21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 2
Soğuk Savaş döneminde Nasır'ın Mısır'ı bölgede lider olmaya çalışmış ve çok etkili olmuştur bu dönemde Rusya ile yakınlığı bilinen Nasır'ın dışında bölge liderleri hep ABD ile ortak büyük ölçüde paralel politikalar izlemektedirler. ABD'nin bölgeyi ne kadar ciddiye aldığını General Eisenhower'ın şu sözleriyle örneklendirebiliriz: “Yalnız coğrafya bakımından bile bütün dünyada, stratejik yönden Ortadoğu’dan daha önemli bir bölge yoktur. Bütün gücümüz ve araçlarımızla örgütlenme yeteneğimiz den, sevk ve idaremizden faydalanarak, Ortadoğu’yu kazanmak zorundayız.”
Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi bölge dünyanın her an kriz geçirmeye müsait olan kalbidir.
Bunların dışında bölgede geleneksel ve demokratik rejimler yan yanadır.Bölgenin en demokratik ülkesi Türkiye, ekonomik olarak en iyi durumda olan ülkeler ise Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi gözükmektedir. Katar'da yaklaşık 100,000 dolar olan kişi başına düşen milli gelir 70.000 dolar ile Birleşik Arap Emirlikleri ve 25.000 dolar ile Suudi Arabistan, Bahreyn ve Umman izlemektedir. 2011 Tunus da başlayıp tüm bölgeye yayılma eğilimi gösteren en son Suriye'de hala bir çok cana mal olan hareketlerin bölgeye ne kadar demokrasi ve refah getireceği de bir başka irdelenmesi gereken sorundur.
Libya'nın eski liderini sokakta sürükleyip öldürenlerin veya Mısır'da devlet geleneğinin ne olduğu kavrayamayan ve bilmeyen insanların bölgeye refah getirmesini beklemek çok fazla iyimser olmak demektir.Demokrasinin kanla geleceğini savunup Avrupa'yı örnek gösterenler artık 21.yy da yaşadığımızı er ya da geç hatırlamalarını umuyoruz.
Aynı zamanda bölge ülkelerinin bir olumsuz özelliği de aşırı reaksiyoner ve mezheplere sıkı sıkıya bağlılık bölgenin istikrarsızlaşmasına sebep olan faktörlerden biridir. Vahabizm'in savunucusu olan Suudi Arabistan bölgede diğer mezhepleri dışlamakta olması ve bu bağlamda bölgenin bir bütünlük gösterememesine örnek olarak verilebilmektedir.Aynı zamanda aşırı reakiyoner davranışlara da en güzel örnek İslam Konferansı Örgütü'nün kurulmasıdır.
El-Aksa camiinde çıkarılan yangına tepki vermek amacıyla bir gecede plansız programsız kurulması bölgenin günlük olaylar karşısında plan yapmadan sadece reaksiyoner davranarak karşılık vermesine örnektir.Bu gibi davranış kalıpları bölge devletlerinin enerjisini boşa harcamasına ve sonuç olarak da kendi yaşadıkları bölgede etkili olamamalarına sebebiyet vermektedir.
1. AKP İKTİDARI ÖNCESİNDE ORTA DOĞU İLE İLİŞKİLERİN DURUMU
1.1. 2000-2003 Yılları Arasında Türkiye'nin Orta Doğu Politikası
2000'lerin başında dünya kamuoyu El-Aksa intifadası olarak da bilinen İkinci İntifada ve 11 Eylül saldırılarıyla yeniden Orta Doğu'ya dikkatini vermiştir.
11 Eylül saldırılarıyla birlikte ABD'nin Irak ve Suriye üzerinde baskılarını arttırmasıyla bölge ülkesi olan Türkiye'yi de derinden etkilemiş, bunun farkına varan Türkiye ise özellikle Irak, Suriye ve Filistin konularında daha etkin bir politika izlemeye başlamıştır.
