çıkan güçler (Rusya, Çin, Hindistan gibi) , küresel ve bölgesel rolleri artan güçler (Güney Kore, Güney Afrika, Endonezya, Japonya, Brezilya, Avustralya gibi), bulundukları konum itibariyle işbirliği yapılması önemli olan ülkeler (Türkiye, Körfez ülkeleri, Meksika, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Pakistan, Nijerya, Kenya, Filipinler, Tayland gibi)."

Söz konusu dokümanda Türkiye'nin konumuna ilişkin olarak ise şu tespitleri yapmak mümkündür: Türkiye, strateji metninde adı geçen sınırlı sayıda ülkelerden birisidir. Türkiye’nin adı sadece metnin 42. sayfasında Avrupalı müttefikler başlığı altındaki paragrafta geçmektedir. Ancak adı geçen diğer ülkeler “yakın müttefik, özel ilişkili, stratejik ortak, ortak” şeklinde tanımlanırken Türkiye için bu tip bir ilave tanımlama yapılmamış olması dikkat çekmektedir. ABD Başkanı Obama’nın 2009 yılında Türkiye’ye yaptığı ziyarette gündeme gelen “model ortaklık” veya özellikle Türkiye’de her seviyedeki yöneticiler tarafından 
sıklıkla telaffuz edilen “stratejik ortaklık” ifadesi Türkiye için metinde yer almamıştır. Metindeki Türkiye ifadesi, Balkanlar’da istikrar ve demokrasinin 
geliştirilmesi, Kafkaslar ve Kıbrıs’ta sorunların çözülmesine yönelik girişimlere ABD’nin bağlı kalacağını belirten cümleden sonraki “geniş bir yelpazedeki ortak çıkarlar bağlamında ve özellikle bölgesinde istikrarın sağlanması konusunda Türkiye ile angajmanlara girileceği” ifadesinin içinde yer almaktadır.

Metinde adı geçen ülkelerden övücü, bölgesel ve küresel konulara daha fazla söz sahibi olabilirler gibi yaklaşımlarla bahsedilirken Türk siyasetçilerin beklediği ifadelerin metinde yer almadığı görülmektedir. Bu haliyle ABD’nin Türkiye’nin rolünün ve birlikte çalışma alanının daha sınırlı olmasını beklediği değerlendirme si yapmak yanlış olmayacaktır. Buna göre Türkiye ile Balkanlar, Kafkasya (muhtemelen Ermenistan ile ilişkiler) ve Kıbrıs’ta birlikte çalışılması öngörülüyor. Bu ifadelerle birlikte metnin Ortadoğu bölümüne ilişkin paragraflar da incelendiğin de Ortadoğu’da Türkiye’yi ön plana çıkaracak, ki Türkiye’nin 
haklı olarak çok iddialı ve önemli bir potansiyele sahip olduğu bölgedir,  bir rol öngörülmüyor.

Amerikan Raporlarına Göre ABD'nin Manivelaları

En üst seviyedeki Amerikan politika ve stratejilerindeki ifadelerin ne anlama geldiğini bunların sahadaki uygulamalarından görmek mümkündür. Bu bağlam da ABD'nin Türkiye'yi nasıl gördüğünü ve Türkiye'nin iç ve dış politikalarını nasıl etkilediğini gösteren önemli bir örneği burada açıklamak istiyorum. 

Görevli olduğum dönemde Amerikan Savunma Bakanlığının Türkiye'nin bulunduğu bölgeye ilişkin özel ve gizli bir değerlendirme raporunu okuma şansım oldu. Aslında Türkiye'deki son iç politik gelişmeler bağlamında bu makaleye ilham kaynağı olan da bu rapordur. 2004 yılında okuduğum bu raporda ABD'nin Türkiye ile ilişkilerinde kullanabileceği manivelalar şu şekilde ifade edilmekteydi:

- Türkiye bir NATO üyesidir.
- Türkiye ABD'ye üs kolaylığı (İncirlik) sağlamaktadır.
- ABD'nin Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileme gücü vardır. 

Bu çok sade, kısa ama Türk-Amerikan ilişkilerini ve ABD'nin Türkiye'yi nasıl gördüğünü net olarak özetleyen bir değerlendirmedir. Bu makalede ağırlıklı 
olarak üçüncü maddeyi ele alacağım. Çünkü bu madde Türkiye'nin bilgi harekatına (psikolojik harekat, algı yönetimi, siber-dijital savaş vs) açık olduğunu göstermektedir. Özellikle 2007'den sonra Türkiye açık ve ağır bir şekilde bunlara maruz kalmıştır. 

İlk ikisinin uygulamasına ilişkin çok sayıda örnek verilip makaleler yazılabilir. Örneğin Afganistan ve Irak'ın işgalinde İncirlik Üssünün kullanımı gibi. Üs imkanını Türkiye sağlamış olmasına rağmen üs bir Amerikan manivelasına dönüşmüştür. Nitekim ABD'nin Irak'tan çekilirken İncirlik Üssü'nü  kullanılabileceği ABD tarafına iletilmiş ancak ABD Körfez ülkelerini tercih etmiştir. Ayrıca üssü kapatıyorum demek ABD ile ilişkilerin sıfırlanması demek 
anlamına geliyor, üs kullanıldığında da Türkiye ister istemez ABD'nin saflarında yer almış algısı da yaratılmış oluyor.

NATO üyeliğiTürkiye'yi Batı dünyasına bağlayan en önemli mekanizmaların başında yer almıştır. Aslında halen de öyledir, çünkü kullanılıp kullanılamaması ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte NATO karar mekanizması içinde veto yetkisi bulunmaktadır. Ancak Türkiye NATO'nun karar mekanizmalarında etkili olamayınca NATO'nun genel politikalarına uymak zorunda kalınmakta ve NATO Türkiye'nin politikalarını şekillendirmekte, Türkiye'nin öngörmediği operasyonların ve projelerin içinde yer almasına yol açmaktadır. Örneğin Libya operasyonu, örneğin Füze Kalkanı Projesi. Bunda son örnek ise Ukrayna krizidir. Ukrayna krizi bir ABD-Rusya ya da AB-Rusya krizi olmaktan çok bir NATO-Rusya krizi olmaya doğru giderken bunun Türkiye'nin çıkarlarına uygun olup olmadığı Türkiye'de hiç incelenmemektedir. Ukrayna krizi ile ilgili yapılan NATO Savunma Bakanları toplantısına Türkiye'nin Savunma Bakanı katılmamıştır. NATO karar alıp savaş gemilerini Karadeniz'e gönderme kararı alırsa buna Türkiye'nin nasıl bir cevap verebileceği kamuoyunda tartışılmamaktadır. Gelişmelere hazırlıklı olmayınca da bu tür gelişmelere yönelik alternatifleri olmayan Türkiye'ye karşı NATO üyeliğinin bir manivela olarak kullanılmasına da ortam yaratılmaktadır.

ABD'nin manivelaları tabii ki bu kadar sınırlı değil. Askeri nitelik taşıyan NATO üyeliği ve üs imkanı gibi manivelaların yanında ekonomik ve askeri yardım 
konuları, Türkiye'nin AB üyeliği, güvenlik konularında (terörle mücadele gibi) işbirliği de birer manivela olarak ortaya çıkmaktadır. Belirtilen konuların 
Türkiye'nin iç ve dış politik kararlarında ne kadar etkili olduğunu geçmişteki olaylar göstermektedir. Örneğin sözde işbirliği yaptığımız terörle mücadele 
alanında Türkiye'nin talep ettiği helikopterler, silahlı/silahsız insansız uçaklar bırakın satılmasını kiralanmasına bile izin verilmezken, aynı ABD bu tür 
silah ve sistemleri kolayca Güney Kore, Japonya ve hatta Irak'a kısa bir süreçte satabilmektedir.

