Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Eylül 2021 Salı

21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 2

21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 2



     Soğuk Savaş döneminde Nasır'ın Mısır'ı bölgede lider olmaya çalışmış ve çok etkili olmuştur bu dönemde Rusya ile yakınlığı bilinen Nasır'ın dışında bölge liderleri hep ABD ile ortak büyük ölçüde paralel politikalar izlemektedirler. ABD'nin bölgeyi ne kadar ciddiye aldığını General Eisenhower'ın şu sözleriyle örneklendirebiliriz: “Yalnız coğrafya bakımından bile bütün dünyada, stratejik yönden Ortadoğu’dan daha önemli bir bölge yoktur. Bütün gücümüz ve araçlarımızla örgütlenme yeteneğimiz den, sevk ve idaremizden faydalanarak, Ortadoğu’yu kazanmak zorundayız.” 

Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi bölge dünyanın her an kriz geçirmeye müsait olan kalbidir.

  Bunların dışında bölgede geleneksel ve demokratik rejimler yan yanadır.Bölgenin en demokratik ülkesi Türkiye, ekonomik olarak en iyi durumda olan ülkeler ise Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi gözükmektedir. Katar'da yaklaşık 100,000 dolar olan kişi başına düşen milli gelir 70.000 dolar ile Birleşik Arap Emirlikleri ve 25.000 dolar ile Suudi Arabistan, Bahreyn ve Umman izlemektedir. 2011 Tunus da başlayıp tüm bölgeye yayılma eğilimi gösteren en son Suriye'de hala bir çok cana mal olan hareketlerin bölgeye ne kadar demokrasi ve refah getireceği de bir başka irdelenmesi gereken sorundur.   

Libya'nın eski liderini sokakta sürükleyip öldürenlerin veya Mısır'da devlet geleneğinin ne olduğu kavrayamayan ve bilmeyen insanların bölgeye refah getirmesini beklemek çok fazla iyimser olmak demektir.Demokrasinin kanla geleceğini savunup Avrupa'yı örnek gösterenler artık 21.yy da yaşadığımızı er ya da geç hatırlamalarını umuyoruz.

     Aynı zamanda bölge ülkelerinin bir olumsuz özelliği de aşırı reaksiyoner ve mezheplere sıkı sıkıya bağlılık bölgenin istikrarsızlaşmasına sebep olan faktörlerden biridir. Vahabizm'in savunucusu olan Suudi Arabistan bölgede diğer mezhepleri dışlamakta olması ve bu bağlamda bölgenin bir bütünlük  gösterememesine örnek olarak verilebilmektedir.Aynı zamanda aşırı reakiyoner davranışlara da en güzel örnek İslam Konferansı Örgütü'nün kurulmasıdır.   

El-Aksa camiinde çıkarılan yangına tepki vermek amacıyla bir gecede plansız programsız kurulması bölgenin günlük olaylar karşısında plan yapmadan sadece reaksiyoner davranarak karşılık vermesine örnektir.Bu gibi davranış kalıpları bölge devletlerinin enerjisini boşa harcamasına ve sonuç olarak da kendi yaşadıkları bölgede etkili olamamalarına sebebiyet vermektedir.                                                                                        

1. AKP İKTİDARI ÖNCESİNDE ORTA DOĞU İLE İLİŞKİLERİN DURUMU


1.1. 2000-2003 Yılları Arasında Türkiye'nin Orta Doğu Politikası

  2000'lerin başında dünya kamuoyu El-Aksa intifadası olarak da bilinen İkinci İntifada ve 11 Eylül saldırılarıyla yeniden Orta Doğu'ya dikkatini vermiştir. 

11 Eylül saldırılarıyla birlikte ABD'nin Irak ve Suriye üzerinde baskılarını arttırmasıyla bölge ülkesi olan Türkiye'yi de derinden etkilemiş, bunun farkına varan Türkiye ise özellikle Irak, Suriye ve Filistin konularında daha etkin bir politika izlemeye başlamıştır.

  AKP'nin iktidara gelmesine kadar olan süreçte hükümetin ana ortağı olan ve aynı zamanda dışişleri bakanlığını elinde bulunduran Bülent Ecevit liderliğinde ki Demokratik Sol Parti ''bölge tabanlı dış politika'' olarak adlandırdığı stratejisi Türkiye'nin Batı ile bağlantılarını bozmadan bölge ülkeleri ile ilişkileri iyileştirmeyi amaçlamaktaydı. Kasım 2000 de etkilerini gösteren ama Şubat 2001 kriziyle birlikte Türkiye özellikle Arap ülkeleri pazarına daha çok ihtiyaç duymaya başlamış ve 2000'de Komşu ve Çevre Ülkeler ile Ticareti Geliştirme Stratejisi çerçevesinde bu ülkelerle ticareti arttırmaya başlamıştır.

Yani AKP iktidarı öncesinde zaten ilişkilerde iyileşme söz konusu olmuş ve en önemli adımlar atılmaya başlanmıştır.

  Ocak 2000'den Kasım 2002'ye kadar olan dönemde Türkiye'nin Irak politikasının iki önemli ayağı vardır.1990'lar boyunca BM yaptırımlarıyla sekteye uğrayan ticareti geliştirmek ve Irak'a olası ABD müdahalesini önlemek için ABD, Irak ve diğer bölge ülkeleri ile girişimlerde bulunmak. 1999'da PKK'nın ateşkes ilanıyla bölgenin bir nebze de olsa güvenli olmasını Türkiye iki ülke arasında ticareti arttırmak için kullanmaya çalışmıştır. Körfez krizi öncesinde yaklaşık üç milyar dolar olan iki ülke arasında ki ticaret yaptırımlar yüzünden bir milyar dolar seviyesinde seyretmeye başlamış bu da iki ülke arasında ki potansiyel ticaret hacmin yaklaşık beşte biri olarak görülmekteydi. 

Dönemin Dış Ticaret Müsteşarı Kürşat Tüzmen 2000-2003 dönemleri arasında tam 8 kez Bağdat'ı ziyaret etmiştir ve iki ülke arasında yaklaşık 20 yıldır işlemeyen demir yolu hattı  Mayıs 2001'den itibaren yeniden hizmete açılmıştır. Türkiye'nin Irak'a olası bir askeri müdahale istememesinin nedenleri iste oluşacak bir Kürt devleti tehlikesi ve gelişmeye başlayan ticaretin yeniden darmadağın olmasından korkmasıdır. 

Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in 1998'de formüle ettiği Komşuluk Forumu yeniden gündeme getirilmiş ve bu forum nezdinde ABD'nin olası müdahale kararına karşı çıkmaya başlamıştır. 

Bu forum AKP iktidarı döneminde oluşturulan Irak'a Komşu Ülkeler Toplantılarına ve Suriye'nin Dostları Konferansları'nın ilham kaynağı olmuştur. Türkiye Irak'ı birçok kez BM kararlarını uygulamasını yoksa ABD işgalinin gerçekleşme olasılığının çok ciddi olduğu konusunda uyarmasına rağmen sonuç alamamıştır.

  1998 yılında Suriye ile Türkiye arasında imzalanan Adana Mutabakatı gergin olan ilişkileri yumuşatmaya başlamıştır. En nihayetinde dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Hafız Esad'ın cenazesine katılmasıyla daha gelişmesine neden olmuştur.Aslına bakılırsa gergin olan ilişkilerin nedenleri hala çözülmüş olmasa da işbirliği potansiyelinin daha yüksek alanlardan başlayarak problemleri çözme yolu Türkiye'nin ana stratejisi olmaya başlamıştır çünkü daha öncelerinde Hatay sorunu ve su meselesi olarak bilinen problemler Türk Dışişleri tarafından ilişkilerin gelişmesi için ön koşul olarak tutulmaktaydı. 2000'li yıllarla birlikte Adana Mutabakatı çerçevesinde geliştirilmeye başlanan ilişkiler önemli ivmeler kazanmış başta güvenlik olmak üzere bir dizi ikili anlaşmalar imzalanmıştır.Bu sayede daha önceleri en önemli sorunlar arasında gösterilen su meselesi ve güvenlik iki ülke arasında temel işbirliği alanı haline gelmiştir.Kamuoyunda oluşan AKP iktidarı öncesinde ki dış politikanın zayıflığı algısı aslında ne kadar yanlış bir algılama olduğunun en açık örneklerinde birisidir gelinen bu nokta. 1993'den beri işlemeyen demiryolu hattı da yine bu dönemde 2001 yılında kullanıma açılmıştır.

   Eylül 2000 yılında Filistin topraklarında başlayan direniş Türkiye'nin dikkatini yeniden bu bölgeye çekmesine neden oldu ve bu bağlamda dönemin dışişleri bakanı İsmail Cem 2000-2002 yılları arasında çatışmalar sürerken tam beş kez Filistin ve İsrail'e ziyarette bulunacaktır. Türkiye yaşadığı krize rağmen Ecevit ve Arafat arasında telefon ve mektup trafiği Türkiye'nin ne olursa olsun dış politika da etkin olmaya çalıştığının göstergesidir.12 Ekim 2000 yılında dış işleri bakanlığınca yapılan yazılı açıklamada El-Aksa intifadasına sebebiyet veren hadiselerden İsrail tarafını sorumlu tutması o dönemde hükümet kanadının içinden tepki alsa da BM Genel Kurulu'nda kınama cezaları oylamalarında Türkiye yine Filistin lehine oy kullanmıştır.

  Mart 2002'de İsrail'in Filistin Ulusal Yönetimi'nin merkezi olan Ramallah'ı işgal etmesiyle birlikte yapılan eleştirilen daha da sertleşti ama kuşkusuz en serti bir gün sonra düzeltilmeye çalışılsa da Bülent Ecevit'in parti grubu toplantısında İsrail'in bu yaptığını soykırım olarak nitelendirmesi olacaktı.  

Her ne kadar sert tepkiler verilse de İsrail ile ilişkilerin zarar gelmemesi için çaba gösterilmiş ve sadece söylem düzeyinde kalmasına özen gösterilmiştir.

Aynı hadiseye Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın seçimlerden önce Davos Zirvesi'nde İsrail Cumhurbaşkanı'na karşı olan tepkisinde de rastlamaktayız.

  1990'lar dan beri süre gelen istikrarsızlıklar ve en sonunda patlak veren ekonomik kriz Türkiye'nin etkin olması yönünde bu dönemde hep engel olmuştur. 

Ülkede ki ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar ülkenin enerjisini harcayarak ve en nihayetinde bu dönem ilerde gelecek olan iktidarın seçim propagandası haline gelecektir.Bizden önce diye başlayan bu söylemler dönemin siyasilerini itibarsızlaştıracak ve başarısız, beceriksiz olarak algılanmalarına sebep olacaktır ama siyasi konjonktür göz önüne alınarak ve objektif bakış açısıyla bir değerlendirme yapıldığı takdirde bu durumun tam da böyle olmadığı görülmektedir.

 1.2.Türkiye'nin Orta Doğu Politikasını Belirleyen Dinamikler

   21. yy. başlarında Türk dış politikasında içsel-dışsal faktör ve aktörlerin rolü ve etkileşimi önemini muhafaza etmiş, ancak küreselleşmenin etkisiyle her iki etken boyutunda da belirgin çeşitlenme ve karmaşıklaşma gözlemlenmiştir. 20. yy sonlarına doğru artan demokratikleşme söylemleri kapsamında, toplumsal aktörlerin dış politika yapım sürecine daha fazla aktif bir şekilde katılmaya başlandığı dönemin başlangıcı olarak sayılabilir. 

