Milli Güvenlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Milli Güvenlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2019 Salı

ÜLKEMİZDEKİ SURİYELİLERİN STATÜSÜ, GEÇİCİ KORUNMA MI? KALICI KORUNMA MI?.,


ÜLKEMİZDEKİ SURİYELİLERİN STATÜSÜ, GEÇİCİ KORUNMA MI? KALICI KORUNMA MI?.,


ÜLKEMİZDEKİ SURİYELİLERİN STATÜSÜ: GEÇİCİ KORUNMA MI? KALICI KORUNMA MI?
Mehmet Zeki Bodur 
30 Ekim 2019


Göç konusu ve buna bağlı olarak sığınmacı, mülteci, geçici koruma kavramları, günümüzde kaynak, transit ve hedef ülkelerin kolluk, sınır güvenliği ile ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının yanı sıra bu konu ile ilgili sivil toplum örgütlerinin de dâhil olduğu birçok kurumun ilgi alanına girmektedir.
Bu konu her geçen gün daha büyük bir boyuta ulaşan, daha fazla küresel bir yaklaşım ile koordinasyon içinde yönetilmesi gereken bir olgu olarak ortaya çıkmasına rağmen, halen kullanılan birçok terimin kavramsal çerçevesinde farklılıklar bulunduğu, özellikle göçmen, mülteci, iltica, geçici koruma ve uluslararası koruma gibi kavramlarda da kavramsal kullanımına dikkat edilmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır.

2011 yılında ülkelerinde meydana gelen iç savaş neticesinde ülkemize gelen Suriyeliler konusunda da bu konu ortaya çıkmış, ülkemize gelen Suriyelilerin hukuki statüsü konusunda başta basın yayın organları olmak üzere kamu dâhil birçok kişi ve kurum tarafından misafir, mülteci, sığınmacı, göçmen gibi olayın hukuki durumuna uzak birçok kavram kullanılmıştır. Bahse konu bu durum, ülkemizde bulunan Suriyelilerin, uluslararası hukuka uygun olmayan bir şekilde mülteci ve sığınmacı adlandırılmasına/algılanmasına neden olmuştur. Bu hususun ise önlem alınmadığı takdirde ülkemizin gelecekteki güvenlik başta olmak üzere ekonomik, kültürel, demografik ve sosyal alanlarda bekasına etki edecek sonuçlara neden olabileceği değerlendirilmektedir.

SIGINMACI ve MÜLTECİ’NİN ULUSLARARASI ÇERÇEVEDE ANLAMI

    Bu çerçevede günümüzde sıklıkla kullanılan özellikle sığınmacı, mülteci kavramlarının hukuki boyutlarına tekrar değinilmesinin gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Mülteci, “1951 Tarihli Mültecilerin Hukuksal Statüsüne Dair Cenevre Sözleşmesi”nin tanıdığı bütün haklardan yararlanan kişi, sığınmacı ise hakkında mültecilik statüsü ile ilgili yapılan çalışmalar henüz karara bağlanmamış yabancı kişi demektir.
Uluslararası literatürde “sığınmacı” kavramı uluslararası koruma için başvuru yapmış, ancak statüleri henüz resmi olarak tanınmamış kişiler için kullanılmaktadır. Literatürde bu konuya en önemli dayanak sağlayan 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde ise “sığınma” kavramı metin içinde bulunmasına rağmen, “sığınmacı” tanımı net olarak bulunmamaktadır. Bu noktada Türkiye tarafından uygulamada statüleri resmi olarak tanınmamış da olsa, sığınmacıların menşei ülkelerine zorla geri gönderilemeyeceği ve haklarının korunması gerektiği kabul edilmektedir. Sığınmacı terimi genellikle, mülteci statüsü almaya yönelik başvurularının hükümet ya da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından karara bağlanmasını bekleyen kişiler için kullanılmaktadır.
Türkiye hukuk sisteminde halen, mültecilerin kabul öncesinde sahip oldukları hakları ifade sığınmacı kavramı bulunmamaktadır. Bu husus eski yönetmelikte “sığınmacı” kavramı olarak varken, yeni yönetmelikte bu kavram yerine “başvuru sahibi” kavramı getirilerek hukuk sistemimiz Cenevre Sözleşmesi ile uyumlu hale getirilmiştir.
Ülkelerindeki iç savaştan/savaştan kaçarak ülkemize gelen Suriye vatandaşları hakkında karşılaşılan günümüzde karşılaşılan en büyük problem ise, bu insanların uluslararası hukuk kapsamında hangi statüde tanımlanacağı konusunda kavram birliğinin olmamasıdır. Halihazırda ülkemizde bulunan Suriye vatandaşlarının statüleriyle ilgili olarak en fazla “Suriyeli mülteciler,” “Suriyeliler,” “Suriyeli sığınmacılar” ve “Suriyeli göçmenler” kavramları kullanılmaktadır.
Mevcut kanunlarımıza bakıldığında ise 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu istinaden çıkarılan “6883 Sayılı Geçici Koruma Yönetmeliği”ne göre ülkemizde bulunan Suriye vatandaşlarının hukuki statüsü “geçici korunan” veya “geçici koruma altında olanlardır.”
Geçici koruma kavramı Yönetmelikte[1], ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen ve haklarında bireysel olarak uluslararası koruma statüsü belirleme işlemi yapılamayan yabancılara sağlanan korumayı ifade etmektedir. Yönetmeliğine göre; Suriye’den Türkiye’ye gelen yaklaşık 3,8 milyon kayıtlı kişinin statüsü, geçici koruma statüsündedir. Geçici koruma toplu halde verilen bir statü olup bireysel bir statü değildir.

    1951 Tarihli Mültecilerin Hukuksal Statüsüne Dair Cenevre Konvansiyonu ve YUKK açısından Türkiye’de yaşayan Suriyeliler, mülteci statüsüne sahip olmadığı düşünülmektedir. Bunun temel nedeni mültecilik kavramı bireysel bir statüye sahiptir ve toplu geçişler için uygulama alanı bulunmamaktadır. Bu kişilerden ancak bireysel başvuru yapıldığı durumda her mülteci başvurusu yapan kişi için tek tek değerlendirme yapılarak bu statüye sahip olup olmadıkları anlaşılacaktır.
Gerek iç hukukumuz gerekse Cenevre Konvansiyonundan anlaşıldığına göre, geçici korumanın aslen uluslararası anlamda zaman, neden ve olay ile sınırlı bir statü olduğu, gelen kişilerin geldikleri ülkede çok fazla kalmadan ülkelerine döneceğine istinaden “geçici nitelikte” olduğu, esas amacın gelenlerin ilk andaki acil ve temel ihtiyaçları karşılamak olduğu değerlendirilmektedir. 
Geri göndermeme ilkesinin ise Cenevre Konvansiyonundaki mülteci tanımı dışında tüm statüler için söz konusu olamayacağı, uygulamada sığınma başvurusu yapan veya mülteci pozisyonu kazanan kişilere tanınan tam uluslararası korumanın geçici koruma statüsünde olanlar için sağlanamayacağı, bu nedenle geçici korumanın süresi ve nedeni ile sınırlandırıldığı anlaşılmaktadır.