Ancak bunların yanında etnik ve dini/mezhepsel hassasiyetler bir toplumun şekillendirilmesinde, algılarının yönetilmesinde en önemli alanlardır. İşte 
ABD'nin Türkiye'de toplumu ve yöneticilerini şekillendirecek sonuçlar yaratmakta en çok kullandığı alanlar bunlar olmuştur, olmaya da devam etmektedir. Çünkü ABD Savunma Bakanlığı dünyada bu konuda en büyük harcamayı yapan, en çok personel kullanan kurumdur. İşte bu konu yukarıda bahsettiğim Amerikan raporundaki üçüncü maddeye girmektedir.Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileyen Amerikan manivelaları; PKK ve Cemaat PKK Terör Örgütü

Etnik bölücülük temeline dayalı bir hedefle ortaya çıkan PKK terör örgütü ABD tarafından 1997 yılında kendi terör örgütleri listesine dahil edilmiştir. Bu 
kararla ABD, PKK'ya karşı terörle mücadelede Türkiye'nin yanında olduğu mesajını da vermiştir. PKK'nın ortaya çıkışından itibaren ABD'nin PKK'yı izliyor olması normal bir gelişmedir. Ancak ABD açısından PKK'nın tam bir manivela haline gelmesi PKK'nın lideri Öcalan'ın 1999'da Türkiye'ye teslim edilmesiyle olmuştur. Çünkü PKK liderinin teslim edilme şartları (Türkiye'ye götürülürken yolda ölmemesi, doğru bir dava görmesi, Kürt sorununda önemli adımlar atılması, idam edilmemesi)[4] ABD'nin konuyu terörle mücadele kapsamında değil bir etnik grubun özgürlük mücadelesi olarak ele aldığını gösteriyordu. Artık ABD doğrudan işin içindeydi. Bu konuda daha önce yazdığım ve süreci anlatan makalemde detaylar yer almaktadır.[5]

Anılan makalede özetle şunları anlatmıştık: Teslim şartlarında belirtildiği şekilde Öcalan doğru bir dava görmüş ve idam edilmemiştir. Bundan sonra da 
Türkiye'nin Kürt sorunu adı verilen konuda köklü adımlar atması için PKK yeniden devreye sokulmuştur. 2003'te Irak'ın işgal edilmesiyle Türkiye ABD'yle komşu olmuş, Irak'ın kuzeyinde üslenen ve yeni saldırılara hazırlanan PKK'nın tasfiye edilmesi konusu Türkiye-ABD ikili görüşmelerinde Türk tarafının ana ve 
çoğunlukla da tek gündem maddesi olmuştur. 2004'den itibaren PKK'nın saldırıları artmaya başlayınca da ABD Türkiye'nin alması gereken tedbirler konusunda fikir beyan eden, görüşleri dinlenen birinci aktör konumuna gelmiştir. Bu durum Türkiye'nin sınır ötesi operasyon girişimlerinin sürekli ötelenmesine yol açmış, 2007 yılı sonundan itibaren ABD'nin izniyle Irak'ın kuzeyine başlatılan sınır ötesi operasyonların koordinasyonu kapsamında operasyonların sınırlı kalması ve Türkiye'nin Irak'ın kuzeyine (hem PKK hem de Irak'ın kuzeyindeki yerel Kürt yönetimine) yönelik kapsamlı operasyonlar yapılması engellenmiştir. ABD bu şekilde Türkiye'nin Kürt sorununda askeri seçenekleri kullanmasını kontrol etmiş ve sınırlandırmış, sorunun askeri tedbirlere değil siyaset içinde çözülmesini sürekli telkin etmiştir.

ABD'nin bu kapsamda Türkiye'ye önerdiği yöntemler terör örgütleriyle değil "isyan eden-ayaklanan-özgürlük arayan-ülkesinin işgaline direnen" gruplara 
(insurgency) karşı kendisinin uyguladığı yöntemlerdir.[6] Bu durum PKK konusunun yani terörün siyasallaşmasını hızlandırmıştır. Nitekim 2006'dan itibaren hükümetin PKK ile başlattığı gizli görüşmeler, Habur'dan giriş, sızan Oslo görüşmeleri ve İmralı zabıtları, 2013 yılı başından itibaren artık kamuoyuyla da 
paylaşılan hükümet-PKK terör örgütü görüşmeleri, teröristbaşının son iki Nevruz'daki mesajları, teröristbaşının son sızan ses kayıtları göstermektedir ki 
PKK ve onun hapisteki lideri anayasa yazılmasından Meclis'in çalışması ve çıkarılacak kanunlara, sözde çözüm sürecinin nasıl uygulanacağından TSK'nın 
uyacağı kurallara kadar hatta bir iddiaya göre Bakanların kimler olacağına kadar hükümetin dolayısıyla Türkiye'nin kararlarını yönlendirir, Türkiye'nin 
geleceğini belirler hale gelmiştir.

Bunun için Öcalan da muhtemelen öldürülmeyeceği ve Kürt sorunun siyasi alanda çözüleceği kulağına fısıldanmış olarak ABD tarafından adeta bir Truva atı gibi Türkiye'nin terörle mücadele mekanizmasının içine sokulmuştur. ABD Öcalan'ı teslim eden olarak ve Öcalan vasıtasıyla, ayrıca terörist saldırıları yapan PKK'nın üslendiği Irak'ın kuzeyi dahil Irak'ta kontrolü elinde bulunduran ülke olarak PKK vasıtasıyla bizzat işin içine girmiştir.  ABD'nin bir manivela olarak tasarladığı Öcalan bütün bu süreci yönetip kendi tasarladığı stratejiyi hayata geçirmiş, PKK'nın hem terör saldırılarını hem de eylemsizlik sürecine 
sokulmasını dönüşümlü bir manivela olarak kullanmıştır. 
Eylemsizlik süreçlerinden özellikle seçim dönemlerinde karlı çıkmaya alıştırılan hükümet son olarak sözde çözüm süreci adı altında terör örgütüyle müzakereye oturmak zorunda kalmıştır. Gelişmeleri objektif şekilde değerlendirenlerin söylediğini teyit edercesine Öcalan'ın kendisini ziyaret edenlere söylediklerinden ve son günlerde sızan konuşmalarından da anlaşılmaktadır ki müzakerenin yasal dayanağı yoktur, hükümeti iktidardan düşürerek yargıya götürecek  sonuçlar doğurmuş, hükümeti geri dönülemez bir noktaya getirmiş ve hükümeti bununla tehdit etmiştir. Öcalan bu süreçte kazanmış olduğu yetkilerle (Kürt halkının temsilcisi, müzakere yetkilisi, siyasi şahsiyet, barışsever ve barış yapar vs) bu hükümetin yerine gelecek yeni bir hükümetle bile kaldığı yerden devam etme pozisyonuna gelmiştir.

