28 Eylül 2021 Salı

21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 3

 21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 3



2. AKP İKTİDARI DÖNEMİNDE TÜRKİYE-ORTA DOĞU


  Sovyet Rusya'nın dağılmasının ardından oluşan durum Batı dünyasında bir süre hoşnutluk duygusu yarattı. Artık Batı sistemi dünyaya egemen olacak ve çatışmalar sona erecekti. Ama bunu hemen ardından bir sistemin devam edebilmesi için bir öteki yaratmak gerekli olduğu anlaşıldı ve eskiden komünizmin aldığı yeri şimdi dinsel bir öteki devralmıştır.  Artık mücadele ideolojiler arası değil medeniyetler arası olacaktır.  İlk defa 1990 yılında Bernard Lewis tarafından kullanılan medeniyetler çatışması tezine göre 1648 Westfalya Barışı'ndan itibaren uluslararası politikanın odak  noktaları sırasıyla krallar, uluslar ve ideolojiler arasında mücadeleler olarak gerçekleşmiş idi. Soğuk savaşın bitmesiyle beraber ise artık bu mücadele medeniyetler arası olacaktı. Müslüman medeniyetinin kalbi olan Orta Doğu ise bu mücadeleden düşen payı fazlasıyla alacak ve Batı medeniyetleri Irak, Afganistan, Sudan gibi müslüman ülkeleri işgal edecekler, ama daha önemlisi neredeyse bütün Orta Doğu'da çıkan krizlerin başlıca nedeni bu medeniyetler çatışması tezini doğrular nitelikte olacaktı. 

ABD haydut devlet olarak nitelediği beş ülkeden (K.Kore, Küba, Libya, Sudan ve Suriye)  üç tanesi ve Oğul Bush'un Şer Ekseni olarak nitelendirdiği üç ülkeden (İran, Irak ve K.Kore) iki tanesinin Orta Doğu'da bulunan devletler olması bu bölgenin ne kadar karışacağını daha o zamanlar ortaya koymuştur.

  2000’li yılların başından itibaren Türkiye'nin Orta Doğu'ya yönelmesinin başlıca sebepleri; AB tarafından Türkiye'ye uygulanan çifte standartlı politikalar ve Türkiye'nin yeni politika arayışları, 2009 Kriziyle birlikte Avrupa'yı eski cazip halinden çıkarmış olması ve bu kriz dolayısıyla azalan Avrupa pazarına ikame olarak Orta Doğu'nun görülmesi, 2003 yılında ABD'nin Irak işgali ile birlikte ABD'ye duyulan güvenin derinden sarsılması, Irak'ta ABD'nin dış güç olarak yarattığı yıkıma bölgenin önde gelen ülkelerinde olan Suudi Arabistan ve Mısır'ın bu politikalara karşı çıkamaması(burada eklemek gerekirse İran bu müdahaleye çok sert tepki vermesine rağmen izole olmuş olmasından kaynaklanan yalnızlığından dolayı lider ülke konumuna sahip olamamıştır.). 

  AKP'nin Kasım 2002'de başa gelmesiyle birlikte Türkiye siyasi ve ekonomik istikrar sağlanmış ve bu değişiklik çok tabiidir ki Orta Doğu politikalarının değişimine de yansımıştır. 2002-2009 yılları arasın da başbakanlık danışmanı Mayıs 2009 itibariyle de dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu temel stratejilerini Stratejik Derinlik doktrini çerçevesinde belirmiştir. Bölgeye ve problemlere daha fazla angaje olan, daha etkin, problem çözen ve arabulucu olarak komşularla sıfır sorun politikasının da başlangıcı olmuştur.Belirttiğimiz gibi İsmail Cem'in dışişleri bakanlığı döneminde de bu politikanın izlerini bulmak mümkün olsa da dönemin siyasi gerçekliği bunu uygulamanın önünde engel teşkil etmiştir.Bu dönemde Irak, Filistin ve Lübnan'da ki krizler Türkiye'nin bu stratejilerini uygulama zemini hazırlamış ve kısa süreli olacak da olsa Türkiye bölgede tek başına etkin olmasına neden olmuştur.  

1 Mart tezkeresinde Türkiye'nin ABD alehinde aldığı karar büyük bir etki yaratmış ve Türkiye'nin Orta Doğu'da lider ülke imajına çok büyük katkı sağlamıştır.   