AKP'nin iktidara gelmesine kadar olan süreçte hükümetin ana ortağı olan ve aynı zamanda dışişleri bakanlığını elinde bulunduran Bülent Ecevit liderliğinde ki Demokratik Sol Parti ''bölge tabanlı dış politika'' olarak adlandırdığı stratejisi Türkiye'nin Batı ile bağlantılarını bozmadan bölge ülkeleri ile ilişkileri iyileştirmeyi amaçlamaktaydı. Kasım 2000 de etkilerini gösteren ama Şubat 2001 kriziyle birlikte Türkiye özellikle Arap ülkeleri pazarına daha çok ihtiyaç duymaya başlamış ve 2000'de Komşu ve Çevre Ülkeler ile Ticareti Geliştirme Stratejisi çerçevesinde bu ülkelerle ticareti arttırmaya başlamıştır.
Yani AKP iktidarı öncesinde zaten ilişkilerde iyileşme söz konusu olmuş ve en önemli adımlar atılmaya başlanmıştır.
Ocak 2000'den Kasım 2002'ye kadar olan dönemde Türkiye'nin Irak politikasının iki önemli ayağı vardır.1990'lar boyunca BM yaptırımlarıyla sekteye uğrayan ticareti geliştirmek ve Irak'a olası ABD müdahalesini önlemek için ABD, Irak ve diğer bölge ülkeleri ile girişimlerde bulunmak. 1999'da PKK'nın ateşkes ilanıyla bölgenin bir nebze de olsa güvenli olmasını Türkiye iki ülke arasında ticareti arttırmak için kullanmaya çalışmıştır. Körfez krizi öncesinde yaklaşık üç milyar dolar olan iki ülke arasında ki ticaret yaptırımlar yüzünden bir milyar dolar seviyesinde seyretmeye başlamış bu da iki ülke arasında ki potansiyel ticaret hacmin yaklaşık beşte biri olarak görülmekteydi.
Dönemin Dış Ticaret Müsteşarı Kürşat Tüzmen 2000-2003 dönemleri arasında tam 8 kez Bağdat'ı ziyaret etmiştir ve iki ülke arasında yaklaşık 20 yıldır işlemeyen demir yolu hattı Mayıs 2001'den itibaren yeniden hizmete açılmıştır. Türkiye'nin Irak'a olası bir askeri müdahale istememesinin nedenleri iste oluşacak bir Kürt devleti tehlikesi ve gelişmeye başlayan ticaretin yeniden darmadağın olmasından korkmasıdır.
Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in 1998'de formüle ettiği Komşuluk Forumu yeniden gündeme getirilmiş ve bu forum nezdinde ABD'nin olası müdahale kararına karşı çıkmaya başlamıştır.
Bu forum AKP iktidarı döneminde oluşturulan Irak'a Komşu Ülkeler Toplantılarına ve Suriye'nin Dostları Konferansları'nın ilham kaynağı olmuştur. Türkiye Irak'ı birçok kez BM kararlarını uygulamasını yoksa ABD işgalinin gerçekleşme olasılığının çok ciddi olduğu konusunda uyarmasına rağmen sonuç alamamıştır.
1998 yılında Suriye ile Türkiye arasında imzalanan Adana Mutabakatı gergin olan ilişkileri yumuşatmaya başlamıştır. En nihayetinde dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Hafız Esad'ın cenazesine katılmasıyla daha gelişmesine neden olmuştur.Aslına bakılırsa gergin olan ilişkilerin nedenleri hala çözülmüş olmasa da işbirliği potansiyelinin daha yüksek alanlardan başlayarak problemleri çözme yolu Türkiye'nin ana stratejisi olmaya başlamıştır çünkü daha öncelerinde Hatay sorunu ve su meselesi olarak bilinen problemler Türk Dışişleri tarafından ilişkilerin gelişmesi için ön koşul olarak tutulmaktaydı. 2000'li yıllarla birlikte Adana Mutabakatı çerçevesinde geliştirilmeye başlanan ilişkiler önemli ivmeler kazanmış başta güvenlik olmak üzere bir dizi ikili anlaşmalar imzalanmıştır.Bu sayede daha önceleri en önemli sorunlar arasında gösterilen su meselesi ve güvenlik iki ülke arasında temel işbirliği alanı haline gelmiştir.Kamuoyunda oluşan AKP iktidarı öncesinde ki dış politikanın zayıflığı algısı aslında ne kadar yanlış bir algılama olduğunun en açık örneklerinde birisidir gelinen bu nokta. 1993'den beri işlemeyen demiryolu hattı da yine bu dönemde 2001 yılında kullanıma açılmıştır.