Bütün bu gelişmelerden ABD'nin habersiz olduğu, sözde çözüm sürecinin Türkiye'nin projesi olduğuna ilişkin kamuoyuna pompalanan haberler ise hayatın normal akışına terstir, zaten öncesini yukarıda açıkladık. Söz konusu çözüm süreciyle ilgili İmralı'dan Kandil'e, PKK'nın Avrupa temsilcilerine, Irak'ın 
kuzeyindeki Kürt gruplara giden bilgilerden ABD'nin haberdar olmaması mümkün değildir. Ayrıca artık herkes tarafından bilinen ABD'nin küresel bazdaki dinleme 
faaliyetleriyle bu ilişkileri ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Burada muhtemelen ABD'nin dikkat ettiği husus "gelişmelerin ABD'nin öngördüğünden daha çabuk 
sonuçlanması veya geri dönülemez bir anlaşmazlıkla sonuçlanmasıdır." Bunun için de hem hükümet hem de PKK kanadını yoklayarak süreci kontrol altında tuttuğunu söyleyebiliriz. ABD açısından; 2002 sonunda iktidara geldiğinde teslim edilmiş ve İmralı'da mahkum olan Öcalan'ı elinde bulunan AKP hükümetinin PKK terör örgütüyle müzakere masasına oturtulmuş olmasının önemli bir başarı olduğunu söylemeliyiz. Çünkü ABD bu sorunun tarafların birbirini hırpaladığı ama kesin bir üstünlük sağlayamadıkları bir ortamda, zamana yayılmış olarak, zamanı geldiğinde sonuçlanmasını beklemektedir. Bundan sonraki basamakta yeni bir hükümetle ama aynı Öcalan'ın müzakereyi tamamlaması beklenmelidir. Mevcut hükümet veya yeni hükümetin müzakereye yanaşmaması halinde ne olacağının mesajını (ya müzakere ya savaş) son Nevruz'da hem Öcalan hem de Kandil ve destekçileri tarafından verilmiştir. Yani Öcalan süreçte sözde barışı arayan baş aktör olmaya devam ederken hükümeti ve toplumu müzakereye resmen ve kanunen başlatmak için PKK'nın terörist saldırılara başlaması da çok büyük ihtimaldir. 
Yeni dönemde Öcalan süreci çok daha sıkı kontrol altında tutabilecektir, ABD'nin 1999'dan itibaren fiilen içinde bulunduğu suni etnik bir sorun üzerinden 
Öcalan'ı (ve PKK'yı) kullanarak Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik gelişmeleri etkilemeye devam etmesi de mümkün olacaktır.

ABD'nin PKK ve Öcalan konusunda işin içinde olduklarını gösteren diğer konu da yine Amerikan kurumlarının hazırladıkları bazı raporlar ve bunların birbiriyle 
çelişkileridir. Örneğin Amerikan düşünce kuruluşu RAND dünya genelindeki terör örgütleri ve direniş örgütleriyle ilgili olarak 2010 yılından sonra hazırladıkları raporlarda PKK'yı da incelemişlerdir. Bunlarda 1999 yılında PKK lideri Öcalan'ın yakalanmasıyla Türkiye'nin zafer kazandığı değerlendirmesinde bulunmuştur. Aynı dokümanlarda terör örgütlerinin keskin hiyerarşik yapıya sahip olmaları nedeniyle lideri etkisiz hale getirilen terör örgütlerinin dağıldığı tespiti de yapılmaktadır. Ancak yıl 2014 ve halen Öcalan lider hatta hapishaneden ülkeyi yönlendiren bir konuma gelmişse Öcalan'ın etkisiz hale getirilemediğini söyleyebiliriz. Bunun temelinde de Öcalan'ın 1999'daki teslim şartları yani ABD'nin Öcalan'ı manivela yapacak şartları vardır.  Öcalan'ın şuanda çok etkin konumda olduğunu teyit eden diğer bir dokümanda ABD Kongresi Araştırma Merkezinin periyodik olarak hazırlayıp Kongre üyelerine sunduğu Türkiye raporlarında (Türkiye'ye ilişkin karar alışlarda temel başvuru dokümanı olarak kullanılmaktadır) Türkiye'deki ana aktörler (key figures) listesinde 
Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanının yanında sayılan dördüncü kişi Öcalan'dır. 

Cemaat

Cemaatten bahsederken hemen söyleyelim ki söz konusu Kongre raporlarında bahsedilen beşinci ve son kişi Fethullah Gülen'dir.

Ne kadar ilginçtir ki ABD'nin PKK'yı tam bir manivela olarak kullanmaya başlaması ile Cemaat denince herkesin aklına gelen dini örgütlenmenin bir 
manivela haline gelmesi hemen hemen aynı döneme denk gelmektedir. Birisini vermiş diğerini almıştır. Öcalan Şubat 1999'da Türkiye'ye teslim edilirken 
cemaat lideri F.Gülen ise Mart 1999'da ABD'ye gidiyordu diğer bir ifadeyle sığınıyordu. Öcalan görünüşte o güne yaptıklarının hesabının görüleceği bir 
davada yargılanacaktı ama öldürülmemesi / idam edilmemesi şartı vardı. Nitekim ömür boyu hapse mahkum oldu, ancak hapisteyken Kürtlerin sözde tek temsilcisi unvanına ulaştı ve onların adına müzakere masasına oturdu. F.Gülen devlete sızıp ele geçirme planları var diye hakkında dava açılma hazırlıkları yapılırken ABD'ye kaçtı, açılan davada ise beraat etti. Ama Türkiye'ye dönmedi ama bulunduğu yaşadığı ABD'den Türkiye'deki gelişmeleri etkileme, hükümeti 
yönlendirme, dini bir lider olmaktan çok devletin Cumhurbaşkanının ve hükmet üyelerinin muhatap olduğu siyasi bir figür haline geldi.

Bütün ülkelere ilişkin yıllık terör raporları, insan hakları raporları, dini özgürlükler raporu hazırlayan ABD'nin F.Gülen hareketinden habersiz olması, Amerikan topraklarında kendince sürgün hayatı yaşayan bir dini liderin ve onun cemaatinin faaliyetlerini takip etmemesi, onları yönlendirmemesi mümkün değildir. Nitekim Amerikan gizli servislerinin F.Gülen cemaatiyle ilişki içinde olduklarına ilişkin haberler basına da yansıdı. Bırakın gizli servislerin faaliyetlerini yukarıda bahsedilen Kongre raporlarında verilen detaylı bilgiler F.Gülen'in ABD'nin takibinde olduğunu göstermektedir. Türkiye'nin iç dinamikleriyle yakında etkileşim içinde bulunan bir aktörün ABD tarafından kullanılmadığını düşünmek uluslararası ilişkileri, gizli servislerin faaliyetlerini bilenler açısından mümkün değildir.

2013'ün son çeyreğinde ve 2014'ün ilk aylarında ortaya çıkan bilgi ve belgeler gösterdi ki hakkındaki davadan beraat eden F.Gülen'in liderliğindeki oluşum 2000 yılında hakkında açılan davanın iddianamesinde belirtildiği şekilde devletin bütün kurumlarına sızmış, elemanlarının kritik görevlere yerleşmesini sağlamıştı. Bununla yetinmeyip hükümetin desteği ve sağladığı olanakları kullanarak görünürdeki hükümetin arkasında aslında devleti yöneten gizli güç haline gelmişti.

Aslında burada Türkiye'nin seçilmiş hükümeti dar kadrosunun açığını cemaatin yetişmiş elemanlarıyla kapatıyordu.  Bu durum her iki tarafın işine de geliyordu. Bu birliktelik amaçların örtüştürülmesiyle daha da derinleşti. Türkiye'de gündem demokratikleşme, askeri vesayetin sona erdirilmesi ve Kürt sorunun (bazılarına özellikle askerlere göre terör sorunu) çözülmesiydi ya da kısaca askerin etkisizleştirilmesiydi. Bu hedef Kürtçü kesim ve PKK tarafının da işine geliyordu, çünkü onlar da asker aradan çıkarılırsa terörün siyasallaşmasının daha kolay olacağına inanıyordu.  Nitekim öyle oldu ve 2007'den sonra başlayan operasyonlar ve davalar süreci ile bazı yasal düzenlemeler yetişmiş askeri kadroları hapishanelere tıktı, geri kalanlarının özellikle Güneydoğu Anadolu'da kışlalarından bile çıkamaz hale getirdi.