Bu yıllara bakıldığında Türkiye'nin Orta Doğu politikası daha önceki yıllarda olduğu gibi bölgede ki komşuları olan İran, Irak ve Suriye odaklı gelişmekteydi. 

  Türkiye'nin bölgeye daha çok angaje olma, problem çözme gibi düşünceleri 1991 Körfez Savaş'ına dayanmaktadır.Bu dönemde Türkiye ABD yanına taraf olmasına rağmen ve ABD Türkiye'nin hassasiyetlerini hiçe sayan politikaları bir anlamda Türkiye'nin gözünü açmış olacak ki 1 Mart 2003 Tezkere'si TBMM'den geçmemiştir.Bölgede etkin olma stratejisi bir nevi Adana Mutabakatı ile başlasa da en nihayetinde AKP Hükümeti ile birlikte tam rayına oturma görüntüsü göstermektedir.

  2010 yılının ortalarına kadar AKP hükümeti Orta Doğu'da çok etkili politikalar sürdürdü. Daha çok genç bir hükümetken bile 2003 yılında ki 1 Mart Tezkeresinde salt ülke çıkarları adına verilen karar bu politikaların başlangıcı olarak görülebilir.Dönemin Amerikan Başkanı Bush'un Türkiye'nin yaptığı politikalarını ''At Pazarlığı'' olarak adlandırması aslında ABD'nin ne kadar öfkeli olduğunun açık bir kanıtı olmuştur. Hatta bazı Amerikan kanı önderlerinin Türkiye'nin ihanet ettiğini ve artık Irak'ın yeniden inşasında aktör olamayacağını söylemeleri bu kararın ne kadar büyük bir etkisinin olduğunu ortaya koymaktadır. Uluslararası kamuoyunda ki hiç kimse Türkiye'nin ABD'nin teklif ettiği hibe ve kredileri geri çevireceğini tahmin etmemekteydi. 

1991 Körfez Savaşı'ndan ağzı yanan Türkiye bu kez bu politikaya alet olamamış ve aynı zamanda bölgede karizmatik bir ülke konumuna gelmeye başlamıştır. 

Gerçi sonradan ufak tavizler verilmiş olsa da yine de Türkiye çok başarılı bir politika izlemiş olacaktı.  Bu politikalarla birlikte ekonomik olarak da bölgeye angaje olmak isteyen Türkiye büyük bir başarı elde etmiş 2000 yılında 5 miyar dolar olan ticaret hacmi 2011 yılına gelindiğinde 45 milyar dolar olmuş ayrıca bölgede ki ticaretten senede yaklaşık 7 milyar dolar dış ticaret fazlası vermektedir.Bu bağlamda Türkiye yüzde 8,5 ile dünyada Çin'den sonra en çok büyüyen ikinci ülke olmasının altında yatan en büyük gerekçelerden birisi de Orta Doğu'da uygulanan etkin ekonomik politika olmasıdır.

  Bütün bu bölgede bağımsız ve salt Türkiye çıkarları adına etkin olma stratejilerinin de bir sonu olacaktı.Bu son herkesin beklediğinden daha geç olsa da 31 Mayıs 2010 tarihinde İsrail'in uluslararası sularda bir Türk gemisine yaptığı saldırıyla beraber gelmiş oldu.Bu saldırı sonrası bir rüyadan uyanan Türk hükümeti çok geçmeden Orta Doğu'da ABD ve İsrail'in çıkarlarını yok sayarcasına bir politika uygulayamayacağını anlamış oldu.Zaten bu tarihten sonra Orta Doğu'da çıkan her krizde Türkiye yanlış adımlar atmış bu bağlamda daha sert politikalar uygulamış ve bizzat Başbakan Erdoğan Libya krizinde ilk NATO'nun ne işi var orda diyerek adeta emperyalizme karşı çıkan bir üçüncü dünya ülkesi tavrı ortaya koymuştur.Nitekim daha sonra Erdoğan yaptığı açıklamada NATO'nun orada olmasından duyduğu memnuniyeti açıklamakta çok geç kalmamıştır.