Eylül 2000 yılında Filistin topraklarında başlayan direniş Türkiye'nin dikkatini yeniden bu bölgeye çekmesine neden oldu ve bu bağlamda dönemin dışişleri bakanı İsmail Cem 2000-2002 yılları arasında çatışmalar sürerken tam beş kez Filistin ve İsrail'e ziyarette bulunacaktır. Türkiye yaşadığı krize rağmen Ecevit ve Arafat arasında telefon ve mektup trafiği Türkiye'nin ne olursa olsun dış politika da etkin olmaya çalıştığının göstergesidir.12 Ekim 2000 yılında dış işleri bakanlığınca yapılan yazılı açıklamada El-Aksa intifadasına sebebiyet veren hadiselerden İsrail tarafını sorumlu tutması o dönemde hükümet kanadının içinden tepki alsa da BM Genel Kurulu'nda kınama cezaları oylamalarında Türkiye yine Filistin lehine oy kullanmıştır.
Mart 2002'de İsrail'in Filistin Ulusal Yönetimi'nin merkezi olan Ramallah'ı işgal etmesiyle birlikte yapılan eleştirilen daha da sertleşti ama kuşkusuz en serti bir gün sonra düzeltilmeye çalışılsa da Bülent Ecevit'in parti grubu toplantısında İsrail'in bu yaptığını soykırım olarak nitelendirmesi olacaktı.
Her ne kadar sert tepkiler verilse de İsrail ile ilişkilerin zarar gelmemesi için çaba gösterilmiş ve sadece söylem düzeyinde kalmasına özen gösterilmiştir.
Aynı hadiseye Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın seçimlerden önce Davos Zirvesi'nde İsrail Cumhurbaşkanı'na karşı olan tepkisinde de rastlamaktayız.
1990'lar dan beri süre gelen istikrarsızlıklar ve en sonunda patlak veren ekonomik kriz Türkiye'nin etkin olması yönünde bu dönemde hep engel olmuştur.
Ülkede ki ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar ülkenin enerjisini harcayarak ve en nihayetinde bu dönem ilerde gelecek olan iktidarın seçim propagandası haline gelecektir.Bizden önce diye başlayan bu söylemler dönemin siyasilerini itibarsızlaştıracak ve başarısız, beceriksiz olarak algılanmalarına sebep olacaktır ama siyasi konjonktür göz önüne alınarak ve objektif bakış açısıyla bir değerlendirme yapıldığı takdirde bu durumun tam da böyle olmadığı görülmektedir.
1.2.Türkiye'nin Orta Doğu Politikasını Belirleyen Dinamikler
21. yy. başlarında Türk dış politikasında içsel-dışsal faktör ve aktörlerin rolü ve etkileşimi önemini muhafaza etmiş, ancak küreselleşmenin etkisiyle her iki etken boyutunda da belirgin çeşitlenme ve karmaşıklaşma gözlemlenmiştir. 20. yy sonlarına doğru artan demokratikleşme söylemleri kapsamında, toplumsal aktörlerin dış politika yapım sürecine daha fazla aktif bir şekilde katılmaya başlandığı dönemin başlangıcı olarak sayılabilir.
