Türkmenler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkmenler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Nisan 2017 Cuma

BARACK OBAMA DÖNEMİ VE TÜRKMENLER BÖLÜM 1


BARACK OBAMA DÖNEMİ VE TÜRKMENLER ,  BÖLÜM 1 


Dr. Mustafa ZİYA 

Türkmeneli Kültür Vakfı Başkanı 
itctt@tahoo.com

Bush yönetiminden en çok zarar gören grup olan Türkmenler, ABD’deki yeni başkanlık dönemi için öngörüde bulunmakta zorlanıyor. 

İnceleme
Dr. Mustafa ZİYA 
Türkmeneli Kültür Vakfı Başkanı 
itctt@tahoo.com
Bush yönetiminden en çok zarar gören grup olan Türkmenler, ABD’deki yeni başkanlık dönemi için öngörüde bulunmakta zorlanıyor. 

BARACK OBAMA DÖNEMİ VE TÜRKMENLER 

Orta Doğu Analiz,




Türkmen-Kürt diyalogu, Kerkük meselesinin uzlaşma ve hukuk çerçevesinde çözümü gibi konular, merkezi hükümetin baskılarını tehdit olarak algılayan Kürtleri kurtaracağı gibi, başarılı bir Irak politikası yürütmesi konusunda Obama’nın kendisine de yardımcı olabilir. 

Demokrat Parti’nin adayı Barack Obama’nın ABD Başkanlığına seçilmesi Irak’ta iki yönlü tepkiye neden olmuştur. Irak halkı bu değişimi pek fazla önemsemez ken ve büyük beklentiler içine girmezken; siyasetçiler daha derinden etkilenmiş tir. 

Iraklılar, ABD işgali süresince, 2003’ten 2007’nin sonlarına kadar yaşadıkları 5 yıllık yıkımın ve hayatta kalma gailesinin ardından, ABD’nin “unutulması 
zor” olan politikalarının değişmeyeceği kanaatine varmıştır ve Bush yönetiminin gitmesinin sevincini tam anlamıyla yaşayamamaktadır. 

Obama’nın “Irak’tan çekilme” ve “değişim” sloganları ABD’de seçimi kazanmasına yeterli olsa da Iraklılar için çok parlak bir gelecek vaat etmemektedir. Irak halkı ABD askerinin çekileceğine inanmamakta ve hatta bir kısmı, terörün tekrar hâkim olmasından korkmaktadır. “Değişim”i ise, zaten Iraklılar tüm acılarıyla yaşamaktadır. 


Demokrasi, totaliter rejimlerin ve dikta rejimlerinin en sağlıklı alternatifi olmaya devam etmektedir. Lakin yüz binlerce insanın öldürülmesine ve milyonlarcasının göçüne sebep olan Bush yönetiminin getirmek istediği “demokrasi”, Iraklılara ümit vermekten çok uzaktadır. Bu bağlamda, Iraklı siyasetçilerin işlerinin ne kadar zor olduğu aşikârdır. Kaldı ki bu siyasetçilerin günün sonunda halklarına hesap vermekte daha da zorlanacakları muhakkaktır. 

Demokrat Başkan Obama’nın gelişi bu nedenle siyasetçileri endişeye sevk etmiştir. Saddam döneminde muhalefette iken Demokratların “pasifliğinden” 
yakınan Iraklı siyasetçiler, Bush yönetimiyle uzun yıllar çalıştıktan sonra tekrar “kendi kaderlerine” bırakılma kuşkusuna kapılmıştır. 

Amerikan işgalinden en çok yararlanan ve ABD’nin gücünü kullanarak uç taleplerini kabul ettiren Kürt politikacılar, Obama’nın gelişinden en çok endişelenen taraf olmuştur. Bağdat’la ilişkilerinin daha gerginleşmesi pahasına, ABD askerlerinin Irak’tan çekilse bile ülkenin kuzeyinde üslenmesini istemeye kadar gitmişlerdir. 

Şii siyasetçiler ise İran’ın tavrına paralel olarak Obama’nın seçilmesine karşı olumsuz bir tutum sergilememiş; Güvenlik Anlaşmasına da Muktada El Sadr grubu hariç fazla tepki gösterme-mişlerdir. Dava Partisi Başkanı ve Başbakan Nuri El Maliki, hem Irak’ın tüm komşularının görüşlerini dikkate alarak hem de siyasi gruplar nezdinde başarılı manevralar yaparak Güvenlik Anlaşması’yla ilgili süreci kendince iyi yönetmiştir. 
Yüksek İslami Konsey ise gelecek dönem için ABD’ye göz kırparak Güvenlik Anlaşması’na tepki göstermemiştir. Şii gruplar genel anlamda, Ayetullah Ali Sistani’nin “referandum” talebine sığınarak “Büyük Şeytanı” reddetmekten imtina etmiştir. “Nasıl olsa gelecek dönem Obama dönemidir.” 

Başlangıçta Irak’taki siyasi süreci boykot ederek zararlı çıkan ve sonradan ABD’nin “teşvikiyle” sürece geç olsa da dâhil olmak isteyen Sünni gruplar ise, dağınık bir görüntü sergileyerek Obama ile ilgili net bir tutum geliştiremedi. 

Uyanış Konseylerinin kurulmasıyla zayıflayan İslami Parti, Obama’nın gelişini fırsat bilerek aynı tabanı paylaştığı Uyanış Konseylerinin zayıflayacağını 
hesaplamıştır. Telaşa kapılan Uyanış Konseyleri bir an önce siyasi sürece entegre edilmeyi talep etmektedir. Güvenlik Anlaşması’na şiddetle karşı çıkan liberal ve laik gruplar ise Obama dönemi ile ilgili yorum yapmaktan kaçınmıştır.Irak’ta siyasi sürecin dışında kalan Türkmenler ise, Türkiye’nin yaşadığı tereddüdü yaşamaktadır. Bush yönetiminden en çok zarar gören grup olan Türkmenler, ABD politikalarının değişmeyeceği kanaatini taşımalarına rağmen öngörüde bulunmakta zorlanmaktadır. Türkmen siyasetçiler Obama’ya, çekingen ifadeler içeren ve Bush döneminden yakınan iki kutlama mesajı göndermiştir. Ancak bir taraftan da, son aylarda muhatap alınan ve yerel seçim yasasıyla bazı kazanımlar elde eden Türkmenler, Güvenlik Anlaşması’na oy vererek, Kürt siyasetçilerine açık destek veren Bush yönetimine olan küskünlüklerini belirtmiş oldular. 

Obama’nın Irak Stratejsi

Seçim döneminde Irak’tan çekilmeyi savunan Obama’nın Irak stratejisinde, Iraklıların kendi kendilerini yönetmesi ve problemlerini siyasi taraflar arasında çözmesi düşüncesi de yer almıştır. Bu görüşler Iraklıların lehine görünse de devlet sistemi hâlâ oturmadığı için ABD askeri çekildiği takdirde tekrar istikrarsızlık yaşanabileceği, terör eylemlerinin tırmanabileceği ve milis güçlerin bölgeleri ele geçirebileceği endişesi mevcuttur. Bu tezi en çok Bush yönetimi ve Kürt gruplar savunmaktadır. Şii partiler, hükümeti ve Irak’ın güneyini kontrol ettikleri için sıkıntı yaşamamakta, fakat Sünni Uyanış Konseylerinden duydukları rahatsızlığı gizlememektedir. Sünni gruplar ise, yine farklı reflekslerle kendi aralarında yarışırken; aynı zamanda iktidarı paylaşmak için mücadeleyi sürdürmektedirler. Yine hazırlıksız olan Türkmenler ise değişen politik ve bölgesel konjonktürden medet beklemektedir ve net bir görüşe sahip değildir. 

“ Değişim ” 

Aslında Irak’ta değişim Obama’dan önce başlamıştır. Bu değişim Bush doktrininde temel bir değişikliği tanımlamaktadır. Diğer bir ifadeyle, 
bu doktrinin açıklanması bile iflası veya metamorfosisi ifade eder. Belki de “dönüşüm” ifadesini kullanmak yerindedir. Liberallerle başlayan 
ancak katılaşarak sertleşen; sosyal, kültürel ve bölgesel şartları hafife alarak sadece güvenlik endişelerinden hareket eden tek eksenli düşünce 
tarzı çıkmaza girince, çare tekrar meselenin köklerine dönülmekte bulunmuştur. 

Irak’tan çıkış stratejileri üretilirken, Baker-Hamilton Raporu daha kapsamlı olarak, bölgesel açıdan sorunu görebilmiş ve daha gerçekçi çözümler ortaya koymuştu. Bu çözüm önerilerinin her ne kadar uzun vadeli ve kalıcı olduğu söylenemezse de, durumu kurtarmaya yetebilirdi. 
Başlangıçta rapora tepki gösteren Bush yönetiminin rapordan büyük ölçüde yararlandığını söylemek mümkündür. “ Petreaus’un Bağdat Planı ” diye 
adlandırılan ve sonradan tüm çatışma bölgelerini kapsamına alan mahalli güçlerle bölgelerin güvenliğini sağlama planına paralel olarak yürütülen bölge ülkeleri diplomasisi aslında değişimin başlangıcıydı. 

Obama’nın Irak’ta işini kolaylaştıracak bu değişim ülkede ilginç sonuçlar yaratmıştır. Çözülmeye yüz tutmuş Irak’ta, mahalli güçlerin kurulmasıyla “ulusalcılık” güçlenmiştir. Başbakan Maliki bu fırsatı değerlendirerek tekrar merkezi güçlendirmeye çalışmış ve bir ölçüde başarmıştır. İstikrarın nispi bile olsa sağlanmış olduğu, Şii bloğunun parçalandığı ve tabutta geri dönen Amerikan askerinin en aza indiği bir Irak tablosu, elbette ki seçimlere girecek olan Cumhuriyetçilerin işine yaramıştı. Aslında teknik anlamda Bush’un çıkış planı Obama’nın çekilme planından çok farklı değildi. 

Baker-Hamilton Raporu’na göre başta Türkiye olmak üzere komşu ülkelerin Irak’taki süreceyaptıkları olumlu katkılar Irak halkını yalnızlıktan kurtardığı gibi Türkmenlerin de yararına olmuştur. Bağdat’taki siyasi açılım, Kürt grupları frenleyen merkezileşme süreci ve Kerkük’ü içine alan bir “Kürdistan” hayaline karşı olan komşuların etkinliği, silahlı güçten yoksun tek grup olan Türkmenlere rahat bir nefes aldırmıştır. 

Irak’ta ve bölgesel ilişkilerde yaşanan bu değişim, Obama’ya diplomasi yürütebilmesi için hazır bir zemin sunmuş ve bölgeyi kısmen rahatlatmıştır. Türkiye’nin de etkin olduğu bu konjonktürde, demokrasiye inanan Türkmenler, Obama döneminde Irak’ta güvenilir bir grup sayılabilir. 
Irak’ta yaşanan bu “dönüşüm”ün Obama’nın yardımcısı Joe Biden’nin eski tasarılarını tekrar düşünmesi için yeterli bir neden olacağı değerlendirilmektedir. 

Türkmen-Kürt diyalogu, Kerkük meselesinin uzlaşma ve hukuk çerçevesinde çözümü gibi konular ise merkezi hükümetin baskılarını tehdit olarak algılayan 
Kürtleri kurtaracağı gibi, başarılı bir Irak politikası yürütmesi konusunda Obama’nın kendisine de yardımcı olabilir. 

İnceleme
Dr. Mustafa ZİYA 
Türkmeneli Kültür Vakfı Başkanı 
itctt@tahoo.com


*****

Obama Dönemi Türkiye-ABD İlişkileri


Prof. Dr. Cenap ÇAKMAK 
07 Nisan 2009

1. Obama Döneminde Genel Hatlarıyla Amerikan Dış Politikası Foreign Affairs?in Temmuz/Ağustos 2007 sayısında yayınlanan makalesinde Barack Obama temelde erozyona uğrayan Amerikan küresel liderliğini yeniden canlandırmanın yollarını arıyor. ?Amerikan liderliğini yenilemek? başlığını taşıyan makale, Obama?nın bütün seçim kampanyası boyunca sıklıkla vurguladığı değişim temasından izler taşıyor. Ancak hâlihazırda ABD?nin içinde bulunduğu durumdan kaynaklanan bazı nedenlerden ötürü
Obama?nın fazla dış politika seçeneğine sahip olmaması özellikle bazı konularda Demokrat Parti adayının elini kolunu bağlıyor ve değişime yaptığı vurguyu silikleştiriyor. Buna karşılık, sözü geçen makalesinde Obama?nın bazı somut vaatlerde de bulunduğunu belirtmekgerekir ki vaatlerin somut olarak verilmesi, ilgili alanlarda belirgin değişikliklerin olabileceği anlamına geliyor.

Makalesinde temelde Ortadoğu, askeri modernizasyon, nükleer silahlarla mücadele, küresel terörle mücadele, küresel işbirlikleri sağlama, demokratik toplumlar ve uluslar yaratma ve ABD?ye güveni yenileme konuları üzerinde duran Obama, bazen bilinen Amerikan tezlerini ve politikalarını yenilerken -hatta İsrail güvenliğine yapılan aşırı vurguda olduğu gibi muhafazakâr çizginin daha da ötesine giderken- ABD?nin dış yardımlarını arttırma sözünü vermesinde olduğu gibi kısmen de olsa radikal sayılabilecek bir çizginin ipuçlarını veriyor.

Dünyanın Amerikan liderliğine ihtiyaç duyduğunu iddia eden Obama, uluslararası düzene yönelik ciddi küresel tehditlerin ancak lider ve vizyon sahibi bir Amerika tarafından göğüslenebileceğini düşünüyor. Tehditlerin küresel terörden, haydut devletlerden ve ülkelerini kontrol edemeyen zayıf devletlerden geldiğini öne süren Obama, bu tehditlerin varlığının aslında Amerikan liderliğine bir çağrı olduğu görüşünde. Obama?ya göre geleneksel bir yöntem izleyen Bush, bu liderliğin gereklerini yerine getirmeyi başaramadı. Irak?ta ve dünyanın diğer bölgelerinde yapılan hataların dünyanın ABD?ye olan güvenini kaybetmesiyle sonuçlandığı gibi herkesin kabul edebileceği bir görüşü savunan Obama, böylesi bir ortamda ABD?nin geleneksel izolasyonist politikasına dönmesini isteyenlerin olabileceğini, ancak kendisinin ABD?nin dünya politikasında liderliğini sağlamlaştırma konusunda çaba göstereceğini açıklıkla dile getiriyor. Obama?ya göre ?ABD?nin misyonu, dünyanın ortak bir güvenlik ve ortak bir insanlığı paylaştığı anlayışına dayanan küresel bir liderlik örneği göstermek?tir.

1.1. Ortadoğu Politikası

Obama?nın Ortadoğu ile ilgili önceliği Irak savaşını sona erdirmek ve Amerika?nın dikkatini Büyük Ortadoğu?ya yöneltmek. Şii ve Sünni gruplar arasındaki anlaşmazlıklara ABD?nin askeri bir çözüm bulmayacağının kabul edilmesi gerektiğini vurgulayan Obama, bu gruplara bir çözüm bulmaları yönünde baskı yapılması gerektiği görüşünde. Bunun için de dereceli olarak Amerikan askeri varlığının Irak?tan çekilmesi gerektiği görüşünde Obama.

Bu yapılırken bölgesel ve uluslar arası diplomatik destek atağının başlatılması gerektiğini düşünen Obama, böylesi bir adımla umulan sonucun elde edilmesi için ABD?nin Irak?ta kalıcı üsler peşinde olmadığına dair dünyayı ikna etmesinin şart olduğunu dile getiriyor. Aslında Obama Irak?tan çekilmenin ve bu ülkede iyi kötü bir çözümün bulunmasının ABD?nin Ortadoğu?daki diğer planları için hayati olduğunu savunuyor. Bush yönetiminin yıllardır ihmal ettiği Filistin-İsrail anlaşmazlığına çözüm arayışlarının hız kazanabilmesi için Obama Irak?ta çözümün şart olduğunu belirtiyor.

Demokrat Parti?nin geleneksel politikası olan ancak son dönemlerde Cumhuriyetçiler tarafından da aynı tutuyla savunulan İsrail?in güvenliğinin sağlanması konusunda Obama aynı çizgiyi ?hatta daha güçlü ifadeler ile- sürdürüyor. Obama?ya göre ABD?nin Ortadoğu?daki önceliği ne olursa olsun İsrail?in güvenliği olmalı. İsrail?in anlaşmazlık içinde bulunduğu aktörler ile sorunlarını gidermesini ancak İsrail?in güvenliği bağlamında anlamlı gören Obama?ya göre ABD, işbirliği yapabileceği ve müzakere edebileceği aktörleri belirleme konusunda İsrail?e yardımcı olabilir.

ABD?nin Ortadoğu bölgesindeki bir önemli sorunu olan İran konusunda da hâlihazırdaki tehdide dayalı politikanın başarısızlığına vurgu yapan Obama, askeri güç seçeneğini tamamen göz ardı etmemekle birlikte doğrudan İran ile görüşülebileceği mesajını veriyor. Bu oldukça radikal bir değişim gibi gözükse de aslında Rice döneminde Amerikan Dışişleri bakanlığının güç kullanımını dışlayan ve görüşmelere olanak sağlayan bir tutum benimsemiş olduğunu belirtmekte fayda var. Bu çerçevede, Obama?nın bu yeni yönelimi bir adım öteye götürmek istediğini söylemek mümkün. Obama?ya göre Amerikan diplomasisi, nükleer programına devam etmesi durumunda İran?ın ödemesi gereken faturayı kabartmayı amaçlamalı. Bunun da en iyi yolunun ticari yaptırımlar olduğunu savunan Obama, ayrıca İran?ın ticari ortaklarına daha fazla baskı yapılması gerektiği üzerinde ısrarcı. Bu arada da Amerikan dış politikası, nükleer isteklerinden vazgeçtikleri takdirde neler kazanabileceklerini İran yönetimine ve İran halkına somut bir şekilde gösterebilmeli diyor Obama.

1.2. Amerikan Askeri Gücü

Obama?ya göre, şayet küresel liderliğini yenilemek istiyorsa ABD askeri gücünün kapasite ve yeteneklerini yeniden gözden geçirmeli. Amerikan ordusunun bir kriz ile karşı karşıya olduğu görüşünü savunan Obama?ya göre bugün Pentagon, yeni bir kriz çıkması durumunda ABD?nin böylesi bir krize tam anlamı ile karşılık verebileceği garantisini veremeyecek durumda.

Amerikan askeri gücünü ABD?nin küresel liderliğinin önemli bir unsuru ve garantisi olarak gören Obama, gelecekte ABD?nin üstleneceği küresel misyonlarda orduya ihtiyaç duyulacağının farkında. Bu nedenle de ABD ve Amerikan çıkarlarına yönelik geleneksel tehditlere hızlı bir şekilde karşılık verebilmek için askeri meselelere önem verilmesi gerektiği görüşünde.

Askeri gücü savunma amaçlı durumların dışında küresel istikrarın temin edilmesi için de kullanmanın gerekebileceğini söyleyerek Obama aslında kendi başkanlığı döneminde ABD?nin küresel ihtiraslarından vazgeçmeyeceğini ifade ediyor. Ancak Bush dönemine göre daha farklı bir dış politika izleneceğini ima etmek için bu askeri gücün daha çok istikrar ve yeniden imar operasyonlarına katılım ya da kitlesel katliamları önlemek amacı ile kullanılacağını vurguluyor. Yine bu bağlamda, savunma dışında askeri seçeneğin kullanılması durumunda uluslararası desteğin sağlanması gerektiğini belirtmekle Bush?a göre daha farklı bir tutum geliştireceğini ima ediyor.

1.3. Nükleer Silahlar ile Mücadele

Her ne kadar Soğuk Savaşın sona ermesi ile birlikte dünya gündeminden görece olarak düşen nükleer silahlar konusuna Obama?nın ayrı bir başlık ayırması, nükleer silahların terör ağlarının eline geçmesi ihtimali nedeni ile anlaşılabilir bir tercih. Bunun yanı sıra Obama?ya göre nükleer silahsızlanma rejimine yönelik ciddi tehditler bulunmakta ve yeni sivil nükleer programlar nükleer silahların yaygınlaşmasına katkıda bulunabilir. El Kaide?nin ABD?ye bir Hiroşima getireceği vaadini hatırlatan Obama, yaygınlaşan nükleer enerjinin teröristlerin elini kolaylaştırabileceği uyarısında bulunuyor.

İran ve Irak konusunda olduğu gibi nükleer silahlar ile mücadele konusunda da uluslararası işbirliğine önem vereceğini vurgulayan Obama, bu sorunda ABD?nin liderliğinin önemine dikkat çekiyor. Bu çerçevede Rusya ile işbirliğinin şart olduğunu da ekliyor Obama. Böylesi bir işbirliği ile birlikte Obama kendi yönetimi döneminde ABD?nin yeni nükleer savaş başlıkları üretme konusunda aceleci olmayacağının da garantisini veriyor.

Obama?nın nükleer silahlar ile mücadele stratejisi bir taraftan mevcut nükleer stokunun kontrol edilebilir hale getirilmesini sağlamak, diğer taraftan ise nükleer silahlanmayı etkin bir şekilde önleyecek yeni bir küresel inisiyatife ABD?nin liderlik etmesini öngörüyor. Nükleer tehdit olarak görülen İran ve Kuzey Kore konusunda Bush dönemindeki tek yanlı politikanın terk edileceği sinyalini veren Obama, bu iki tehdit ile mücadele için uluslararası destek arayışı içinde olacağını ifade ediyor.

1.4. Küresel Terörle Mücadele

Küresel teröre karşı küresel mücadeleyi savunan Obama bu konuda da uluslararası toplumun desteğinin aranması gerektiği görüşünde. Bununla birlikte Obama, Afganistan ve Pakistan?a özel bir önem atfederek bu ülkelerin terörle mücadelede daha aktif bir tutum benimsemelerinin sağlanması gerektiği üzerinde duruyor. Obama?ya göre, ABD ve müttefikleri özellikle Pakistan?a baskı yaparak Taliban ve El Kaide?ye karşı daha etkin bir tutum benimsemesinin sağlanması gerekiyor. Bu çerçevede Hindistan ile Pakistan arasındaki diyalogu güçlendireceğini ve Pakistan?ın bölgesel problemleri olan Kaşmir ve Peştun krizlerini çözmesi için çaba göstereceğini vurgulayan Obama bu yolla Pakistan?ın teröre daha kolay odaklanmasını amaçlıyor.

Diplomatik çaba ve girişimlerin yanında askeri yöntemlere de ağırlık verileceğini belirtiyor Obama. Bu çerçevede Soğuk Savaşı kazanan anti-komünist işbirliğine benzer bir oluşumu hayata geçireceğini belirten Obama ?Cibuti?den Kandahar?a kadar saldırıya hazır bir şekilde kalacak? olan güçlü bir askeri oluşum kurmayı hedefliyor. Uluslararası alandaki bu önlemlerin yanında Bush döneminde hayata geçirilen ve çokça eleştirilen ?vatan güvenliği? (homeland security) önlemleri Obama döneminde daha da ağırlaştırılacak. Bununla birlikte Obama 11 Eylül öncesi var olan ve saldırılardan sonra da kullanılmaya devam eden kurum ve prosedürlerin gözden geçirileceğini ve terörle mücadeleye uygun olarak yenileneceğini ifade ediyor.

1.5. Amerikan Dış Politikasının Uluslararası Toplum ile Muhtemel İlişkileri

Küresel Amerikan liderliği için Obama yeni ittifaklar, ortaklıklar ve kurumlar kurmayı hedefliyor. Özellikle Bush döneminde yapılan hatalara dikkate çeken Obama, örneğin Avrupalıların Irak savaşı ile ilgili çekincelerinin Amerikan yönetimi tarafından dikkate alınmadığını dile getiriyor. Yine Obama, Asya?da Güney Korenin Kuzey ile ilişkileri normalleştirme çabalarının küçümsendiğini, bunun ise ciddi bir hata olduğunu vurguluyor. Latin Amerika ve Afrika?da da ciddi hatalar yapıldığının altını çizen Obama, özellikle Darfur krizi konusunda Amerikan yönetiminin gerekli önlemleri almadığını iddia ediyor.

Çinin ve Japonyanın yükselişini dikkate alarak Obama, ikili anlaşmalar, ara sıra yapılan zirveler ve geçici düzenlemelerin çok ötesine giden bir kurumsal yapılanmanın kendi başkanlığı döneminde hayata geçirileceğini iddia ediyor.

Dünyanın yeniden iki kutuplu mu yoksa çok kutuplu bir yapıya doğru mu gittiğinin tartışıldığı şu günlerde anlamlı olabilecek bir plan olarak, Obama Brezilya, Hindistan, Nijerya ve Güney Afrika gibi bölgesel olarak önemli ülkelerin uluslar arası düzende belirgin roller oynayabilmelerinin yolunu açacak düzenlemelerden söz ediyor. Bu çerçevede özellikle Birleşmiş Milletler?in örgütsel yapısında önemli değişiklik ve reformların gerekli olduğunun altını çizen Obama, özellikle kitlesel katliamlar ve insani krizlere karşı bu örgütün daha etkin hale getirilmesi için kendi yönetiminin çaba göstereceği garantisini veriyor.

Bush yönetiminden ve hatta genel Amerikan eğiliminden oldukça farklı bir şekilde Obama küresel iklim değişikliği gibi ABD?nin genelde ilgisiz kaldığı bir konuda da küresel işbirliğinin yollarını arayacağını ifade ediyor. Obamaya göre, en büyük sera gazı üreticisi olarak ABD bu konuda liderlik yapmak zorundadır. Sanayileşmiş birçok ülke gaz salınımını azaltırken ABD?nin arttırdığına dikkat çeken Obama, başkan olması halinde ABD?nin sera gazı üretimini ciddi oranlarda azaltacağı sözünü veriyor.


2. Obamanın Başkan Seçilmesinin Türk Dış Politikası Üzerinde Muhtemel Etkisi

ABDnin yeni başkanı Obama, seçim kampanyası sırasında verdiği sözlere sadık kaldığı ve beklentilere uygun olarak Bush döneminin aksine uluslararası hukuku biraz daha ön plana çıkardığı, çok taraflı bir dünya düzenine onay verdiği ve küresel sorunları kuvvet kullanmaktan ziyade müzakereler yolu ile çözmeye odaklandığı takdirde, Türk dış politikası üzerinde önemli yapısal etkiye sahip olabilir. Burada söz konusu olan lokal ve izole sayılabilecek ve Türk dış politika gündemini uzunca süre meşgul eden Kıbrıs, Ermeni soykırımı ve PKK terörü gibi tekil konulardan daha ziyade Türk dış politika çizgisinde belirgin bir etkiden söz etmek mümkündür.

Türk dış politikasının özellikle 1980?li yıllardan itibaren Batılılaşma ve Batılı kurumlar içinde yer alma bağlamında yaşadığı ikilem, Obama?nın başkan olması ile birlikte yerini yapısal bir rahatlamaya bırakabilir. Bu makro düzeyde gerçekleşebilecek rahatlama da Türk dış politikasının manevra sahasını genişletebileceği gibi karar alma süreçlerinde de ciddi gerilimlerin ver tercihte zorlanmalar yaşanmasının önüne geçebilecektir.

Kıbrıs ve Ermeni soykırım iddiaları sorunlarında göreli sorunlar yaşanması ihtimali varsa da Obama döneminde Türkiye?nin özellikle BM çerçevesinde ve Transatlantik ilişkilerde yaşanabilecek işbirliği ve müzakere süreçlerinde ABD ve AB ile uyumlu hareket etmesi Türk dış politika çıktılarına önemli katkılar sağlayabilecektir. Obama?nın işbirliği ve müzakereye ağırlık veren dış politika tasarımı, Türkiye?nin Batılılaşma ve güvenlik-ülke bütünlüğünü koruma politikaları arasında yaşanan gerginliğe son verebilecektir.

2.1. Türk Dış Politika Geleneği

Türk dış politikasını belirleyen ve genç Türkiye?nin tarihi boyunca etkili olmuş temel ilkeler ile ilgili olarak genelleme yapmak sakıncalı olmakla birlikte en azından iki önemli hedefin hala dış politika gündeminde yer aldığını söylemek mümkün. Coğrafi ve güvenlik anlamında statükonun korunması ve Batılılaşma, kuruluşundan itibaren ?farklı formalar bürünse ve değişik şekillerde ifade edilse de?Türk dış politikasının başlıca hedefleri olageldi.

İstiklal Savaşı?nı takip eden dönemde, Versay Antlaşması ile kurulan düzenin özellikle Birinci Dünya Savaşı?nın mağlupları tarafından kabul edilmeyeceğini ve bu nedenle de aslında sağlam dengeler üzerinde kurulmadığı varsayımıyla hareket eden dönemin Türk dış politika yapıcıları, bu nedenle Türkiye?nin içinde bulunduğu coğrafyadaki dengenin bozulmamasını ve dolayısıyla da ülkenin toprak bütünlüğünün korunmasını birincil hedef olarak belirlemişlerdir. Bu hedef kendini en iyi şekilde Atatürk?ün ?Yurtta sulh, cihanda sulh? cümlesinde ifade etmektedir. Burada verilmek istenen mesaj, Türkiye?nin Misak-ı Milli ile elde ettiklerinden memnun olduğu ve aynı memnuniyetin de dış dünyadan beklendiğidir.

Coğrafi statükonun korunmasının yanında Batılılaşma da yeni cumhuriyetin önemli dış politika hedefi olarak öne çıkmıştır. Esasen Kırım Savaşı?nı sona erdiren 1856 Paris Antlaşması ile ?Avrupa Kamu Hukuku? sistemine kabul edilen Osmanlı döneminden miras kalan Batılılaşma ve Batı kurumları içinde yer alma hedefi, cumhuriyetin kurulması ile birlikte özellikle devrimlerin yapılmasında kendini göstermiştir. Buna paralel olarak, gerek Birinci Dünya Savaşı ve gerekse de Kurtuluş Savaşı boyunca Türkiye ile savaşmış olan İngiltere ve Fransa ile mesafeli de olsa ilişki kurulmuştur. Savaş sonrası dönemde Atatürk bu iki ülkenin düşman olmadığını ve daha da önemlisi Türkiye?nin bu iki ülkenin öncülük ettiği Batı medeniyeti içinde yer alma arzusunu ifade etmiştir.

Versay düzeninin bir gün mutlaka çökeceğini gören Atatürk, çöküşün başladığı dönemde, Almanya ve İtalya gibi revizyonist ülkelerin değil İngiltere ve Fransa gibi statüko yanlısı güçlerin yanında olunması gerektiğini de ifade etmiştir. İşte İkinci Dünya Savaşı döneminde yapılan tam olarak budur. Türkiye iki kurucu dış politika hedefini savaş öncesi ve sırasında gözetmiş ve tam da bu nedenle Fransa ve İngiltere ile üçlü ittifak anlaşması imzalamıştır.

Savaşın sona ermesi ile birlikte Türkiye?nin yaptığı tercihlerde de yine statükonun korunması ve Batılılaşma hedeflerinin etkisi açık bir şekilde kendini göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı öncesinde statükoya yönelik tehditler başta İtalya olmak üzere Almanya ve diğer revizyonist devletlerden gelirken, savaş sonrasında ise Sovyetler Birliği Türkiye?nin toprak bütünlüğünü bozacak ciddi talepleri açık bir dille ifade etmeye başlamıştır.

Böylesi hassas bir ortamda Türkiye iki dış politika hedefini Batılı siyasi ve askeri kurumlara katılarak gerçekleştirme imkânı bulmuştur. Sovyet kaynaklı tehdide karşı NATO ve Batı Avrupa Birliği (BAB) gibi askeri kurumlara katılarak önlem alan Türkiye?nin Batılılaşma resmine ABD ilk kez işte bu dönemde belirgin bir şekilde girmiştir.

Bu dönemde Türkiye?nin gerek Avrupa Ekonomik Topluluğu?na (AET) gerekse de Avrupa Konseyi?ne başvurmasının altındaki temel motif yine Batılılaşma hedefidir. Yoksa Türkiye?nin AET?den henüz ciddi bir ekonomik beklentisi yoktur; Avrupa kıtasında demokratik ülkeler arasında ortak bir platform kurma amacı ile ortaya çıkan Avrupa Konseyi ise bu amacı dikkate alındığında Türkiye?nin ilgi sahasına girebilecek bir örgüt değildir. Asıl amaç, Batılı kurumlar arasında yer alarak Türkiye?nin siyasal tercihini ortaya koymaktır.

Bu şekilde ?uzlaştırılan? bu iki dış politika hedefi, Soğuk Savaş boyunca gerilime neden olmamıştır. Türkiye askeri ve siyasi tercihini Batı ittifakından yana kullanarak hem ülke bütünlüğü ve güvenliğine yönelik tehlikeleri bertaraf ederek kendi coğrafyasında statükoyu muhafaza etmiş, hem de Batılılaşma hedefinin en azından dışına çıkmamıştır.

2.2. 1990?lı yıllar, Değişimin Türk Dış Politikasında Meydana Getirdiği Gerilim ve Türkiye-Batı ilişkileri

Özellikle 1980?li yıllara kadar Türkiye-AT ilişkileri daha çok teknik konular etrafında şekillendiği ve Türk-Amerikan ilişkileri de Türkiyenin ABD?nin meşhur çevreleme politikasındaki (policy of containmant) rolüne endeksli olduğu için Türkiye-Batı ilişkilerinde sorun yaşanmamıştır. Sözü geçen nedenlerden ötürü gerek 1960 askeri darbesi ve gerekse de 1971 askeri muhtırası bu ilişkileri zedeleyici nitelikte sonuçlar doğurmamıştır.

Ancak 1980?li yıllarda özellikle AT?nin giderek daha siyasal bir görünüm kazanması ile birlikte Türkiye-Batı ilişkilerinde sorunlar baş göstermeye başlamış, özellikle 1990?lı yılların başlarından itibaren ise AB?nin insan hakları ve demokratikleşmeye odaklanan bir örgüt haline gelmesi Türkiye?yi ciddi bir ikilem yaşama noktasına getirmiştir.

Bu noktada artık Batılı kurumlar ve siyasi ve askeri ittifaklar içinde yer alarak hem Batılılaşma ve hem de statükoyu koruma hedeflerini aynı anda sağlama imkânı yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamıştır. Artık Türkiye açısından bu iki hedef çok da bağdaştırılabilir değildir. Türkiye?nin çevreleme politikasındaki rolü sona ermiş, bu da Türk-Amerikan ilişkilerinin başka parametreler etrafında yeniden şekillenmesi ihtiyacını beraberinde getirmiştir. Öte yandan AB Türkiye?ye artık stratejik ve askeri öneminden çok daha farklı bir perspektiften bakmaktadır.

Clinton dönemi nispeten sorunsuz geçiştirilse de Bush dönemi hem AB hem de Türkiye açısından sancılı geçmiştir. Transatlantik ilişkilerin yara aldığı bu dönemde AB ve ABD yönetimi arasında önemli anlaşmazlıklar baş göstermiş, bu da Türkiyenin Batılılaşma perspektifinde AB-ABD uyumunu olumsuz anlamda etkilemiştir.

Tek taraflılık ve anlaşmazlıkların kuvvet kullanımı yolu ile çözümlenmesinin damgasını vurduğu 11 Eylül sonrası neo-con tasarımlı Amerikan dış politikası Türkiyenin Batılılaşma çerçevesinde farklı bir tercih yapma noktasına getirmiştir. Bu noktada artık AB ve ABD Türkiyenin Batılılaşma resminde aynı anda yer almamakta ve birbirini destekler roller üstlenmemektedir. Bu nedenledir ki ABD?nin Türkiyenin AB üyeliğine destek vermesi bir anlam ifade etmemekte, öte taraftan Türkiye güvenliği ve statükonun korunması konusunda artık ABD?ye güvenememektedir.

2.3. Obama?nın Muhtemel Politikası ve Türkiye?nin Batılılaşma Girişimlerinde Gerilimin Yumuşama İhtimali

Obama?nın sözünü verdiği ve bazı ipuçlarını dile getirdiği politikalarının hayata geçmesi durumunda Bush dönemindeki tek taraflılığın yerini kısmi bir çok taraflılık ve başta Transatlantik ilişkilerde olmak üzere küresel platformlarda işbirliği alacaktır. Bu da büyük ölçüde AB ile ABD?nin küresel sorunlar ile mücadele etmede yeniden birlikte hareket edecekleri anlamına gelecektir. Bu da Batılılaşma çerçevesinde Türkiye açısından önemli bir gerilimi ortadan kaldırır nitelikte olacaktır, zira Türkiye hukuku ve insan haklarını merkeze alan AB ile Bush döneminde kuvveti ön planda tutan ABD arasında bir tercih yapmak zorunda kalmayacaktır. Kısacası, artık AB ile ABD aynı resmin içinde yer alacaktır; bu da Türkiye?nin, sorunlarını çözmede hangi aktörü muhatap alacağı sorununu büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır.

Yeni dönemde Türkiye?nin içinde bulunduğu coğrafyada statükonun korunması, bir başka ifade ile Türkiyenin güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması ise Obama?nın sözünü verdiği çok taraflı dış politika dizaynı çerçevesinde daha kolay olacaktır. Bundan önceki dönemlerde ABD ilişkilerini ikili temaslar çerçevesinde yürüten Türkiye, bu dönemde gerek BM Güvenlik Konseyi gerekse NATO ve diğer platformlar içinde ABD?nin de içinde bulunduğu çok taraflı müzakere ve girişimlerde sorunlarına daha kalıcı ve rasyonel çözümler bulma imkânına sahip olabilecektir.


3. Obama Döneminde Türk-Amerikan İlişkilerinde Sorun Alanları

3.1. Sözde Ermeni Soykırım İddialarının ABD Yasama ve Yürütmesi tarafından Tanınması İhtimali

Türk-Amerikan ilişkilerinde en uzun soluklu sorunlardan biri olan sözde Ermeni soykırımı sorunu aslında Amerika tarafından bakıldığında bir sorun değildir. Türkiye'nin üzerinde önemle durduğu bu konu ABD açısından tartışılmaya müsait değildir. Kısaca ifade etmek gerekirse çok sayıda Amerikan devlet kurumu, basın yayın organı ve Amerikan halkının önemli bir kısmı açısından "Türkler Ermenilere soykırım uygulamıştır; bunun tartışılır bir yanı da yoktur" vs.

Gerek Amerikan halkı gerekse ABD akademik çevreleri Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili kararlarını çoktan vermiştir. Zannedildiği gibi bu kararda Ermeni diasporasının çok fazla etkisi yoktur. Yani Amerikalılar Ermeni soykırım iddialarına sempati ile bakarken tamamen Ermeni diasporasının propaganda faaliyetlerinden etkilenerek sonuca ulaşmamışlardır. Bu hiç şüphe yok ki bu tür propagandaların hiç etkisi olmadığı anlamına gelmiyor. Ermeni diasporasının soykırımı tanıtma çabalarının önemli bir etkisi olmuşsa da bu etki belirleyici olmamıştır.

3.1.1. Ermeni Meselesi Neden İlgi Topluyor?

Öyleyse Amerikan halkının Ermeni soykırım iddialarına olumlu yaklaşmasının nedeni nedir? Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Amerikalılar özellikle nüfusu az etnik gruplar ile ilgili iddialara kolayca inanma eğilimindedirler. Hele bu iddialar soykırım gibi, bir bütün olarak bir etnik veya dini grubun mazlum görünmesini mümkün kılacak türden ise bu takdirde iddiaların gerçeklik payının olup olmadığına bile fazlaca bakılmamaktadır. Bu bağlamda tarihte hâkimiyet kurmamış, geniş bir coğrafyada etkin olmamış ve sayıca az etnik gruplar daha şanslıdır.

Bu nedenledir ki Ermeniler gibi Kürtler ile ilgili iddialar da kolayca benimsenebilmektedir. Ama örneğin Ermeni lobisinden daha etkin olan Yunan lobisinin Pontus soykırımının tanıtılması ile ilgili çabaları sonuç vermemektedir.

Bu çerçevede verilebilecek çok daha belirgin ve çarpıcı bir örnek de İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonların Çinlilere yaptıklarının ABD'de fazla bilinmemesi ve ilgi görmemesidir. Bu açıdan bakınca Amerikalılar kendilerini, sanki mazlum, mağdur ve küresel siyaset sahnesine çıkmaya fırsat bulamamış grupların hamisi olarak görme eğilimindedirler. Bu tutum kendini Ermeni soykırım iddialarında da göstermektedir.

Yukarıda sözü edilen tavrın somut tarihsel yansımalarından biri, ABD'nin idealist başkanlarından Wilson'ın bilinen meşhur girişimleridir. Yirminci yüzyılın self-determinasyonlar yüzyılı olmasında ve dolayısıyla da irili ufaklı çok sayıda devletin uluslararası politika sahnesine çıkmasında en azından düşünsel anlamda büyük katkısı olan Wilson etnik ve dini grupların kendi geleceklerini tayin edebilmeleri gerektiği gibi görünüşte gayet mantıklı ve insancıl bir düşünceden yola çıkmıştır. Böyle bir düşüncenin mantıksal dayanağı, bir coğrafyada hâkim etnik gruba göre daha az nüfusa sahip olan bir etnik ya da dini grubun hâkim grubun baskısı altında kalacağı ve üzerinde baskı kurulan etnik grubun bireylerinin temel hak ve özgürlüklerinin korunamayacağı idi. Wilson'a göre bu tür durumlarda en uygun çözüm, birçok açıdan, ama özellikle de etnik olarak türdeş olan grupların, baskın konumdaki gruptan ayrılarak kendi geleceğini tayin etmesiydi. Kendi kendilerini yönetme hakkına kavuşacak etnik gruplar böylece hem baskıdan kurtulmuş, hem de grup üyelerinin haklarını teminat altına almış olacaklardı.

Wilson'ın self-determinasyon ile ilgili düşüncelerinin en önemli ve somut adreslerinden biri hiç şüphesiz Anadolu'daki Ermeniler ve Kürtler idi. ABD'nin henüz o tarihlerde başlayan Ermeni -ve de Kürt- ilgisi denilebilir ki hiç sona ermemiş ve günümüze kadar -yönetimler değişmişse de- taşınmıştır.

Bu ilgi başlangıçta kendini en çok akademik alanda göstermiştir. Sistemli bir şekilde yürütülen Türklerin yirminci yüzyılın başında Ermenilere soykırım uyguladığını ispat mahiyetindeki çalışmalar zaman içinde Ermeni soykırım iddialarının altyapısını teşkil eder hale gelmiştir.

Özellikle akademik çevrelerde Ermeni soykırım iddialarına gösterilen ilgi ve sempatinin yansımaları zaman içinde siyasi alanda aksetmeye başlamıştır. Bunun bir sonucu olarak da günümüzde Amerikan Kongresi Türkiye'nin kâbusu olan Ermeni soykırımını tanıma tasarılarını sürekli gündeme getirmekten çekinmemektedir. Türkiye bu girişimlerin şimdiye kadar kesin bir sonuç vermemesi ile rahatlasa da siyasi alanda bu sorun bitmiş değildir -ve bitecek gibi de görünmemektedir.

3.1.2. Ermeni Soykırım Ve Ermeni Lobisinin Aldığı Mesafe

Ama daha da önemlisi Ermeni soykırım iddialarında -tabiî ki Ermeniler lehine- çok önemli mesafeler alınmıştır. Bir kere Ermeni soykırımı halk arasında çok popüler olmuş ve bilinir bir hale gelmiştir.

Dahası, hemen hemen her üniversitede Ermeni soykırımı ile ilgili çalışmalar yapılmakta, çok sayıdaki üniversitede de özel olarak Ermeni soykırımı merkezleri, müzeleri, koleksiyonları vb. açılmış ve açılmaktadır. Bunun bir sonucu olarak ABD'nin çok sayıdaki eyaletinde parlamento kararları ile Ermeni soykırımı resmen tanınmıştır. Elli eyaletin en azından kırkında Ermeni Soykırımı resmen tanınmış durumdadır. Bu durumda federal düzeyde Ermeni soykırımının tanınmamış olması önemli ise de bu gidişle bunun olmayacağının da garantisi verilemez.

Ancak belirtmek gerekir ki Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili sorunda Amerikan yönetimlerinin tutumu genel Amerikan tutumundan biraz farklı olmuştur. Amerikan halkı, akademyası ve yasaması Ermeni soykırım iddialarına sempati ile bakarken Amerikan yönetimleri, yani Amerikan yürütmesi, genelde dış politik konjonktürü göz önünde bulundurmuş ve Türkiye ile bağların kopmasına neden olabilecek adımları atmama şeklinde rasyonel bir tutum benimsemiştir.

3.1.3. Türkiye'nin İmkânları

Ancak bu durum, Türkiye'nin ABD'ye bağımlı kalması gerektiği sonucunu doğurmamalıdır. Avrupa ülkelerinde ve parlamentosunda Ermeni meselesinde, Türkiye'yi zor duruma sokacak kararlar ard arda geliyor. Yarın benzer bir durumun Amerikan Kongresi'nde de vuku bulacağını düşünerek hazırlıklı olmak gerekiyor.

İngilizlerin PKK ve Ermeni meselesinde Türkiye'yi destekler açıklamaları, Türkiye'yi yanıltmamalıdır. Anglo-Amerikan siyaseti, pragmatizm paradigması üzerine kuruludur. Amerikalıların ve İngilizlerin Türkiye'yi şimdilik destekler görünmelerinin gerisinde Türkiye'nin orta ve uzun vadedeki stratejik ve jeo-politik öneminin ve vazgeçilemezliğinin kavranılmış olması yatmaktadır.

Anglo-Amerikan siyaseti, bölgenin ve küresel sistemin geleceğinin Türkiye'nin jeo-stratejik, jeo-politik, jeo-ekonomik ve jeo-kültürel imkânlarını kullanmaya başlaması durumunda Türkiye'nin bölgesel ve küresel aktör olmaya başlayacağını çok iyi görüyor; o yüzden Türkiye'yi Batı-ekseninden koparacak bir girişime kapı aralamaktan özellikle çekiniyorlar. Türkiye'nin tarihsel derinliğinin verdiği bu avantajı, uzun vadede büyük açılımlara ve atılımlara dönüştürmenin yollarını araştırması gerekiyor.


3.1.4. ABD Yönetiminin Genel Tavrı


Bununla birlikte, bu ABD'nin Türkiye'nin konu ile ilgili tezlerine yakın olduğu veya Ermeni soykırım iddialarını reddettiği şeklinde yorumlanmamalıdır. Hiçbir Amerikan yönetimi yirminci yüzyılın başlarında meydana gelen olaylar için soykırım nitelemesini kullanmamıştır; ama soykırım yerine kullanılan nitelemeler de Türkiye'yi aklar nitelikte değildir. Örneğin George Bush 1990 yılında yaptığı bir konuşmada Ermenilerin Osmanlı yöneticilerinin ellerinde korkunç katliamlara maruz kaldığını iddia etmiştir. Kaldı ki resmi mahiyette olmasa da bazı Amerikan başkanları doğrudan soykırım ifadesini kullanmıştır. Örneğin Ronald Reagan, Nazi soykırımının unutulmaması gerektiğini ifade ederken Ermeni "soykırımı"na atıfta bulunmuş ve bu soykırımın da unutulmaması gerektiğini ima etmiştir. Amerikan yönetimlerinin soykırım sıfatını kullanmıyor olmaları belki Ermenileri hayal kırıklığına uğratmaktadır; ancak ABD yürütmesinin soykırım iddialarını kökten ve kesin bir şekilde reddetmemesi Ermenileri gelecek için ümitlendirmektedir.

Her ne kadar Amerikan yönetimlerinin tavrı şimdiye kadar Ermeni soykırımını tanımamak şeklinde belirmişse de özellikle Amerikan başkanları Ermeni soykırımı "davası"na sıcak baktıklarını hissettirecek ifadeler kullanmışlardır. Örneğin Jimmy Carter Ermeni olayları ilgili olarak açıkça soykırım ifadesini kullanmamışsa da soykırım imasında bulunmuştur. Malum olayları bir bütün olarak Ermeni milletini yok etme girişimi olarak tanımlayan Carter bu olayların unutulmaması için bir Başkan olarak kendisinin gerekeni yapacağını da taahhüt etmiştir.

ABD yönetiminin günümüze kadar sadece Nazi soykırımını ve Darfur'daki olayları soykırım olarak tanıdığı dikkate alındığında ABD'nin Ermeni olaylarını soykırım olarak nitelendirmemiş olmasının aslında Türkiye'ye yapılmış bir jest olmadığı ortaya çıkmaktadır. BM de dâhil olmak üzere hiçbir uluslararası örgüt ve devlet Darfur'daki olayları soykırım olarak tanımamışken ABD'nin tam tersi bir tutum takınması, ABD yönetiminin soykırım konusuna tamamen politik yaklaştığını göstermektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Türk-Amerikan ilişkilerinde belirgin bir kayma ve değişme yaşandığında Ermeni soykırım iddialarının da ABD yönetimi tarafından kabul edilebileceğini söylemek mümkündür.

3.1.5. Obama ve Ermeni Soykırım İddiaları

Türk-Amerikan ilişkilerinde uzunca bir süredir gündemdeki yerini koruyan Ermeni soykırım iddiaları, Demokrat Parti adayı Barack Obama nın başkan seçilmesi ile birlikte yeni bir boyut kazanacak gibi görünüyor. Seçim kampanyası sırasında Ermeni soykırım iddialarına çok açık bir şekilde destek veren Obama başkanlık görevine fiilen başladıktan sonra Amerikan yönetiminin Ermeni soykırımını resmen tanıyacağı yönünde sinyaller verdi. Amerikan dış politikası ve özelde de Türkiye-Amerika ilişkileri açısından bakıldığında böyle bir ihtimalin gerçekleşme ihtimali belirsiz olsa da Ermeni lobisinin ilk kez Amerikan yönetimince soykırım iddialarının tanınması konusunda somut bir beklenti içinde olduğunu söylemek mümkündür.

Bununla birlikte, Obama döneminde Ermeni soykırım iddialarının Amerikan yönetimince tanınıp tanınmayacağı konusunda net bir şey söylemek için henüz oldukça erken. Obama?nın radikal bir adım atarak iddiaların tanınması yönünde somut bir girişimde bulunması için nedenler olduğu gibi geçmiş Amerikan yönetimlerinin bu konudaki geleneksel tutumunu da devam ettirmesi ihtimal dâhilinde.

Obama nın iddiaları çok ciddi bir şekilde dikkate alması için en önemli neden seçim kampanyalarında kendini adeta bağlayan açıklamalarda bulunmuş olması. Ermeni soykırım iddialarının tanınması gerektiği ile ilgili o kadar net ve güçlü açıklamalar yaptı ki Obama nın bu açıklamaların aksi bir tutum ve politikayı açıklaması çok zor olacak. Bundan önce de Ermeni soykırım iddiaları seçim kampanyalarına konu olmuştu. Ama hiçbiri Obama nın kampanyasındaki kadar net bir şekilde ortaya konulmamıştı.

Bunun yanı sıra Obama nın sadece kampanyalarda değil Senatör olarak Kongre?deki faaliyet ve tutumları da Ermeni soykırım iddialarına nasıl baktığı ile ilgili önemli ipuçları veriyor. Soykırım iddialarına olan inancını defalarca gösteren Obama, Amerikan yasama organında iddiaların resmen tanınması için en fazla ve en azimli çalışan üyelerden bir tanesi. Bu açıdan değerlendirildiğinde Obama?nın aslında Ermeni soykırım iddialarına sadece Ermenilerin oylarını elde etmek için değil böyle bir soykırım vuku bulduğuna inandırıldığı için destek verdiğini söylemek mümkün. Bir başka deyişle Ermeni soykırımı Obama için bir seçim malzemesinin çok ötesinde bir anlam ifade ediyor.

Kendisinin de bir siyah olması ve dezavantajlı bir gruba mensup olması da doğal olarak mazlum ve mağdur olarak görülen ve gösterilen Ermenilerin iddialarını Obama?nın nazarında daha değerli hale getiriyor. İnsan haklarına belirgin ve reelpolitik parametreleri dışında bir önem atfeden Obama gerek etnik gerekse de siyasi kimliği nedeni ile Ermeni iddialarına önceki Amerikan başkan ve başkan adaylarından daha fazla ve daha samimi bir ilgi gösteriyor. Bu da doğal olarak Obama?nın Ermeni soykırımını resmen tanıyacağı ihtimalini güçlendiriyor.

Bununla birlikte bu tanımanın o kadar kolay olmayacağını da söylemek mümkün. Muhtemelen dış politika ve özellikle de Orta Doğu hakkında pek fazla bilgisi olmayan Obama seçim kampanyası sırasında ve Kongre deki görevi boyunca dış politika dengelerini ve Türkiye?nin ABD açısından Orta Doğu bölgesindeki kilit rolünü hesaba katmak zorunda kalmadı. Bu nedenle de Ermeni soykırım iddialarına olan yakınlık ve samimiyetini hiçbir engel olmadan gösterebildi. Ancak başkan olmanın getirdiği sorumluluk ve yükün farkına vardığında Ermeni soykırım iddialarının tanınmasının o kadar kolay olmadığının farkına varacaktır.

Her şeyden önce Türkiye henüz Bush döneminde Türk-Amerikan ilişkilerinin eskisi gibi yürüyemeyeceğini ve kendi bölgesel çıkarlarının Amerikan yönetimince tanınması gerektiğini göstermiş ve bunu da Amerikan yönetimine kabul ettirmiştir. Durum böyleyken ve Ortadoğu bölgesinde ABD Türkiye?ye ciddi anlamda muhtaç iken sonucu belirsiz bir macera olması yüksek bir ihtimal olan Ermeni soykırım iddialarının tanınması Amerikan dış politikasına hakim olan ilkeler açısından bakıldığında ihtimal dışı gibi görünmektedir.

Irak konusunda net bir politikası olmayan ve Beyaz Saray a gelmesi durumunda bu ülkedeki karışıklık ve siyasi belirsizlik ile uğraşmak zorunda kalacak olan Obama, Irak ile ilgili nasıl bir politika izlerse izlesin Türkiye?nin ciddi destek ve yardımına ihtiyaç duyacaktır. Bölgede kalmaya devam etmesi halinde de bölgeyi terk etmesi durumunda da Türkiye ABD?nin en önemli destekçisi ve müttefiki olacaktır. Böylesi bir durumda Ermeni soykırımının tanınması gibi Amerikan dış politikasına görünür bir gelecekte ciddi bir katkısı olmayacak adımın Obama tarafından dikkate alınmayacağını söylemek herhalde mümkündür.

Bununla birlikte yukarıda belirtilen diğer sebepler de dikkate alındığında Obama?nın Ermeni soykırım iddialarının tanınması konusunda nasıl hareket edeceği hakkında kesin bir şey söylemenin mümkün olmadığı ortadadır. Radikal ve kararlı ifadesi ve görüntüsü ile diğer Amerikan başkanlarından farklı bir profil sunan Obama nın başkanlığı döneminde reelpolitiki ve bölgesel dengeleri göz ardı edip etmeyeceği muğlak bir konu gibi gözükmektedir.

Bununla birlikte, ister Amerikan yönetimi Obama döneminde soykırım iddialarını tanıyarak radikal bir adım atsın, isterse de Türkiye?nin hassasiyetlerini dikkate alsın, Türk dış politikasının bu konuda alternatif bir yaklaşım benimsemesinin zamanının geldiği açıktır. Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili olarak Türkiye artık ABD yönetimi ya da yasamasının bu konuda atacağı adımlara bağımlı olmadan proaktif bir tutum benimseyebilmelidir.

Obama soykırım iddialarını tanıyan ifadeler kullanmasa bile bu Ermeni soykırım iddialarının ABD yönetimi tarafından bir gün tanımlanabileceği ihtimalinin var olduğunu hiçbir zaman değiştirmeyecektir. Bir başka deyişle, Ermeni lobileri ve Diaspora, bu sefer olmasa bile girişimlerinden vazgeçmeyecek ve isteklerini kabul ettirinceye kadar etkili yöntemler kullanmaya devam edeceklerdir. Bu nedenle de Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili dış politika sorununun artık başka bir bağlama oturtulması gerekmektedir.

Bu yeni bağlamın ne olabileceği konusunda net bir şey söylemek mümkün değilse de genel hatları ile Türkiye?nin kendi öneri veya alternatiflerini geliştirdiği ve de karşı hamlelere cevap vermek zorunda kalmayacağı bir ortam geliştirilmek zorundadır. Aksi takdirde, uzunca bir süredir devam eden ve Ermeni lobileri ile Amerikan yönetimlerinin daha başat göründüğü kısır döngü karşısında Türk dış politikası, Kongre nezdinde çalışan karşı lobilere dayalı geleneksel tutumunun bağlarından kurtulamayacaktır.

Bu çerçevede uzun vadede takip edilebilecek ve hedeflenilebilecek en uygun politika, Ermeni soykırım iddiaları üzerindeki ABD etkisini azaltmak olmalıdır. Bu hiç şüphesiz kolay değildir; ancak Türkiye öyle adımlar atabilmeli ki ABD yönetiminin iddiaları soykırım olarak tanıyıp tanımaması o kadar etkili olmayacak bir hale gelmelidir. Bu anlamda Ermenistan ile son dönemde kurulan gayri resmi ilişkilerin önemli olduğu ortadadır. Yine Anadolu topraklarındaki Ermeni tarihi varlığına karşı gösterilecek özen, Ermeniler ile diyalogu derinleştireceği gibi, Ermeni soykırım iddialarının tanınması meselesinin önemini en azından azaltabilecektir.

Bu açıdan bakıldığında aslında Obama döneminin Türkiye için bir fırsat olabileceğini söylemek mümkündür. Böylece Türkiye, Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili olarak Amerikan yönetimine endeksli bir dış politikayı sürdüremeyeceğinin farkına varabilir ki bu da alternatif arayışlarını da beraberinde getirecektir. Etkili yeni bir politika ise ABD?nin bu konudaki tutumunun önemini iyice azaltabilecek ve Türk-Ermeni ilişkilerinde denklem dışına itebilecektir.

Bununla birlikte bu, Türkiye?nin Obama?nın Ermeni soykırımını tanıma yönündeki sinyalleri hiç dikkate almaması gerektiği anlamına gelmemelidir. Halen söz konusu iddiaların tanınacağı ile ilgili kesin bir şey söylemek mümkündür. Ermeni lobisi istediklerini elde etme konusunda her zamankinden belki daha ümitlidir; ama gerek Kongre de gerekse de yönetimde Türkiye ye rağmen ve Türkiye yi ABD de uzaklaştırma pahasına daha ziyade tarihin ve uluslar arası hukukun bir meselesi olan bir konu hakkında adım atılmaması gerektiğini ifade edebilecek çok sayıda politikacı olacaktır.

Bu bağlamda özellikle diğer Demokrat Parti adayı Hillary Clinton ın Obama tarafından Dışişleri Bakanı olarak seçilmiş olması Türkiye açısından önemli bir fırsat potansiyeli taşımaktadır. Her ne kadar Ermeni soykırım iddialarına adaylığı sırasında yakınlığını gizlemese de Clinton?ın oldukça deneyimli ve Türkiye?yi yakından bilen bir politikacı olduğu dikkate alındığında Ermeni soykırım iddiaları konusunda daha rasyonel bir çizginin benimsenmesinde önemli bir rol oynaması ihtimal dahilindedir.

Belki bundan çok daha önemlisi, daha önce Jimmy Carter ın dış politika danışmanlığını yapan ve sonraki dönemlerde de önemli üst düzey görevlerde bulunan meşhur stratejist  Brezinski nin Obama nın seçim kampanyası sırasında dış politika danışmanı olarak görev almış olması. Obama nın dış politika konularında bu denli önemli bir isme güvenmesi, başkanlığı döneminde Ermeni soykırım iddialarının tanınması gibi radikal sayılabilecek kararları alırken çok dikkatli davranacağını gösteriyor. Brezinski nin ve Clinton ın Obama nın dış politika düzeninde yer alması Türk dış politika yapıcılarının işlerini kolaylaştırıcı bir faktör olacaktır; zira her iki isim de gerek tecrübeleri gerekse de vizyonları ile ikili ilişkilerin düzgün yürümesine katkıda bulunacak niteliklere sahiptir.

3.2. Obama Ve Türk-Amerikan İlişkilerinde Stratejik Ortaklık

Özellikle Türkiye'de ABD-Türkiye ikili ilişkilerini nitelendirmek için 'stratejik ortaklık' teriminin kullanılması son dönemlerde adeta bir moda ve bir klişe haline geldi. Öyle ki ikili ilişkilerin stratejik ortaklık seviyesinden aşağıya düşüp düşmediği, iki ülke arasındaki ilişkiler hakkında yapılan analizlerin önemli temalarından birisi oluyor zaman zaman. İlginç olan, siyasetçiler bile bu kavrama özel bir vurgu yapmakta ve Türk tarafının ABD için taşıdığı önemin bir göstergesi olarak stratejik ortaklığı öne çıkarmaya gayret göstermekteler.

Ancak gerçekte stratejik ortaklığın ne olduğu tam olarak belli değil; belli olsa bile tarafların, özellikle de ABD'nin bu kavrama nasıl bir anlam yüklediğini tam olarak kestirmek oldukça güç. Belirgin ve herkesçe kabul edilebilir bir anlamı olmadığı için kavramın Türk-Amerikan ilişkilerinde sıklıkla öne çıkarılması pek gerçekçi gözükmüyor.

Türk tarafının aksine ABD Türkiye ile olan ilişkilerinde şimdiye kadar stratejik ortaklık retoriğini daha az ve çok daha dikkatli kullana geldi. Bununla birlikte Amerikalı bazı üst düzey yetkililerin daha çok Türk tarafını motive etmek ve sembolik bir jest yapmak için Türkiye için stratejik ortak nitelendirmesini kullandıkları da bir gerçek. Ancak pratikte bunun fazlaca bir anlamı olmayabiliyor. Çünkü somut bir anlamı ve daha da önemlisi pratikte bir yansıması olmayan stratejik ortaklık kavramı yalnızca basına verilen demeçlerin ve benzeri açıklamaların oldukça genel ve çoğunlukla da yeni ve somut bir şeyler içermeyen içeriklerini süsleyen genel geçer ve basmakalıp bir ifade fonksiyonunu görebiliyor bazen.

Bu aslında hiç de işe yaramayan işlevine rağmen bile ABD'li yetkililer bu kavramı kullanmakta cimri davranabiliyor. Hatta bazen de pragmatist dış politika ve diplomasi anlayışlarına uygun olarak ABD'li yetkililer stratejik ortaklık kavramını Türkiye'ye karşı bir tehdit ve bir siyasi blöf aracı olarak kullanmaktan da çekinmiyor. Bunun en somut ve en son örneklerinden birisi Irak krizi sırasında yaşandı. ABD isteklerine olumsuz yanıt veren meşhur tezkereden sonra çok sayıda Amerikalı yetkili - sadece o döneme has olmak kaydıyla- Türkiye ile ABD arasında -geçici bir süre için- stratejik ortaklığın olmadığını açık bir şekilde ifade etmişti. Bundan endişe duyulması gerektiğini ima edercesine çok sayıda Türk analist ve köşe yazarı da bu açıklamaları gündeme getirmiş ve uyarı niteliğindeki değerlendirmelerinde bu hususun altını önemle çizmişlerdi.

Hâlbuki bu stratejik ortaklık ne idi ki onu ne bitirmişti  Örneğin TBMM'nin tezkereyi reddetmesi Türkiye ile ABD arasında stratejik ortaklığı bitiren koşullar arasında daha önceden yer almış mıydı? Eğer böyle bir koşul yok idiyse bu stratejik ortaklık nasıl sona erebiliyordu? Ya da çok daha önemlisi, Türk tarafının ABD açısından olumsuz ve ikili ilişkilere zarar verecek nitelikteki herhangi bir davranışı iki ülke arasındaki stratejik ortaklığı sona erdirirken aynı şey Amerikan tarafının böylesi bir davranışında sözkonusu olabilir miydi? Eğer ABD'nin Türkiye'yi rahatsız edici bir tutumu söz konusu olduğunda Türkiye-ABD stratejik ortaklığının sona ermesi gündeme gelmiyorsa o zaman gerçek bir ortaklıktan söz etmek mümkün mü? Bu ve buna benzer çok sayıdaki soruya verilecek cevap Türkiye ile ABD arasında var olduğu iddia edilen stratejik ortaklığın ne kadar gerçekçi olduğunu ortaya koyacaktır. Diğer türlü stratejik ortaklığa yapılan sürekli vurgu iki ülke arasındaki ilişkilerin gerçek boyutları ve seyri ile görülmesini ve değerlendirilmesini engelleyici bir etken vazifesini görecektir.

Stratejik ortaklık kavramının belirli bir tanımı olsa bile Türk-Amerikan ilişkilerinin bu kavram ile açıklanıp açıklanamayacağı da tam olarak belli değil. Her iki tarafın da stratejik ortaklık nitelemesini kullanmasından yola çıkarak iki ülke arasında bu tür bir ilişkinin olduğunu söylemek tabii ki mümkün. Diğer bir ifade ile iki tarafın da açık bir şekilde kabul ettiği bir ilişki türünün aslında ikili ilişkilerde olmadığını söylemek çok sağlıklı bir yaklaşım gözükmüyor. Buna göre söz konusu stratejik ortaklık ilişkisinin içeriğinden ve her iki tarafın bu ortaklığı nasıl yorumladığından çok tarafların ikili ilişkileri nasıl isimlendirdiği önemli.

Ancak genel olarak kabul gören stratejik ortaklık tanımından yola çıkıldığında bile iki ülke ilişkilerinin aslında stratejik ortaklık seviyesinde olmadığı söylenebilir. İki ülke arasında stratejik ortaklık ilişkisinden bahsedebilmek için iki ülke dış politika amaçları arasında önemli ölçüde bir örtüşme olması, iki ülkenin ekonomik olarak çok yakın ilişkiler içinde olması ve en önemlisi de iki ülke halklarının kendilerini birbirlerine çok yakın hissetmeleri gerektiği kabul ediliyor. Stratejik ortaklığın böyle bir anlamı ve Türkiye ile ABD arasında bu anlamda bir ilişki var ise o zaman gerçekten de Türkiye ile ABD arasındaki ikili ilişkilerin çok özel olduğunu vurgulamak için bu kavramı kullanmak gerekli ve mantıklı. Ancak Türkiye ile ABD arasında, yukarıdaki anlamı ile bir stratejik ortaklık ilişkisinin olduğunu söylemek o kadar kolay değil. Her şeyden önce, şayet iki ülkenin dış politika amaçlarında bir örtüşme olsaydı TBMM bahsi geçen tezkereyi zaten reddetmezdi. İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin iyi olduğunu söylemek de bütünüyle imkânsız. Hele hele iki ülke halkları arasında doğru dürüst bir temas bile olmadığı düşünüldüğünde stratejik ortaklık kavramını Türk-Amerikan ilişkilerine uygulamak olasılığı pek düşük olmakta.

3.2.1. Obama Dönemi  Stratejik Ortaklık İlişkisinde Farklılığa Neden Olur Mu?

Hukuki bir altyapısı olan stratejik ortaklık ilişkisinin Türkiye ile ABD arasında kurulması o kadar olmayacaktır. Bunun yanı sıra Türk ve amerikan çıkarlarının neredeyse tamamen örtüşmesinden veya Türk ve Amerikan halklarının arasında ciddi bir yakınlıktan söz edilmeyeceğine göre devamlı ve köklü bir stratejik ortaklık da söz konusu olmayacaktır. Ancak iki ülke yeni dönemde özellikle bölgesel sorunlardan kaynaklı yeni işbirliği geliştirme seçeneğini değerlendirebilirler. Özellikle Ortadoğu bölgesini ilgilendiren sorunlarda diplomasi ve hukuka daha fazla önem vereceğinin sinyallerini veren Obama ve yönetimi için Türkiye?nin katkısı, Clinton dönemi ikili ilişkilerinde var olan yapıcı atmosferin geri gelmesine olanak sağlayabilir.

Bu tür bir ilişki iki ülkenin güvenlik endişeleri ve ulusal çıkarlarını ilgilendirdiği kadar bölgesel istikrarın kısmen de olsa sağlanmasına hedefine odaklandığı takdirde daha yapıcı ve inandırıcı bir niteliğe bürünecektir. Obama nın vaat ettiği dış politika tasarımı böylesi bir çıktıyı daha mümkün hale getirmektedir. Türkiye nin de son yıllarda daha belirgin bir hale gelen bölgede istikrarın sağlanmasına yönelik aktif tutumu da dikkate alındığında iki ülkenin Ortadoğu bölgesinin kronik sorunlarını çözme adına dönem dönem de birlikte hareket etmeleri ihtimalinin artabileceğini söylemek mümkündür. Bir bölge ülkesi olarak Türkiye ve bölge sorunlarının çözümünde katkısı ve etkisi göz ardı edilemeyecek önemli bir aktör olarak ABD, Filistin sorunu, İran?ın nükleer programı, Irak sorunu ve mezhepsel ve etnik çatışmalar gibi bölgeye mahsus bir dizi sorunda eşit ve dengeli bir işbirliği geliştirebildikleri takdirde hem ABD?nin imajı restore edilebilecek ve hem de bölge görece de olsa rahat bir nefes alabilecektir.

Türkiye ile ABD?nin stratejik ortaklık kategorisine girebilecek bir işbirliğini gerektirecek çok sayıda sorun bulunmaktadır. Özellikle Ortadoğu bu çerçevede dikkate alınması gereken bölgelerin başında gelmektedir. Başta Filistin-İsrail sorunu olmak üzere Türkiye ile ABD İran?ın nükleer silahlanması, Irak ve bir bütün olarak dünyayı tehdit eden ve Ortadoğu kaynaklı sayılabilecek terörizm Türk-Amerikan işbirliğinin temelini oluşturacak konulardır.

Ancak gerek ABD nin gerekse de Türkiye nin bu sorunları çözme konusundaki yeterlilikleri ve hareket kabiliyetleri oldukça sınırlıdır. Özellikle İsrail-Filistin uyuşmazlığında gerek Obama nın gerekse de herhangi bir Amerikan yönetiminin yapabilecekleri İsraile baskı anlamında sınırlıdır. Zannedildiğinin aksine aslında ABD nin İsrail yönetimi ve siyasi yönelimleri üzerindeki etkisinin belirgin sınırları vardır. Dolayısıyla burada ABD nin İsraile verdiği destek ve tanıdığı kredi ile İsrail politikaları üzerindeki etkisi arasında ciddi bir farklılığın ve uçurumun olduğu dikkat çekmektedir.

Aslında aynı şey Türkiye için de geçerlidir. Türkiye?nin Ortadoğu sorunlarının çözümündeki potansiyelinin sınırları İsrail-Suriye müzakerelerindeki arabuluculuk rolünde kendini göstermiştir. İsrail?in Gazze saldırılarını düzenlemesi gerek ABD?nin gerekse de Türkiye?nin bu konudaki limitlerini net bir şekilde ortaya koymuştur. Ancak bu uzun süreli uyuşmazlığın çözümüne yönelik Türk-Amerikan işbirliği hiç şüphesiz bu sınırları en azından gevşetecek ve genişletecektir. Burada en önemli nokta, Filistin sorunu çözülmeden bölgedeki diğer sorunların kalıcı bir şekilde çözülemeyeceğinin ayırtına varılabilmesidir. Böylesi bir mutabakat, yapıcı ve verimli bir Türk-Amerikan işbirliğinin öncülü olabilecektir.

Filistin-İsrail uyuşmazlığında sağlanacak ilerleme diğer sorunların çözümüne de katkı sağlayabilecektir. Bu çerçevede tehdit ve güvenlik algısı kısmen de olsa değişecek bir İran ile nükleer hevesleri konusunda müzakere daha kolay olabilecektir. İran ile görüşülebileceği vaadini veren Obama ile İran yönetimi arasında Türkiye?nin köprü ve arabulucu işlevi görmemesi için herhangi bir neden yoktur.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



****

4 Mart 2017 Cumartesi

ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU BÖLÜM 7


ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU  BÖLÜM 7



Lübnan Türkmenlerinin Genel Durumu 
Zaher Sultan 

Sayın Başkan, Sayın Katılımcılar. 

Maalesef Suriye’den acı haberler geliyor. Türkmenler her bölgede sorunlar yaşıyor ve artık bu aşamayı geçmemiz gerekiyor. Hep sorun görüyoruz çözüm de bulmamız gerekiyor. Bir sonraki oturumda herkesin bir sorun ve üç çözüm ile gelmesini arzu ederseniz güzel bir veri tabanı elde etmiş oluruz. Ben önce 
kendimi tanıtayım. Lübnan’da yaşayan Osmanlı torunuyum. Dedemin dedesi 24 yıl boyunca Şam valisiydi. Türkmen kelimesinin çok geniş bir kapsamı var. Hocamızın da dediği gibi içinde Giritliler de var. Oytun Bey araştırmasında da bundan bahsetmişti. İlk önce Lübnan’daki Türk varlığının tanımını yapalım ondan sonra tarihinden, kurumlardan bahsedelim. Lübnan’da on bin civarında Türkmen vardır. Erşad Hoca’nın başta söylediği gibi Kuran’da ayeti var ve bir atasözü de bu durumu açıklıyor; “Her dal tek başına kırılabilir ama demet halinde kırılması 
çok zor”. O yüzden bizim tek bir gövde şeklinde olmamız gerekiyor. Giritliler kendi başına toplantılar yapıyor, Lübnan’daki Türkmenler başka oturumlar yapıyorlar. Artık hep beraber Türk varlığı kelimesini kullanmalıyız diye düşünüyorum. Türk varlığı ifadesi içinde hem Türkmenler hem Çerkezler hem Arnavutlar hem Giritliler hem soydaşlar hem Lübnan’da yaşayan Türk vatandaşları mevcut. Gayri resmi sayılarla Türkmenler -Suriye Türkmenleri hariç- 10.000 civarında biliyorsunuz. Suriye Türkleri bir ara Lübnan’a gelip çalışıyordu. Savaş yüzünden gelenlerin sayısı da epey artmıştı. Giritliler tarihi olarak daha eskiden, Osmanlı döneminden gelmişler. Çerkezler zaten Lübnan’da bulunuyordu. 

Bölge 400 yıl Osmanlı’nın himayesinde bulunmuş ve hocamızın da anlattığı gibi zaten bizim topraklarımız. Bizim topraklarımız içerisinde bu vatandaşlara siz artık Türk değilsiniz veya Türkiye’ye bağlı değilsiniz diyemeyiz. Aynı şekilde Arnavutlar da var, soydaşlar da var. 

Trablus içerisinde veya Lübnan genelinde birçok Türk soyadı taşıyan 
kişiler var. Akar Türkmenleri Koşak köyü gibi köylerde yaşıyorlar. Toplamda 
5 bin civarında Türkmen bu köylerde yaşamaktalar. Tabi ki sayı olarak o köylerde yaşayan nüfus daha fazla. Ancak Oytun Beyin araştırmasına 
göre Türkmen köylerinin sayısı olarak bu bilgiyi veriyoruz. 
Bekaa Türkmenleri de bulunuyor iki köy. Lübnan ve Suriye Türkmenleri 
tüm Lübnan’da dağılmış durumda. Giritlilerin çoğu Trablusşam’da, 
soydaşları ise tüm Lübnan’da bulunuyorlar, Çerkezler, Arnavutlar aynı 
şekilde. Mardin’de Mardinli soydaşlarımız Beyrut’ta bulunuyorlar. Tarihe 
baktığımızda Osmanlı döneminden sonra sadece dalga dalga -çünkü tüm 
tarihi 15 dakika içerisinde anlatmamız çok zor- Türk varlığı bölgeye 
göre ayrılmış, kimi köyde kimi şehirde. Köyde yaşayanlara bakıyoruz 
ilk dalga 1943’te Lübnan istiklal vatandaşlığı alanlar. Bazı köylerde mesela Bekaa köylerinde bazı köyler vatandaş olmadılar. Şehirde yaşayanların 
ise %99’u vatandaşlık aldılar. Bir dalga geldi 1940’lı yıllarda Mardinliler Lübnan’da çalışmak için geldiler ve yoğunlukla Beyrut’ta olmak üzere ülkeye yerleştiler. Sonra 1994’de çıkan bir kanun ile herkese vatandaşlık veriliyor, Bekaa Türkmenleri bu kanun ile vatandaş oldular. Hatta Beyrut’ta bulunanlar da. Şimdi bu eğitimi ve okulları nasıl etkiledi? Vatandaşlık almamış olanlar, kendine kapalı bir toplum oluşturdu. Ama vatandaşlık alanlar okula gittiğinden eğitimi biraz daha iyileşti. Mesela yeni vatandaş olanlar ortaokula kadar ancak gidiyorlar özellikle Bekaa vadisinde bulunanlar. Bazı köylerde mesela Akka köylerinde daha fazla %30’u mesela üniversiteye kadar devam ediyorlar. 
Yeni neslin çoğu üniversiteye ulaşıyorlar Mardin’de. Şehirlerdeki durum 
iyi ve oradakiler yüksek ihtisaslara kadar ulaşıyorlar. Türkçe durumu 
nedir? Tabii Türkmence konuşuyorlar Bekaa’dakiler. Kapalı bir toplum 
oldukları için kendi aralarında konuştular ve dillerini muhafaza ettiler. 
Ama Akka’daki gibi vatandaş olmuş Türkmenler artık pek Türkmence 
konuşmuyorlar. Ancak yeni nesil Türkiye’ye gelip, okudukları için ve 
sağ olsunlar MEB’in hocaları gelip ders verdikleri için biliyorlar. İnşallah 
hocalar Bekaa’ya da gelirler. Ama Mardinliler artık nadir ve soydaşlarda 
hiç yok. Türk kültürü de aynı dili gibi kısmen nadir görülüyor ve sonra 
da hiç yok. Şimdi sorunlar nelerdir? Sosyo-ekonomik sorunlar çok fazla. 
Yani Osmanlı’dan sonra bölgeyi yıkmaya çalıştı batılı ülkeler. Hudutları 
çizen Fransız ve İngilizler tamamen Türkiye’yi yıkmak için bunu yaptılar. 
Oradaki ekonomik yapıları çok zayıf kalmış durumda. Lübnanlı Türkmenlerin 
en büyük sıkıntısı aile gelirinin çok düşük olmasıdır. Bu durum eğitim sürecini etkilemektedir. Daha sonra da sağlık ve kültür alanları etkilenmektedir. Aile gelirinin düşüklüğü sebebi ile çocuklar ortaokuldan sonra iş bulup çalışmaya yönelmektedirler. İş bulamayınca köyden şehre göç başlamaktadır, eğitim seviyesi aşağıda kalmakta ve böylece sosyo–ekonomik problemler doğmaktadır. Ama şehir içerisindekiler ilk üçte kalıyor. Bu sorunlara çözüm olarak ilk proje ev hanımlarına eğitim projesidir el sanatları eğitimi. İstatistiklere göre kadınların %98’i ev hanımıdır. O yüzden burada büyük bir açık var, oradan başlayabiliriz. 
Babalara da meslek dallarına göre eğitim verilebilir. Aile kültürel yardım 
yapılabilir ve çocuğa destek verilebilir. Türkiye sağ olsun, Yurt Dışı 
Türkler ve Akraba Toplulukları bursu sağlamakta. Burada bir sorun var 
o da şu ki aile gelirinin düşüklüğü sebebi ile çocukların dersleri zayıf 
kalıyor ve bursu kazanamıyorlar. O yüzden buna da bir çözüm bulunmalı. 
Bunlar bizim Türkmen kardeşlerimiz, aile gelirini yükseltip eğitim problemini çözeceğiz ve böylece notlar yükselecek. Bu gibi projeler için önce Türk varlığının tespitinin yapılması gerekiyor. Bu tespit her ailenin içine girip sorunlarını teşhis etmek ve bilgilerin anket şeklinde kaydedilmesi ile olur. Türk varlığının tespiti sadece Lübnan bölgesinde değil tüm Osmanlı bölgesinde yapılması gereken bir projedir. Çünkü böyle bir veritabanı Türkmen ve soydaşların sorunları eğitim, sağlık, kültür, aile yapısı konularında fikir verir. Aile bilgileri için çok önemli bir örnek vereceğim. Mesela TİKA’nın Lübnan’da bağış yaptığı bir hastane 24 
milyon dolarlık bir hastane, 2010’da açılışını Başbakan yaptı ama hala 
çalışmıyor. Neden çünkü oradaki yönetim Şii’dir ve başlamasına izin 
vermiyor. Çünkü Şii ülke olan İran, Türkiye’nin Lübnan’a ayak basmasını 
istemiyor. Açıkçası bu. Aynı zamanda Suriye’deki savaş İran’ın da 
sorunudur çünkü Esad güçleri çok zayıfladığı için Hizbullah savaşıyor. 
Türk varlığı projesi Türkiye çevresinde şekillenen bölgesel bir çalışmadır. 
Anket detaylı bilgi içermeli ve sonuçlar analiz merkezinde toplanıp 
bölgenin tarihinden bilgi verebilir. Özetlemek gerekirse Türkvaskart 
veritabanı hazırlandıktan sonra tüm coğrafyada yaşayan bölgedeki Türkmenler 
soydaşlar Girit varlığına, Türk varlığının hediyesi gibi olacak. 

Biz sizi unutmadık 80 yıl geçti özür dileriz ama unutmadık. Örneğin 
mavi kart yapılmış çift vatandaşlara veya kimliğini kaybetmiş olanlara. 
Bu kartı örneğin Türkiye’ye geldiğinizde ulaşımda indirim sağlayabilir. 
Bu projeyi Lübnan’da bir Türkmen önerdi. Ama Osmanlı kimliği şeklinde 
önerdi. Çünkü Osmanlı dönmüş gibi hissediyorlar orada. Tabi biz bunu Türk adıyla yapabiliriz. Resim çok acı, Suriyeli kardeşlerimizin Lübnan’daki halini görebiliyorsunuz soğuk havada hala çadırda yaşamaktalar. 
Teşekkür ederim. 

TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU POLİTİKASINDA TÜRKMENLER 


Oturum Başkanı 
Habib Hürmüzlü 

Konuşmacılar 

Irak Kürt Bölgesel Yönetiminde Türkmenlerin Durumu 
Aydın Maruf 

Türk Dış Politikasında Suriye Türkmenleri 
Doç. Dr. Mehmet Erol 

Türk Dış Politikasında Irak Türkmenleri 
Bilgay Duman 


Irak Bölgesel Kürt Yönetiminde Türkmenlerin Durumu 

Aydın Maruf, 


Değerli ağabeylerimiz, sevgili katılımcılar, sizleri saygıyla selamlıyorum. 


Ben Irak Türkmen Cephesi adına ORSAM’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyor ve ORSAM çalışanlarına başarılar diliyorum. Ortadoğu Türkmenleri çok önemli bir konudur. Bugün yapmış olduğumuz sempozyumda, Ortadoğu Türkmenlerinin bulunduğu 4 ülkenin adı geçmektedir. Bu ülkeler, Irak, Filistin, Suriye ve Lübnan’dır. Ben bu sempozyumun daha fazla ülkeyi kapsamasını isterdim. Bunlardan biri Ürdün, diğeri ise İran’dır. İran önemli bir ülkedir. 40 milyon Türkmen nüfusu bugün orada yaşamaktadır. Bugün benim sizlerle paylaşacağım 
konu Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nde Türkmenlerin siyasi durumudur. 
İnşallah bu konuyu sizlere doğru bir şekilde aktarmaya çalışacağım. Erbil 
Türkmenleri de Irak Türkmenlerinin bir parçasıdır. Erbil de Kerkük gibi 
bir Türkmen şehridir. 1438 yılında Türkmeneli komutanının kurduğu 
Karakoyunlu devletinin yönetimine girmiştir. Musul, Altınköprü, Bağdat, Basra’nın ortasında kavşak noktasına kurulu bir şehirdir. Irak Selçukluları idaresinden sonra 1144 yılında Erbil Atabeyliği’nin başkenti olmuştur. Bu kısa bir tarihi özetti. 1991 yılından sonra Erbil’in durumuna bakarsak; bu yıldan evvel Kerkük’te ya da diğer Türkmeneli bölgelerinde olduğu gibi Erbil’de siyasi bir hareket olmamıştır. Sadece sosyal ve kültürel çalışmalarda bulunulmuştur. 1974 yılında Saddam Hüseyin zamanında Türkmen Kardeşlik Ocağı Erbil’de kurulmuştur. Bugün bu kurum varlığını hala devam ettirmektedir. 1991 yılından sonra ise durum değişmiştir. 1991’den sonra Irak Milli Türkmen Partisi Erbil’de, 
Şaklava’dan siyasete başlamıştır. Bu parti 1992 yılında siyasete Erbil’de 
girdikten sonra, ilk defa 1993 yılında Erbil’de Doğuş adında bir Türkmen 
okulu açıldı. Bu önemli bir gelişmedir. Kifri’de de Karaoğlan Okulu açıldı. Yani bu dönemde iki tane Türkmen Okulu açıldı. Kayıt sayısı on bine ulaştı. Bu sayı büyük bir sayıdır. Çünkü şu anda 15 okul olmasına rağmen toplam kayıtlı öğrenci sayısı ORSAM’ın ve bizim yaptığımız araştırmalara göre 1700 civarındadır. 

Ardından bölgede kurulan siyasi partiler çoğaldı. Doğal olarak fikir aykırılıkları 
da ortaya çıktı. İşte o dönemde Türkmeneli Cephesi gibi Irak Milli Türkmen Partisi de ayrılma noktasına geldi. Akabinde 24 Nisan 1991’de Irak Türkmen Cephesi kuruldu ve üç yıl boyunca çok yoğun çalışmalar yaptı. Bundan rahatsız olan birçok kesim vardı. 1995 senesinde Erbil’de Türkmen Cephesinin yardımıyla Türkmen okullarımızın sayısı 15’e ulaştı ve şu anda da bu çalışmalar devam ediyor. Bizim Kuzey Irak’ta gördüğümüz tablo şudur; Türkiye ile Kuzey Irak arasındaki ilişkiler iyi olmasına rağmen -siyasi partiler ve okullar ayrı tutarsak- Erbil’deki Türkmenler hala milli haklarını elde edememişlerdir. Türkiye ile herhangi bir ülke arasındaki ilişkiler iyi olduğu zaman bu durum orada yaşayan 
Türkmenlerin durumuna da yansır. Bu durum yadsınamaz bir gerçektir. 
Mesela şu an Suriye ile olumsuz bir ilişki var ve oradaki soydaşlarımızın 
durumu iyi değil. Biz bunu Erbil’de yaşadık. Bugün Erbil dışında yaşayan Türkmenlerden örneğin Kerkük ve Musul’daki Türkmenlerden bizim durumumuz hem güvenlik hem de siyasi durum bakımından daha iyidir. Çünkü o bölgeyle Türkiye’nin ilişkileri iyidir. Irak Türkmen Cephesi’nin birtakım çalışmaları oldu, fakat bu süreçte özellikle PKK tarafından yapılan silahlı saldırılara hocamız değinmedi. Bu saldırılar, Talabani başkanlığındaki KYB ve Barzani başkanlığın daki KDP tarafından gerçekleştirilmiştir. O dönemde Irak Türkmen Cephesi bağımsızlığını korumaya çalıştı. Söz konusu dönemde birisi İran’dan, diğeri Bağdat’tan destek almaya çalıştı. 31 Ağustos günü Peşmergeler Bağdat’tan destek alarak Erbil’e girdiler ve tarafsız olmamıza rağmen bizim yaklaşık 50 gencimizi şehit ettiler. Bu olayların dışında da Türkmenlere silahlı saldırı yapılmıştır. 1991’de Altınköprü’de, 1996 ve 1998’de Erbil’de saldırılar 
oldu. 1998 bizim için önemlidir. O dönemde Irak Türkmen Cephesi’nin 
siyasi gücü üst düzeydeydi. 31 Ağustos saldırısının nedeni de budur. 
Arapça bir kitapta 1998 saldırısından bahsedilmektedir. Irak Türkmen 


Cephesi Erbil’de, Türkiye’nin desteğiyle çok yoğun faaliyetlere başladı. 
Irak Türkmen Cephesi Erbil’i ikinci Türkmen şehri yapmak istiyordu. 
Dönemin istihbaratı Kürt yönetimine bu bilgiyi verdi. Irak Türkmen Cephesi 
o dönemde ikinci Kerkük vakasını yaşamıştır. Irak Hükümeti Irak 
Türkmen Cephesi’nin çalışmalarından rahatsız oluyordu ve KDP’den on 
gün içinde Irak Türkmen Cephesi’ne saldırı düzenlemesini istedi. Bunun 
sonucunda da 30 Ağustos gecesinde saldırı düzenlenmiştir. Bu saldırının 
nedenini biz de sonra öğrendik. Çünkü Türkiye’nin Irak Kürtleriyle 
arası çok iyidir. O dönemde Erbil, Kerkük’teki gibi farklı politikalarla 
karşı karşıya gelmedi. Erbil’deki Türkmen nüfusu hakkında çok sayılar 
verilmiştir, ama bizim orda neden sayımız görünmüyor? Çünkü orada 
sessizce Türkmen varlığı katlediliyor. Bugün KDP ve KYB listelerinde 
5-6 Türkmen aday var, İslamcılar içinde de öyle. Hepsi birlikte elli 
bin oya yaklaşmaktadır. Geldiğimiz noktada 2005’te kapanan büroları, 
2011 yılında tekrar açtık. Irak Türkmen Cephesi neden Kuzey Irak’taki 
oluşuma o dönemde katılmadı da şimdi katıldı? Çünkü o dönem gerekli 
değildi ama şimdi gerekli olduğu değerlendirilmiştir. Bu karar Irak 
Türkmen Cephesi’nin bağımsız bir kararıdır ve biz bunun faydalarını 
gördük. Şimdi orada da temsilcilerimiz var. 6 ay içinde 2 parlamentoda 
da temsil ediliyoruz. Erbil’de, Osmanlı İmparatorluğundan bu yana ilk 
defa Türkçe hutbe okundu. Bu çok doğal bir haktır ve olması gerekendir. 
Bu Irak Türkmen Cephesi’nin çalışmalarının sonucudur. Kerkük’te de var 
Musul’da da var ama oralarda resmi bir karar. Biz bir bakanlıkta temsil 
ediliyoruz. Bunun yanında Türkmen işlerinden sorumlu bir danışmanlık 
da kurulacaktır. Bu nedenle bizim çalışmalarımız olumlu yönde gidiyor. 
Ben tüm bu gelişmelerden çok memnun oldum. 

Teşekkür ederim. 


Türk Dış Politikasında Suriye Türkmenleri 
Doç. Dr. Mehmet Erol 

Geçtiğimiz yetmiş yıllık Türkiye-Suriye ilişkileri, Türkiye’nin Suriye Türkmen lerine yönelik izlediği politikanın seyrini ve derinliğini doğrudan etkilemiştir. Aslında Suriye’nin bağımsızlığını kazandığı 1946 yılından 2011 yılı sonuna kadar reel bir politikanın varlığından söz etmek zordur. Belirgin bir politikanın olmayışı; Suriye’nin bu yıllar arasındaki yönetimi ve Türkiye’ye karşı tutumuyla yakından ilgilidir. Bu nedenle iki ülke arasındaki ilişkileri anlamak, en azından hatırlamak, bahsi geçen yıllardaki politikasızlığın nedenlerine ışık tutacaktır. Bu çerçevede, 
konuşmamızda Türkiye-Suriye ilişkileri dönemler altında kısaca verilecek ve dönemler içinde, varsa Türkiye’nin Suriye Türkmenlerine dair algısı 
değerlendirilecektir. 

Türkiye-Suriye ilişkilerini gösterdikleri karakteristik özellikleri bakımından dört dönem altında ele almak mümkündür. 

1. Türkiye Cumhuriyetinin ilk yılları ile Fransız manda yönetimi arasındaki ilişkiler. 
2. Suriye’nin kurulduğu 1946’dan 2000 yılına kadar olan dönemdeki ilişkiler. 
3. 2000-2011 yılları arası ilişkiler. 
4. İç savaş dönemi ilişkiler (2011’den günümüze) 

1. Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Yılları İle Fransız Manda Yönetimi Arasındaki İlişkiler Bilindiği üzere, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile 
Suriye’den Türk birlikleri çekilmiş, 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması ile de Sykes-Picot Anlaşması gereğince Mersin, Adana, Hatay, Antep, Maraş, Urfa illeri ve Suriye-Lübnan Fransızlara bırakılmıştır. (Yavuz 2005: 232-249) 

1918’in sonunda Anadolu’da başlayan Kuvayı Milliye Hareketi (İlk direniş, Güney Cephesi’nde Dörtyol’da 19 Aralık 1918’de Fransızlara karşı başlamıştır) kısa zamanda, özellikle Halep ve çevresinde de teşkilatlanmıştır. Halep’teki direniş Halep Heyeti-i Merkezi adıyla örgütlenmiş; gerek bölgedeki aşiretler ve gerekse Fransızların faaliyetlerine karşı düzenli bilgi akışı sağlamıştır. (Dağ 2010) Bölgedeki bu oluşumların örgütlenmesinde Ankara hükümeti destek olmuştur. Bu bağlamda Mustafa Kemal Paşa tarafından kolordulara gönderilen bir talimatta, “Halep Kuvayı Milliye’nin Islahiye vasıtasıyla tesis edilecek irtibatla yardımlaşmanın temin edilmesi” istenmiştir.1 

   Bu oluşumların Fransızlara karşı askeri anlamda başarılar elde edişi, Türkiye’deki milli mücadeleye büyük katkı sağlamıştır. Halep ve çevresindeki 
mücadele adeta Anadolu’daki mücadelenin bir devamı niteliğinde olmuştur. Ankara Hükümetinin Halep’teki söz konusu oluşumlara ilgisi ve desteği, bölgede Türkiye ile birleşme isteğinin belirmesine de sebep olmuştur. (Özçelik 2005: 52) 

Ne var ki bu uğraşlar ve başarılar kesin neticeyi değiştirecek güçte olmamış, Hatay dışındaki Türk yerleşim yerleri Ankara (20 Ekim 1921) ve Lozan Anlaşmalarıyla (24 Temmuz 1923) Türkiye sınırları dışında bırakılmıştır. Her ne kadar sınırlar dışında kalan Türk nüfusunun yaşadığı yerlerin vakit geçirmeden Türk topraklarına katılması için gerekli çalışmaların yapılması fikri Ankara Hükümetince kabul edilmiş olsa da artık geriye dönüşü olmayan bir yola girilmişti. (Gönlübol 2007: 139) 

Lozan Anlaşmasından sonra Türkiye ile Suriye ilişkilerinin yoğunluğu sınır düzenlemeleri ve özellikle de İskenderun Sancağı ile ilgili olduğu görülür. (Yavuz 1999) İskenderun Sancağı bir otonomi yönetimi ile Fransa tarafından 1921’de Halep manda devletçiğine bırakılmıştır. İskenderun Sancağı’nın bu otonom yapısı, Ankara Hükümetinin Fransa ve Milletler Cemiyeti nezdinde uyguladığı politikalar sayesinde 7 Ekim 1938’de Hatay Devleti’nin kurulması, 29 Haziran 1939’da da Türkiye’ye katılması ile sonuçlanmıştır. (Yavuz 2005: 265-297) 

Hatay’ın bağımsızlığı ve Türkiye’ye katılma süreci diğer bölgelerdeki Türklerin geleceği konusunu tekrar gündeme getirmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’yi yanlarına çekmek isteyen müttefiklerin planlarından biri Türkiye’nin Halep dahil tüm Kuzey Suriye’yi işgal etmesi olmuştur. 
1941 yılında Halep’teki Türklerin ayaklanıp kaleye Türk bayrağı çekmeleri ve Türkiye’ye katılma isteklerini ortaya koymaları bu çerçevede cereyan etmiştir. Ancak, Ankara Hükümetinin tereddütleri yüzünden bu plan işlememiştir. Bu planın dillendirilmesi ve Hatay’ı kaybetmiş olmanın yarattığı ruh hali, Suriye’deki Türk kökenli azınlığa karşı olumsuz bir tutumla kendini hissettirmiştir. (Dağ 2010) 

Yukarıda kısaca özetlenen olaylar, Türkiye ile Suriye ilişkilerinin ilk dönemini oluşturur. Bu dönem, Suriye açısından sürekli gündemde tutulacak ve iki ülke arasındaki yaklaşık yetmiş yıllık ilişkilerin boyutlarını belirleyecek olan, Hatay’ın Türkiye’ye katılması ile Türkiye’nin başarı sağladığı bir dönem olarak kabul edilebilir. Ne var ki, aynı zamanda sonradan misak-ı milli sınırları içine dahil edilmiş olan Halep’in de kaybedildiği bir dönemdir. Yine 1921 Ankara Antlaşmasıyla Türkmenlere tanınan haklar da Suriye’nin bağımsızlığı kazanması ile ortadan kaldırılmıştır. 

2. Suriye’nin Kurulduğu 1946’Dan 2000 Yılına Kadar Olan Dönemdeki İlişkiler 1946 yılında bağımsızlığını kazanan Suriye, Türkiye tarafından aynı yılın Haziran ayında tanınmıştır. (Yavuz 2005: 311) Bağımsızlık sonrası dönemde (1946-1970 arası) Suriye, darbeler ve karşı darbelerin yaşandığı istikrarsız bir dönem geçirmiştir. 1963 yılında Arap Sosyalist Baas Partisi darbeyle yönetimi ele geçirmiş, 1966 ve 1970 yıllarında ise parti içi darbeler yaşanmıştır. 1970 yılındaki darbeyi gerçekleştiren dönemin Savunma Bakanı Hafız Esad önce kendini Başbakan ilan etmiş, ardından 1971 yılında düzenlenen ve tek aday olarak katıldığı referandumda Cumhurbaşkanı olmuştur.2 

Bu dönem Türkiye-Suriye ilişkilerinin adeta yok hükmündeki bir dönemidir.3 

Bu dönemde iki ülke ilişkilerinin durağan olması, hatta Suriye tarafının hasmane bir tavır sergilemesi, Türkiye ve Suriye’nin Soğuk Savaş döneminde (1947-1990) ayrı bloklarda yer alması ve Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının Suriye’de yarattığı psikolojik travmaya bağlanabilir. Bu durumun yarattığı travma, 2008 yılına kadarki Suriye yönetimlerinin haritalarına Hatay’ı dahil etmeleri şeklinde devlet aklı ve halk gündeminde sürekli olarak diri tutulmaya çalışılmıştır. 

Türkiye-Suriye ilişkilerinde gerginliğe sebep olan bir başka konu da Türkiye’nin 1980’de Güneydoğu Anadolu Projesine başlamasıdır. Türkiye, Fırat Nehri’nin sınır aşan sular hukuku kapsamında değerlendirilmesini isterken Suriye, topraklarından geçen Fırat’ın uluslararası sular kapsamında değerlendirilmesini talep etmiştir. (Yavuz 2005) 

Çeşitli etnik gruplardan oluşan Suriye, bağımsızlığını kazandığı gündenitibaren uluslaşma çabası içine girmiş, dolayısıyla kuruluşundan itibaren etnik gruplar yok sayılmıştır. Türkiye ile olan tarihi ve akrabalık bağları dolayısıyla özellikle Türkmenleri zayıf noktaları olarak gören Suriye yönetimleri, ülke genelindeki Türk soylu nüfusu her yönden baskı altına almıştır. Bu çerçevede Türkçe yayın yasağı getirilmiş, 1950’li yılların sonlarında toprak reformu bahanesiyle Türkmenlerin topraklarının önemli bir kısmı ellerinden alınmıştır. Bu ve benzeri uygulamalarla Suriye hükümetleri bir tarihi hesaplaşma tavrıyla faturayı Türkmenlere ödetmiş oluyordu. Böylesi bir ortamda Türkmenler nüfusları oranında devlet kademelerinde temsil edilememiş; ülkenin siyasi, ticari ve eğitim hayatında gereken düzeyde etkili olamamışlardır. 

Söz konusu dönemde Suriye, sadece Türkmenler üzerinden intikam almakla yetinmemiş, PKK terör örgütüne 1985-1999 yılları arasına yardım ve yataklık da etmiştir (Suriye kontrolündeki Bekaa Vadisi ve Şam’da ikamet). Türkiye’nin 1998 yılında yaptığı sert açıklamalar işe yaramış, terörist lider aynı yılın 9 Ekiminde ülkeden çıkarılmıştır. Bu olayın hemen akabinde 20 Ekim 1998’de imzalanan Adana Mutabakatı ile Suriye PKK kamplarını kapatmıştır. Bu güvenlik antlaşması ile iki ülke arasında 12 yıl kadar sürecek tarihte olmadığı kadar bir yakınlaşmanın kapıları aralanmıştır. 

3. 2000-2011 Yılları Arası İlişkiler (Normalleşme Süreci): Hafız Esad’ın 10 Haziran 2000’de ölmesi üzerine, o sırada 34 yaşında olan oğlu Beşar Esad’ın Cumhurbaşkanı olabilmesi için Anayasada değişiklik yapılarak Cumhurbaşkanlığı yaş sınırı 40’tan 34’e indirilmiş ve Beşar Esad 2000 ve 2007’de art arda iki kez Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Beşar Esad’ın iktidara gelmesinden hemen sonra Suriye’de demokratikleşme, insan hakları ve ifade özgürlüğü alanlarında kısa süren nispi bir iyileşme dönemi yaşanmıştır. “Şam Baharı” olarak adlandırılan bu dönemde, Ulusal İlerici Cephe içinde yer almayan grup ve partilerin kamuya açık toplantılar düzenlemelerine ve farklı görüşler seslendirmelerine imkan tanınmıştır. Ancak, bu dönem 2001 Şubat ayında iki bağımsız milletvekilinin siyasi reformlar talep etmeleri nedeniyle “Anayasayı değiştirmeye teşebbüs suçundan” yargılanarak hapse atılmalarıyla sona ermiştir. Bu tarihten itibaren, Cumhurbaşkanı Esad, Suriye’nin dış politikada karşılaştığı sorunları da ileri sürerek siyasi reformları bir kenara bırakmış ve ekonomik alanda tedrici reformlara yönelmiştir.4 

1998 Adana Mutabakatının hazırladığı zemin üzerinden Beşar Esad’ın 2000-2011 yılları arasındaki döneminde Suriye-Türkiye ilişkileri güvenlik, ticaret, ekonomi, siyaset ve kültür alanlarında dikkate değer bir iyileşme seyrine girmiştir. Ayrıca, Irak’ı işgal sürecinde ABD askerlerinin Türkiye topraklarını kullanmasına dair 1 Mart (2003) tezkeresinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde reddedilmesi, Irak işgaline karşı olan Şam ile Ankara’nın yakınlaşmasında rol oynamıştır. İki ülke arasında bu dönemdeki yakınlaşma çerçevesinde değerlendirebileceğimiz ilkler 
yahut önemli gelişmelerden bazıları şunlardır: 

- 2000 yılında Gaziantep ile Halep Üniversiteleri arasında yapılan eğitim işbirliği anlaşması gereği Halep Üniversitesinde Türk Dili Öğretimi Merkezi açılarak eğitime başlanmıştır. Yine 2005 yılında Halep Üniversitesi İnsani Bilimler Fakültesinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü açılmıştır. 
- Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 13 Haziran 2000 tarihinde Hafız Esad’ın cenaze törenine katılmıştır. Hemen ardından Suriye Başkan Yardımcısı Abdülhalim Haddam, Ankara’yı ziyaret etmiştir. 
- 17 Şubat 2011’de Türkiye-Suriye Teknik ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. 

-Nisan 2003’te Türkiye, Suriye ve İran, bağımsız bir Kürt devletinin engellenmesi konusunda irade beyanı niteliğinde üçlü bir anlaşma imzalamıştır.5 
- 6-8 Ocak 2004 tarihleri arasında Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad Türkiye’ye resmi ziyarette bulunmuştur. 
- Suriye, 13 Ocak 2004’te aldığı kararla Türk sanayicilerine, işadamlarına ve tüccarlarına, Suriye’nin tüm sınır kapılarından vize alma hakkı ve kolaylığı sağlamıştır. 
- 22-23 Aralık 2004’te Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye Başbakanı Naci Otri’nin resmi davetlisi olarak Suriye’ye bir ziyaret gerçekleştirmiş; bu ziyaret sırasında Türkiye-Suriye Serbest Ticaret Antlaşması imzalanmıştır. 
- 13-14 Nisan 2005 tarihlerinde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Suriye’de resmi temaslarda bulunmuştur. 
- 2006’da Türkiye Devlet Planlama Teşkilatı ve Suriye Arap Cumhuriyeti Planlama Komisyonu, karşılıklı işbirliğinin amaçlandığı Türkiye-Suriye Bölgelerarası İşbirliği Programını hayata geçirmişlerdir. Program çerçevesinde fiziki altyapının iyileştirilmesi, sosyal ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi, ekonomik ortamın iyileştirilmesi gibi ana başlıklarda, turizmden ticarete, eğitimden spora kadar birçok alanda karşılıklı projeler yürütülmüştür. 
-19 Nisan 2007 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanı ile Suriye Cumhuriyeti Evkaf Bakanı arasında Süleymaniye Külliyesinin korunmasına dair protokol imzalanmıştır.6 

Bu protokol çerçevesinde 2008 yılında Süleymaniye Külliyesi’nin restorasyonu için anlaşma imzalanmıştır. 

- 2008 yılı içinde Türkiye, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmıştır. 
- 16 Eylül 2009’da Cumhurbaşkanı Beşar Esad, Başbakan Erdoğan’ın davetlisi olarak Türkiye’yi ziyaret etmiş, bu ziyarette Türkiye–Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin kurulması kararlaştırılmış; aynı gün, Türkiye ile Suriye arasında vizeleri kaldıran anlaşma imzalanmıştır. 
- 12–13 Ekim 2009’da Halep ve Gaziantep’te düzenlenen Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Birinci Bakanlar Kurulu Toplantısı’nda ilişkilerin kurumsal altyapısının inşa edilmesine dair önemli adımlar atılmıştır. 
- Ekim 2010’da Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) ile Suriye Ulusal Petrol Şirketi’nin ortak petrol arama şirketi kurmasına ilişkin protokol kabul edilmiştir. 
- 2009 ve 2010’un Nisan aylarında, iki ülke kara kuvvetleri arasındaki dostluk, işbirliği ve güveni pekiştirmek için üçer gün süren ortak askeri tatbikatlar yapılmıştır. 
- 6 Şubat 2011 tarihinde Asi Nehri üzerinde kurulacak Dostluk Barajı’nın temelleri atılmış ve bu gün “Türkiye-Suriye dostluk günü” olarak ilan edilmiştir. 

Suriye Devleti’nin bağımsızlığından 1998’deki Adana Mutabakatı’na kadar olan süreçte iki ülke ilişiklerine bakıldığında yaşanan bu gelişmeler baş döndürücü niteliktedir. Bu dönemde, Türkiye-Suriye arasında başta ticaret olmak üzere, kültür, turizm, güvenlik, gümrük, ulaştırma, tarım gibi birçok alanda ortak projelerin gerçekleştirilmesi sağlanmıştır. İlişkilerin bu derece ilerlemesi şüphesiz Türkiye ve Suriye’nin menfaatine olmuştur. Ancak, takip edebildiğimiz kadarıyla, Suriye Türkmenlerinin durumu bu olumlu süreçte gündeme getirilmemiş yahut Türkiye bölgedeki yeni partnerini ürkütmemek adına bu konuyu açmamıştır. Yine de iki ülke arasında normalleşen ilişkilerden Suriye Türkmenleri de dolaylı 
olarak olumlu anlamda etkilenmişlerdir. 

Hayata geçirilememiş olsa da Şam’da yaşayanlar, bir Türkmen kültür merkezi açma çabasına girmişlerdir. İlk olarak Halep Üniversitesinde, daha sonraki yıllarda da diğer şehirlerdeki üniversitelerde Türkçe Öğretim Merkezlerinin açılması Suriye’deki üniversiteli Türkmen öğrencilerde moral ve motivasyon sağlamıştır. Türkiye’den gelen akademisyenler aracılığıyla bir taraftan lisansüstü eğitim için Türkiye’ye gidebilme fırsatları yakalarken, bir taraftan da Türk tarihi ve kültürü ile ilgili yayınları kendi imkanlarıyla Arapçaya çevirip yayınlamaya başlamışlardır. Aynı zamanda Türkiye tarafının akademisyenleri Suriye Türklüğünü adeta yeniden keşfedip tarihi, sosyal ve kültürel hayatlarına dair akademik çalışmalar yapabilmişlerdir. 

İlgili antlaşmalarla ticari, vizelerin kaldırılması ile de turistik hareketliliğin artması Suriye’deki Türkmenlerin Türkiye ile ilişkilerini arttırmıştır. 
Ancak ülke liderleri arasındaki yakın ilişkilerin yaşandığı bir dönem olan bu yıllarda da, Türkiye’nin bilinen bir Türkmen politikası söz konusu değildir. 


8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


.