Geçici Korumanın süresine ilişkin olarak,  iç hukukumuzda AB ve ABD’deki geçici koruma mevzuatındaki gibi net bir süre bulunmamakla birlikte, yönetmeliğin maddeleri arasında geçici koruma süresinin belirlenmesi yetkisi, Bakanlar Kuruluna verilmiştir. Bu konuda ABD’de, geçici korumanın bu ülkedeki Suriyeliler için süreli olarak uygulandığının bilinmesi gereklidir.[2] Geçici koruma statüsü verilenlerin özellikle bayramlar başta olmak üzere istediği zaman Suriye’deki akraba ziyaretlerinde bulunduğu basın yayın organlarında sıklıkla dile getirilmektedir.[3] Bu durum “6883 Sayılı Geçici Koruma Yönetmeliği” çerçevesinde değerlendirildiğinde, yönetmeliğin “geçici korumanın bireysel olarak sona ermesi veya iptali” başlıklı madde altında bulunan geçici korunanların; kendi isteğiyle Türkiye’den ayrılması durumunun oluştuğu kabul edilerek tekrar ülkemize dönüşüne izin verilmemesi düzenlenmesine rağmen uygulamada bu hususa dikkat edilmemekte, bu duruma ilişkin yönetmeliğe getirilen istisna maddeleri ile geçici korumanın bireysel olarak sona erdirilmesi/iptali gerçekte uygulanmamaktadır.

ABD’nin konuya ilişkin uygulamalarına bakıldığında belirli zaman aralıkları ile ülkemizdeki uygulamaların aksine geçici korumanın denetim altında tutulduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda ABD Suriye’deki krizin sona erip ermediğine bakmaksızın, Suriye’deki durumu değerlendirilerek "olağanüstü koşulların vatandaşların güvenli bir şekilde geri dönmelerini engellediği" gerekçesi ile bu korumadan yararlanan yaklaşık 7000 Suriyelinin 31 Mart 2021 tarihine kadar ABD’de yasal olarak kalabileceğini açıklamıştır. Bu uygulamadaki en dikkat çekici hususun geçici korumanın, ülkemizdeki gibi süresiz olarak değil, süreli olarak verildiği ve belli zaman aralıklarında, uygunluk şartları çerçevesinde yeniden değerlendirilerek uzatıldığıdır. ABD buna benzer uygulamalarını sadece Suriye için değil çeşitli insani gerekçelerle halen Nepal, Güney Sudan, Nikaragua, El Salvador, Somali, Yemen ve Hondruas gibi ülkelerin vatandaşlarına da sağladığı bilinmektedir.[4]
Burada asıl olan husus Suriyeliler için kanun koyucunun kanunlaştırarak kabul ettiği “geçici korunan” veya “geçici koruma altında olanlar” kavramlarının anlaşılmasına ilişkin olarak fikir birliği oluşturularak, uygulamada mevcut kanun ve yönetmeliklere uygun olarak hareket etmektir.

SURİYELİLER GEÇİÇİ KORUNMA STATÜSÜNDELER Mİ, YOKSA MÜLTECİ OLARAK KORUNAN STATÜSÜNDELER Mİ?

Literatürde birbiri ile karıştırılan ve sıklıkla birbirleri yerine kullanılan mülteci ve sığınmacı kavramları, bu insanların ülkemizde bulunmasına yasal gerekçe olan “geçici korunma statülerinin” arka plana itilmesine, uluslararası anlamda yeni bir statü kazanmalarına neden olmaktadır. Ülkemizdeki Suriyelilerin hukuki pozisyonuna ait en son 9 Ekim 2019 tarihinde başlayan “Barış Pınarı Harekâtı” çerçevesinde, 22 Ekim 2019 tarihinde Rusya ile imzalanan mutabakat metninde[5] de "Mültecilerin[6] güvenli ve gönüllü şekilde geri dönüşlerini kolaylaştırmak maksadıyla ortak çalışma yapılacaktır” şeklinde mutabakat metni içinde açık olarak ülkemizdeki Suriyelilerin hukuksal pozisyonu için mülteci tabirinin kullanıldığı görülmektedir. Yine benzer bir durum Uluslararası Af Örgütünün raporunda da[7] da yer almış, örgütün ülkemizi eleştirirken kullandığı ifadelerde, Suriyelilerin ülkemizdeki hukuki pozisyonunun geçici koruma altında oldukları göz ardı edilerek, sığınmacı/mülteci gibi varsayılarak “zorla geri gönderilemeyeceği” konusunda ülkemize insan hakları bağlamında eleştiri getirilmiştir. Bu konuda, Cenevre Konvansiyonu esas alınarak, “geri göndermeme ilkesinin” sadece mülteciler için tanınan bir hak olduğu düşünüldüğünde[8], geçici koruma altındakiler için kazanılmış bir hak gibi uygulanamayacağı değerlendirilmektedir. Ancak bu noktada geçici koruma statüsündeki kişilerin buna neden olan etkenlerin ortadan kalkmadan, sürdürülebilir bir geri dönüş şartları oluşmadan ülkelerine geri gönderilmesi de anlaşılmamalı, bu konuda BM ve Suriye ile işbirliği içinde çalışılmasının önemi ortaya çıkmaktadır.   

Uluslararası Af Örgütü dâhil birçok kurumunda, raporlarında bahsettiği gibi ülkemizde bulunan Suriyelilerin, ülkemizce “kandırılarak ya da zorla” geri gönderilmesi gibi bir durumun söz konusu olmadığı değerlendirilmektedir. Bu konuda örgüte, öncelikle ülkemizde mevcut Suriyelilerin hukuki statüsünün ne olduğunun anlatılmasının gereklidir.[9]  Bu husus, Dışişleri Bakanlığı sözcüsü tarafından açıkça “geçici koruma altında olan Suriyeliler” denilerek hukuki statü tekrar hatırlatılmış, ancak bu kişilerin sığınmacı/mülteci statüsüne sahip olmadıkları ifade edilmemiştir. Buna bağlı olarak “zorunlu olarak geri gönderme me ilkesinin” ülkede bulunan Suriyeliler için söz konusu olamayacağı nı, çünkü bu insanların hukuki statüsünün mülteci/şartlı veya başvuru sahibi statüsünde olmadıkları, bugün ABD dâhil birçok ülke tarafından uygulandığı şekilde “sadece geçici korunma statüsünde olduğu” uluslararası ölçekte anlatılmamıştır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus ise hem gelen Suriyeliler açısından, hem de kabul eden ülke açısından da hâlihazırda gerek basın gerek kamu gerekse akademik camia tarafından sıklıkla ifade edilen “Suriyeliler için gönüllü geri dönüş-gönüllülük” düşüncesinin uluslararası hukuk bağlamında ne anlattığı konusunda ortak akıl çerçevesinde açıklığa kavuşturulması ve uygulanması düşüncesidir.