Bu anlamda küreselleşme marifetiyle dünya geneli dış politika yapım sürecinde içsel ve dışsal faktörlerin iç içe geçmesi sonucu doğurmuş olmasına karşın, jeopolitik ve jeostratejik sebeplerle bu Türkiye'de daha da karmaşıklaşma eğilimi göstermiştir.
AKP iktidarıyla birlikte iç ve dış politikanın bir bütün olarak ele alınacağı söylenmeye başlamıştır. Bu durum Hükümetin programında şu şekilde yer almıştır:
''Türkiye'nin bölgesel hayat sahası çok riskli bir jeopolitiğe karşılık gelmektedir. Bu da Türkiye'de iç politika ve dış politika eksenleri arasında ki mesafeyi ortadan kaldırmaktadır. Türkiye'nin iç politik dinamikleri ile dış politik dinamikleri dünyanın pek çok ülkesinden daha fazla etkileşim içindedir. Türkiyemizin dış politikası halkımızın yediği ekmeği doğrudan etkilemekte, iç siyasetin güçlü ve kaliteli olması ülkemizin bölgesel ve küresel çıkarlarının teminatı olmaktadır.''
Bütün bunlarla beraber Türkiye'nin Orta Doğu politikasında önemli unsurlardan biri de enerji temini ve ekonomik çıkarlar olmaktadır.
Özellikle 2003 yılından itibaren AB ülkelerinin ihracattaki payı %58 seviyesindeyken bu pay 2012 yılına gelindiğinde %38'lere kadar düşmüştür.
Ciddi anlamda azalma gösteren AB pazarında yaşanan kayıplar Yakın ve Orta Doğu ülkelerinin bulunduğu pazar da kapatılmaya çalışılmıştır.
Türkiye'nin Avrupa'da yaşanan krizden dolayı pazar çeşitliliğini arttırma politikası meyve vermiş ve 2012 yılında bu ülkelerin ihracattaki payı %27.8'e yükselerek tarihi bir noktaya gelmiştir. Enerji alanında da aynı gelişmelere paralel olarak Türkiye enerji ithalatını sürekli çeşitlendirmeye çalışmaktadır.
Bu anlamda özellikle doğal gaz konusunda yaşanan Rus bağımlılığı yine Orta Doğu ülkeleriyle aşılmaya çalışılmaktadır.
Türkiye'nin Orta Doğu politikasının belirlenme aşamasında diğer önemli bir unsur da uluslararası sistem olmaktadır.
Uluslararası sistemde olan değişiklikler Türkiye'nin yeniden yapılanmasına bununla beraber de yeni bir Orta Doğu planlamasına neden olmaktadır.
Cumhuriyetin kurulmasından bu yana yaşanan büyük değişimlerde Türkiye her zaman farklı bir yapılanmaya gitmiş, son SSCB'nin bölgeden çekilmesiyle Türkiye daha etkin bir Orta Doğu politikası izlemeye başlamıştır. 1991-2002 yılları arasında yeterli ekonomik gücü bulunmayan Türkiye, bölgeye ekonomik ve siyasi olarak bölgeye angaje olma konusunda zorluklar çekse de 2003 yılı itibariyle iyileşme içerisinde gözüken ekonomi Orta Doğu bölgesine daha kolay angaje olma durumu yaratmıştır.
Uluslararası sistemin etkileri aşamasında en fazla Türkiye'yi etkileyen faktörler ABD ve AB ülkeleri olmaktadır. ABD ve AB'nin sürekli olarak bölgede çıkan krizlere müdahale etmesi AB ve ABD'nin Türkiye'nin Orta Doğu politikasını belirleyici bir konuma gelmesini sağlamaktadır. Bu bağlamda ABD'nin Irak ve Afganistan işgaliyle, AB'nin Libya müdahalesi ve Mısır politikaları Türkiye'yi oldukça olumsuz etkilemekle birlikte, yeniden politik düzenleme yapması gerektirmiştir.
3. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder