GÖKÇE FIRAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GÖKÇE FIRAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Nisan 2020 Pazartesi

IŞİD NEREDEN ÇIKTI., NASIL BÜYÜDÜ ?

IŞİD NEREDEN ÇIKTI.,   NASIL BÜYÜDÜ ?  



GÖKÇE FIRAT
BAŞYAZI 
gokcefirat@turksolu.com.tr


         Bölgesel Politikada, tam bir bedevi kahpeliği ve kurnazlığı ile davranan örgüt, ilişki kurduğu herkesi aldatıp yarı
yolda bıraktı.
         Sanki Örgütün başında Tayyip Erdoğan gibi bir lider vardı ve tüm dostlarını kazıklayıp güçleniyordu.
Efsane ve gerçek IŞİD’in ortaya çıkışı ani, yarattığı etki de hem inanılmaz büyük hem de korkunç oldu.

Ama bu ani çıkış ve büyük etki, IŞİD gerçeğinin anlaşılmasına engel oluyor. Efsane, gerçeğin görülmesine imkan vermiyor. Oysa IŞİD, bir örgüt. Her örgüt gibi bir kuruluşu ve izlediği stratejiler var.

Irak ve Türkiye’nin İşgali ve Direnişi

IŞİD, Irak’ta doğmuş bir örgüt. Irak, çok partili demokratik bir siyasal sistemi olmayan bir ülkeydi. Güçlü siyasal geleneklerin olmaması, aşiretleri ve mezhepleri ön planda tutuyordu.

Bu tarz bir siyasal rejim, adı ne kadar milliyetçi de olsa, temelde bu milliyetçiliği besleyecek, büyütecek ve de ayakta tutacak modern siyasal yapılar olmadığı için, Amerikan saldırısında hızla yıkılmıştı.
Ama daha acısı, bu ülkenin vatandaşlarının, bir vatan duygusunun olmadığı, bunca on yılda (hatta yüzyılda) bu  bilincin gelişmediği ortaya çıkmıştı.

Tek Adam Devletine dönüşen tüm Ortadoğu ülkeleri gibi, Lider gittiği anda ülke un ufak oluvermişti.

Aslında bu tüm milliyetçi rejimler için son derece önemli bir ders içermeli: 
Vatanın koruyucusu baştaki tek adam değil, alttaki milli kurumlardır. 

Bu kurumlar (iktisadi ve sosyal) oluşmamışsa,  o ülke kof bir ülkedir ve hemen yıkılır.

Türkiye’nin şansını da bu olarak görebiliriz. Selçuklu ve Osmanlı geleneğinden beslenen Cumhuriyet, kurucu lideri Atatürk’ün tek adamlığı ile kurtuluşu sağlamıştı ama o tek adam, ülkenin geleceğini kurumsal yapıların kurulmasına bağlamıştı, kendi varlığına değil.
Türkiye, 1918’de işgal edildiği zaman, direnişe geçen kuvvetler tümüyle siyasal ve ulusal kimlik taşıyordu. Çünkü Osmanlı aydını da, subayı da, hatta köylüsü de, bir aşirete, bir mezhebe, bir etnisiteye değil, vatana ve millete bağlıydı.

O nedenle Kurtuluş Savaşı tarihimizde, siyasal çekişmeleri görürüz ama etnik ve mezhepsel bir çekişme hiç yaşanmamıştır.
Çünkü Osmanlı siyasal gelenekleri  olan bir devletti, bu devletteki halk kendisini Türk olarak görüyordu,vatanı için  de siyasal kurtuluş çareleri arıyordu.

IŞİD’i Doğuran Coğrafya;

Ortadoğu’daki yıkımlar ise son derece trajik oldu. Adeta büyük bir bina yıkılıyordu ve bu bina yıkılırken, o binayı ayakta tutacak tek bir kolon bile yoktu.

İşgal edilen Irak’tan, Suriye’ye, Libya’ya kadar bu coğrafyada, tek bir siyasal direniş göremedik. Çünkü siyasal kimlik yoktu.

En büyük direnişin gerçekleştiği yerin Mısır olması, ilginçtir.
Çünkü bu ülkedeki köklü Osmanlı geçmişinin yarattığı kuvvetli bir devlet ve ordu geleneği vardı. IŞİD’i var eden coğrafyayı iyi tanımadan IŞİD’i tanıyamayız.
IŞİD’in ortaya çıktığı yer, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Irak’ı içine alan 100 yıl öncesinin coğrafyasıdır.

Aslında 1700’lerin sonlarında Arabistan’da ortaya çıkan Vahhabiliğin bir benzeridir.

Vatan, millet, hatta din gibi kurumların yerleşemediği bir anda, en radikal sapkınlık birden ortaya çıkar ve boşlukta hızla etkin olur. 

Nitekim IŞİD, böylesi bir atmosferde doğmuştur.

Büyük Osmanlı ve IŞİD

Öncelikle IŞİD’i var eden coğrafyaya odaklanmak zorundayız. Çünkü örgüt buradan besleniyor.

Irak’tan Suriye’ye, oradan Ürdün ve Lübnan’a kadar uzanan bir örgütten bahsediyoruz. Bu, örgütün tek vatanlı değil çok vatanlı olduğunu ortaya koyuyor. Ya da daha doğru bir ifade ile, cetvelle çizilen sahte devlet sınırlarının, hiçbir anlam ifade etmediğini.
Yine 100 yıl öncesine gidecek olursak, bugün IŞİD’in kendi devletine ana vatan olarak gördüğü bölgenin, Osmanlı idaresinde tek bir bütün olduğunu görürüz.
Burada Davutoğlu stratejisini de IŞİD’le kurulan ittifakı da anlayabiliriz!
Sanki Osmanlı’nın elden çıkan parçasını, IŞİD tek parça halinde toplayacak ve Türkiye’ye bağlayacaktır!

IŞİD’in coğrafi alanı ve hedefi, ister istemez bölgede sadece Türkiye’nin perspektifi ile uyum göstermektedir.

Kızıldeniz’in iki yakası IŞİD, bu zeminde var olmasına karşın, seçtiği radikal dini söylem ve halifelik iddiası ile, tüm Ortadoğu’da güç kazanmaktadır. Kızıldeniz’in iki yakası birden, IŞİD için önemli bir beslenme havzasıdır.

Örgütün ana vatanı olmasa bile, Arabistan’dan Mısır’a, Somali’den Nijerya’ya Kızıldeniz’in iki yakası da örgüt için doğal yaşam alanıdır.
Aslında Mısır’dan Somali’ye, Suriye’den Arabistan’a bu alan, yine Büyük Osmanlı dediğimiz büyük stratejinin de önemli bir hedefidir.

Ve ne tesadüftür ki Davutoğlu stratejisi ile IŞİD’in yaşam ve eylem alanı yine üst üste oturmaktadır!

HARİTAYI İNCELEYELİM,


IŞİD’in Anavatanı: Irak’tan Suriye’ye, oradan Ürdün ve Lübnan’a kadar uzanan bölge (Kırmızı sınırlarla gösterilmiştir.) 
Türkçede IŞİD Irak ve Şam İslam Devleti olarak çevrilse de uluslararası ismi Irak ve Levant İslam Devleti’dir. Levant ise sadece Suriye’yi değil Lübnan, Ürdün, Filistin ve İsrail’i de içine
alır. Osmanlı’nın eski eyaletidir.

IŞİD’in yaşam ve savaş alanı: Kızıldeniz’in iki yakası; Arabistan, Yemen, Mısır, Sudan, Somali, Etiyopya Nijerya.
Bu bölgelerde hem Türkiye’nin hem de IŞİD’in yoğun bir örgütlenme çabası bulunmaktadır. Bu tarih alan
yine Büyük Osmanlı toprakları içerisindedir.

IŞİD’in Büyüme Stratejisi.,

Örgütün bu coğrafi zeminini tespit ettikten sonra, bu örgütün nasıl büyüdüğünü tespit edebiliriz.

1- IŞİD, her şeyden önce, bölgede bir boşluk olduğunu görmüş ve bu boşluğu doldurma iddiası ile ortaya çıkmıştır.

2- Bu iddiayı gerçekleştirmek için ilk adımlarını Irak’ın Sünni aşiretleri içinde atmıştır.
Çünkü bu Sünni aşiretler (ki bu aşiretler Saddam döneminde laikliği destekliyordu) yapayalnız ve korumasızdı.

3- Suriye’de iç savaş başlayınca, IŞİD, Irak-Suriye sınır bölgesinde etkin olmaya başladı.
Çünkü Esad yönetiminin buralardaki etkinliği bitmişti. Esad’ı devirmek isteyen asıl muhalif güçler ise bu sınırda değil
merkezde mevzilenmişti.

4- IŞİD, Esad rejimi ile diğer radikal dinci muhalif örgütlerin savaşını uzun süre izledi. Bu savaşa
dahil olmadı. Adeta iki tarafın da güçlerini tüketmesini sabırla bekledi.

5- Bu bekleme süresinde, IŞİD Irak, Suriye, Somali ve Nijerya’da küçük bir grup olarak
cezaevi baskınları örgütledi ve bu baskınlarda kurtardığı mahkumlarla kendisine suçlulardan bir militan
savaşçı kadrosu yarattı.

6- Suriye’de iç savaş uzadıkça, IŞİD, Irak sınırından merkeze doğru sızmaya başladı.

Burada rakibi El Nusra ve ÖSO gibi dinci örgütler oldu. IŞİD,

IŞİD’in anavatanı: Irak’tan Suriye’ye, oradan Ürdün ve Lübnan’a kadar uzanan bölge (Kırmızı sınırlarla gösterilmiştir.) Türkçede IŞİD Irak ve Şam İslam Devleti olarak çevrilse de uluslararası ismi Irak ve Levant İslam Devleti’dir. Levant ise sadece Suriye’yi değil Lübnan, Ürdün, Filistin ve İsrail’i de içine
alır. Osmanlı’nın eski eyaletidir.
IŞİD’in yaşam ve savaş alanı: Kızıldeniz’in iki yakası; Arabistan, Yemen, Mısır, Sudan, Somali, Etiyopya Nijerya.
Bu bölgelerde hem Türkiye’nin hem de IŞİD’in yoğun bir örgütlenme çabası bulunmaktadır. Bu tarih alan yine Büyük Osmanlı toprakları içerisindedir.

Esad Güçlerine değil, muhalif dinci örgütlere saldırdı.

7- IŞİD, tek gerçek din temsilcisi olarak kendisini tanımlamış ve kendisi dışındaki tüm İslami grupları da  (Sünni-Şii ayrımı yapmadan) din dışı olarak belirlemişti.

Bu radikal teori, örgütün acımasızlığının da temeli oldu.

Tek Müslüman kendileri olduğu için diğer Müslüman örgütlere rahatlıkla saldırabildi.

8- IŞİD saldırısına uğrayan ÖSO ve Nusra gibi örgütler şaşkına dönmüşlerdi. Esad’la savaşırken bir de başlarına IŞİD çıkmıştı.

9- IŞİD, en anlamlı büyümesini burada sağladı. Dinci muhalif örgütlerin lider kadrolarını bir bir öldürdü ve lidersiz kalan örgütlerin militanlarını da saflarına kattı. (Cezaevi stratejisinin farklı bir kopyası)

10- IŞİD’in diğer örgütlere bir üstünlüğü, Esad’ın yıkılmasını beklemeden devleti kurma  atılganlığı oldu.
Rakka eyaletini ele geçirdikten sonra, kendi devletlerini inşa ettiler, günlük hayatı dizayn etmeye başladılar.

Diğer Örgütler sadece savaşırken, bunlar, ironik bir şekilde “hem de çalıştılar”!

11- Herkes Suriye savaşına odaklanmışken IŞİD, kendi içinde iktidar savaşı yaşayan Irak’a döndü ve hızla işgal etti.
İşgal ettiği bölgelerde yine kendi devlet yapısını kurdu.

12- Hem Suriye hem de Irak’taki bu çarpıcı başarı, tüm dünyadaki dini grupları ve gençleri etkiledi.
Çünkü ilk defa bir İslamcı örgüt kendisini savunmuyor, düşmana saldırıp kaçmıyor, saldırıyor, ele geçiriyor ve kendi otoritesini kuruyordu.

13- Tüm bu gelişmelerin yaşandığı 3-4 aylık evrede IŞİD, büyük bir adım daha attı ve vahşet stratejisini hayata geçirdi.
Diri diri adam gömmelerden, toplu kurşuna dizmelere, bıçakla kelle kesmeye kadar yaptığı her katliamı kayda alıp tüm dünyaya izletmeye başladı.

Dünya kamuoyu bunu vahşet olarak gördü görmesine ama bu IŞİD’e büyük yarar sağladı. Rakip dinci örgütlerde çözülme arttı, korumasız aşiretler ve yerel halk boyun eğdi, ve daha ilginci, on yıllardır  “Surviver” izleyen, radikal ve macera isteyen Batılı ve Batılı olmayan binlerce genç adeta bu programa katılmak için 
IŞİD’e katıldı.

14- IŞİD, aynı zamanda gerek Suriye gerekse Irak’ta (hem Merkezi Irak hem de Kuzey Irak) istikrarsızlaştırıcı bir  savaş stratejisini de hayata geçirdi. Bağdat’ta, Şam’da, Erbil’de, hemen her hafta gerçekleştirilen intihar saldırıları  ile binlerce insan ve devlet yetkilisi öldürülürken, diğer yandan merkezi devlete güveni sarsmayı başardı.

15- Büyük bir bölgesel örgüt olarak, bölgenin her farklı noktasında aynı anda irade koyacak etkin bir mekanizma yarattı.
Her örgüt tek cephede hatta tek kasabada savaşa odaklanırken bunlar koskoca bir Yarımada’nın her yerinde aynı anda harekete geçebildiler.

16- Bu hareket imkanlarını sağlayan iki önemli etken vardı. İlk etken, aşiret ve mezhep yapısını iyi biliyorlar ve iyi istihbarat elde ediyorlardı ama bu ham istihbari bilgiyi işleyecek bir kumanda merkezi kurmuşlardı.

Bu iş için de özellikle Batılı kalifiye gençleri kullanmışlardı.
Batıdan gelen 20-30 yaş arası gençler, bu devletin altyapısını
kurmuş oluyorlardı.
Bunların yanında Suriye ve Irak’ın tasfiye olmuş eski devlet ve ordu yönetim kademesi de iş başındaydı.

17- Tüm bu geniş örgüt ve devlet inisiyafi kullanırken, IŞİD, hiç para sıkıntısı çekmedi.
Uluslararası radikal dinci savaşçı piyasasında aylık ücretler ortalama 100 dolarken IŞİD savaşçılara 1.000 dolar ödeyerek bir uluslararası şirket gücü ile yerel şirketlerin önüne geçip tekel kurdu.

Amerikan Genel Kurmay Başkanı’nın ABD Senatus’nda gösterdiği IŞİD haritası Türkiye sınırlarına da taşıyor.  
Nitekim Urfa, Kilis, Hatay bölgesi tarihi Levant sınırları içerisinde.


Bölge Devletleri ve IŞİD


Bu örgütün büyüme stratejilerini ele alırken bölgesel ve uluslararası asıl zemini göz ardı ettik. 
Ama asıl belirleyici güç olan bunu ele alabiliriz.

IŞİD, bölgesel mücadelede Sünni Irak’ın tasfiye edildiğini görerek, bu tasfiyeyi kurnazlıkla izledi ve doğacak boşlukta etkin olmayı bekledi.

Kendisi Sünni olan örgüt, burada adeta Şii yönetimin ve Kürt yönetiminin başarı kazanması için dua etti. Çünkü Şii baskısı olmadan Sünnileri avucuna alamazdı.
Suriye’de Esad’ın zor durumda olduğunu gördü ve ona destek olacak şekilde muhalif güçlere saldırdı. Bu saldırılar sırasında bir şeyi elde etti, Esad güçleri IŞİD’le uğraşmadılar hatta gizli destek verdiler.

Esad’ın muhaliflere karşı başarı kazanması için pusuya yatan IŞİD, Esad başarılı oldukça çözülen dinci örgüt militanlarını ele geçirdi, sonra o militanlarla Esad’a savaş açtı.

Türkiye’nin Suriye muhalefetine verdiği desteği gören örgüt bu yardımın muhaliflerin eline geçmesini seyretti. Çünkü yardımlar ikinci aşamada kendisinin eline geçecekti.

Esad’ı yıkmaya çalışan Türkiye’den destek alacağını biliyordu, üstelik Türkiye’nin Irak’ın Şii yönetimi ile de arası kötüydü ve orada da Türkiye’ye hizmet verebilirdi.

Türkiye’nin de desteğini bu şekilde elde ettikten sonra, rehineleri kaçırarak, Türkiye’yi saf dışı eti.

Bölgesel politikada, tam bir bedevi kahpeliği ve kurnazlığı ile davranan örgüt, ilişki kurduğu herkesi aldatıp yarı yolda bıraktı.
Çünkü bölge ülkelerini de iyi tanıyordu. Hepsini elinde oyuncak yapması zor olmadı.
Aynı şeyi El Kaide’ye bile yapmış, önce bu örgütün içinde beslenmiş sonra El Kaide’yi saf dışı etmişti.

Sanki örgütün başında Tayyip Erdoğan gibi bir lider vardı ve tüm dostlarını kazıklayıp..,  Güçleniyordu.

Uluslar Arası Zemini.,

Gelelim son noktaya: Peki Uluslararası Güçler?

IŞİD, uluslararası politikanın da kuralını biliyordu. Amerika’nın Şii Hilali projesini de, Kürt devleti projesini de biliyordu.
Ve oyunu kurallarına göre oynadı. Irak’ın Şii-Sünni bölünmesini adım adım sağladı. 

Kürt bölgesi ile Suriye sınırı arasındaki alanda kalan Türkmen varlığını temizledi.
Yani yeni Ortadoğu haritası için gerekli etnik temizliği yaptı. 

Bu Temizliği Amerika yapamazdı.

Şimdi IŞİD’e Amerika saldırır ve yeni sınırları belirlerse, IŞİD ne yapmış olacak sizce?

Amerikan Ordusu’nun öncü kuvvetliğini değil mi!

21/09/2014


***






13 Aralık 2017 Çarşamba

Anayasa dayatması ve polemiği Seçim Geçersizdir,

Anayasa dayatması ve polemiği Seçim Geçersizdir,




Yekta Güngör Özden
24.09.2007/SALI

Seçim tartışmaları sürerken, iç ve dış önemli sorunlar çözümlenmeyi beklerken siyasal iktidarın siparişiyle hazırlandığı anlaşılan Anayasa Taslağı demokrasiyle bağdaşmayan biçimde yeni kavgalara yol açacak niteliktedir. Medyadaki malûmların, döneklerin ve şakşakçıların us ve bilimdışı sunumlarıyla benimsetilmek istenen taslak iktidarın sonuçsuz kalan Cumhurbaşkanı seçimine kızgınlığıyla 21 Ekim’de halkoylaması yapılacak olan 13. değişiklikten sonra geniş kapsamlı 14. değişikliktir. Kapsamlı değişiklik ve yeni baştan anayasa yapımı kurucu meclislerin ya da çok geniş kesimli uzlaşmayla doğal yetkilisi yasama organının işidir. Basına sızan ve sızdırılan bölümleriyle yanlı kimi hukukçuların hazırladığı taslak iktidar partisinin belirgin Atatürk, Atatürk ilkeleri (özellikle lâiklik, milliyetçilik), hukukun üstünlüğü karşıtlığıyla siyasal simge durumuna getirilen sıkmabaşa ve dinci açılımlara yatkınlığın belgesi durumundadır. Yurdumuzun kurtuluşu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu hafife alınmış, “Mucize” sayılan Türk Devrimi’nin temelini oluşturduğu Atatürk ilkeleri tümüyle uygulanmış da sakıncaları görülmüş gibi sapkın görüşlerle Anayasa’dan çıkarılmaları önerilmiştir. Kimi medya militanları yoluyla kişiler anayasaya bağlanacak yerde anayasa kişilere bağlanmaya çalışılmakta, önerilen içeriğiyle benimsenmesi için gerçekdışı anlatımlarla iktidar şakşakçılığı yapılmaktadır. Hiç gereği yokken ilkelerden, temel doğrultudan arındırılmaya girişilmiş, hukuksal gerekler gözardı edilerek dayatmaya kalkışılmıştır. Yürürlükteki Anayasa kurallarına göre yapılması gereken değişiklik ya da yenileme, değiştirilmesi önerilemez kuralları da içine alarak sakıncalı biçimde genişletilmiştir. Anayasa tasarısı hazırlaması olanaksız Hükûmet ile teklif vermesi olanaksız siyasal parti (iktidar partisi AKP) hazırlattıkları metni önlerine alarak karar vermeye, toplumu yönlendirmeye, bir tür kabûlü için şimdiden dayatmaya başlamışlardır. Anayasa değişikliğini ancak milletvekilleri nitelikli çoğunlukla önerebilir. Anayasa’nın değişmesini istemek her yurttaşın hakkı olmakla birlikte değişinceye kadar özenle uymak da görevidir. 1982 Anayasası’nın geçirdiği kapsamlı değişikliklere karşın değişmesi gereken başka kuralları da vardır. Ama yeni önerilen biçim, lâik cumhuriyeti kâğıt üzerinde ve sözde bırakıp uygulamada yıkmaya yönelik AKP Anayasası sayılacak yapıdadır. Yabancılara açık, kendi insanına kapalı çabalar ve kabulü için zorlamalarla bir darbe anayasası niteliğindedir. Özellikle ilkeleri çıkarıp zorunlu değişiklikleri savsaklaması, dinci açılımlara olanak verip kapı açmasıyla.

Bir AKP, Recep Tayyip ya da türban anayasası denilecek özel amaçlı hazırlıkları bırakıp öncelikle muhalefet partileri ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, üniversitelerle hukukçularla görüşüp uzlaşarak kurucu meclis için Anayasa değişikliği yapılmalı, sonra da en çağdaş, en doyurucu anayasası Türk Ulusu’na kazandırmalıyız. Metin açıklanınca ayrıntıda eleştireceğiz.

Atatürk ilkelerini, lâikliği, eğitim-öğretimin çağdaşlığını, Devrim Yasalarını, hukukun üstünlüğünü, yargı bağımsızlığını, kolluk güçlerinin yansızlığını, kötüye kullanılan milletvekili dokunulmazlığını, Atatürk’ün vasiyeti çiğnenerek Türk Dil ve Türk Tarih Kurumlarının sahiplerine geri verilmesini, medya tekelinin önlenmesini, silâhlı kuvvetlerin konumunu, özgürlüklerin güvenceye bağlanmasını, parlamenter sisteme aykırı Cumhurbaşkanı yetkilerini, Anayasa Mahkemesi’nin etkinliğini, bağımsızlığın ve ulusal egemenliğin vazgeçilmezliğini bırakıp başkanlık sistemine dönüşüme kapı açmanın hiçbir anlamı yoktur.

Değişiklikler yürürlükteki anayasaya göre yapılır ve değiştirilmesi önerilemez kurallara ilişilemez. Kurucu Meclis tam birliktelikle düzenleyebilir. AB gözdağı, ABD baskısıyla cumhuriyetimiz karartılamaz, Sevr gündeme getirilemez, Lozan’dan ödün verilemez. Türkiye’yi Türkiye yapan anlayıştan ve ilkelerden asla dönülemez. Olmasaydı neler olur, ne olurduk, düşünmek yeter.

Kendi bilgisizlik, düzeysizlik ve kişiliksizliklerini yansıtan kışkırtıcı ve kavgacı yazılarla iktidar goygoyculuğu yapanlara aldırılmamalıdır. Kimi gerzek ve gevezenin savunduğu sonraki cumhuriyetler asla olmayacak, Türkiye Cumhuriyeti sonsuza değin bağımsız yaşayacak, irtica ve ihanet rüzgârları bir yaprak koparamayacaktır. Diktayı, demokrasi diye savunan ulus devlet karşıtı medyatik amigolar yüzsüzlükleriyle başbaşa kalacaklardır. “Sivil Anayasa” diyerek 1921, 1923, 1924, 1961, hattâ 1982 metinlerini suçlayıp sıkmabaş anayasasına alkış tutan aymazlar “ normalleşme ” sözüyle kendi anormalliklerini açıklıyor. Lâiklik ve çağdaşlığa ters düşen olumsuzluklarda üç maymunu oynayan utanma duygusunu yitirmiş kimileriyle devekuşu tutumundaki bilmişler iktidar yanaşmalığına soyunmuşlardır. “AB için Çankaya mazeretiniz kalmadı” diyen AB’cilerin konuşmaları iktidarın suçu Çankaya’ya yükleyip engelleme yaptığı savunmasına sığındığını göstermektedir. Geriye dönüş ve ödün asla reform olamaz. Kemalizmi (Atatürkçülük) istemeyen, silâhlı kuvvetlerden rahatsız olan Batı’yı sevindirecek değişiklikler Türkiye’nin yararına olamaz. Çankaya bunları önlemişse iyi etmiştir. Atamalarda vekâletlerin asıllığa çevrilmesi yeni dönemde kadrolaşmanın yoğunlaştığının kanıtıdır. Karşıdevrimciler ağlarını örmektedir. Tehlike açıktır.

Başka Olumsuzluklar

Kimi devlet kurumlarında “Kendilerine yemek çıkarmak üzere oruç tutmayanların çizelgesi” isteniyor. Çizelgelerin düzenlenip yerine ulaştırıldığının ertesi günü “Onarım nedeniyle yemekhane kapatıldığından yemek verilemeyecektir” duyurusu dağıtılıyor. Oruç tutmayanlar not edilmiş oluyor. İşte yürürlükteki Anayasa’ya karşın bir kötü örnek.

Kendisini “Hukuk Duayeni” olarak tanıtan, demeçleri ve fotoğrafı yayımlanınca şişinen, başkalarını bilgisizlik ya da kötü niyetli olmakla suçlayan, eleştirilere katlanamayan, tartışmadan kaçınan kimi sözde, etiket hukukçuları türedi. Medya göstericileri arttı. Anayasa, yönteminden içeriğine değin büyük özen ve ciddiyet isteyen bir belgedir. Yinelemekte yarar var: Ulusal yaşam andıdır.

Solculuğu Atatürk karşıtlığı, Atatürk karşıtlığını, kravat takmamayı, posbıyık bırakmayı da solculuk sayan yapay solcular, etiket solcuları, medya solcuları, göstericiler kol geziyor.

Ödül almak için gerçekdışı konuşmaları tepki toplayan yazar “İslâmcılar demokrasiye daha yakın” buyurmuş. Cirit atacağı ortamı hazırlayan şükranlarını böyle açıklamış olacak. Ayrıca “ Türk Silâhlı Kuvvetleri demokratik tutum içinde değil. Lâikler gücünü Türk Ordusu’nun gücünden alıyor ” demiş. Demek ki ağzından çıkanları kulakları duymuyor, demokrasinin, ordunun ne olduğunu bilmiyor. Lâikliği hiç anlamamış. Yazık.

Medya büyük kesimiyle topluma değil, kendine hizmet ediyor. Anayasa konusunda kimi yeni uyanıyor. Yıllarca söyleyip yazdık, ilgisiz kalmışlardı. Şimdi kıpırdanma başladı. RTÜK’ün sansürü açık. Basın için de benzer bir kuruluş olmadığına şükretsinler. Yoksa kimse gazete okuyamazdı. Numaracı cumhuriyetin tellâllığına soyunan Avrupalı kucağındaki kimi ulus, ulusallık karşıtı medya tetikçisi kendilerinin nankörlükle karşı karşıya getirdiği “Cumhuriyet-demokrasi zıtlaşması”nı Atatürk ilkelerinin suçu gösterip Türkiye’yi Türkiye yapan Türk Devrimi’nin temelini oluşturan bu örnek ilkelerle kurulan cumhuriyetin demokrasiyi amaçladığını, yaşama geçirdiğini, demokrasiyle taçlandırıp sonsuza değin bağımsız yaşamasını özendirdiğini unutuyor, unutturmak istiyor. Kendi kusurlarını lâik Atatürk cumhuriyetini savunan gerçek Atatürkçülere yüklemek telâşı içindeler. Ağabeyleri bu şaşkınların kulaklarını da çekse, doğrusunu da anlatsa dinleyip bildiğini okuyan bu mızmız, hırçın çocuklara gülünüp geçiliyor.

Milli Eğitim Bakanlığı Türkiye Cumhuriyeti İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük kitabında Atatürk’ün 10. Yıl Söylevi’ne yer verilmemesine ses çıkarmadı.

Bir iş adamı bağımsızlığı, özgürlüğü, egemenliği önemsemeyip “önce istikrar” diyerek işlerine gelen çoğunluk diktasına katlandıklarını açıkladı.

Bir gazeteci yeni Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri ile Başbakanlık Müsteşarını överek “... iki önemli avantaj” olarak niteledi.

Maliye Bakanlığı, yeni Cumhurbaşkanı aleyhine açılıp reddedilen alacak dâvasına ilişkin kararı temyiz etmedi. Kimi vergileri af, kimi cezaları indirme ayrıcalıkları hukuk yollarını izlememek biçiminde sürüyor.

Evli ve iki çocuklu olmasına karşın iki ayrı kadınla ilişkisinden birer çocuk sahibi olduğu söylenen bir Belediye Başkanı da heykeli ahlâksız bulduğunu söyleyerek kaldırılması için kampanya başlatıyor.

Yeni Kültür ve Turizm Bakanı da çok sayıda bilim adamının katıldığı akşam yemeğinde alkollü içki servisi yapılmamasını kendisinin menüye karışmadığını söyleyerek savunuyor.

Ya dışarıda?

Hollanda’da Sosyalist Parti’den Senatör seçilen Düzgün Yıldırım’ın üyeliğini geri verme baskısına boyun eğmediği için partisinden çıkarıldığına kimse ses çıkarmıyor. Öte yandan TBMM’deki yemin törenini kürtçüler için izleyen yabancılar da yazılmadı.

AB’nin Kasım ayında açıklayacağı duyurulan İlerleme Raporu’ndaki dayatmalar, TBMM’den geçirilmesi istenen 9. Uyum Paketi’ne de dokunan yok. Oldu bittilerle bir yerlere sürüklenme tehlikesi açık.

Başbakana bakınız

Başbakan üniversitelerle girdiği polemikte dayatmacılığının yeni örneğini verdi. Demokrat olamadığını sergiledi. Bu anlayış ve tutumla kotarılacak Anayasa öncekini de aratacaktır.

Uymak zorunda oldukları Anayasa Mahkemesi kararlarına (Anayasa mad.153/ son), ilgili Danıştay ve Yargıtay kararlarına, katılmak için can attıkları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına karşın sıkmabaşta direnmeyi açıklayan böylece Anayasa’nın 2. maddesini, andı içeren 81. maddesini yadsıyan Başbakanın hukuktan ne anladığı, hukuk devleti yöneticiliğinin ne ölçüde uygun olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bir daha yazık.

Anayasa’da lâiklik ilkesi durdukça Anayasa Mahkemesi kararına karşı ve o kararı geçersiz kılacak Anayasa değişiklikleri de hukuka aykırı olur, geçersiz olur. Ustalıklı anlatımlarla sıkmabaşa geçerlik tanıyan kuralların savunulması güçtür. Çocukları dinciliğe itmek ve kullanmak değil, Anayasa’ya saygıya çağırmak gerekir.

Sıkmabaş dinsel zorunlulukla kullanılsa AKP’li bayan milletvekilleri ve bayan Bakan koltuklarına sıkmabaşla otururlardı. Özgürlükle ilgisi olmayan durum özgürlük savıyla sömürülüyor. Özgürlüğün de ne olduğunu bilmiyorlar. Sınırlanması gereklerini bilmiyorlar. Anayasa hukukunu bilmiyorlar. Anayasa değişikliğinde başlıca hedeflerinin sıkmabaşa serbestlik olduğunu açıklayan Başbakan ülkeye ne kadar zarar verdiğini, hukuku nasıl dışladığını görmediği gibi eğitim koşullarından da habersiz. Hukuk tanımayan Başbakanı kimse tanımaz. Kişisel eğilimler ve tercihler ulusal ve anayasal ilkelerin üstüne çıkamaz, önüne geçemez. Türkiye ne sömürge ne de şeriat ülkesi. Hukuk devleti niteliği bozulamaz. Başörtüsü diyerek herkesi aldatmaya çalışıyorlar. Sıkmabaş olağan başörtüsü değil.

Öneri: ANKA Ajansı yayınları arasında çıkan Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in Komutan ve Evlatları ile Üç Jöntürk’ün Ölümü adlı kitaplarını okurlarımıza salık veriyor, yayıncıyı da yazarı da içtenlikle kutluyoruz.

TÜRKSOLU’nun Notu: Yekta Güngör Özden’in önceki sayımızda yayımlanan “Dinlenirken Dinlerken” başlıklı manzum yazısının 1. sütundaki 25. dizenin son sözcüğü “dilekçiler”, 33. dizenin 3. sözcüğü “Amerika”; 2. sütundaki 38. dizenin 4. sözcüğü “kutuplardaki”; 3. sütundaki 20. dizenin 4. sözcüğü “açar”; 4. sütundaki 36. dizenin 4. sözcüğü “gidemez”, 38. dizenin 2. sözcüğü “bilenler”, 40. dizenin 4. sözcüğü “zar”, 52. dizenin 5. ve 6. sözcükleri “güdenlerin korkusu” olacaktır. Düzeltir, dizgi yanlışlığı için yazarından ve okurlarımızdan özür dileriz.


“Mesture Mümin”in öyküsü...

Eksik etekdir adım, Akıl fıkarasıyım
Kitapda da yazıyor erkeğin yarısıyım
Hergün dayak atsa da, bir mal gibi satsa da
Allah öyle emretmiş ben mümin karısıyım...

Bir ömür karşı gelmez, ne dilerse yaparım
Erkeğime korkuyla Allah gibi taparım 
Kimse görmesin diye her yerimi kaparım 
Her emre uymak gerek ben mümin karısıyım...

Erkek isterse sever, isterse de çık, git der
Bize öyle söylendi bedeli kadın öder 
Hiçbir şey yapamayız böyle yazmışsa kader
Karşı gelmek yakışmaz ben mümin karısıyım...

Her gün yemek hazırlar, hamuru yoğururum
Ne kadar istiyorsa erkeğim, doğururum
Her şeye karar veren, her şeyi bilen odur,
Ne söylerse yaparım ben mümin karısıyım...

Başka kadına gitse, eve kuma getirse 
Üzüntüm, yalnızlığım beni yiyip bitirse 
Gene de razıyım ben eğer rüyama girse
Erkeğimden ayrılmam ben mümin karısıyım...

Yaz günü örtünmekten terleyip bunalsam da 
Başkaları yanında güç durumda kalsam da
Topluma giremeyip her yerden dışlansam da
Katlanmaya razıyım ben mümin karısıyım...

Bu dünya bizim değil kitaplar öyle diyor
Belki de hep bu yüzden kadınlar dayak yiyor
Dertler ne zaman biter, bunu kimse bilmiyor
Bana sabretmek düşer ben mümin karısıyım...
Mesture Mümin

http://turksolu.com.tr/155/ozden155.htm


***

6 Aralık 2016 Salı

Demek ki "Evet"ler PKK'yaymış...




Demek ki "Evet"ler PKK'yaymış...







Gökçe Fırat;
Türk Solu Dergisi
Sayı; 297

Referandumdan hemen önce Tayyip Erdoğan ne diyordu: PKK da
 "hayır"cı, CHP de "hayır"cı, MHP de "hayır"cı... Ve ekliyordu: "Hayır" diyen PKK'lıyla birlikte davranmış olur.


Üstüne bir de Kemal Kılıçdaroğlu'nun "genel af" talebi gelince Tayyip hepten "milliyetçi" kesilmişti.
Meydan meydan gezip, şehitlere olan namus sözlerinden, PKK'ya affa ne kadar da karşı olduklarından, böyle bir öneri gelirse Meclis'te buna karşı en başta kendisinin duracağından dem vuruyordu.





















Selahattin Demirtaş, 
Hasip Kaplan
ve Gülten Kışanak


Peki ne oldu referandumdan sonra?
Milliyetçi İç Anadolu'nun, Karadeniz'in, Doğu Anadolu'nun oylarını alan AKP ne yaptı?

İlk görüşmeyi PKK'nın yasal partisi olan BDP ile yaptı!
Peki bu BDP ne yapmıştı referandum boyunca?

Özerklik ilan edeceklerini açıklamışlardı!

Güneydoğu'nun adının bundan sonra Kürdistan olacağını söylemişlerdi!!
Artık Türk bayrağı değil PKK bayrağı görmek istediklerini söylemişlerdi!!!
Ve elbette en fazla da, Apo'nun Kürtlerin lideri olduğunu, derhal serbest bırakılması gerektiğini açıklamışlardı!!!!

İşte AKP'nin, üstelik hükümet olarak görüşme yaptığı parti bu partidir, yani PKK'dır!..
Görüşmeye Hükümet adına Adalet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı katılmış.
Hadi Başbakan Yardımcısını anladık diyelim peki ya Adalet Bakanı'nın ne işi var?
Demek ki PKK'ya ve Apo'ya af görüşüldü ki Adalet Bakanı oradaydı.
PKK'nın başı Apo içeride olduğu için görüşmeye katılamamış, AKP'nin başı da herhalde ille de dengi ile görüşeceği için katılmamış görüşmeye.
Bu nedenle Apo-Tayyip görüşmesi gerçekleşememiş...
Başka bahara kalmış dostların buluşması böylece.
Ama görüşmeden hemen sonra Anayasa Mahkemesi'nin siyaset yasağı getirdiği Aysel Tuğluk aracı olarak İmralı'ya gönderilecekmiş.

Boşuna Anayasa Mahkemesi'ni ele geçirmek istemiyordu elbette Tayyip. Anayasa Mahkemesi elde olacak ki serbestçe suç işleyebilsinler.
AKP ile PKK arasındaki görüşmeler bu şekilde resmiyet kazanmış oldu. Ama Türkiye çok iyi hatırlıyor ki, Başbakan bir zamanlar, BDP için, "PKK terörünü kınamazlarsa asla onlarla görüşmeyiz" diyordu.

Peki BDP kınadı mı PKK'yı?
Elbette hayır!

Aksine PKK'nın propagandasını yapmaya tam gaz devam ediyorlar.
Ve üstelik BDP adına görüşmeye katılan isimlerden biri Hasip Kaplan.
Kimdir bu adam?

Apo'nun eski avukatladından.

Yani Apo'dan vekalet alacak kadar güvenilir bir PKK'lı kendisi!
Apo yakalandığında, Türkiye'ye getirildiğinde, bu bebek katili caniyi mahkemede savunan adamdır kendisi!
Diğeri BDP'nin genel başkanı Selahattin Demirtaş!
Peki bu adam ne düşünüyor?
Dediği aynen şu:
Ortada terör sorunu yoktur!
Devlet PKK'yı muhatap alsın!
Özerk Kürdistan kurulsun!
Bir üçüncüsü Gülten Kışanak.
Tescilli ve kaşarlanmış PKK'lı.
1980'de cezaevine girmiş, üç yıl orada PKK'lılık yapmış.
Sonra dışarı çıkıp PKK'nın Özgür Ülke gazetesini çıkartmış.
Evet, hükümetin görüştüğü kişiler bunlar.
Şimdi Tayyip sakın çıkıp da biz terör örgütüyle görüşmeyiz demesin.
Çünkü bu kişiler zaten kendilerini terör örgütünün adamı olarak görüyorlar.
Önemli olan Tayyip değil.
O topaç gibidir, bir öyle der bir böyle.
Bir gün şehit anaları için ağlar ertesi gün PKK'lı anaları için.
Bir gün milliyetçidir diğer gün Kürtçüdür.
Peki ama referandumda "evet" diyen insanlar?
Erzurum, Kayseri, Giresun, Kırşehir vb. illerde yaşayıp da "evet" diyen milliyetçi Türkler...
Şimdi tüm Türkiye, özellikle de "evet" diyen Türkler şapkayı önlerine koyup düşünsünler...
Sahi siz neye "evet" demiştiniz?


31 Mart 2016 Perşembe

Esir Adam: Fethullah




Esir Adam: Fethullah,




Gökçe Fırat
Esir Adam: Fethullah





















Takıyye'nin Mucidi: Said-i Kürdi

Said-i Kürdi filminin gösterime girmesi birkaç açıdan ele alınabilir.

AKP iktidarı tüm cemaat ve tarikatların ve aynı zamanda terör örgütlerinin hürriyet elde ettiği bir dönemi başlattı.

Bu hürriyetten en fazla nasiplenenlerse elbette Nurcular ve ondan doğma Fethullahçılar oldu.

İkinci sırayı ise onlarla birlikte PKK'lılar aldı diyebiliriz.

Bu durum Said-i Kürdi ve Şeyh Sait ikilisinin Cumhuriyet'ten öc alma oparasyonu olarak görülebilir.

Ancak Said-i Kürdi'yi anlatan " Hür Adam " filminin zamanlaması, sadece Cumhuriyet'e meydan okuma, onunla hesaplaşma, ondan intikam alma amacından kaynaklanmıyor.



Nur Cemaatinin kurucusu Said-i Kürdi, adından da anlaşılacağı gibi bir Kürttür ve aynı zamanda da Kürtçüdür.

Ancak " Takıyye "nin mucidi bu adam için, kendi Kürtçü amaçlarını gizlemek, bu Kürtçülüğü İslam'ın ardına gizlemek hatta ve hatta Kürtçülüğe karşı çıkmak genel strateji olmuştur.

Bu strateji, bu Kürtçü cemaatin Türk kesimleri örgütlemesi için icad edilmiş takıyyeydi ve oldukça da başarılı oldu.

Türk-İslam'ın ardındaki ahtapot

Cemaatin kadroları uzun yıllar Merkez Sağ çizgiyi benimsedi bu sayede Türk taban üzerinde hakimiyet kurmayı başardı.

Gittikleri insanlara " Din İçin " gittikleri için, dinine bağlı temiz insanlar bunların gizli Kürtçü amaçlarını da sezemediler.

Hatta bu cemaat, Merkez Sağ'ın iki yan kolu Milliyetçi Hareket ve Milli Görüş içine de başarılı bir şekilde sızdı.

Öyle ki gerek Merkez Sağ (Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP, DYP geleneği), gerek İslamcı Sağ (MSP, Refah, AKP ve Saadet geleneği) gerek Milliyetçi Sağ (MHP ve BBP geleneği) içinde çok üst düzeylerde hep bu cemaat etkili oldu.

Cemaatin resmi ideolojisi ise o dönemler için Türk-İslam Sentezi'ydi. Bu ise Cemaatin Kürtçü emellerini tamamiyle gizleyen bir örtü oldu.

Hemen peşinden ise Sovyetler'in dağılması ile birlikte cemaat, Orta Asya Türk Coğrafyası'na açıldı. Türk-İslam Sentezi'nin "Türk" yanı bu iş için icad edilmişti.

Ama aynı zamanda tüm dünyada Amerika'nın teşvik ettiği İslamcı genişleme alanına da cemaat daldı.

Türkiye'nin Merkez Sağı'nı örgütleyen ahtapotun koları Türk ülkelerinden, Ortadoğu'nun ve Afrika'nın İslam devletlerine, Balkan Türklerinden ve Müslümanlarından Afrika'ya, oradan da Avrupa ve Amerika'nın Türk göçmenlerine kadar uzanıverdi.

Demek ki Said-i Kürdi haklıydı!

Bu kadar büyük bir genişleme ve taban "Kürt Said"le elde edilemezdi, "Nur Said" bu iş için idealdi.

O nedenle de Said-i Kürdi ismini değiştirmiş ve Said-i Nursi yapmıştı!

Fethullah ve Sızıntı

1980 sonrası "takıyye"nin mucidi Said-i Kürdi'nin en etkin müridi Fethullah bayrağı üstadından devralmıştı.

Fethullah da tıpkı Said-i Kürdi gibi uyanıktı, o da iyi gizlenmeyi başardı.

Ama Fethullah cemaatinin etkisi tüm Nur cemaatlerinin ötesine geçti. Çünkü arkasına doğrudan Amerikan devletini almıştı.

Bu büyük güç ile Türk devletinin en ulaşılmaz alanlarına "sızıntı" başlatıldı.

Hukuk sistemi 30 yılda ele geçirildi.

Mülki sistem daha 20. yılda ele geçmişti.

30. yıl biterken Türk Ordusu'na "sızıntı" da meyvelerini verdi ve Ergenekon ile Ordu'nun yapısı Nurculaştırılmaya başlandı.

Fethullah da tıpkı Said-i Kürdi gibi başarılı oldu, " Sızıntı " ve " Takıyye " gerçekten de en etkili yöntemdi!

Fethullahçılar Dergilerinin adını boşuna " Sızıntı " koymamışlardı ya!

" Hür Adam " filmi niye çekildi?

Ancak Said-i Kürdi filmi bu cemaatin etkisini daha geniş kesimlere yaymak için yapılmış bir aklama filmi değildir.

Filmin asıl mesajı da Atatürk'e karşı bir Said-i Kürdi çıkartmak değildir.

Film, asıl olarak Nurcu cemaatler ve de özellikle Fethullahçı cemaatte gelişen bir rahatsızlığı gidermek için çekilmiştir.

PKK'nın gelişmesi, Kürt ayrılıkçılığının güç kazanması ve cemaatin de genel olarak bölücü Kürtçülerle birlikte hareket etmesi iki gelişmeye yol açtı.

Nur cemaatlerinin bir kısmı Kürtçülükten rahatsız olmaya başladılar ve Fethullahçılarla diğer Nurcu cemaatler arasında ayrışma başladı.

Ama bir diğer önemli ayrışma Fethullah Cemaatinin içinde yaşandı. Bazı Fethullahçılar Kürtçü gidişe tepkilerini yüksek sesle dile getirmeye başladılar.

Hanefi Avcı'nın tutuklanması olayının ardında da aslında bu gerçek yatmaktadır.

" Genç Cemaatçiler " rahatsız

Cemaatin kimi kıdemlileri gelişmeleri tedirginlikle izlemekle birlikte, itidalli davranışı elden bırakmadılar.

Ancak bazı genç cemaatçiler oldukça rahatsızlık duymaya başladı.

" Türk Okulları " nedense Türk devletini yaşatmaya değil de Kürt devletinin kurulmasına mı sebep olacaktı?

Neden bunca yıllık Türkçülere karşı akıl almaz saldırılar düzenleniyordu da PKK'ya karşı ses yükselmiyordu?

Sesler yükselmeye ve Işık evlerinin huzurunu kaçırmaya başladı.

Cemaat içindeki huzursuzluğu gidermek için bölücülük değil kardeşlik ön plana çıkartılmalıydı.

O nedenle Said-i Kürdi filminin ana teması " Türk-Kürt " kardeşliği olarak belirlendi ve Said-i Kürdi'nin bölücü olmadığı ispat edilmeye çalışıldı.

Aslında bu, kardeşlik için değil Türk'ü uyutmak için bulunmuş yeni bir takıyyeydi.

Gelişen Türk tepkisi, " Bakın Said-i Kürdi Kürtçü değildi " denilerek dizginlenmeye çalışılmaktadır.

Film fiyaskoyla sonuçlandı

Ancak bu takıyye çok başarılı olmadı.

Filmin galasında yer alan ve protesto gösteren iki Türk gencinin yükselen sesi bile, cemaate bir uyarıydı. Orada, kendi çöplüklerinde bile yalnız değillerdi!

Her yerde Türkler vardı!

Ve üstelik eylemci gençler, din karşıtı gençler değildi, tabanı kandırmanın imkanı yoktu, bu gençler Türk bayrağı ile gösteri yapıyordu!

Moralleri bozan bu gelişmeden sonra, Zaman gazetesi Ulusal Partili eylemcileri "ırkçılıkla" suçlayarak cemaat içindeki soru işaretlerini gidermeye çalıştı ama yine de ortalık durulmadı.

Bu defa cemaatçiler kendi içlerinde çatışmaya başladılar.

Nitekim filmin yapımcıları cemaati filme yeterince destek olmamakla suçladılar. Demek ki cemaat teskin edilememişti.

Film fiyasko bir film olarak kalacağa da benzemektedir.

Amerika ve Fethullah

Her ne kadar arkasında Fethullah desteği olsa da filme Amerikan desteği yeterli olmamıştır.

Amerika için artık Türk-Kürt kardeşliği gibi bir mesaj anlamsızdır. Türk-İslam Sentezi günleri çoktan geçmiş yerine Kürt-İslam Sentezi günleri başlamıştır.

Bu noktada AKP içinde de, Cemaat içinde de ciddi bir ayrışma ufukta görünmüştür.

Kürt tezlerine destek, ABD'nin BOP'una destek olmak demek, bu hareketleri kaçınılmaz bir bölünmeye götürücektir.

Cemaat ve AKP içindeki Kürtçü ekip, ne olursa olsun Kürtçülüğe devam demektedir.

Fethullah bu noktada takıyyeyi sürdürmek ve Türkleri ürkütmemek taraftarıdır.

Bir kısım Türk cemaatçi ise ayrılma anında Ergenekoncu olarak yaftalanmakla korkutulmaktadır.

Misafir değil Esir,

Tarihin garip bir cilvesidir aslında gerçekte sahnelenen.

Said-i Kürdi, " Hür Adam" olarak lanse edilmektedir ama onu lanse eden Fethullah " Esir Adam"dır.

28 Şubat sürecinde ABD'ye kapağı atması elbette onun Amerikancılığındandı.

Nitekim Amerika da onu tam siper korudu.

Ancak iki yıl önce ciddi bir kriz başgösterdi ve Fethullah'ın oturma izninin uzatılmaması gündeme geldi.

Fakat bunların hiçbiri Fethullah ile ABD arasındaki ilişkinin pozisyonunu açıklamamaktadır.

Fethullah şu anda ABD'de "Hür" değildir, ABD'nin elinde " Esir " dir.

Esir olduğu için de ABD'nin istediklerine boyun eğmek zorundadır.

Sanıldığı gibi Türkiye'de yargılanmaktan ya da darbe korkusundan değildir Türkiye'ye gelmemesi.

ABD Fethullah'ı Türkiye'ye göndermemekte, rehine olarak tutmakta ve cemaate her türlü Kürtçülüğü yaptırtmaya çalışmaktadır.

Fethullah Gülen, elbette bu durumda Amerikan tehditlerine boyun eğmeyip isyan edebilir ve tıpkı Said-i Kürdi gibi, "hür adam" olmayı seçip ülkesine gelmeyi deneyebilir!

Korkmasın bu ülkede darbe marbe olmaz.

Havaalanında asker-sivil tüm Türkler onu karşılar...

Buyursun esir olmadığını göstersin!

Hizbullahçılar dışarıda

Hizbullahçıların serbest bırakılması haklı olarak büyük bir infial yarattı.

Herkesi bir korku sarmıştı: Kasaplar Dışarı salındı diye.

Tamam hadi buyursunlar Hizbullahçıları İçeri alsınlar.

Nitekim Yargıtay Peşlerine Düşmüş durumda.

Ama...

Unutmayalım ki...

Tayyip Erdoğan dışarda...

Abdullah Gül dışarda...

Bülent Arınç dışarda...

Hüseyin Çelik dışarda...

Sadullah Ergin dışarda...

Cemil Çiçek dışarda...

Beşir Atalay dışarda...

Mehdi Eker dışarda...

Yani:

Hizbullahçıları Salmalarının " Artı "sı var mı?

Ya da Eğer Hizbulahçılar Tutuklanır ve İçeri atılırsa Güvende mi olacağız?

http://www.turksolu.com.tr/308/basyazi308.htm


..

29 Aralık 2015 Salı

Mustafa Kemal'den Gandi Kemal'e & Gerçek Gandi’den Gandi Kemal’e





Mustafa Kemal'den Gandi Kemal'e




Gökçe Fırat

Gerçek Gandi’den Gandi Kemal’e

MUstafa Kemal'der Gandi Kemal'e















ABD’nin son keşfi Kılıçdaroğlu’na “Hollywood”vari bir de isim takıldı: Gandi Kemal...
Neden Kemal Kılıçdaroğlu’nu Gandi’ye benzettiklerine gelince, tek bir nedeni var: Tipi.
O da Gandi gibi zayıf, kara kuru, gözlüklü, esmer biri.
Peki bunun dışında Gandi’ye benzeyen bir yanı var mı?
Yok!
Olmasına da gerek yok, çünkü devir “imaj devri” ve bu devirde fikrin değil sadece tipin önemi var.
Zaten fikir anlamında bir ilişki kurmaya kalksalar, Gandi ile Kılıçdaroğlu arasında bir ilişki kurmanın imkanı yok.
Gerçek Gandi antiemperyalistti Gandi Kemal değil...
Gerçek Gandi Batıya karşıydı Gandi Kemal değil...
Gerçek Gandi kapitalizme karşıydı Gandi Kemal değil...
Gerçek Gandi Hinduydu ama Türklere karşı değildi Gandi Kemal değil...
Kısacası Gerçek Gandi ile sahtesi arasında hiç ama hiç bir benzerlik yok.

***

Mustafa Kemal’den Gandi’ye

Kemal Kılıçdaroğlu












Ama daha da önemlisi, Türkiye gibi ilk antiemperyalist Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkede yaşıyoruz ve Gandi dahil Doğunun tüm ulusları Mustafa Kemal’in örneğiyle büyümüş insanlar...
Gandi’nin Hindistan’ı İngiliz emperyalizmine karşı savaşırken örnekleri Türk Kurtuluş Savaşı ve onun lider olan Mustafa Kemal’di.
Şimdi Mustafa Kemal’in partisine bir başkan seçiliyor ama adı Kemal olduğu halde onu Mustafa Kemal’e benzeten yok.
Olmamasının birinci nedeni olağanüstü bir saygı olabilirdi ama Kemal Kılıçdaroğlu ve çevresindeki Kürtçülerin böyle bir kaygısı pek yok.
Olsaydı Atatürk’e karşı Seyit Rıza denilen gerici tarikat lideri teröristi savunmazlardı.
Kaldı ki Mustafa Kemal’den sonra CHP’nin başına Kemal adında birinin geçmesi belki CHP’de “ Yeniden Kemalizm ” ve “ Yeni bir Kemal ” olarak görülebilirdi, bu CHP’nin köklerine dönüşü olurdu.
Gandi’nin Hindistan’da yaptığı da zaten ulusal köklerine dönmekti.


Gandi Kemal’den Mustafa Kemal’e

Atatürk












Ama Kemal Kılıçdaroğlu’nu kimse Mustafa Kemal’e benzetemiyor, çünkü ortada tümüyle Mustafa Kemal’in karşıtı bir adam var.
Allasan pullasan belki yutturabilirsin birilerine ama öyle bir niyetleri de yok.
Çünkü çok açık bir şekilde Mustafa Kemal’e benzemek gibi dertleri yok.
Kemal Kılıçdaroğlu burada aslında kendi ulusal köklerine dönüyor, yani Mustafa Kemal’in değil Seyit Rıza’nın yanına...
Yadırgamamak lazım, tercihini Mustafa Kemal’den yana kullanmadı. Kendi atalarından yana kullandı.
İyi de yaptı...
Mustafa Kemal’in adını kirletmemiş oldu...



..

9 Mart 2015 Pazartesi

Apo Meclis’e! Ne Şaka, ne Paranoya!




Apo Meclis’e!  Ne Şaka, ne Paranoya!




GÖKÇE FIRAT
14.06.2004/Sayı:58


21 Temmuz 2003’te, bundan yaklaşık bir yıl önce, TÜRKSOLU’nun “Türk’ün Ateşle İmtihanı” özel sayısını çıkarttığımızda orada şu tespitlerde bulunmuştuk:
“...Türkiye Cumhuriyeti, geçtiğimiz 8 ayı bu hükümetle geçirmiştir. Son 8 ayda Türk devletinin ne kadar kırmızı çizgisi varsa hepsi paspas olmuş durumdadır.
8 ayın kısa bir bilançosunu yapalım:

1- Kıbrıs hemen hemen elden çıkmıştır.
2- Kuzey Irak’ta kukla Kürt devleti kurulmuştur.
3- ABD Türkiye’ye karşı silahlı harekata başlamıştır.
4- PKK neredeyse yasallaşmıştır.
5- PKK Ortadoğu çapında hareket etmeye başlamıştır.
6- Ordu pasifize edilmiştir.
7- Devlet şeriatçı kadrolarla doldurulmuştur.
8- Türban devlet giysisi haline gelmiştir.

Bu hükümet 8 ay daha başımızda kalırsa...

Bu 8 ay az, AKP biraz daha iktidarda kalsın dersek önümüzdeki 8 ayda neler olacağını da bilelim:

1- Kıbrıs tümden kaybedilecek, Rauf Denktaş Kıbrıs’tan sürülecek.
2- ABD Türkiye’yi Kuzey Irak’tan atacak.
3- Kuzey Irak’taki Kürt devleti resmen ilan edilecek.
4- PKK’nın başı hapisten çıkıp, yasal siyasete atılacak.
5- Cumhurbaşkanlığı kaldırılıp Başkanlık sistemine geçilecek, sonra bu başkanlık hilafete dönüştürülecek.
6- MGK kaldırılacak, Genel Kurmay halifeye bağlanacak.
7- Başı açık gezmek yasaklanacak
8- Atatürkçülerin idam edilmesi için Hilafet orduları kurulacak.
...

Bu yazdığımız 8 maddeyi iyi okuyun. TÜRKSOLU’nun bundan bir yıl önce yazdıkları kimileri için kötü bir şaka, kimileri için bir paranoya, kimileri içinse en hafifinden abartmaydı.
Tehdidi algılamayan ve geleceği göremeyen kafalar Türkiye’nin bu hale getirilmesine yol açmıştır. Yine aynı kafalar, bugün de tehdidi görememektedir.”
Düşmanımız ve biz
Tespitlerimizin ne kadar doğru çıktığını ortaya koymak için yazmıyoruz bunları, okurlarımız zaten gazetemizin yaptığı tüm siyasi tespitleri tarihin doğruladığını çok iyi bilirler. Bizim anlatmak istediğimiz, Türkiye’nin göz göre göre buraya getirildiğidir.
PKK terör örgütü, bir stratejik plan uygulamaktadır. Bu planın son noktası, bağımsız büyük Kürdistan’ın kurulmasıdır. Ancak hedefe ulaşmak için, o hedefi yakınlaştıracak bazı ara hedeflerin belirlenmesi gerekmektedir. Küçük hedeflerden büyük hedefe, ara aşamalardan ana palna varılacaktır.
Karşımızdaki düşmanın niyetinin ne olduğunu biliyorsak, onun atacağı adımların sonuçlarını önceden kestirmemiz gerekir. Düşmanın attığı her adımın, kesinlikle bir sonucunun olacağını bilmemiz gerekir. Düşman, “etkinlik olsun diye” faaliyet yürütmez, yürüttüğü tüm faaliyetlerin bizi bölecek hedefleri vardır.
Fakat değil düşmanın adımlarının takip edilmesi, karşımızdaki terör örgütü düşman olarak bile kabul edilmemiştir. Türkiye’de yaratılan hava şudur: Kürtler ezilmekte ve bazı kültürel-demokratik haklar talep etmektedirler. Bu talepleri bahane eden bir terör hareketi doğmuştur ama devlet o terör örgütünü etkisizleştirmiştir. Şimdi o terör örgütü ve onun uzantısı olan siyasal parti, düzen içine çekilmiştir. Bu nedenle ortada Türkiye’nin bölünmesi geibi bir tehlike yoktur.
Oysa bizim böyle okuduğumuz tabloyu, terör örgütü ve onu besleyen Batı merkezleri şöyle okumaktadır: Türkiye’yi bölme planımız için terör yolu ile önemli bir askeri güç zaten oluşturduk. Şimdi bu askeri gücü geri çekip bazı manevralarla kendi terörümüzü meşrulaştıralım. Bunun için öncelikle kültürel ve demokratik haklar isteyelim. AB ve ABD’de bunun arkasında olunca Türk devleti boyun eğecektir. Ayrı dili, ayrı kültürü kabul edilen topluluk, artık millettir. Bu milleti yaratmak yetmez, bu milletin kendi milli liderlerinin de olduğunu kabul ettirelim. O nedenle DEHAP’ı bu milletin partisi olarak kabul ettirelim, liderlerini de lider olarak kabul ettirelim.
Kimlikten millete, milletten milli lidere,
sonra gelsin Barış Gücü
Geldiğimiz noktada PKK terör örgütünün üyeleri olduğu açıkça ispatlanmış dört bölücünün salıverilmesi çok öemli bir aşamaya geldiğimizi ortaya koymaktadır. Düşman startejisi başarı kazanmıştır. Düşman şu gerçeği Türk devleti dahil herkese kabul ettirmiştir:

-Bizim Türk milletinden ayrı bir kimliğimiz var.
-Bu kimlik milli bir kimliktir.
-Bu kimlik ayrı bir dile sahiptir.
-Bu kimlik artık kendini ifade etmektedir.
-Bu kimlik milli bir kimliktir.
-Milli kimlik milli liderine sahip çıkar!

Bu dört teröristin salıverilmesi, terör yoluyla yaratılan bir azınlığın, liderliğine sahip çıkması, hatta onu hapisten bile kurtarmasıdır. Böyle büyük bir başarıyı elde eden azınlık, kendi kimliğine daha bir inançla sarılacak, hedefe yaklaştığını bilecek, daha fazla motive olacaktır. Bir terör örgütünü ve bu örgütünün kontrolüne girmiş kitleleri, en fazla motive edecek şey, sanırız budur.
Sanırız diyoruz, çünkü birşey daha var...
Çünkü esas liderleri hâlâ içerde. O halde yeni hedef bellidir, liderliğin özgürlüğüne kavuşturulması!
Doğrusu terör örgütü bu hedefi için de önemli yol katetmiştir. Önce bu sözde liderin asılmaması için Meclis’ten yasa çıkarttılar. Sonra onun artık demokrat bir filozof olduğunun propagandasını yaptılar. Liderleri şu an öyle yazılar yazıyor ki kimse bu adamcağıza terörist demez: Varsa yoksa kadın, aşk, seks. Yani yeni bir Ahmet Altan doğuyor İmralı’da!
Şimdi Apo’nun davası AİHM’de. Orada onun bir adada hapsedilmesinin demokratik olmadığı ortaya çıkacak. Ve Türk devleti onu diğer terör mahkumlarının da olduğu bir hapishaneye nakledecek. Çünkü Türkiye’nin altına attığı o AB Kriterleri’ne göre bunu yapması gerek!
Adadan normal hapishaneye geçen Apo, böylece özgürlüğe biraz daha yaklaşacak. Sonra bir af ve tıpkı bu dört terörist gibi ver elini özgürlük...
Dört terörist çıkar çıkmaz Dışişleri Bakanı ile görüştüler. Sonra da Genel Kurmay Başkanı’na ateşkes çağrısı yaptılar. Şimdi sırada 7 ili kapsayan bir ‘yurt gezisi’ pragramları var.
Bunların yaptığını, Apo da aynen yapacaktır. Ama onu Dışişleri Bakanı değil, Başbakan karşılar! Bugün Barzani ile Talabani ile hareket edenler, Apo ile hayli hayli eder. O zaman Rum Kürt ittifakı da Meclis’e taşınmış olur. İki yıldır söylüyoruz, dilimizde tüy bitti, göreceksiniz Apo Meclis’e de girecek! Girecek çünkü düşman ortada ama devlet yok! Bu terör örgütü ile mücadele etmek benim görevim diyen bir organ hâlâ ortada yok.
Bunun nelere mal olacağını ise yine biz söyleyelim. Terör örgütünü devlet durdurmazsa, millet durdurur. O zaman ortaya bir iç boğazlaşma çıkar. Ama bu boğazlaşmayı kullanacak olan yine Batıdır. Ondan sonra Kosova’da, Ruanda’da, Somali’de görevlendirilen NATO ya da BM Barış güçleri gelip ülke yönetimine el koyarlar.
Yani Apo’ya ses çıkartmayanlar, sanmasınlar ki Meclis’te Apo ile birlikte bu ülkeyi yönetebilirler. Türkiye’ye çizilen senaryo farklıdır. Türkiye mozaik diyenler Türkiye’yi mozaik devletçiklere bölmek için buraya Barış Gücü ile gelecekler. Bugün yaşadıklarımız, o müdahaleyi meşrulaştıracak etnik boğazlaşmanın ön adımları sadece...