Gönüllü geri dönüşün ve buna bağlı geri göndermeme ilkesinin sadece uluslararası hukukta mülteciler/sığınmacılar için verilen bir hak olduğu kabul edildiğinde, Suriyelilerin zorunlu olarak ülkemize geldikleri şartların değiştiği, geldikleri ülkede sürdürülebilir şartların oluştuğu konusunda BM ve kaynak ülke Suriye ile işbirliği yapılarak Bakanlar Kurulu tarafından alınacak karar ile öncelikle gönüllü olarak, sonrasında ise zorunlu olarak[10] ülkelerine-güvenli bölgelere veya üçüncü ülkeye gitmeleri sağlanmalıdır.
Bu çerçevede tüm devlet, basın ve STK’lar dahil kurumlarda, geçici korumanın kişisel bir statü değil toplu bir statü olduğunun, tekrar tekrar tüm kurumlar nezdinde doktrine edilerek anlatılması gerektiği değerlendirilmektedir. Bu noktada açıkça vurgulanması gereken husus eğer Suriyelilerin statüsü “mülteci/şartlı mülteci/sığınmacı statüsünde” olsaydı “geri göndermeme ilkesi” çok rahat bir şekilde uygulanabileceğidir. Kanun koyucunun “geri göndermeme ilkesi” olarak “Konvansiyonunun sadece mülteciler için tanımladığı” bir statüyü, mevcut uluslararası anlaşmalarında ilerisine taşıyarak[11], tüm kanun kapsamındaki statülerle birlikte “geçici koruma statüsü”  içinde genişletilmesinin, gelecekte kamu düzeni ve güvenliği açısından ortaya çıkarabileceği birçok olumsuz soruna neden olacağı değerlendirilmektedir. Bu durumun Suriyeliler konusunda uluslararası benzer uygulamaların aksine, geçici korunanların gönüllü geri dönüşlerinden bahisle, geçici korumanın statüsel olarak yaratılma şekline ve doğal ruhuna aykırı yeni bir durum yarattığı düşünülmektedir. Bu ise “daimi korunan statüsü” gibi mülteci pozisyonuna eş yeni bir durumu ortaya çıkarmıştır. Bu konuda en iyi uluslararası uygulama örneğinin, başta AB ve ABD’deki geçici koruma altındaki Suriyelilere belirlenen süre sonucunda nasıl bir uygulama yapılacağının takip edilmesidir. Bu durum ülkemizin uluslararası anlamda elinin güçlenmesi için örnek teşkil edecektir. Bahse konu bu insanların bir zorunluluk nedeni ile geldikleri kabul edildiğinde, yani “gönüllü bir gelme durumu” olmadığı kabul edildiğinde, geri dönüşlerinin de bu zorunluluğu oluşturan şartların ortadan kalkması durumunda, yine “gönüllülük esasına göre değil”; geldikleri dönemde ülkelerindeki şartların değiştiği, bu şartların ortadan kalktığı kabul edilerek, artık ülkelerine dönmelerinin vaktinin geldiğini önce kendilerine sonra uluslararası topluma ve en önemlisi de kendi milletimize anlatmanın gerekliliğidir.

Kavram karmaşasının düzgün kullanılmayışının sonuçlarının da bu şekilde ortaya çıkması ise açıkçası ironik bir durumdur. Bu çerçevede ülkelerindeki şartların BM ve kaynak ülkesi ile işbirliği içinde değerlendirilmesini müteakip, “herkes kendi ülkesinde ve kendi evinde daha mutludur” sloganı ile ülkelerine geri dönüşlerinin sürdürülebilir koşulların oluştuğundan bahisle geri dönmelerinin gerekliliğinin tüm paydaşlara müşterek olarak uygulanacak kamu diplomasisi ile ifade edilmesi gereklidir.

Sonuç olarak, geçici koruma statüsü verilen Suriyelilerin;

Bu statülerin gerek kamu gerek basın gerekse sivil toplum örgütleri tarafından, tanımın ruhuna uygun olarak dikkatli kullanılmasının,Gönüllü geri dönüşün ülkesinden göç etmesine neden olan olumsuz şartların ortadan kalktığının “BM başta olmak üzere Suriye ile uluslararası işbirliği” yapılarak, öncelikle gönüllü olarak geldikleri ülkeye-güvenli bölgelere veya üçüncü ülkeye gönderilmesinin sağlanmasının,ABD’deki uygulamalara benzer şekilde “zaman sınırlı” olarak verilmesinin, geçici koruma şartlarına neden olan gerekçelerin “belirli makul sürelerle devlet aklı ile tekrar tekrar sürekli olarak yeniden değerlendirilmesinin,
Geçici koruma ile ülkemize gelen yabancıların her ne olursa olsun daimi statüde kalmasının engellenmesine yönelik tedbirlerin alınmasının, bu kapsamda Suriye’de geri dönüş için sürdürülebilir koşulların oluşmasını sağlamak üzere bu ülke ile işbirliği yapılmasının,”Mevcut kanunlarda belirtilen “yasal mevzuatın uygulamasını ortadan kaldırarak göçmenlerin kalıcı olmasına olanak sağlayacak istisnai maddelerden arındırılarak titizlikle uygulanmasının”,

6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslar arası Konuma Kanununda geri göndermeme ilkesinin her ne kadar kanun kapsamına giren tüm statüleri kapsadığı bilinse de, bu ilkenin uygulamasının mülteci statüsü hariç diğer statüler için süre ve neden sınırı ile sınırlandırılmasının ülke menfaatleri açısından daha faydalı olacağının,
gerekli olduğu değerlendirilmektedir.


[1]  Bu Yönetmelik, 20 Temmuz 2001 tarih ve 2001/55/EC sayılı Kitlesel Sığınmalarda Geçici Koruma Yönergesinden faydalanılarak hazırlanmış, AB müktesebatı ile sadece süre kısıtlaması uygulaması hariç olmak üzere tamamen uyumlu olarak hazırlanmıştır.

[2]  https://tr.sputniknews.com/abd/201908021039823429-abd-suriyeli-gocmenlere-gecici-koruma-statusunu-uzatti/, Erişim Tarihi: 28.09.2019.

[3]  https://tr.euronews.com/2019/08/19/kurban-bayram-icin-ulkelerine-giden-suriyelilerin-turkiyeye-donusleri-basladi, Erişim Tarihi: 27.10.2019.

[4]  https://www.uscis.gov/humanitarian/temporary-protected-status, Erişim tarihi:28.09.2019

[5]  http://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-turkiye-ile-rusya-arasinda-tarihi-mutabakat-iste-10-madde-41356401, Erişim Tarihi: 25 E http://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-turkiye-ile-rusya-arasinda-tarihi-mutabakat-iste-10-madde-41356401, Erişim Tarihi: 25 Ekim 2019.

[6] 1951 Cenevre Sözleşmesine gör ülkemiz coğrafi kısıtlama nedeniyle sadece Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle gelenlerin mülteci olarak kabul edileceğini, 6458 sayılı kanuna göre de Avrupa ülkeleri dışından gelenleri ise üçüncü ülkeye yerleşinceye kadar “şartlı mülteci” olarak kabul etmektedir. Dolayısı ile bu mutabakat metninde kullanılan mülteci ifadesi hukuki durumda ancak şartlı mülteci olarak kullanılabilirdi. 
Suriyelilerin uluslar arası anlaşmalardan kaynaklı gerekçelerden dolayı mülteci olarak adlandırılmaları hukuken mümkün gözükmemektedir.