Konuyu biraz yakından takip edenler bilecektir ki bahse konu süreçte psikolojik harekat  teknikleri uygulanmış, toplum yönlendirilmiştir. Şimdi hükümetin 
söylediği şekilde bunu cemaatin tek başına yapmış olması mümkün değildir. Hükümet ortam hazırlamıştır, destek sağlamıştır (zaten bunun yapıldığı inkar 
edilmiyor, sadece safmışsız denilerek işin içinde çıkılmak isteniyor). Cemaatin insan gücünün de psikolojik harekat tekniklerinin uygulanmasına ve binlerce 
belge, bilgi, kayıt elde edilip analiz edilerek tasnif edilmesine yönelik teknik imkanlara sahip olmadığını, bunun bir başka gücün desteğiyle yapılmış olası çok 
büyük ihtimaldir. Bu gücün de cemaatin liderini ağırlayan ülke olduğunu söylemeliyiz.

Ancak burada şu konuyu hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Bütün bunlar yani cemaatin arkasında ABD'nin olması, cemaatin çift taraflı oynayarak hükümeti zor durumda bırakması, 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının yok sayılması, kapatılması, bu konuda hükümetin mağdur gösterilmesi kabul edilemez, rüşvet ve yolsuzluğa bulaşanları haklı göstermez.

Neden cemaat-hükümet kavgası

Peki herşey anlattıklarımız gibiyse son aylardaki hükümet-cemaat çatışması neden yaşanıyor? Bunun Kürt sorununun sözde çözümü ve hükümetin etkinlik sürecini ve görevini doldurmuş olmasıyla ilgisi olduğunu düşünüyorum. 11 yıldır iktidarda olan AKP artık yıpranmıştır, özellikle 2011 seçimlerinden sonraki süreçte hükümetin demokratik esaslardan ayrılmaya başladığının iyice belirginleşmesi yurt içinde hem halk hem de kanaat önderlerinden tepkiler almış, bu tepkiler artık sokaklara taşmıştır. Ayrıca dış politika bağlamında özellikle bölgesel konularda ABD politikasıyla uyuşmazlıklar yaşanmaktadır. Yani hükümet hem iç hem de dışarıda destek sıkıntısı yaşamaktadır. ABD açısından Hükümet öyle bir değişmelidir ki toplumun genelinden gizli yürütülen sözde çözüm süreci de hasar görmemeli, ülkede ve bölgede kaosa yol açmayacak şekilde muhtemelen genel seçimlere kadar halk desteğini yitirmiş seviyeye gelerek iktidarı kaybetmelidir.

Cemaat & hükümet kavgasının sonucundan en fazla faydalanan kesim sözde çözüm süreciyle ülkemizin güneydoğusunda özerk bir yönetim kurmaya çalışan Öcalan liderliğindeki Kürtçüler ve PKK tarafı olmuştur. Sözde sürecin başlaması ancak işlemediğini ortaya çıkmasıyla birlikte 2013 yaz aylarının sonundan itibaren cemaat-hükümet kavgasının da başladığını görüyoruz. Bu kavga sertleştikçe ve 17 Aralık ile birlikte en üst seviye çıktıkça bölgeden hiçbir haberin kamuoyuna yansıtılamadığı çünkü gündeme alınamadığı, adeta bir karartma uygulandığını görüyoruz. Diğer taraftan hükümetin bu kavgayı bir seçim stratejisine dönüştürerek yeni karşı taraflar yarattığını da görüyoruz. Hal böyle olunca kavganın da bir senaryo olabileceğini düşünmeliyiz. 30 Mart'taki yerel 
seçimlerden sonra hükümetin kendince yeterli oy aldığını değerlendirmesiyle birlikte bu kavganın sönümlenmesi hiç de küçük bir olasılık değildir. 

 Sonuç

Küresel güç ABD'nin küresel bazda politika ve stratejiler oluştururken ülkelerin ve yerel unsurların varsa hassasiyetlerini kullanması Amerikan çıkarları 
açısından normal bir uygulamadır. Yukarıda bahsettiğim Amerikan raporunda ABD'nin Türkiye'ye yönelik belirttiği üç maniveladan üçüncüsünü (ABD'nin 
Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileme gücü vardır.) Türkiye'de 1999 ve özellikle 200'ten itibaren kullandığını görmekteyiz. Burada öne çıkan 
manivelalar ise PKK ve cemaattir. PKK'nın yaptıkları bellidir, geçmişi zaten onu aklamaya ve affetmeye izin vermeyecek kadar vahşidir.

Cemaattin ise biz bir hizmet hareketiyiz, iyilik yapıyoruz demesi yaptıkları yasa dışı işleri görmezden getiremez. Hükümetin sağladığı ortamla ve şuanda 
sığındıkları ülkenin teknik ve operasyonel desteğiyle ülkemize, kurumlarımıza ve insanlarımıza karşı yaptırdığı operasyonların, düzmece davaların hesabını 
vermeden, işin içinde yer alanları yargıya teslim etmeden, ne yapalım bizi de başkaları kullanmış diyerek işin içinden sıyrılması kabul edilemez. Aynı şekilde 
hükümetin de her ne kadar soruşturma işinin içinde cemaatin adamlarının olduğunu söylese de 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk iddialarından yargı önünde mutlaka hesap vermesi gereklidir. Kumpas ve yolsuzluklar birbirine uygun ortam hazırlamış olabilir ancak ayrı suç iddialarıdır.

Önümüzdeki en büyük tehlike ise hükümet-cemaat kavgasının da büyük kumpasın parçası bir senaryo olması ve güneydoğudaki bölünmeyi maskeliyor olmasıdır. Böylece yetişmiş insanlarımızın, kurumlarımızın, Atatürk'ün deyişiyle mazisi insanlık tarihiyle başlayan Türk Ordusunu tasfiye gayretlerinin ülkemizin ve milletimizin bölünmesine yol açacak kumpasın saklanmasıdır.


[1] "Türkiye - Amerika Birleşik Devletleri Siyasi İlişkileri", 

http://www.mfa.gov.tr/turkiye-amerika-birlesik-devletleri-siyasi-iliskileri.tr.mfa,ı

Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[2]U.S. Relations With Turkey, Fact Sheet, January 7, 2013, 

http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/3432.htm, Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[3] ABD Ulusal Güvenlik Stratejisinin Şifreleri ve Türkiye, Cahit Armağan Dilek, 
Ocak 2013,  

http://www.asssastratejibulteni.com/ABD_Guvenlik_Stratejisinin_Sifreleri_ve_Turkiye.pdf


[4]“Öcalan'ı biz teslim etmedik, sadece Türkiye’nin işini kolaylaştırdık”,  
13.05.2011, Gazetevatan, 

http://haber.gazetevatan.com/ocalani-biz-teslim-etmedik-turkiyenin-isini-kolaylastirdik/377067/1a/gundem. Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[5] Çapulcudan özgürlük savaşçısına, terörden direnişe, direnişten bağımsızlığa; 
PKK terör örgütünün dönüştürülmesi, 27 Mayıs 2013, Cahit Armağan Dilek, 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/05/27/7012/capulcudan-ozgurluk-savascisina-terorden-direnise-direnisten-bagimsizliga-pkk-teror-orgutunun-donusturulmesi.s
Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[6] Yazarın notu: ABD açısından dünyada mücadele edilmesi gereken tek bir terör örgütü vardır o da El Kaidedir. ABD'nin teröre ve ayaklanmaya (direniş 
örgütleri) karşı ayrı ayrı stratejileri vardır. Türkiye'ye dikte edilen ayaklanmalara (direniş örgütlerine) karşı olan yöntemlerdir. Bu yöntemler söz 
konusu örgütlerle ilişki kurmayı, liderleriyle görüşmeyi ve müzakere etmeyi kapsamaktadır. Ancak terörle mücadelede bu konuda sıfır tolerans vardır ve 
teröristler nerede olurlarsa olsunlar aranıp bulunup imha edilmektedir.

