Muhsin Batur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Muhsin Batur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ocak 2019 Çarşamba

12 Mart 1971'de Ne Olmuştu?

12 Mart 1971'de Ne Olmuştu?


Muhtırayla silahlar kimdeyse iktidarın da onda olduğu ilkesi bir kere daha doğrulanmıştı. 8-9 Mart'taki radikal darbe girişimi savuşturulmuş, Demirel'in AP hükümeti düşmüştü. 
26 Nisan'da sıkıyönetim ilan edildi. Rejim aktif saldırısına başlıyordu.

İstanbul - BİA Haber Merkezi
11 Mart 2008, Salı 

12 Mart 1971'de üç kuvvet komutanı ve Genel Kurmay Başkanı'nın imzasıyla TRT haber bültenlerinden okunan hükümete yönelik muhtıra ile Ordu, "Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Talimatı"nın Anayasa'dan daha üstün bir belge olduğunu pratikte kanıtlayarak Süleyman Demirel'in AP hükümetini düşürdü.
Parlamento kapatılmamış, siyasal partilerin çalışması engellenmemiş ve hiçbir yönetici tutuklanmamış ve hükümet idaresine fiilen el konulmamış olmakla birlikte bu apaçık bir darbe idi. Ordu kendi iradesini seçilmiş meclislerinin iradesine dayatmış ve silahlı kuvvetlerin yürütmesi "egemenliğin kayıtsız şartsız ait" olduğu söylenen milletvekillerinin ellerinden alınmıştı. Silahların kontrolü meclis ve hükümetin elinden çıkmıştı ve "silahlar kimdeyse iktidarın da onda" olduğu ilkesi bir kere daha doğrulanmıştı.

"12 Mart Muhtırası" adı verilen müdahalenin meşruiyet gerekçelerinin sıralandığı belgenin "reformlar ve inkılap kanunları"ndan söz eden programatik imaları, birçok çevrede yıllardır sözü edilen hasretle beklenen ve gerçekleştirilmesi uğruna sosyalist hareketin içindeki birçok çevre de dahil kimi "ilerici" ve "devrimci"lerin pek çok çaba gösterdikleri "radikal darbe"nin sonunda gerçekleştirildiği izlenimini veriyordu ama Muhtıra'dan çok kısa bir süre sonra silahlı kuvvetlerden aralarında "radikalizm"in yıldızları Tümgeneral Celil Gürkan, Hava Tuğamiral Aydın Kirişoğlu ve Deniz Tuğamiral Vedii Bilget'in de bulunduğu bir grup orta kademe subayın tasfiye edilmeleri tüm "radikal" çevrelerde hayal kırıklığına yol açtı.

Doğan Avcıoğlu'nun Devrim dergisi "Doğru Teşhis, Yanlış Tedavi" belirlemesinde bulunurken siyasal iktidarın parlamento ile paylaşılmaya devam edilmesini eleştirmeye başladı. Tereddütler yerini çok geçmeden karamsarlığa bıraktı. Erim Hükümeti açıklanıp programını ilan ettiğinde ve Vehbi Koç'un ağzından tekelci burjuvazinin tam onayını aldığında, herkes ve bu arada devrilen Demirel'in AP'si bile herhangi bir "radikalizm2in iktidara tırmanmakta olmadığından artık emindi. Düzen bir kere daha çatışan tarafların üzerine doğru tırmanarak bir hakem konumuna doğru yükselen yürütme gücünün egemenliğiyle kendisini kurtarmıştı. Sıra düzeni tehdit eden güçlerin hizaya getirilmesindeydi.

8-9 Mart 1971

Gerçekte Süleyman Demirel'in bir ordu müdahalesiyle devrilmesi aylardır bekleniyordu ancak hükümetten yana olduğu bilinen Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç'ın müdahalenin başında bulunacağı umulmuyordu. Silahlı kuvvetlerde hayli yaygın bir zemine sahip olan "radikaller"in bir kere girişim başlayınca önderliği ele geçireceği sürekli olarak varsayılmıştı. Radikallerin sürekli aşağıdan yukarı doğru baskısıyla sonunda 8 Mart'ı 9 Mart'a bağlayan geceyarısı silahlı kuvvetlerin büyük bir bölümü harekete geçmek üzere alarma geçirildi. Darbe için hazırlanmış planlar uyarınca birlikler seferber edildi. Sıra kuvvet komutanlarının harekat emrini vermesindeydi.

Ancak bu emir hiçbir zaman gelmedi. Çünkü "Radikallerin" bütün bağımsız örgütlerinin bilgisini ve yönetimini kendilerine bağladıkları ve hepsi de "radikal" olarak bilinen Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ile Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan, darbe "radikaller"in programına uygun olarak yürürlüğe konduğunda karşılarında güçlü bir direniş cephesi oluşacağını görmüşlerdi. Silahlı Kuvvetlerin bu darbe süreci içinde bölünmesinin giderek darbede inisiyatifin kendi ellerinden de çıkartacağını ve alt kademedekilerin hazırlıklarını buna göre de yaptıklarını öğrenen Batur ve Gürler, Türkiye'nin General Necib'i olma korkusu içinde ancak aşağıdan gelen sürekli baskı altında bir müdahale adımı atmaksızın daha uzun süre oyunu sürdüremeyecekleri nin de farkında olarak, ordunun Amerikancı ve tutucu kanadının ortalama eğilimlerini dile getirdiği bilinen Genel Kurmay Başkam Memduh Tağmaç ile anlaştılar. Buna göre, ordu yumuşak bir müdahale ile "radikaller"in nefretinin simgesi haline gelmiş olan Demirel ve AP hükümetini alaşağı edecek, buna karşılık Batur ve Gürler de alt kademedeki "radikaller"i tasfiye edeceklerdi.

Böylelikle hem silahlı kuvvetlerde bölünme tehlikesi ve bunu izleyebilecek bir "iç savaş" tehlikesi atlatılmış oluyordu, hem de büyük burjuvazinin otorite bunalımını aşmak için bir olağanüstü rejim üzerinde burjuvazinin bütün fraksiyonları uzlaşmış oluyorlardı.

12 Mart Müdahalesi silahlı kuvvetlerdeki bu iki gücün çalışmalı dengesinin pratik anlatımıydı. Süleyman Demirel hükümetinin devrilmesinin ardından "Nasır"lar olabileceklerinden kuşkulanılan generaller ordudan çıkartılınca, aslında üstünlük bir anda Amerikancı ve muhafazakar kanadın eline geçmiş oldu. Çünkü bu noktadan sonra Batur ve Gürler artık isteseler de 12 Mart Muhtırası'nın parlamento ve burjuvazi karşısındaki blöfü olan ve gerçekte "radikaller"i frenlemekten başka bir amacı olmayan, reformlar yapılmazsa "idareyi doğrudan doğruya üzerine alma" tehdidini gerçekleştiremezlerdi. Bunu birlikte yapabilecekleri hiyerarşiden bağımsız bir örgüt yoktu artık. Onu kendi elleriyle parçalamış ve tasfiye etmiş, önderlerini Tağmaç ve Türün'ün önüne atmışlardı.

1965'ten başlayarak adım adım kurdukları bağımsız örgütlerini paşalarına teslim eden "radikaller"in, kendi planlarını karşı tarafa açıkladığını düşündükleri Korgeneral Atıf Erçıkan'ın evini bombaladıktan sonra yakalanan Dev-Genç eski Genel Sekreteri Ruhi Koç ve 69 deniz subayı hareketinin önderi emekli deniz teğmen Sarp Kuray "radikaller"in hayal kırıklıklarının ve öfkelerinin canlı bir örneğiydiler.

Yukarıda, silahlı kuvvetler komuta kademesinde varılan anlaşma aşağıda, parlamentoda da yansımasını buldu ve AP, CHP ve öteki partiler başbakanlığa atanan CHP milletvekili Nihat Erim hükümetine bakan vereceklerini ve programını onaylayacaklarını bildirdiler. Hükümete parlamento dışından Yön ve Sosyalist Kültür Derneği çevresinden OECD ve Dünya Bankası'nın gözde teknisyenlerinden Atilla Karaosmanoğlu, NATO Genel Sekreter Birinci Yardımcısı Osman Olcay, OYAK Yönetim Kurulu Üyesi Özer Derbil, 27 Mayısçı Sadi Koçaş, "ilerici" öğretim görevlilerinden AÜ Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Türkan Akyol ve başka teknisyenler de girdiler. Böylece ordunun zoru altında burjuvazinin bütün eğilimleri, teknokrasi ve bürokrasi bir hükümet çevresinde birleşmiş, temsili bir "milli birlik ve beraberlik" siyasal çevrelere hakim olmuş gibi görünüyordu.

Cumhuriyet'te İlhan Selçuk, Erim hükümetinin "Reformlar"a girişebilmesi için Atatürkçülerin birlik içinde kalması gerektiğini vurgular ve Mehmet Ali Aybar Erim hükümetine güven oyu verirken, TİP, Dev-Genç ve SDDF "tekelci kapitalistlerin", "bürokratik faşizmin" hükümetine hiçbir şekilde destek olmayacaklarını ilan ettiler. Resmi siyaset sahnesinde süregiden tüm ilişkiler bir fars havasına bürünürken CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, Türkiye'de Yunanistan usulü bir askeri diktatörlük kurulmuş olduğunu söyleyerek görevinden istifa etti.

"Radikaller" bozgun havası içinde geri çekilmeye ve darbeye kadar onayladıkları "Gerillacılık"tan vazgeçilmesi çağrıları yayınlamaya başladılar. Düzen kendisini yeniden tesis ederken NATO'nun güneydoğu kanadında ortaya çıkmış olan belirsizlikler ABD'nin istekleri doğrultusunda giderilmeye ve büyük burjuvazinin "komünizmle mücadele" programı paramiliter çetelerin elinden alınarak doğrudan doğruya devletin gizli aygıtlarına devredilmek, "kontrgerilla" sahneye çıkmak üzereydi. Ancak bunun için öncelikle görünüşte hala yürürlükte olan parlamentonun yürütme yetkilerinin askıya alınması, öte yandan Anayasa'da ezilen sınıfların özgürlük mücadelesi alanını yasallaştıran hükümlerin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Burjuvazinin siyasal gündeminde Anayasa'nın değiştirilmesi ve sıkıyönetim ilanı vardı.

Sıkıyönetime doğru,

12 Mart'tan sıkıyönetimin ilan edildiği 26 Nisan 1971'e kadar geçen süre içinde toplumsal mücadeleler de, silahlı eylemler de, faşist hareketin saldırıları da durulmadı. 20 Mart 1971'de Batman'da üç bin köylü kent meydanında biraraya gelerek "açız" diye haykırdılar. Jandarmanın zor kullanmasına karşın dağılmayarak sopa ve taşlarla karşılık verdiler. 21 Mart'ta Konya'da Eğitim Enstitüsünde faşist "komando"lar devrimci öğrencilere saldırarak altısını bıçakla yaraladılar. 24 Mart'ta İstanbul'da bin tekstil işçisi Enboy fabrikasında direnişe geçtikten sonra haklarını savunmayan Teksif merkezi ve şubelerini işgal ettiler.

25 Mart'ta Samsun'un Alaçam ilçesinde tütün üreticilerinin Tekel'in Tütün satmasını engelleyerek gerçekleştirdikleri direnişte dört öğretmen ve dört üretici tutuklandı. İstanbul'da Vezneciler'de faşistlerin üniversiteyi işgal girişimini önleyen devrimci öğrencilerle faşistler arasında çıkan çatışmadan sonra DGSA'yı basan polislerle de silahlı çatışma çıktı ve bir öğrenci iki polis yaralandı. 29 Mart'ta Ankara'da Kurtuluş Lisesi önündeki çatışmada faşistler üç devrimci öğrenciyi kurşunladılar. İstanbul'da Işık mühendislik ve Mimarlık Akademisini işgal ederek uzun saçlı erkek öğrencilerin saçlarını kesmeye başladılar. 31 Mart'ta İTÜ olaylar çıkacağı gerekçesiyle kapatıldı, 1 Nisan'da Robert Kolej kapatıldı.

3 Nisan'da işçileri 80 gündür grevde olan Grundig elektronik fabrikasının sahibi evine konulan dinamitle yaralandı. 3 Nisan'da Otomarsan fabrikalarının sahibi Mete Has ile Adanalı toprak sahibi Talip Aksoy kaçırıldılar ve 400 bin TL fidye karşılığında 5 Nisan'da serbest bırakıldılar. 10 Nisan'da İstanbul'da Balıkesir Öğrenci Yurdu'na faşist "komandolar" tarafından açılan ateşle Niyazi Tekin ağır yaralandı ve öğrenci Hasan Erkişi kaçırıldı. Niyazi Tekin 21 Nisan'da hastanede öldü. 16 Nisan'da Dr. Rahmi Duman'ın oğlu Hakan Duman fidye karşılığı kaçırıldı. 18 Nisan'da fidye ödenerek Hakan Duman serbest bırakıldı. 20 Nisan'da İstanbul DMMA faşistlerin saldırısı üzerine kapatıldı. 26 Nisan'da Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Hatay ve Diyarbakır'da Sıkıyönetim ilan edildi.

12 Mart rejimi Dev-Genç, ÜOB, TÖS, DDKO ve irili ufaklı birçok derneği kapatmaya başladı. Rejim aktif saldırısına başlıyordu. (SA/EÜ/TK)

* Bu Metin Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi'nden alındı. (7.cilt, sf.2166-68)

https://m.bianet.org/bianet/siyaset/105503-12-mart-1971-de-ne-olmustu


***

22 Ekim 2016 Cumartesi

DARBELERDEN SONRA ?




DARBELERDEN SONRA ?


Darbelerden ve muhtıralardan sonra ülkemizde  neler oluyor ?
         Bu tarihi olguya bir bakalım:1960 yılında Cemal Gürsel paşa tarafından verilen ilk muhtıradan sonra; muhtıralar ve darbeler gelenek halini aldı: bir muhtıra başka bir muhtırayı, bir darbe başka bir darbeyi davet etti !
 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra askerler arasında görüş ayrılığı ya da erk paylaşımından dolayı çıkan ihtilaflar sonucu; askerler kendi içlerinde de muhtıra olayını devam ettirdiler… Darbelere teşebbüs ettiler... 1960-1975 yılları arasında darbe ve muhtıracıların bölünmeyi  yoğun bir şekilde yaşadıklarını görmekteyiz; ordu içinde; birlikler, komiteler, gruplar teşekkül ediyordu…
27 Mayıs ihtilalini yapan kadro’nun içinde bulunan Numan Esin ihtilal sonrasının şaşkınlığını ve ihtilalciler arasında bulunmayan düşünce birliğini çok güzel anlatır: “İhtilali yapan arkadaşların kafasında bir görüş birliği yoktu. Olmadığı için bunu tartışmaktan kaçınmışlardı. Örneğin Türkeş daha sistemli, daha kalıcı bir model önerirken, Sami Küçük ‘bu askeri diktatörlük olur’ diye kaçmıştır.”(Numan Esin,Devrim ve Demokrasi,Bir 27 Mayısçının Anıları,Doğan Kitap 2005 İst.

 13 Kasım 1960 tarihinde  14 ler”in ekarte edilmesinden sonra askerler arasında ki gruplaşmalar 12 Mart muhtırasını getirdi.12 Mart muhtırası arifesinde 9 Martçılar ve sonrasında da yine komiteler teşekkül ediyordu. Muhtıracı paşalardan Muhsin Batur “… Silahlı Kuvvetler; Doğan Avcıoğlu   grubu ile siyasete bulaştı ve ikiye bölündü.” diyor.
 Darbe ve muhtıralardan sonra ne yapacaklarını bilemeyen darbeci veya muhtıracı askerler; çözümü sivillerin “telkin, aşılama ve yönlendirme”lerinde buldular: bu da, onları yanlış yapmaya  götürdü.
 Ayrıca darbelerden ve muhtıralardan sonra devletin birimlerine yerleştirilen “asker yöneticiler/muazzaf veya emekli” hem devlet çarkını hem de ekonomiyi çok zor durumlara sokmuşlardır; yatırımları durdurulmuş, grev ve lokavtlar yasaklanarak enflasyonu aşağı çekmenin ve sosyal çalkantıların (yürüyüşler, protestolar, iş bırakmalar vb..) “ekonomide başarı” olduğuna inanmışlardır. Ancak birçok gazeteci ve siyaset adamı askerler gibi düşünmüyor: Mehmet Barlas “Her askeri müdahalenin ülke ekonomisini, hukukunu, sosyo-politik yapısını ne büyük açmazlara sürüklediğini yaşayarak gördüm.” diyor.
 Muhtıra ve darbelerin ülkeye verdiği zararı aradan yıllar geçtikten sonra; kendileri de kabul etmişlerdir: bir muhtıra verip, bir de darbe yapan Kenan Evren anılarında “27 Mayıs 1960 müdahalesi ile 12 Mart müdahalesinin yurdumuza ve özellikle Silahlı Kuvvetlerimize verdiği maddi ve manevi zararları görmüş ve içinde yaşamıştım. Tekrar böyle bir durumla karşı karşıya kalmamamızı gönülden temenni ediyorum” diyerek darbelerin verdiği zararı ikrar ederken, kendi darbelerinde başarıya ulaşıp ulaşamayacakları konusunda tereddütlüdür.
 Murat Belge ise darbelerin sonuçlarını şöyle yorumluyor: “27 mayıs 1960 darbesi, Ulusal devletin temel ilkelerine karşı uygulamaları giderek yoğunlaştıran DP iktidarına karşı, silahlı kuvvetler içindeki bir grubun , Kemalist kaygılarla harekete geçerek yönetime el koymasından ibaretti. Ne ki bu çerçevede başlayan hareket kendi iradesi dışında (Ulusal devleti bir erozyon sürecine sokacak olan) liberal bir anayasa yapmaya sürükleniyordu. Böylece Kemalist ilkeleri yeniden güçlendirmek ve yüceltmek vaadiyle gelen subaylar, her vesileyle Ulusal Devletin karşısında yer alan Liberal odakların kullanacağı unsurlara hareket serbestisi kazandıran bir anayasa yaparak kışlasına çekili yordu… 

Her darbe ise Kemalist olduğu iddiasındaki subayların Ulusal Devletten ödün vermesiyle sonuçlandı.

 Buna mukabil 27 Mayıs İhtilalinden sonra “demokratik hak ve hürriyetlerde” kısmen de olsa batı ölçülerine yaklaşan hukuk ortamı yaratılmaya çalışıldı… Demokrat Parti döneminde liberalleşmenin aksine merkeziyetçi ve devletçi yapıya dönüş yaşandı. Komünist ülkelerde başarı ile uygulanan ‘planlı dönemlere’ adım atıldı. Çalışanların örgütsel ağırlıkları, katılımcılığa dönüştü.
 12 Mart Muhtırası ise birçok hakları geri aldı, bazı hakların işleyişi durduruldu, anayasadaki değişiklikler ile 27 Mayıs İhtilalinin hukuk anlayışı delinmiş oldu.
 12 Eylül darbesinden sonra da iktidara gelen askerler yine kazanılmış haklar üzerine “şal örttüler”.
 Özal dönemi Türkiye’de köşe taşlarının yerinden oynadığı yıllardı: dizginlenemeyen bir liberalizim /kendinden menkul / anlayışı; toplum yapısında etik değerlerin yerine, cazibe ile ekonomik konfor ve tüketim değerlerini geçirdi. Bunun neticesi olarak da bize özgü bir tüketim toplumu yaratıldı. Daha beş yıl öncesine kadar bazı değerleri kutsal olarak kabul eden bir toplum; beş yıl sonra sorgulayarak terk ediyor ve bu değerleri “Çağdışı” olarak nitelendirebiliyordu… Belki de, asker-ordu böyle bir süreci aklının ucundan bile geçirmemişti ama kendi dünyalarının dışındakilerin telkinleri ile kurdukları sistem ve gözetimlerindeki yönetimler bu tabloyu çizmeye başlamışlardı…
 Askerin içine sinmese de kabullenmek zorunda kalmıştı !...
 Gülay Göktürk, Dünden Bugüne Tercüman gazetesinde /4 mart 2004/ “Darbe olmasaydı ne olacaktı ?” başlıklı yazısının başında şunları yazıyordu “ Türkiyede her darbeden sonra o darbelere çeşitli faydalar atfedenler olmuştur. Bunların kimisi vicdanı rahatlatmak içindir; zamanında darbe kışkırtıcılığı yapmış olanların kendi pozisyonlarını aklama gayretidir. Kimisi de, süreçleri görememekten, o süreçler darbeyle kesintiye uğramasaydı olayların nasıl gelişeceğini tahlil edememekten kaynaklanır. Darbe oldu, böyle oldu”
Darbelerin hikayesi ayrı bir kitap konusu!