[7]  https://www.haberler.com/turkiye-den-uluslararasi-af-orgutu-nun-kustah-12562143-haberi/, Erişim Tarihi:25 Ekim 2019.

[8]  6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Konuma Kanununda geri göndermeme ilkesi her ne kadar kanun kapsamına giren tüm statüleri kapsadığı bilinse de, bu ilkenin uygulamasının mülteci statüsü hariç diğer statüler için süre ve neden sınırı ile sınırlandırılması daha faydalı olacaktır.

[9]  https://www.haberler.com/turkiye-den-uluslararasi-af-orgutu-nun-kustah-12562143-haberi/, Erişim tarihi:26 Ekim 2019.

[10]  Ülkemizde oturma izni verilmeden ve sosyal haklardan faydalanılmasını engelleyerek.

[11] 1951 Cenevre Konvansiyonunda geri göndermeme ilkesi sadece mülteci statüsünde olanlar için öngörülmüş bir kavram olup sonradan ortaya çıkan ruhu itibarı ile geçici olan bir statü için öngörülmemiştir.


***

3 Mart 2015 Salı

Türk-Amerikan İlişkilerinde ABD'nin Manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve Cemaat


Türk-Amerikan İlişkilerinde ABD'nin Manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve Cemaat 






21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
29 Mart 2014 Cumartesi
Cahit Armağan DİLEK tarafından yazıldı.


Dokümanlarda Türk-Amerikan İlişkileri

Küresel ve bölgesel ilişkiler bağlamında ABD Türkiye için, Türkiye de ABD için kritik öneme sahip iki ülke konumundadır. Türk hükümeti bu ilişkiyi önceleri 
"stratejik ortaklık" tanımlarken daha sonraları 2009'da Amerikan Başkanı Obama'nın kullandığı "model ortaklık" kavramını benimsemiştir.  Nitekim bu durum T.C. Dışişleri Bakanlığının resmi internet sayfasında "model ortaklık kavramı, Türkiye-ABD ilişkilerinin ulaştığı ileri noktayı, ilişkilerin özgün karakterini ve kapsamlı niteliğini yansıtmaktadır"şeklinde ifade edilmektedir.[1] 

Aynı sayfada ilişki alanları ve bölgeler "Türkiye ve ABD, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Balkanlar, Kafkaslar, Doğu Akdeniz, Orta ve Güneydoğu Asya gibi çok geniş bir coğrafyada ve terörle mücadelede, enerji arz güvenliği, nükleer yayılmanın önlenmesi ve küresel ekonomik gelişmeler gibi kritik önem taşıyan konularda kapsamlı işbirliği yapmaktadır." şeklinde açıklanmaktadır.  

ABD Dışişleri Bakanlığının resmi internet sayfasındakiTürkiye sayfasındaki bilgi kağıdında ise Türk-Amerikan ilişkileri için stratejik veya model ortaklık ifadeleri yer almamakta, Türkiye'nin coğrafi konumunun önemine işaret edilerek karşılıklı çıkar ve saygıya dayanan ilişkilerin 1947'deki Truman Doktrini uygulamasıyla derinleşmeye ve gelişmeye başladığı belirtilmekte, Türkiye ile terörle mücadele, Afganistan, Irak, Suriye konularında birlikte çalışıldığından ve Türkiye'nin ABD'ye sağladığı imkanlardan söz edilmektedir.[2]

Dışişleri Bakanlıklarının politik açıklamalarının yanında herhangi bir ülkenin Amerikan iç ve dış politikasındaki yerini anlayabilmek için bakılması gereken 
dokümanların en başında Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi gelmektedir. Amerikan politikaları ve stratejilerine yön veren, hiyerarşik sıralamada en üst 
sırada bulunan bu doküman en son Mayıs 2010'da yayımlanmıştır. Obama'nın bu yıl ortalarında yeni dokümanı yayımlanması beklenmektedir. 2010 tarihli Amerikan Ulusal Güvenlik Strateji dokümanını incelediğimde tespit ettiklerim şunlardı:[3] 

"Dünyanın her yerindeki gelişmelerin içinde olmayı hedefleyen ABD dünya genelinde bölgesel teşkilatları, üçlü mekanizmaları, ikili ortaklıkları kullanmayı öngörüyor. Bu maksatla da dünyanın her bölgesinde bunları organize ettireceği güçlerin ortaya çıkmasını destekliyor. Ancak bunu yaparken bazı sınıflandırmalar yapıyor. Örneğin, en yakın müttefikler (Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya gibi), çok özel ilişkileri olanlar (İsrail), yeni ortaya çıkan güçler (Rusya, Çin, Hindistan gibi) , küresel ve bölgesel rolleri artan güçler (Güney Kore, Güney Afrika, Endonezya, Japonya, Brezilya, Avustralya gibi), bulundukları konum itibariyle işbirliği yapılması önemli olan ülkeler (Türkiye, Körfez ülkeleri, Meksika, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Pakistan, Nijerya, Kenya, Filipinler, Tayland gibi)."

Söz konusu dokümanda Türkiye'nin konumuna ilişkin olarak ise şu tespitleri yapmak mümkündür: Türkiye, strateji metninde adı geçen sınırlı sayıda ülkelerden birisidir. Türkiye’nin adı sadece metnin 42. sayfasında Avrupalı müttefikler başlığı altındaki paragrafta geçmektedir. Ancak adı geçen diğer ülkeler “yakın müttefik, özel ilişkili, stratejik ortak, ortak” şeklinde tanımlanırken Türkiye için bu tip bir ilave tanımlama yapılmamış olması dikkat çekmektedir. ABD Başkanı Obama’nın 2009 yılında Türkiye’ye yaptığı ziyarette gündeme gelen “model ortaklık” veya özellikle Türkiye’de her seviyedeki yöneticiler tarafından 
sıklıkla telaffuz edilen “stratejik ortaklık” ifadesi Türkiye için metinde yer almamıştır. Metindeki Türkiye ifadesi, Balkanlar’da istikrar ve demokrasinin 
geliştirilmesi, Kafkaslar ve Kıbrıs’ta sorunların çözülmesine yönelik girişimlere ABD’nin bağlı kalacağını belirten cümleden sonraki “geniş bir yelpazedeki ortak çıkarlar bağlamında ve özellikle bölgesinde istikrarın sağlanması konusunda Türkiye ile angajmanlara girileceği” ifadesinin içinde yer almaktadır.

Metinde adı geçen ülkelerden övücü, bölgesel ve küresel konulara daha fazla söz sahibi olabilirler gibi yaklaşımlarla bahsedilirken Türk siyasetçilerin beklediği ifadelerin metinde yer almadığı görülmektedir. Bu haliyle ABD’nin Türkiye’nin rolünün ve birlikte çalışma alanının daha sınırlı olmasını beklediği değerlendirme si yapmak yanlış olmayacaktır. Buna göre Türkiye ile Balkanlar, Kafkasya (muhtemelen Ermenistan ile ilişkiler) ve Kıbrıs’ta birlikte çalışılması öngörülüyor. Bu ifadelerle birlikte metnin Ortadoğu bölümüne ilişkin paragraflar da incelendiğin de Ortadoğu’da Türkiye’yi ön plana çıkaracak, ki Türkiye’nin 
haklı olarak çok iddialı ve önemli bir potansiyele sahip olduğu bölgedir,  bir rol öngörülmüyor.