..

Türkiye’nin Önündeki Seçenekler: PKK’nın Ezilmesi, İç Savaş, Bölünme, Askeri Müdahale



  Türkiye’nin Önündeki Seçenekler: PKK’nın Ezilmesi, İç Savaş, Bölünme, Askeri 
Müdahale 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
06 Kasım 2014 Perşembe
Ümit Özdağ tarafından yazıldı.





Şehirlerimizde askerlerimiz kafalarına sinsice kurulan pusularda ateş edilerek öldürülmekte, asker eşleri evlerinde tehdit edilmekte, devlet memurları 
saldırılardan zırhlandırılmış otobüslere binerek korunmaya çalışılmaktadır. 
Böyle bir ortamda Başbakan A. Davutoğlu, PKK Açılımını Ortadoğu’nun büyük başarı hikayesi olarak nitelendirse de, aslında bu nitelemenin hikaye olduğunu Afyon’da devam eden AKP kampında Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ile açılımın gittiği noktadan endişe duyan AKP’li milletvekilleri arasındaki tartışmanın niteliği gösteriyor. Bu tartışmada Y. Akdoğan, hem milletvekillerini “kaydettim ileride değerlendiririz” diye tehdit ediyor, hem de “Ben açılımdan sorumlu bakan” değilim diyerek, açılım ile arasına mesafe koyuyor.

Öte yandan bir AKP Milletvekili: "Bizim Can güvenliğimiz yok. Vatandaş ne yapsın? Alanda hakimiyet devletin elinden gitti. Evime, havaalanına rahat gidemeyeceksem bu çözüm süreci nasıl yürüyecek?" diye soruyor. AKP Şırnak milletvekili Emin Dindar ise, "Bir kardeşimi şehit verdim. Evimi taradılar. Şimdi beni öldürmeye gelirlerse ne yapacağım?” diye soruyor. (Sözcü, 4 Kasım 2014) Bakan Y. Akdoğan ile milletvekili Şamil Tayyar arasında sert bir tartışma olurken, Mehmet Metiner de Aydoğan’a itiraz ediyor. AKP’li milletvekilleri gidişten endişeli bir şekilde, "HDP ve Öcalan’ın samimi olmadıklarını" ve "Açılım ile ilgili alınan kararların milletvekillerine bildirilmediğinden" şikayet ediyorlar. (Hürriyet, 6 Kasım 2014)

AKP’li milletvekillerinin PKK Açılımı ile ilgili endişelerini artıran, Başbakan Başdanışmanı Etyen Mahçupyan’ın “PKK’nın bölgede alan hakimiyeti kurduğu, 
şehirlere hakim olmaya başladığı, kamu düzeninin devletin değil, PKK’nın elinde olduğu ve PKK’nın bu süreçte güçlendiği” şeklindeki açıklamasından çok, bizzat 
İçişleri Bakanı Efgan Ala’nın 2 Kasım 2014’de Afyon’daki AKP kampında yapmış olduğu açıklamadır. Ala şöyle diyor: “Bu süreçte alan hakimiyetinin kaybedildiği 
zamanlar oldu. Hakimiyeti sağlayamadığımız zamanlar oldu. Kırsalda terör baskısı arttı, şehirlere inmeye başladılar. Bölgede devletin devlet olması gerekir. 
Tedbirler alınsın. Yoksa iş tersine dönecek.” (Aydınlık, 3 Kasım 2014) Durumun ne kadar vahim olduğunu önlemleri alması gereken makamda olan bakanın bu şekilde ifade edişi endişeleri daha da artırmış olsa gerek. Gerçi, Ala’nın daha sonra bir Doğulu milletvekiline “ Devlet arslan gibidir, uyur gözüküyor. Sonra tahrik edilirse insanı parçalar” diyerek, endişeleri yatıştırmak istediği anlaşılıyor.(Sözcü, 4 Kasım 2014)

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da endişesini: "Süreç biterse HDP de Öcalan da AK Parti olarak biz de bunun altında kalırız" diyerek ifade ediyor. Öte yandan 
PKK Açılımını Ortadoğu, özellikle Irak-Suriye eksenindeki gelişmeler ile birlikte değerlendiren Cumhurbaşkanı, alışılmadık bir şekilde şöyle konuşuyor: 
“Ne içerideki ihanet şebekelerine (müzakerelerin sürdüğü PKK ve HDP’yi kastediyor) ne de dışarıdan (ABD’yi kastediyor) gelen algı operasyonlarına 
Türkiye boyun eğecek, eyvallah diyecek bir ülke değildir. Sevr Anlaşması’nı yırtıp atmış, manda ve himayeyi elinin tersiyle itmiş, bağımsız, hür bir ülkeyiz, Türkiye’yiz.” PKK Açılımının sahibi Erdoğan’ın bu durumun vahametini gösteren ve Davutoğlu’nun ileri sürdüğünün aksine başarı öyküsü olmadığını ortaya koyan  açıklamasını, HDP’ye yönelik “Sabrımız da bir yere kadar” mesajı izlemiştir. Erdoğan, HDP’ye kamuoyu önünde bu mesajı verirken, Öcalan’a da gizlice Ahmet Takan’ın Yeniçağ gazetesinde ileri sürdüğü ve şimdiye değin tarafların yalanlamadığı, “Türk Silahlı Kuvvetlerini zor tutuyorum. Ne çözüm bulacaksan bul” mesajını iletmiştir. (Yeniçağ, 4 Kasım 2014)   

Açılım ile arasına mesafe koyanın sadece Y. Akdoğan değil, Açılımı sürdüren kurum olan Milli İstihbarat Teşkilatı olduğu da anlaşılıyor. MİT, PKK Açılımının 
kurumsal sorumluluğunu Kamu Güvenliği Müsteşarlığı adlı yeni ve zayıf bir kuruma devrederken, kurumun başına da bir MİT müsteşar yardımcısının getirilmesini sağlıyor.  

Öte yandan PKK, Ayn El Arap’ta ABD ile gerçekleştirdiği askeri-politik-stratejik ittifakın farkında olarak, “Kobani”den PKK için bir Stalingrad Başarısı çıkaracak şekilde, kendisini yeniden küresel sistem, Ortadoğu ve Türkiye’de konumlandır ma çabası içindedir. Suriye’nin kuzeyinde kurduğu “devletçikleri” Türkiye’ye karşı güç projeksiyonunda kullanacağı konusunda AKP Hükümetini defaat ile uyardığımız PKK, şimdi bunu büyük bir başarı ile yapmaktadır.

Bu ortamda M. Karayılan, PKK’nın Türkiye’yi yıkabilecek güçte olduğunu ileri sürerken, C. Bayık, ABD’nin müzakerelerde aracı ülke olmasını talep etmiştir. 
AKP Hükümetinin bütün ümidini bağladığı Öcalan konusunda ise Kandil’den önce M. Karayılan’ın “Barışı Öcalan, savaşı biz yaparız” açıklaması gelmiştir. Bunun 
örgüt dilinden Türkçeye tercümesi, “Öcalan, PKK’yı %100 kontrol edemiyor demektir. Ayrıca Kandil’den gelen son açıklamada Öcalan-Hükümet görüşmeleri 
çıkmazda ve beyhude olarak nitelendirilmiştir.                                   
                                      

PKK 1984’den beri devam eden terör sürecini, yerleşim bölgelerinde başlatacağı silahlı ayaklanmalar ile yeni bir aşamaya taşıma çalışmalarına başlamıştır. 
Kobani’de IŞİD ile süren çatışmaları küresel bir halkla ilişkiler faaliyetine dönüştüren ve çatışmalar üzerinden dünya kamuoyunun gözünde vahşi, kafa kesen terör örgütü IŞİD’e karşı medeniyetin ve mazlum Kürtlerin, Yezidilerin savunucusu rolüne terfi eden PKK, bu yeni pozisyonu değerlendirmeyi 
hedeflemekte dir. Diğer bir ifade ile PKK, kent ayaklanmaları gerçekleştirip, Türk Ordusunu meskun mahal çatışmasına zorlamayı ve Türkiye içinde Kobaniler 
oluşturmayı hedeflemektedir.

Bu politika yaşama geçmese dahi, kısmen gerçekleştirilmesi, AKP’yi Türkiye ve AKP için yaşamsal bir tercihin önüne koyacaktır. AKP Hükümeti ya geri adım 
atacak ve Türkiye’nin bir bölümünde (iddialara göre Tendürek Dağı’nın güneyinde kalan bölgeyi Şanlıurfa içinde kalacak şekilde) Kürdistan’ın federe devlet olarak kurulmasına izin verecek ya da PKK ile süren müzakereleri keserek, PKK’yı ezmek için ağır isyan bastırma programını uygulamaya koyacaktır. TSK, sınır bölgelerinde ağır güvenlik önlemleri alarak, Kuzey Irak’taki PKK kamplarını işgal etmeli, Türkiye içinde tekrar alan hakimiyetine geçilmelidir. Halk üzerinde son yıllarda oluşmasına izin verilen PKK baskısı kırılmalıdır. Bu çerçevede Öcalan tecrit edilmeli, terörist örgüt ve lider kadrosu 
yıldırılmalıdır.

AKP eğer PKK karşısında geri adım atar ve federal devlet mekanizmasını kabul eder ise, PKK ayaklanması duracaktır ancak Türkiye yeni ve daha büyük bir 
politik, ekonomik, sosyal ve kültürel kaos süreci içine sürüklenecektir. Federal devlet modeline geçiş, PKK’nın Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu'sunu devralması, Öcalan’ın İmralı’dan çıkması ve galip bir lider olarak Diyarbakır’a dönmesi, Kandil kadrolarının Türkiye “Kürdistan’ına” dönmeleri, dağdan inen PKK’lılara iş vs. kredisi adı altında PKK’ya örtülü savaş tazminatı ödenmesi, Türkiye’nin geri kalan bölümünü ya da Türkiye’den geriye kalanı çok sert bir şekilde sarsacaktır.

Liberal ekonomist Ege Cansen “Türkiye’nin en önemli iktisadi meselesi, siyasi bölünmedir. Kamusal gelir ve giderler, kamusal varlık ve yükümlülükler yeniden 
paylaşılacaktır” derken, çok önemli bir boyutun altını çizmektedir. Bu gelişmeler sonucunda Türkiye’nin batı, kuzey, orta ve güneyinde Kürt kökenli vatandaşlara yönelik büyük bir diskriminasyon başlayacaktır. Öte yandan PKK, Güneydoğu Anadolu’da Türklere ve Araplara yönelik başlatmış olduğu etnik temizliği geliştirerek sürdürecektir. Böyle bir sürecin sonucu iç savaştır. İç savaş, milletlerin bağırsaklarının ortaya döküldüğü en olumsuz sosyal süreçlerin 
başında gelmektedir. Bu iç savaşa dışarından müdahale olmaması durumunda çok büyük acı ve kankaybından sonra Türkiye’nin bütünlüğü sağlanabilir. Ancak 
Batı’nın bu iç savaşta Türkiye ile PKK’yı baş başa bırakmayacağı kesindir. 

İnsani Müdahale veya İngilizce ifadesi ile "Right to Protect (R2P)(Koruma Hakkı)" uluslararası ilişkiler alanına yeni girmiş, tartışmalı ve tehlikeli bir 
kavram/eylemdir. Çünkü kimin kimi hangi şartlarda ve nasıl koruyacağının bir hukuki çerçevesi olmadığı için rahatlıkla insani görünümlü milli egoist 
planların aracı olabilmektedir. Amerikan Deniz Kuvvetleri Akademisi öğretim üyesi ve National Interest dergisinin eski editörü Nikolas K. Gvasdev, 1933 
Montevideo Anlaşması ile egemenlik hakları belirlenen uluslararası sistemdeki devlet anlayışının aşıldığını ve “Suriye Olayının”, “Suriye Normu” diye anılan 
ve devletlerin otoritesini reddedenlere karşı kuvvet kullanma hakkını sınırlayan bir anlayışı ortaya çıkardığını ifade etmektedir.  

Nikolas K. Gvasdev, Suriye Normunun kısa bir süre içinde Türkiye’de PKK’ya, Kolombiya’da FARC’a, Filipinlerde komünist ve İslamcı asilere karşı uygulanan 
isyan bastırma uygulamalarının sorgulanmasını beraberinde getireceğini ileri sürmüştür. Gvasdev’e göre bunun sonucu, devletlerin topraklarının bir bölümünde egemenliklerinin sınırlanması olacaktır. Üstelik bu konuda Güney Kafkasya’da üç egemen devletin yanında üç uluslararası sistem tarafından tanınmayan devletçiğin (Dağlık Karabağ, Abhazya, Güney Osetya) birlikte yaşaması bunun olabilirliğini göstermektedir. Özetle, Türkiye’ye müdahalenin zihinsel hazırlığının yapıldığını düşünebiliriz. Ancak Batı’nın Suriye konusunda bile askeri müdahalede ne kadar isteksiz olduğu göz önünde tutulur ise, Türkiye’ye askeri müdahalenin ne kadar zor olduğu anlaşılacaktır. Öte yandan böyle bir müdahalenin Türkiye  Batı ilişkilerini bitirirken, Türkiye-Rusya-İran ilişkilerini yeni bir zemine oturtacağı da kesindir. 

İç savaş tehlikesinin doğduğu ve sivil iradenin iç savaşı durdurmada yetersiz kaldığı durumda Türkiye’nin önüne çıkabilecek diğer seçenek de askeri müdahale seçeneğidir. “Artık asker müdahale yapmaz” gibi şablon ve gerçekler den kopuk söylemleri bir tarafa bırakır isek yapılması gereken tespit askeri müdahaleleri askerlerin öznel arzularının değil, objektif şartların yaptığı / yaptırdığıdır. Cezayir’in Fransa’dan kopma sürecinde Fransız Ordusu’nun bile darbe girişiminde bulunmuş olması ve darbenin ancak General de Gaulle’ün tarihi şahsiyeti sayesinde aşılabildiği gerçeği göz önünde tutulmalıdır. Türkiye’de gerçekleşecek bir askeri darbe, PKK’ya “özgürlük savaşçısı” olma şansı verecektir ancak şartlar bölünmeyi ve iç çatışmayı durdurmak için başka bir yola izin vermediği için Türkiye bütünlüğünü sağlamak için son şansı bu şekilde kullanmak zorunda kalınabilir.