Bu anlamda küreselleşme marifetiyle dünya geneli dış politika yapım sürecinde içsel ve dışsal faktörlerin iç içe geçmesi sonucu doğurmuş olmasına karşın, jeopolitik ve jeostratejik sebeplerle bu Türkiye'de daha da karmaşıklaşma eğilimi göstermiştir. 

  AKP iktidarıyla birlikte iç ve dış politikanın bir bütün olarak ele alınacağı söylenmeye başlamıştır. Bu durum Hükümetin programında şu şekilde yer almıştır: 


''Türkiye'nin bölgesel hayat sahası çok riskli bir jeopolitiğe karşılık gelmektedir. Bu da Türkiye'de iç politika ve dış politika eksenleri arasında ki mesafeyi ortadan kaldırmaktadır. Türkiye'nin iç politik dinamikleri ile dış politik dinamikleri dünyanın pek çok ülkesinden daha fazla etkileşim içindedir. Türkiyemizin dış politikası halkımızın yediği ekmeği doğrudan etkilemekte, iç siyasetin güçlü ve kaliteli olması ülkemizin bölgesel ve küresel çıkarlarının teminatı olmaktadır.'' 

  Bütün bunlarla beraber Türkiye'nin Orta Doğu politikasında önemli unsurlardan biri de enerji temini ve ekonomik çıkarlar olmaktadır. 

Özellikle 2003 yılından itibaren AB ülkelerinin ihracattaki payı %58 seviyesindeyken bu pay 2012 yılına gelindiğinde %38'lere kadar düşmüştür. 

Ciddi anlamda azalma gösteren AB pazarında yaşanan kayıplar Yakın ve Orta Doğu ülkelerinin bulunduğu pazar da kapatılmaya çalışılmıştır. 

Türkiye'nin Avrupa'da yaşanan krizden dolayı pazar çeşitliliğini arttırma politikası meyve vermiş ve 2012 yılında bu ülkelerin ihracattaki payı %27.8'e yükselerek tarihi bir noktaya gelmiştir.  Enerji alanında da aynı gelişmelere paralel olarak Türkiye enerji ithalatını sürekli çeşitlendirmeye çalışmaktadır. 

Bu anlamda özellikle doğal gaz konusunda yaşanan Rus bağımlılığı yine Orta Doğu ülkeleriyle aşılmaya çalışılmaktadır.

  Türkiye'nin Orta Doğu politikasının belirlenme aşamasında diğer önemli bir unsur da uluslararası sistem olmaktadır. 

Uluslararası sistemde olan değişiklikler Türkiye'nin yeniden yapılanmasına bununla beraber de yeni bir Orta Doğu planlamasına neden olmaktadır. 

Cumhuriyetin kurulmasından bu yana yaşanan büyük değişimlerde Türkiye her zaman farklı bir yapılanmaya gitmiş, son SSCB'nin bölgeden çekilmesiyle Türkiye daha etkin bir Orta Doğu politikası izlemeye başlamıştır. 1991-2002 yılları arasında yeterli ekonomik gücü bulunmayan Türkiye, bölgeye ekonomik ve siyasi olarak bölgeye angaje olma konusunda zorluklar çekse de 2003 yılı itibariyle iyileşme içerisinde gözüken ekonomi Orta Doğu bölgesine daha kolay angaje olma durumu yaratmıştır. 

  Uluslararası sistemin etkileri aşamasında en fazla Türkiye'yi etkileyen faktörler ABD ve AB ülkeleri olmaktadır. ABD ve AB'nin sürekli olarak bölgede çıkan krizlere müdahale etmesi AB ve ABD'nin Türkiye'nin Orta Doğu politikasını belirleyici bir konuma gelmesini sağlamaktadır. Bu bağlamda ABD'nin Irak ve Afganistan işgaliyle, AB'nin Libya müdahalesi ve Mısır politikaları Türkiye'yi oldukça olumsuz etkilemekle birlikte, yeniden politik düzenleme yapması gerektirmiştir.

3. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


21. YY. Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 1

21. YY. Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 1



T.C.  ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ

XXI. YÜZYILDA TÜRKİYE'NİN  ORTA DOĞU POLİTİKASI 

SERTAÇ SAMET TÜFEKCİ

17.12.2013

DANIŞMAN

DOÇ.DR. FERHAT PİRİNÇÇİ

17.12.2013

                        

İÇİNDEKİLER………………………………………………………………………..............iii

KISALTMALAR……………………………………………………………………............ . v

GİRİŞ…………………………………………………………………………………..............1


BİRİNCİ BÖLM

AKP İKTİDARI ÖNCESİNDE ORTA DOĞU İLE İLİŞKİLERİN DURUMU.............  .4

        1.1. 2000-2003 Yılları Arasında Türkiye'nin Orta Doğu Politikası...........4

          1.2. Türkiye'nin Orta Doğu Politikasını Belirleyen Dinamikler..............5


İKİNCİ BÖLÜM

AKP İKTİDARI DÖNEMİNDE TÜRKİYE ORTA DOĞU.......................7

         2.1. Irak........................................................................   9

         2.2. Suriye.....................................................................12

2.3. İsrail............................................................................... 14

2.4. İran................................................................................17

2.5. Diğer Körfez Ülkeleri........................................................19

                                                

                                               ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ARAP BAHARININ TÜRKİYE'NİN ORTA DOĞU POLİTİKALARINA YANSIMALARI VE TÜRKİYE'NİN  ORTA DOĞU  POLİTİKASINDA SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM..........20

 3.1. Türkiye'nin Orta Doğu Politikasında Süreklilik ve Değişim............20

 3.2. Arap Baharı'nın Türkiye-Orta Doğu İlişkilerine Yansımaları..................21 


 SONUÇ............................................................23

 KAYNAKÇA.......................................................24


KISALTMALAR

AB:  AVRUPA BİRLİĞİ

ABD: AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLER

AKP: ADALET VE KALKINMA PARTİSİ

DSP: DEMOKRATİK SOL PARTİ

İKÖ: İSLAM KONFERANSI ÖRGÜTÜ

KİK: KÖRFEZ İŞBİRLİĞİ KONSEYİ

NATO: NORT ATLANTIC TREATY ORGANISATION

PKK: PARTİYA KARKEREN KURDİSTAN

PYD: PARTİYA YEKİTİYA DEMOKRAT 

SSCB: SOVYET SOSYALİST CUMHURİYETLER BİRLİĞİ

TBMM: TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ

                                                                                   

GİRİŞ


  İnsanlık tarihinin başladığı yer olarak bilinen Orta Doğu kavramı çok karışık ve değişkenlikler göstermektedir.Geniş anlamda düşünülecek olursa bu bölge batıda Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Somali, Etiyopya, Sudan, ve Mısır'dan başlayarak doğuda Umman Körfezine kadar uzanan ve Irak, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman'ı içine alan, kuzeyde Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini kapsayan, ayrıca İran, Afganistan ve Pakistan'ın da dahil edildiği, güneyde ise Suudi Arabistan'dan Yemen uzanan Arap yarımadasını çevreleyen ve ortada Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Filistin'in yer aldığı bir coğrafya olarak ele alınabilir. Bu kavramın tek bir açıklaması olduğu da söylenemez.Daha dar anlamda düşünülecek olursa, batıda Mısır, kuzeyde Türkiye ve İran, doğuda Umman Körfezi ve Aden Körfeziyle Yemen'i içine alan bölge olarak düşünülebilir.Ama asıl olarak Orta Doğu denilince akla gelen olgular Türkler, Araplar ve Farsların çoğunluğunu oluşturduğu bu topraklarda bir türlü istikrarın sağlanamaması ve sürekli çatışmaların yaşanmasıdır.  

Bölgeyi domine eden ABD'nin yanı sıra İngiltere ve en son yaşanan Libya müdahalesi sırasında da açıkça görüldüğü gibi Fransa da bölgede etkili olmakta ve politikalara yön vermeye çalışmaktadırlar. Bu bölge dışı aktörlerle beraber Orta Doğu coğrafyasında Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Mısır, İsrail gibi ülkeler bölgenin istikrarı korunması açısından son derece önemli ülkelerdir.Tabi böyle bir bölgeden bahsederken en ufak bir ülkenin bile bölgeye ne kadar zarar vereceğini tahmin etmek oldukça zordur.İster Arap uyanışı ister Arap devrimi ister de Arap baharı diyelim bu olayların Tunus' da yaşanmaya başlanıp tüm bölgeyi derinden etkilemesi ve hatta küresel ölçekte bazı sonuçlar doğurması bölgenin ne kadar kırılgan ve dünya politikasına ne kadar büyük sonuçlar doğurabileceği nin en önemli örneğidir.Rusya konusuna ayrıca değinmekte fayda var bu ülke her ne kadar Orta Doğu coğrafyası dışında tasvir edilse de bölgeyi doğrudan etkilemektedir.Gerek Soğuk Savaş yıllarında gerekse de daha sonraki yıllarda Rusya bölge aktörlerine yabancı kalmamış sürekli olayların içinde olmaya gayret etmiştir. Nasır'ın Mısır'ı, Esad' ın Suriye'si birçok Rus hükümeti değişmesine rağmen genelde Rusya ile ittifak içinde olmuşlar ve silah ticaretlerin büyük bölümünü Rusya ile yapmışlardır ve yapmaya devam etmektedirler.Bu bağlamda Rusya'nın da bölge aktörleri içinde sayılmasının da bölgenin daha iyi anlaşılabilmesi için gereklidir.

  Orta Doğu bölgesi tarihin her döneminde önemli olmuş ve önemli olmaya devam edecektir.Birçok peygamberin bu bölgelerde yaşadığına inanılır ve bunun yanında zengin kaynaklar bölgeyi daha da çekici ve daha çok oyunların oynanmasını sağlamaktadır. Kuzey Afrika, Orta Asya, ve Kafkaysa bölgesini de içine alan Büyük Orta Doğu adı verilen bu bölgede dünya petrol rezervlerinin %60'ı, doğalgaz rezervlerinin %50'si bulunmaktadır.Yaklaşık 1.6 trilyon varil olarak bilinen dünya petrol rezervinin 900 milyar variline yakını ve toplam 208 trilyon metreküp olan dünya doğalgaz rezervinin 108 trilyon metreküpü söz konusu bu bölgede bulunmaktadır. Bölge ayrıca silah ticareti için de çok önemli bir merkezdir. Dünya silah ithalatının yaklaşık %75'ini bu bölge ülkeleri gerçekleştirmektedir.

  Bunlarla beraber jeopolitik ölçekte politikayı ele alan teorisyenlerde bölgeyi çok önemli olarak nitelemişlerdir. Mackinder'in ''dünya adası'' ve Spykman'ın ''rimland'' olarak tanımladıkları bölgeler hep bu coğrafyadır. 

Ayrıca dünya imparatoru olabilmek için önemli deniz ticaret yollarına hakim olmak gerektiğini savunan Mahan'ın teorisini düşünecek olursak Hürmüz Boğazı, Aden Körfezi, Babel Mendep Boğazı, Süveyş Körfezi ve Cebelitarık Boğazı da bu bölgede yer almaktadır. Bir dünya gücü olmak isteyen ülkenin bu bölgeyi göz ardı ederek dünya gücü olma şansı yoktur bu bağlamda Osmanlı Devleti, 

Birleşik krallık ve Soğuk Savaş sırasında ABD ve SSCB bölgeyi etkileri altına alarak güçlenmişleridir. 

  Bölgenin bu kadar önemli olması en nihayetinde bölge insanlarına ekonomik ve demokratik zenginlikler yerine acı ve istikrarsızlık getirmiştir. 

