1 Şubat 2019 Cuma

YEREL YÖNETİMLERİN HAZİNEDARLIK İŞLEMLERİ


YEREL YÖNETİMLERİN HAZİNEDARLIK İŞLEMLERİ 

Atilla İNAN

GİRİŞ 


            14 Ocak 1970 tarih ve 1211 sayılı Merkez Bankası Kanununun 4inci maddesi, bankanın görevlerini saymış olup, bunları:


            I.- Mali ve Ekonomik Müşavirlik, 
            II.-Mali Ajanlık  
            III.-Hazinedarlık olarak belirlemişlerdir. 

            Söz konusu yasa hükmünün hazinedarlık başlığını taşıyan fıkrasında aynen;
             "Banka, hükümetin hazinedarıdır. Bu sıfatla, özelikle, Devletin gerek içerde ve gerekse yabancı memleketlerde tahsilat ve tediyatını ve bütün mazine işlemlerini ve memleket içi ve dışı her nevi para nakil ve havale işlemlerini ücretsiz yapar.
            Hazine ve katma bütçeli idarelerde, Özel İdare ve belediyelere ait paraların kurulu olduğu mahallerde bankaya, kurulu bulunmadığı yerlerde muhabirlerine yatırılması zorunludur. 
             "Banka ve tevdiata faiz ödenemez" denilmektedir. Hükümden anlaşılacağı gibi Merkez Bankasının devletin hazinedarı olduğu belirtilmiş; bunun gereği olarak yuriçi ve yurtdışı  bütün tahsilat ve tediye işlemlerinin, para iletişim işlerinin, ücretsiz yapılacağı belirtilmiştir. Daha sonra Devlet tanımı yapılarak, genel bütçeli kuruluşların özel idare ve belediyelerin yasa kapsamına girdiği açıklanmıştır.
            Hazine işlemlerinin ücretsiz yapılması karşılığında, söz konusu kuruluşların bankaya yatıracağı tevdiata faiz uygulanmayacağı hükme bağlanmıştır.
            Hazine birliği ilkesi para basma yetkisi gibi hemen bütün dünyada Devletin tekelinde olan bir ilkedir. İdari hukukumuza kaynaklık veren Fransız Yönetiminde Hazine'nin birliği ilkesinden hemen hemen hiç taviz verilmemektedir. Türkiye'de ise Hazine birliği ilkesinden sapmalar olmakta hatta bu konuda resmi düzenlemeler bile yapılabilmektedir.
            Hazine birliği ilkesinden bu noktaya varan sapmalar karşısında bazı tedbirler almak zorunlu hale gelmiştir. Son olarak 27.12.l997 tarih ve 23213 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 1998 yılı Bütçe Kanununun 7 nci maddesine Merkez Bankası Kuruluş Kanunu yanında hazine birliğini pekiştiren bir hüküm konulmuştur. Söz konusu madde hükmünde;
             "Genel bütçeli daireler, katma bütçeli idareler,özel bütçeli kuruluşlar, döner sermayeler, fonlar, kefalet sandıkları,bütçenin yatırım ve transfer tertibinden yadım alan kuruluşlar ile özel kanunla kurulmuş diğer kamu kurum ve kuruluşları (kamu iktisadi teşebbüsleri ve bağlı ortaklıkları ile müessese ve işletmeleri, özelleştirme kapsamına veya programına alışmış kuruluşlar .kamu bankaları, belediyeler ile özel kanunla kurulmuş akmu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve yardımlaşma sandıkları hariç); kendi bütçeleri veya tasarrufları ltında bulunan bütün kaynaklarını T.C. Merkez Bankası veya muhabiri olan T.C. Ziraat Bankası nezdinde kendi adlarına açtıracakları Türk Lirası cinsinden ve vadesiz hesaplarda toplanırlar.
            Bu kurumlar tahakkuk etmiş tüm ödemelerini bu hesaplardan yaparlar.
            İlgili kamu kurum ve kuruluşları tasarrufları altında bulunan tüm kaynaklarını, 15 Ocak 1998 tarihine kadar anılan banka nezdinde açtıracakları kaynakları hesaplarda toplamak ve bu banka şubelerini ve hesap numaralarını belirten tarihten itibaren bir hafta içerisinde hazine müsteşarlığına bildirmek zorundadırlar.
            İlgili kamu kurum ve kuruluşlarının yetkilileri ile saymanlar yukarıda bahsi geçen hükümlerin yerine getirilmesinden bizzat sorumludurlar.
            Bu maddenin uygulanması ile ilgili olarak esas ve usulleri belirlemeye, kaynaklar ve kurumlar itibarıyle istisnalar getirmeye Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakan ve Maliye Bakanının müşterek teklifi üzerine Başbakan yetkilidir." denilmektedir.
            Bütçe kanununa ancak normal presödür içerisinde çıkarılacak kanunlara konulabilecek hükümlerin korulması  anayasaya uygunluk açısından tartışılabilir. Söz konusu hükmün Merkez Bankası Kuruluş Kanunundaki hükmün tekrarı niteliğinde olması karşılığında söz konusu iddia anlamını yitirecektir. Ancak tek hazinedarlık ilkesine getirilen istisnalar açısından anayasaya aykırılık iddiaları ciddiyeti korumaktadır. 
            Bu yazımızda Kamu Hazinedarlığı konusunda Bütçe Kanunuyla yapılan son düzenleme karşısında özel idareler ve belediyelerin durumunu incelemeye çalışılacaktır.


            I.- İL ÖZEL İDARELERİNİN HAZİNEDARLIK İŞLEMLERİ 

            1998 yılı Bütçe Kanunuyla getirilen düzenlemeyle, hazinedarlık işlemlerini T.C. Merkez Bankası veya onun muhabiri olarak T.C.Ziraat Bankası aracılığıyla yapacak genel bütçeli kuruluşlar, karma bütçeli idareler, döner sermayeler, fonlar  v.b. arasında özel bütçeli kuruluşlar da sayılmıştır. Özel bütçeli kuruluşlar arasına isr söz konusu yasayla ilgili 561 sıra no.lu Muhasebat Genel Müdürlüğü genel tebliğinde il özel idarelerinin özellikle dahil olduğu belirtilmiş bulunmaktadır.

            İl Özel İdaresi Kanununun değişik 80 inci maddesine göre, il özel idarelerinin Bakanlar Kurulunca kararlaştırılan bankalarda hesap açtırmaları özel bir kanuna dayanmaktadır. 561 seri nolu tebliğdeki özel kanunların verdiği izne dayanarak diğer bankalara yatırılan paraların Merkez Bankası ve T.C.Ziraat Bankası nezdindeki hesaba aktarılması açıkça belirtildiğine göre il özel idarelerinin de hazine birliği kapsamına alındığı görülmektedir. Kanımızca genelgenin bu hükmü Özel İdare Kanununun 80 inci maddesi hükmü karşısında geçerli olmayacağından, il özel idarelerinin hazinedarlık işlerinin bu konuyu eskiden beri düzenleyen Bankalar Kurulu kararlarına göre yapılması uygun olacaktır.


            II.- BELEDİYELERİN HAZİNEDARLIK İŞLEMLERİ 

            1998 yılı Bütçe Kanununun 7 inci maddesi birinci fıkrasında hazine birliği ilkesinden istisna edilen kuruluşlar arasında belediyeler açıkça sayıldığından, belediyelerin hazinedarlık işlemleri eskisi gibi yürütülmeye devam edilecektir. Belediyeler için Başbakanlığın 12.07.1997 tarih ve B.02.OPPG.0.12.383-14697 (l997/30) sayılı genelgesi ile tanınan imkanlar hala geçerlidir. Bir başka değişle belediyelerin döviz hesabı açma yetkisi yatırdıkları paraların vadelerini, faizlerini ve türlerini serbestçe belirleye bilme yetkisi ayrıca hesap açılan bankalarda repo yapma yetkisi devam etmektedir.



30 Ocak 2019 Çarşamba

12 Mart 1971'de Ne Olmuştu?

12 Mart 1971'de Ne Olmuştu?


Muhtırayla silahlar kimdeyse iktidarın da onda olduğu ilkesi bir kere daha doğrulanmıştı. 8-9 Mart'taki radikal darbe girişimi savuşturulmuş, Demirel'in AP hükümeti düşmüştü. 
26 Nisan'da sıkıyönetim ilan edildi. Rejim aktif saldırısına başlıyordu.

İstanbul - BİA Haber Merkezi
11 Mart 2008, Salı 

12 Mart 1971'de üç kuvvet komutanı ve Genel Kurmay Başkanı'nın imzasıyla TRT haber bültenlerinden okunan hükümete yönelik muhtıra ile Ordu, "Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Talimatı"nın Anayasa'dan daha üstün bir belge olduğunu pratikte kanıtlayarak Süleyman Demirel'in AP hükümetini düşürdü.
Parlamento kapatılmamış, siyasal partilerin çalışması engellenmemiş ve hiçbir yönetici tutuklanmamış ve hükümet idaresine fiilen el konulmamış olmakla birlikte bu apaçık bir darbe idi. Ordu kendi iradesini seçilmiş meclislerinin iradesine dayatmış ve silahlı kuvvetlerin yürütmesi "egemenliğin kayıtsız şartsız ait" olduğu söylenen milletvekillerinin ellerinden alınmıştı. Silahların kontrolü meclis ve hükümetin elinden çıkmıştı ve "silahlar kimdeyse iktidarın da onda" olduğu ilkesi bir kere daha doğrulanmıştı.

"12 Mart Muhtırası" adı verilen müdahalenin meşruiyet gerekçelerinin sıralandığı belgenin "reformlar ve inkılap kanunları"ndan söz eden programatik imaları, birçok çevrede yıllardır sözü edilen hasretle beklenen ve gerçekleştirilmesi uğruna sosyalist hareketin içindeki birçok çevre de dahil kimi "ilerici" ve "devrimci"lerin pek çok çaba gösterdikleri "radikal darbe"nin sonunda gerçekleştirildiği izlenimini veriyordu ama Muhtıra'dan çok kısa bir süre sonra silahlı kuvvetlerden aralarında "radikalizm"in yıldızları Tümgeneral Celil Gürkan, Hava Tuğamiral Aydın Kirişoğlu ve Deniz Tuğamiral Vedii Bilget'in de bulunduğu bir grup orta kademe subayın tasfiye edilmeleri tüm "radikal" çevrelerde hayal kırıklığına yol açtı.

Doğan Avcıoğlu'nun Devrim dergisi "Doğru Teşhis, Yanlış Tedavi" belirlemesinde bulunurken siyasal iktidarın parlamento ile paylaşılmaya devam edilmesini eleştirmeye başladı. Tereddütler yerini çok geçmeden karamsarlığa bıraktı. Erim Hükümeti açıklanıp programını ilan ettiğinde ve Vehbi Koç'un ağzından tekelci burjuvazinin tam onayını aldığında, herkes ve bu arada devrilen Demirel'in AP'si bile herhangi bir "radikalizm2in iktidara tırmanmakta olmadığından artık emindi. Düzen bir kere daha çatışan tarafların üzerine doğru tırmanarak bir hakem konumuna doğru yükselen yürütme gücünün egemenliğiyle kendisini kurtarmıştı. Sıra düzeni tehdit eden güçlerin hizaya getirilmesindeydi.

8-9 Mart 1971

Gerçekte Süleyman Demirel'in bir ordu müdahalesiyle devrilmesi aylardır bekleniyordu ancak hükümetten yana olduğu bilinen Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç'ın müdahalenin başında bulunacağı umulmuyordu. Silahlı kuvvetlerde hayli yaygın bir zemine sahip olan "radikaller"in bir kere girişim başlayınca önderliği ele geçireceği sürekli olarak varsayılmıştı. Radikallerin sürekli aşağıdan yukarı doğru baskısıyla sonunda 8 Mart'ı 9 Mart'a bağlayan geceyarısı silahlı kuvvetlerin büyük bir bölümü harekete geçmek üzere alarma geçirildi. Darbe için hazırlanmış planlar uyarınca birlikler seferber edildi. Sıra kuvvet komutanlarının harekat emrini vermesindeydi.

Ancak bu emir hiçbir zaman gelmedi. Çünkü "Radikallerin" bütün bağımsız örgütlerinin bilgisini ve yönetimini kendilerine bağladıkları ve hepsi de "radikal" olarak bilinen Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ile Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan, darbe "radikaller"in programına uygun olarak yürürlüğe konduğunda karşılarında güçlü bir direniş cephesi oluşacağını görmüşlerdi. Silahlı Kuvvetlerin bu darbe süreci içinde bölünmesinin giderek darbede inisiyatifin kendi ellerinden de çıkartacağını ve alt kademedekilerin hazırlıklarını buna göre de yaptıklarını öğrenen Batur ve Gürler, Türkiye'nin General Necib'i olma korkusu içinde ancak aşağıdan gelen sürekli baskı altında bir müdahale adımı atmaksızın daha uzun süre oyunu sürdüremeyecekleri nin de farkında olarak, ordunun Amerikancı ve tutucu kanadının ortalama eğilimlerini dile getirdiği bilinen Genel Kurmay Başkam Memduh Tağmaç ile anlaştılar. Buna göre, ordu yumuşak bir müdahale ile "radikaller"in nefretinin simgesi haline gelmiş olan Demirel ve AP hükümetini alaşağı edecek, buna karşılık Batur ve Gürler de alt kademedeki "radikaller"i tasfiye edeceklerdi.

Böylelikle hem silahlı kuvvetlerde bölünme tehlikesi ve bunu izleyebilecek bir "iç savaş" tehlikesi atlatılmış oluyordu, hem de büyük burjuvazinin otorite bunalımını aşmak için bir olağanüstü rejim üzerinde burjuvazinin bütün fraksiyonları uzlaşmış oluyorlardı.

12 Mart Müdahalesi silahlı kuvvetlerdeki bu iki gücün çalışmalı dengesinin pratik anlatımıydı. Süleyman Demirel hükümetinin devrilmesinin ardından "Nasır"lar olabileceklerinden kuşkulanılan generaller ordudan çıkartılınca, aslında üstünlük bir anda Amerikancı ve muhafazakar kanadın eline geçmiş oldu. Çünkü bu noktadan sonra Batur ve Gürler artık isteseler de 12 Mart Muhtırası'nın parlamento ve burjuvazi karşısındaki blöfü olan ve gerçekte "radikaller"i frenlemekten başka bir amacı olmayan, reformlar yapılmazsa "idareyi doğrudan doğruya üzerine alma" tehdidini gerçekleştiremezlerdi. Bunu birlikte yapabilecekleri hiyerarşiden bağımsız bir örgüt yoktu artık. Onu kendi elleriyle parçalamış ve tasfiye etmiş, önderlerini Tağmaç ve Türün'ün önüne atmışlardı.

1965'ten başlayarak adım adım kurdukları bağımsız örgütlerini paşalarına teslim eden "radikaller"in, kendi planlarını karşı tarafa açıkladığını düşündükleri Korgeneral Atıf Erçıkan'ın evini bombaladıktan sonra yakalanan Dev-Genç eski Genel Sekreteri Ruhi Koç ve 69 deniz subayı hareketinin önderi emekli deniz teğmen Sarp Kuray "radikaller"in hayal kırıklıklarının ve öfkelerinin canlı bir örneğiydiler.

Yukarıda, silahlı kuvvetler komuta kademesinde varılan anlaşma aşağıda, parlamentoda da yansımasını buldu ve AP, CHP ve öteki partiler başbakanlığa atanan CHP milletvekili Nihat Erim hükümetine bakan vereceklerini ve programını onaylayacaklarını bildirdiler. Hükümete parlamento dışından Yön ve Sosyalist Kültür Derneği çevresinden OECD ve Dünya Bankası'nın gözde teknisyenlerinden Atilla Karaosmanoğlu, NATO Genel Sekreter Birinci Yardımcısı Osman Olcay, OYAK Yönetim Kurulu Üyesi Özer Derbil, 27 Mayısçı Sadi Koçaş, "ilerici" öğretim görevlilerinden AÜ Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Türkan Akyol ve başka teknisyenler de girdiler. Böylece ordunun zoru altında burjuvazinin bütün eğilimleri, teknokrasi ve bürokrasi bir hükümet çevresinde birleşmiş, temsili bir "milli birlik ve beraberlik" siyasal çevrelere hakim olmuş gibi görünüyordu.

Cumhuriyet'te İlhan Selçuk, Erim hükümetinin "Reformlar"a girişebilmesi için Atatürkçülerin birlik içinde kalması gerektiğini vurgular ve Mehmet Ali Aybar Erim hükümetine güven oyu verirken, TİP, Dev-Genç ve SDDF "tekelci kapitalistlerin", "bürokratik faşizmin" hükümetine hiçbir şekilde destek olmayacaklarını ilan ettiler. Resmi siyaset sahnesinde süregiden tüm ilişkiler bir fars havasına bürünürken CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, Türkiye'de Yunanistan usulü bir askeri diktatörlük kurulmuş olduğunu söyleyerek görevinden istifa etti.

"Radikaller" bozgun havası içinde geri çekilmeye ve darbeye kadar onayladıkları "Gerillacılık"tan vazgeçilmesi çağrıları yayınlamaya başladılar. Düzen kendisini yeniden tesis ederken NATO'nun güneydoğu kanadında ortaya çıkmış olan belirsizlikler ABD'nin istekleri doğrultusunda giderilmeye ve büyük burjuvazinin "komünizmle mücadele" programı paramiliter çetelerin elinden alınarak doğrudan doğruya devletin gizli aygıtlarına devredilmek, "kontrgerilla" sahneye çıkmak üzereydi. Ancak bunun için öncelikle görünüşte hala yürürlükte olan parlamentonun yürütme yetkilerinin askıya alınması, öte yandan Anayasa'da ezilen sınıfların özgürlük mücadelesi alanını yasallaştıran hükümlerin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Burjuvazinin siyasal gündeminde Anayasa'nın değiştirilmesi ve sıkıyönetim ilanı vardı.

Sıkıyönetime doğru,

12 Mart'tan sıkıyönetimin ilan edildiği 26 Nisan 1971'e kadar geçen süre içinde toplumsal mücadeleler de, silahlı eylemler de, faşist hareketin saldırıları da durulmadı. 20 Mart 1971'de Batman'da üç bin köylü kent meydanında biraraya gelerek "açız" diye haykırdılar. Jandarmanın zor kullanmasına karşın dağılmayarak sopa ve taşlarla karşılık verdiler. 21 Mart'ta Konya'da Eğitim Enstitüsünde faşist "komando"lar devrimci öğrencilere saldırarak altısını bıçakla yaraladılar. 24 Mart'ta İstanbul'da bin tekstil işçisi Enboy fabrikasında direnişe geçtikten sonra haklarını savunmayan Teksif merkezi ve şubelerini işgal ettiler.

25 Mart'ta Samsun'un Alaçam ilçesinde tütün üreticilerinin Tekel'in Tütün satmasını engelleyerek gerçekleştirdikleri direnişte dört öğretmen ve dört üretici tutuklandı. İstanbul'da Vezneciler'de faşistlerin üniversiteyi işgal girişimini önleyen devrimci öğrencilerle faşistler arasında çıkan çatışmadan sonra DGSA'yı basan polislerle de silahlı çatışma çıktı ve bir öğrenci iki polis yaralandı. 29 Mart'ta Ankara'da Kurtuluş Lisesi önündeki çatışmada faşistler üç devrimci öğrenciyi kurşunladılar. İstanbul'da Işık mühendislik ve Mimarlık Akademisini işgal ederek uzun saçlı erkek öğrencilerin saçlarını kesmeye başladılar. 31 Mart'ta İTÜ olaylar çıkacağı gerekçesiyle kapatıldı, 1 Nisan'da Robert Kolej kapatıldı.

3 Nisan'da işçileri 80 gündür grevde olan Grundig elektronik fabrikasının sahibi evine konulan dinamitle yaralandı. 3 Nisan'da Otomarsan fabrikalarının sahibi Mete Has ile Adanalı toprak sahibi Talip Aksoy kaçırıldılar ve 400 bin TL fidye karşılığında 5 Nisan'da serbest bırakıldılar. 10 Nisan'da İstanbul'da Balıkesir Öğrenci Yurdu'na faşist "komandolar" tarafından açılan ateşle Niyazi Tekin ağır yaralandı ve öğrenci Hasan Erkişi kaçırıldı. Niyazi Tekin 21 Nisan'da hastanede öldü. 16 Nisan'da Dr. Rahmi Duman'ın oğlu Hakan Duman fidye karşılığı kaçırıldı. 18 Nisan'da fidye ödenerek Hakan Duman serbest bırakıldı. 20 Nisan'da İstanbul DMMA faşistlerin saldırısı üzerine kapatıldı. 26 Nisan'da Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Hatay ve Diyarbakır'da Sıkıyönetim ilan edildi.

12 Mart rejimi Dev-Genç, ÜOB, TÖS, DDKO ve irili ufaklı birçok derneği kapatmaya başladı. Rejim aktif saldırısına başlıyordu. (SA/EÜ/TK)

* Bu Metin Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi'nden alındı. (7.cilt, sf.2166-68)

https://m.bianet.org/bianet/siyaset/105503-12-mart-1971-de-ne-olmustu


***

28 Ocak 2019 Pazartesi

12 Mart Muhtırası,

12 Mart Muhtırası,


18 May 2015 

GİRİŞ

Hint kökenli ABD ve Türkiye vatandaşı olan ünlü akademisyen Prof. Dr. Feroz Ahmad, “Modern Türkiye’nin Oluşumu” adlı eserinin giriş kısmında şu soruyu sorar, “Türkiye askeri bir toplum mu?” Kitap genel olarak bu soru etrafında şekillenmiş ve bu soruya cevap aramak için kurgulanmıştır. Ve nitekim Feroz Ahmad elde ettiği cevaplar ve kıyaslar ile sonuca ulaşır. Sonuca ulaşmada en kuvvetli delilleri ordunun toplumda kutsal yerinin olması, askerin siyasi rejimin koruyucusu olarak görülmesi ve bu niteliğini toplumdan almasıdır. Bu temel değerlendirme yanında, Osmanlı’nın son döneminde özellikle asker kökenli İttihatçıların etkisi, sonrasında Cumhuriyetin kurucu kadrolarının Mustafa Kemal önderliğinde asker kökenli kişilerden oluşması ve 1990’lı yıllara kadar Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı koltuğuna bir sivil vatandaşın oturmamış olması, 1960 ve 1980 darbelerine toplumun sessiz kalışı ve gizli bir onay göstermesi hep bu temel sorunun dayanağını oluşturan argümanlar olarak Ahmad’ın tezine sonuç vermesine yardımcı olmuştur.

Feroz Ahmad’ın iddiaları elbette tartışılabilir ve hatta tartışıldıkça farklı sonuçlara ulaşılabilir düşüncelerdir. Ancak bu iddialar arasında dikkate değer olan ve özellikle Cumhuriyet sonrası Türkiye’de önemli gelişmelerin habercisi olacak olan ordunun veya askerin kendisini siyasi rejimin koruyucusu olarak görmesidir. Öyle ya, Cumhuriyetin kurucuları askerdir ve ortaya koydukları temel siyasi düşünce ve yeni devlet rejimi ancak asker tarafından korunabilecektir. Bu iddia 1960 yılından itibaren neredeyse on’ar yıllık periyotlarda siyasal düzlemde askerin kendisini hatırlatmasına hatta hatırlatmakla kalmayıp, sistemi yeniden anayasa ve diğer araçlarla dizayn etmesine kadar gitmiştir.

Askeri Darbe, ülkemizin yakın siyasi tarihinde önemli bir kırılma noktası veya siyasetin kavşak noktası olarak belli yıllarda kendini göstermiştir. Bu gösteriş bir ‘Darbe’ olarak ortaya çıktığı gibi bir ‘Muhtıra’ olarak ve bir ‘Post Modern Darbe’ olarak da karşımıza çıkmıştır. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre; Darbe, “Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükûmeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme iş”, Muhtıra ise, “Herhangi bir şeyi hatırlatmak, uyarmak amacıyla yazılan yazı” olarak tanımlanmaktadır. 1960 ve 1980 yıllarında askerin ülke yönetimine fiili bir şekilde el koymaları bu eylemi darbe olarak tanımlayacak bir askeri müdahaledir. 1971 yılının 12 Martında, Genelkurmay Başkanı ve dört ordu komutanın Cumhurbaşkanına muhtıra vermek suretiyle hükümeti istifaya zorlaması hadisesi ise niteliği itibariyle bir Muhtıra sayılacak askeri bir müdahaledir. Darbeden farklı olduğu nokta ise, ordu kışlasından çıkarak ülkenin bütün yönetim organlarına fiili olarak el koymamış bunun yerine yazılı ve sözlü olarak hükümetin istifa etmesi yönde bir baskı kurmuştur.

12 MART ÖNCESİ: DÖNEMİN YAPISI

Türkiye Cumhuriyetinde, 1923 sonrası dönemde başarılı olmuş ilk askeri darbe 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleştirilen darbedir. Ordu, Demokrat Parti iktidarı döneminde siyasetten nispeten uzaklaşıp karargâhında kalmaya yaklaşık on yıl kadar sabredebilmiş ve 1960 yılında eyleme dökülen ve sonu halkın büyük çoğunluğu tarafından seçilmiş olan Başbakan’ın idam edilmesine kadar gidecek anti demokratik süreç vuku bulmuştur.

1960 darbesi meydana geldikten sonra Muhtıraya kadar olan süreç oldukça karışık bir takım olayların meydana geldiği bir siyasi dönem olarak kalmıştır.

27 Mayıs 1960 darbesi sonrası oluşan iklimde 1965 yılına gelinene kadar koalisyon hükümetler dönemi olarak beliren bir dönem geçilmiştir. Darbenin kendisine yapılan Demokrat Partinin devamı olarak görülen Adalet Partisi 1965 seçimlerinde adeta halk tarafından gecikmiş bir ‘özür’ mahiyetinde yüzde 53 oy oranıyla tek başına iktidara gelmiştir. Adalet Partisinin yanı sıra Türkiye İşçi Partisi de bu seçimden 15 milletvekili çıkarabilmiştir. Bu seçimlerin kaybedeni ise 60 darbesinde askerin müdahalesine karşı çıkmamakla hatta karşı çıkmadığı gibi desteklemekle suçlanan CHP olmuştur.

1965 yılından sonra gerçekleşecek olan 1969 seçimlerinde ise Dünya’da hâkim olan ‘68 Gençlik Kuşağı’ olarak adlandırılan sol düşünce tarzı Türkiye’de de etkin olmaya başlamıştır. 1960 darbesi sonrasında özellikle 61 Anayasasının özgürlükçü ortamında kurulmaya başlanan gençlik hareketleri 60’lı yılların sonunda iyice etkili olmaya başlamışlardır. Üniversite gençliği üzerinde daha da etkili olan bu eylem tarzı nedeniyle sıkça üniversite boykotları, açık hava eylemleri artmaya başlamıştı. Bu düşünceye karşı olan sağ görüşlü öğrenci hareketleri de bu dönemde karşı bir mücadelede bulunmak için örgütlenmelere başlamışlardı.

1969 yılı öğrenci olaylarının 27 Mayıs sonrası en yoğun olduğu yıl olarak yaşanmıştır. 1969 yılının ilk günlerinde ODTÜ’ye rektör ziyareti için gelen ABD Büyükelçisi Conner’ın arabası üniversite de yakılmıştı. 16 Şubat Pazar günü ise daha ağır sonuçlar doğuran bir olay yaşanmıştı. ABD donanmasına ait 6.filoyu protesto amacıyla İstanbul’da Taksim Meydanında bir araya gelen ve eylemde bulunan sol görüşlü 76 farklı gençlik hareketi mensubu ile karşı görüşte öğrenciler birbirine saldırmış ve neticesinde 2 kişi ölmüş ve çok sayıda yaralanma meydana gelmişti. Bu yaşanan olay siyasi tarihimizde “Kanlı Pazar” olarak yerini almıştır.

Aynı yılın Mayıs ayına geldiğimizde ise, 1 Mayıs günü ölen Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in 3 Mayıs günü gerçekleştirilen cenaze namazında yaşananlar gerginliği daha da arttırmıştır. İmran Öktem, daha önce adli yıl açılışı konuşmasında yapmış olduğu “Tanrıyı ’da insan yaratmıştır” sözleri ve var olan cemaatlere yönelik ağır eleştirileri nedeniyle sağ görüşlü ve İslami camia nezdinde çok eleştirilen bir kimseydi. Ölümü üzerine 3 Mayıs günü Ankara Maltepe Camiinde cenaze namazı kılınacağı esnada ortaya çıkan bir kimse, “Allahsızın cenaze namazı kılınmaz” diye bağırmaya başlamış ve halk cenazeyi protesto etmeye başlamıştı. Bu gergin ortamda cenazeyi kıldıracak imam bulunamamış ve uzun süre protestolar eşliğinde cenaze için oraya gelenler cami dışına çıkamamışlardı. Sonrasında ise Yargıtay’ın bir başka hâkim üyesi namazı kıldırmış ve geniş hak protestosu eşliğinde orada bulunanlar cami dışına çıkabilmişlerdir. Bu olay gergin siyaset ve toplumsal gündeme yeni bir yansımada bulunmuş ve bu olayın toplumsal izi sağ-sol çatışmasını arttırmaktan başka bir neticeye varmamıştır.

1969 yılından 1970 yılına geçildiğinde ise, işçi sendikalarının eylemleri sürekli olarak gündemde yer almıştır. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) tarafından 15-16 Haziran tarihlerinde organize edilen iççi sendikaları kanununa muhalefet eylemi ise neticesi itibariyle kanlı bitmiştir. Çoğu yazarın ve araştırmacının görüşüne göre, 1’i polis 4 kişinin ölümüyle ve yüzlerce yaralıyla sona eren bu eylem, aynı zamanda yeniden bozulan ülke ortamı için rejime bir müdahale gerekliliği düşünenler içinde “haklı” bir gerekçe oluşturmaya yaramıştır. Bu eylem neticesinde olağanüstü hal ilan edilmiş ve sivil iktidarın yetersiz kaldığı pek çok yerde asker devreye girmiştir. Bu devreye giriş kimilerince, aynı zamanda yaklaşan darbe ortamının habercisi olarak adeta bir provasının yapılması olarak değerlendirilmiştir.

12 MART SÜRECİ

1971 yılının henüz daha en başında, 1 Ocak’ta gazetelere yansıyan bir ifade aslında 1971 yılının hiçte sanıldığı kadar sıradan bir takvim yılı olmayacağının habercisi niteliğindeydi. Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu gazetelere verdiği demeçte, “1961 Anayasasını bertaraf etmek gayesi güden aşırı ve zararlı akımlar mevcuttur” ifadesini kullanmış ve bununla mücadelede bulunacaklarını belirtmiştir.

1971’in Ocak ve Şubat aylarında, öğretmenlerden belediye işçilerine, hekimlerden Devlet Opera ve Balesi sanatçılarına dek toplumun çeşitli kesimlerinde hoşnutsuzluklar ve hak arayış çabaları yüksek perdeden seslendirilmeye başlanmıştı. Öğrenci olaylarından boykotlardan dolayı üniversiteler süresiz kapatılmakta; polis yurtlara baskınlar düzenlemekte, öğrenciler gözaltına alınmakta ve tutuklanmaktaydılar. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç bu dönem için, “sosyal gelişmenin iktisadi gelişmeyi aştığı” görüşünü basınla paylaşmıştır. 1970’lerin başında gençlik örgütleri, silahlı eylemlerle de gündemde olmaktaydılar. Ankara, İstanbul gibi büyük illerde banka soygunları ve adam kaçırmalar artmış, bu eylemler arkasından sürekli gençlik örgütlenmeleri çıkar olmuştu.

Mart ayına gelindiğinde ise ülkenin gündemi iyice şiddet sarmalına kilitlenmiş ve hemen her gün yeni bir eylem ve kanlı neticelerinden bahsedilir olmuştu. Böyle bir ortamda, 4 Mart günü, Ankara Gölbaşı’ndaki ABD üssünde görevli dört Amerikalı, Deniz Gezmiş’in de içinde yer aldığı Türkiye Halk Kurtuluş Ordu’su tarafından kaçırılarak fidye istenmiştir. Amerikalıları bulmak için ODTÜ’ye giren 30 bin polis ve askerin yaptığı aramada, bir asker ve bir öğrenci vurularak ölmüş ve çok sayıda yaralı olmuştur.

Ülke içerisinde birlik sağlanamazken, yurt dışına karşı da bir takım zorluklar yaşanmaktaydı. Özellikle ABD Nixon yönetimine karşı hükümetin tavrı ABD nezdinde AP Hükümetine olumsuz görüşlerin her gün basın yoluyla iletilmesine kadar varmıştı. ABD Nixon yönetimi gençlerin uyuşturucu alışkanlığına karşı başlattığı mücadelede, Amerikan eroininin yüzde seksen oranında kaynağını Türkiye’de üretilen haşhaşa bağlamış, üretiminin durdurulmasını istemiştir. Bu durum 20 Temmuz 1970’de Amerikan Kongresinde gündeme getirilmiş, Türkiye’ye ekonomik yaptırım uygulanması gerektiği belirtilmiştir. AP hükümeti haşhaş üretimi konusunda birçok önlem almış, üretimin yasaklanamayacağını belirtmiştir. Bu durum üzerine Demirel, Beyaz Saray’da istenmeyen adam durumuna düşmüştü. Yine bu dönemde Washginton Post gazetesi “Ordu huzursuz Demirel’in günleri sayılı” diye yazmış, müdahale için geriye sayım başlamış her yerde ihtilal söylemleri yayılmıştır.

Ülkenin sosyal ve siyasi düzeninde bu hareketlilikler yaşanırken ordu kanadında da süreç üzerinde birtakım hazırlıklar yapılmaya öncesinden başlamıştı. 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren generallerden olan Cemal Madanoğlu 1967 yılından 1971 yılına kadar sürecek dönemde yeni bir darbe planı hazırlamıştı. Madanoğlu, 27 Mayıs darbesinin amacından saptığını demokrasinin Türkiye gerçekleriyle uyuşmadığı savı ile hareket edip Milli Demokratik Devrimi gerçekleştirmek adına harekete geçmişlerdir. Hatta darbe tarihi olarak 9 Mart 1971 düşünülmüştür. Yani Muhtıradan 3 gün öncesi. Darbe sonrası yeni bir anayasanın kurulmasından kimlerin hükümeti kuracağına kadar pek çok kalem belirlenmiş ve askeri komutanın dahi değiştirilerek yeni kademelenmenin kimlerden oluşacağı yazılıp çizilmiştir. Ancak MİT ve Genelkurmayın girişimi ve erken öğrenmeleri sonucu darbe girişimi gerçekleşmemiş ve engellenmiştir. Yapılması kuvvetli muhtemel olan bu darbenin gerçekleşmemesinde darbeye desteklerini açıkça ortaya koyan kuvvet komutanlarından Muhsin Batur ve Faruk Gürler’in darbe sonrası tasfiye edilecekleri korkusuyla Tağmaç yanında hareket etmeye başlaması da vardır. Bunun üzerine durumu izah etmek ve sıkıntıları anlatmak için dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın yanına çıkarak o günden sonra siyasi hayatımızın en ilginç cümlelerinden biri olacak ifadeyi Cumhurbaşkanına aktarmıştır, “Genç Subaylar rahatsız!”

Bu görüşme neticesinde yapılacaklar konuşulurken, genç subaylardan daha baskın çıkan üst düzey subaylar ve generaller erken davranarak 3 gün sonrasında 12 Martta Muhtırayı ilan etmişlerdir. 12 Mart Muhtırası, Genelkurmay sekreterliği tarafından üç subaya verilmiş ve TRT’ye götürülmesi emri verilmiştir. 13 haberlerinde TRT haber spikeri muhtırayı ilk defa Türkiye’ye duyuran kişi olmuştur. Aynı saatler içerisinde Meclis başkanına tevdi edilen muhtıra Meclis Başkan vekili Fikret Turhangil tarafından meclis genel kurulunda okunmuştur.

“Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın Kendi ülkesini işgal eden ordu öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir. Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize…””

12 MART MUHTIRASI NEDEN YAPILDI?

12 Mart Muhtırası muhtırayı veren askeri kadronun ilan ettiği bildiride de yer alan, ekonominin bozulması, paranın değerinin düşmesi, üniversitelerde başlayan öğrenci gösterileri, sendikaların grevleri sonucu üretimin düşmesi, Aleviler ile Sünniler arasında çatışmaların başlaması, İstanbul’sa İsrail başkonsolosunun sol bir örgüt tarafından kaçırılarak öldürülmesi gibi gerekçelere dayandırılmıştır.

Muhtırayı imzalayan dört üst düzey komutandan birisi olan Orgeneral Muhsin Batur, 1986 yılında yayınladığı anılarında, muhtıranın sağ hükümete karşı yapıldığını fakat olayları tırmandıranların muhtıraya destek veren radikal sol örgütlerin de etkili olduğunu söylemiştir. 1970’in başlarında ODTÜ’de sol görüşlü gençlerin başlattığı olaylar, polisle öğrencilerin çatışmaları muhtıranın gerekçelerinden birini oluşturmuştur. ODTÜ öğretim görevlilerinden Bahri Savcı, Cumhuriyet gazetesine yazdığı bir yazıda öğrencilerin daha fazla eylem yapmasını istemiş, ülkenin geleceği için solcu gençlerin sokağa dökülmeleri çağrısını yapmıştır. Banka soygunları, adam kaçırmalarda bu dönem ciddi bir artış meydana gelmiştir.

12 MART MUHTIRASI SONRASI

Muhtıra verilip hükümet kurulduktan sonra ilk iş olarak, amaçları kökten darbe yapmak olan beş general, bir amiral ve 356 albay ordudan tasfiye edilmiştir. Bu tasfiyenin amaçlarından biriside, eğer bu kadro başarılı olmuş olsaydı Muhtıra veren ekibi tasfiye edecek olmasındandır. Aynı zamanda bir kere darbeye niyetlenen ve son anda gerçekleştirememiş olan bu kadronun süreç içerisinde disiplin olarak kontrolünün zor olacak olması da nedenlerden birisidir.

Muhtırayı desteğini açık bir şekilde belirten ilk kişilerden biri TİP lideri Behice Boran’dır. Boran, Adalet Partisi iktidarının sivil faşizme geçtiğini savunarak hükümetin anayasaya aykırı faaliyetlerin içine girdiğini iddia etmiştir. DİSK muhtıraya destek verdiğini, sol görüşlü hareket liderlerinden Mucip Ataklı, askerin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirerek “hukuki bir ihtilal” yaptığını açıklamıştır. Sol Kemalist dernekler ortak bir bildiri yayınlayarak muhtıraya destek verdiklerini ilan etmişlerdir. Nedense sol görüş tarafında muhtıraya karşı duyulan bu destek mahiyetli açıklamalar sağ görüşlü kimselerden veya gruplardan fazlaca gelmemiştir.

Muhtıra Meclis bünyesinde okunduktan sonra ilk tepki Senato Başkanı olan Tekin Arıburnu’ndan gelmiştir. Muhtıranın muhatabı olan Adalet Partililer sessiz bir şekilde olanı veya olacağı seyrederken, CHP’liler okunan metni Meclis bünyesinde alkışlayarak karşılamışlardır.

Dönemin Başbakanı olan Süleyman Demirel, muhtıra metnine itiraz ederek karşı bir muhtıra yayınlamak görüşlerinin aksine, muhatabı oldukları metnin daha da büyüyerek 27 Mayıs vari bir askeri darbe olarak tekrar karşılarına gelmemesi adına Bakanlar kurulunda mevcut bazı bakanların muhalefetine rağmen, hükümetin istifa dilekçesini imzalayarak Adalet partisi hükümetini sona erdirmiştir.

12 Mart Muhtırasını ve hükümetin düşmesini dönemin önemli bir gençlik hareketi olan sol görüşlü Dev-Genç ve önemli sol gruplar muhtırayı memnuniyetle karşılamışlar, sivil diktatörlüğün hükümetin istifasıyla sona erdiğini ilan etmişlerdir. Bu memnuniyet sadece onların şahsında kalmamış, ülkü ocakları ve sağ görüşlü camianın bazı grupları da muhtırayı destekler açıklamalar yapmışlardır. Bunun sebebi ise, Muhtırayı veren kadronun aslında 9 Martta darbe girişiminde bulunan kişilerce verilmiş olduğunun sanılmasıdır. Muhtırayı veren kişiler ve reform niyetlerinin gerçek arka planı daha sonra gün yüzüne çıkacak ve bu durumda en büyük mağduriyet yine bu grup ve kişiler yaşayacaktır.

12 Mart muhtırası kendisine karşı olan bu desteğe rağmen en büyük zararı yine yukarıda ismi zikredilen grup ve kişilere vermiştir. Türkiye İşçi Partisi kapatılmış, Dev-Genç’in hareketlerine son verilmiş ve liderleri tutuklanmıştır. Muhtıra sonrası Türkiye’sinde Cuntacıların en önemli icraatlarından birisi de, dönemin en bilindik kişilerinden olan sol görüşlü gençlik hareketi lideri Deniz Gezmiş ve iki arkadaşı bu muhtıra sonrası oluşturulan ortamda göstermelik bir yargılama ile idam edilmiş olmasıdır.

12 Mart Cuntacı kadro kendilerinden önce ilk darbeyi gerçekleştiren kadrodan farklı olarak yönetimi büsbütün ellerine almamışlardır. Bunun yerine nispeten uzlaşma mantığını gösterir nitelikte ama kontrolün kendilerinde olduğu bir AP-CHP koalisyonu kurmuşlardır.

12 Mart Muhtırası asıl olarak “Genç subaylar rahatsız”’ın yansıması olarak oluşmuştur. Genç subayların rahatsız olması ise, bir bakıma 1961 anayasası ile oluşturulan siyaseti yeniden tanzim edilmesi düşüncesinden doğmuştur. 1960 yılında yapılan darbe ile tasavvur edilen ve kısmen oluşturulan rejimin devam etmediğini görünce müdahale etme gereğini duyarak hatalarını, eksiklerini gidermeye çalışmışlar, vesayetçi anlayışı güçlendirmeye çalışmışlardır.

12 Mart Muhtırası bir ara dönem olarak siyasi hayatımızda sonuç doğurmuştur. Meclis bütünüyle feshedilmemiş ancak kurulan yeni hükmet ile bir takım reformların yapılması istenmiştir. 1961 Anayasasının doğurduğu düzen için “özgürlükler bize bol geldi” düşüncesi hâkim olmuştur. Yeni hükümetin başbakanı olan Nihat Erim bu dönemde “gerekirse özgürlüklerin üzerine şal örteriz” açıklamasını yapmıştır. Başbakan olduktan sonra ise “kafalara balyoz gibi inmekten” bahsetmiştir. Nitekim bu açıklamasından sonra, Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Diyarbakır, Kocaeli, Sakarya, Eskişehir, Hatay, Zonguldak ve Siirt’te sıkıyönetim ilan edilmiştir. Arka arkaya açıklanan sıkıyönetim bildirileriyle nişan, nikâh, düğün, okul aile birliği ve sportif faaliyetler hariç olmak üzere her türlü toplantı yasaklanmıştır. Erim; “hiç kimse unutmamalıdır ki,12 Mart öncesine geri dönüş yoktur” diyerek Türkiye’yi yeni bir liberalleşme dönemi yaşamasını önlemek,1961 Anayasa’sının ülke için bir lüks olduğu için daraltılması gerektiğini vurgulamıştır.

“‘Reformlar ve inkılap kanunlarından söz eden 12 Mart Muhtıra’nın, birçok çevrede yıllardır sözü edilen, hasretle beklenen ve gerçekleştirilmesi uğruna sosyalist hareket içindeki birçok çevrenin de çaba gösterdiği ‘radikal darbe’nin sonunda gerçekleştirildiği izlenimini vermesine karşın, kısa bir süre sonra ‘radikalizm’in yıldızları Tümgeneral Celil Gürkan, Hava Tuğamiral Aydın Kirişoğlu ve Deniz Tuğamiral Vedii Bilget’in de bulunduğu bir grup orta kademe subayın Silahlı Kuvvetler’den tasfiye edilmeleri tüm ‘radikal’ çevrelerde hayal kırıklığına yol açmıştır. Doğan Avcıoğlu’nun Devrim dergisi, “Doğru teşhis, yanlış tedavi” diyerek siyasal iktidarın parlamento ile paylaşılmaya devam edilmesini eleştirmiştir (bianet.org).”

12 Mart döneminde yeni yönetimce özellikle anayasada yer alan temel hak ve özgürlükler konusunda oldukça sıkı uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Düşünce ve basın hürriyeti hiçe sayılmış ve dönemin pek çok gazetecisi ve aydını tutuklanarak cezaevine konulmuştur. Sıkıyönetim makamlarınca 39 kez süreli/süresiz gazete kapatma cezası uygulanmıştır.

12 Mart cuntası, kendilerinden önce 1960 yılında darbeyi gerçekleştiren seleflerinin yaptığı gibi yeni bir anaysa yapma ihtiyacı hissetmemişlerdir. Bunun yerine mevcut 61 Anayasasını köklü bir revizeye tabi tutmuşlardır. 157 maddelik anayasanın ağırlıklı olarak temel hak ve hürriyetler ile ilgili kısmını kapsayacak şekilde 40 maddesini değiştirmişlerdir. Bunun konudaki niyetlerini meşrulaştırmak için sürekli olarak “27 Mayıs Anayasası kişilere lüzumundan fazla hürriyet tanımıştır; özellikle hürriyetlerin kötüye kullanılmasını ve böylece Türk toplumunu anarşiye sürüklemesini önleyecek güvenlik supaplarından yoksundur. Bu nedenle aşırı davranışları önleyecek nitelikteki kanunların yapılmasına izin vermemekle, demokrasi ve hürriyet düzeninin tehlikeye düşmesine sebep olmaktadır”  düşüncesi empoze edilmeye çalışılmıştır.

Yapılan anayasa değişiklikleri ile sadece temel haklar üzerinden bir hürriyetleri sınırlayıcı anlayış güdülmemiş, bunu yanında pek çok diğer alanda da sınırlandırıcı hükümler konulmuştur. Sosyal ve iktisadi haklar ve ödevler yeniden düzenlenmiş ve toprak reformu yapılması gündeme getirilmiştir. Yasam ve Yürütme arasındaki denge anayasada yeniden dizayn edilmiş, Kanun Hükmünde Kararname çıkarması hükümete verilerek, meclis belli alanlarda By-Pass edilecek ve güçlü bir hükümet kurulmuş olacaktır. Mevcut üniversitelerin özerklikleri sınırlandırılmıştır. Böylece merkezi kontrolün daha fazla olacağı üniversitelerde öğrenci olaylarının ve boykotların önüne geçilebileceği düşünülmüştür. TRT’nin özerkliği ise kaldırılmış ve tamamen hükümete ve bakanlığa bağlı bir devlet kurumu olarak yeniden yapılandırılmasına karar verilmiştir. Özetle, yapılan değişiklikler ile anayasanın daha özgürlükçü bakış açısı, daha kontrolcü, daha devletçi ve daha güçlü hükümet yanlısı bir bakış açısına dönüşmüştür. Bunun yansımasının neticesi olarak 1973 yılında yapılan anayasa değişikliği ile Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulmuştur. Bu mahkemelerin en önemli özelliği, devlete ve anayasaya karşı devirmek ve düzeni bozmak amacıyla girişilmiş eylemlerin yargılanmasında yetkili olması ve 3 üyesinden birisinin asker olacak olmasıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan İstiklal mahkemelerine benzerlik gösteren bir çalışma usulü öngörülmüştür.

Darbecilerin neredeyse hepsinin yaptıkları eylemi meşrulaştırmak ve halka karşı korku salmak amacıyla etkin olarak kullandıkları yöntemlerden birisi de idam cezası ve uygulamasıdır. 1960 darbesi sonrası Başbakan Menderes’in ve Bakan arkadaşları Polatkan ve Zorlu’nun idamı bu anlamda geçekleştirilen ilk darbe cuntası cinayetleridir. 71 Muhtırasında da bu yola başvurulmuştur. Anca bu sefer yargılananlar siyasiler değil dönemin en etkili sol görüşlü gençlik liderleridir. Deniz Gezmiş ve arkadaşları 16 Temmuz 1971 de yargılamaya başlamışlardır.  9 Ekim 1971’de ise yargılanan Gezmiş, İnan ve Aslan idam cezasına çarptırılmışlardı. İdam kararları 10 Mart 1972’de TBMM’de 53 ret ve 6 çekimsere karşı 238 oyla onaylanmıştır. Senatonun da kararı onaylamasıyla 6 Mayıs 1972’de Gezmiş, İnan ve Aslan hakkında idam kararları Ankara Cebeci Sivil Kapalı Cezaevi’nde yerine getirilmiştir.

12 Mart Muhtırası her şeyden önce bir askeri darbedir. Türk demokrasi tarihine, 27 Mayıstan sonra vurulan ikinci darbedir. Belki meclis feshedilmemiş, siyasiler yargılanmamış, asker karargâhtan çıkıp yönetime fiili olarak el koymamıştır, ancak muhtırayı veren komuta kademesi, Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Talimatının anayasadan daha üstün bir belge olduğunu pratikte kanıtlayarak kendi iradesini seçilmiş meclise dayatmıştır. Bu hal, 12 Mart’ın başlı başına bir darbe olarak kabul edilmesini mümkün kılmaktadır.

12 Mart sonrası sivilleşmek yolunda atılan en önemli adım cumhurbaşkanlığı seçimleri olacaktır. 1973’e girerken Cumhurbaşkanlığı seçimleri gündeme gelmiştir. Komutanlar kendi adayları desteklemiş, Gürler, Cumhurbaşkanı seçilebilmek için, Genelkurmay Başkanlığı görevinden istifa etmiştir, ancak Cumhurbaşkanı seçilememiş ve teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yeni Cumhurbaşkanı TBMM’den gelen öneri, komutanların da kabulüyle emekli Amiral Fahri Korutürk seçilmiştir. 4 Ekim 1973 seçimlerinin yapılmasıyla birlikte, ordunun dayatmasıyla kurulan partiler üstü hükümetlerin kurulduğu dönem sona ermiş, halkın iradesiyle yapılan seçimlerle 12 Mart rejimi ve ordu yeniden siyaset arenasına ara vermek durumunda kalmıştır. Ta ki 12 Eylül 1980’ e kadar.

12 Mart süreci beraberinde 12 Eylül darbesine kadar yeni bir süreci başlatmıştır. 1961 Anayasası ile verilen ve sonrasındaki gelişmelerden büyük pişmanlık duyan ordu, 1971 de darbe yapmaksızın rejimi kontrol altına almaya çalışmış ne var ki bunu çok iyi bir biçimde başaramadığı için ülkede dirlik düzen hiçbir zaman tesis edilememiştir. Bunun çözümü olarak görülen yol da askeri darbe olmalıdır anlayışıyla Muhtıra anlayışı yaklaşık 9 yıl sonra yerini askeri bir darbeye bırakacaktır.

http://darbeler.com/2015/05/18/12-mart-muhtirasi/

***

12 MART 1971 DARBESİ


12 MART 1971 DARBESİ 



PROF. DR. EKREM BUĞRA EKİNCİ
05 Eylül 2016 Pazartesi

12 Mart 1971’de ordunun komuta kademesi müşterek imza ile memleketi kaosa sürüklemekle itham ettiği hükümete bir muhtıra verdi. Kemalizm vurgusunun güçlü olduğu muhtıra TRT’ye götürülüp 13 haberlerinde okutuldu. Mecliste okunurken de muhalefetteki CHP’liler alkışladılar...

Türk politik hayatı darbelere, bilhassa askerî müdahalelere yabancı değildir. XVII.asırdan beri istediklerini elde edemeyen silahlı güçlerin, sivil idareyi tazyik ettiği, hatta iktidarı alaşağı ettiği çok hâdise vardır. Ancak sivil idarecilerin kanının tadını alan asker, modern demokrasiye geçtikten sonra bile bu ihtirasını devam ettirmiştir. Nitekim 27 Mayıs 1960 darbesi, silahlı güçlerde canları istediği zaman vatanseverlik sloganları kullanarak sivillerin haddini bildirilmesinin mümkün olduğunu göstermiştir.

ABD aleyhtarlığı mı? Komünizm mi?
27 Mayıs 1960’tan sonra sosyal demokrat ve liberal bir anayasa hazırlanmış; bir yandan da AYM gibi vasıtalarla sivil idare kontrol altına alınmıştı. Ancak bu devir, soğuk savaş gerginliğinin doruğa çıktığı yıllardı. Türkiye’de sosyalistler, politik hayatta ciddi bir yer elde etmiş; seçim sistemi sayesinde mecliste temsil edilmeye başlamıştı. Komünist devrim isteyenler, bunu açıkça telaffuz etmeye başlamıştır. Bu da kendisini devamlı Sovyet Rusya tehdidi altında gören memlekette bir reaksiyona sebebiyet vermiştir.
6.Filo'yu protesto
16 Şubat 1969’da İstanbul’u ziyaret eden Amerikan 6.filosuna karşı, solcu gençlik teşkilatları tarafından Bayezid Meydanı’nda izinli protesto gösterileri tertiplenmiş; buna mukabil, CIA’nın el atından kurduğu söylenen Komünizmle Mücadele Derneği, ABD muhalefeti perdesi ardında komünist propagandası olarak gördüğü gösterilere karşı çıkmıştır. Kanlı Pazar olarak bilinen kavgalı hâdisede iki talebe ölmüştür.
Bu arada mecliste, 1960 darbesiyle siyasetten men edilenlerin haklarının iadesine dair bir anayasa değişikliği teklifi verildi. CHP lideri İnönü’nün de desteklediği 14 Mayıs 1969 tarihli teklif, askerleri rahatsız etti. 16 Mayıs’ta yapmayı planladıkları darbe teşebbüsü, cumhurbaşkanı Sunay ve hükümetin gayretleriyle önlendi. Erken seçime gidildi. 12 Ekim 1969’da, Süleyman Demirel’in liderliğindeki AP, reylerini arttırarak tekrar iktidara geldi.

      12 Mart'ı doğuran talebe hareketleri
İşçilerin sendika seçme hürriyetini tahdid eden kanunun kabulü vesilesiyle, solcu sendikaların tahriki üzerine 15-16 Haziran 1970’de onbinlerce işçi sokağa döküldü. Sıkıyönetim ilan edildi. Paranın değerinin düşmesi ve üniversitelerde gittikçe artan talebe hareketleri huzursuzluğu arttırdı.

    1960 darbesinde yer almış emekli general Cemal Madanoğlu liderliğindeki bir grup subay, 9 Mart 1971’de BAAS modeli bir sol darbe planladılar. Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal ve İlhan Selçuk gibi solcu gazetecilerin desteklediği darbeciler, kendilerine Milli Demokratik Devrimciler adını veren radikal bir topluluktu. Darbe yapıp, önce KKK Faruk Gürleri devlet başkanı yapıp, sonra yerine hareketin lideri Mihri Belli’yi geçirmek; HKK Muhsin Batur’u başbakan yapmak ve ‘Devrim Partisi’ adındaki tek parti ile memleketi BAAS tarzı idare etmeyi planlıyorlardı.
 
Cemal Madanoğlu
8-9 Mart gecesi ordu alarma geçirildi; ancak beklenen olmadı. Çünki cuntanın içine sızan Mahir Kaynak gibi ajanlar, darbeyi deşifre etti. KKK Faruk Gürler ve HKK Muhsin Batur da bu cuntaya girmiş; fakat istihbaratın GKB’na ulaştığını öğrenince, geri çekilmeyi başarmışlardı. İstanbul’daki I.Ordu Komutanı Faik Türün’ün yürüttüğü tahkikat neticesinde, darbecilerden düşük rütbeli olanlar emekliye sevkedildiler.
Bir taşla iki kuş
Karşı-darbenin açığa çıkarılması üzerine 12 Mart 1971’de ordunun komuta kademesi müşterek imza ile memlekete kaosa sürüklemekle itham ettiği hükümete bir muhtıra verdi. Kemalizm vurgusunun güçlü olduğu muhtırada GKB Memduh Tağmaç, KKK Faruk Gürler, HKK Muhsin Batur ve DKK Celal Eyiceoğlu’nun imzası vardı. Muhtıra TRT’ye götürülüp 13 haberlerinde okutuldu. Mecliste okunurken de muhalefetteki CHP’liler alkışladılar.
 
12 Mart Cuntası
Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş oldu: Siyasî iktidar devrilmiş; ordudaki radikaller de tasfiye edilmişti. Ordudaki üstünlük ABD yanlısı liberal subaylara geçmiş; bir iç savaş ihtimali bertaraf edilmiş oluyordu. GKB Tağmaç, 9 Mart’ta Cumhurbaşkanı Sunay’a, ‘Genç subaylar rahatsız’ sözüyle gözdağı vermiş; genç subaylardan evvel davranan üst rütbeliler darbe yapmıştı.
CB Sunay, yükten kurtulduğu için rahatlamış; sol militanlar, muhtıraya sevinerek, sivil diktatörlüğün bittiğini söylemişlerdir. Muammer Aksoy, Nadir Nadi, Mümtaz Soysal gibi isimler yanında, Ülkü Ocakları ve Mücadele Birliği muhtırayı desteklemişlerdir.
  

    Muhtıra sağ hükümete karşı verilmiş; ancak buna sebep sol teşkilatların faaliyetleri olmuştur. Bilhassa 1970 başlarından itibaren ODTÜ hocalarının tahrik ettiği sosyalist talebenin organize terör faaliyetleri ve polisle çatışmaları artmıştı. Sonradan ismi romantik sosyalistlerce efsaneleştirilen ODTÜ’lü talebe Deniz Gezmiş ve arkadaşları, banka soygunundan adam kaçırmaya kadar çok suç işlemişlerdi. Muhtıradan 8 gün gün önce 4 Amerikan askerini kaçırmışlardı. Bu teröristleri polise teslim etmeyerek direnen ODTÜ rektörü, İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü idi.
Türkiye’de muvaffak olmuş 4 darbenin hepsi birbirinden farklı hususiyetler taşır. 12 Mart 1971 muhtırası, 27 Mayıs’takinden farklı olarak, ordunun emir-komuta kademesinin beraberce yaptığı bir askerî darbe sayılır. Yine 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerinden farklı olarak, anayasa askıya alınmamış; parlamento ve siyasî partiler varlığını sürdürmüştür. Yunanistan’daki Albaylar Cuntası’ndan ders alan darbeciler, hükümeti istifa ettirerek, güya tarafsız bir teknokrat hükümeti istemiştir.
 
12 Mart başbakanı Nihat Erim
Ilımlı karakteri ve parti içi muhalefetiyle tanınan CHP’li milletvekili Nihat Erim, partisinden istifa ederek partiler üstü bir hükümet kurdu. 1961 anayasasının fazla hürriyetçi olduğu düşünülerek birçok maddesi değiştirildi. Doğan Avcıoğlu, ‘Doğru Teşhis, Yanlış Tedavi’ sloganıyla darbecilerin iktidarı parlamento ile paylaşmasını tenkit etti.
Artan vesayet
17 Mayıs’ta İsrail Başkonsolosu, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir adındaki solcu militanlar tarafından kaçırıldı. Arkadaşları Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın serbest bırakılması talepleri kabul edilmeyince de öldürdüler. Terör hareketleri durmak şöyle dursun, arttı. Hükümet de tedbirleri sıkılaştırdı. Aşırı sol parti ve sendikalar kapatıldı. Sosyalist militanlar takibata alındı; bazıları sıkıyönetim mahkemesinde verilen kararlar üzerine asıldı. Bu sebeple solcuların desteğiyle yapılan 12 Mart darbesi, sağcı, en azından sol aleyhtarı bir darbe olarak lanse edilir. İşin aslı, Soğuk Savaş’ın şartlarıyla yakından alakalı olarak, kendine has hususiyetleri ile anti-komünist bir hareket sayılmalıdır. Böylece 27 Mayıs’ın kurduğu sistem re-organize edilmiş; sivil otorite üzerindeki vesayet güçlendirilmeye çalışılmıştır.
Bu devrede, memlekette ekseriyeti teşkil eden sağ oyların blok halinde verilişi sebebiyle hep iktidara namzet olan kitle partisi AP’nin reyini azaltarak önünü kesmek üzere, istihbaratın da desteği ile marjinal sağ partiler kurulmuştur. Bu devirde Türkiye’nin en kalabalık din cemaati olan ve reylerini topluca merkez sağa veren Nurculardan, Fetullah Gülen’in liderliğindeki büyük bir kısım, marjinal partilere kayarak AP’nin iktidarı kaybedişinde mühim rol oynamıştır.

Darbe devresinin enteresan hadiselerden birisi de 1973’de kurt politikacı İnönü’nün parti başkanlığından düşmesi; ‘Ortanın Solu’ sloganı ve kan kaybeden CHP’yi kitle partisi yapma gayesiyle ortaya çıkan Robert Kolejli gazeteci Bülent Ecevit’in başkan oluşudur. CHP genel sekreteri Ecevit, 12 Mart darbesini protesto ederek istifa etmişti. Fevkalade devrenin sona erişi üzerine 14 Ekim 1973’te yapılan seçimlerle, CHP ve MSP koalisyonu iktidara geldi. Nihat Erim, seneler sonra solcu militanlar tarafından 12 Mart’ın intikamı saikiyle öldürülmüştür.


25 Ocak 2019 Cuma

Zeytin Dalı Harekatı'nın muhtemel siyasi sonuçları,

Zeytin Dalı Harekatı'nın muhtemel siyasi sonuçları,

Oytun Orhan  
İstanbul  
23.03.2018  


Zeytin Dalı Harekatı’nın Kuzey Suriye’de ortaya çıkardığı yeni güç dengesi, Suriye krizinin siyasi çözüm aşamasını da etkileyecektir.

Türkiye’nin Afrin bölgesindeki YPG varlığını ortadan kaldırmaya dönük Zeytin Dalı Harekatı sona erdi. Harekatın ilk ayı nispeten zorlu geçse de sınır bölgesindeki YPG direnişinin kırılması ile birlikte operasyon hız kazandı ve kısa süre içinde Afrin kuşatması tamamlandı. Bu süreçte YPG’liler kırsal alanları boşaltarak, Afrin merkeze doğru çekildi. Beklenti YPG'nin Afrin merkezde şehir savaşına hazırlandığı yönündeydi. Ancak bunun aksine YPG şehir merkezinde de hiçbir direniş sergileyemedi ve Afrin neredeyse hiçbir çatışma yaşanmadan Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)’nun kontrolüne geçti.

Zeytin Dalı Harekatı’nın askeri boyutuna ilişkin değerlendirmeler sıklıkla yapıldı. Ancak bunun kadar önemli olan Afrin’in Türkiye kontrolüne geçişinin bundan sonra Suriye krizinin seyri, Türkiye’nin YPG ile mücadelesi, Suriye’de Türkiye-ABD rekabeti ya da işbirliğine olası etkileri, YPG’nin ulusal ve uluslararası ittifakları üzerindeki etkilerinin neler olacağıdır.

Zeytin Dalı Harekatı’nın Türkiye açısından en önemli sonucu askeri caydırıcılığının tesisi olmuştur. Fırat Kalkanı Harekatı ile kıyaslandığında çok daha zorlu bir coğrafyada çok daha fazla sayıda militan ile mücadele etmek durumunda kalan TSK çok kısa bir süre içinde ve çok daha az kayıp vererek operasyonu tamamladı. Askeri kapasitesini ortaya koyan ve bunu kullanma iradesi olduğunu gösteren Türkiye’nin Münbiç ve Fırat’ın doğusunda YPG ile mücadelede elinin güçleneceği açık. Her şeyden önce ABD, TSK karşısında hiçbir direnç sergileyemeyen YPG’yi nereye kadar ve nasıl koruyabileceği konusunda sorgulama içine girebilir. Bu yeni durum ABD’yi iki şekilde hareket etmeye zorlayacaktır. ABD ilk seçenek olarak Türkiye’yi tatmin etmek için Münbiç konusunda bazı tavizler vermeye yönelebilir. İkinci seçenek ise Münbiç’te YPG’ye sağladığı koruma kalkanını güçlendirme yoluna gidebilir. ABD’nin ikinci seçeneği tercih etmesi daha yüksek ihtimal. Zira ABD Afrin’de korumayı başaramadığı YPG’yi kendi askeri koruması altındaki Münbiç’te de koruyamazsa örgütü kaybedeceğini biliyor. YPG gerçekten de Münbiç’te olası bir Türkiye-ABD uzlaşısı halinde İran/rejim ittifakına yönelmeyi düşünebilir.

Arap nüfusun YPG tepkisi,

Zeytin Dalı harekatı, YPG’nin Münbiç ve Fırat’ın doğusunda Araplarla işbirliğini de kırılgan hale getirecektir. YPG’nin Suriye Demokratik Güçleri (SDG) bünyesinde Arap unsurlarla kurduğu ittifaklar zaten çıkar ve Arap aşiretlerin yerel güvenliklerini garantiye alma motivasyonuna dayanıyor. YPG’nin Arap nüfusunun yoğun olduğu bölgelerde, meşruiyetinin neredeyse hiç olmadığı biliniyor. Özellikle Münbiç, Suriye krizinin başından bu yana rejim muhalifi kimliği ile öne çıkmış bir şehir ve halen ÖSO içinde de Münbiçliler ağırlıkta. Dolayısıyla YPG’nin Zeytin Dalı harekatı ile ortaya çıkan zaafiyeti, Münbiç içindeki algıları değiştirecektir. Zaten uzun zamandır Münbiç’te halkın bir kısmı, YPG karşıtı gösteriler düzenliyor. Önümüzdeki dönemde bu olaylarda artış yaşanabilir. Münbiç’te YPG’ye karşı harekete geçmek için fırsat kollayan kesimler, Türkiye’nin Münbiç konusunda ciddi olduğunu görmek ve ona göre pozisyonlarını belirlemek istiyor. Zeytin Dalı, Türkiye’nin söylemin ötesinde askeri gücünü kullanma iradesinde olduğunu ortaya koyması ve YPG’nin hiçbir direnme şansının olmadığını göstermesi açısından önemli. Uluslararası baskıların da Türkiye’ye engel olamayacağı ortaya çıkmıştır.

YPG’nin Afrin’de kaybetmesi kadar kaybetme şekli de önemli. Zeytin Dalı’nın ilk aşaması sayılmayacak olursa, neredeyse hiçbir direniş sergileyemeyen, savaşma iradesi kalmamış ve şehir merkezini dahi kaçarak terk eden bir örgüt görüntüsü ortaya çıkmıştır. Bu durum YPG içindeki Suriyeli unsurları, kendilerini PKK’nın bölgesel hedeflerine kurban etmeme yönünde bir sorgulamaya itebilir. Bu durumun doğal sonucu önümüzdeki dönemde YPG içinde PKK kadroları ve Suriyeli unsurlar şeklinde bir ayrışmanın ortaya çıkmasıdır. Bu argümanı destekleyen bir veri, Afrin merkezde YPG’nin nasıl hareket temesi gerektiği konusunda PKK kadroları ile yerel militanlar arasında çıkan görüş ayrılığıdır. PKK liderleri, son güne kadar Afrin’de direnme çağrısı yaparken, Afrin’deki Kandil kadroları savaş seçeneğini zorlarken, yerel militanlar buna uymayıp kaçmayı tercih etmiştir.

Rusya-Türkiye işbirliği daha da artabilir,

Zeytin Dalı Harekatı’nın Kuzey Suriye’de ortaya çıkardığı yeni güç dengesi, Suriye krizinin siyasi çözüm aşamasını da etkileyecektir. TSK ile birlikte Suriyeli muhalifler de kuzeyde giderek güçlenen bir aktör olarak öne çıkıyor. İdlib’de Zeytin Dalı harekatının sonlanması ile yedinci gözlem noktası kuruldu. 12 gözlem noktasının tamamlanması ile İdlib’de en azından orta vadede muhaliflerin kontrolü güvence altına alınmış olacak. Böylece Cerablus’tan başlayarak Cisr eş-Şugur’a kadar uzanan bir alanda ÖSO bölgesi ortaya çıkacak. Türkiye koruması altındaki bu alan siyasi çözüm masasında rejimin taviz vermeye daha açık olmasını sağlayacaktır.

Afrin sonrasında Suriye’deki Türkiye-Rusya işbirliğinin de güçlenmesi beklenebilir. Türkiye, ABD ile Münbiç konusunda anlaşma sağlanamaması halinde kademeli olarak bu şehir üzerindeki baskısını artıracak. Afrin sonrası süreçte Türkiye’nin YPG ile mücadele konusundaki adımları artık daha fazla Rusya desteği alabilir. Zira artık hedefte olan YPG alanları, aynı zamanda ABD nüfuz bölgeleri. Rusya, rejim ve İran ile birlikte Suriye’nin doğusunda ABD ile giderek çatışmacı bir hal alan rekabet içinde. Rejim yanlısı güçler, Deyr ez Zor bölgesinde birkaç kez SDG bölgelerine müdahale etmek istese de ABD’nin sert cevabı ile karşılaştı. Ancak Türkiye’nin de Münbiç üzerindeki baskıyı artırması, ABD’nin daha fazla sıkışması sonucu doğuracağı için söz konusu aktörler tarafından da olumlu karşılanabilir.

YPG’nin Afrin’i kaybetmesi ile Rusya’ya askeri bağımlılığı kalmadı ve örgüt tamamen ABD koruması altına girdi. Ayrıca YPG, Zeytin Dalı harekatına yeşil ışık yakması nedeniyle Rusya’yı da sorumlu tutuyor. Bu nedenle yakın vadede Rusya-YPG ilişkilerinde de kırılma yaşanması muhtemel ve bu da Türkiye’nin Rusya ile işbirliği zeminini güçlendirecek, Türkiye-ABD gerginliğini artıracaktır.

Rusya Afrin konusunda Türkiye’ye karşı büyük ölçüde destekleyici bir tavır aldı. Ancak aynı durumun Suriye’deki müttefikleri İran ve rejim açısından da geçerli olduğunu söylemek mümkün değil. Hatta İran’ın Afrin konusundaki tavrı nedeniyle Rusya’ya tepkili olduğu söylenebilir. Bunun en net işareti Zeytin Dalı Harekatı devam ederken rejim yanlısı ve İran destekli milis güçlerin YPG’ye destek olmak için Afrin’e girmesi oldu. Muhtemelen bu adım Rusya’nın bilgisi dahilinde ancak onayı ve desteği ile gerçekleşmedi. Rusya’nın Türkiye ile İran/rejim arasında tarafsız kalması askeri üstünlüğü elinde bulunduran Türkiye’yi öne çıkardı ve Türkiye YPG’lilerin yanı sıra ona destek veren Şii milis unsurları da hedef aldı. Dolayısıyla İran’ın hamlesi tamamen boşa çıktı. Rusya’nın bu tavrında Türkiye ile Suriye dışında da sürdürülen işbirliğinin rolü önemli. Ancak Rusya muhtemelen Suriye’de güçlenen İran’a karşı Türkiye’nin dengeleyici gücüne de ihtiyaç duyuyor. Zira Afrin’deki tablonun bir benzeri İdlib’de yaşanıyor. İdlib’de gözlem noktalarını kurmak için ilerleyen Türk ordusu İran destekli milislerin saldırılarına maruz kalırken Rusya’nın gözlem noktalarının kurulmasını desteklediği görülüyor.

Suriye'nin kuzeyinde yeni güç dengeleri,

Zeytin Dalı Harekatı’nın sonuçları muhtemelen İran ve rejimin kaygılarını daha da artıracaktır. Artık Türkiye ÖSO ile birlikte Halep’teki rejim bölgeleri üzerinde daha fazla baskı uygulyabilir konuma geldi. Astana süreci nedeni ile taraflar arasında çatışma beklentisi bulunmasa da her iki taraf birbirlerinin niyetlerine güvenmiyor. İran özellikle kendisine bağlı milis güçlerin kontrolündeki Nubul ve Zehra yerleşimlerinin tehdit altına girdiği düşüncesi içinde olabilir.

İran ve rejimin YPG/PKK’ya dönük tavrında ise örgütün bundan sonra Münbiç ve Fırat’ın doğusunda nasıl bir yol takip edeceği belirleyici olacak. Mevcut ittifaklar üzerinden bakıldığında Türkiye’nin Münbiç ve Fırat’ın doğusunda baskısını arttırması, bu aktörler tarafından olumlu karşılanacaktır. Ancak ABD tehdidinin başka bir tehdit olarak gördüğü ÖSO ile ikamesi de tercih edilmeyecektir. Münbiç ve Fırat’ın doğusunda ABD-YPG ittifakının devamı Türkiye-İran koordinasyonu için zemin hazırlayabilir. Ancak İran ve rejim bundan ziyade YPG’yi kendi kamplarına çekmek isteyebilir. Bu işbirliği imkanı olduğu Afrin’de görüldü. ABD’nin Suriye’de öncelikli tehdit olarak gördüğü Şii milislerin YPG’li militanlarla birlikte fotoğraf vermesi, ABD’de bazı şüpheler uyandırmıştır. ABD, YPG’yi Münbiç’te de koruyamazsa örgütün İran eksenine kayması olasılığının farkında olabilir. Böylesi bir senaryo Türkiye-ABD yakınlaşmasını beraberinde getirecektir. Türkiye ise ittifaklarını nasıl belirleyeceği konusunda çok net. Türkiye açısından YPG ile birlikte hareket eden her aktör tehdit olarak değerlendirilecek.

[Oytun Orhan Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde (ORSAM) uzman olarak çalışmaktadır]

https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/zeytin-dali-harekatinin-muhtemel-siyasi-sonuclari/1097198


***

Türkiye yi Yönetenler Bunlara Niye Sessiz

Türkiye yi Yönetenler Bunlara Niye Sessiz


Cahit Armağan Dilek  
14 Aralık 2018


      Kendimi tekrar etme pahasına yazmaya ve uyarmaya devam edeceğim. 
Çünkü geri dönülemez bir noktaya çok yaklaştık.

Nedir bu? 
Türkiye’nin dört bir tarafının farklı düzlemlerde değişik mekanizmalarla kuşatılması.

Türkiye’nin sanki karar alamıyormuş gibi sözde hızlı karar alma bahanesi ön plana çıkarılarak hükümet sisteminin değiştirilmesi algısıyla rejiminin değiştirilmesi kötü gidişi hızlandırmıştır.Çünkü 24 Haziran’dan bugüne kadar yaşananlara bakıldığında Türkiye’nin yönetişim sorunu yaşadığı ve yönetilememe sarmalına girdiğini görüyoruz.

İçerideki bu yönetişim sorunuyla birlikte çevremizdeki kriz noktalarına dikkat çeken yazılar yazdım. Bu krizler düzleminde (İran, Irak, Suriye, Doğu Akdeniz, Ege, Karadeniz, Ermenistan) Türkiye’nin inisiyatifini ve kozlarını kaybettiğini, hareket serbestisinin kaybolduğunu ve sınırlarının içine çekildiğine işaret ettim.

Türkiye’yi kuşatmayı yönelik diğer hamleler ittifaklar düzleminde geliyor. Başlangıçta İslam Ordusu adı altında bizim de yer aldığımız ancak son dönemlerde Arap NATO’su olarak anılan oluşum Ortadoğu Stratejik İttifakı adı altında fiiliyata evriliyor. Kuruluşun en somut adımı Ocak 2019’da Vaşington’da Körfez ülkeleri ile Mısır ve Ürdün’ün katılımıyla yapılacak.  Burada can sıkıcı olan bu ittifakın ayak izlerinin şimdiden hem ekonomik hem de askeri Fırat’ın doğusunda PKKistan oluşunda rol almaya başlaması. Suudi ve BAE askerleri PYD bölgesinde dolaşmaya başladı bile.

Bunun yanında Yunan-Rum medyasından sonra İsrail medyası da zaten bir süredir açığa çıkmış olan bölgedeki Türk-Rus ortaklığına  karşı koymak için bölgesel dörtlü ekseni ya da ittifakı somut olarak yazmaya başladı. Tel Aviv'de ABD'nin Ortadoğu'da özellikle Suriye ve Kıbrıs'ta özellikle Türkiye ve Türk-Rus ortaklığının geliştiği karşı olacak GKRY ve Yunanistan'ı bir araya getirecek 'bölgesel eksen' kurmak için harcadığı çabaları dile getiriyorlar.

Doğu Akdeniz’de 4’lü olarak başlayacak ve enerji paylaşım temelli başlayan bu ittifakın askeri ittifakı dönüşmesi büyük olasılık gözüküyor. Bu ittifakın Mısır, Lübnan, Ürdün ve Fransa’yı da kapsamı bekleniyor.

Benim önceki yazılarımda Kıbrıs’ı merkeze alması itibariyle Rum NATO’su olarak tanımladığım bu askeri ittifak oluşumuna Türkiye tepkisiz ve sessiz kaldı. Türkiye Doğu Akdeniz’de kendisine karşı bir askeri ittifak oluşumun ne kadar farkında şüpheli!

Rusya ise sert tepki gösterdi ABD ve GKRY’yi Kıbrıs’ı askerileştirmemesi için uyardı. Çünkü ABD Kıbrıs’ta askeri üs kolaylıkları edinme ve konuşlanma hamlelerini sıklaştırdı. Bu askeri ittifak Türkiye’ye karşı Yunan-Rum ikilisine güvence sağlarken ABD’nin de Doğu Akdeniz ile Tartus-Lazkiye’deki Rus askeri konuşlanmasını yakın takibe ve baskıya alma maksadına destek sağlayacak.

Bunun bir ileri safhası ABD’nin Arap NATO’suyla Doğu Akdeniz’de Kıbrıs merkezli yeni askeri ittifakı birleştirmek en azından koordineli hareket etmesini sağlamak. Hedef Türkiye’yi Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da sınırlarının dışına burnunu çıkarmasını önlemek.

Diğer bir kuşatma alanı ise Türkiye’nin sürüklendiği müzakere süreçleri.

Kıbrıs’ı tamamen ilhak etmeyi nihai hedef belirlemiş Yunan-Rum ikilisiyle müzakereyle sonuç alınacağına halen inanmak! Ege’de adlarımızı işgal eden, Ege’yi Yunan gölü haline getirmeye ant içmiş, anlaşmaların hilafına adları silahlandıran, Taşoz adası civarında olduğu gibi gayrimeşru petrol çıkaran Yunanistan ile “inkişafi görüşmeler” ile boşa kürek çekip Yunan’ın ekmeğine yağ sürmeye devam ediyoruz.

Hiç farkında değiliz ama Türkiye Suriye’de de bir müzakere sürecine çekiliyor. Suriye’nin yeni anayasası ve yeniden inşası gibi siyasi süreç Türkiye’yi PYD/YPG’nin etkin aktör olduğu Fırat doğusundaki yerel yönetimle ilişkiye yönlendiriyor.

ABD’nin Suriye özel temsilcisi Jeffrey’nin Ankara’dan sonra Gaziantep’te ilginç görüşmeler yaptı. Türkiye’nin kontrolündeki PYD muhaliflerinin ABD’nin kontrolüne  terk edilmesi, Fırat’ın doğusunda istikrar faaliyeti altında iş yapan STK’larımızın olduğunun açığa çıkması zaten Türkiye’nin PYD bölgesiyle irtibata geçtiğini göstermez mi?

Jeffrey Türkiye gelmeden Suriye’de de Irak’takine benzer uçuşa yasak bölge oluşturulmasını önerirken, bölgede bunun hazırları devam ederken PYD kaynakları uçuşa yasak bölge ilanının an meselesi olduğunu söylerken bu konunun Türk tarafınca hiç dillendirilmemesi ABD’nin planlarının kabul edildiğini göstermez mi?

Fırat üzerine ve Türk sınırına Arap SDG’lilerin yerleştirilmesi, gözlem noktalarının kurulması, uçuşa yasak bölge ilan edilmesi PYD bölgesinin özerk veya yarı-devlet olarak ilanı demek değil midir? 

Türkiye’yi yönetenler buna niye sessiz?


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/turkiye-yi-yonetenler-bunlara-niye-sessiz


***

TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN 21 YIL ÖNCE YARATIĞI RUHU., BİZE PUTİN HATIRLATTI.

TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN  21 YIL ÖNCE YARATIĞI RUHU., BİZE PUTİN HATIRLATTI


Aziz Ergen  
25 Ocak 2019


      1989 yılında Van Bahçesaray güneyinde arazi aramasına PKK ile çatışmaya girmiştik. 
Onlar her zamanki gibi hakim yerde biz mahkûm arazi kesiminde bulunuyorduk.

Teröristlerin elebaşı durumunda olan şahıs bize bir mermi atıyor, bizim askerler yüz mermi atıyordu. 
Teröristin vurulma imkânı da yoktu. Yanımızda bulunan Geçici Köy Korucuları sürekli bana ”Komutanım sizin uçaklarınız niye gelip bu tepeyi bombalamaz. Kaç saattir buraya sıkışıp kalmışız” diyorlardı.

Üstelik bir Astsubayımız yaralı bir Astsubayımız şehit olmuştu. Korucuların sürekli sorduğu sorulara karşı her seferinde onları oyalamıştım. ”Merak etmeyin. Devletimiz isterse gelir burayı dümdüz eder” diyerekten sürekli onları avutuyordum. Oysa ne gelen nede giden vardı. Çatışmanın olduğu yer ve saati anında ilgili yerlere bildirmiştim. Niçin yetkili bir amir acilen Ankara Gn. Kur. Hrk. Mrk. ni arayarak yetki aldırtıp Diyarbakır 2’inci Tak. Hava Kuvvetlerinden hava desteği istemezdi. Kimler bağlıyordu yetkililerin elini kolunu? Bölgeden sürekli şehit ve yaralı gönderiliyordu. Yıllar böyle geldi geçti.

Türkiye’deki terör faaliyetlerini Suriye’nin himayesinde Bekaa vadisinden yöneten terörist başı Öcalan eğittirdiği teröristleri gruplar halinde Türkiye’ye göndertiyordu. Şam yönetimi yapılan bütün diplomatik ikazları nedense dikkate bile almıyordu.

Artık bu ihanetlere dur demenin zamanı gelmişti. Dönemin Gn. Kur. Başkanlığı 1998’de her ay yapılan Milli Güvenlik Kurulunda görüşülmek üzere bir rapor hazırlattırır. Raporda terörün ülkemize 100-150 milyar dolara mal olduğunu, 5300 askerin şehit olduğunu, 5500 civarında sivilin hayatını kaybettiğini, 16000 yaralın bulunduğu belirtilerek konunun önemi vurgulanır. Dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman DEMİREL konuya sahip çıkarak Suriye’ye yönelik direktifleri verir.

Suriye ile ilgili askeri planlar, Dönemin Gn. Kur. Başkanı Org. Hüseyin KIVRIKOĞLU nezaretinde Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Atilla ATEŞ ve ekibi ile birlikte yapılır. Planın içeriği;

“Suriye’nin bütün kuvvetleri Golan Tepeleri ile Lübnan sınırında bulunduğundan Türkiye sınırında sadece bir Tank Alayı(95-100 civarında Tank) kalmıştır. Suriye’de önceden tespit edilen hedefler top atışları ile vurulacak, tanklar ile Suriye ye girilecek, Türk dış politikasının arkasına Türk Silahlı Kuvvetlerin desteğini de koyarak Suriye’ye bir baskı politikası uygulanacaktı.

Bunun için KKK. Org. Atilla ATEŞ Hatay’a giderek terörist başı Öcalan’ı topraklarında barındıran Suriye’yi son kez uyaracak ve Türkiye Cumhuriyeti’nin mesajını verecekti. Eğer Suriye bu uyarıyı da dikkate almazsa plan uygulamaya başlanacaktı. ”

Org. Atilla ATEŞ 16 Eylül 1998’de planlandığı gibi Hatay-Reyhanlı’ya giderek tarihe ışık tutan o konuşmasını yapar.

"Bazı komşularımız bizim iyi niyetimizi, gösterdiğimiz yakınlığı yanlış değerlendirmişlerdir. Apo denilen eşkıyayı kendi ülkelerinde barındırıp, onu destekleyerek Türkiye'yi terör belasına bulaştırmışlardır. Türk milleti artık bu konuda göstereceği iyi niyetin sonuna gelmiştir. Sabrımız tükenmek üzeredir. Sabrımızı taşırmasınlar" diyerek konuşmasını tamamlar.

Bu uyarı, 14 yıldır terör örgütü elebaşına ve PKK’ya kol kanat geren Suriye Devlet Başkanı Hafız ESAD’ı diz çöktürtmüş, Suriye yönetimi terörist başı Öcalan’ı apar topar sınır dışı etmişti.

Suriye sınırında verilen mesaj dünyada o kadar büyük yankı yaratmıştıki, Suriye’den sınır dışı edilen Öcalan’ın iltica talebi Yunanistan, Rusya ve İtalya tarafından ret edilmiş, daha sonra 15 Şubat’ta Türk Özel Kuvvetlerince Kenya‘da yakalanarak Türkiye ye getirilmişti.

Türkiye ile Suriye arasında oluşan bu gerginlik üzerine, dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’ın devreye girmesiyle, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek arabulucu görevini üstlenmiş, sonuçta Suriye ile Türkiye arasında 20 Ekim 1998 tarihinde “Adana Mutabakatı” imzalanmıştır.

20 Ekim 1998 tarihinde imzalanan Adana Mutabakatı gereğince Türkiye PKK’ya destek vermekle suçladığı Suriye yönetimiyle Adana’da masaya oturarak; Suriye’nin teröre destek anlamına gelebilecek eylemlere son verilmesi talebini dile getirmiştir. Bunun sonucunda Adana mutabakatı imzalanmış, iki ülke arasında çıkabilecek bir krizin önüne geçilmiştir.

”Adana Mutabakatı” Misak-ı Milli sınırları düşüncesinde temelini, 1926 yılında yapılan Ankara Antlaşması’na dayandırıyor, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ”Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesiyle Türkiye’nin ve komşu ülkelerinde toprak bütünlüğünü esas alıyordu.

21 Aralık 2010 tarihinde Adana mutabakatı geliştirilerek “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti arasında Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması”imzalandı. Anlaşmaya göre, Türkiye ve Suriye, başta terör örgütü PKK olmak üzere iki ülkenin güvenliğini ve istikrarını tehdit eden terör ve terör örgütlerine karşı ortak mücadeleyi kapsıyordu.

Bu anlaşma ile Türk hükümetinin eli güçlenmesine rağmen Dış İşleri Bakanlığınca izlenen komşu ülkelerle “sıfır sorun” politikaları sonucunda Türkiye bölgede “sorunsuz kalmadığımız ülke”  konumuna düşmüştür.

ABD’nin bölgedeki BOP projesi kapsamında başlatılan Arap Baharı’nın Suriye’ye sıçraması sonucu, 15 Mart 2011’de başlayan rejim karşıtı gösterilerin ardından iç savaşın başlaması ve Suriye’nin ayaklanmaları bastırma operasyonlarıyla ülkedeki can kayıplarının artması üzerine çok sayıda Suriyelinin bölgeyi terk ederek Türkiye’ye yönelmesi sonucu krizden en etkilenen ülke Türkiye olmuş, Türkiye deki Suriyeli sığınmacı sayısı 3,5 milyonu aşmıştır. Türkiye’nin Suriye’ye karşı politikaları değişmeye başlamıştır.

2011 Yazından itibaren Esad karşıtlarına açıkça destek veren Türkiye, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) mensuplarının Türkiye’de yapılanmasına ön ayak olmuştur. ÖSO, ana üssünü Türkiye’nin Suriye sınırındaki kenti Hatay olarak ilan etti. Lojistik destek verilen ÖSO mensuplarının Türkiye sınırından Suriye’ye geçişine de izin verildi.

Esad,Türkiye’yi “teröristlere para ve silah yardımı yapmakla itham etti. Rusya da Türk hükümetini El Kaidenin eski Suriye kolu El Nusra ve IŞİD’e yardım etmekle suçladı.

Rusya’nın Esad rejimine destek olmak için başlattığı operasyonları sonucu bölgedeki nüfuzu artırması, Ankara’nın Suriye politikasında da belirleyici oldu. Türkiye’nin Rusya’ya yanaşmasında ABD’nin IŞİD’le mücadele kapsamında YPG’ye verdiği desteği artırması da etkili oldu.

Suriye’de Esad’ın ayrılması ve PYD’nin bir “terör koridoru” oluşturmaması gibi kırmızı çizgiler belirleyen Türkiye’nin sekiz yıldır süren kriz boyunca yaşanan kırılmalar nedeniyle Suriye politikası günümüzde çıkmaz sorunlarla karşı karşıya getirmiştir. Bölgede Türk toprağı olan Süleyman Şah türbesi taşıttırılmış, bu esnada Ege denizindeki 18 ada da Yunanistan tarafından işgal edilmiştir.

Türkiye, Fırat Kalkanı Harekâtında olduğu gibi ilgili BM Şartı’nın 51’nci maddesinden kaynaklanan meşru müdafaa hakkına dayanarak gerçekleştirdiği operasyonun “bölgedeki terör bağlantılı tehditler ortadan kaldırılana kadar” süreceğini duyursa da, ABDile Rusya arasında sıkışıp kalmıştır.

15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminden bu yana 30 aylık süre içerisinde 18 kez yüz yüze, 38 kez de telefonda olmak üzere toplam 56 kez görüştüğü Rusya Devlet Başkanı Putin, bu kez Türkiye’nin 21 yıldır rafa kaldırmış olduğu “Adana Mutabakatı”nı hatırlatmıştır.

Putin ABD’nin çekilmesiyle ilgili olarak da” Biz Amerika’nın çekilmeyeceğini zaten biliyorduk. Daha öncede Afganistan’dan ve Irak’tan çekilme yolunda kararlar aldığını ama pratikte bunun yaşanmadığını, Suriye’nin kuzeyinden çekilirse de oraya Esad’ın ordusu gelecektir.” demiştir.

Putin Suriye’nin kuzeyinde ABD’nin oluşturmak istediği “Tampon Bölge”için Türkiye’ye 21 yıl önce eline geçirdiği Jokerini (Adana Mutabakatı)  akıllıca kullandığı sürece tampon bölgenin kesinlikle oluşamayacağını da hatırlatmış oldu.

Şimdi bu Jokeri avantaja çevirmek siyasi iradeye düşecektir.


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/tc-nin-21-yil-once-yaratigi-ruhu-bize-putin-hatirlatti

***

Dört Tarafımız Türkiyesiz dizayn ediliyor

Dört Tarafımız Türkiyesiz dizayn ediliyor



Cahit Armağan Dilek  
23 Kasım 2018


    Türkiye'nin çevresindeki kriz noktalarında gelişmeler görüntüde Türkiye lehineymiş algısı verse de biraz dikkatli bakıldığında Türkiye'nin nihai hedefini bilmediği senaryolara sürüklendiği görülmektedir. Gelin çevremizde şöyle bir tur atalım.

Katar Dışişleri Bakanının Bağdat ziyaretinde Irak, İran, Katar, Türkiye ve Suriye'yi kapsayan 5 ülkeden koalisyon kurulmasını önerdiği bildirildi. Görünürde olumlu bir haber. Ama böyle bir önerinin Katar gibi batılı doğulu tüm devletlerle gizli iş tutan bir devlet üzerinden gelmesi dikkat çekici.

Katar bunu bir başka devletin yönlendirmesiyle mi yapıyor sorusunun cevabını bulmak gerekir. Trump'ın 2017'de S.Arabistan'daki zirvesinde Ortadoğu Stratejik İttifakı kurulması kararı alınmıştı, başına da Suudileri oturtmuşlardı.

Halbuki böyle ittifaklar bölgenin lider ülkesi Türkiye tarafından organize edilmeliydi. Türkiye'nin bu gücünün olduğu ve kamu görevinde olduğumuz dönemlerde bunun strateji dokümanlarına girmesini de sağlamıştık. Devamı gelmedi. Ancak şimdilerde sadece kimin ne yaptığını takip eder, sıklıkla da şikayet eder durumdayız.

İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, bir körfez ülkesine ait askeri bir gücün Suriye'nin kuzey doğusunda Irak sınırına yakın Deyrezzor’a yerleştiğini bildirdi. Haber henüz teyit edilmedi ancak ABD'nin Suriye'ye Arap gücü konuşlandırma planlarını biliyoruz. ABD Fırat'ın doğusuna Türkiye'den önce Körfez ülkelerini yerleştiriyor olmasın?

Fırat'ın batısında operasyon yapıp kontrol altına aldığımız yerlerin kontrolümüz altında olmadığı haberleri geliyor.

Afrin'de TSK'nın ÖSO ile birlikte Afrin'de hırsızlık, gasp ve çete faaliyetleri yapan Şuheda El Şarkıyye (Doğu Şehitleri) grubuna yaptığı operasyon bir süredir Afrin'de çığırından çıkan işler olduğunu teyit ediyor. Diğer taraftan Zeytin Dalı harekatı sonrası yeniden Afrin'e dönen veya Afrin'de saklanmış YPG'lilerin ÖSO'ya yönelik saldırılarını, yerel halka eziyetlerini de dikkate aldığımızda Afrin'de devam eden çatışmalar başka sıkıntıların habercisi gibi.

Fırat'ın doğusunda PYD'nin Arap aşiretlerle görüşerek Türkiye'nin operasyonlarına karşı yanlarında yer almaya çağırdığı haberleri var. PYD'nin görüşmelerde Türk sınır hattında SDG Arap gruplara Türk sınırında devriye yapmasını hatta sınır güvenliğini Esad yönetimine devredilmesini önerdiği söyleniyor.

PYD'nin bu görüşmeleri ABD'den habersiz yapması mümkün değil. Bu durum Türkiye'nin El Bab'tan sonra Menbic'e yönelmesi üzerine batı ve güney sınır hattına Rus ve Suriye askerlerinin konuşlanmasıyla TSK'nın operasyonunun engellenmesine benzer bir süreci hatırlatıyor.

Yani biz ABD ile Rusya'ya mavi boncuklar dağıtırken onlar arkada bizim Fırat doğusuna operasyon  söylemlerinin de boşa çıkarak başka işler pişiriyor olabilir,.

Suriye liderliğinin ılımlı ve terörist grupların İdlib mutabakatını ihlalini sürekli hale getirmeleri üzerine İdlib'e operasyon kararı aldığı ve gün saydığı yönünde haberler sıklaştı. İran'ın da bu kararı desteklediği, Rusya'nın da operasyonu daha fazla geciktiremeyeceği duyumları geliyor.

Nitekim Rusya Türkiye'nin çok çalıştığını ancak yükümlülüklerini yerine getirmediğini  açıkladı. Savunma Bakanı Şoygu Suriye'deki mevcut durum için iki ülkenin hızlı aksiyon alması gerektiğini söyledi. Yani Rusya'nın sabrı tükenmek üzere.

Ancak Astana garantörlerinin 28-29 Kasım'daki 11. toplantısının bekleneceği ifade ediliyor. İdlib'de de zaman daralıyor.

Kaşıkçı cinayeti nedeniyle yerli yabancı tüm medyanın hedefe oturttuğu Suudi veliaht prens Selman 30 Kasım'da Arjantin'de yapılacak G20 zirvesine katılacakmış. ABD'nin Kaşıkçı raporunu açıklamadan sızdırılan bu bilgi CIA'nın raporu hakkında da .ipucu veriyor. Ve önceki gün Suudi Kral, Prens Selman’ın insan kaynağı geliştirme ve yeni nesli hazırlamaya odaklandığını söyledi. Yani kimse heveslenmesin oğlum kral olacak diyor.

Veliaht prensi G20'de aile fotoğrafında liderlerle el sıkışıp aklanırken göreceğiz galiba. Öyle olursa bu cinayetin esas faturası Türkiye'ye kesilecek gibi.

Batımızda Avrupa Ordusu tartışmaları var. Bu ordunun temeli olacak PESCO anlaşması çerçevesinde AB bir dizi kritik karar aldı. Rum-Yunan ikilisi birçok kritik projede rol almasının yanında sadece ikisinin birliğin ortak istihbarat okulu ile Müşterek Özel Kuvvetler Gücü komutasını projesini üstlenmesi arkalarına aldıkları gücü göstermesi açısından dikkat çekicidir.

Bizimkiler Türkiye'ye rağmen kuş uçmaz, yaprak kıpırdamaz deseler de bölge Türkiye'siz dizayn ediliyor. Türkiye değerli yalnızlığıyla başbaşa bırakılıyor.


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/dort-tarafimiz-turkiye-siz-dizayn-ediliyor