Sonuç olarak, ülkemizin içinden geçtiği süreçte demokratik sistem ülkemizin güvenliği açısından en az  Birinci Ordu kadar büyük önem taşımaktadır. Diğer bir ifade ile demokrasi Türkiye için milli güvenlik rejimidir. Türkiye, PKK’nın temsil ettiği stalinist-pol pot türü terörist örgüt ve anlayışı demokratik hukuk 
devleti içinde aşmanın yolunu bulmak zorundadır. PKK’nın zafer duyguları yaşadığı bir süreçte, müzakerenin başarılı olması mümkün değildir. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümeti uçuruma doğru giden Türkiye’yi uçuruma düşmekten kurtarmak için bir an önce PKK terör örgütünü yıldıracak kapsamlı önlemleri almak zorundadırlar. 1990’lı yıllara dönmek isteyen Türkiye değil, PKK’dır. Eğer 1990’lı yıllara dönmemek için Türkiye’nin parçalanmasına gidecek bir kapı açılacak ise 1990’lı yıllara dönmek ve sonunda Murat Karayılan ve Cemil Bayık’ı İmralı’da Öcalan’ın yanına koyacak önlemleri almak çok daha tercih edilir bir seçenektir.

Uzmanın Diğer Yazıları

  Ortadoğu’da Sınırlar Değişirken Casuslar 
  Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, saat 20:00'de Habertürk TV'de Enine Boyuna 
  Programı'nda...  
  Gerilla ve Kontrgerilla Savaşı 
  Türk Deniz Kuvvetlerine Yapılan Saldırının Sonucu Ne Olmuştur? 
  Kudüs’te Son Türk Askeri 
  Türk Milleti Türkiye’nin Bölündüğünü Görmüyor mu? 
  Hayalin Böylesi: Güneydoğu Anadolu’yu PKK’ya Bırakan Ortadoğu’yu      Şekillendirme Peşinde 
  Seçimler Yaklaşırken Güneydoğu Anadolu ve Siyasi Partiler 
  PKK Müzakereleri, Ayn El Arap ve Bölgesel Değerlendirmeler 
  Amerika Fransa’ya Nükleer Saldırı Yapmayı mı Planladı? 
  Devrimci Selefilik Antiemperyalist mi? 
  Paris’te Olanlar 
  Erdoğan Yönetimi ve Avrupa Ne Diyor? 
  Son Terörist Eylemler Ne Anlama Geliyor? 
  2015’de Batı-Erdoğan İlişkilerinde İki Muhtemel Yol 
  Çocuk Katilleri İçin İdam Cezası Adil Bir Cezadır 
  AKP Hükümetinden Peşmergeye IŞİD'e Karşı Silah Yardımı 
  Cizre’de Gerçekten Ne Oldu? 
  İç Güvenlik Yasa Tasarısı 
  PKK ile Müzakere Süreci Konusunda Bir Eleştiri 
  Kürt Devletini Kim Kuruyor? 
  Hadi Beşar Esad’ı Devirdik… 
  Jandarma Genel Komutanlığı Türkiye'ye Lazım 
  Tunceli’de Ne ve Neden Oldu? 
  Politikleşmiş İstihbarat ve Milli Güvenliğe Etkisi 
  Mustafa Kemal Atatürk ve Aleykümselam- Rahmetle Anıyoruz... 
  Türkiye’nin Önünde Başka Seçenek Yok mu? 
  Türkiye’nin Önündeki Seçenekler: PKK’nın Ezilmesi, İç Savaş, Bölünme,   Askeri Müdahale 
  PKK Konusunda Meselenin Özünü Konuşmak 
  PKK Neden Sivil Kıyafetli Askerlerimizi Şehit Ediyor? 
  AKP, PKK İle Değil Jandarma İle Mücadele Ediyor 
  ABD-PKK Askeri İşbirliği Ne Anlama Geliyor? 
  PKK Terörü-Türk Öfkesi veya Ahmet Hakan’a Mektup 
  Müttefikler Suriye’de Ne Yapmak İstiyorlar?  
  Suriye-Irak Alanında Neler Yapılmalı? 
  Tezkere Suriye’nin Kuzeyinde PKK Devleti Kurmak İçin Mi? 
  Polis Özel Harekat Yeteneksiz Midir? 
  IŞİD Gerçekten Nedir? 
   Terör Örgütlerinin Esir Aldığı Ülke Türkiye 
  IŞİD Karşında Başarılı Olmanın Ön Şartı 

..

KIRK ÇÜRÜK YUMURTA VE TOPLUM,


KIRK  ÇÜRÜK  YUMURTA  VE  TOPLUM,



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
21 Mayıs 2007 Pazartesi
Alaettin Parmaksız tarafından yazıldı.


Dün Sayın Başbakan’ın Van da devlet olanakları ile düzenlediği toplantı da bu ülkenin 79 yılında hizmeti olanları kırk çürük yumurta olarak adlandırdığını, bu 
kırk çürük yumurtanın içinde neler olduğunu neler olmadığını kısaca anlatmıştım.

Ama dün kutlanan 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramından sonra aynı konuya neden döndüm.

Gerçek liderler sonra pişman olacağı veya yanlış anlaşıldım diye özür dileyeceği sözleri sarf etmezler. Ancak liderlik iddiasında olanlar da veya kendini lider 
zannedenler de kendi taraftarlarına mesajlarını verirken çok dikkat etmek, sonra pişman olacağı sözler söylememek zorundadırlar.

Bir ülkenin Başbakanı ülkeyi 79 yıl yöneten insanların tamamına çürük yumurta yakıştırması yapıyorsa, O resmi olarak Başbakan olsa da ülkenin insanlarının 
tamamının Başbakanı olmadığı gibi asla lider de olamaz. Çünkü ağzından çıkanı kulağı duymayacak şekilde sinirleri bozulmuş durumdadır.

Tabi kolay değil bir gün önce atadığı Cumhurbaşkanını meclise onaylatma gücünü kendisinde hissederken, bir gün sonra sırf kendi yeteneksizliği nedeniyle 
Cumhurbaşkanı seçtirememenin sorumluluğunu üzerinden atmak maksadıyla, geçmişinde sık sık uyguladığı Takiyyecilik sanatına başvuracak

Kırk çürük yumurta olarak suçladıkları partilerin hiçbirinin geçmişinde Cumhuriyet karşıtlığından kapatılma diye bir şey yok. Hiç bir partinin liderinin 
halkı sınıflara ayırmaktan mahkûmiyeti yok. O Partilerin Liderlerinin ve yöneticilerinin 79 yılda halkın din duygularını sömürmek ve bu sömürü sonucu 
şirketlere para toplamak yok. Milletvekillerinden veya adaylarından hiçbiri 10 Kasımlarda sap gibi durduğunu söylememiştir.

O partilerden hiç biri Kıbrıs'ı ülkenin omzunda bir yük görmemiştir. O kişilerden hiç biri bebek katiline sayın diye hitap etmemiştir Yine onlardan hiçbiri Türk kimliğini ülkede yaşayan diğer gruplardan biri olarak nitelememiştir. Onlardan hiçbiri "Ne Mutlu Türküm diyene" deyişinden rahatsızlık duymamıştır.

Bütün bunlar AKP yöneticilerini bu Cumhuriyete layık insanlar olmadığını özde de sözde de Laik Cumhuriyete bağlı olmadıklarını Atatürk'ün inkılâpları nı benimsemek bir yana onların karşısında olduklarının göstergesi olup ülkede için için büyüyen karşı devrimciliğin öncülüğünü yaptıkları bir gerçektir.