Bölge aktörlerinin merkezinde ki insanlar bölgeyi etkilemeye çalışan büyük güçlerle daimi bir dostluk aramaya çalışırken-birkaç örnek hariç- bu dostluğu kendi halklarıyla paylaşmamış veya Suud Hanedanlığı gibi az paylaşmışlardır.Bölgenin çok dinamik ve değişken olması sonucunda gerekli diplomatik manevraları yapamayan ülkeler olumsuz etkilenmiş ve olumsuz etkilenmeye devam etmektedir. Arap devrimlerine kadar olan dönemde ABD ülkelerin kendi yanlarında olan rejimleri desteklerken karşı olan rejimleri demokratik olmadığı gerekçesiyle ötekileştirmeye ve izole etmeye çalışmıştır. ABD'nin desteklediği rejimlerin ne kadar demokratik olduğunun ABD, Avrupa veya bölge aktörleri tarafından değerlendirilmeye alınmaması ve bu rejimlerin bir gecede kötü ilan edilmesi de aydınlatılması gerekilen bir husus olup  tarihin ilerde açıkça aydınlatacağına kalpten inandığımızı belirtmek isterim.

  Bölgede zaman zaman Mısır, Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve son dönemlerde az da olsa Katar lider rolü oynamaya çalışmaktadır.  

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


22 Mart 2021 Pazartesi

İsrail in Doğu Akdeniz Politikası

İsrail in Doğu Akdeniz Politikası




İsrail, Doğu Akdeniz Politikası, Şeyma Kızılay,doğalgaz,Kıbrıs Çatışması, Libya Mutabakatı, Türkiye, Münhasır Ekonomik Bölğe, Kıta Sahanlıgı,

9 Ekim 2020 
Yazarı: Şeyma Kızılay,

Doğu Akdeniz coğrafyası ve bu bölgeye yönelik küresel ve bölgesel aktörlerin politikaları bir süredir gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. Önceki dönemlerde Kıbrıs bağlamında sorun teşkil eden ve az sayıdaki aktörün dahil olduğu bir mesele iken günümüzde çok sayıda aktörün yer aldığı enerjiden deniz yetki alanlarına farklı konuları içeren bir hale gelmiş durumda. Türkiye ile Libya’nın Kasım 2019’da imzalamış olduğu Deniz Yetki Alanları Anlaşması’ndan etkilenecek olan ve bölgedeki anlaşmazlıkta Yunanistan, Fransa ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile birlikte hareket eden İsrail’in Doğu Akdeniz’e politikası anlaşmazlığın seyri açısından önem taşıyor.


Doğu Akdeniz’de bugün meydana gelenler elbette ki aniden ortaya çıkmış değil. Ortadoğu’nun rekabet alanı olması ve enerji zenginliğinin bu rekabette temel esas olması gibi son dönemin mücadele alanı olarak Doğu Akdeniz öne çıkmıştır. Aynı zamanda bu kadar önemli olmasının sebepleri; geçiş yolları statüsü, Ortadoğu’daki kıyı şeridi, bölgedeki enerji kaynakları dolayısıyla sahip olduğu jeo-stratejik konumudur.[1] Dolayısıyla Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunan ülkelerin yanı sıra küresel güçler de bölgeye yönelik politikalar izlemektedir.

Doğu Akdeniz’i önemli hale getiren etkenlerin başında keşfedilen enerji kaynakları gelmektedir. İlkinde 280 ikincisinde 680 milyar metreküp doğalgaz keşfedilmiştir. İsrail açısından uzun yıllar yetecek düzeyde olan bu rezervlerin Avrupa’ya ulaştırılması konusu sorun yaşanan bir alan olarak belirmiştir. Kaynakların işlenmesi, ulaşımı gibi konular aktörler arasında işbirliği ve çatışmayı ortaya çıkarmaktadır. Diğer yandan Ortadoğu’daki istikrarsızlıklar enerji konusuyla bağlantılı olarak görülen işbirliği ve çatışmaların güvenliğe olan etkisi bölgeyi hassas hale getirmektedir. Yine bu iki etkenle ilişkili olarak küresel aktörlerin politikalarında Doğu Akdeniz’i daha çok merkeze almaları ve etkinlik mücadeleleri bölgenin stratejik önemini artırmıştır.[2] Enerji konusuyla birlikte burada kurulacak hakimiyetin uluslararası alanda sağlayacağı avantajlar, prestij, güçlü ülke olma gibi konular da bu bölgede sürdürülen mücadelenin ikinci plandaki sebepleridir.
Bir bölge ülkesi olarak İsrail’in Doğu Akdeniz politikasında temel unsur olarak enerji öne çıkmaktadır. Temel politik düşüncesi gereği enerji zengini ve düşman ülkelerle çevrelenmiş olduğu görüşünde olan İsrail enerji konusunu oldukça önemsiyor. Bu noktada oluşturduğu esas politika ve hedef; enerjinin artan şekilde ve yeterli düzeyde teminidir. Dolayısıyla çevrelenmiş hissi içerisinde olan İsrail için enerjinin teminiyle birlikte güvenliği konusu da önemlidir. Enerjide özellikle doğal gaza yönelen İsrail bu yönde politikalara dikkat etmektedir. Kendisi de doğal gaz barındıran İsrail bunu ülke içinde mi kullanacağı ya da ihraç mı edeceği konusunda yaşadığı ikilem nedeniyle doğal gaza ağırlık vermiş ve petrol yerine doğal gaz kullanımına yer vermeye çalışarak bu yönde faaliyetlere odaklanmıştır. Aynı zamanda enerji konusunda İsrail için iki önemli güvenlik sorunu bulunmaktadır. Bunlar; çatışma zamanlarında ordu için enerji tedariği sağlamak ve yine olası savaş zamanlarında hedef haline gelebilecek enerji altyapısının güvenliğinin sağlanmasıdır.[3]




Enerji kaynaklarına ve ulaşımlarının güvenliğine oldukça önem veren İsrail, Doğu Akdeniz’in artan önemiyle birlikte bölgenin enerji politikaları kapsamında yerini almıştır. Aslında Doğu Akdeniz’in önemli hale gelmesinde ve burada bir mücadelenin ortaya çıkmasında İsrail’in doğal gaz keşifleri de etkili olmuştur. İsrail’in münhasır ekonomik bölgesinde Hayfa açıklarındaki Tamar’da 2009 yılında bölgenin ilk büyük doğal gaz rezervi keşfedilmiştir. 280 milyar metreküp doğal gaz olduğu tahmin edilen bu keşiften sonra daha büyük bir rezerv Hayfa’dan 130 km açıkta Leviathan’da keşfedilmiştir. 622 milyar metreküp büyüklüğünde olduğu tahmin edilen rezerv İsrail’in Doğu Akdeniz’deki denklemlerinin oluşumuna zemin hazırlamıştır.[5]
Bu noktada bölgedeki kaynakların Avrupa’ya transferi noktasında gemiler yoluyla ya da boru hattı ile ulaşım gündeme gelmiştir. Bununla ilgili olarak 2012 yılında İsrail ve Kıbrıs açıklarındaki kaynakların Yunanistan’a sevki konusunda Yunanistan, GKRY ve İsrail arasında bir anlaşma imzalanmıştır. Bölgedeki ortaklıkların oluşması konusunda bir başlangıcı temsil etmesi bakımından da önemli olan bu anlaşma daha sonra üzerinde uzlaşılan Doğu Akdeniz Boru Hattı, EastMed (Eastern Mediterrian Pipeline) projesine de temel teşkil etmiştir.[6] EastMed boru hattı projesi İsrail kaynaklarının boru hatlarıyla Avrupa’ya ulaştırılması amacını taşıyor. Türkiye ile Libya arasındaki Deniz Yetki Alanları Anlaşması söz konusu projenin hayata geçirilmesine etki etti. Böylelikle Doğu Akdeniz konusunda mücadele içinde olan taraflar daha belirgin hale geldi.
İsrail’in Doğu Akdeniz konusunda Türkiye’nin karşısındaki grupta yer almasında iki ülke arasında yaşanan olumsuz gelişmeler büyük oranda etkili olmuştur. Geçmişte kurdukları ilişkiyi stratejik ortaklık olarak isimlendirilen, 1990’larda ilişkilerin en üst seviyelere çıktığı, üst düzey ziyaretlerin gerçekleştirildiği iki ülke arasında 2010 yılında meydana gelen Mavi Marmara hadisesi, ardından Filistin ve Kudüs meseleleri, ABD’nin Kudüs kararı gibi etkenler dolayısıyla olumsuzluklar ve gerginlikler yaşanmıştır. Bu gelişmeler doğrultusunda İsrail de Yunanistan ve GKRY ile birlikte hareket ederek 2019’da Doğal Gaz Forumu’nda, Doğu Akdeniz Boru Hattı Projesi’nde yer alarak Türkiye’nin karşısında bulunan ülkelerle yakınlık kurmuştur. Doğu Akdeniz gelişmeleri açısından önem taşıyan Doğal Gaz Forumu kıyıdaş ülkeleri bir araya getirmekle birlikte Türkiye’ye karşı oluşturulan işbirliğini gözler önüne sermesi bakımından da önem taşımaktadır. Zira Doğu Akdeniz’in enerji üssüne dönüştürülmesi ve bölge kaynaklarının üretiminden dağıtımına ve ulaşımına kadar her konuda işbirliğinin sağlanması amacını taşıyan forumda Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunmasına rağmen Türkiye yer almamıştır.[7]
Türkiye’nin Libya ile olan anlaşmasının jeopolitik denklemleri değiştirmesi ve kaynakların Avrupa’ya ulaşımı konuları da İsrail’in politikalarını etkilemiştir. Doğu Akdeniz konusunda işbirliği yaptığı diğer ülkeler gibi İsrail de maliyeti düşük olmasına rağmen kaynakların Avrupa’ya Türkiye üzerinden taşınmasına karşı. Bu karşıtlıkta Türkiye’nin daha fazla güçlenmesini ve bağımlılığın artmasını istememeleri büyük rol oynuyor.[8]
İsrail’in Doğu Akdeniz politikasında uzun vadeli hedef olarak belirtilebilecek bir nokta da bölgedeki etkinlik ve Amerikan desteği konusudur. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Ortadoğu’daki en iyi müttefiki hatta varisi konumunda olan İsrail’i Doğu Akdeniz politikasında da destekleyerek temel ABD politikası olan İsrail’in güvenliğinin sağlanması hususuna riayet etmektedir. Doğu Akdeniz sorununda Avrupa tarafında yer alan İsrail’in bir yandan enerji konusunda Avrupa’nın Rusya’ya olan bağımlılığını azaltması bir yandan da alternatif enerji koridoru olması bakımından İsrail’i güçlendirmesi ABD açısından önemli görülmektedir. İstikrarlı ve güçlü bir İsrail’in hem bölgedeki etkinliğini artırması bakımından hem de ABD çıkarlarını koruması bakımından daha sağlam bir konumda olacağı öngörülmektedir. İsrail, Yunanistan ve GKRY’nin bir araya gelmesi ABD açısından bu üç ülkenin düşman hilelerine karşı duyarlılığını azaltarak, Doğu Akdeniz enerjisinin ekonomilerinde sağlayacağı iyileşme ile güçlü müttefikler haline gelmeleri anlamına gelmektedir. [9]
Doğu Akdeniz sahip olduğu stratejik konumla birlikte temelde enerji kapsamında ülkelerin üzerine politika oluşturdukları, hamle yaptıkları bir alan olmuştur. 
Dünya politikasında etkin olma, güçlenme, ülke çıkarlarını muhafaza etme amaçları doğrultusunda başlarda bölge ülkeleri ardından uluslararası güçler 
olmak üzere birçok aktör Doğu Akdeniz’de rekabet etmekte. Sahip olduğu kıyı şeridiyle İsrail de bu ülkelerden biri. Ortadoğu’daki statüsü, kendisini bölge 
ülkeleri arasında konumlandırdığı çevrelenmişlik algısı ile İsrail Doğu Akdeniz’deki ekonomik gelişmeleri birçok açıdan değerlendiriyor. 
Bir yandan enerji politikası, bir yandan ABD’nin en iyi müttefiki olarak ortak çıkarları korumak, temel stratejisi olan güvenliğin devamı ve bölgede etkin 
ve güçlü bir ülke olma açılarından Doğu Akdeniz İsrail için hayati derecede önem arz ediyor. Enerji politikasını doğal gaz kapsamında yürüten İsrail hem 
içerde ekonomik ve güvenlik konularında gelişmek hem de kaynakları dışarıya ulaştırmak noktasında bir stratejiye sahip.
Diğer yandan Doğu Akdeniz politikasında yıllardır gergin ilişkilere sahip olduğu Türkiye’nin nerede durduğu ve neler yaptığı da İsrail açısından önemli. 
Bu noktada bölgedeki enerji kaynaklarının Avrupa’ya Türkiye üzerinden transfer edilmesini önleme politikası izliyor.
İsrail’in son zamanlarda Ortadoğu ülkeleriyle kurduğu yakın ilişkiler ve işbirlikleri de bir noktada Doğu Akdeniz stratejisiyle uyumluluk içeriyor görüşündeyim. 
Enerji politikası kapsamında kurulması planlanan boru hatları bağlamında ya da bu olmuyorsa da karşı tarafın öne geçmesine engel olmak amacıyla 
müttefiklik kurmaya duyulan ihtiyaç, bölgede aktif ve etkin bir aktör olma hedefi Arap ülkeleriyle kurulan ilişkilere etki ediyor.