Amerikan Raporlarına Göre ABD'nin Manivelaları

En üst seviyedeki Amerikan politika ve stratejilerindeki ifadelerin ne anlama geldiğini bunların sahadaki uygulamalarından görmek mümkündür. Bu bağlam da ABD'nin Türkiye'yi nasıl gördüğünü ve Türkiye'nin iç ve dış politikalarını nasıl etkilediğini gösteren önemli bir örneği burada açıklamak istiyorum. 

Görevli olduğum dönemde Amerikan Savunma Bakanlığının Türkiye'nin bulunduğu bölgeye ilişkin özel ve gizli bir değerlendirme raporunu okuma şansım oldu. Aslında Türkiye'deki son iç politik gelişmeler bağlamında bu makaleye ilham kaynağı olan da bu rapordur. 2004 yılında okuduğum bu raporda ABD'nin Türkiye ile ilişkilerinde kullanabileceği manivelalar şu şekilde ifade edilmekteydi:

- Türkiye bir NATO üyesidir.
- Türkiye ABD'ye üs kolaylığı (İncirlik) sağlamaktadır.
- ABD'nin Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileme gücü vardır. 

Bu çok sade, kısa ama Türk-Amerikan ilişkilerini ve ABD'nin Türkiye'yi nasıl gördüğünü net olarak özetleyen bir değerlendirmedir. Bu makalede ağırlıklı 
olarak üçüncü maddeyi ele alacağım. Çünkü bu madde Türkiye'nin bilgi harekatına (psikolojik harekat, algı yönetimi, siber-dijital savaş vs) açık olduğunu göstermektedir. Özellikle 2007'den sonra Türkiye açık ve ağır bir şekilde bunlara maruz kalmıştır. 

İlk ikisinin uygulamasına ilişkin çok sayıda örnek verilip makaleler yazılabilir. Örneğin Afganistan ve Irak'ın işgalinde İncirlik Üssünün kullanımı gibi. Üs imkanını Türkiye sağlamış olmasına rağmen üs bir Amerikan manivelasına dönüşmüştür. Nitekim ABD'nin Irak'tan çekilirken İncirlik Üssü'nü  kullanılabileceği ABD tarafına iletilmiş ancak ABD Körfez ülkelerini tercih etmiştir. Ayrıca üssü kapatıyorum demek ABD ile ilişkilerin sıfırlanması demek 
anlamına geliyor, üs kullanıldığında da Türkiye ister istemez ABD'nin saflarında yer almış algısı da yaratılmış oluyor.

NATO üyeliğiTürkiye'yi Batı dünyasına bağlayan en önemli mekanizmaların başında yer almıştır. Aslında halen de öyledir, çünkü kullanılıp kullanılamaması ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte NATO karar mekanizması içinde veto yetkisi bulunmaktadır. Ancak Türkiye NATO'nun karar mekanizmalarında etkili olamayınca NATO'nun genel politikalarına uymak zorunda kalınmakta ve NATO Türkiye'nin politikalarını şekillendirmekte, Türkiye'nin öngörmediği operasyonların ve projelerin içinde yer almasına yol açmaktadır. Örneğin Libya operasyonu, örneğin Füze Kalkanı Projesi. Bunda son örnek ise Ukrayna krizidir. Ukrayna krizi bir ABD-Rusya ya da AB-Rusya krizi olmaktan çok bir NATO-Rusya krizi olmaya doğru giderken bunun Türkiye'nin çıkarlarına uygun olup olmadığı Türkiye'de hiç incelenmemektedir. Ukrayna krizi ile ilgili yapılan NATO Savunma Bakanları toplantısına Türkiye'nin Savunma Bakanı katılmamıştır. NATO karar alıp savaş gemilerini Karadeniz'e gönderme kararı alırsa buna Türkiye'nin nasıl bir cevap verebileceği kamuoyunda tartışılmamaktadır. Gelişmelere hazırlıklı olmayınca da bu tür gelişmelere yönelik alternatifleri olmayan Türkiye'ye karşı NATO üyeliğinin bir manivela olarak kullanılmasına da ortam yaratılmaktadır.

ABD'nin manivelaları tabii ki bu kadar sınırlı değil. Askeri nitelik taşıyan NATO üyeliği ve üs imkanı gibi manivelaların yanında ekonomik ve askeri yardım 
konuları, Türkiye'nin AB üyeliği, güvenlik konularında (terörle mücadele gibi) işbirliği de birer manivela olarak ortaya çıkmaktadır. Belirtilen konuların 
Türkiye'nin iç ve dış politik kararlarında ne kadar etkili olduğunu geçmişteki olaylar göstermektedir. Örneğin sözde işbirliği yaptığımız terörle mücadele 
alanında Türkiye'nin talep ettiği helikopterler, silahlı/silahsız insansız uçaklar bırakın satılmasını kiralanmasına bile izin verilmezken, aynı ABD bu tür 
silah ve sistemleri kolayca Güney Kore, Japonya ve hatta Irak'a kısa bir süreçte satabilmektedir.

Ancak bunların yanında etnik ve dini/mezhepsel hassasiyetler bir toplumun şekillendirilmesinde, algılarının yönetilmesinde en önemli alanlardır. İşte 
ABD'nin Türkiye'de toplumu ve yöneticilerini şekillendirecek sonuçlar yaratmakta en çok kullandığı alanlar bunlar olmuştur, olmaya da devam etmektedir. Çünkü ABD Savunma Bakanlığı dünyada bu konuda en büyük harcamayı yapan, en çok personel kullanan kurumdur. İşte bu konu yukarıda bahsettiğim Amerikan raporundaki üçüncü maddeye girmektedir.Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileyen Amerikan manivelaları; PKK ve Cemaat PKK Terör Örgütü

Etnik bölücülük temeline dayalı bir hedefle ortaya çıkan PKK terör örgütü ABD tarafından 1997 yılında kendi terör örgütleri listesine dahil edilmiştir. Bu 
kararla ABD, PKK'ya karşı terörle mücadelede Türkiye'nin yanında olduğu mesajını da vermiştir. PKK'nın ortaya çıkışından itibaren ABD'nin PKK'yı izliyor olması normal bir gelişmedir. Ancak ABD açısından PKK'nın tam bir manivela haline gelmesi PKK'nın lideri Öcalan'ın 1999'da Türkiye'ye teslim edilmesiyle olmuştur. Çünkü PKK liderinin teslim edilme şartları (Türkiye'ye götürülürken yolda ölmemesi, doğru bir dava görmesi, Kürt sorununda önemli adımlar atılması, idam edilmemesi)[4] ABD'nin konuyu terörle mücadele kapsamında değil bir etnik grubun özgürlük mücadelesi olarak ele aldığını gösteriyordu. Artık ABD doğrudan işin içindeydi. Bu konuda daha önce yazdığım ve süreci anlatan makalemde detaylar yer almaktadır.[5]