Ancak unutulmaması gereken çok önemli bir nokta var. Türkiye 22 Temmuzda seçime gidiyor. Cumhuriyet tarihinde bütün seçimler farklı konjonktürlerde yapılmış ve hiçbir seçim bir öncekini aynen doğrulamamıştır. Bu seçimde seçim araştırmaları yapan kuruluşların bir kısmının inandırıcılık yönünden iflas ettiği seçimler olacaktır. Kendini bulgur ambarında görenlerin 23 Temmuzda ne hallere düşeceklerini şimdiden görür gibi oluyorum. Eğer Liderler veya Tayyip Erdoğan gibi kendini lider zannedenler toplumu gerecek mesajlar vermeye devam ederse Haziran ve Temmuz sıcağında bunalmış insanlar kamplara ayrılabilir ve meydanlarda istenmeyen olaylar olabilir.

Dün oynanan Fenerbahçe –Galatasaray derbisinin sonunda yaşananlar buna bir örnektir. Özünde bir yarışma eğlence ve hoşgörü olan sporun yöneticilerin 
taraftarını bir sezon boyu kışkırtmak suretiyle ne hallere düştüklerinin en canlı ve acı örneklerinden birini yaşadık ve böyle giderse de yaşamaya devam  edeceğiz. Milli takımda beraber kazanmanın mutluluğunu, kaybetmenin üzüntüsünü birlikte yaşamış futbolcular birbirlerini sakatlamak için sahada kovaladıklarını gördük. Orada bulunanların güvenliklerini sağlamaktan başka hiçbir suçu olmayan bu ülkenin vefakâr polisine karşı linç girişimi gördük. Bütün bunların altında yatanlar acaba ne?

Bu konuda yüzlerce neden sayılabilir ama bence en önemlisi klup yöneticilerinin örnek davranışlarda bulunamaması ve verdiği demeçlerle taraftarlarını 
kışkırtmasıdır. Unutmayalım meydan mitinglerinde veya verdikleri demeçlerle halkı kışkırtan ve tahrik edenler oradan ayrılacak ancak orda ki insanlar başka 
partilere oy verseler de komşu olarak arkadaş olarak yaşamaya devam edecekler. Bu nedenle kendini lider zannedenler seçimin kazasız belasız geçmesi için toplumu germesinler. 
Söylediklerine dikkat etsinler.

..

KIRK ÇÜRÜK YUMURTA VE BAŞBAKAN


KIRK  ÇÜRÜK  YUMURTA VE  BAŞBAKAN


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü    
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
20 Mayıs 2007 Pazar
Alaettin Parmaksız tarafından yazıldı.


14 Nisanda Tandoğan da başlayan mitingin anlamını kavrayamayan Sayın Başbakan o kendine çok yakışan üslubu ile sağa sola saldırıyor.

Anlaşılıyor ki milletin verdiği mesajı alamamış. Bu mesajı ilk alan DYP ve ANAP yöneticileri olmuştu. Biraz zor olsa da halkın bastırması ile solda da en azından seçim işbirliği yapılmış gözüküyor. İnşallah liderler bu birlikteliği seçin sonuna kadar taşırlar.

Merkez sağda bazı duygusal davranışlar olsa da gün duygularımızı tatmin günü değildir. Gün mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır deme günüdür. 

Memleketin lehine olan her şey AKP'nin aleyhine olduğu için Sayın Başbakan'ın sinirlerini bozmakta ve arkasından bayramlık ağzının açıldığını görmekteyiz. 
Gerçi Türkiye Cumhuriyetinin ve İstiklal Harbinin başlangıç noktası olan 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramını tüm yurtta coşkuyla kutluyoruz ama Başbakan'ın 
bayramlık ağzının bu kutlamayla pek ilgisi yok.

Sayın Başbakan Devlet imkânları ile düzenlenen açılış törenlerini parti mitinglerine çevirmeye pek meraklı. Devlet kesesinden hovardalık Adalet ve 
Kalkınma Partisinin kendi deyimleri ile Ak Partinin, Akını kirletse de anlaşılan bir süre daha bu kirlenmelere şahit olacağız.

Yine Van da TOKİ tarafından düzenlenen bir açılış töreninde bayramlık ağzını açarak hani "Ananı da al git" der gibi, "Askerlik yan gelip yatma yeri" değil 
der gibi, Şehit anasına telefon ettin mi diyen gazeteciye "neden telefon edeceğim bana telefonda bağırıp çağıracaklar ben başbakanım" dediği gibi. Millet bütün bunları biliyor ama oralarda yapılan hakaretler biraz bireysel gibi kabul edildi. Ama Van da ki törende konuyu birleşmelere getirerek bakın neler söylüyor "79 Senede gelinen nokta ortada. Bunda CHP var, bunda ANAP var DYP var MHP var. Hepsi var 40 tane çürük yumurtayı bir araya getirsen bir sağlam yumurta etmez. Vakıa bu. Şimdi bir araya geliyorlar. Artık aydınlığa gidiyoruz. Buradan dönüş olmayacak. O felaketlerin sorumlularını da benim vatandaşım çok iyi biliyor demiş.

Başbakanı kınıyorum. Herhalde vatandaşım dediği sadece kendisine oy veren kitleler. Hâlbuki kendisi şu anda hal ve hareketleri ile öyle olmadığını 
göstermeye çalışsa da resmi olarak Başbakan. O çürük yumurta diye saydıkları bu ülkenin kendisine oy vermeyen %66 sıdır.O yüzde %66'nın içinde bu ülkeyi Sevr'den kurtaranlar var. Cumhuriyeti kuranlar var. Çağdaşlaşma yolunda devrimlere imza atanlar var. Yeter söz milletin diyerek demokrasiyi-bütün eksiklerine rağmen- ülkeye getirenler var. Bu ülkede yüzlerce baraj elektrik santralleri kuranlar var. Binlerce kilometre demiryolu kara yolu yapanlar var. Yüzlerle sayılan okul sayısını yüz binlere çıkaranlar var. 40 bin köyün elektriğini suyunu yolunu tamamlayanlar var. Bu ülkeye çağdaş haberleşme sistemlerini getirenler var bu varları sayfalar dolusu uzatmak mümkün ama onların içinde yolsuzlukla suçlandıkları için bakan veya milletvekili yapılarak korumaya alınanlar yok. Çocuklarının tavuklarını beslemek için mısır ithal edenler yok. Çocuğuna 2,5 milyon dolara gemi alanlar yok. Hem başbakanlık yapıp hem de geçinemiyoruz diye ticaret yapanlar yok. Kendi ülkesini mahkemelere şikâyet edenler yok. Onlar için hiçbir zaman Bölücü örgütün hamisi haline gelen Barzani tarafından seçimi kazanırsalar onlarla çok kolay anlaşırız açıklaması yok. Onların devrinde zamanın Silopi Kaymakamına muhatap olanların Diyarbakır'ı karıştırırız açıklaması yok. Onların tarihinde şanlı Kıbrıs zaferleri var Bölücü örgütü ortadan kaldırmak için Irakta başarılı operasyonlar var Ama Süleymaniye'de askerinin başına çuval geçirme hadisesi yok.

Bu listeyi uzatırsak gazetenin sütunlarına sığmaz. Unutma senin ailen de bir zamanlar o çürük yumurta dediğin kişilerle birlikteydi. Unutma ölenlerin 
arkasından kötü konuşulmayacağını hükme bağlayan bir dinin mensuplarıyız. Şimdi bütün bu sıralamalardan sonra ben çürük yumurtalarla beraberim ve mutluyum, şehit analarının ellerinden öpüyorum. Bize bu günleri kazandıranların hepsine şükranlarımı sunuyorum. Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır. 

Ey Türk Halkı! Haydi Sandığa, 22 Temmuzda oylarınla gerçek Çürük Yumurtaları Meclisten ayıkla. 

..