Kaynaklar:

[1] Recep Çakır, 2000’lerden İtibaren Doğu Akdeniz’de Enerji Alanında Yaşanan Gelişmelerin Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki Sorunlarına Etkisi, Kara Harp Okulu, Savunma Bilimleri Enstitüsü, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2011, s. 28.
[2] Ömer Fuad Kahraman, Doğu Akdeniz Enerji Sarmalını İsrail Enerji Politikaları Penceresinden Değerlendirmek, Ortadoğu Etütleri, s. 426.
[3] Brenda Schaffer, Israel—New Natural Gas Producer in the Mediterranean, Energy Policy, 39, 2011, p. 5379.
[4] Shaffer, a.g.m. s. 5382.
[5] Faruk Can, Doğu Akdeniz’de Ne Kadar Doğalgaz Rezervi Var?, Euronews, 31.12.2019, https://tr.euronews.com/2019/12/31/dogu-akdeniz-ne-kadar-dogal-gaz-rezervi-var-en-buyuk-payi-hangi-ulkeler-alacak Erişim: 07.10.2020.
[6] Kahraman, a.g.m.
[7] Murat Ercan ve Mehmet Can Kılınç, Bölgesel ve Küresel Aktörlerin Ortadoğu Merkezli Doğu Akdeniz Politikaları Kıbrıs Çatışması ve Libya Mutabakatı, Anadolu Strateji Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, s. 23.
[8] İbid.
[9] Seth Cropsey, Eric Brown, Energy: The West’s Strategic Opportunity in the 
Eastern Mediterranean, Hudson Institute Publishing, 2014, s. 35-37.
Bu analiz yazısı 09.10.2020 tarihinde yayımlanmıştır.

İsrail'in Doğu Akdeniz Politikası - DSJOURNAL

***

Doğu Akdeniz’in Paylaşım Mücadelesi ve Türkiye

 Doğu Akdeniz’in Paylaşım Mücadelesi ve Türkiye

Doğu Akdeniz, paylaşım, mücadele, Türkiye,Mavi Vatan,Mehmet Onur Karadayı,Donanma, Seville Üniversitesi, tarafından hazırlanan harita,
EastMed projesi, Deniz Yetki Alanları,

Vatan sadece topraktan ibaret değildir. Denizler de vatanın bir parçasıdır. 
Bu vatanın sahibi Türk Milletidir dolayısıyla adı Türk Mavi Vatanı’dır. 
Türk Mavi Vatan’ı devredilemez, vazgeçilemez… 
Denizlerdeki vatanımızın karadan hiçbir farkı yoktur.

Mehmet Onur Karadayı

Türk Mavi Vatanının Ordusu: Donanma

Medeniyetlerin yükseldiği ve çöktüğü bir coğrafyada yaşıyoruz. Kuşkusuz ki medeniyetlerin ortaya çıkmasında denizlerin belirleyici bir önemi var. Denizlere hâkim olmanın ticarete, ticarete hâkim olmanın ise dünya nizamına hâkim olmak anlamına geldiğini tarihten öğreniyoruz. Denizlerde hâkimiyet sağlamak güçlü donanmayı gerektirir. Güçlü donanma iyi yetişmiş insan gücü de demektir. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı kurulan kumpaslara ve 15 Temmuz ihanetine rağmen, son derece donanımlı insan gücüne sahiptir. Bir deniz subayının yetiştirilmesi ve donatılması çok uzun bir süreç almaktadır. Bu yüzden denizlerde yetkin, etkili, saygın ve caydırıcı olmanın en önemli anahtarlarından birisi birikimi ve donanımı yüksek insan gücüne sahip olmaktır. Tümamiral Cihat Yaycı, işte bu subaylardandır. Donanmaya yön veren kurmaylarımızdan biri olduğu âşikârdır.



Yetkin insan, sadece günü kurtaran değil dünle bugünü harman ettikten sonra gelecek nesillerin de haklarını savunabilecek vizyonla millî sermayeye önem veren, milletinin hakkını her ortam ve koşulda savunan insan demektir. Bu bilinçte olduktan sonra bunu aktarmanın yollarını da aramak ve ortaya koymak en büyük hizmetlerdendir. İşte Tümamiral Cihat Yaycı’nın Doğu Akdeniz’deki çıkarlarımızın korunması ve gelecek nesillerin haklarının gasp edilmesine izin verilmemesi için yaptığı çalışmalardan birisi de tanıtımını yaptığımız bu kitabıdır. Daha önceki kitaplarında bu sürecin hazırlanması ve gündemde kalması için uğraşmış ve Libya ile yapılan deniz alanlarının sınırlandırılması mutabakat muhtırasının fikir babası olmuştur. Bugüne kadar düşey hatlar ile çizilen ortay hat kavramının, dünyanın şekli dolayısıyla doğru alanı yansıtmadığı tezini ortaya koymuştur. Yaptığı bilimsel çalışmalar ile bu tezini geliştirerek çizilen diyagonal hatlar ile Türkiye ile Libya denizden komşudur fikrini hayata geçirmiştir. Bunu da “Libya Türkiye’nin Denizden Komşusudur” kitabı ile anlatmaya çalışarak kamuoyu oluşturmuştur. Bu sayede ülkemizin gasp edilmeye çalışılan kabaca 150.000 km2 deniz yetki alanının çalınmasına engel olduğu fikri kabul görmüş ve uygulanmıştır.
Yaycı, kitabını 3 bölüme ayırmış. İlk bölümde Akdeniz’de deniz yetki alanlarının paylaşılması sorununu işlemiş. Doğu Akdeniz’in sınırları, coğrafi konumu, tarihî, uluslararası hukukta deniz yetki alanı sorununun yeri, kıyıdaş devletlerin konumu ve tutumu hakkında bilgiler vererek okuyucuyu hiç sıkmadan, konunun özüne vâkıf olmamızı sağlayacak şekilde, dikkatimizi canlı tutmuş. Kitabın tamamında, Doğu Akdeniz’deki mücadelenin önemini ortaya koyuyor.

Doğu Akdeniz.,


Tunus’taki Bon Burnu ile İtalya’ya bağlı Sicilya Adası’nın batıya uzanan ucundaki Lilibeo Burnu arasında çizilen hattın doğusunda kalan bölgeyi ifade eden kısma, genel kabul üzerine Doğu Akdeniz denir. Bu sınırlar, İtalya ile birlikte kuzey kıyı şeridi boyunca Slovenya’dan Yunanistan’a; Türkiye’den Suriye’ye uzanır ve oradan Güney Afrika’nın Akdeniz kıyılarını çevreleyerek Tunus’a kadar olan sınırları içerir. Burada Doğu Akdeniz sınırları içerisinde birçok devletin kıyısı olmasına rağmen, GKRY ve Yunanistan için ayrı bir parantez açalım. Çünkü Rumların tarihine baktığımızda, mitolojileri ve dünya görüşleri açısından tatminkâr olmayan ve gerçekçi politikalar izlemeyen bir millet oldukları görülmektedir. Bu hayalciliklerini de devlet uygulamalarına çevirmeye çalışıyorlar. Bu hayalin peşinde giden Yunanistan ile GKRY, Seville Üniversitesi’nin yayınladığı haritalarda görüleceği üzere Türkiye’yi, Antalya Körfezi’ne hapsetmeye çalışıyorlar. Antalya’nın 2 km açığındaki Meis adasına Münhasır Ekonomik Bölge(MEB) hakkı vererek Türkiye’nin açık denizler ile bağlantısını kesmeye çalışmaktalar. Bunu yaparken bölgenin en uzun kıyı şeridine sahip Türkiye’yi hiçe sayarak Türkiye’nin denizlerdeki haklarını gasp etmeye çalışmaktalar.


Seville Üniversitesi tarafından hazırlanan harita. Bu haritaya göre Türkiye’yi kendi karasularına hapsederek açık denizler ile bağlantısı kesilmek isteniyor.
Benzer uygulamayı GKRY, KKTC’yi yok sayarak ve haklarını gasp ederek yapmaya çalışıyor. Kendi güçleri ile Türkiye’yi karşılarına alamayacaklarını bildikleri için GKRY’nin ilan ettiği sözde 13 parsele İtalya(ENİ), Fransa(TOTAL), İngiltere(SHELL), Güney Kore(KOGAS) ve ABD’ye  (EXONMOBİL) ait enerji şirketlerine bu parsellerde doğalgaz arama ruhsatı vererek uluslararası alanda Türkiye üzerinde caydırıcılık oluşturmaya çalışıyorlar.