Anılan makalede özetle şunları anlatmıştık: Teslim şartlarında belirtildiği şekilde Öcalan doğru bir dava görmüş ve idam edilmemiştir. Bundan sonra da 
Türkiye'nin Kürt sorunu adı verilen konuda köklü adımlar atması için PKK yeniden devreye sokulmuştur. 2003'te Irak'ın işgal edilmesiyle Türkiye ABD'yle komşu olmuş, Irak'ın kuzeyinde üslenen ve yeni saldırılara hazırlanan PKK'nın tasfiye edilmesi konusu Türkiye-ABD ikili görüşmelerinde Türk tarafının ana ve 
çoğunlukla da tek gündem maddesi olmuştur. 2004'den itibaren PKK'nın saldırıları artmaya başlayınca da ABD Türkiye'nin alması gereken tedbirler konusunda fikir beyan eden, görüşleri dinlenen birinci aktör konumuna gelmiştir. Bu durum Türkiye'nin sınır ötesi operasyon girişimlerinin sürekli ötelenmesine yol açmış, 2007 yılı sonundan itibaren ABD'nin izniyle Irak'ın kuzeyine başlatılan sınır ötesi operasyonların koordinasyonu kapsamında operasyonların sınırlı kalması ve Türkiye'nin Irak'ın kuzeyine (hem PKK hem de Irak'ın kuzeyindeki yerel Kürt yönetimine) yönelik kapsamlı operasyonlar yapılması engellenmiştir. ABD bu şekilde Türkiye'nin Kürt sorununda askeri seçenekleri kullanmasını kontrol etmiş ve sınırlandırmış, sorunun askeri tedbirlere değil siyaset içinde çözülmesini sürekli telkin etmiştir.

ABD'nin bu kapsamda Türkiye'ye önerdiği yöntemler terör örgütleriyle değil "isyan eden-ayaklanan-özgürlük arayan-ülkesinin işgaline direnen" gruplara 
(insurgency) karşı kendisinin uyguladığı yöntemlerdir.[6] Bu durum PKK konusunun yani terörün siyasallaşmasını hızlandırmıştır. Nitekim 2006'dan itibaren hükümetin PKK ile başlattığı gizli görüşmeler, Habur'dan giriş, sızan Oslo görüşmeleri ve İmralı zabıtları, 2013 yılı başından itibaren artık kamuoyuyla da 
paylaşılan hükümet-PKK terör örgütü görüşmeleri, teröristbaşının son iki Nevruz'daki mesajları, teröristbaşının son sızan ses kayıtları göstermektedir ki 
PKK ve onun hapisteki lideri anayasa yazılmasından Meclis'in çalışması ve çıkarılacak kanunlara, sözde çözüm sürecinin nasıl uygulanacağından TSK'nın 
uyacağı kurallara kadar hatta bir iddiaya göre Bakanların kimler olacağına kadar hükümetin dolayısıyla Türkiye'nin kararlarını yönlendirir, Türkiye'nin 
geleceğini belirler hale gelmiştir.

Bunun için Öcalan da muhtemelen öldürülmeyeceği ve Kürt sorunun siyasi alanda çözüleceği kulağına fısıldanmış olarak ABD tarafından adeta bir Truva atı gibi Türkiye'nin terörle mücadele mekanizmasının içine sokulmuştur. ABD Öcalan'ı teslim eden olarak ve Öcalan vasıtasıyla, ayrıca terörist saldırıları yapan PKK'nın üslendiği Irak'ın kuzeyi dahil Irak'ta kontrolü elinde bulunduran ülke olarak PKK vasıtasıyla bizzat işin içine girmiştir.  ABD'nin bir manivela olarak tasarladığı Öcalan bütün bu süreci yönetip kendi tasarladığı stratejiyi hayata geçirmiş, PKK'nın hem terör saldırılarını hem de eylemsizlik sürecine 
sokulmasını dönüşümlü bir manivela olarak kullanmıştır. 
Eylemsizlik süreçlerinden özellikle seçim dönemlerinde karlı çıkmaya alıştırılan hükümet son olarak sözde çözüm süreci adı altında terör örgütüyle müzakereye oturmak zorunda kalmıştır. Gelişmeleri objektif şekilde değerlendirenlerin söylediğini teyit edercesine Öcalan'ın kendisini ziyaret edenlere söylediklerinden ve son günlerde sızan konuşmalarından da anlaşılmaktadır ki müzakerenin yasal dayanağı yoktur, hükümeti iktidardan düşürerek yargıya götürecek  sonuçlar doğurmuş, hükümeti geri dönülemez bir noktaya getirmiş ve hükümeti bununla tehdit etmiştir. Öcalan bu süreçte kazanmış olduğu yetkilerle (Kürt halkının temsilcisi, müzakere yetkilisi, siyasi şahsiyet, barışsever ve barış yapar vs) bu hükümetin yerine gelecek yeni bir hükümetle bile kaldığı yerden devam etme pozisyonuna gelmiştir.

Bütün bu gelişmelerden ABD'nin habersiz olduğu, sözde çözüm sürecinin Türkiye'nin projesi olduğuna ilişkin kamuoyuna pompalanan haberler ise hayatın normal akışına terstir, zaten öncesini yukarıda açıkladık. Söz konusu çözüm süreciyle ilgili İmralı'dan Kandil'e, PKK'nın Avrupa temsilcilerine, Irak'ın 
kuzeyindeki Kürt gruplara giden bilgilerden ABD'nin haberdar olmaması mümkün değildir. Ayrıca artık herkes tarafından bilinen ABD'nin küresel bazdaki dinleme 
faaliyetleriyle bu ilişkileri ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Burada muhtemelen ABD'nin dikkat ettiği husus "gelişmelerin ABD'nin öngördüğünden daha çabuk 
sonuçlanması veya geri dönülemez bir anlaşmazlıkla sonuçlanmasıdır." Bunun için de hem hükümet hem de PKK kanadını yoklayarak süreci kontrol altında tuttuğunu söyleyebiliriz. ABD açısından; 2002 sonunda iktidara geldiğinde teslim edilmiş ve İmralı'da mahkum olan Öcalan'ı elinde bulunan AKP hükümetinin PKK terör örgütüyle müzakere masasına oturtulmuş olmasının önemli bir başarı olduğunu söylemeliyiz. Çünkü ABD bu sorunun tarafların birbirini hırpaladığı ama kesin bir üstünlük sağlayamadıkları bir ortamda, zamana yayılmış olarak, zamanı geldiğinde sonuçlanmasını beklemektedir. Bundan sonraki basamakta yeni bir hükümetle ama aynı Öcalan'ın müzakereyi tamamlaması beklenmelidir. Mevcut hükümet veya yeni hükümetin müzakereye yanaşmaması halinde ne olacağının mesajını (ya müzakere ya savaş) son Nevruz'da hem Öcalan hem de Kandil ve destekçileri tarafından verilmiştir. Yani Öcalan süreçte sözde barışı arayan baş aktör olmaya devam ederken hükümeti ve toplumu müzakereye resmen ve kanunen başlatmak için PKK'nın terörist saldırılara başlaması da çok büyük ihtimaldir. 
Yeni dönemde Öcalan süreci çok daha sıkı kontrol altında tutabilecektir, ABD'nin 1999'dan itibaren fiilen içinde bulunduğu suni etnik bir sorun üzerinden 
Öcalan'ı (ve PKK'yı) kullanarak Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik gelişmeleri etkilemeye devam etmesi de mümkün olacaktır.