  Bölge politikaları itibariyle belki de yapılan en büyük hata Suriye meselesinde yapılmıştır. Öyle ki Hatay'da muhalif güçleri destekleyen Türkiye, Şam'da bulunan Esad rejimine karşı bu muhaliflere yardımda bulunmuş ama kimse yaklaşık 500 km uzakta olan Şam'ın Hatay'dan yapılan takviyeler le yıkılmayacağını öngörememiş ve hala öngörememektedir. Esad güçlerinin yıkılması bağlamında daha ileride Kürt açılımı kullanılarak Abdullah Öcalan ile görüşülecek ve  burada bulunan PYD güçlerinin muhalif kadroya katılması için PKK lideriyle pazarlıklar yapılacaktı.

  2010 tarihine kadar sürekli tekrarlanan ve seçimlerin baş vaadlerinden olan komşularla sıfır sorun politikası darbe üstüne darbe yemekteydi.  

Suriye krizi,  Mısır desteklenen Müslüman Kardeşler lideri Muhammet Mursi'nin iktidardan uzaklaştırılması, Irak'ta yaşanan gelişmelere önlem alınamaması, Yunanistan ile yaşanan gerginlikler derken sıfır sorun stratejisi bir bakıma sıfır çözüm stratejisine dönüşmüş idi.

2.1. Irak


  2000'li yılların belki de en büyük gelişmesi 49 ülkenin koalisyon güçleri olarak söylenen ama aslında ABD önderliğinde, İngiltere ile Irak'ın 2003 baharında işgal edilmiş olmasıydı. İşgal sürecinde Türkiye ve diğer Arap ülkeleri ortak kaygı ve çıkarlara sahip gözükmekteydi. 

Bu bağlamda dönemin Başbakanı Abdullah Gül Suriye, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve  İran'ı kapsayan ilk bölge turu Irak konusunda çıkarların belirlenmesinde büyük rol oynamıştır. 

1990'lar da oluşturulmaya çalışılan Komşuluk Forumunun başarılı bir yeniden denenmesi sayılabilecek bu girişim sonunda Irak'a Komşu Ülkeler Toplantıları adıyla periyodik olarak düzenlenecek bir bölgesel dayanışma mekanizması oluşturuldu ve ilk toplantı 23 Ocak 2003'de İstanbul'da yapıldı. 

  Bölge ülkelerinin çoğu Saddam rejimine karşı olsa bile işgalin getireceği belirsizliği istememekteydi. Bu anlamda Türkiye'de işgale kadar olan kısımda Saddam rejimiyle uluslararası kamuoyunu barıştırmaya çalışmıştır.Göreli olsa da istikrarlı bir ülke olan Irak'ın istikrarsızlaşması bölge ülkelerini ama özellikle komşusu olma sebebiyle Türkiye'yi derinden  etkileyecek olduğunu o zamanlar Türk kanı önderleri farkına varmışlardır. 

Irak'ın kuzeyinde yaşayan Kürt grupların otorite boşluğundan yararlanması ileride olası bir Kürt devletine giden yol başlı başına Türkiye için sorun teşkil etmekteydi. 

Bunun üstüne PKK'ın bu bölgeleri mesken haline getirmesi kontrolü çok zor olan coğrafyayı Türkiye açısından kriz bölgesi haline getirecektir. Sadece Türkiye açısından değil Irak'ın olası parçalanması bölgede çok etnikli veya çok mezhepli yapılar üstüne kurulmuş devletleri de zora sokma olasılığı çok yüksekti.

Komşu ülkelerin Irak üzerinde fikir birliği yaptıkları noktalar ise, Irak'ın toprak bütünlüğü kesinle korunmalıdır, Irak'ın doğal kaynakları tüm Irak halkına eşitçe dağıtılmalıdır, işgal güçleri bir an önce çekilmeli ve BM ülkede etkin hale gelmelidir, ülkede faaliyet içinde olan ve komşu ülkeleri tehdit eden terör grupları etkisiz hale getirilmeli ve ülkede siyasal ve ekonomi yapı düzeltilerek merkezi otorite güçlendirilmelidir. Diğer bir taraftan İran'ın ülkedeki Şii grupları üzerinde ki etkinliği bölgede ki diğer Sünni ülkeleri oldukça rahatsız etmekte özellikle Türkiye Sünni gruplar üzerinde 2005 yılından itibaren siyaset yapmaya çalışsa da şu ana kadar İran'ınkine benzer bir etki alanı yaratamamıştır. Bölge ülkelerinin üzerinde mutabakata vardığı ve kesinlikle kabul edilemez saydığı olgu ise Irak'ın kuzeyinde bulunan Kürtlere bağımsızlık verilmemesiydi. Bu sorun Türkiye, Irak ve Suriye arasında stratejik bir yakınlaşmaya sebep olmuştur.

  Irak işgaline giden süreçte Türkiye aslında çok net bir tutum sergilememiştir. Pek çok ayrı tutumu bir arada sergileyen Türkiye bir taraftan savaşı önlemeye çalışırken, aynı anda ABD ile iyi ilişkilerini devam ettirmek, Arap dünyasıyla iyi geçinmek ve Türk kamuoyunu mutlu etmek istiyordu. 

Kamuoyunda Irak'ın Türkiye'ye bir tehdit olmadığı fikri paylaşılmakla beraber iki karşıt düşünce belirmekteydi.Bu düşüncelerden ilki olası bir savaşta Türkiye'nin stratejik çıkarları gereği ABD ile birlikte hareket etmesi gerektiği, aksi taktirde Türkiye'nin oluşan durumlarda söz hakkının olamayacağı, 

Kürtlerin daha fazla güçleneceği, Türkmenlerin hakkının yok sayılacağı ve ABD ile ilişkilerin zora gireceği savunulmaktaydı.  Türkiye'nin savaşa girmezse kaybedeceği görüşünü savunan bu görüşe mensup bazı kişiler daha ileri giderek Türkiye'nin Irak'a girerek Musul ve Kerkük'ü geri alması gibi romantik milliyetçi söylemlerde de bulunmuştur. Diğer düşünceye göre ise Türkiye savaş dışı kalmalıydı. Bu savaş başkasının savaşı olduğunun altı çizilmiştir. 

Bu söylem dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök tarafından da Diyarbakır'da dile getirildi. Aynı zamanda Özkök bu savaşın 1991 Körfez Krizi gibi ağır ekonomik bunalımlar getireceğini dile getirmiş, Türk toprağına ABD askerinin konuşlanmasına dikkat çekmiştir. Bir taraftan Türkiye'ye ABD askerinin gelmesi fikri 1. Dünya Savaşına dair hatıraları akla getirirken egemenlik bağlamında da sorunlu görülmüş, diğer taraftan Türk askerinin ABD komutası altında savaşa girmesi sakıncalı görülmüştür. 

  Kasım 2002'de göreve gelen yeni hükümet 27 Aralık 2002 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan karara göre ABD ile Irak'ın kuzeyinden bir cephe açma konusunda müzakerelere başlanmıştır. Bu toplantıda ayrıca Türkiye'nin Irak konusunda kırmızı çizgileri belirlenmiştir: Bağımsız bir Kürt devletinin kurulması, Türkmenlerin güvenliklerinin sağlanması ve Kerkük ve Musul'un statüsü. ABD ile uzun görüşmeler sonucunda bir Anlayış Muhtırası imzalanmış, buna göre ABD Türkiye'ye verdiği destek karşılığında 6 milyar dolar yardım sözü vermiş, Türkiye'de konuşlanacak asker sayısı 60 000 ile sınırlı tutulurken ABD ile birlikte Kuzey Irak'a 40 000 dolayında Türk askerin gönderileceği kararlaştırılmıştır. 

  Bütün bu pazarlıklara rağmen 1 Mart 2003'de yaşanacak olay bütün ilişkileri alt üst edecek ve artık Türkiye Orta Doğu'da lider ülke olma adına ilk adımını atacaktır. 1 Mart 2003'de TBMM'de yapılan oylamada anayasal çoğunluğun elde edilememesi üzerine tezkere geçmemiş ve Türkiye savaş dışında kalmıştır. 

Bu durum Irak'a kuzeyden açılacak olan cephenin açılmasını engellerken, Türkiye-ABD ilişkilerini derinden etkilemiş ve özellikle Kürt grupların güçlenmesi ve PKK'nın gücünü arttırması gibi savaş öncesi dile getirilen kaygılar gerçekleşmeye başlamıştır.

  Türkiye bir anlamda kendini affettirmek için 20 Mart'ta ABD'nin Türk hava sahasını kullanmasına izin veren tezkereyi geçirse de ABD Irak'ın denize açılan ve en stratejik komşusu olan Türkiye'nin topraklarını kendine kullandırmaması ile oluşan zararı Türkiye'ye her fırsatta yüklemeye başlamıştır. 

Saddam Hüseyin sonrası dönemde Türkiye'nin güvenlik çıkarları her defasında ihlal edilmiş, gerek Barzani gerekse Talabani Türkiye'ye karşı oldukça sert bir tutum sergilemeye başlamıştır.

 Türkiye her fırsatta Kerkük'ün statüsü hakkında görüşler ileri sürmüş savaşın buraya sıçramaması, bölgenin zengin petrol yataklarının ayrı bir statüde değerlendirilmesi ve en önemlisi bölgenin giderek Kürtleştirilmemesi konularını savunmuş ama ilk başlarda kolay bir zafer kazandığını zanneden ABD zaferi açıladıktan sonra gerçekleştirdiği yıkımı ve kaosu görünce, göreli daha güvenli olan bu bölgenin geleceği hakkında herhangi bir değişiklik yapmaktan kaçınmıştır.

  Bütün bu olanların üstüne 4 Temmuz 2003'de yaşanacak olay Türkiye ile ABD arasında derin bir güvenlik krizi ortaya çıkaracaktır. Süleymaniye'de ki Türk Özel Timi Bürosu 100 kadar ABD askeri ve ABD askerleriyle işbirliği yapan KYB peşmergelerince basılmış ve 11 Türk askerinin başına çuval geçirerek göz altına alınmıştır. ABD daha da ileri giderek ilerde yaptığı açıklamada, Türk askerlerinin Kuzey Irak'ta ABD tarafından kurulmak istenen istikrarı bozmak için gerçekleştirilen sabotaj faaliyetlerinin bir parçası olduğunu belirterek  ABD'nin bir taraftan Türkiye'nin bölgedeki askeri varlığına yönelik olumsuz tavrını ortaya koymuş, diğer taraftan Türkiye'yi bu askeri varlığını kaldırması yönünde üstü kapalı tehdit etmiştir. Yaşanan bu gelişme 1991 Körfez savaşından beri yaşanan gerilimli ilişkilere rağmen Kuzey Irak'ta var olan Türk-Amerikan işbirliğinde köklü bir değişime sebep olmuş ve bu tarihten sonra bölgede Türkiye işbirlikçi ülke yerine sorun teşkil eden bir ülke konumuna gelmiştir. ABD'nin yaptığı bu hareketle Türkiye'yi 1 Mart tezkeresinden sonra cezalandırmaya çalıştığı çok aşikardır.

  Irak savaşı sonra ABD bölgede yarattığı yıkımı ve kaosu gördükten sonra yeniden müttefik arayışına girmiştir. Bu bağlamda 20 Mart tarihli ABD güçlerine lojistik destek verilmesini sağlayan tezkerenin 6 aylık süresi dolmasıyla beraber Türkiye'nin Irak'a yeniden asker göndermesi gündeme gelmiş, 10 000 dolayında Türk askerinin Irak'a ABD'nin güçlük çektiği bölgelere gönderilmesi düşünülmüştür. 8.5 milyar dolarlık kredi içeren bir yardım paketiyle birlikte 7 Ekim'de Türk Silahlı Kuvvetlerinin Irak'a güvenlik ve istikrarı sağlamak amacıyla gönderilmesi TBMM tarafından kabul edilmiş ve Başbakan Erdoğan tezkere ile ilgili Türk askerinin önceliğini bölgedeki PKK unsurunun temizlenmesi olarak açıklamıştır. Ancak bu sefer de bölgede ki Kürt ve Arap grupların tepkisi üzerine tezkere rafa kaldırılmıştır. 2000 yılında PKK tarafından ilan edilen ateşkes 2004 yılında sona erdirilmiş ve yaklaşık 1200 PKK mensubunun Türkiye'ye giriş yaptığı tahmin edilmektedir. Türkiye bu kaygıları aşabilmek için Irak'ta merkezi otoritenin güçlendirilmesi adına ülkedeki tüm grupları kapsayan bir yönetim anlayışı gerektiğini vurgulamıştır. Görüldüğü üzere Türkiye'nin Irak politikası Irak'ın bütününü gözeten, insan hakları, evrensel değerlerin savunulması olarak gösterilmeye çalışılsa da Türkiye için önemli olan Irak'ın güçlü bir merkezi otoriteye sahip olarak kuzeyde bulunan Kürt gruplarını tasfiye etmesi ve bu sayede Türkiye'nin Irak'ın kuzeyinden gelen tehdit algılamalarından kurtulması üzerine kurulmuştur.