Türk Mavi Vatanını ihlal ederek GKRY tarafından sözde ilan edilen 13 parseli gösteren harita. 1,4,5,6 ve 7’nci parseller Türk Mavi Vatanı ile 2,3,8,9,13’ncü parseller ise KKTC tarafından TPAO’ya verilen ruhsat sahaları ile çakışmaktadır.
Burada Rumların gerçekçi olmadıkları yaptıkları haydut devlet uygulamaları, uluslararası hukuku dinlememeleri, AB’yi kullanarak Türkiye’ye baskı uygulamaya çalışmaları ile ortaya çıkmaktadır. Ancak hesaba katmadıkları bir şey vardır. Türk subaylarının yılmaz, yıkılmaz dirayet ve zekâsı… AB ilerleme raporunda Türkiye’nin haklarını savunduğu için alenen suçlanan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bu rapordan sonra dünya tarihinde savaşlar dâhil eşi benzeri olmayan şekilde, bir gecede kumpas davalar yüzünden donanmanın altın çocukları olarak anılan 37 amiralini kaybetmiştir. Karadeniz’de NATO’nun Etkin Çaba Harekâtının genişlemesini Karadeniz Uyumu Harekâtı ve daha yüksek profilli BLACKSEAFOR (Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu) üzerinden önleyen yine bu 37 amiraldir. Donanmanın altın çocuğu olarak adlandırılan ve MİLGEM gibi önemli projeleri Türk Donanmasına kazandıran Özden Örnek, Cem Gürdeniz, Cem Aziz Çakmak gibi birçok isim ya cezaevine yollandı ya da itibarsızlaştırıldı. Hesaba katamadıkları ve ihtimal vermedikleri, Türk subayının dirayetidir. Hızlıca toparlanan donanma, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin deniz yetki alanlarının korunmasına hizmet etmiş,  Yavuz ve Fatih sondaj gemileri ile Barbaros sismik araştırma gemisine savaş gemileri ve SAT birlikleriyle eşlik etmiş, Türkiye’ye karşı kurulan 7 farklı ittifakı dağıtmaya çalışmıştır. İngiltere’den alınan üçüncü sondaj gemisi de yola çıkmış, Doğu Akdeniz’deki haklı davamızın sonuna kadar takipçisi olunacağının mesajı verilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Gemisi.,



Donanmaya ait olan bütün gemilerin isimlerinin başına kurucusu Atatürk olan Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılığın bir ifadesi olarak Türkiye Cumhuriyeti Gemisi (TCG) adı eklenmiştir.  İşte bu gemiler, isimlerine yaraşır şekilde, TPAO’ya verilen yetkiyle yapılan arama ve sondajlara eşlik etmiş,  ilgili gemileri korumuş ve ayrıca Türkiye’ye ait deniz bölgelerinde yetkisiz arama yapan bütün gemileri sınırlar dışına sürerek gambot diplomasisi uygulamışlardır. Bu çabalar sayesinde İtalyan ENİ şirketi Türkiye’nin devlet uygulamalarından dolayı sondaj çalışmalarını ertelemiştir.

Farkındalık her şeydir. Etrafımızdaki cisimleri ve şekilleri zihnimizde kayıtlı olan bilgiler ile analiz eder ve sıfatlandırırız. Bu sayede bakış açımız şekillenir. İlk bölümde okuyucunun zihnindeki bilgileri şekillendiren Tümamiral Cihat Yaycı, farkındalığını arttırdığı okuyucuyu ikinci bölüme geçiriyor ve tarihî süreci, olayların iç yüzünü okuyucunun dikkatine sunuyor.

İkinci Bölüm: Türkiye karşıtı ittifaklar ve EastMed projesi



Doğu Akdeniz’de 2012’den bugüne kadar yaşanılan gelişmeleri işliyor. Ağırlıklı olarak karşımızda kurulan ve Türkiye’yi bölgeden tecrit etmeye çalışılan zirveler konu edilmiştir. Bulunan doğalgaz rezervleri sonrası, bu kaynakların paylaşılması ve güvenli bir şekilde Avrupa’ya aktarılması konuları ve bunların çalışmaları anlatılmıştır. Bunlarla birlikte Türkiye karşıtı oluşturulan çok taraflı ilişkilerin askerî ve savunma boyutları konu edilmiştir. EastMed projesi de bu bölümde incelenen girişimlerden biridir. Yaklaşık 1900 kilometre uzunluğundaki EastMed boru hattı, İsrail açıklarından çıkartılacak doğal gazın 2025 yılından itibaren Avrupa’ya ulaştırılmasını hedefliyor.  Bu hat İsrail- GKRY- Girit-Yunanistan- İtalya üzerinden Avrupa’ya ulaşmayı hedefliyor ve Türkiye’yi bypass ediyor.
Doğu Akdeniz’deki gelişmeleri sadece doğalgaz rezervlerine ulaşmak için bir mücadele olarak algılamak hatalı bir bakış şeklidir. Söz konusu olan egemenlik sahasıdır. Enerji kaynakları ikinci sıradadır. Alttaki haritada EastMed’in olası güzergâhı mevcuttur. Bu güzergâh Türkiye’nin kıta sahanlığından, Türk Mavi Vatan’ından geçmektedir.

East Med projesinin planlanan güzergahı.

Yine burada da hesaba katmadıkları bir şey daha vardır. O da bu kitapta üçüncü bölümde anlatılacak olan Libya ile yapılan anlaşma ve MEB ilanıdır. 
Türk Mavi Vatan’ının tescillenmesidir. BM nezdinde daha önceden deklare edilen koordinatların hayata geçmesidir. EastMed projesi ve Doğu Akdeniz’de 
hak iddia eden bütün devletlerin projeleri ölü doğmuştur.
Türk Mavi Vatanını ihlal eden EastMed projesi, Libya ile yapılan “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” anlaşması sonrası Türk Mavi Vatanına dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne muhtaç hale getirilerek diplomatik üstünlük sağlanmıştır.
Yapılan MEB anlaşması sonrası EastMed projesine ilişkin çalışmalar bıçak gibi kesilmiştir. Türkiye, 150.000 Km2 deniz yetki alanının gasp edilmesine izin vermemiştir.

Üçüncü Bölüm: Deniz Yetki Alanlarının sınırlandırılması ve MEB anlaşmaları
Bu bölümde, Libya ile Deniz Yetki Alanları Sınırlandırma Antlaşması’nın imzalanması ve süreçleri tek tek analiz edilmiş ve bu anlaşmaya giden yolun izleri sürülmüştür. Mevcut konjonktürde yapılması gerekenler, bu anlaşmanın gelecek nesiller için önemi anlatılmıştır. Libya ile yapılan anlaşma sonrası ise İsrail, Lübnan ve Mısır ile de MEB anlaşması yapılması salık verilmiştir. Çünkü bu devletler ile MEB anlaşması yapan GKRY, yaptığı anlaşmalarda hakkaniyet ilkesine aykırı davranmıştır. Şayet İsrail, Lübnan ve Mısır; GKRY ile değil de bizimle bir MEB anlaşması imzalayacak olsa kazanacakları deniz yetki alanları daha da artacaktır. Bunun ilgili devletlerin halklarına anlatılması gerektiği belirtilmiştir.
Kitapta değinilen konular haricinde ise göze çarpan bir konu daha vardır. Türkiye’nin Ege’deki deniz alanlarına hiç bahsedilmemektedir. Bu kısım kitapta eksikliğini göstermiştir. Tümamiral Cihat Yaycı’dan bir sonraki kitabında bu konulara da değinmesini beklemekteyiz.

Türk Mavi Vatanı


Devletlerin, ayakta kalması için milletleri ile bir ve bütün olması gerekir. İçeride milletine dayanan dış politika amacına ulaşır. Bu yüzden devletlerin politika yapıcıları, milletlerinin karşı çıkacağı bir hedef koyamazlar. Koydukları takdirde, devlet büyük riske girecektir. Bu yüzden her politika, her harekât milletin desteğini almak zorundadır. Millet kenetlendiği zaman devletler şaha kalkarlar. Bu yüzden Doğu Akdeniz’deki çıkarlarımız ve egemenlik alanlarımızı doktrinleştiren ve bunu Mavi Vatan olarak isimleştirerek halka mâl edenlere teşekkürler ederiz. Ancak bir de teklifimiz var; Bu vatanın sahibi Türk Milletidir dolayısıyla adı Türk Mavi Vatanı olarak kullanılmalıdır.

Türk Mavi Vatan’ı devredilemez, vazgeçilemez… Denizlerdeki vatanımızın karadan hiçbir farkı yoktur. Bu farkındalığın oluşmasında kilometre taşı olan bu kitabın okunması oldukça önemlidir.

Ancak kitapta değinilen konular haricinde Ege’deki adalarımıza ve deniz yetki alanlarına hiç değinilmemesi çok göze çarpmaktadır. Bu konunun eksikliği derhal fark edilmektedir. Tümamiral Cihat Yaycı’dan bir sonraki kitabında bu konulara da değinmesini beklenir. Aksi takdirde Ege Adalarının olmadığı bir Doğu Akdeniz stratejisi hedeflenen başarıyı sağlayamaz.
Okumanızı ve çevrenizdekilere de okutmanızı tavsiye ederiz.
***

Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin Kaybettiği Fırsatlar

Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin Kaybettiği Fırsatlar



Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu 
14 Mart 2021


Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi.

   İkili ticaret ve yatırımın önemsenmeyecek kadar az, buna karşılık çoğu hesabı kapanmamış tarihi husumetin siyasete hala hükmettiği bir coğrafyada, sektörel işbirliğine kapı aralayan en önemli fırsatlar,  2003 yılında Mısır-Güney Kıbrıs arasında imzalanan Deniz Yetki Alanı(DYA) veya Münhasır Ekonomik Alan(MEA) Anlaşması ile başladı. 

Bunu 2007 da Lübnan ve Güney Kıbrıs arasında imzalanan MEA izledi. 2003 yılı Türkiye için bir ekonomik krizin hala nekahet dönemiydi. Ama 2007 ekonominin 2005 den itibaren yakaladığı büyümeye sıkıca tutunduğu bir yıl olduğu için bu tarihten itibaren olan gelişmelere kayıtsız kalınması ve Yunanistan’dan sonra en uzun kıyı şeridine sahip olduğu Akdeniz’de olanı biteni uzaktan seyretmekle yetinilmesi affedilir gibi değil.  Ama asıl Türkiye’nin artan ekonomik gücünü ve siyasi itibarın ıideolojik tercihlerin emrine vermesinin, Mısır ve İsrail’le ipleri germesi ve Suriye ile aradaki uçurumları derinleştirmesi nedeni ile kaybettirdiği fırsatlar büyük, maliyet ise yüksek.


Anlaşmaların Adresi Doğu Akdeniz’de Hata ve İhmaller Zinciri

Evet, 2000'li yılların başından itibaren Doğu Akdeniz ittifakları ivme kazandı. İsrail, Mısır ve Güney Kıbrıs, önce kendi kara suları ve iddia ettikleri kıta sahanlıklarında doğal gaz aramalarına hız verdi. Sonra ikili veya çoklu anlaşmalarla birbirlerinin nasırına basmamayı güvence altına aldıktan sonra uluslararası petrol ve gaz şirketlerinin ilgisini bölgeye çekerek, güç ve pahalı sondaj faaliyetlerinin maliyetlerini paylaşma formülleri buldular. Buna karşılık, 2005 yılı Türkiye’nin ideolojik tercihleri ile Mısır’ı ve daha sonra İsrail’i yeni yeni ittifakların kucağına itmeye başladığı dönemin başlangıcı oldu. Oysa aynı yıl Mısır ile 2007 yılında hayata geçecek serbest ticaret anlaşması imzalanmış ve bu anlaşmanın ivmesiyle iki ülke arasında ticaret ve karşılıklı yatırımların gelişmesi öngörülmüştü. Buna rağmen Türkiye,Mısır ile arasındaki köprüleri güçlendirecek yerde, Müslüman Kardeşlere destek verdiği için, daha o tarihte Mübarek yönetimini rahatsız etmeye başladı. Belki de kısmen bu nedenle Mısır o yıl TPAO’nun uluslararası şirketi olan TIPC nın Batı çölündeki petrol arama lisanslarını iptal ederek yeni anlaşmalar yaptı.
Türkiye, 2007 yılında Güney Kıbrıs Afrodit kuyusunu uluslararası ihaleye açtığı zaman elbette bir şey yapamazdı. 2011 de Güney Kıbrıs Afrodit kuyusunda gaz bulduğunu ilan edince bölgeye savaş gemileri gönderilmişti. Ama Güney Kıbrıs’ın, kuyudan çıkacak kaynaktan kuzeye de pay vereceğini taahhüt etmesi karşısında, bu ülkeyi resmen tanımamış olduğu için kuzeyin hakkını yazılı bir anlaşmayla güvence altına alamadı. Buna karşılık aynı yıl KKTC ile bir MEA anlaşması imzaladı, ancak bu da bölgede Türkiye’nin sadece sert güç gösterisine devam etmesi için bir başka bahane oldu. Tabii 2010 da, Mavi Marmara filotilla krizinin yarattığı gergin atmosferde Güney Kıbrıs ve İsrail arasında imzalanan MEA'ı da umursamazlık içinde izledi. O tarihlerden bu yana kendi başına üstlendiği sismik araştırma ve sondaj gibi yüksek gerçek maliyet bir yana, Akdeniz işbirliği fırsatlarını kaçırmanın fırsat maliyetini, şimdi Mısır’ın kapısına yeni bir sayfa açmak için gittiğinde daha iyi anlıyor mu pek emin değilim.Sert güç ile yüreklere korku salma, 2011 den sonra Türkiye’nin bölge itibarına gölge düşürmeye başladı da bu bile umursanmadı.
Evet, İsrail ile Mısır arasında resmen imzalanan bir DYA veya MEA anlaşması yok. Ama bu her iki ülkenin de Müslüman Kardeşler endişesinden, Sina yarım adasındaki yeni terör eylemlerinin hedefi olmak istememekten ve özellikle Ürdün’e bağlanan Arap Gaz boru hattına bir saldırı düzenlenmesini göze almadıklarından dolayı yapılan bir tercih. Aslında hala mükemmel çalışan işbirliği orada.