ABD'nin PKK ve Öcalan konusunda işin içinde olduklarını gösteren diğer konu da yine Amerikan kurumlarının hazırladıkları bazı raporlar ve bunların birbiriyle 
çelişkileridir. Örneğin Amerikan düşünce kuruluşu RAND dünya genelindeki terör örgütleri ve direniş örgütleriyle ilgili olarak 2010 yılından sonra hazırladıkları raporlarda PKK'yı da incelemişlerdir. Bunlarda 1999 yılında PKK lideri Öcalan'ın yakalanmasıyla Türkiye'nin zafer kazandığı değerlendirmesinde bulunmuştur. Aynı dokümanlarda terör örgütlerinin keskin hiyerarşik yapıya sahip olmaları nedeniyle lideri etkisiz hale getirilen terör örgütlerinin dağıldığı tespiti de yapılmaktadır. Ancak yıl 2014 ve halen Öcalan lider hatta hapishaneden ülkeyi yönlendiren bir konuma gelmişse Öcalan'ın etkisiz hale getirilemediğini söyleyebiliriz. Bunun temelinde de Öcalan'ın 1999'daki teslim şartları yani ABD'nin Öcalan'ı manivela yapacak şartları vardır.  Öcalan'ın şuanda çok etkin konumda olduğunu teyit eden diğer bir dokümanda ABD Kongresi Araştırma Merkezinin periyodik olarak hazırlayıp Kongre üyelerine sunduğu Türkiye raporlarında (Türkiye'ye ilişkin karar alışlarda temel başvuru dokümanı olarak kullanılmaktadır) Türkiye'deki ana aktörler (key figures) listesinde 
Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanının yanında sayılan dördüncü kişi Öcalan'dır. 

Cemaat

Cemaatten bahsederken hemen söyleyelim ki söz konusu Kongre raporlarında bahsedilen beşinci ve son kişi Fethullah Gülen'dir.

Ne kadar ilginçtir ki ABD'nin PKK'yı tam bir manivela olarak kullanmaya başlaması ile Cemaat denince herkesin aklına gelen dini örgütlenmenin bir 
manivela haline gelmesi hemen hemen aynı döneme denk gelmektedir. Birisini vermiş diğerini almıştır. Öcalan Şubat 1999'da Türkiye'ye teslim edilirken 
cemaat lideri F.Gülen ise Mart 1999'da ABD'ye gidiyordu diğer bir ifadeyle sığınıyordu. Öcalan görünüşte o güne yaptıklarının hesabının görüleceği bir 
davada yargılanacaktı ama öldürülmemesi / idam edilmemesi şartı vardı. Nitekim ömür boyu hapse mahkum oldu, ancak hapisteyken Kürtlerin sözde tek temsilcisi unvanına ulaştı ve onların adına müzakere masasına oturdu. F.Gülen devlete sızıp ele geçirme planları var diye hakkında dava açılma hazırlıkları yapılırken ABD'ye kaçtı, açılan davada ise beraat etti. Ama Türkiye'ye dönmedi ama bulunduğu yaşadığı ABD'den Türkiye'deki gelişmeleri etkileme, hükümeti 
yönlendirme, dini bir lider olmaktan çok devletin Cumhurbaşkanının ve hükmet üyelerinin muhatap olduğu siyasi bir figür haline geldi.

Bütün ülkelere ilişkin yıllık terör raporları, insan hakları raporları, dini özgürlükler raporu hazırlayan ABD'nin F.Gülen hareketinden habersiz olması, Amerikan topraklarında kendince sürgün hayatı yaşayan bir dini liderin ve onun cemaatinin faaliyetlerini takip etmemesi, onları yönlendirmemesi mümkün değildir. Nitekim Amerikan gizli servislerinin F.Gülen cemaatiyle ilişki içinde olduklarına ilişkin haberler basına da yansıdı. Bırakın gizli servislerin faaliyetlerini yukarıda bahsedilen Kongre raporlarında verilen detaylı bilgiler F.Gülen'in ABD'nin takibinde olduğunu göstermektedir. Türkiye'nin iç dinamikleriyle yakında etkileşim içinde bulunan bir aktörün ABD tarafından kullanılmadığını düşünmek uluslararası ilişkileri, gizli servislerin faaliyetlerini bilenler açısından mümkün değildir.

2013'ün son çeyreğinde ve 2014'ün ilk aylarında ortaya çıkan bilgi ve belgeler gösterdi ki hakkındaki davadan beraat eden F.Gülen'in liderliğindeki oluşum 2000 yılında hakkında açılan davanın iddianamesinde belirtildiği şekilde devletin bütün kurumlarına sızmış, elemanlarının kritik görevlere yerleşmesini sağlamıştı. Bununla yetinmeyip hükümetin desteği ve sağladığı olanakları kullanarak görünürdeki hükümetin arkasında aslında devleti yöneten gizli güç haline gelmişti.

Aslında burada Türkiye'nin seçilmiş hükümeti dar kadrosunun açığını cemaatin yetişmiş elemanlarıyla kapatıyordu.  Bu durum her iki tarafın işine de geliyordu. Bu birliktelik amaçların örtüştürülmesiyle daha da derinleşti. Türkiye'de gündem demokratikleşme, askeri vesayetin sona erdirilmesi ve Kürt sorunun (bazılarına özellikle askerlere göre terör sorunu) çözülmesiydi ya da kısaca askerin etkisizleştirilmesiydi. Bu hedef Kürtçü kesim ve PKK tarafının da işine geliyordu, çünkü onlar da asker aradan çıkarılırsa terörün siyasallaşmasının daha kolay olacağına inanıyordu.  Nitekim öyle oldu ve 2007'den sonra başlayan operasyonlar ve davalar süreci ile bazı yasal düzenlemeler yetişmiş askeri kadroları hapishanelere tıktı, geri kalanlarının özellikle Güneydoğu Anadolu'da kışlalarından bile çıkamaz hale getirdi.

Konuyu biraz yakından takip edenler bilecektir ki bahse konu süreçte psikolojik harekat  teknikleri uygulanmış, toplum yönlendirilmiştir. Şimdi hükümetin 
söylediği şekilde bunu cemaatin tek başına yapmış olması mümkün değildir. Hükümet ortam hazırlamıştır, destek sağlamıştır (zaten bunun yapıldığı inkar 
edilmiyor, sadece safmışsız denilerek işin içinde çıkılmak isteniyor). Cemaatin insan gücünün de psikolojik harekat tekniklerinin uygulanmasına ve binlerce 
belge, bilgi, kayıt elde edilip analiz edilerek tasnif edilmesine yönelik teknik imkanlara sahip olmadığını, bunun bir başka gücün desteğiyle yapılmış olası çok 
büyük ihtimaldir. Bu gücün de cemaatin liderini ağırlayan ülke olduğunu söylemeliyiz.

Ancak burada şu konuyu hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Bütün bunlar yani cemaatin arkasında ABD'nin olması, cemaatin çift taraflı oynayarak hükümeti zor durumda bırakması, 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının yok sayılması, kapatılması, bu konuda hükümetin mağdur gösterilmesi kabul edilemez, rüşvet ve yolsuzluğa bulaşanları haklı göstermez.

Neden cemaat-hükümet kavgası

Peki herşey anlattıklarımız gibiyse son aylardaki hükümet-cemaat çatışması neden yaşanıyor? Bunun Kürt sorununun sözde çözümü ve hükümetin etkinlik sürecini ve görevini doldurmuş olmasıyla ilgisi olduğunu düşünüyorum. 11 yıldır iktidarda olan AKP artık yıpranmıştır, özellikle 2011 seçimlerinden sonraki süreçte hükümetin demokratik esaslardan ayrılmaya başladığının iyice belirginleşmesi yurt içinde hem halk hem de kanaat önderlerinden tepkiler almış, bu tepkiler artık sokaklara taşmıştır. Ayrıca dış politika bağlamında özellikle bölgesel konularda ABD politikasıyla uyuşmazlıklar yaşanmaktadır. Yani hükümet hem iç hem de dışarıda destek sıkıntısı yaşamaktadır. ABD açısından Hükümet öyle bir değişmelidir ki toplumun genelinden gizli yürütülen sözde çözüm süreci de hasar görmemeli, ülkede ve bölgede kaosa yol açmayacak şekilde muhtemelen genel seçimlere kadar halk desteğini yitirmiş seviyeye gelerek iktidarı kaybetmelidir.

Cemaat & hükümet kavgasının sonucundan en fazla faydalanan kesim sözde çözüm süreciyle ülkemizin güneydoğusunda özerk bir yönetim kurmaya çalışan Öcalan liderliğindeki Kürtçüler ve PKK tarafı olmuştur. Sözde sürecin başlaması ancak işlemediğini ortaya çıkmasıyla birlikte 2013 yaz aylarının sonundan itibaren cemaat-hükümet kavgasının da başladığını görüyoruz. Bu kavga sertleştikçe ve 17 Aralık ile birlikte en üst seviye çıktıkça bölgeden hiçbir haberin kamuoyuna yansıtılamadığı çünkü gündeme alınamadığı, adeta bir karartma uygulandığını görüyoruz. Diğer taraftan hükümetin bu kavgayı bir seçim stratejisine dönüştürerek yeni karşı taraflar yarattığını da görüyoruz. Hal böyle olunca kavganın da bir senaryo olabileceğini düşünmeliyiz. 30 Mart'taki yerel 
seçimlerden sonra hükümetin kendince yeterli oy aldığını değerlendirmesiyle birlikte bu kavganın sönümlenmesi hiç de küçük bir olasılık değildir. 

 Sonuç

Küresel güç ABD'nin küresel bazda politika ve stratejiler oluştururken ülkelerin ve yerel unsurların varsa hassasiyetlerini kullanması Amerikan çıkarları 
açısından normal bir uygulamadır. Yukarıda bahsettiğim Amerikan raporunda ABD'nin Türkiye'ye yönelik belirttiği üç maniveladan üçüncüsünü (ABD'nin 
Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileme gücü vardır.) Türkiye'de 1999 ve özellikle 200'ten itibaren kullandığını görmekteyiz. Burada öne çıkan 
manivelalar ise PKK ve cemaattir. PKK'nın yaptıkları bellidir, geçmişi zaten onu aklamaya ve affetmeye izin vermeyecek kadar vahşidir.

Cemaattin ise biz bir hizmet hareketiyiz, iyilik yapıyoruz demesi yaptıkları yasa dışı işleri görmezden getiremez. Hükümetin sağladığı ortamla ve şuanda 
sığındıkları ülkenin teknik ve operasyonel desteğiyle ülkemize, kurumlarımıza ve insanlarımıza karşı yaptırdığı operasyonların, düzmece davaların hesabını 
vermeden, işin içinde yer alanları yargıya teslim etmeden, ne yapalım bizi de başkaları kullanmış diyerek işin içinden sıyrılması kabul edilemez. Aynı şekilde 
hükümetin de her ne kadar soruşturma işinin içinde cemaatin adamlarının olduğunu söylese de 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk iddialarından yargı önünde mutlaka hesap vermesi gereklidir. Kumpas ve yolsuzluklar birbirine uygun ortam hazırlamış olabilir ancak ayrı suç iddialarıdır.

Önümüzdeki en büyük tehlike ise hükümet-cemaat kavgasının da büyük kumpasın parçası bir senaryo olması ve güneydoğudaki bölünmeyi maskeliyor olmasıdır. Böylece yetişmiş insanlarımızın, kurumlarımızın, Atatürk'ün deyişiyle mazisi insanlık tarihiyle başlayan Türk Ordusunu tasfiye gayretlerinin ülkemizin ve milletimizin bölünmesine yol açacak kumpasın saklanmasıdır.


[1] "Türkiye - Amerika Birleşik Devletleri Siyasi İlişkileri", 

http://www.mfa.gov.tr/turkiye-amerika-birlesik-devletleri-siyasi-iliskileri.tr.mfa,ı

Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[2]U.S. Relations With Turkey, Fact Sheet, January 7, 2013, 

http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/3432.htm, Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[3] ABD Ulusal Güvenlik Stratejisinin Şifreleri ve Türkiye, Cahit Armağan Dilek, 
Ocak 2013,  

http://www.asssastratejibulteni.com/ABD_Guvenlik_Stratejisinin_Sifreleri_ve_Turkiye.pdf


[4]“Öcalan'ı biz teslim etmedik, sadece Türkiye’nin işini kolaylaştırdık”,  
13.05.2011, Gazetevatan, 

http://haber.gazetevatan.com/ocalani-biz-teslim-etmedik-turkiyenin-isini-kolaylastirdik/377067/1a/gundem. Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[5] Çapulcudan özgürlük savaşçısına, terörden direnişe, direnişten bağımsızlığa; 
PKK terör örgütünün dönüştürülmesi, 27 Mayıs 2013, Cahit Armağan Dilek, 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/05/27/7012/capulcudan-ozgurluk-savascisina-terorden-direnise-direnisten-bagimsizliga-pkk-teror-orgutunun-donusturulmesi.s
Erişim tarihi 23 Mart 2014.


[6] Yazarın notu: ABD açısından dünyada mücadele edilmesi gereken tek bir terör örgütü vardır o da El Kaidedir. ABD'nin teröre ve ayaklanmaya (direniş 
örgütleri) karşı ayrı ayrı stratejileri vardır. Türkiye'ye dikte edilen ayaklanmalara (direniş örgütlerine) karşı olan yöntemlerdir. Bu yöntemler söz 
konusu örgütlerle ilişki kurmayı, liderleriyle görüşmeyi ve müzakere etmeyi kapsamaktadır. Ancak terörle mücadelede bu konuda sıfır tolerans vardır ve 
teröristler nerede olurlarsa olsunlar aranıp bulunup imha edilmektedir.

..