Cahit Armağan DİLEK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cahit Armağan DİLEK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2018 Pazar

ABD Düğmeye Bastı Batı Kürdistan Kuruluyor, Öcalan Özgür Kalıyor,

ABD Düğmeye Bastı Batı Kürdistan Kuruluyor, Öcalan Özgür Kalıyor,



Cahit Armağan DİLEK
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                       
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
20 Ekim 2014 Pazartesi

IŞİD'in Irak ve Suriye'de başlattığı işgaller kapsamında Türkiye sınırının hemen 
dibindeki Suriye'nin Ayn El-Arab (Kobani) kentini Türkiye ve dünya gündeminde 
uzunca süredir en üstte tutanların (PKK/KCK) Büyük Kürdistan'a giden yoldaki 
beklentileri hayata geçmeye başladı. Özellikle yaklaşık son on gündür meydana 
gelen görüşmeler trafiği ve açıklamalar bunları ortaya koymaktadır. 

Kobani Bahaneli Terör

Türkiye'de PKK/KCK/HDP'nin çağrısıyla Kobani'yi savunduğu söylenen PYD/YPG'ye yardımın önün açılması (daha doğrusu sınırda serbest bir koridorun açılarak sorgusuz sualsiz her türlü insan ve malzemenin, silahın geliş-geçiş yapabilmesi) dayatmasıyla Türkiye bir terör dalgasına maruz bırakıldı. Bu terör dalgası hükümetin HDP üzerinden İmralı'daki Öcalan'a ulaşmak zorunda kalmasıyla PKK/KCK/Öcalan cephesi terörle bir şeyler alabileceklerini bir kez daha gördü. 

Ve bunun üzerine Öcalan'dan terörü sona erdirmekle ilgili değil çözüm süreciyle 
ilgili diyalog ve müzakerenin hızlandırması çağrısı (yani aslında hükümete eğer 
müzakere şartları oluşmazsa yani benim şartlarım değişmezse terör devam eder tehdididir) geldi. Nitekim hükümetin gündeminin en üst konusu Öcalan'ın 
şartlarının iyileştirilmesi oldu.

Bununla eş zamanlı yürüyen diğer konuda yani Türkiye'nin IŞİD'e karşı 
oluşturulan koalisyona girmesi bağlamında Suriyeli muhaliflerin eğitilip-donatılması projesine PYD/YPG'nin dolayısıyla PKK'nın da alınıp 
alınmayacağı tartışılmaktaydı. PYD'nin PKK'nın uzantısı olması nedeniyle hem 
Türkiye hem ABD görünürde tereddüt yaşamış, çelişkili açıklamalar yapmışlardı.

ÖSO Devre Dışı, Suriye'nin Kuzeyinde Esas Muhalif Güç Kürtler 

İşte tam bu sırada hızlı gelişmeler oldu. ABD kararını vermiş ve harekete 
geçmişti yani düğmeye basmıştı sanki. Önce ABD'nin 2012'den bu yana PYD ile 
dolaylı görüşmeler yapmış olduğu basına sızdı. Sonra bizzat Amerikan Dışişleri 
Bakanlığı PYD ile bu hafta doğrudan görüşmeye başladıklarını ve hatta Kobani'de istihbarat paylaştıklarını açıkladı. PYD sözcüsü bir adım daha ileri giderek ABD ile Kobani'deki Kürtlere (yani PYD'ye) askeri yardımın nasıl yapılacağını görüştüklerini açıkladı.

Amerikan Dışişlerinin açıkladığı bu faaliyetlerle hemen hemen aynı zaman 
diliminde konuyla ilgili başka gelişmeler de oldu. Obama'nın özel temsilci 
sıfatıyla IŞİD stratejisinin koordinatörlük görevine getirdiği (E) Org. John 
Allen göreviyle ilgili olarak Türkiye dahil bölge ülkelerine yaptığı ziyaret 
sonrasında değerlendirmelerde bulunmak üzere geçen Çarşamba günü basın 
toplantısı yaptı. Allen basın toplantısında, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve ılımlı 
muhaliflerin nasıl bir yapı oluşturacağıyla ilgili sorular üzerine: "ÖSO ile 
resmi bir koordinasyonumuz yok. Eğiteceğimiz ılımlı muhalifleri ÖSO'nun içine 
katma gibi düşüncemiz de yok." dedi. Allen, Suriye'de siyasi muhalefeti 
güçlendirmek için ABD ve koalisyon ortaklarının çalışmakta olduğunu, bu siyasi 
muhalefetle bağlantılı "güvenilir bir kara kuvvetinin" de oluşturulacağını, 
ancak bu kuvvetin çok dikkatli incelemelerle seçilerek oluşturulacağını 
açıkladı. Yani Allen ABD'nin ÖSO'yu devreden çıkaracağını ve yerine başka bir 
ortak koyacağını açıklıyordu. Allen'in söyledikleri aslında ABD'nin sadece PYD 
konusunu değil daha geniş yelpazede ve sonuçları Türkiye'deki süreci de 
etkileyecek şekilde Barzani-Kobani-PYD(PKK) konusuna el attığını gösteriyordu.

ABD-Suriye'nin Kuzeyi-Irak'ın Kuzeyini Görüşüyor

Peki bu güvenilir kara kuvvetinin bel kemiğini kim oluşturacaktı? ABD ne 
planlıyordu? İşte bunun cevabı da geçen bir hafta on gün içinde Irak'ın 
kuzeyindeki görüşmeler ve toplantılarda saklı. Bunlarla ilgili haberler önce 
Barzani yönetimine yakın haber sitelerinde daha sonra bölge ve dünya genelindeki haber ajanslarınca yayımlandı. Buna göre;

- Suriyeli bütün Kürt parti temsilcilerinin (PYD'li Salih Müslüm dahil) 
Barzani'nin çağrısıyla Dohuk'ta Suriyeli Kürtlerin birliğinin oluşturulmasına 
yönelik  olarak geçen hafta başında toplantılar yaptılar. Bu toplantı ABD'nin 
yönlendirmesiyle yapılıyordu ve toplantılara Amerikan Dışişleri Bakanlığı 
yetkilileri de katılıyordu. ABD, Suriye'deki Kürtlere yardım etmek için bir şart 
koymuştu, o da Suriyeli Kürtlerin hepsinin (PYD dahil) tek bir yapı içinde 
birleşmesiydi. (Böylece PYD/YPG'ye verilecek yardım doğrudan verilmemiş olacak ve Türkiye'nin muhtemel tepkileri önlenmiş olacaktı. Esasen PYD/YPG, ABD'nin terör örgütleri listesinde değildi, dolayısıyla kendi iç hukukları açısından bir sıkıntı yoktu; ama Türkiye ile ilişkilerin gerilmesini de istemiyorlardı.) Ve 
toplantının liderliğini de Suriye'nin kuzeyinde PKK öncüğünde oluşturulan kanton yönetimlerine ve PYD/YPG'ye karşı tutum sergilemiş olan Barzani yapıyor, aynı Barzani PYD'ye silah yardımı yaptıklarını da açıklıyordu. Buradaki en can alıcı nokta Suriye'nin kuzeyinde Kürtleri bir araya getirme (Suriye Kürdistanı ya da Batı Kürdistan) projesinin liderliğinin Barzani'ye verilmesine PYD'den  ve dolayısıyla PKK/KCK/Öcalan cephesinden hiçbir itiraz gelmemiş olmasıdır. Bu durum bütün bunların Öcalan'ın ve Kandil'in bilgisi dahilinde gerçekleşmiş olduğunu da göstermektedir.

- Nitekim bu haberleri veren haber sitelerinde Suriyeli Birlik Kürt Partisi 
Genel Sekreterine atfen Suriyeli Kürtlerin Ankara’daki ABD Büyükelçisi ile de 
bir araya geldikleri, görüşmede Rojava’daki Kürtler için potansiyel ABD ve 
uluslararası destek üzerinde durulduğu da bildiriliyordu. Aynı haberlerde 
ABD’nin desteğini alabilmeleri için Kürt gruplarının birlikte çalışması 
gerektiğinin söylendiği, bu maksatla Duhok’ta Suriyeli Kürt gruplar arasında 
geniş kapsamlı bir toplantı yapıldığı, ayrıca grupların Kürt bölgelerini 
savunmak için ortak bir güç oluşturulması olasılığını görüştükleri de 
açıklanıyordu.

- Bu toplantılarla bağlantılı olarak Salih Müslim'in Erbil ziyaretini müteakip 
Irak Kürt bölgesi parlamentosu Suriye'deki Kürt kantonlarını resmen tanıdığını 
açıkladı. Aynı karar metninde Barzani yönetimine de anılan kantonları tanıma ve 
buralara yardım etme çağrısı yapıldı.

Türkiye Bocalıyor 

ABD-Barzani-Kobani (PYD) üçgeninde bu gelişmeler yaşanırken Türkiye'de Kobani bahaneli terör gündemden düşmüş, hükümet İmralı'dan gelen tehditkar mesajlar karşısında Öcalan'ı müzakereye razı etmek için hapishane şartlarını iyileştirme konusuna odaklanmıştı. Bununla beraber her nedense IŞİD saldırıların yoğunlaştığı günlerin aksine ABD'nin Kobani çevresindeki IŞİD hedeflerine yönelik hava saldırıları artmış, IŞİD'ın ilerleyişi durma eğilimine girmişti. 

Böylece Kobani'ye yardım konusu da gündemde alt sıralara düşmüş, hükümet akil insanlar vasıtasıyla Öcalan'ı ön plana çıkarmaya başlamıştı. Diğer taraftan 
Türkiye'nin yönetiminde en üst makamlarda kafaların karıştığı, bırakın harekete 
geçmeyi nasıl bir pozisyon alınacağı konusunda da farklı görüşler vardı. 
Başbakan ve yardımcılarından Öcalan'ın şartlarının iyileştireceğinden, PYD 
ile görüştük bu bir anlamda onları meşru görmedir şeklinde açıklama gelirken; 
Cumhurbaşkanı: "PYD bir terör örgütüdür, Öcalan'ın şartlarında mevcut durumdan daha ileri yapacak bir şey olamaz" şeklinde açıklamalar yapıyordu. Diğer taraftan yine hükümet tarafından çözüm sürecinde PKK/KCK tarafının verilen hiçbir sözü yerine getirmedikleri; ama hükümetin süreçten vazgeçemeyeceği gibi tavizkar açıklamalar geliyordu. Bu yalpalamalar tabii ki hem PKK/KCK hem de bölgede inisiyatifi ele geçirmekte olan ABD tarafından bir zayıflık olarak görülüyor, ön alıcı karar ve uygulamalarla AKP hükümetini de facto durumlarla karşı karşıya bırakma şansı yakalıyorlardı.

ABD Kararını Veriyor

Anlaşılan o ki ABD, IŞİD'in Kobani'ye saldırısının (1) Türkiye'deki çözüm 
sürecini, (2) Kobani özelinde PYD/YPG'nin statüsü ya da Suriye'nin kuzeyindeki 
Kürtlerin statüsünü, (3) Eğitilecek Suriyeli ılımlı muhalifleri,  (4) 
Barzani'nin pozisyonunu, (5) Türkiye'nin çözüm süreci, IŞİD, ÖSO, PYD 
politikalarını hep birden birbirine bağlı ve çakışır hale getirdiğini ve 
inisiyatif alacak bir ABD'nin, IŞİD eliyle Ortadoğu'yu dizayn etmeye Kürtlerin 
yaşadığı bölgelerden başlayabileceğini gördü. Liderlik pozisyon almak değil 
karar verip uygulamaya geçmektir. İşte ABD de bu aşamada liderliğini gösterdi, 
Kobani merkezli olarak yukarıda belirtilen alanlarda meydana gelen gelişmelerin 
(kamuoyuna yansımayan perde arkası gizli görüşmeler ve mesaj trafiğinin de 
olduğunu düşünmeliyiz) son halini değerlendirdi, IŞİD sonrasında öngördüğü güç dengelerine göre kararını verdi ve harekete geçti. Konuyla ilgili diğer 
aktörlere de ABD'nin bu kararını ve uygulamalarını takip etmek düşüyor.

ABD'ye göre Suriye'nin kuzeyinde IŞİD'le mücadelede Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)'na güvenilmezdi. Çünkü ÖSO'nun yapısı uyumlu çalışmıyor, savaşma yetenekleri yok, en önemlisi El Kaide bağlantılı El Nusra cephesiyle alanda çok sık koordinasyonlara girdiği biliniyor. Dolayısıyla Suriye'de ılımlı muhaliflerin 
bel kemiği olamaz. Onun yerine Suriyeli Kürtler en iyi seçenektir. Çünkü komşu 
ülkelerdeki Kürtler destek alabilecekleri gibi IŞİD'in saldırılarının başladığı 
Haziran'dan bu yana dünya kamuoyunda mağdurluk ve kahramanlıklarıyla(!) öne çıktığından batılı ülkelerden de destek gelecektir. Zaten batılı ülkeler Barzani üzerinden Kürtlere yoğun bir askeri destek programı başlatmışlardı. Aslında IŞİD kriziyle birlikte ABD başta olmak üzere batılı ülkelerin öncelikle ve ağırlıkla Barzani yönetimine politik ve askeri destek yağdırmaya başlamaları onların bir IŞİD krizi beklentisinde olduklarını ve IŞİD sonrasında Kürtlerin yeni aktör olarak bölgede yer almasına önceden karar verdiklerini de gösterebilir. İki Irak savaşıyla Iraklı Kürtler devlet olma seviyesine getirilmiştir. Şimdi sıra 
Suriyeli Kürtlerdedir. Türkiye'de ise AKP'nin çözüm süreci politikasıyla 
Kürtlerin tek temsilcisi konumuna getirilen PKK/KCK vasıtasıyla bu iş zaten 
yapılmaktadır.

İşte Suriye'nin kuzeyindeki Kürtlerin bir araya getirilmesi de Barzani 
liderliğinde yapılırsa o desteğin Suriye'nin kuzeyine aktarılması da 
sağlanabilecektir. Ayrıca Suriyeli Kürtlerin birleşmesi o bölgenin hakim silahlı 
gücü PYD/YPG'nin de görünürde meşru bir yapının altına girmesini sağlayacağından PKK terör örgütüyle bağlantılı bir gruba da açıkça askeri destek verilmemiş olacaktır. Ayrıca PYD'nin bu şekilde desteklenmiş olması PKK/KCK yapısını da belirli ölçüde rahatlatacaktır. Ne de olsa Suriye'de kendi kolu olan PYD ılımlı muhaliflerin esas silahlı gücü olacak, sonunda bunun politik getirisi de mutlaka olacaktır. Ayrıca PKK tehdit/şantaj/terörle Öcalan'ın vazgeçilmez müzakereci olduğunu, bunun devamı için hapishane şartlarının iyileştirilmesini Türkiye'de hükümetin zaten öncelikli maddesi yapmıştır. PKK/KCK tarafının Öcalan'ın müzakere etme koşullarına kavuşturulmasından kasıtları Öcalan'ın hapishaneden çıkarılmasıdır. Süreci bizzat dizayn eden kişi olarak çözüm sürecinin bu rotaya gittiğini bilen ve hükümetin taleplerini birer birer karşıladığını gören Öcalan da özgür kalacağından emindir, bu sadece zamanlama meselesidir. Dolayısıyla Öcalan açısından şu aşamada Suriye'nin kuzeyindeki birlik oluşumuna Barzani'nin liderlik yapmasını sorun etmeye, süreçte hükümetle gereksiz kırılmalar yaratmaya gerek yoktur. Öcalan özgür kaldığında bu konu zaten tekrar ele alınacaktır. 

Diğer taraftan AKP hükümeti de Öcalan'ı fiziki özgürlüğüne daha da 
yakınlaştıracak yeni tedbirleri (Öcalan'ın istediği herkesle görüşmesi, doğrudan 
kamuoyuna mesaj verebilme vs) hayata geçirecek adımları hızlandırmıştır. Yani 
hem ABD'nin hem de Öcalan'ın öngörüleri tıkır tıkır işlemektedir.

Sonuç olarak;ABD Türkiye'nin dış politikasında ve terör örgütleriyle 
mücadelesinde zig zag çizen, istikrarsız ve kararsız tutumdan da faydalanarak 
PYD ile resmi görüşmeler başlatıp düğmeye resmen basmıştır. Bu kapsamda 
Suriye'nin kuzeyinde Kürtleri esas unsur olarak seçmiş, onlara eğer benden 
yardım istiyorsanız birlik olun mesajı vermiş, şimdilik Barzani'yi de bu işe göz 
kulak olması için görevlendirmiştir. ABD ayrıca, Suriye ve Irak'ta dış 
müdahaleyle yapılanı yani Kürtlere yeni topraklar kotarılarak bağımsız bir 
devlet olmalarının önün açılmasını ne de olsa Türkiye'de AKP iktidarının bilerek 
veya bilmeyerek izlediği politikalarla kendi elleriyle yaptığını görmektedir. 
Dolayısıyla ABD aldığı karar ve uygulamalarıyla Türkiye'deki süreci de kontrol 
altına alabilmekte, yönlendirebilmekte, kendi çıkarlarına uygun şekilde ve zaman diliminde gerçekleşmesine etki edebilmektedir.

Obama'nın IŞİD stratejisinin koordinatörü (E) Org. John Allen'in söylediği gibi 
ABD Suriye'de siyasi-askeri yapısı olan yeni bir ılımlı muhalefet 
hazırlamakta dır. İşte bu yeni gücün esasını ve liderliğini Suriyeli Kürtler 
yapacaktır. Bu da Suriye Kürdistanı'nın PKK/KCK cephesinin söylemiyle Batı 
Kürdistan'ın kurulmasıdır. Yine aynı cephenin Kuzey Kürdistan dediği Türkiye 
topraklarında ise, Öcalan'ın yönettiği çözüm süreciyle sonuca ulaşılacaktır. 
Onun sonucu da Öcalan'ın özgür kalmasıdır. Öcalan'ın özgür kalması Kuzey 
Kürdistan'ın kurulması demektir. Parçaların birer birer oluşturulması büyük 
resmi yani Büyük Kürdistan'ın oluşturulmasının önünü açmış olacaktır.  Çünkü 
sızan İmralı zabıtlarında Öcalan kendisini ziyarete gelenlere: "hükümete 
kendisiyle ilgili hiçbir talepte bulunmadığını, çünkü bu süreç tamamlandığında 
kendisi dahil herkesin özgür kalacağını" söylemektedir. Yukarıda anlatılan bütün 
gelişmeler de Türkiye'nin bekasına tehdit oluşturan bu sonuçların maalesef 
gerçekleşeceğinin birer göstergesidir. Bu durum aynı zamanda ABD liderliğindeki batı koalisyonun IŞİD stratejisinin yani IŞİD eliyle bölgeyi dizayn girişiminin ilk somut sonucu olacaktır.


Uzmanın Diğer Yazıları

  ABD'nin IŞİD konulu "Harp Oyunu"; IŞİD'le mücadelede neler olacak?  
  ABD Düğmeye Bastı: Batı Kürdistan Kuruluyor, Öcalan Özgür Kalıyor 
  IŞİD tehdidinin "Kazananları" ve "Kaybedenleri" 
  IŞİD Eliyle Irak'ın Yeniden Dizaynı: Kerkük'ten Sonra Musul Barzani'ye Peşkeş 
  Mi Çekiliyor? 
  Türkiye'nin Cumhurbaşkanını Seçmek; Kim Seçilirse Ne Yapar, Hangi Kararları 
  Alır? 
  Başbakan'ın "Terörün Nedeni" Tanımlaması ve Türkiye'yi Bekleyen Tehlikeler 
  PKK'nın zaferini, Öcalan'ın Özgürlüğünü, Kürdistan'ın kuruluşunu, Türkiye'nin 
  bölünüşünü ilan eden kanun 
  TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? 
  Üç Kollu Gemi Halatı ve Yeni MİT Yasası 
  AKP (Erdoğan) - PKK (Öcalan) Barış Anlaşması Son Virajda 
  Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve 
  Cemaat 
  İki Buçuk Savaş Tehdidinden "İki Buçuk Devlet & İki Buçuk Hükümet Tehdidi"ne 
  Dönüşen Türkiye'nin Beka Sorunu 
  Amerikan İstihbaratının 2014 Yılı Küresel Tehdit Değerlendirmesi ve 
  Türkiye'nin Durumu 
  ABD-Romanya Stratejik Ortaklığı; ABD Artık Sürekli Karadeniz'de  
  ABD Enerji Alanında da Süper Güç Oluyor 
  Tokyo 2020; Küresel Güç Dengeleri ve Asya-Pasifik'in Yükselişi 
  Esad'ı Cezalandırmak ve Askeri Operasyonun Sürpriz Etkisi 
  Amerikan Ordusu Suriye’de Askeri Harekâta Hazır mı ve Sürdürebilir mi? 
  ABD Suriye'yi Neden Vurmalı, Neden Vurmamalı?  
  PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri 
  Çapulcudan Özgürlük Savaşçısına, Terörden Direnişe, Direnişten Bağımsızlığa: 
  PKK Terör Örgütünün Dönüştürülmesi 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2014/10/20/7829/abd-dugmeye-basti-bati-kurdistan-kuruluyor-ocalan-ozgur-kaliyor

..


9 Eylül 2018 Pazar

ABD Suriye'yi Neden Vurmalı, Neden Vurmamalı?


ABD Suriye'yi Neden Vurmalı, Neden Vurmamalı?













Cahit Armağan DİLEK tarafından yazıldı.

Suriye'de Rejim Güçleri tarafından 21 Ağustos 2013 tarihinde kimyasal kullandığı iddialarının dünya kamuoyuna yansıdığı andan hemen sonra Suriye'ye 
yapılacak bir harekatın tarihi ve harekatın nasıl gerçekleşeceği üzerinde çok şeyler yazıldı, söylendi. Geçen süreçte Suriye'ye yönelik muhtemel bir harekata 
fiilen katılabilecek ülkelerin tutumları belirginleşti. İngiltere parlamentosu, hükümetine onay vermedi, Fransız hükümeti  parlamentoya sorma ihtiyacı 
hissetmeden ABD'yi desteklediğini açıkladı, Almanya böyle bir harekata katılmayacağını net biçimde bildirdi. Rusya zaten başından buyana Suriye'ye her türlü askeri müdahaleyi reddediyor. Bunların yanında BM Güvenlik Konseyi’nden harekata yönelik bir karar çıkması olasılığı ortadan kalktı. NATO Esad'ın yaptıklarının karşılıksız kalmaması gerektiğini ancak NATO'nun bir hazırlığı olmadığını açıkladı. Böylece Esad yönetime cevap verme ve cezalandırma işi tek başına ABD'ye ve Obama'nın kararına kaldı.

Ve Obama tam on gün sonra 31 Ağustos 2013 günü yaptığı açıklamayla ABD'nin tek başına da olsa Suriye'de kendi halkına karşı kimyasal silah kullanan 
rejimin bu saldırısının karşılıksız kalmayacağını, Amerikan ordusunun her türlü askeri müdahaleyi yapabilecek hazırlıkları tamamladığını, isterlerse derhal 
operasyon yapabileceklerini, kendisinin bu kapsamda sınırlı bir harekat yapılması yönünde kararı verdiğini ancak zamanlaması için henüz kararını vermediğini, 
bununla birlikte halkın görüşünü ve desteğini de alabilmek için Kongre'nin onayını (ABD başkanının askeri bir harekatı başlatmak için anayasal yetkisi 
olmasına rağmen) arayacağını açıkladı. Bu açıklamayla birlikte Suriye'ye yönelik muhtemel bir harekatın yapılması en erken 9 Eylül 2013 tarihine 
(tatilde olan ABD Kongresinin toplanma tarihi) kadar ötelenmiş oldu.  

Bu ötelemeyle birlikte Suriye'ye müdahaleyi isteyenlerle istemeyenler arasında zaten halen devam eden psikolojik harekatın daha da yoğun olarak 
yaşanacağı bir ortamın olacağı aşikardır. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı ülkenin büyük medya kuruluşlarına röportaj vererek, Kongre üyelerine brifingler 
vererek, İngiltere dahil müttefikleriyle görüşerek destek arayışını başlattığı görülmektedir. NATO Suriye'ye yönelik bir harekat için planlamalarının 
olmadığını ancak saldırının Suriye rejim unsurlarınca yapıldığına dair önemli kanıtlar olduğuna inandıklarını, bu saldırının karşılıksız kalmaması gerektiğini 
açıklayarak ABD'ye destek çıkmaktadır. Ancak ortaya çıkacak yeni iddialar, kanıtlar bazı ülkelerin tutumlarında değişiklik yaratabilecektir. 

Nitekim Obama'nın açıklamalarının hemen sonrasında 21 Ağustos 2013 günü meydana gelen kimyasal saldırıların aslında muhaliflerin yanlışlıkla/kazayla 
patlattığı haberleri kamuoyuna yansımış, Rusya karşı tutumunu sürdürerek saldırıyla ilgili olarak kendilerine sunulanların kanıt olarak kabul edilemeyeceğini 
vurgulamaya devam etmiştir.

Önümüzdeki günlerde ortaya çıkabilecek benzeri gelişmeler tabii ki Amerikan Kongre üyelerini de etkileyecektir. Kendilerine ulaştırılacak özel ve gizli 
bilgileri de değerlendirerek Obama'nın "Esad'ı cezalandırmak üzere sınırlı bir operasyon yapılması" kararını onaylayıp onaylamamaya "ABD Suriye'yi neden 
vurmalı, neden vurmamalı" sorusuna kendilerince cevap arayarak karar vereceklerdir.

İşte bu yazıda bu soruya cevap aranırken Amerikan bakış açısıyla dikkate alınacak hususların neler olabileceği ortaya konulmaya çalışılacaktır.

ABD Suriye'yi Neden Vurmalı?

-           Suriye kırmızı çizgiyi aştı.

            ABD Başkanı Obama Ağustos 2012'de Suriye'de kimyasal silah kullanılmasını ABD'nin kırmızı çizgisi olarak açıklamıştı. Amerikan istihbaratı 
elde ettikleri bilgi ve kanıtların 21 Ağustos'taki saldırının Suriye rejimine bağlı unsurlarca gerçekleştirdiğini savunmaktadır. Kimyasal silah kullanımı 
insanlık suçudur, uluslararası anlaşmalarla kullanımı yasaklanmıştır ve kullanımı uluslararası hukuk kuralının ihlalidir. Öyleyse Esad yönetimi kırmızı 
çizgiyi aşmanın karşılığını görmeli ve cezalandırmalıdır.

-           Esad meydan okuyor, ABD'nin dünya düzenini bozuyor.

            Bütün uyarılara, ambargolara rağmen Esad rejimi halen varlığını sürdürüyor, yasaklanmış silahları kullanabiliyor, bu da ABD'nin dünya liderliği 
karizmasına zarar veriyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ABD'nin tek süper güç olduğu şartlara göre yeniden 
uyarlanan yeni dünya düzeninin işleyişini aksatmakta, küresel güvenliğe zarar vermektedir. Bu durum ABD'nin çıkarlarına aykırıdır ve tehdit oluşturmaktadır. 
Bu tehlikeli gelişme daha da büyümeden darbe vurulmalıdır.

-           Kimyasal silah kullanımı ve yayılması ABD'nın ulusal çıkarlarını tehdit ediyor.

            Kimyasal silah kullanımı kısa zamanda kitlesel insan ölümüne ve hatta soykırımlara yol açması, kullanıldığı bölgede ve küresel ölçekte daha büyük 
çatışmalara, savaşlara ve istikrarsızlıklar yaratması açısından ABD'nin genel ulusal çıkarlarına aykırıdır. Dolayısıyla kimyasal silah kullanımı mutlaka 
cezalandırılmalı ve tekrar kullanımı engellenmelidir.

-           Esad cezalandırılmazsa yeni saldırılar olabilir, başka ülkeler de kimyasal silah kullanımı için cesaretlenir.

            Esad'ın işlediği insanlık suçu karşılıksız kalır, cezasız kalırsa benzer saldırıları tekrar yapabilir, bu da Suriye'de daha büyük katliamlara yol açar. 
Ayrıca elinde kimyasal silah bulunduran diğer ülkeler ve gruplar da kimyasal silah kullanımının karşılıksız kaldığından cesaret alarak kullanabilirler. 
Küresel barış tehlikeye girer. Uluslararası anlaşmalarla yasaklanmış silahların kullanımı cezasız kalmamalıdır.

-           Suriye karşılıksız bırakılırsa, İran'a da karşılık verilemez.

            Mevcut uluslararası güç dengesinde Suriye demek İran demektir. Afganistan işgaliyle başlayan, Irak'ın işgaliyle devam eden ve şimdi Suriye 
oluşmakta olan durum aslında ABD ile İran'ın karşılaşmasıdır. Özellikle Irak'ta ve şimdi Suriye'de ABD ile İran arasında adeta bir vekalet (aracı) savaşı
 (proxy war) yaşanmaktır.  Bugün Suriye'de olanlara müdahale edemeyen bir ABD nükleer silah üretme aşamasında olduğunu iddia ettikleri İran'a da aynı 
gerekçelerle müdahale etmekte zorlanacaktır. Dolayısıyla bu harekat geleceğe dönük bir mesaj da taşıyacaktır.

-           Bölgedeki müttefiklere taahhütler.

            ABD'nin bölgedeki müttefiklerine (İsrail, Ürdün Türkiye) güvenliklerinin sağlanmasına yönelik ikili, özel, ittifaklara dayalı taahhütleri vardır. 
Böyle bir harekat söz konusu ülkelerin ABD'ye duydukları güveni korumalarını sağlayacaktır.

ABD Suriye'yi Neden Vurmamalı?

-           Esad güçlerinin saldırdığına ilişkin kanıtlar yetersiz. Muhalifler de şüpheli.

            ABD istihbaratı tarafından sunulan kanıtlar yetersiz. Kimyasal silah kullanıldığına dair kanıtlar mevcut ancak bunların Suriye rejimi tarafından 
kullanıldığı iddiaları kesin olarak ispat edilmiş değil. Aksine muhalif grupların Esad'a karşı uluslararası müdahaleyi sağlamak için bu saldırıyı 
(kazayla da olsa) gerçekleştirdiğine dair önemli iddialar var. Önceki aylarda muhalif grupların kimyasal saldırıda kullanılan gazlara sahip olduğuna dair 
çıkan haberler ise bu iddiaları destekler niteliktedir.

-           Önceki yıllarda Amerikan müdahalesine gerekçe olan savaş yalanları.

            Suriye'de Suriye rejimi tarafından kimyasal silah kullanıldığı iddialarının kanıtlarının bazı kesimlerce inandırıcı bulunmaması, aksine muhalif 
grupları suçlayıcı iddiaların ortaya konulması önceki yıllarda yalan olduğu ortaya çıkan (en azından yalan olduğu yalanlanmayan) gerekçelerin ABD'yi 
savaşa soktuğu, yalan gerekçelere dayalı savaşların binlerce insanın ölümüne ve milyarlarca dolarlık maddi kayıplara yol açtığı bilinmektedir. 
İşte ABD'yi bilerek ve bilmeyerek savaşa sokan veya ABD'yi askeri müdahaleye zorlayan bazı savaşlar ve yalan gerekçeleri:[1]

            1917-18 ABD'nin I.Dünya Savaşına girişi: Amerikan gemisi Lusitania'nın batırılışı ABD'nin karşı savaş ilan edilmiştir olarak kamuoyuna sunuldu 
ve ABD savaşa girdi.

            1941 ABD'nin II.Dünya Savaşına girişi: Japonya'nın Pearl Harbour'a aniden ve bilerek saldırdığı gerekçesiyle ABD karşılık vermek üzere savaşa girdi.

            1950-53 Kore Savaşı: Komünist ordular Kore'ye girdi, dünya komünizm tehdidi altında gerekçesiyle BM hareket geçirilip Kore Savaşı’na girildi.

            1964-74 Vietnam Savaşı: Uluslararası sulardaki Amerikan gemilerine Kuzey Vietnamlılarca saldırıldı gerekçesiyle Vietnam Savaşı’na girildi.

            1969-73 Komboçya'nın bombalanması: Vietnam'daki savaşı sona erdireceğiz, bölgeye barış getireceğiz gerekçesiyle Kamboçya bombalandı.

            1983 Grenada: Amerikalı öğrenciler tehdit altında gerekçesiyle Grenada işgal edildi.

            1986 Libya: Almanya'da Amerikalı askerlerin de gittiği gece kulübünün Libyalı kişilerce bombalandığı gerekçesiyle Tripoli ve Bingazi bombalandı.

            1989 Panama: Panama devlet başkanının uyuşturucu kaçakçılığına karıştığı gerekçesiyle Panama işgal edildi.

            1990-91 Kuveyt-Irak: Irak tarafından işgal edilen Kuveyt'in özgürleştirilmesi gerekçesiyle Birinci Körfez Harekatı yapıldı, Irak bombalandı.

            2001 Afganistan: 11 Eylül saldırıları gerekçe gösterilerek El-Kaide'nin üslendiği yer alan Afganistan bombalandı ve işgal edildi.

            2003 Irak: Kimyasal silah bulundurduğu gerekçesiyle Irak'ın işgal edildi.


-           ABD'nin geçmişteki sınırlı deniz aşırı askeri müdahalelerinin başarısızlıkları.

            Geçmişteki bazı deniz aşırı Amerikan askeri müdahaleleri başarısızlıkla sonuçlanmış, bir çok Amerikalı asker kaybına ve ABD'nin uzun süren 
savaşlara girmesine yol açmıştır. İşte bunlardan bazıları:[2]

            1983 Lübnan: İsrail ile FKÖ arasındaki ateşkesten sonra ABD, İtalya ve Fransa'dan oluşan barış gücü Lübnan'da görev yaparken Amerika'nın 
yanlı davranışını bahane eden gruplar  Beyrut'taki Amerikan Deniz Piyade birliklerine karşı bombalı saldırı gerçekleştirdi, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu 
yana nükleer olmayan en büyük patlama olan bu saldırıda 241 Amerikan askeri hayatını kaybetti ki bu ABD'nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki Iwo Jima Adası 
muharebesinden sonra tek bir saldırıda maruz kaldığı en büyük insan kaybıydı. Bu durum ABD'nin dört ay sonra Lübnan'dan çekilmesine yol açtı.

            1986 Libya: Kaddafi'nin terörist grupları desteklediği dönemde 1986 yılında Almanya'da Amerikan askerlerinin de sürekli gittiği bir gece kulübüne 
Libyalı kişilerce yapılan saldırıdan on gün sonra ABD Tripoli ve Bingazi'yi bombaladı, bombalamada 2 Amerikalı havacı, 45 Libyalı asker ve 15 sivil Libyalı 
hayatını kaybetti. Şimdi öç alma sırası Kaddafi'deydi ve iki yıl sonra Lockerbie faciası olarak da bilinen Pan-Am Havayolları’na ait 103 uçuş numaralı uçağın 
yine Libyalı kişilerce düşürülmesi sonucu 270 kişi hayatını kaybetti. Bu kayıpların yanı sıra Kaddafi 2011 yılına kadar iktidarda kaldı.

            1998 Irak: Saddam'ın BM silah denetçilerle işbirliği yapmadığı gerekçesiyle Aralık 1998'de ABD dört gün süreyle Irak'a füze saldırıları gerçekleştirdi. 
Ancak Saddam beş yıl daha iktidarda kaldı ve ABD'nin Saddam'ı iktidardan düşürme girişimleri 2003 Irak Savaşı ile sonuçlandı, savaşta yüzbinlerce Iraklının yan sıra yaklaşık 4500 Amerikan askeri öldü, onbinlercesi yaralandı. ABD Irak'ta 2003'tekinden daha kötü bir Irak bırakarak Aralık 2011'de askerlerini Irak'tan çekti.

            1998 Afganistan ve Sudan: 1998'de ABD'nin Kenya ve Tanzanya'daki elçilik binalarına yönelik bombalı saldırıları (elçilik binaları yakınında 
gerçekleşen saldırılarda yüzlerce insan öldü, binlercesi yaralandı, 12 Amerikan askeri de hayatını kaybetti) cezalandırmak için Afganistan ve Sudan'daki 
El-Kaide unsurlarına karşı hava operasyonları düzenledi. Amerikan operasyonları sonrasında Newsweek Dergisi’nde yer alan haberde El-Kaide liderlerinden 
Ayman el-Zawahiri "savaş daha yeni başlıyor, şimdi Amerikalılar vereceğimiz cevabımızı beklesin" diyordu. Nitekim cevapları çok gecikmedi, 2000 yılında 
USS Cole gemisine yapılan saldırıda 17 Amerikan denizcisi öldü, 2001'de de 11 Eylül saldırıları gerçekleşti ve bu saldırılar ABD'yi yıllarca sürecek 
Afganistan ve Irak Savaşlarına sürükledi. 

-           Geçmişte (o zamanlarda da yasak olmasına rağmen) kimyasal silah kullanan ülkelere cezalandırma operasyonları yapılmadı.

            Kimyasal silahların kullanımı yirminci yüzyılın hemen başında yasaklanmış olmasına rağmen I.Dünya Savaşı'nda Almanya'nın, 1935 yılında 
İtalya'nın Etiyopya'da, İkinci Dünya Savaşı'nda Japonya'nın Çin'de, ABD'nin 1962-67 arasında Vietnam'da, 1980-88 arasına İran-Irak savaşında 
Saddam tarafından[3] kullanımlarına karşı cezalandırıcı operasyonlar gündeme gelmemişken, şimdi Esad'a karşı operasyon gerekçesi olarak sunulması 
tutarlı bir politika değildir.  

-           Esad'a karşı bir operasyon El-Kaide ile aynı safta olmaktır.

            ABD'nin terörle mücadelesi dendiğinde tanıdığı, bildiği ve hedef aldığı bir örgüt vardır, o da El-Kaide'dir. Bugün Irak'ta Esad'a karşı savaşan 
çok sayıda grup vardır ve bunların hatırı sayılır bir bölümünü El-Kaide bağlantılı terörist gruplar ve yabancı savaşçılar oluşturmaktır. Esad'a karşı sınırlı 
da olsa bir harekat Esad'ı yavaşlatabilecek, ona karşı savaşanlara avantajlı ortamlar oluşturabilecektir. Bu durumdan doğal olarak, El-Kaide bağlantılı 
gruplar da yararlanacaktır. ABD'nin bir numaralı düşmanına destek veren, aynı safta olduğunu gösteren bir pozisyonda olmasının Amerikan halkına 
anlatılması mümkün değildir.


-           Suriye'ye Yönelik Sınırlı Operasyonun muhtemel etkileri ve sonuçları.

            * Suriye'ye yönelik sınırlı cezalandırıcı operasyon ülkede mevcut kimyasal silahları ortadan kaldırmayacaktır. Çünkü operasyonda kimyasal silah 
depoları hedef alınamayacak ve etkisiz hale getirilemeyecektir.

            * Suriye'ye yönelik sınırlı operasyon ülkedeki iç savaşı derinleştirecek ve yayılmasına neden olacaktır. Suriye toprak olarak küçük bir ülke olmasına 
rağmen etnik, mezhepsel, dinsel, kültürel yapısıyla Ortadoğu'daki en karmaşık yapıdaki ülkedir. Bu haliyle buraya yapılacak dış müdahale mevcut durumu 
daha da karmaşık hale getirecektir.

            * Sınırlı da olsa askeri bir operasyon ABD'nin Suriye'nin içine adım atması olacaktır. Ama bu tek ve son adım olmayacaktır. Peşinden diğer adımlar 
gelecek ve tam içine girecektir.

            * Esad'ın karşılık vermesi ve ABD'ye destek veren Türkiye, Ürdün ve İsrail'de bazı hedeflere saldırması muhtemeldir. Çünkü ABD'nin operasyonu 
Esad'ın ABD'ye ve müttefiklerine karşılık vermesini uluslararası hukuk normları açısından bir nebzede olsa meşrulaştıracak, elini güçlendirecektir. 

Halbuki ABD bu ülkelerin güvenliği için verilmiş sözümüz var diyor. Ayrıca NATO Türkiye'ye saldırı olursa korumak için planlarımız hazır diyerek NATO'nun 
da olaya müdahil olabileceği ihtimalini gündeme getiriyor ki bütün bunlar savaşın Suriye sınırları dışına yayılması bölgesel ve küresel tehdit oluşturması 
anlamına gelmektedir.

            * Sınırlı da olsa bir operasyonun yapılması Esad ve Esad'ı destekleyenlerin (İran, Hizbullah gibi) daha agresif şekilde karşı koymalarını 
güçlendirecek ve hızlandıracak, bu ülke ve gruplar arasındaki işbirliğini artıracak, hatta bunlarında savaşa müdahil olmasını yasallaştıracak, Suriye'deki 
savaşın başka ülkelere taşınmasını kolaylaştıracaktır.

            * Sınırlı bir operasyonla kalmayacak bu müdahalenin maliyeti bütçe kısıtlamalarıyla uğraşan ABD ordusunu zora sokacaktır. Üstelik operasyona 
fiilen destek verebilecek ülkenin, Fransa dışında, olmaması savaşın tüm maliyetinin ABD'nin üstüne kalmasına yol açacaktır. Evdeki hesap çarşıya 
uymayacak ABD yeni bir savaş bütçesi hazırlamak zorunda kalacaktır. Şimdi sınırlı müdahaleye onay veren Kongre ABD'nin uzun süreli olarak savaşa 
müdahil olması durumunda ABD Başkanının talep edeceği ilave bütçeyi onaylamak zorunda kalacaktır. Amerikan halkının bundan hoşnut olması söz konusu 
değildir. Halihazırda büyük oranda savaşa karşı bir kamuoyu vardır.

-           Operasyonun Zamanlaması.

            Suriye rejiminin kimyasal silah kullandığı iddialarını teyit eden kanıtlar çıkar çıkmaz operasyon yapılsaydı daha etkili sonuçlar alınabilirdi. Ancak 
ilk etapta geniş uluslararası destek de bulan cezalandırma operasyonunun icra zamanı geciktikçe beklenen etkisi de azalmaktadır. En azından Esad değerli 
unsurları kaçırma, saklama imkanı bulmuştur. Bu yer değiştirmeler, ülke içi insan hareketleri, gruplar arasındaki çatışmalarda kontrolü ele geçirilen yerlerin 
değişmesi hedef belirlenmesinde sorunlar yaratacak, hedefler belirlense de Suriye yönetimi tarafından istismar edilmesini kolaylaştıracaktır. 
Bundan sonra yapılacak bir harekat ne kadar başarılı olursa olsun ABD açısından yasak savma anlamında yapılan bir harekat olacak, Esad yönetimine ise 
sivil hedefler vuruldu, sivil insanlar öldürüldü propagandası yapılmasına imkan tanıyacaktır.

Sonuç

Görünen o ki Obama'nın işi zordu, ancak o bu zorluğu topu Kongre'nin halkın temsilcileri olduğunu vurgulayıp Kongre'ye atarak tüm Amerikan halkıyla 
paylaşarak atlatmayı tercih etti. Her türlü sürpriz ve keskin gelişmelere açık olan Ortadoğu'da ABD'nin tutarlı bir Suriye stratejisinin olmaması da bu sınırlı 
müdahaleye karar verilmesi işinin ABD Kongresine kadar gelmesine yol açan diğer bir faktör oldu. Böyle bir ortamda Kongre üyelerinin işi şimdi gerçekten zor.

Verilecek kararın ABD'nin liderliğini ve saygınlığı koruyan, Esad'ı cezalandıran, kimyasal silah kullanmayı düşünenlere aklından bile geçirmemeleri için 
bir mesaj olan, ABD bütçesine yük getirmeyen, ABD'ye yeni tehditler ve düşmanlar yaratmayan, insan hayatının korunmasını sağlayan, Suriye'deki iç 
savaşı sona erdiren, yeni düşmanlıklar yaratmayan, mevcut çatışmaların yayılmasını önleyen, gizli hedef İran'ı yeniden düşünmeye sevk eden, özel dost 
İsrail'in güvenliğine zarar vermeyen bir karar olması Amerikalıları memnun edecektir.

Ancak böyle bir karar olmayacak ve bu saydıklarımızdan birçoğu maalesef gerçekleşmeyecektir. ABD Suriye'yi sınırlı bir operasyonla vursa da vurmasa da 
Suriye'de yara kanamaya devam edecektir. Dolayısıyla hangi kararla en zarar verilir diye düşünmek karar oluşturmaya başlamak için bir hareket noktası olabilir.

[1]  "A century of lies: the rationales fr in foreign wars, a century old white house tradition; 1September 2013, 
http://www.globalresearch.ca/a-century-of-lies-the-rationales-for-in-foreign-wars-a-century-old-white-house-tradition/5347442.

[2]"Before bombing Syria, four cases of Deja Vu", BuzzfeedCommunity, 29 August 2013, 
http://www.buzzfeed.com/thewilsoncenter/before-bombing-syria-4-recent-examples-to-conside-bh9k.

[3]"The Shadow of Ypres", The Economist, 31 August 2013, 
http://www.economist.com/ news/briefing/21584397-how-whole-class-weaponry-came-be-seen-indecent-shadow-ypres.  




***

7 Eylül 2018 Cuma

IŞİD Eliyle Irak'ın Yeniden Dizaynı: Kerkük'ten Sonra Musul Barzani'ye Peşkeş mi Çekiliyor?


  IŞİD Eliyle Irak'ın Yeniden Dizaynı: Kerkük'ten Sonra Musul Barzani'ye Peşkeş mi Çekiliyor? 


Cahit Armağan DİLEK tarafından yazıldı.
18 Ağustos 2014 Pazartesi
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü - Irak
18 Ağustos 2014 Pazartesi
IŞİD Eliyle Irak'ın Yeniden Dizaynı: Kerkük'ten Sonra Musul Barzani'ye Peşkeş mi Çekiliyor?

IŞİD'in Haziran ayı başında Musul'u ele geçirip Bağdat'a yönelmesiyle birlikte Irak ordusu ve  merkezi yönetime ait birimler her şeyini bırakıp kaçınca IŞİD 
teröristleri Irak ordusunun bütün askeri teçhizat, mühimmat ve silahlarına el koymuş, bankalardaki paralarını (dörtbuçuk milyar dolar olduğu ifade ediliyor) 
adeta çalmış, IŞİD teröristleri elini kolunu sallaya sallaya Bağdat'ın kapısına dayanmıştı.

Ancak bu esnada başka bir şey daha oldu ve Peşmergeler başta Kerkük olmak üzere henüz IŞİD'in ulaşamadığı ancak Irak ordusunun kaçtığı yerlerde kontrolü ele geçirdi ve fiilen Kürt bölgesine kattı. Türkmeneli olarak bilinen ve Telafer'den Kerkük'ün güneyine kadar uzanan bölgedeki Türkmenler ise canlarını kurtarmak 
için Kürt bölgesine ya da Türkiye'ye geçmek istediler ancak kapılar yüzlerine kapandı ve halen binlercesi çöllerde, dağlık bölgelerde yaşam mücadelesi 
veriyorlar.

IŞİD başlangıçta Peşmergelerle herhangi bir çatışmaya girmedi. Böylece IŞİD saldırısının ilk ayında hem IŞİD hem de Barzani yönetimi en kazançlı kesimler 
oldu, kaybedenler ise Türkmenler olurken Maliki'nin de kaybetmekten başka şansının olmadığı ortaya çıktı.

Temmuz ayında başka bir şey oldu ve Irak'ta olup bitenler gündemden düştü. İsrail'in Gazze'ye saldırısıyla Gazze'deki Filistinlilerinin dramı dünyanın tek 
gündemi oldu. İsrail'in Gazze'deki işi bitince daha oradaki vahşetin gerçek boyutları kamuoyuna yansıtılmadan IŞİD tekrar dünyanın ana gündemiydi ancak bu sefer IŞİD Musul'daki Müslüman olmayan gruplara yönelik vahşi saldırıları Batı dünyasının gündemindeydi. Türkmenler için maalesef Türkiye dahil hiç bir ülke endişe duymayıp harekete geçmeyi aklının ucundan bile geçirmezken Müslüman olmayanlara yönelik saldırılar Batı'yı mobilize etmek için iyi bir manivela olmuştu.

Nitekim Musul'un batısında Rabia sınır kapısında ve Sincar bölgesindeki Peşmergelerin (ne tesadüftür ki aynı IŞİD'in ilk saldırılarında Irak ordusunun 
bırakıp kaçması gibi) kaçmasıyla önü açılan IŞİD'in Erbil'e çok yaklaşmasıyla oradaki Amerikan varlığının tehdit altına girdiğini ve IŞİD'in Müslüman 
olmayanlara yönelik saldırılarının soykırıma yöneldiği değerlendirmesiyle ABD, IŞİD'in seçilmiş hedeflerini vurmaya başladı, Erbil'e askeri danışmanlar 
gönderdi ve ilk defa Peşmergeye doğrudan askeri yardımda bulundu. Avrupa'nın önde gelen devletleri Fransa, İtalya, Almanya ve diğerleri bu konuda ABD'yi 
takip etti, askeri yardımın yanı sıra ekonomik yardımlar Barzani yönetimine akıtılmaya başlandı.

Irak'ın kuzeyinde bu gelişmeler olurken Bağdat'ta da kritik değişikler oldu. Uzunca süre direnen, topraklarını kaybeden, ordusu dağılan Maliki Başbakanlıkta kalma ısrarını sürdüremedi ve yeni Cumhurbaşkanı (Fuad Masum)  yeni bir Başbakan (Haydar El Abadi) atadı ve böylece Maliki dönemi resmen sona erdi. Şimdi yeni Başbakan'a verilen görev muhtemelen Kürtlerin kazanımlarına ve fırsatçılıklarına göz yummak ve yeni hükümette Sünnilere de hatırı sayılır ağırlıkta yer vererek bazı kesimlerce "görünürde" IŞİD'in saldırılarının gerekçeleri arasında gösterilen hususları (Sünnilerin Irak merkezi yönetiminden dışlanması, ayrımcılık yapılması Saddam'ın yaptıklarına karşılık öce maruz kalmaları gibi) giderecek bir hükümet yapısı oluşturmaktır. 

Yeni Başbakan belirtilen esaslar çerçevesinde Bağdat'ta hükümet çalışmaları yürütürken Irak'ın kuzeyinin emanet edildiği Peşmergeler ve onları yönlendiren 
ABD liderliğindeki dış güçler askeri operasyonlarını sürdürmektedir. Şimdilik sadece ABD (önümüzdeki günlerde diğer ülkeler de katılacaktır) havadan IŞİD'i 
vururken, yerde Peşmerge kuvvetleri aldıkları askeri yardımla birlikte Bazı yerlerde IŞİD'i püskürtmeye başladı. Bu konuda Mahmur bölgesinde başarılı olan Peşmerge (ve tabii ki PKK'yı unutmamak lazım; çünkü PKK resmen olmasa da ABD'nin içinde olduğu bir harekatta yer alarak ve aynı fotoğraf karesine girerek uluslararası arenada bir aktör olarak tanınırlıkta önemli bir mesafe kat ettiği gibi Peşmergeyle birlikte ortak hareket etmenin gereği olarak Peşmergeye 
ulaşacak askeri yardımlardan kendisine de pay düşecektir) son olarak Musul barajının IŞİD'den geri alınmasında ABD'nin başlattığı hava operasyonlarının 
yerdeki bölümlerini tamamlamakta ve belli bazı ilerlemeler kaydetmekte, IŞİD'e geri adım attırılmaktadır. 

Bu operasyonlarda Irak ordusunun değil de Peşmergenin ön planda olması Barzani yönetimini yeniden heveslendirmiştir. IŞİD Musul'u ele geçirirken fırsattan istifadeyle Kerkük dahil arzu ettikleri tartışmalı bölgeleri kontrol altına alan Barzani yönetimi, şimdi IŞİD püskürtülürken bu sefer Musul'un tamamını kontrol altına almayı ve terk etmemeyi düşünüyor.  Bunu da IŞİD'i Musul'dan kovmanın ödülü olarak görüyorlar.

Her şey öngördükleri gibi gerçekleşse ve IŞİD Irak'tan çıkarıldığında Sünnilerin Irak yönetimi içinde tutulması ihtiyacından hareketle Musul'un tamamen Kürtlere teslim edilemeyeceği gerçeği düşünüldüğünde Barzani yönetimi en azından masada daha kuvvetli olmayı sağlayacak ve geçmişte dillendirdikleri şekilde Dicle'nin doğusunda kalan Musul topraklarının Kürt bölgesine katılmasını sağlayabilecek pozisyon üstünlüğüne sahip olacaklardır. Böylece şimdi açık arazide yaşam mücadelesi veren Türkmenlerin hiç bir direniş gösteremeyeceği de dikkate alındığında Türkmeneli olarak bilinen bölgeler Kürt bölgesel yönetimini topraklarına katılacaktır.  ABD ve diğer Batı ülkelerinden doğrudan askeri yardım alan Barzani yönetimi artık askeri anlamda sözü dinlenir bir aktör 
olmanın yanı sıra Irak'ın siyasi sınırları içinde kalmakla birlikte dış ülkelerle her alanda doğrudan ilişki kurabilen fiili bir üstünlüğe ve hakka da kavuşmuştur. Ayrıca Musul barajını ve Dicle nehrini kontrol eden bir Kürt yönetimi Bağdat yönetimi üzerinde baskı kuracak bir başka manivelayı ve geleceğin savaşlarının ana unsuru olana silahı yani "su"yu da ele geçirmiş olacaktır. Barzani yönetimi artık bağımsız bir devlet olarak tanınmasa da bağımsız bir devlet statüsüne kavuşmuştur.

Bütün bu gelişmeler IŞİD'in Maliki yönetimince yıllardır dışlanan, eziyet edilen Sünni kesimin ayağa kalkışının sonucu kurulmuş bir örgüt değil, aksine 2011'de 
Irak'ı terk eden ABD liderliğindeki Batı koalisyonunun yarım kalan işlerini tamamlamak üzere Irak'ı konjonktürel olarak yeniden dizayn etmek için özel 
olarak Irak'a sokulmuş bir örgüt olduğu izlenimini kuvvetlendirmektedir.  Zaten Batı basınında buna ilişkin bazı haber ve istihbarat bilgileri de kamuoyuna 
yansımaya başlamıştır.

Haziran ayından bugüne kadar olanlara baktığımızda binlerce kişinin katledilmesi, yüz binlerce kişinin yerinden edilmesiyle birlikte Irak'ta iç 
sınırlar Kürtler lehine yeniden çizilmekte, Bağdat'ta güç paylaşımı yeniden düzenlenmektedir. Yeni Irak'ta Sünnilerin merkezi yönetimde daha fazla söz 
sahibi olacağı iddia edilirken kesin olan şey ise Kürtlerin en büyük kazanan ve söz sahibi olduğudur.

Bugüne kadar topraklarını en az yüzde kırk oranında genişleten, petrol kaynağı Türkmen şehri Kerkük'ü ele geçiren Barzani yönetimi Irak'ın tek gelir kaynağı 
olan petrolün çıkarılmasında ve satışında Kerkük ve kuzeyinde adeta vanayı ele geçirmişken son günlerde Musul'daki gelişmelerle birlikte topraklarını daha da 
genişletme imkanına kavuşacak, belki daha da önemlisi olarak Musul barajını kontrolüne almasıyla bölgede geleceğin savaşında ana sebep olacak suyun başını da ele geçirmiş olacak, Dicle nehrinin sınır olmasıyla Sünniler ile arasındaki sınırlar daha da belirgin hale gelecektir. Şiiler ise merkezi yönetimin başında kalmak ve Irak'ın güneyinde petrollere sahip olmakla yetinmek zorunda kalacaklardır. 

Bu yeni dizaynın tam olarak gerçekleşip gerçekleşemeyeceği, gerçekleşse bile ne kadar süreceği belli olmamakla birlikte kısa süreli olacağını yani bir geçiş 
süreci olacağını söylemek mümkündür. Suriye'deki durumun ne olacağının, bu bağlamda kuzeyindeki Kürt bölgelerinin nasıl bir statüye kavuşacaklarının biraz 
daha belirginleşmesiyle ve Türkiye'deki sözde çözüm sürecinin sonunda "PKK devletçiğinin" ortaya çıkmasıyla birlikte tetiklenecek büyük Kürdistan hayali, 
içinde Türkiye'nin de olacağı bir bölgede yeni haritaları dayatan yeni savaşları yaşatacaktır. Ve maalesef Türkiye'deki sözde çözüm sürecinin tek hakimi ve 
kurgulayıcısı İmralı'daki teröristbaşının son mesajındaki "otuz yıllık savaş sona erecek" yalanının aksine şu anda yanlış düzlemlerde yürütülen süreçler ve 
ilişkiler asıl savaşların fitilini ateşlemek üzeredir.

Uzman Hakkında

Cahit Armağan DİLEK
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi


Uzmanın Diğer Yazıları

  ABD'nin IŞİD konulu "Harp Oyunu"; IŞİD'le mücadelede neler olacak?  
  ABD Düğmeye Bastı: Batı Kürdistan Kuruluyor, Öcalan Özgür Kalıyor 
  IŞİD tehdidinin "Kazananları" ve "Kaybedenleri" 
  IŞİD Eliyle Irak'ın Yeniden Dizaynı: Kerkük'ten Sonra Musul Barzani'ye Peşkeş Mi Çekiliyor? 
  Türkiye'nin Cumhurbaşkanını Seçmek; Kim Seçilirse Ne Yapar, Hangi Kararları Alır? 
  Başbakan'ın "Terörün Nedeni" Tanımlaması ve Türkiye'yi Bekleyen Tehlikeler 
  PKK'nın zaferini, Öcalan'ın Özgürlüğünü, Kürdistan'ın kuruluşunu, Türkiye'nin 
  bölünüşünü ilan eden kanun 
  TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? 
  Üç Kollu Gemi Halatı ve Yeni MİT Yasası 
  AKP (Erdoğan) - PKK (Öcalan) Barış Anlaşması Son Virajda 
  Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve Cemaat 
  İki Buçuk Savaş Tehdidinden "İki Buçuk Devlet & İki Buçuk Hükümet Tehdidi"ne 
  Dönüşen Türkiye'nin Beka Sorunu 
  Amerikan İstihbaratının 2014 Yılı Küresel Tehdit Değerlendirmesi ve     Türkiye'nin Durumu 
  ABD-Romanya Stratejik Ortaklığı; ABD Artık Sürekli Karadeniz'de  
  ABD Enerji Alanında da Süper Güç Oluyor 
  Tokyo 2020; Küresel Güç Dengeleri ve Asya-Pasifik'in Yükselişi 
  Esad'ı Cezalandırmak ve Askeri Operasyonun Sürpriz Etkisi 
  Amerikan Ordusu Suriye’de Askeri Harekâta Hazır mı ve Sürdürebilir mi? 
  ABD Suriye'yi Neden Vurmalı, Neden Vurmamalı?  
  PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri 
  Çapulcudan Özgürlük Savaşçısına, Terörden Direnişe, Direnişten Bağımsızlığa: 
  PKK Terör Örgütünün Dönüştürülmesi 

  


Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

Yazılım & Tasarım: Mahmut ÖZDEMİR

***

29 Ağustos 2018 Çarşamba

TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? BÖLÜM 2

TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? BÖLÜM 2


Sıradaki Hedef SAT ve SAS Timleri

Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanlığı bu saldırı ve davalarla imajını, kendine güvenini kaybederken aynı süreçte ortaya atılan Poyrazköy kazıları, Kafes Eylem Planı davaları bu işin planlayıcılarının Türkiye ve TSK'yı çok iyi 
çalıştıklarını gösteriyordu. Bu davalar ağırlıklı olarak Deniz Kuvvetlerinin en 
güzide birimleri olan ve Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı en önemli askeri 
krizden (Kardak krizi) zaferle çıkmasını sağlayan Dz.K.K.lığı bünyesindeki 
Sualtı Taarruz Timleri (SAT) ile Sualtı Savunma Timlerini (SAS) hedef alması da 
günümüzün moda terimiyle oldukça manidardır.

Özel Kuvvetler Komutanlığı TSK için ne kadar kritik ve önemliyse SAT ve SAS 
timleri de hem TSK hem de Deniz Kuvvetleri için o kadar kritik ve önemlidir. 
Düşman kıyılarında, adalarında gizli örtülü operasyonlarda, klasik deniz 
harekatlarında düşman bölgelerinde yapılacak ön hazırlıklarda ne kadar 
vazgeçilmezler ve hayati rolleri varsa barış döneminde de deniz harekat 
alanlarındaki operasyonlarda (terörle mücadele, kaçakçılık, deniz haydutluğuyla 
mücadele, kriz bölgelerinden sivillerin tahliyesi, arama-kurtarma vb) SAT ve SAS timlerinin kritik rolleri vardır.

Gerek Özel Kuvvetler gerekse SAT/SAS Timlerine yönelik nokta operasyona dönüşen davalar özelde bu birlikleri genelde TSK'nın imajını, güvenilirliğini, 
etkinliğini aşağıları çektiği gibi bu birliklerin çalışma ve operasyon özelliklerin  den kaynaklanan personelin birbirine güvenme, destekleme, ekip olma ve aidiyet ruhuna da zarar vermiş, davalarla tecrübeli personelin aniden tasfiye 
edilmesiyle tecrübe aktarımı sekteye uğramış geride kalan personelin bizim 
başımıza da böyle şeyler korkusuna kapılarak bu birliklerin görevinin 
gerektirdiği "inisiyatif kullanma" yetenekleri körlenmiştir.

Komuta Kademesi yok ediliyor

Davalar bu şekilde sağlı sollu saldırılar şeklinde gelirken ve özel yetiştirilmiş genç ve dinamik birlikler (Özel Kuvvetler, SAT/SAS) ve onun personeli hukuk dışı yapılanmalar ve faaliyetler içinde ama "onların komutanları ve ileride komutan olacaklar da aynı yapı içinde aynı düşüncede" savını vurgulamaya yönelik olarak bu sefer irticayla mücadele eylem planı, internet andıcı ve TSK'ya en büyük darbeyi vuracak olan dijital Balyoz saldırıları gerçekleştirildi.

Bu davaların önemi TSK'nin komuta kademesinde yer almış, o sırada yer alan ve gelecekte yer alması beklenen personelin hedef alınmış olmasıdır. Balyoz 
davasına kullanılacak sözde delillerin parça parça sızdırılması, davaya 
sokulacak personeli değişik dalgalar halinde tutuklanması bunun kontrollü ve 
konjontüre uygun olarak dijital verilerin hazırlanıp piyasa sürüldüğünü ve 
tutuklanacak subayların isimlerinin anlık olarak güncellendiğini göstermektedir. 
 Bu güncellemede de komuta kademesinin ve subayların terfi zamanı ve sırasının etkili olduğu görülmektedir. Örneğin Balyoz davasının ilk dalgasında davanın içine sokulanların önemli bir bölümünün 2010 Ağustos askeri şurasında terfisi beklenen subaylar olması, daha sonraki davalarda tutuklananların ise 2011, 2012 ve hatta 2013, 2014'de terfi etmesi beklenen o an itibariyle gemi ve kritik birlik komutanı olan subaylar olduğu görülmektedir.

Balyoz davasının belki de en dikkat çekici özelliği sözde bir darbe girişimi 
yani hükümeti devirip Ankara'da yönetimi üstlenileceğinin iddia edilmesine 
rağmen yargılananların ve tutuklananların yarısından fazlasının Deniz Kuvvetleri 
personeli olmasıdır. Hal böyle olunca Deniz Kuvvetlerinin komuta kademesinde 
amirallerin yarısından fazlası tutuklanmış, geride kalanların bir kısmı tutuksuz 
olmak üzere davalara dahil edilmiş, Deniz Kuvvetlerinin teamülleri ile sicil ve 
görevdeki başarı durumuna göre amiral olması beklenen subayların tutuklanması Deniz Kuvvetlerinde komuta zafiyeti yaşamasına yol açmıştır.

Peki Balyoz davasıyla neden Deniz Kuvvetleri ve personeli ağırlıklı olarak hedef 
alınmıştır? Şöyle açıklayabiliriz. Calusewitz'in "Savaş politikanın başka 
araçlarla (yani orduyla) devamıdır" tanımı vardır ancak yüzyıllardır bilinen 
başka bir uygulama daha vardır ki o da Deniz Kuvvetlerinin barış zamanında da 
bir dış politika aracı olarak kullanılmasıdır. Deniz Kuvvetleriyle sizin 
münhasır ekonomik bölgenizde arama yapılmasını engelleyebilirsiniz ya da arama araştırma yapan kendi gemilerinizi personelinizi desteklersiniz, korursunuz, yabancı ülkelere liman ziyaretleri yaparak bayrak gösterirsiniz, ülkenizi tanıtırsınız ve bir nevi propaganda yaparsınız, kriz durumunda o ülkenin 
açıklarına gemi gönderirsiniz kararlılık mesajı verirsiniz,  topraklarınızı yani 
anavatanınıza ileriden koruma sağlarsınız, denizde yani karasuları ve münhasır 
ekonomik bölgelerinizde ülkenin hak ve menfaatlerini korursunuz, dünyanın bütün denizlerinde ve limanlarında varlık ve bayrak gösterebilirsiniz, denizdeki 
varlığınızla devletinizin egemenliğini ve bağımsızlığı teyit edersiniz. 
İnsanlığın gelecekte ihtiyaç duyacağı kaynaklar denizlerdedir ayrıca denizler 
karadaki kaynakların ticaret ve ulaştırma yollarıdır. Bu nedenle çevre 
denizlerinizde kontrolü elde bulundurmak ve bölge dışı güçlerin müdahalesine 
izin vermemek,  Dz.K.K.lığının internet sayfasında da vurgulandığı gibi 
"anavatanınızda güvende olmak için denizde güçlü olmak, dünyada söz sahibi olmak için tüm denizlerde var olmak" gerekmektedir. Aslında bu durum sadece Türkiye için değil denize kıyısı olan bütün ülkeler için geçerlidir. Kaynaklara sahip olma ve denizde hakimiyet yarışı dünya genelinde devam etmektedir. Örneğin Güney Çin Denizi ve Doğu Çin Denizinde bölge ülkeleri kaynak mücadelesi nedeniyle her an çatışma riski içindedir.

Bütün bu söylediklerimizi Atatürk'ün 1924 yılında Hamidiye kruvazörüyle çıktığı 
Karadeniz seyahatinde söylediği şu sözler özetlemektedir: “...Donanmasız Anadolu olmaz. Donanmadan yana kuvvetli olmak Türkiye’nin savunması için şarttır. 
Donanmamız izlediğimiz politikanın da kuvvetli desteği  olacaktır..........Hudutlarının mühim ve büyük aksamı deniz olan Türk 
Devleti’nin Donanması da mühim ve büyük olmak gerektir. O zaman Türkiye 
Cumhuriyeti daha müsterih ve emin olacaktır. Mükemmel ve kaadir bir Türk 
Donanmasına malik olmak gayedir. Bunun ilk azimet noktası, sefain-i harbiye 
tedarikinden evvel onları muvaffakıyetle sevk ve idareye muktedir kumandanlara, zabitlere, mütehassıslara malikiyettir......”. Bu sözler Türk Deniz 
Kuvvetlerinin ve onun komuta kademesinin neden hedef alındığını çok net olarak göstermektedir.

TSK Nasıl Bertaraf Edildi?

TSK'nın hedef alındığını, TSK kolayca bertaraf edilebilmek için neler 
yapıldığını ve TSK'nın hangi noktalarına saldırıldığını ortaya koyduk. Peki bu 
nasıl oldu?

Etkisi, sonuçları, kapsamı, seviyesi dikkate alındığında TSK'nın maruz kaldığı 
bu saldırı stratejik bir saldırıdır nihai hedefi Türkiye'dir ama ağırlık merkezi 
Türkiye'nin bel kemiği olan TSK'dır. Uygulanan yöntem (bilgi harbi), saldırının 
seviyesi ile seçilen hedef nedeniyle bunun arakasındaki esas gücün bir yabancı 
aktör olduğunu ancak yurt içinde ve TSK içinde taşeronlar ve işbirlikçiler 
kullanmadan gerçekleştirilemeyeceğini göstermektedir.

Bu davaların yukarıda özet olarak anlatıldığı gibi bir matriks formatında 
hazırlanmış düzmece bilgi ve belgelerin zamanı ve sırası geldiğinde kamuoyundaki tepkiler ve algılara paralel olarak piyasa sürülmesiyle gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Böyle kapsamlı bir operasyonun dış desteği veren aktörün ve taşeronların temsilcilerinden oluşan bir karargahtan yönetildiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bu karargahtaki dış aktörün rolü muhtemelen bilgi harbinin uygulanmasını bu kapsamda ihtiyaç duyulacak bilgilerin neler olabileceğini koordine etmek, eğitmek, ses/dinleme kayıtlarını sağlamak şeklinde gerçekleşmiştir. Taşeronlar ise kurum olarak TSK ve kişiler hakkındaki bilgileri sağlamak, düzmece delilleri hazırlayıp yerleştirerek kumpası hazırlamak işlerini yapmışlardır.  

Yabancı bir gücün, küresel ve bölgesel hedefleri olan bir gücün Türkiye'ye 
yönelik böyle bir operasyonu olabilir, peki yerli taşeronlar ve işbirlikçiler bu 
işe nasıl dahil oldu? Taşeron ve işbirlikçilerin yanında bu operasyon için uygun 
ortam nasıl hazırlandı? Burada ilk akla gelen doğal olarak hükümet oluyor. 
Hükümetin bu işin içinde olduğunu söylemek için somut belge ve bilgi zaten yok 
ama bilgi harbinin özelliği gereği bu operasyonu planlayan dış aktörler kendi 
çıkarlarını muhtemelen Türkiye'deki iç politik ortamla örtüştürerek hükümet 
açısından masum gözüken düzenlemelerin yapılmasını gizli ve açık yollardan 
telkin etmiştir. TSK'yı bertaraf etmek isteyen dış aktörler için Türkiye'de 
"askeri vesayetin ortadan kaldırılması, darbelerle hesaplaşılması, askerin 
yarattığı mağduriyetlerin giderilmesi" söylemi kolayca örtüştürülebilecektir.

Bu söylem hükümet açısından kullanılabilecek bir argümandır ancak önünü sonu 
düşünmeden alınan hesapsız kararlar ve uygulanan politikaların Türkiye'nin 
bekasını tehdit eden konuma geldiğini görmekteyiz. Nitekim de öyle olmuştur ve MGK'nın yapısı değiştirilmiş, askerlerin özel mahkemelerde kolayca 
yargılanmasını sağlayacak düzenlemeler yapılmıştır. Hatta "Atatürk'ün Türk 
Ordusuna Değişmeyen Mesajı'nda" da açık ve net bir şekilde yazmasına rağmen 
TSK'nın iç tehdit ve Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi yasadan çıkarılarak 
sadece dış tehditle sınırlandırıldı. Atatürk'ün bizzat verdiği bu görev yani 
"Türk vatanını ve Türk camiasının şan ve şerefini, dahili ve harici her türlü 
tehlikelere karşı korumak" vazifesiyle TSK dünyada kendine has bir özelliğe 
sahip oluyor, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne işaret ediyordu. İşte 
yapılan değişiklikle bu birlik ve bütünlük anlayışının ortadan kaldırılması, TSK 
ile milletin ayrılması hedefleniyordu. İşte operasyonu planlayan dış aktörlerin 
hangi taşeron ve işbirlikçilerle çalışacakları ile hükümetin ve TSK'nın yapısını 
iyi çalıştıkları gözükmektedir. Buradaki taşeron hükümet yetkililerinin de 
itiraf ettikleri gibi cemaattir. ABD'nin kendi topraklarında yaşayan bir kişinin 
kontrolündeki cemaatin faaliyetlerini, ilişkilerini, insan gücünün, üyelerinin 
Türkiye'deki kurumlardaki durumunu bilmemesi ve izlemiyor olması mümkün 
değildir. Türk kamuoyuna 2013'ün sonlarında açıklanmış olmasına rağmen cemaatin hükümet içindeki durumunu/etkisini ABD muhtemelen en başından buyana biliyordu. 

Ve yine muhtemelen cemaat liderinin mensuplarına verdiği direktifleri (2000 
yılında açılan davanın iddianamesinde bunların hepsi zaten açıkça yazmaktadır) 
yani mensuplarının devletin bütün kurumlarına sızıp, sorumlu ve etkili 
pozisyonlara yükselip zamanı geldiğinde verilecek işaretle ortaya çıkacaklarını 
izliyordu. Türkiye'ye yönelik stratejik saldırıların planlayıcıları Türk 
hükümetinin politikalarıyla kendi çıkarlarını örtüştürdükleri gibi muhtemelen 
cemaatin Türkiye'nin yönetiminde söz sahibi olmalarına destek olunacağına 
ilişkin vaatlerde bulunarak onların arkasında olduğu izlenimi vermişler ve 
operasyona dahil etmişlerdir.  Cemaat için bu hiç de yabana atılır bir vaat 
değildir. Zaten TSK dahil  önemli kurumlara sızmış adamları bu davalarla tasfiye 
edileceklerin yerlerine kolayca yükselebilecektir. Bu durum TSK içindeki 
işbirlikçilerini de motive edecek bir unsurdur.

Her şey zamanlama meselesiydi. 2003'teki çuval olayı bu operasyonun işaret 
fişeğiydi 2007'lere gelindiğinde cemaatin kurumlara ve tabii ki TSK'ya sızması 
tamamlanmıştı. Hükümet yasal düzenlemeler ve özellikle yargı ile emniyetteki 
atamalarla cemaat üyelerinin TSK'ya karşı yürütülecek operasyonu yapacak 
kişilerin önünü açıyor, cemaat mensubu olan TSK'dan atılmış ve halen görevde 
olan askerlerin sağladığı bilgi ve belgelerden istifadeyle düzmece dijital 
deliller hazırlanıyordu. Psikolojik harekatın ana kuralı (halk televizyonlarda 
verilen ilk bilgileri haberleri doğru/gerçek olarak kabul eder) uygulamaya 
geçirilmiş, aramalar, gözaltılar, kazılar, subayları suçlayan haberler, TSK'nın 
suç ve terör örgütü olduğunu vurgulayan görüntüler teyitsiz ve sınırsız bir 
şekilde televizyonlardan anında kamuoyuna pompalanıyor, subaylar kafileler 
halinde tutuklanıyor, davalar açılıyordu. Bu haliyle etki odaklı bir harekatın 
da yürütüldüğünü görüyoruz. Bu davalarda dikkat çekici diğer bir konuda bazı 
kişilerin bir kaç davada yer almasıyla genelde bakıldığında bu davalar arasında 
organik bağların da kurulmaya çalışıldığıdır. Böylece bütün bunların başında TSK var ve bu girişimler örgütlü ve tek bir merkezden idare ediliyor algısı 
yaratılıyordu.

Bu davalarda tutuklanan tek Genelkurmay Başkanı olan İlker Başbuğ aslında bunu görmüş ve TSK'ya asimetrik psikolojik savaş açıldığını söylemişti ama görünen o ki hükümeti ikna edememişti. Başbuğ bir şey daha yapmıştı o da "Güçlü Ordu Güçlü Türkiye" sloganını belirlemişti. TSK'nın Türkiye'nin ağırlık merkezi olduğunu vurgulayan, Türkiye'nin ordusu güçlü olmazsa Türkiye'nin bir güç olamayacağını ifşa eden bu slogan o zamanlar bazı hükümet üyelerini bile rahatsız etmiş hatta kaldırılması istenmişti.  İlker Başbuğ'un tutuklanmasında belki de bu uyarıcı tespitleri ve sloganları da etkili olmuştur diye düşünmeden edemiyor insan.

2012 yılı ortalarına gelindiğinde planlayıcılar maksadına ulaşmıştı. TSK 
tatbikat, seminer yapamaz, savaş gemilerine ve filolarına komuta edecek subay 
bulamaz, terörle mücadele ettirilmez konuma gelmişti. Diğer davalar devam 
ederken TSK'ya en büyük darbeyi vuran ve en çok sayıda askeri içeren Balyoz 
davasına bakan mahkeme kararını vermişti. 2013 yılı sonlarına doğru ise başka 
gelişmeler oldu. Yargıtay'ın kararı onaylamasına rağmen mağdurların en başından bu yana söyledikleri delillerin düzmece olduğu, bu olayların yalan, iftira ve kumpas olduğu devletin kurumlarının raporları ve hükümet üyelerinin 
açıklamalarıyla ortaya çıktı. Çıktı ancak bütün gerçeklere rağmen Balyoz mağduru Türk subayları beton duvarlar arasından çıkamadı. Şimdi aradıkları adalet için AYM önünde adalet nöbetindeler.

Belki de bu vesileyle Balyoz'un ne olduğunu anlatan herkesin Balyoz'un nasıl bir 
kumpas olduğunu hemen anlayabileceği kısa bir analojiyi hemen burada anlatmakta fayda var.  Bu analoji halen Mamak'ta tutsak olan arkadaşımız Dz.Kur.Alb. Bayram Ali Tavlayan'a aittir. İşte bir başka deyişle BALYOZ:

- Bir akşam eve geldim ve posta kutumda trafik cezası ihbarnamesini buldum.

- Ankara’da şu gün şu tarihte şu caddede kırmızı ışık ihlali yaptığım yazıyordu.

- Kısa bir incelemeden sonra, ihlal tarihinde resmi görevli olarak İstanbul’da 
olduğumu anladım ve bunu bir otel faturası ve otopark fişiyle kanıtladım.

- Hemen Emniyete gittim ve durumu açıkladım. İhbarnamede cezayı yazan polisin kimlik bilgilerin ve imzasının olmadığını, bu belgenin gerçek olup olmadığını sordum. Cevaben "vatansever gönüllü bir trafik müfettişinin" olayı ihbar ettiğini ancak kimliğini açıklayamayacaklarını, benim cezayı ödemem gerektiğini, sonra mahkemeye başvurabileceğimi ve yargıya güvenmemi söylediler.

- Bunun üzerine ben de şöyle dedim; “Cezayı öderim, yargıya da güveniyorum. 
Ancak ortada küçük ama kritik bir detay var: İhlal ettiğimi iddia ettiğiniz 
cadde üzerinde hiç trafik ışığı yani ihlal edilecek KIRMIZI ışık yok!!!”

İşte Balyoz da böyle. Davadaki tek gerçek "her yönüyle mağdur edilen ve beton duvarlar arasına atılan masum TSK personeli", bunun dışında davada öne sürülen olaylar, belgeler, bilgiler hepsi düzmece ve yalan.

Sonuç

Türkiye 2007'den itibaren stratejik bir saldırıya maruz kalmaktadır. Bu saldırının hedefinde Türkiye'nin ağırlık merkezi olan, Türkiye deyince devlet 
deyince ona eşit olarak algılanan Türk Silahlı Kuvvetleri var. Türkiye'ye hareket serbestisi sağlayan ana güç olan TSK belki de en zayıf noktasından 
vuruldu. Evet Türkiye TSK ile güçlüydü ancak klasik ve düzenli savaşlar için hazır olan TSK en zayıf olduğu siber alanda düzmece dijital belge 
saldırılarından kurtulamadı ve ağır hasar gördü. TSK'nın düzmece kumpas davalarıyla saldırıya uğramasıyla Türkiye de canevinden vurulmuş oldu. 
Zayıflamış bir TSK'nın sonucu zayıflamış bir Türkiye olacaktır.

Bu davalarla yapılacak nokta atışlarla TSK'nın bertaraf edilmesi için Genelkurmay Özel Kuvvetleri, SAT/SAS Timleri, mevcut ve gelecekti komuta 
kademesi, özellikle Balyoz davasıyla barış dönemlerinde de politik bir araç olarak kullanılabilen Deniz Kuvvetleri operasyonel ağırlık merkezleri olarak 
seçilmiştir. TSK'ya karşı bu bilgi harbini planlayanların Türkiye'yi, hükümeti ve TSK'yı çok iyi tanıdıkları, takip ettikleri ve analiz ettikleri ve sonuçta 
amaçlarına ulaştıkları aşikardır. Çünkü TSK terörle savaşı kazan bir orduyken terörist olmakla suçlandı ve mahkum edildi, Türkiye'nin en disiplinli, en 
çalışkan, canını vatanına emanet etmiş personelden oluştuğu kabul edilen TSK casusluk, fuhuş, organize faili meçhul cinayetlerle suçlandı, mahkum edildi ve 
halk bunlara sessiz kalabildi.  Hayatın olağan akışına ters bu durumların gerçekleşmiş olması TSK'ya yönelik operasyonun maalesef başarılı olduğunu 
göstermektedir.

TSK'nın bertaraf edilmesiyle Türkiye içindeki, çevresindeki, etki ve ilgi alanındaki askeri-politik olaylara, güvenlik sorunlarında zor durumlar 
yaşamaktadır. TSK artık terörle mücadele ettirilmemektedir, PKK karşı kazanılmış zaferler ve psikolojik üstünlük terk edilmiş, güneydoğuda PKK hareket serbestisi kazanmış devlet uygulamaları yaparken askerler birliklerin içine hapsedilmiş, PKK Suriye'nin kuzeyinde devletçikler kurmuştur, Suriye sorununda TSK'nın izleyeceği strateji belli değildir, Karadeniz hiç olmadığı kadar ABD'nin kontrolündedir, Ege'de Yunanlıların işgal ettiği adacıklara karşı hiçbir 
uygulama mevcut değildir, Doğu Akdeniz'de münhasır ekonomik bölge ve denizaltından gaz/petrol çıkarılması faaliyetlerinde inisiyatif Güney Kıbrıs ve 
İsrail'e geçmiştir. En trajik olanı da Türkiye'nin güvenliği ve geleceğiyle ilgili bu konularda bile TSK'nın komuta kademesi konuşamamakta, görüşlerini 
değerlendirmelerini kamuoyuyla paylaşamamaktadır.

Evet, TSK bilgi harbi ile vurulmuştur, algı yönetimiyle suç ve terör örgütü kötülüklerin odak noktası haline getirilmiştir, asimetrik psikolojik bir 
harekata maruz kalmıştır, etki odaklı harekatla sarsılmıştır, siber saldırıyla bertaraf edilmiştir. TSK büyük hasar görmüştür, TSK'nın hasar görmesi 
Türkiye'nin geleceğinin tehdit altında olduğunu göstermektedir. Ama zararın neresinden dönülürse kardır. Hükümet ve devlet bir an önce bu gerçekleri 
görmeli, çöküşü durdurup tersine çevirecek adımları mutlaka atmalıdır. Bu bağlamda AYM'nın Balyoz mağdurlarının bireysel başvurularına yönelik vereceği 
karar artık hayati önem kazanmıştır. Balyoz davası mağdurlarının yakınlarının başlattığı Vardiya Bizde, Sessiz Çığlık ve son olarak Adalet Nöbeti adındaki hak 
ve adalet arayışları artık sınırlarını aşmış (söz konusu etkinliklere katılan, destek veren ya da kendi sorunlarını o ortamlarda anlatmak isteyenlere 
bakıldığında) sadece Balyoz değil diğer alanlarda ve konulardaki mağdurlar için de bir umut ışığına dönüşmüştür. Bu durum Türkiye'nin bekasına yöneltilen dış 
destekli bilgi harbiyle her türlü kötülüğün kaynağı gösterilen TSK'nın Türkiye'deki bütün mağdurların hatta  kendisine karşı saldırılara/operasyonlara 
katılanların da sığınacağı güvenli bir liman olacağını göstermektedir.

Bunun ilk adımı Balyoz davasının mağduru subayların derhal özgürlüğüne kavuşturulması, davanın adil ve evrensel hukuk kuralları içinde görülmesidir, 
böyle olduğunda Balyoz'un kumpas olduğunu mahkemeler de teyit edecektir. Bununla birlikte mağdur olan insanların (kaybedilen hayatların ve hapishanede geçen yılların geri verilmesi mümkün olmamakla birlikte) yaralarının sarılması belki mümkün olabilecek, devlet yönetiminde / karar mekanizmalarında / yasalarda / kurumlardaki erozyonların ve bozulmaların düzeltilmesi uzun dönemde gerçekleşebilecektir. Bu nedenle bu konuda atılacak adımdaki bir saniyelik bile gecikmeye hem Türkiye'nin hem de davalarla mağdur edilen askerlerin tahammülü yoktur.


Uzman Hakkında

Cahit Armağan DİLEK
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
https://cahitarmagandilek.com

Uzmanın Diğer Yazıları

  ABD'nin IŞİD konulu "Harp Oyunu"; IŞİD'le mücadelede neler olacak?  
  ABD Düğmeye Bastı: Batı Kürdistan Kuruluyor, Öcalan Özgür Kalıyor 
  IŞİD tehdidinin "Kazananları" ve "Kaybedenleri" 
  IŞİD Eliyle Irak'ın Yeniden Dizaynı: Kerkük'ten Sonra Musul Barzani'ye Peşkeş 
  Mi Çekiliyor? 
  Türkiye'nin Cumhurbaşkanını Seçmek; Kim Seçilirse Ne Yapar, Hangi Kararları Alır? 
  Başbakan'ın "Terörün Nedeni" Tanımlaması ve Türkiye'yi Bekleyen Tehlikeler 
  PKK'nın zaferini, Öcalan'ın Özgürlüğünü, Kürdistan'ın kuruluşunu, Türkiye'nin bölünüşünü ilan eden kanun 
  TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? 
  Üç Kollu Gemi Halatı ve Yeni MİT Yasası 
  AKP (Erdoğan) - PKK (Öcalan) Barış Anlaşması Son Virajda 
  Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve  Cemaat 
  İki Buçuk Savaş Tehdidinden "İki Buçuk Devlet & İki Buçuk Hükümet Tehdidi"ne 
  Dönüşen Türkiye'nin Beka Sorunu 
  Amerikan İstihbaratının 2014 Yılı Küresel Tehdit Değerlendirmesi ve Türkiye'nin Durumu 
  ABD-Romanya Stratejik Ortaklığı; ABD Artık Sürekli Karadeniz'de  
  ABD Enerji Alanında da Süper Güç Oluyor 
  Tokyo 2020; Küresel Güç Dengeleri ve Asya-Pasifik'in Yükselişi 
  Esad'ı Cezalandırmak ve Askeri Operasyonun Sürpriz Etkisi 
  Amerikan Ordusu Suriye’de Askeri Harekâta Hazır mı ve Sürdürebilir mi? 
  ABD Suriye'yi Neden Vurmalı, Neden Vurmamalı?  
  PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri 
  Çapulcudan Özgürlük Savaşçısına, Terörden Direnişe, Direnişten Bağımsızlığa: 
  PKK Terör Örgütünün Dönüştürülmesi 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2014/05/26/7614/tsk-neden-hedef-alindi-ve-nasil-bertaraf-edildi


***

TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? BÖLÜM 1

TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? BÖLÜM 1


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
26 Mayıs 2014 Pazartesi
Cahit Armağan DİLEK 

 TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? AYM Önünde Adalet Nöbetindeyken Balyoz ve Benzeri Kumpas Davalarına Strateji Kavramlarıyla Yeniden Bakış;

Türkiye'nin gündemi ve Türk toplumunun algısı 2007'den bu yana Sauna Çetesi, Atabeyler, Ergenekon, Poyrazköy, Kafes Eylem Planı, Amirallere Suikast, Arınç'a 
Suikast (Kozmik Oda), İrticayla Mücadele Eylem Planı, Balyoz, İnternet Andıcı, Askeri Casusluk gibi davalarla şekillendirildi. Ancak ne trajiktir ki, 2013 
yılının son aylarında hükümet yetkililerinin de bizzat açıkladığı şekilde söz konusu davaların düzmece ve kumpas davalar olduğu ortaya çıktı. Bunca kumpas itirafı, yeni deliller, raporlara rağmen sorumlu ve yetkililerden sorunu çözecek tek bir hareket gelmeyince mağdurlar AYM önünde adalet nöbetine başladılar.

Bu davaların ortak özelliği, bir bölümünün sadece askerleri kapsaması, diğerlerinde ise yine çoğunluğunu askerler oluştururken sivillerin de davalara 
dahil edilmesine rağmen, hepsinde asıl hedefin asker olmasıydı. Bugüne kadar söz konusu davaların mağdurları gerek savunmalarında gerekse yazdıkları kitaplarda bu davalarda Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) hedef alındığını, çünkü TSK'nın bölgesinin en güçlü, dünyanın da sayılı askeri güçlerinden biri olduğunu, küresel güçlerin bölgemizdeki emellerine ulaşmada TSK'yı önlerinde engel olarak gördüklerini, onun için de etkisiz hale getirilmesi gerektiğini düşündüklerini ortaya koydular. Bu tespitler doğru ve önemli.

İşte bu makalede bu tespitleri destekleyecek yeni tespitlerle TSK'nın neden hedef alındığı ve nasıl bertaraf edildiği stratejik seviyeden bakılarak 
açıklanmaya çalışılacaktır. Bunu yaparken de askeri stratejide önemli bir kavram olan ve günümüzde siyaset ve iş dünyası stratejilerinin de vazgeçilmez kavramı 
olarak benimsenen "Ağırlık Merkezi" konseptinden faydalanacağım.

Ağırlık Merkezi Konsepti

Ağırlık Merkezi kavramı stratejinin temel kavramlarından biridir. Stratejinin klasikleri ve temel dokümanları olan Çinli stratejist Sun Tzu'nun "Savaş sanatı" 
ve Prusyalı General Clausewitz'in "Savaş Üzerine" isimli eserlerinde ne olduğu ve nasıl uygulanması gerektiği açıklanmaktadır. En sade tanımıyla ağırlık 
merkezi "karşı tarafın yani düşmanın bütün gücünü ve hareketlerini dayandırdığı, ihtiyaç duyduğu gücü ile hareket serbestisini sağlayan ve bizim bütün enerjimizi üzerine yöneltmemiz gereken şey"dir. Diğer bir ifadeyle de "karşı tarafın neyini etkisiz hale getirirsem ben kazanırımın cevabı"dır.

Tanımı kolay gibi gözükse de belirlenmesi çok zordur. Sun Tzu "Kendini tanımak kazanmanın yarısıdır, diğer yarısı ise düşmanı tanımaktır" diyerek bu zorluğa 
işaret etmiştir. Ağırlık merkezini tespit edebilmek için karşı tarafın kritik yeteneklerini, kritik ihtiyaçlarını, kritik eksikliklerini diğer bir ifadeyle 
kuvvetli ve zayıf yönlerini iyi analiz etmek gerekir ki bütün enerjimizi yöneltebileceğimiz noktayı (ağırlık merkezini) tam olarak belirleyebilelim. 
Ağırlık merkezine iki türlü saldırabilirsiniz; 

(1) Doğrudan 
(2) Dolaylı. 

Doğrudan saldırmak yani fiziki/öldürücü silahlarla saldırmak zor ve masraflıdır, bunun için yeterli kaynaklara, ortama sahip olmak gerekir, bu nedenle 
genellikle dolaylı saldırı (günümüzde bilgi harbi (etki odaklı operasyon+psikolojik harekat +algı operasyonu+siber saldırı olarak bilinmektedir) en uygun hal tarzıdır.

Ağırlık merkezi ulusal/stratejik seviyede ve operasyonel seviyede belirlenebilir. 
Ulusal/stratejik seviyede belirlenecek ağırlık merkezi ya askeri/güvenlik kapasitesi ya da ekonomik/endüstriyel kapasitedir. 
Operasyonel seviyedeki ağırlık merkezi ise stratejik seviyedeki ağırlık merkezini koruyan şeydir ve bu genellikle askeri yetenekler veya askeri kuvvetlerdir.   

Günümüzde ağırlık merkezi konsepti uygulamasını en iyi şekilde kurumsallaştıran ve hayata geçiren ülke ABD'dir. Pentagon ağırlık merkezi konseptini askeri talimatlarına (Joint Publication, Doctrine for Joint Planning Operations) koymuş, bütün planlama faaliyetlerine yansıtmıştır ve uygulamalar için çok büyük bütçeler ayırmaktadır. Amerikalı askerlerle ikili veya NATO çerçevesinde çalışmalar olanlar bunu çok iyi bilecektir.

Türkiye'nin Stratejik Ağırlık Merkezi ve Operasyonel Ağırlık Merkezleri

Kapsamı, etkileri ve sonuçları itibariyle bakıldığında düzmece kumpas davalar Türkiye'ye yönelik stratejik seviyede bir kampanya yürütmek ve Türkiye'nin 
ağırlık merkezine dolaylı bir saldırı gerçekleştirmek üzere kurgulanmış ve uygulamaya sokulmuş dış destekli bir operasyondur. Ayrıca kesin sonuç almak 
amacıyla hem ulusal/stratejik ağırlık merkezi hem de operasyonel ağırlık merkezleri eş zamanlı hedef alınacak şekilde saldırılar planlanmış ve 
uygulanmıştır. Bu saldırıların yöneldiği ağırlık merkezi nedir diye incelemek istediğimizde yukarıdaki teorik bilgilere göre iki seçenek vardır. Türk 
ekonomisi bugün dünyanın en büyük 17. ekonomisi olmasına rağmen alınan dış yardımlar/krediler, yaşanan ekonomik krizler ve kırılgan yapısıyla Türkiye'nin 
bütün gücünün ekonomisine dayandığını, Türkiye'ye hareket serbestisi sağladığını söylemek mümkün değildir.  
Geriye diğer seçenek yani Türk Ordusu kalmaktadır ki gerçekten de Türkiye'nin ağırlık merkezi TSK'dır. 
Nasıl mı? 
İşte bunu yabancı aktörlerin de ele alacağı formatta kısaca gözden geçirelim.

 Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları tarafından kurulmuştur, yani kurucu atalarımız askerdir. Türkiye Cumhuriyeti ona "en büyük eserim" diyen Atatürk ile özdeşleşmiştir. Bu bağlamda devletimizin kurucusunun kuruluş felsefesinde devletin gücünü neye dayandırdığına yani Türkiye'nin en kuvvetli yeteneğinin ne olduğunu açıklayan değişik zamanlardaki demeçleri "Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir." , "Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye idealini tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların, yenilmesi imkânsız teminatıdır." , "Ordumuz yaşam ve onur savaşımında ulusun amaçlarının tek dayanak noktasıdır." ,"Türkiye Cumhuriyeti sadece iki şeye güvenir: Biri ulus kararı, diğeri en elim ve güç koşullar içinde dünyanın övgüsüne hakkıyla yaraşma niteliğini kazanan ordumuzun kahramanlığı." , "Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye ülküsünü gerçekleştirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi olanaksız güvencesidir." ve söylevleri "...Düşmanlar, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler... Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır..." Türkiye'nin ağırlık merkezinin anlaşılmasında önem arz etmektedir.

Bütün bunların yanında Atatürk'ün vefatından hemen önceki son mesajı olan ve "Atatürk'ün Türk Ordusuna Değişmeyen Mesajı" olarak bilinen hitabındaki sözleri de Türkiye'nin bütün gücünün ve hareket serbestisinin TSK'ya dayandığını ve ondan kaynaklandığını göstermektedir. Nitekim ünlü Amerikalı spekülatör Soros'un 
"Türkiye'nin tek ihraç ürünü Ordusudur" sözü bunun teyit eden örneklerden sadece bir tanesidir. Ayrıca Kore Savaşından, 1974 Kıbrıs Barış Harekatına, terörle mücadeleden uluslararası barışı koruma harekatlarına, bölgesinin en güçlü ordusu olmasının yanısıra NATO'nun en büyük ikinci ordusu olmasına kadar uluslararası arenada ortaya çıkan görüntü "TSK demek Türkiye demektir" gerçeğini vurgulamaktadır.

Diğer taraftan özellikle Türkiye'nin özellikle NATO üyesi olmasıyla birlikte TSK'nın yabancı ülkelerle olan ilişkileri Türkiye'nin herhangi bir devlet 
kurumununkinden çok daha fazladır ve içiçedir. TSK bu dış temaslardan edindiği devlet yönetiminin her alanıyla ilgili bilgi birikimini ve tecrübesini (strateji 
oluşturma, risk yönetimi, güvenlik yönetimi, kriz yönetimi vs) ülke içine aktarırken devleti eğiten ve yetiştiren bir rolü üstlenmiş, Soğuk Savaş 
döneminin de etkisiyle savunma/güvenlik konularının ön planda tutulması devletin yönetiminde TSK'nın ön almasını ve diğer kurumları yönlendirme işlevini artırmış, bu durum TSK'yı sözü mutlaka dinlenmesi gereken bir konuma oturtmuş, hem içeride hem dışarıda "TSK eşittir devlet" algısını yerleştirmiştir.

TSK Neden Hedef?

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan 2000'li yılların hemen başlarına kadar geçen süre içinde Türkiye'yi inceleyen, analiz edenler TSK'nın Türkiye'nin bel kemiği 
olduğunu, ağırlık merkezi olduğunu görecektir, anlayacaktır. Bu aşamada hemen akla gelebilecek bir soru var;  Türkiye üzerinde emelleri olanlar neden o 
zamanlar değil de 2000'li yıllarla birlikte TSK'yı bu şekilde hedef aldı? Bunu anlamak için de 2000'li yılların başında Türkiye'nin durumuna bakmak gerekir.

2000'li yıllara girildiğinde Türkiye en büyük ekonomiler arasında ilk yirmidedir (daha önceleri bir dönem 14.sıraya kadar yükselmiştir), genç ve dinamik bir 
nüfusu vardır, yer üstü ve yer altı kaynakları uygun işlendiğinde yeterlidir, büyük bir tarım potansiyeline sahiptir aynı zamanda hızla sanayileşmektedir, 
Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar olan bölge Türkiye'nin ilgi alanından etki alanına (öncelikle askeri eğitim, yardım, işbirliği mekanizmalarıyla) girmeye 
başlamıştır, özellikle bölgemizdeki krizlerde Türkiye aranan bir arabulucu ve denge unsuru olarak sözü dinlenen bir ülke olmuştur, savunma sanayi büyük bir 
gelişme gösterirken TSK'nın ihtiyaçlarını milli olarak karşılamak üzere projeler başlatılmıştır (bugün hükümetin övünerek halka anlattığı savunma 
ürünlerinin-miili gemi, Anka insansız uçak, milli uydu, uzun menzilli füze vs- hemen hemen hepsi 20003'ten önce projelendirilmiştir), TSK bölgesel bir güç 
olurken Karadeniz ve Doğu Akdeniz'e bölge dışı aktörlerin müdahil olmasına engel olmuştur, bütün dünya denizlerinde varlık gösteren ABD Türkiye'nin 
öncülüğündeki girişimler (Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu Kuvveti (BLACKSEAFOR), Karadeniz Uyum Harekatı vs) 
nedeniyle Karadeniz'e girememiştir, Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarının haksız-hukuksuz şekilde tek taraflı olarak Güney Kıbrıs tarafından el konulmasına engel olunmuştur, KKTC'nin haklarının korunması maksadıyla Güney Kıbrıs'ın NATO üyeliği ve işbirliği engellenmiştir, yaptırımlara ve AB üyeliğinin engellenmesine rağmen Türkiye Kıbrıs'taki garantör haklarından vazgeçirilememiş ve adadaki Türk askeri çekilmemiştir, 1984'ten itibaren Türkiye'nin kaynaklarını tüketen terörle mücadelede 1999 yılında askeri anlamda zafer kazanılmıştır (ancak sonraki gelişmeler bunun tek küresel güç ABD ve diğer Batılı güçlerce arzu edilen bir sonuç olmadığı için terörün aslında sona erdirilemediği ve Türkiye'nin uyguladığı yöntemle terörle mücadele edilemeyeceği soruna siyasi çözüm bulunması gerektiğini benimsetecek ortamın oluşturulmasının desteklendiği görülmüştür), 11 Eylül saldırıları sonrasında dünyada oluşan yeni konjonktürde tek küresel süper güç olan ABD Irak'ı işgal planlarını değiştirmek zorunda bırakılmıştır, Irak'ı işgal eden ABD'ye kendisine rağmen Türkiye'nin tek taraflı olarak Irak'ın kuzeyine müdahale edebileceği kaygısı yaşatılmıştır... Evet o dönemde Türkiye daha buraya yazılmayan bir çok şeyi yapan ve başarabilen bölgesel bir güç konumundadır, küresel rol üstlenebileceğinin emarelerini göstermektedir.

İşte işin püf noktası da buradadır. Makalenin ilk bölümünde de anlattığımız şekilde bütün bunların arkasındaki güç, Türkiye'nin bu kararları alıp uygularken 
dayandığı güç, Türkiye'ye hareket serbestisi sağlayan güç TSK'dır. Daha önceki yıllarda terör, ekonomik krizler, 1980 öncesi yaşanan anarşi ortamı, 1960 ve 
sonrasında yaşanan askeri darbe dönemleriyle Türkiye'nin dolayısıyla TSK'nın etkisizleştirilmesi hedef alınmışsa da pasif dolaylı yöntemlerle uygulamaya 
sokulan senaryolarla bunun başarılamadığı görüldüğünden bu kez 2003'ten itibaren yine dolaylı ancak aktif yöntemleri içeren yeni bir senaryo (düzmece delillere dayalı siber saldırılarla oluşturulan kumpas davaları) uygulamaya sokulmuştur.

Bu kumpas davalarla stratejik seviyede Türkiye'nin ağırlık merkezi olarak Türkiye'nin askeri/güvenlik kapasitesi yani  TSK asıl hedef alınarak saldırılar 
gerçekleştirilirken operasyonel seviyede de askeri kuvvetler (Özel Kuvvetler, Dz.K.K.lığı, SAT/SAS) ve TSK'nın mevcut ve gelecekteki komuta kademesi hedef alınmıştır. Ortada fiili bir savaş durumunun olmaması nedeniyle bu saldırılar doğrudan değil dolaylı yollardan (bilgi harbi) yapılmıştır ki bu da kumpas davalar olarak ortaya çıkmıştır.

Neler oldu?

Şöyle geriye doğru baktığımızda bu kumpas davalarının 2006'dan itibaren başlatıldığını görürüz. Ancak TSK'ya karşı uygulamaya sokulan bilgi harbinin 
başlangıcı bu değildir.

İlk hedef Özel Kuvvetler Komutanlığı

TSK'ya karşı ilk hareket 04 Temmuz 2003'te Irak'ta Türk Özel Kuvvetler timinin başına çuval geçirilmesi olayıdır. Bu olayın Amerikan askerlerinin Türkiye'ye de 
konuşlanmasını ve Türkiye üzerinden Irak'a girmesini öngören Amerikan planının 01 Mart 2003'te TBMM'de kabul edilmemesinden sonra gerçekleştiği hiç 
unutulmamalıdır. Fiili bir saldırı olmasına rağmen etkisi ve sonuçları itibariyle bilgi harbi kapsamında (Türkiye'nin en prestijli askeri birliği olan Özel Kuvvetlerin dolayısıyla TSK'nın imajının yerle bir edilmesi, görev etkinliğinin yok edilmesi) değerlendirilmelidir. 

Çünkü silahlı çatışmaya dönüşmemesi ve olayın içindeki personel sayısı açısından küçükmüş gibi gözükse de o olay TSK'nın en prestijli birliğinin personelinin esir alınması ve başına çuval geçirilmesi TSK'nın hem imajının hem de gerçek gücünün çöküşünün başlangıcı olması ve o tarihten sonraki TSK yapılanmalarını olumsuz etkilemesi açısından çok kritik sonuçları vardır.

2014 yılı itibariyle TSK'nın imajının ve etkinliğinin ne durumda olduğu bir 
şeyler söylemeye ihtiyaç duyulmayacak kadar aşikardır. TSK'nın yapılanması 
konusunu da şöyle açıklayabilirim. Çuval olayı zamanında Genelkurmay Özel 
Kuvvetler K.lığı tümen seviyesindedir. O zamanlar yapılan değerlendirmeler 
geleceğin savaşlarında özel kuvvet birliklerinin rolünün artacağı yönündedir ve 
TSK bu nedenle Özel Kuvvetler Komutanlığını büyütmeyi öngörür, nitekim 
Korgeneral seviyesinde atamayla birliğin seviyesini kolorduya yükseltir. Hedef 
muhtemelen ordu seviyesine çıkarmaktır ancak (2006 sonrası ilk davaların (Sauna çetesi ve Atabeyler) özel kuvvetlerle ilgili olduğunu hatırlanırsa) sonraki 
gelişmelerde özel kuvvetlerin kritikler görevlerinin gizliliği ihlal edilmiş ve 
askeri merkeze alan diğer davalar nedeniyle Özel Kuvvetler Komutanlığını ordu 
seviyesine yükseltmek yerine tekrar tümen seviyesine indirilmek zorunda kalınmış hatta bazı önemli birimleri lağvedilmiştir.

Peki bu yapılanmayı gerçekleştirememek neden önemlidir diye soranlara şunu 
söyleyebilirim. Savunma ve güvenlik stratejilerinin öngörülerine göre önümüzdeki dönemdeki geleceğin savaşlarında özel kuvvet unsurlarının harekatları esas belirleyici unsur olacaktır. Dünyanın gelişmiş ülkeleri bu yönde planlama yapmış ve uygulamaya geçmiştir. Örneğin ABD'nin 2010 ve 2014 savunma stratejilerinde özel kuvvetlerin geliştirilmesi, büyütülmesi ve kuvvetlendirilmesi ana hedeflerden biri olarak belirlenmiş ve uygulamaya geçirilmiştir. TSK bunu yıllar öncesinden görmüş olmasına rağmen yukarıda özet olarak açıklanan nedenlerle bunu başaramamış ya da engellenmiş ve TSK önemli bir kuvvet çarpanını etkin hale getirememiştir.

Özel Kuvvetler terörle mücadelede de en etkin olan birliktir. PKK TSK'nın Özel 
Kuvvetleriyle karşılaşmak istememektedir. Bu nedenledir ki sözde çözüm sürecinde PKK ve yandaşlarının talepleri arasında TSK özel kuvvet birliklerinin doğu ve güneydoğudan çekilmesi hatta özel kuvvetlerin tamamen lağvedilmesi vardır. TSK'nın Özel Kuvvetleri büyütememesinin ve güçlendirememesinin arkasındaki faktörler arasında bunun da olabileceği unutulmamalıdır.

Özel Kuvvetlerin hedef alınmasında yol açan diğer bir husus da Irak'ın kuzeyinde Özel Kuvvetler personelinin Türkiye'nin menfaatleri doğrultusunda kendilerine verilen emirler doğrultusundaki tavizsiz dik duruşlarıdır. Bu durum hem PKK hem Barzani yönetimi hem de ABD'yi rahatsız etmiştir. Yukarıda belirtilen gelişmelere paralel olarak Irak'ın kuzeyindeki Özel Kuvvetler personelinin "müzakereci subaylarla" değiştirilmesi taleplerinin gelmesi ancak bunun karşılık bulmaması da davalarda Özel Kuvvetlerin hedef alınmasına yol açan etkenlerden olmuştur.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***