Neden Kaçan Fırsatlara Uzaktan Bakmakla Yetinildi?

Aynı yıl Arap Baharı aniden bastırdığında Ankara hala Mısır’a Müslüman Kardeşler ’den yana ağırlık koyuyor ve radikal dini akımları destekliyor izlenimi vermeye devam etti. Bu tutum Kahire yönetimi ile arayı açtığında, 2005 yılından beri hem Mısır, hem de Türkiye’de iki ülke arasında bir MEA anlaşması çabası içinde olan bazı kesimlerin umudu da suya düştü. Oysa böyle bir MEA mümkün olsaydı bugün Türkiye Doğu Akdeniz’de oyun bozucu değil, oyun kurucu bir konumda olabilecekti. Aynı tutum Şam ile köprülerin atılmasında da etkili ideolojik boyut oldu. Ama tabii Suriye topraklarından Katar gaz boru hatlarının geçmesine izin vermeyen Esat ile başlayan kutuplaşmanın etkisini de yabana atmamak gerek. Oysa Ankara, 1998 Seyhan anlaşmasıyla Suriye ile ilişkilere çeki düzen vermiş ve o ivme ile 2000 den sonra, önce Esat hükumeti ile sınır boyundaki mayınlar temizlenmiş, sonra AB “Akdeniz yeni komşuluk politikası” çerçevesinde 2007 yılında bu ülke ile bir serbest ticaret anlaşması bile imzalamıştı. İşte 2007 ile 2011 arasında, Esat ile çok yakın ve samimi kişisel ilişkiler kurulduğunda, neden İskenderun Körfezi ötesinde bir MEA imzalanmasına tevessül edilmediği de bir muamma. Kaddafi ile anlaşarak yine o tarihlerde, neden Libya ile bir DYA veya bir MEA imzalamak için girişim bulunulmadığı konusunun da anlaşılır bir tarafı yok.Libya anlaşması 2020 ye mi kalmalıydı? Bu nedenle, şimdi Akdeniz’de tüm kıyıdaş ülkeler birlikte, Türkiye ise yapayalnız. Çok yakın bir tarihte İsrail-Lübnan MEA anlaşması imzalanabilir. Uzlaşmazlık alanında görüşmeler yanı sıra deniz yatağındaki gazın ortak değerlendirilmesine yönelik teknik imkânlar halen denenmekte. ENI, Total ve NOVATEC gibi şirketler orada. Chevron, Katar Oiland Gas Company, Korean Gas Company zaten Güney Kıbrıs’ın yeni kuyularında.

Yunanistan Doğu Akdeniz’e İnerken Türkiye Neredeydi?

2015 yılında Güney Kıbrıs, İsrail ve Yunanistan arasında Enerji Üçgeni(Energy Triangle) adıyla bir Doğal gaz çıkarımı anlaşması imzalandı ve bu anlaşma ile Tamar, Leviathan ve Afrodit kuyularından çıkarılacak doğal gazın birlikte pazarlanması amaçlandı. Türkiye bu anlaşma ile kaçınılmaz olarak Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de giderek daha fazla söz sahibi haline geldiğini fark etmedi mi? Bunun Ege denizi sorunlarını da Akdeniz’e taşıyabileceği Ankara tarafından tahmin edilemedi mi?

Ama asıl 2019 yılında gayri resmi olarak Kıbrıs, Mısır, Fransa, Yunanistan, İsrail, İtalya, Ürdün ve Filistin arasında oluşturulan Doğu Akdeniz Gaz Forumu (EMGF veya EGF), çoklu ve güçlü ittifakı, 2020 yılının Eylül ayında resmi kimlik kazanınca, Türkiye yine kılını kıpırdatmadı. Daha sonra kerhen yapılan davete de icabet etme niyeti beyan etmeyince, bu ayın 9 unda yürürlüğe giren anlaşmanın nimetlerinden de kendini mahrum bırakmış oldu.

Sert çıkış, haşin tavır, kaba kuvvet sadece ülke içinde, o da kısa dönemde etkili olabiliyor. Uluslararası ilişkilerde, hele geçmişin hala gölgesinde olan bölgesel ilişkilerde,  kaçan fırsatları yakalamak için Türkiye sert üslup denemesinden bir şey kazanamaz. Oyun bozayım derken daha da kaybedecektir.Ama ortasında debelendiği denizde hangi yılana sarılacağına dikkat etmek zorunda. Mısır’a sarılmaya çalışmak mı? Hiçbir şey için genç değil. Ama Mısır, bu saatten sonra Doğu Akdeniz’de kurduğu düzeni, Türkiye’nin hatırı için bozmaktan kaçınacaktır.Tabii bir hatırı kaldıysa.

***

18 Mart 2021 Perşembe

Mısır’ın Türkiye’ye Yönelik 10 Şartı

Mısır’ın Türkiye’ye Yönelik 10 Şartı


14 Mart 2021

Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’ye yakın Kahire merkezli Al Watan Gazetesi’nin Yazı İşleri Müdürü Ahmed Elkhateeb, Mısır’ın Türkiye ile ilişkileri normalleştirmesi için ‘Türkiye’nin yerine getirmesi gereken 10 şart’ öne sürdü.


Bu şartlar;

Uluslararası hukuk kuralları olmadan iki taraf arasında deniz sınırı çizilemez. Türkiye’nin uluslararası deniz hukukuna uyacağını taahhüt etmesi gerekmektedir. Ankara, şimdiye kadar bu yasayı (BMDHS) imzalamayı veya tanımayı reddetti.
Kahire, Türk tarafının genel gözetime uygunluğundan emin olana kadar siyasi iletişim olmayacaktır. Mısır’a göre, terörizme destek veren devletlerle siyasi iletişim kurulmadığı için iletişim yalnızca güvenlik düzeyinde kalacaktır.
Doğu Akdeniz’de, Avrupalı müttefiklerle ve özellikle Yunan ve Rum taraflarla kapsamlı bir Türk anlaşması olmadıkça, Mısır-Türk anlaşması olmayacaktır.


Türkiye’nin Libya’dan siyasi, askeri ve güvenlik açısından ayrılması; Libya dosyasını tamamen terk etmek ve Libya topraklarına getirdiği çeteleri geri çekme sözü vermek.
Türk askerlerinin Suriye’nin kuzeyinden çekilmesi için bir takvim ortaya koymak ve Irak hükümeti ile Irak topraklarına asla müdahale etmeme sözü veren bağlayıcı bir anlaşma imzalamak.
Müzakereler Suudi ve BAE taraflarını içermeli ve Türkiye, son yıllarda Türkiye’nin Körfez ülkelerine karşı işlediği suçlardan dolayı özür dilemek zorunda kalacak. Ayrıca, Ankara Arap devletlerinin içişlerine karışmayacağına ve Arap ulusal güvenliğinin sınırlarına uymayacağına dair söz vermedikçe, Kahire Türkiye ile herhangi bir anlaşma yapmayacaktır.

Özellikle, Mısır’a ve genel olarak Körfez ülkelerine saldıran tüm Müslüman Kardeşler medya kuruluşlarının durdurulması. Türkiye, Müslüman Kardeşler’in herhangi bir siyasi faaliyetine kucak açmamalıdır.
Interpol’ün Türkiye’de bulunması istenen ve var olan herkesle ilgilenmek için elini serbest bırakmak ve özellikle Avrupalı yetkililere itiraz etmemek, özellikle onlarla ilgilenecektir (Kahire, onların iadesini talep etmiyor ve niyetinde değil). 

Dikkat edilmelidir ki Ankara, Mısır tarafını rahatlatmak için onları toplu halde Mısır’a teslim etmeyi teklif etti.
Mısır güvenlik yetkilileri, Türk rejiminin davranışını izleyecek ve önümüzdeki dönemde bu koşullara ne ölçüde uyduğunu kontrol edecek. Başka herhangi bir iletişime girmeden önce, Dışişleri Bakanlığı tarafından Mısır siyasi liderliğine bununla ilgili bir rapor sunulacak.
Türkiye’nin Mısır, Yunanistan ve GKRY ile deniz sınırlarını belirlemeden ve yukarıda belirtilen koşullar üzerinde anlaşmadan Doğu Akdeniz Forumu’na katılmaya davet edilmeyecektir.

Katar ile diplomatik bağların yeniden kurulması için buna benzer 13 talep öne süren Mısır ve Körfez müttefikleri, Katar’ın bu taleplerin hiçbirini kabul etmediği halde ablukayı sessizce sona erdirmişti.

Yararlanılan Kaynak

***

Akdeniz'de yeni güç mücadelesi: Türkiye'nin rolü ülkenin kaderi için kritik

Akdeniz'de yeni güç mücadelesi: Türkiye'nin rolü ülkenin kaderi için kritik


  Doğu Akdeniz'deki dengeler içerisinde Lübnan'ın önemli bir ülke olduğuna dikkat çeken ORSAM uzmanı Dr. Mustafa Yetim, Türkiye'nin Lübnan'da üstlenebileceği role ilişkin çarpıcı bir analiz kaleme aldı. Suriye'de meşru muhalefet ve Libya'da meşru hükümetle işbirliği çerçevesinde bu ülkelerdeki gelişmeleri şekillendiren Türkiye'nin, desteklediği aktörlerin önce sahada sonra da müzakere süreçlerinde daha etkili olabilmesini sağladığını belirten Yetim, 'Doğu Akdeniz'deki enerji rezervleri ve bu rezervlerin dünya pazarlarına ulaştırılması açılarından sahip olduğu stratejik önemin yanı sıra Lübnan gibi farklı mezhepsel-dini grupları içerisinde barındıran bir ülkenin Türkiye'nin istikrar sağlayıcı rolüne ihtiyacı olduğu açıktır.' değerlendirmesinde bulundu.

13 Kasım 2020 Cuma 12:24 - 

AA'da yer alan analiz şöyle:

Suriye iç savaşı ile Türkiye’nin Levant bölgesinde artan görünürlüğü, Libya’daki gelişmelerle takip eden yıllarda Kuzey Afrika bölgesine taşınmış oldu. Bölgesel istikrarı tehlikeye atan bu iki ve uzun soluklu iç çatışma sürecinde Türkiye’nin kalıcı askeri-siyasi güç olarak belirmesi, Doğu Akdeniz bölgesinin iki önemli kıyısını oluşturan Kuzey Afrika ve Levant bölgesinde Türkiye’nin desteğiyle belli bir düzeyde istikrarı ve çatışmasızlık ortamını beraberinde getirdi.

Diğer bir ifadeyle, Suriye’de meşru muhalefet ve Libya’da meşru hükümetle işbirliği çerçevesinde bu ülkelerdeki gelişmeleri şekillendiren Türkiye, desteklediği aktörlerin önce sahada sonra da müzakere süreçlerinde daha etkili olabilmesini sağladı. Bu durum Türkiye’nin bölgedeki kronik sorunlarla uğraşan Yemen ve Lübnan gibi ülkelerde de istikrar unsuru olabileceğine yönelik tartışmaları yoğunlaştırmış durumda. Bu kapsamda Türkiye’nin son dönemde Lübnan’a yönelik yoğunlaşan ilgisi hem bölgede hem de Lübnan’da çeşitli değerlendirmelere yol açtı.

- TÜRKİYE ALEYHİNE YÜRÜTÜLEN MEDYA KAMPANYASI

Türkiye’nin bahsi geçen bölgelerdeki istikrar temelli bölgesel aktivizmine ve dolayısıyla Lübnan’da artması muhtemel nüfuzuna üç ana yaklaşım olduğunu belirtebiliriz. Bunlardan ilki, Katar gibi ülkeler tarafından savunulan Türkiye’nin bölgedeki rolünün olumlu olduğuna ve desteklenmesi gerektiğine yönelik. Diğeri, rekabete dayalı olmasına ve Türkiye’nin artan bölgesel etkisinden rahatsız olmasına rağmen Ankara ile çatışmacı ilişkilerden ziyade işbirliği kanallarını geliştiren İran’ın tutumu. Üçüncüsü ise Türkiye’nin Doğu Akdeniz bölgesinde kalıcı hale dönüşen bölgesel aktör konumunu kendi çıkarlarına doğrudan tehdit olarak gören ülkeler ve bu ülkelerin-aktörlerin kontrolündeki medya organlarının oluşturmaya çalıştığı dezenformasyona dayalı algı. Bahsi geçen üç yaklaşımdan sonuncusunun Türkiye’nin son dönemde yoğunlaşan Lübnan yönelimine karşı geliştirdiği argümanları temel alan bu çalışma, bu argümanların temel hedeflerini, Türkiye’nin Lübnan politikasının boyutları ve dini-mezhepsel gruplarla olası ilişkileri üzerinden analiz ediyor.

Bu çerçevede Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), İsrail, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve bu bölgedeki eski sömürgeci güç Fransa, Türkiye’nin artan etkisini sınırlandırmak amacıyla siyasi ve askeri düzeyde adımlar atarken medyayı da bu amaçla kullanıyorlar. Özellikle kolonyal etkisini yeniden tahkim etme amacıyla bölgeye yönelen Fransa’nın, Arap Ayaklanmaları sürecinin getirdiği demokratikleşme süreçlerini tersine çevirmeyi temel hedef benimseyen Mısır, BAE ve İsrail'in yanı sıra Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) Doğu Akdeniz’deki haklarını hukuk dışı yöntemlerle yok saymayı amaçlayan Yunanistan ve GKRY gibi ülkelerle çok boyutlu ilişkiler geliştirdiği görülüyor. Dolayısıyla bahsi geçen ülkeler, Türkiye’nin istikrar unsuru olarak yer aldığı diğer ülkelerdeki faaliyetlerine yönelik kullandıkları söylemi Lübnan’daki girişimlerine yönelik de geliştirdiler. Bu bağlamda adeta ortak dil geliştiren bu ülkelerin medya organları, Türkiye’nin Lübnan’da “Sünnilerin koruyucusu olmayı amaçladığını”, “Müslüman Kardeşleri desteklediğini”, “İslamcı bir tutumu olduğunu”, “Kuzey Lübnan’da kendine bağlı gruplar oluşturmaya çalıştığını” ve dahası “Lübnan’a silah soktuğunu” ileri sürdüler. Bu çerçevede Ermenistan’ın dahi dillendirdiği bu temelsiz iddialar neticesinde bu aktörler, eski kolonyal güç ve Lübnan’daki kronik sorunların başlıca dış sorumlularından Fransa’yı Türkiye’yi genel olarak Doğu Akdeniz ve özel olarak Lübnan’da “dengeleyici” güç olarak desteklediler.

- YEREL AKTÖRLERLE İLİŞKİLER

Özellikle 2006’da İsrail-Hizbullah arasındaki çatışmalar sonrasında Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altındaki barış gücüne katkı sağlamasının ardından Lübnan ilgisi genişlemeye başlayan Ankara, 2010’da Hizbullah kontrolündeki bölge olarak bilinen Sayda’da Türk Travma ve Rehabilitasyon Merkezi’nin ve 2014’te Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) ofisinin bu ülkede açılmasını teşvik etti. Dahası Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB) gibi kurumların da Lübnan’da faaliyetlerinin yoğunlaşmasıyla Türkiye’nin Lübnan yaklaşımı belirginleşmeye başladı. Bu yaklaşım 4 Ağustos 2020’deki Beyrut Limanı patlaması sonrasında daha da açıklık kazandı ve patlamanın hemen ardından ülkeyi ziyaret eden Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Türkiye’nin Lübnan’daki hiçbir grup arasında ayrımcılık yapmadığını ve her grupla iletişim halinde olarak ülkenin ekonomik, siyasi ve diğer alanlarda yeniden yapılanması için “kazan-kazan” politikası izlediğini vurguladılar. Fransa’nın Lübnan’a yönelik yaklaşımını eleştiren Türkiye, Lübnan’da kolonyal amaçlar ya da kaynak sömürüsü için değil istikrar sağlama amacıyla bulunduğunu özellikle belirtme gereği duydu. Dolayısıyla her ne kadar özellikle Kuzey Lübnan ve Trablusşam’da Sünni ve Türk nüfusun bulunması nedeniyle Türkiye’ye yüksek oranda sempati duyulmasına rağmen Ankara, yapılan ziyaretlerdeki çok taraflı temaslardan da anlaşıldığı üzere, tüm taraflarla iletişim geliştirme amacını benimsedi.

Bu çerçevede İran tarafından desteklenen Hizbullah ile Suriye iç savaşında yaşanan siyasi-askeri çatışmalara ve Hizbullah’ın PKK-PYD terör örgütüne yönelik olumlu tavrına rağmen Hizbullah’ın Suriye’de İran-Türkiye işbirliğine itiraz etmediği görülüyor. Dahası Hamas ile güçlü ilişkileri bulunan ve Suudi Arabistan-BAE gibi ülkelerle ciddi sorunlar yaşayan Hizbullah’ın, bu konularda Türkiye ile benzer yaklaşıma sahip olduğu söylenebilir. Bu yüzden Hizbullah’ın da Suudi Arabistan-BAE gibi ülkelerin Lübnan’daki etkisini kırma ve İsrail’e karşı yeni bir denge unsuru olarak Türkiye’nin Lübnan’daki rolüne itiraz etmeyeceği ifade edilebilir. Türkiye’nin yaptırdığı bahsi geçen hastanenin Hizbullah’ın kontrolündeki bölgede yer alması Hizbullah’ın Türkiye’ye yönelik ciddi bir radikal tutum içinde olmadığının işareti olabilir. Diğer taraftan Hizbullah’ın yanı sıra Lübnan Şiilerinin diğer önemli figürlerinden ve Hizbullah’ın ilk Genel Sekreteri Şeyh Subhi Tufeyli’nin Türkiye’nin Suriye-Libya’daki girişimlerine yönelik olumlu açıklamalar yapması, Türkiye’nin “Mezhepsel” olmayan yaklaşımını doğrulayan ve önemli Şii aktörlerin de Türkiye’nin Lübnan’da artması muhtemel nüfuzunu mesele etmediğinin temel göstergelerden. Osmanlı döneminden kalma güçlü tarihi-kültürel bağların ışığında, Kuzey Lübnan’daki Akkar bölgesinde 50-80 bin arası Kavaşra Türkmenleri, 20-30 bin civarında mensubu bulunan Mardinli (Merdelli) topluluklar ve Sünni grupların da aracılığıyla Türkiye ve Lübnan arasındaki çok boyutlu ilişkilerin gelişmesinin zemini mevcuttur.

Diğer taraftan Şii ve Sünni grupların dışında, Maruni Hristiyan grupların, Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın Lübnan’ın kuruluşunun 100. yılı dolayısıyla yaptığı Osmanlı karşıtı açıklamalarda da görüldüğü üzere, Türkiye’ye yönelik belirli bir olumsuz tutum takındığı görülüyor. Maruni grupların geleneksel olarak Fransa tarafından desteklendiğini düşündüğümüzde söz konusu tavrın öngörülebilir olduğu söylenebilir. Diğer taraftan Maruni grupların da blok halinde aynı tavrı benimsemediği de belirtilmeli. Yani bu gruplardan bazıları İsrail ile olumlu ilişkilere sahipken diğer bazı gruplar Mişel Avn’ın oluşturduğu Özgür Yurtsever Hareket (ÖYH) gibi Hizbullah’la bir dönemdir ittifak halinde. Diğer bir deyişle Lübnan’daki mezhep gruplarında görüldüğü üzere Marunilerde de çoğulcu ve farklı yaklaşımlar söz konusu ve bu durum Türkiye’nin bazı Maruni gruplarla ilişkisini geliştirmesine kapı aralayabilir.
Türkiye’yle ilgili çok radikal şekilde olumsuz görüşe sahip olan gruplardan biri de Lübnan İç-Dış siyasetinde yeterince etkisi olmamasına rağmen Ermeni vatandaşlardır. Türkiye ve bu gruplar arasındaki ilişkilerin düzelmesinin Ermenistan’la siyasi ilişkilere ve Ermeni diasporasının faaliyetlerine bağlı olduğu söylenebilir.

- FRANSA'NIN "TARAFSIZ" OLDUĞU İDDİASI BİLİNÇLİ BİR ÇARPITMA

Lübnan’daki diğer önemli mezhep grubu Dürziler ve özellikle bu topluluğa öncülük yapan İlerici Sosyalist Partisi (PSP) açısından değerlendirdiğimizde Türkiye’nin, Beşşar Esed rejimi karşıtı tutumuna sahip olan ve Saad Hariri öncülüğündeki Gelecek Partisi’yle ittifak halinde bulunan PSP ile de belirli bir çerçevede ilişki geliştirmesi mümkün görünüyor. Bu yüzden Doğu Akdeniz’deki enerji rezervleri ve bu rezervlerin dünya pazarlarına ulaştırılması açılarından sahip olduğu stratejik önemin yanı sıra Lübnan gibi farklı mezhepsel-dini grupları içerisinde barındıran bir ülkenin Türkiye’nin istikrar sağlayıcı rolüne ihtiyacı olduğu açıktır. Farklı mezhep gruplarının arasındaki siyasi çatışmaların sistemsel bölünmelerle kronik hal aldığı Lübnan’da Türkiye destekli muhtemel bir istikrar ortamının Orta Doğu’daki diğer çatışma alanlarına da olumlu katkı sağlayabileceği söylenebilir.
Diğer taraftan kolonyal geçmişine ve ülkedeki kronik sorunların temel dış sorumlularından olmasına rağmen Fransa ve desteklediği bahsi geçen aktörlerin, Türkiye’nin istikrar sağlama merkezli Lübnan yönelimini, “Yeni-Osmanlıcı” ya da “Sünni merkezli” şeklinde nitelendirmesi tamamıyla ironik bir durum. Daha açık ifade etmek gerekirse, uzun zamandır çoğunlukla Marunilere endeksli bir Lübnan yönelimi benimseyen Fransa’nın bahsi geçen aktörler tarafından “tarafsız” ve “tüm gruplarlarla iletişim halinde” olarak sunulması ve kapsayıcı bir Lübnan yönelimine sahip olan Ankara’nın ise, “Sünni temelli” ve “işgalci” şeklinde addedilmesi mevcut ve tarihsel gerçekliklerin bilinçli çarpıtılmasına işaret ediyor. Halihazırda Lübnan kültürel ve tarihi sahasında güçlü bir zemini ve karşılığı bulunan Türkiye’nin, kendilerinden destek gördüğü Lübnan’daki Sünni ve Türkmen aktörlerin dışındaki diğer gruplarla da çeşitli alanlarda ortak noktaları ve buna bağlı olarak Lübnanlı yerel aktörler arasında uzlaştırıcı rol oynama kapasitesi bulunuyor. Dolayısıyla mezhep odaklı davranmadığını belirten, kapsayıcı ve insani yardım odaklı hareket eden ve Lübnan’ın her alanda yeniden inşa edilmesine katkı sağlayan aktör olarak Türkiye’nin, bahsi geçen kara propaganda merkezli söylemlere rağmen Lübnan istikrarına katkı sağlama potansiyeli yeterince yüksektir.
13 Kasım 2020 Cuma 12:46

***

Türkiye’nin Değişen Jeostratejik Vizyonu ve Doğu Akdeniz Politikası

Türkiye’nin Değişen Jeostratejik Vizyonu ve Doğu Akdeniz Politikası  


Türkiye’nin Değişen Jeostratejik Vizyonu ve Doğu Akdeniz Politikası ile bölgedeki Türkiye’nin politikasına odaklanmıştır.

Dr. Öğr Üyesi Murad DUZCU, 


Türkiye’nin Değişen Doğu Akdeniz Vizyonu, Nedenleri, Etkileri Tek tek takip etmesek de dış basında Türkiye hakkında çıkan haber ve yorumları görmemiz artık daha kolay. 

Bunun bir nedeni bu tarz haber ve yorumların sosyal medyada da …
11 Temmuz 2020

Tek tek takip etmesek de dış basında Türkiye hakkında çıkan haber ve yorumları görmemiz artık daha kolay. Bunun bir nedeni bu tarz haber ve yorumların sosyal medyada da paylaşılması, birinde yoksanız bir başka mecrada karşınıza çıkıyor. Bir diğer nedeni ise artık uluslararası medyada Türkiye hakkında daha çok haber yapılması, analizler yazılması. Bunların bir kısmı Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından finanse edilen ısmarlama karalama haber ve analizler. Ancak önemli bir kısmı ise otantik ve Türkiye’nin Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de, Balkanlar ve Doğu Afrika gibi geniş bir coğrafyada artan etkisiyle orantılı şekilde artmaktalar. Bu otantik analizlerin da bir kısmı kategorik olarak Türkiye karşıtı olsalar da Türkiye’nin artan etkisini objektif olarak değerlendiren ve bu etkiyi kırmaya yönelik kendi subjektif önerilerini geliştiren analizler.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz enerji denkleminde dışarıda bırakılmaya çalışılmasına karşılık atmış olduğu adımlar ile bu denklemi bozması özellikle Yunan ve Fransız medyasında ciddi bir rahatsızlık doğurmuş durumda. Aslında güncel Türk dış politikasını içeride kendi partizan saikleriyle eleştirenler sadece son birkaç haftalık Fransız ve Yunan medyasını takip etseler belki de kendi eleştirilerini gözden geçirir, en azından bu konuyu iç siyasete alet etmezlerdi.

Şahsen Yunanistan kanallarındaki tartışma programlarını takip edemiyorum ama Türkiye’nin tartışıldığı programları sosyal medyada yakalamak mümkün. Bu tarz programlar ana akım medyanın dikkatinden kaçsa da bireysel kullanıcılar tarafından fark edilip paylaşılabiliyor. Yine böyle bir programda aynı zamanda emekli bir amiral olan uzman konuklardan biri Türkiye için, benim de doğru bir kavramsallaştırma olduğunu düşündüğüm”bölgesel süper güç” tabirini kullandı.Konuklar Türkiye’nin iyi bir dış politika sonucu kazanımlar elde ettiğini dile getirirken Türkiye’nin kazanımları ve artan gücünden duydukları endişeyi saklamıyorlardı. Programda Yunanistan’ın Makedonya ile yaşadığı sorunları kendi çıkarlarına uygun şekilde aşabildiğini söyleyen uzman konuklardan biri, biraz da yuvarlayarak, 100 milyonluk bir Türkiye ile bu sonucu elde etmek mümkün değil diye devam etti. Gerçi henüz 100 milyon olmadık ama trendler önümüzdeki 20 yılda 100 milyon sınırını aşacağımızı göstermekte. Biz farkında olmasak da bu durum Yunanistan için büyük bir problem. Kurtuluş Savaşı’nı verdiğimiz dönem nüfus bakımından Yunanistan’ın iki katıyken şu an fark sekiz kata çıkmış durumda. Durumu Yunanistan açısından daha da vahim kılan yönü ise bu nüfusun yaş gruplarına dağılımı. Yunanistan nüfusunun üçte biri 55 yaşının üzerinde. 

Türkiye’de ise bu oran beşte birin altında. Türkiye nüfus büyüklüğü bakımından da, çok daha genç olan ortalama yaş bakımından da ciddi bir demografik avantaja sahip. Türkiye’de medyan yaş 31 iken Yunanistan’da 43. Türkiye’nin 15 yaş altı nüfusu tek başında tüm Yunanistan nüfusundan büyük.

Tabii nüfusu önemli kılan özelliği sadece kalabalık değil. Büyük nüfus büyük ordu, büyük pazar, ölçek ekonomisi demek. Hele ki o pazar kapasite ve otonomi açısından yükselen bir devletteyse daha da önemli oluyor. Nüfusu 90 milyona yaklaşan bir ülkede yerli ve milli sanayiinin gelişmesi, teknoloji üretmesi, küresel piyasalarda rekabet edebilecek noktaya gelene kadar iç piyasa ile sürdürülebilir olması, bu süreç içinde olgunlaşması mümkün. En azından benim görebildiğim kadarıyla Yunanistan medyasını en çok rahatsız eden özelliğimiz işte açılan bu nüfus farkı ve bu nüfusa binaen yükselen yerli sanayi ve büyüyen ekonomi.
Aslında Türkiye’nin ithal ikamesine dayalı yerli sanayiyi teşvik edici ekonomi politikaları daha önce de denenmişti ama hem o süreçte iç piyasa bu kadar büyük değildi, hem teknolojik imkanlar ve yetişmiş insan gücü daha yetersizdi hem de 1980’ler öncesi ithal ikameci ekonomi politikaları stratejik bir vizyon ortaya koyamadığı için kroni kapitalizm (ya da ahbap çavuş ekonomisi) denilen üretken olmayan, verimsiz bir sonuçtan öteye gidememişti. Ancak Türkiye’nin bugünkü büyük ve dinamik nüfusu, yetiştirdiği nice genç mühendisler, devlet desteğiyle hayata geçirilen nice projeler meyvesini pek çok alanda vermeye başladı bile. Bu dinamizm Kovid-19 salgınında ürettiği solunum cihazlarını neredeyse bütün dünya çaresiz kalmışken Avrupa’dan Brezilya’ya geniş bir coğrafyaya üretip ihraç edebildi. İşte Yunanistan’ı asıl tedirgin eden, bu örneğin de gösterdiği gibi, Türkiye’nin büyüyen nüfusunun stratejik bir vizyonla buluşması oldu.

Yazının başında son zamanlarda Yunanistan ile beraber Fransız basınında da Türkiye yorumlarının sayısının arttığını fark ettiğimi söylemiştim. Ülkenin en etkin gazete ve dergileri peş peşe Türkiye analizleri yayınlamaktalar. Son iki hafta içinde Le Figaro‘dan Le Point‘e pek çok mecrada bunun örnekleri görülmekte. 

Bu mecralardaki analizler ise Yunanistan’dakilere nazaran daha çok kendi hükümetlerine öfkeli görünmekteler. Fransa’nın özellikle Libya’da desteklediği savaş lordu Hafter’in başkent Trablus merkezine birkaç kilometre kadar yaklaşması ancak Türkiye’nin denkleme girmesiyle önce başkent kuşatmasının kırılması ardından Hafter’in tek tek pek çok mevzide yenilerek geri çekilmesi Fransız kamuoyunu Macron’a karşı öfkelendirdi. Kuzey Afrika gibi Fransa’nın yüzyıllardır arka bahçesi olarak gördüğü, halen sömürgeci refleksleriyle davrandığı bir coğrafyada Türkiye’nin Rusya, BAE, Mısır ve Fransa gibi ülkelerin tüm çabalarına rağmen ülkenin meşru hükümetini Hafter işgalinden kurtarması Le Point‘e “Akdeniz Türk gölü mü oluyor?” sorusunu sordurdu. Tabii ki Akdeniz Türk gölü olmadı, halen daha küresel ve bölgesel güçlerin Akdeniz üzerindeki güç mücadelesi sürüyor ama Türkiye’nin buradaki etkisinin arttığı, burada Türkiye’yi dışarıda bırakacak bir planın işletilemeyeceği de aşikar oldu. 

Türkiye’nin Kardak kayalıklarındaki egemenlik hakkının korunması da Doğu Akdeniz enerji yataklarındaki hakkının korunması da artık daha geniş bir perspektifle değerlendirilmekte. Yunanistan’ın hak iddia ettiği ama Türkiye’nin kıyılarına neredeyse bitişik kayalıklara artık sadece kıyıdan değil öte yakadan, ta Libya’dan da bakabilen bir bakış bu. 

Akdeniz ve Ege’de söz sahibi olmak için Akdeniz’in öte yakasındaki deniz komşularının da denkleme dahil edildiği, o komşularla ittifaklar kurulabildiği, o müttefiklere askeri ve diplomatik destek sağlandığı, o destek sayesinde müttefik ülkelerin sonsuz bir iç savaş ve darbe çukuruna yuvarlanmaktan korunduğu geniş bir stratejik bakışın Türkiye tarafından işletildiği gözlemlenmekte. Batı medyasının da radarına yakalanan bu stratejik atılım Türkiye’de iç siyasete malzeme edilip gereksiz eleştiriler alsa da Türkiye artık daha büyük, sıklet atlayan, daha vizyoner bir ülke. Artık Türkiye’nin masada ve sahada mücadele ve müzakere ettiği ülkeler 10 milyon nüfuslu, küçük ekonomili, büyük güçlerin sponsorluğunda ve desteği ölçüsünde var olabilen ülkeler değil, Rusya gibi, Fransa gibi küresel ve bölgesel ağırlığı hissedilen, güç parametreleri açısından Türkiye’nin sıkletinde olan ülkeler. Bu atılımın devamı ve bölgede somut kazanımların sürdürülmesi için ise Akdeniz’i daha geniş bir perspektiften görebilen bu stratejik bakışın korunması elzem.
[Sabah, 11 Temmuz 2020]