  2007 yılından itibaren gergin seyreden ilişkilerde kısmi bir yumuşama görülmeye başlanmıştır. Tabiki bu yakınlaşma ABD'nin desteği olmadan düşünülmesi çok gerçekçi olmamaktadır zira ABD bu dönemde Irak'a komşu ülkeler bağlamında kendisini stratejik ortak olarak gördükleri ülkeleri destekleyerek bir nevi bölgede kendi itibarını ve çıkarlarını korumak, garantiye almak için bu tarz politikalar izlemeye başlamıştır. Bu yakınlaşma Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de söylemlerine yansımış ve bölgede ki Kürtleri Türkmenler gibi akraba olarak nitelendirmeye başlamıştır. 2006 yazında ABD'nin desteğiyle ortak Terörle 

Mücadele Koordinasyon Grubu oluşturma konusunda anlaşmaya varılmıştır. Bu koordinasyon grubuna Türkiye emekli Orgeneral Edip Başer'i atamış ama bu koordinasyon grubu terörle mücadele de çok etkin olamamıştır. Başer konuyla ilgili ilerleme kaydedilememesini şu sözlerle eleştirmiştir: ''PKK ile mücadele de ABD'den bazı açılımlar bekliyorum. Bunun olmaması durumda istifa edeceğim. Burada süs vazosu gibi oturmanın anlamı yok.'' Bu açıklamadan sonra ABD ile yakınlığıyla bilinen AKP hükümeti anında Başer'i görevinden almıştır.

  Erdoğan'ın Kasım 2007 ziyaretinden sonra Irak tarafında da tavır değişiklikleri olmaya başlamıştır. Daha önde Ankara'nın sınır ötesi operasyonlarına ve PKK militanlarının teslim edilmesi şeklinde ki isteklerine çok sert yanıt veren Barzani, ziyaret sonrası özellikle operasyonların sınırlı tutulması halinde karışmayacaklarını söylemeye başlamıştır.

  2009 yılında Barack Obama'nın iktidara gelmesiyle ABD askerlerinin Irak'tan çekilme sürecinde Türkiye ABD varlığı sonrası Irak'la özellikle de Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KYB) ile ilişkileri yeniden gündeme almıştır. Abdullah Gül ziyareti sırasında bölgede ki Kürtler ile Türkiye arasında ki sorunun PKK varlığından ibaret olarak dile getirmiştir. Ardından Davutoğlu'nun Erbil'e giderek KYB merkezini ziyaret eden ilk Türk yetkili olmasıyla ilişkiler daha da olumlu bir hava seyretmeye başlamıştır.

  Türkiye ile Irak arasında bulunan ekonomik ilişki de Türkiye'nin Kürt yönetimine tahammül etmesine yol açmaktadır. 2011 itibariyle yaklaşık 8 milyar dolar bölgeye ihracatı bulunan Türkiye bu paydan vazgeçmek istememektedir. Son dönemlerde ilgili yetkililerin yaptığı açıklamalara göre Türkiye'nin Irak'a 20 milyar dolar seviyesinde bir ihracat rakamı hedeflediği görülmektedir. Buna karşılık 1 milyar dolardan bile daha az Irak'tan ithalat yapan Türkiye nadir dış ticaret fazlası verdiği ülkelerden biridir Irak. 2009 itibariyle Kuzey Irak'ta yatırım yapan şirketlerin sayısı 500'ü geçmiştir ki bu ekonomik yatırımlar Türkiye'yi daha ılımlı politikalar seyretmeye zorlamaktadır.

 Türkiye ile Irak arasında pek çok alanda olumlu adımlar atılırken bu adımların hepsi bölgede ABD'nin çıkarına aykırı olamamaktadır ve hala güvenlik kaygıları, 

Kerkük meselesi, su sorunu gibi bir çok mesele sorunlu alanlar olarak göze çarpmaktadır.


4. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder