12 Mart Muhtırası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
12 Mart Muhtırası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ocak 2019 Pazartesi

12 Mart Muhtırası,

12 Mart Muhtırası,


18 May 2015 

GİRİŞ

Hint kökenli ABD ve Türkiye vatandaşı olan ünlü akademisyen Prof. Dr. Feroz Ahmad, “Modern Türkiye’nin Oluşumu” adlı eserinin giriş kısmında şu soruyu sorar, “Türkiye askeri bir toplum mu?” Kitap genel olarak bu soru etrafında şekillenmiş ve bu soruya cevap aramak için kurgulanmıştır. Ve nitekim Feroz Ahmad elde ettiği cevaplar ve kıyaslar ile sonuca ulaşır. Sonuca ulaşmada en kuvvetli delilleri ordunun toplumda kutsal yerinin olması, askerin siyasi rejimin koruyucusu olarak görülmesi ve bu niteliğini toplumdan almasıdır. Bu temel değerlendirme yanında, Osmanlı’nın son döneminde özellikle asker kökenli İttihatçıların etkisi, sonrasında Cumhuriyetin kurucu kadrolarının Mustafa Kemal önderliğinde asker kökenli kişilerden oluşması ve 1990’lı yıllara kadar Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı koltuğuna bir sivil vatandaşın oturmamış olması, 1960 ve 1980 darbelerine toplumun sessiz kalışı ve gizli bir onay göstermesi hep bu temel sorunun dayanağını oluşturan argümanlar olarak Ahmad’ın tezine sonuç vermesine yardımcı olmuştur.

Feroz Ahmad’ın iddiaları elbette tartışılabilir ve hatta tartışıldıkça farklı sonuçlara ulaşılabilir düşüncelerdir. Ancak bu iddialar arasında dikkate değer olan ve özellikle Cumhuriyet sonrası Türkiye’de önemli gelişmelerin habercisi olacak olan ordunun veya askerin kendisini siyasi rejimin koruyucusu olarak görmesidir. Öyle ya, Cumhuriyetin kurucuları askerdir ve ortaya koydukları temel siyasi düşünce ve yeni devlet rejimi ancak asker tarafından korunabilecektir. Bu iddia 1960 yılından itibaren neredeyse on’ar yıllık periyotlarda siyasal düzlemde askerin kendisini hatırlatmasına hatta hatırlatmakla kalmayıp, sistemi yeniden anayasa ve diğer araçlarla dizayn etmesine kadar gitmiştir.

Askeri Darbe, ülkemizin yakın siyasi tarihinde önemli bir kırılma noktası veya siyasetin kavşak noktası olarak belli yıllarda kendini göstermiştir. Bu gösteriş bir ‘Darbe’ olarak ortaya çıktığı gibi bir ‘Muhtıra’ olarak ve bir ‘Post Modern Darbe’ olarak da karşımıza çıkmıştır. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre; Darbe, “Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükûmeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme iş”, Muhtıra ise, “Herhangi bir şeyi hatırlatmak, uyarmak amacıyla yazılan yazı” olarak tanımlanmaktadır. 1960 ve 1980 yıllarında askerin ülke yönetimine fiili bir şekilde el koymaları bu eylemi darbe olarak tanımlayacak bir askeri müdahaledir. 1971 yılının 12 Martında, Genelkurmay Başkanı ve dört ordu komutanın Cumhurbaşkanına muhtıra vermek suretiyle hükümeti istifaya zorlaması hadisesi ise niteliği itibariyle bir Muhtıra sayılacak askeri bir müdahaledir. Darbeden farklı olduğu nokta ise, ordu kışlasından çıkarak ülkenin bütün yönetim organlarına fiili olarak el koymamış bunun yerine yazılı ve sözlü olarak hükümetin istifa etmesi yönde bir baskı kurmuştur.

12 MART ÖNCESİ: DÖNEMİN YAPISI

Türkiye Cumhuriyetinde, 1923 sonrası dönemde başarılı olmuş ilk askeri darbe 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleştirilen darbedir. Ordu, Demokrat Parti iktidarı döneminde siyasetten nispeten uzaklaşıp karargâhında kalmaya yaklaşık on yıl kadar sabredebilmiş ve 1960 yılında eyleme dökülen ve sonu halkın büyük çoğunluğu tarafından seçilmiş olan Başbakan’ın idam edilmesine kadar gidecek anti demokratik süreç vuku bulmuştur.

1960 darbesi meydana geldikten sonra Muhtıraya kadar olan süreç oldukça karışık bir takım olayların meydana geldiği bir siyasi dönem olarak kalmıştır.

27 Mayıs 1960 darbesi sonrası oluşan iklimde 1965 yılına gelinene kadar koalisyon hükümetler dönemi olarak beliren bir dönem geçilmiştir. Darbenin kendisine yapılan Demokrat Partinin devamı olarak görülen Adalet Partisi 1965 seçimlerinde adeta halk tarafından gecikmiş bir ‘özür’ mahiyetinde yüzde 53 oy oranıyla tek başına iktidara gelmiştir. Adalet Partisinin yanı sıra Türkiye İşçi Partisi de bu seçimden 15 milletvekili çıkarabilmiştir. Bu seçimlerin kaybedeni ise 60 darbesinde askerin müdahalesine karşı çıkmamakla hatta karşı çıkmadığı gibi desteklemekle suçlanan CHP olmuştur.

1965 yılından sonra gerçekleşecek olan 1969 seçimlerinde ise Dünya’da hâkim olan ‘68 Gençlik Kuşağı’ olarak adlandırılan sol düşünce tarzı Türkiye’de de etkin olmaya başlamıştır. 1960 darbesi sonrasında özellikle 61 Anayasasının özgürlükçü ortamında kurulmaya başlanan gençlik hareketleri 60’lı yılların sonunda iyice etkili olmaya başlamışlardır. Üniversite gençliği üzerinde daha da etkili olan bu eylem tarzı nedeniyle sıkça üniversite boykotları, açık hava eylemleri artmaya başlamıştı. Bu düşünceye karşı olan sağ görüşlü öğrenci hareketleri de bu dönemde karşı bir mücadelede bulunmak için örgütlenmelere başlamışlardı.

1969 yılı öğrenci olaylarının 27 Mayıs sonrası en yoğun olduğu yıl olarak yaşanmıştır. 1969 yılının ilk günlerinde ODTÜ’ye rektör ziyareti için gelen ABD Büyükelçisi Conner’ın arabası üniversite de yakılmıştı. 16 Şubat Pazar günü ise daha ağır sonuçlar doğuran bir olay yaşanmıştı. ABD donanmasına ait 6.filoyu protesto amacıyla İstanbul’da Taksim Meydanında bir araya gelen ve eylemde bulunan sol görüşlü 76 farklı gençlik hareketi mensubu ile karşı görüşte öğrenciler birbirine saldırmış ve neticesinde 2 kişi ölmüş ve çok sayıda yaralanma meydana gelmişti. Bu yaşanan olay siyasi tarihimizde “Kanlı Pazar” olarak yerini almıştır.

Aynı yılın Mayıs ayına geldiğimizde ise, 1 Mayıs günü ölen Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in 3 Mayıs günü gerçekleştirilen cenaze namazında yaşananlar gerginliği daha da arttırmıştır. İmran Öktem, daha önce adli yıl açılışı konuşmasında yapmış olduğu “Tanrıyı ’da insan yaratmıştır” sözleri ve var olan cemaatlere yönelik ağır eleştirileri nedeniyle sağ görüşlü ve İslami camia nezdinde çok eleştirilen bir kimseydi. Ölümü üzerine 3 Mayıs günü Ankara Maltepe Camiinde cenaze namazı kılınacağı esnada ortaya çıkan bir kimse, “Allahsızın cenaze namazı kılınmaz” diye bağırmaya başlamış ve halk cenazeyi protesto etmeye başlamıştı. Bu gergin ortamda cenazeyi kıldıracak imam bulunamamış ve uzun süre protestolar eşliğinde cenaze için oraya gelenler cami dışına çıkamamışlardı. Sonrasında ise Yargıtay’ın bir başka hâkim üyesi namazı kıldırmış ve geniş hak protestosu eşliğinde orada bulunanlar cami dışına çıkabilmişlerdir. Bu olay gergin siyaset ve toplumsal gündeme yeni bir yansımada bulunmuş ve bu olayın toplumsal izi sağ-sol çatışmasını arttırmaktan başka bir neticeye varmamıştır.

1969 yılından 1970 yılına geçildiğinde ise, işçi sendikalarının eylemleri sürekli olarak gündemde yer almıştır. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) tarafından 15-16 Haziran tarihlerinde organize edilen iççi sendikaları kanununa muhalefet eylemi ise neticesi itibariyle kanlı bitmiştir. Çoğu yazarın ve araştırmacının görüşüne göre, 1’i polis 4 kişinin ölümüyle ve yüzlerce yaralıyla sona eren bu eylem, aynı zamanda yeniden bozulan ülke ortamı için rejime bir müdahale gerekliliği düşünenler içinde “haklı” bir gerekçe oluşturmaya yaramıştır. Bu eylem neticesinde olağanüstü hal ilan edilmiş ve sivil iktidarın yetersiz kaldığı pek çok yerde asker devreye girmiştir. Bu devreye giriş kimilerince, aynı zamanda yaklaşan darbe ortamının habercisi olarak adeta bir provasının yapılması olarak değerlendirilmiştir.

12 MART SÜRECİ

1971 yılının henüz daha en başında, 1 Ocak’ta gazetelere yansıyan bir ifade aslında 1971 yılının hiçte sanıldığı kadar sıradan bir takvim yılı olmayacağının habercisi niteliğindeydi. Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu gazetelere verdiği demeçte, “1961 Anayasasını bertaraf etmek gayesi güden aşırı ve zararlı akımlar mevcuttur” ifadesini kullanmış ve bununla mücadelede bulunacaklarını belirtmiştir.

1971’in Ocak ve Şubat aylarında, öğretmenlerden belediye işçilerine, hekimlerden Devlet Opera ve Balesi sanatçılarına dek toplumun çeşitli kesimlerinde hoşnutsuzluklar ve hak arayış çabaları yüksek perdeden seslendirilmeye başlanmıştı. Öğrenci olaylarından boykotlardan dolayı üniversiteler süresiz kapatılmakta; polis yurtlara baskınlar düzenlemekte, öğrenciler gözaltına alınmakta ve tutuklanmaktaydılar. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç bu dönem için, “sosyal gelişmenin iktisadi gelişmeyi aştığı” görüşünü basınla paylaşmıştır. 1970’lerin başında gençlik örgütleri, silahlı eylemlerle de gündemde olmaktaydılar. Ankara, İstanbul gibi büyük illerde banka soygunları ve adam kaçırmalar artmış, bu eylemler arkasından sürekli gençlik örgütlenmeleri çıkar olmuştu.

Mart ayına gelindiğinde ise ülkenin gündemi iyice şiddet sarmalına kilitlenmiş ve hemen her gün yeni bir eylem ve kanlı neticelerinden bahsedilir olmuştu. Böyle bir ortamda, 4 Mart günü, Ankara Gölbaşı’ndaki ABD üssünde görevli dört Amerikalı, Deniz Gezmiş’in de içinde yer aldığı Türkiye Halk Kurtuluş Ordu’su tarafından kaçırılarak fidye istenmiştir. Amerikalıları bulmak için ODTÜ’ye giren 30 bin polis ve askerin yaptığı aramada, bir asker ve bir öğrenci vurularak ölmüş ve çok sayıda yaralı olmuştur.

Ülke içerisinde birlik sağlanamazken, yurt dışına karşı da bir takım zorluklar yaşanmaktaydı. Özellikle ABD Nixon yönetimine karşı hükümetin tavrı ABD nezdinde AP Hükümetine olumsuz görüşlerin her gün basın yoluyla iletilmesine kadar varmıştı. ABD Nixon yönetimi gençlerin uyuşturucu alışkanlığına karşı başlattığı mücadelede, Amerikan eroininin yüzde seksen oranında kaynağını Türkiye’de üretilen haşhaşa bağlamış, üretiminin durdurulmasını istemiştir. Bu durum 20 Temmuz 1970’de Amerikan Kongresinde gündeme getirilmiş, Türkiye’ye ekonomik yaptırım uygulanması gerektiği belirtilmiştir. AP hükümeti haşhaş üretimi konusunda birçok önlem almış, üretimin yasaklanamayacağını belirtmiştir. Bu durum üzerine Demirel, Beyaz Saray’da istenmeyen adam durumuna düşmüştü. Yine bu dönemde Washginton Post gazetesi “Ordu huzursuz Demirel’in günleri sayılı” diye yazmış, müdahale için geriye sayım başlamış her yerde ihtilal söylemleri yayılmıştır.

Ülkenin sosyal ve siyasi düzeninde bu hareketlilikler yaşanırken ordu kanadında da süreç üzerinde birtakım hazırlıklar yapılmaya öncesinden başlamıştı. 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren generallerden olan Cemal Madanoğlu 1967 yılından 1971 yılına kadar sürecek dönemde yeni bir darbe planı hazırlamıştı. Madanoğlu, 27 Mayıs darbesinin amacından saptığını demokrasinin Türkiye gerçekleriyle uyuşmadığı savı ile hareket edip Milli Demokratik Devrimi gerçekleştirmek adına harekete geçmişlerdir. Hatta darbe tarihi olarak 9 Mart 1971 düşünülmüştür. Yani Muhtıradan 3 gün öncesi. Darbe sonrası yeni bir anayasanın kurulmasından kimlerin hükümeti kuracağına kadar pek çok kalem belirlenmiş ve askeri komutanın dahi değiştirilerek yeni kademelenmenin kimlerden oluşacağı yazılıp çizilmiştir. Ancak MİT ve Genelkurmayın girişimi ve erken öğrenmeleri sonucu darbe girişimi gerçekleşmemiş ve engellenmiştir. Yapılması kuvvetli muhtemel olan bu darbenin gerçekleşmemesinde darbeye desteklerini açıkça ortaya koyan kuvvet komutanlarından Muhsin Batur ve Faruk Gürler’in darbe sonrası tasfiye edilecekleri korkusuyla Tağmaç yanında hareket etmeye başlaması da vardır. Bunun üzerine durumu izah etmek ve sıkıntıları anlatmak için dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın yanına çıkarak o günden sonra siyasi hayatımızın en ilginç cümlelerinden biri olacak ifadeyi Cumhurbaşkanına aktarmıştır, “Genç Subaylar rahatsız!”

Bu görüşme neticesinde yapılacaklar konuşulurken, genç subaylardan daha baskın çıkan üst düzey subaylar ve generaller erken davranarak 3 gün sonrasında 12 Martta Muhtırayı ilan etmişlerdir. 12 Mart Muhtırası, Genelkurmay sekreterliği tarafından üç subaya verilmiş ve TRT’ye götürülmesi emri verilmiştir. 13 haberlerinde TRT haber spikeri muhtırayı ilk defa Türkiye’ye duyuran kişi olmuştur. Aynı saatler içerisinde Meclis başkanına tevdi edilen muhtıra Meclis Başkan vekili Fikret Turhangil tarafından meclis genel kurulunda okunmuştur.

“Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın Kendi ülkesini işgal eden ordu öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir. Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize…””

12 MART MUHTIRASI NEDEN YAPILDI?

12 Mart Muhtırası muhtırayı veren askeri kadronun ilan ettiği bildiride de yer alan, ekonominin bozulması, paranın değerinin düşmesi, üniversitelerde başlayan öğrenci gösterileri, sendikaların grevleri sonucu üretimin düşmesi, Aleviler ile Sünniler arasında çatışmaların başlaması, İstanbul’sa İsrail başkonsolosunun sol bir örgüt tarafından kaçırılarak öldürülmesi gibi gerekçelere dayandırılmıştır.

Muhtırayı imzalayan dört üst düzey komutandan birisi olan Orgeneral Muhsin Batur, 1986 yılında yayınladığı anılarında, muhtıranın sağ hükümete karşı yapıldığını fakat olayları tırmandıranların muhtıraya destek veren radikal sol örgütlerin de etkili olduğunu söylemiştir. 1970’in başlarında ODTÜ’de sol görüşlü gençlerin başlattığı olaylar, polisle öğrencilerin çatışmaları muhtıranın gerekçelerinden birini oluşturmuştur. ODTÜ öğretim görevlilerinden Bahri Savcı, Cumhuriyet gazetesine yazdığı bir yazıda öğrencilerin daha fazla eylem yapmasını istemiş, ülkenin geleceği için solcu gençlerin sokağa dökülmeleri çağrısını yapmıştır. Banka soygunları, adam kaçırmalarda bu dönem ciddi bir artış meydana gelmiştir.

12 MART MUHTIRASI SONRASI

Muhtıra verilip hükümet kurulduktan sonra ilk iş olarak, amaçları kökten darbe yapmak olan beş general, bir amiral ve 356 albay ordudan tasfiye edilmiştir. Bu tasfiyenin amaçlarından biriside, eğer bu kadro başarılı olmuş olsaydı Muhtıra veren ekibi tasfiye edecek olmasındandır. Aynı zamanda bir kere darbeye niyetlenen ve son anda gerçekleştirememiş olan bu kadronun süreç içerisinde disiplin olarak kontrolünün zor olacak olması da nedenlerden birisidir.

Muhtırayı desteğini açık bir şekilde belirten ilk kişilerden biri TİP lideri Behice Boran’dır. Boran, Adalet Partisi iktidarının sivil faşizme geçtiğini savunarak hükümetin anayasaya aykırı faaliyetlerin içine girdiğini iddia etmiştir. DİSK muhtıraya destek verdiğini, sol görüşlü hareket liderlerinden Mucip Ataklı, askerin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirerek “hukuki bir ihtilal” yaptığını açıklamıştır. Sol Kemalist dernekler ortak bir bildiri yayınlayarak muhtıraya destek verdiklerini ilan etmişlerdir. Nedense sol görüş tarafında muhtıraya karşı duyulan bu destek mahiyetli açıklamalar sağ görüşlü kimselerden veya gruplardan fazlaca gelmemiştir.

Muhtıra Meclis bünyesinde okunduktan sonra ilk tepki Senato Başkanı olan Tekin Arıburnu’ndan gelmiştir. Muhtıranın muhatabı olan Adalet Partililer sessiz bir şekilde olanı veya olacağı seyrederken, CHP’liler okunan metni Meclis bünyesinde alkışlayarak karşılamışlardır.

Dönemin Başbakanı olan Süleyman Demirel, muhtıra metnine itiraz ederek karşı bir muhtıra yayınlamak görüşlerinin aksine, muhatabı oldukları metnin daha da büyüyerek 27 Mayıs vari bir askeri darbe olarak tekrar karşılarına gelmemesi adına Bakanlar kurulunda mevcut bazı bakanların muhalefetine rağmen, hükümetin istifa dilekçesini imzalayarak Adalet partisi hükümetini sona erdirmiştir.

12 Mart Muhtırasını ve hükümetin düşmesini dönemin önemli bir gençlik hareketi olan sol görüşlü Dev-Genç ve önemli sol gruplar muhtırayı memnuniyetle karşılamışlar, sivil diktatörlüğün hükümetin istifasıyla sona erdiğini ilan etmişlerdir. Bu memnuniyet sadece onların şahsında kalmamış, ülkü ocakları ve sağ görüşlü camianın bazı grupları da muhtırayı destekler açıklamalar yapmışlardır. Bunun sebebi ise, Muhtırayı veren kadronun aslında 9 Martta darbe girişiminde bulunan kişilerce verilmiş olduğunun sanılmasıdır. Muhtırayı veren kişiler ve reform niyetlerinin gerçek arka planı daha sonra gün yüzüne çıkacak ve bu durumda en büyük mağduriyet yine bu grup ve kişiler yaşayacaktır.

12 Mart muhtırası kendisine karşı olan bu desteğe rağmen en büyük zararı yine yukarıda ismi zikredilen grup ve kişilere vermiştir. Türkiye İşçi Partisi kapatılmış, Dev-Genç’in hareketlerine son verilmiş ve liderleri tutuklanmıştır. Muhtıra sonrası Türkiye’sinde Cuntacıların en önemli icraatlarından birisi de, dönemin en bilindik kişilerinden olan sol görüşlü gençlik hareketi lideri Deniz Gezmiş ve iki arkadaşı bu muhtıra sonrası oluşturulan ortamda göstermelik bir yargılama ile idam edilmiş olmasıdır.

12 Mart Cuntacı kadro kendilerinden önce ilk darbeyi gerçekleştiren kadrodan farklı olarak yönetimi büsbütün ellerine almamışlardır. Bunun yerine nispeten uzlaşma mantığını gösterir nitelikte ama kontrolün kendilerinde olduğu bir AP-CHP koalisyonu kurmuşlardır.

12 Mart Muhtırası asıl olarak “Genç subaylar rahatsız”’ın yansıması olarak oluşmuştur. Genç subayların rahatsız olması ise, bir bakıma 1961 anayasası ile oluşturulan siyaseti yeniden tanzim edilmesi düşüncesinden doğmuştur. 1960 yılında yapılan darbe ile tasavvur edilen ve kısmen oluşturulan rejimin devam etmediğini görünce müdahale etme gereğini duyarak hatalarını, eksiklerini gidermeye çalışmışlar, vesayetçi anlayışı güçlendirmeye çalışmışlardır.

12 Mart Muhtırası bir ara dönem olarak siyasi hayatımızda sonuç doğurmuştur. Meclis bütünüyle feshedilmemiş ancak kurulan yeni hükmet ile bir takım reformların yapılması istenmiştir. 1961 Anayasasının doğurduğu düzen için “özgürlükler bize bol geldi” düşüncesi hâkim olmuştur. Yeni hükümetin başbakanı olan Nihat Erim bu dönemde “gerekirse özgürlüklerin üzerine şal örteriz” açıklamasını yapmıştır. Başbakan olduktan sonra ise “kafalara balyoz gibi inmekten” bahsetmiştir. Nitekim bu açıklamasından sonra, Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Diyarbakır, Kocaeli, Sakarya, Eskişehir, Hatay, Zonguldak ve Siirt’te sıkıyönetim ilan edilmiştir. Arka arkaya açıklanan sıkıyönetim bildirileriyle nişan, nikâh, düğün, okul aile birliği ve sportif faaliyetler hariç olmak üzere her türlü toplantı yasaklanmıştır. Erim; “hiç kimse unutmamalıdır ki,12 Mart öncesine geri dönüş yoktur” diyerek Türkiye’yi yeni bir liberalleşme dönemi yaşamasını önlemek,1961 Anayasa’sının ülke için bir lüks olduğu için daraltılması gerektiğini vurgulamıştır.

“‘Reformlar ve inkılap kanunlarından söz eden 12 Mart Muhtıra’nın, birçok çevrede yıllardır sözü edilen, hasretle beklenen ve gerçekleştirilmesi uğruna sosyalist hareket içindeki birçok çevrenin de çaba gösterdiği ‘radikal darbe’nin sonunda gerçekleştirildiği izlenimini vermesine karşın, kısa bir süre sonra ‘radikalizm’in yıldızları Tümgeneral Celil Gürkan, Hava Tuğamiral Aydın Kirişoğlu ve Deniz Tuğamiral Vedii Bilget’in de bulunduğu bir grup orta kademe subayın Silahlı Kuvvetler’den tasfiye edilmeleri tüm ‘radikal’ çevrelerde hayal kırıklığına yol açmıştır. Doğan Avcıoğlu’nun Devrim dergisi, “Doğru teşhis, yanlış tedavi” diyerek siyasal iktidarın parlamento ile paylaşılmaya devam edilmesini eleştirmiştir (bianet.org).”

12 Mart döneminde yeni yönetimce özellikle anayasada yer alan temel hak ve özgürlükler konusunda oldukça sıkı uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Düşünce ve basın hürriyeti hiçe sayılmış ve dönemin pek çok gazetecisi ve aydını tutuklanarak cezaevine konulmuştur. Sıkıyönetim makamlarınca 39 kez süreli/süresiz gazete kapatma cezası uygulanmıştır.

12 Mart cuntası, kendilerinden önce 1960 yılında darbeyi gerçekleştiren seleflerinin yaptığı gibi yeni bir anaysa yapma ihtiyacı hissetmemişlerdir. Bunun yerine mevcut 61 Anayasasını köklü bir revizeye tabi tutmuşlardır. 157 maddelik anayasanın ağırlıklı olarak temel hak ve hürriyetler ile ilgili kısmını kapsayacak şekilde 40 maddesini değiştirmişlerdir. Bunun konudaki niyetlerini meşrulaştırmak için sürekli olarak “27 Mayıs Anayasası kişilere lüzumundan fazla hürriyet tanımıştır; özellikle hürriyetlerin kötüye kullanılmasını ve böylece Türk toplumunu anarşiye sürüklemesini önleyecek güvenlik supaplarından yoksundur. Bu nedenle aşırı davranışları önleyecek nitelikteki kanunların yapılmasına izin vermemekle, demokrasi ve hürriyet düzeninin tehlikeye düşmesine sebep olmaktadır”  düşüncesi empoze edilmeye çalışılmıştır.

Yapılan anayasa değişiklikleri ile sadece temel haklar üzerinden bir hürriyetleri sınırlayıcı anlayış güdülmemiş, bunu yanında pek çok diğer alanda da sınırlandırıcı hükümler konulmuştur. Sosyal ve iktisadi haklar ve ödevler yeniden düzenlenmiş ve toprak reformu yapılması gündeme getirilmiştir. Yasam ve Yürütme arasındaki denge anayasada yeniden dizayn edilmiş, Kanun Hükmünde Kararname çıkarması hükümete verilerek, meclis belli alanlarda By-Pass edilecek ve güçlü bir hükümet kurulmuş olacaktır. Mevcut üniversitelerin özerklikleri sınırlandırılmıştır. Böylece merkezi kontrolün daha fazla olacağı üniversitelerde öğrenci olaylarının ve boykotların önüne geçilebileceği düşünülmüştür. TRT’nin özerkliği ise kaldırılmış ve tamamen hükümete ve bakanlığa bağlı bir devlet kurumu olarak yeniden yapılandırılmasına karar verilmiştir. Özetle, yapılan değişiklikler ile anayasanın daha özgürlükçü bakış açısı, daha kontrolcü, daha devletçi ve daha güçlü hükümet yanlısı bir bakış açısına dönüşmüştür. Bunun yansımasının neticesi olarak 1973 yılında yapılan anayasa değişikliği ile Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulmuştur. Bu mahkemelerin en önemli özelliği, devlete ve anayasaya karşı devirmek ve düzeni bozmak amacıyla girişilmiş eylemlerin yargılanmasında yetkili olması ve 3 üyesinden birisinin asker olacak olmasıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan İstiklal mahkemelerine benzerlik gösteren bir çalışma usulü öngörülmüştür.

Darbecilerin neredeyse hepsinin yaptıkları eylemi meşrulaştırmak ve halka karşı korku salmak amacıyla etkin olarak kullandıkları yöntemlerden birisi de idam cezası ve uygulamasıdır. 1960 darbesi sonrası Başbakan Menderes’in ve Bakan arkadaşları Polatkan ve Zorlu’nun idamı bu anlamda geçekleştirilen ilk darbe cuntası cinayetleridir. 71 Muhtırasında da bu yola başvurulmuştur. Anca bu sefer yargılananlar siyasiler değil dönemin en etkili sol görüşlü gençlik liderleridir. Deniz Gezmiş ve arkadaşları 16 Temmuz 1971 de yargılamaya başlamışlardır.  9 Ekim 1971’de ise yargılanan Gezmiş, İnan ve Aslan idam cezasına çarptırılmışlardı. İdam kararları 10 Mart 1972’de TBMM’de 53 ret ve 6 çekimsere karşı 238 oyla onaylanmıştır. Senatonun da kararı onaylamasıyla 6 Mayıs 1972’de Gezmiş, İnan ve Aslan hakkında idam kararları Ankara Cebeci Sivil Kapalı Cezaevi’nde yerine getirilmiştir.

12 Mart Muhtırası her şeyden önce bir askeri darbedir. Türk demokrasi tarihine, 27 Mayıstan sonra vurulan ikinci darbedir. Belki meclis feshedilmemiş, siyasiler yargılanmamış, asker karargâhtan çıkıp yönetime fiili olarak el koymamıştır, ancak muhtırayı veren komuta kademesi, Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Talimatının anayasadan daha üstün bir belge olduğunu pratikte kanıtlayarak kendi iradesini seçilmiş meclise dayatmıştır. Bu hal, 12 Mart’ın başlı başına bir darbe olarak kabul edilmesini mümkün kılmaktadır.

12 Mart sonrası sivilleşmek yolunda atılan en önemli adım cumhurbaşkanlığı seçimleri olacaktır. 1973’e girerken Cumhurbaşkanlığı seçimleri gündeme gelmiştir. Komutanlar kendi adayları desteklemiş, Gürler, Cumhurbaşkanı seçilebilmek için, Genelkurmay Başkanlığı görevinden istifa etmiştir, ancak Cumhurbaşkanı seçilememiş ve teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yeni Cumhurbaşkanı TBMM’den gelen öneri, komutanların da kabulüyle emekli Amiral Fahri Korutürk seçilmiştir. 4 Ekim 1973 seçimlerinin yapılmasıyla birlikte, ordunun dayatmasıyla kurulan partiler üstü hükümetlerin kurulduğu dönem sona ermiş, halkın iradesiyle yapılan seçimlerle 12 Mart rejimi ve ordu yeniden siyaset arenasına ara vermek durumunda kalmıştır. Ta ki 12 Eylül 1980’ e kadar.

12 Mart süreci beraberinde 12 Eylül darbesine kadar yeni bir süreci başlatmıştır. 1961 Anayasası ile verilen ve sonrasındaki gelişmelerden büyük pişmanlık duyan ordu, 1971 de darbe yapmaksızın rejimi kontrol altına almaya çalışmış ne var ki bunu çok iyi bir biçimde başaramadığı için ülkede dirlik düzen hiçbir zaman tesis edilememiştir. Bunun çözümü olarak görülen yol da askeri darbe olmalıdır anlayışıyla Muhtıra anlayışı yaklaşık 9 yıl sonra yerini askeri bir darbeye bırakacaktır.

http://darbeler.com/2015/05/18/12-mart-muhtirasi/

***