SUSURLUK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SUSURLUK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Kasım 2020 Pazar

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 14

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 14


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Susurluk, Mehmet Agar, Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 



3.2.1.3. 28 Şubat Sürecinin Siyasi Nedenleri 

“28 Şubat bir süreç midir, darbe midir” sorusu son birkaç yıla kadar tam olarak 
cevaplanabilmiş değildi, zira etkisi ne kadar yoğun hissedilse de askeri müdahale 
öncekilerden farklı bir biçimde gerçekleşmiş ve yaşananların bir darbe olarak 
algılanması zaman almıştır. Nitekim 1 Mart 1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde 
“Muhtıra Gibi Tavsiye” başlığı ile MGK toplantısı sonucu verilmiştir (Erdin, 2010, 
s.187). 28 Şubat 1997 tarihinde muhtıra yayınlanmasına rağmen aynı yılın yazında darbe beklentileri olduğuna dair haberler gündeme gelmiştir. 28 Şubat nedir sorusunu sorduğumuzda 28 Şubat 1997 tarihinde yayınlanan askeri muhtıra ile başlayan süreç cevabını verebiliriz. Elbette bu yeterli bir açıklama değildir, zira öncesinde ve sonrasında yaşananlar bu süreci anlamlı ve anlaşılır kılacaktır. Söz konusu süreci anlamak için bazı yazarlar, Cumhuriyet’in kuruluşu ve çok partili döneme geçişe kadar gitmektedirler, çünkü Cumhuriyet tarihimizde defalarca darbe deneyimi yaşanmış ve bu deneyimler çok partili döneme geçtikten sonra meydana gelmiştir (Akın, 2011, s.5). Bu dönemi hazırlayan koşullar başta olmak üzere, 28 Şubat’ın ne zaman ve nasıl başladığı incelenecek ve sürecin gelişim safhaları ele alınıp anlatılacaktır. 

3.2.1.4. Refah-Yol Hükümeti döneminde ki önemli siyasi ve sosyal olaylar 

Ana-Yol Hükümeti’nin sona ermesi üzerine, Cumhurbaşkanı Süleyman 
Demirel’in, hükümeti kurma görevini seçimlerde en yüksek oyu alan RP lideri 
Necmettin Erbakan’a vermesiyle Türkiye siyasi tansiyonu yüksek yeni bir döneme 
girmiştir (TBMM, 2012, s.949). Erbakan’ın temaslarında RP ve DYP arasındaki 
görüşmelerde ilerleme kaydedildiğinin ortaya çıkması üzerine zaman içersin de nihayet 28 Haziran 1996 tarihinde iki lider iki yıl Erbakan’ın iki yılda Çiller’in Başbakanlık yapacağı “Dönüşümlü Başbakanlık” sistemi üzerinde anlaşılması ve seçime Çiller’in Başbakanlığında gidilmesi koşuluyla, öncelik Erbakan’a verilmiştir. Erbakan Başbakan, Çiller’de Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olacaktır (Gürses, 2009, s.115). 

Refah-Yol Hükümeti bu anlaşma neticesinde kurulmuş olmakla beraber, Türkiye 
siyaseti yeni bir döneme yelken açmış ve derin sularda yüzme zamanı gelmiştir. 
Özellikle bu koalisyon, Türkiye’nin yeni bir döneme girdiğini göstermekle beraber, 
ülkenin siyasi tansiyonunun çok yüksek olacağı yılları da beraberinde getirecektir. 

3.2.1.5. Toplumda hassasiyet yaratan olaylar 

Hürriyet gazetesi 9 Temmuz 1996 günkü sayısında “Refah İktidarda” manşetinin altında, “74 yıllık Türkiye Cumhuriyeti ilk kez genel seçimde % 21 oy alabilen “İslamcı” bir partinin yönetimine geldi” yorumunda bulunması (9 Temmuz 
1996, Hürriyet) Refah-Yol döneminin nasıl geçeceğini göstermekle beraber özellikle toplumsal olayları da akabinde getirecektir. Refah-Yol iktidarı ile birlikte Türkiye’de laiklik tartışmalarının başlaması, Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık görevini almasının ardından tebrik için ziyarete gelenlerin önceki dönemlerde başbakanları ziyarete gelenlerden farklı bir görünüm arz etmeleri bu tartışmalara zemin hazırlarmıştır (Gürses, 2012, s.116). Çünkü RP’li iktidar bu gidişle sistemin tüm kilit noktalarına çomak sokarak, bütün dengeleri alt üst edecek gibi görünmekteydi (Bayramoğlu, 2007, s.70). Refah-Yol Hükümeti iktidara gelir gelmez, bazı camilerin önünde özellikle Cuma günlerinde bazı aşırı uç gruplar tarafından çeşitli eylemler düzenlenmeye başlamıştır. 6 Ekim 1996 tarihinde Ankara Kocatepe Camii’nde zikir çekerek “Şeriat İsteriz” şeklinde bağıran sakallı, cüppeli ve asalı Acz-i Mendi görüntüleri, günlerce televizyon ve gazetelerde yayımlanmıştır (Komisyon, 2012, s.50). 

Bunlardan en dikkat çekici olanı, Acz-i Mendiler olmuştur. Özellikle Türkiye 
kamuoyu Acz-i Mendileri o zamanlarda tanıdı. Toplumsal anlamda büyük bir grup 
olmayan Aczi Mendiler ellerindeki asalar ve garip giyimleri ile hemen dikkat 
çekmekteydiler. Özellikle 1996 yılının sonlarına doğru bu marjinal gruplara düzenlenen polis baskını bütün olanları ve yaşananları gözler önüne sermiş ve Türkiye 1997 yılına Acz-i Mendilerin seks skandalı ile girmişti. Polisin 28 Aralık1996 günü gazeteciler ve kameralar ile beraber bir eve düzenlemiş olduğu baskın sonrasında Acz-i Mendilerin şeyhi ve lideri konumunda bulunan Müslüm Gündüz isimli bir şahsı, Fadime Şahin isimli bir genç kız ile beraber yakalanması sonucu toplumda büyük bir endişe ve korku hâsıl olmuştu. Fadime Şahin hakkında, imam nikâhlı eşim diyen Acz-i Mendilerin lideri Şeyh Müslüm Gündüz din istismarı başta olmak üzere, halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek suçlarından kesinleşmiş 2 yıl hapis cezası bulunuyordu. Acz-i Mendilerin lideri Şeyh Müslüm GündüzKemalizm’in ve Laikliğin” mutlak düşmanıydı (Birand, Yıldız, 2012, s.187). 

Yaşanan bu baskın olayından sonra Acz-i Mendilerin lideri konumunda bulunan 
Müslüm Gündüz tutuklanıp cezaevine gönderilirken onun kurbanı olan Fadime Şahin ise TV (Televizyon) kanallarını dolaşıyor ve tarikat şeyhlerinin tuzağına nasıl düştüğünü anlatıyordu. Fadime Şahin, İslam dinini öğrenmek için gittiği şeyh Ali Kalkancı tarafından istismara uğramış ve Kalkancı, kendisine sahte dini nikâh kıymış ve bir müddet sonra “Boş ol”! demişti, sonrasında ise içine düştüğü bu durumdan kurtulmak için Acz-i Mendilerin lideri olan Müslüm Gündüz’e gitmiş ve yine onunda kötü tuzağına düşmüştü. İstediği ise kendisine bu kötülükleri yapan din istismarcılarının bir an önce yargılanmaları ve cezalarını çekmeleriydi. 
Türk kamuoyu ise olanları ekranlardan seyrederken Fadime Şahin’i anlamaya 
çalışıyordu. CHP’li kadın milletvekilleri Fadime Şahin’e sahip çıkmıştı. Özellikle 
tarikat şeyhlerinin isimlerinin seks skandalı ile anılmaya başlaması ve toplumda 
oluşturulmak istenen tarikat zihniyetinin boşa çıkmasını sağlamış ve bu yaşanan 
olaylardan dolaylı Refah Partisi dolaylı bir şekilde etkilenmiştir. 

Fadime Şahin, iki tarikat liderinden de şikâyetçi olmuş ve suç duyurusunda 
bulunmuştur. Yapılan bu şikâyet ardından iki şeyh de yargılanıp mahkûm olmuştur. 
Yaşanan bu olay kısa zaman da Türk kamuoyunu etkisi altına aldığı gibi siyaset 
yaşamını da etkisi altına almıştır. 
Bu gösterilerin zamanlama olarak Başbakan’ın Libya gezisine denk gelmesi bu 
yayınların etkisinin artmasına yol açmıştır. 20 Ekim tarihinde yine aynı yerde gösteri yaparak, Atatürk’e hakaret eden yüz civarındaki Acz-i Mendi gözaltına alınmıştır. Bu olayların 28 Şubat sürecini tetikleyen kurgulanmış olaylar olduğu, Acz-i Mendiler, Fadime Şahin, Ali Kalkancı gibi isimlerin provokasyon amaçlı kullanılmış oldukları yapılan tetkiklerde görülmüştür (TBMM, 2012, s.950). 

3.2.1.6. Susurluk olayı ve “Aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri 

Türkiye 28 Şubat süreci içerisine girerken, ülkede karanlık güçler iş başındaydı. 
Ülke adeta içten içe kaynıyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.165). Özellikle ülkenin siyaset gündeminde yeni kurulan Refah-Yol Hükümeti, Başbakan Erbakan’ın siyaset ve sivil toplum kuruluşları ile olan ilişkileri ve toplumda irtica ve hassasiyet yaratan olaylar tartışılırken, tüm dikkatler hep bu yönde toplanmış iken, siyaset ve devletteki bu çıkmaz ilişki sarmalı Susurluk Olayı ile daha da farklı bir anlam ve önem kazanmış idi. 

Susurluk ilçesi, 3 Kasım 1996'dan sonra Türk siyaset tarihine mal olmuştur. 3 
Kasım 1996 akşamı saat 19.25'te 06 AC 600 plakalı Mercedes marka bir otomobil, 20 RC 721 plakalı bir kamyonla çarpışmış, aracı kullanan eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ'la birlikte, kırmızı İnterpol bülteniyle aranan ülkücü kökenli Abdullah Çatlı ve onun sevgilisi olduğu söylenen Gonca Us olay yerinde ölmüşlerdir. 

Mercedes'in plakasının (06 AC 600) Abdullah Çatlı'ya tahsis edildiğini 
çağrıştırmaktadır. Abdullah Çatlı ve sevgilisi Mehmet ve Melahat Özbay sahte 
kimliğiyle seyahat etmektedirler. Olay duyulunca Ankara'da çok sayıda işadamı, ara sıra görüştükleri Özbay'ın aslında Çatlı olduğunu öğrenmişlerdir. Dönemin İçişleri Bakanı ise Mehmet Ağar’dır. Mehmet Ağar'ın adı Susurluk Olayında kazadan sağ kurtulan kişi aracılığıyla karışmıştır. DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak, yaralı kurtulmuştur. 
Bucak aşireti Güneydoğu'da PKK'ya karşı devlet güvenlik güçlerinden yana saf tutmuş bir aşirettir. Mehmet Ağar'ın bu birlikteliği, suçluları güvenlik kuvvetlerine teslim etmeye götürüyorlardı diye açıklaması kamuoyunu tatmin etmemiş, daha da kızdırmıştır (Özgan, 2008, s.65). 

O dönem yaşanan pek çok olay koalisyonun RP’si kanadını, Susurluk Skandalı 
da DYP kanadını yıpratmış, üzerlerinde kamuoyu baskısı oluşturmuştur. Medyanın 
olaydan haberi olduğu andan itibaren bir Susurluk algısı yaratılmış, kaza sonrasının gerçek görüntüleri ile canlandırmalar birleştirilmiş ve ortaya çıkan mizansenler ekrandan yayınlanmaya başlanmıştır. Medyanın her geçen gün güçlendiği bu çağda, olaylar medyanın ona atfettiği kadar önemli sayılmakta ve onun verdiği isimlerle anılmaktadır. “Susurluk Skandalı’na” ismini veren medya, “polis-mafya-siyaset üçgeni” tabirini de kullanıma sokmuştur (Arikan, 2010, s.92-93). 

Bu olayın ardından, basın organlarında, “derin devlet” ve “devlet-mafya-siyaset 
üçgeni” iddiaları tartışılmaya başlanmıştır. Bu olayın içinde DYP’li bir vekilin olması, Tansu Çiller’in kazadan yaralı olarak kurtulan Sedat Bucak’ı hastanede ziyaret etmesi, ölen Abdullah Çatlı için TBMM Genel Kurulu’nda “Devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de bizim için şereflidir” şeklindeki sözleri, basın yayın organlarında eleştirilmiştir (TBMM, 2012, s.950-51). Bu gelişmeler ile beraber Türkiye “polis-mafya-siyaset” gündemleri ile açığa çıkan olaylarla beraber siyaset tansiyonu daha da yükselmiş, TBMM’ de ki muhalefet grupları Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller’in devlet içerisinde ki kirli işleri açıklamaya çağırmışlardı. 
DYP ile bağlantılı kişilerin Susurluk Skandalı’nda isimlerinin geçmesi nedeniyle 
partinin bu konuyu savunarak sahiplenmesi; Parti Genel Başkanı ve Başbakan 
Yardımcısı Tansu Çiller’in kazada yaralanmış olan milletvekili Sedat Bucak’ı hastanede ziyaret etmesi, kazada ölen Abdullah Çatlı için “Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de bizim için şereflidir” (Akpınar, 2001, s.128) demesi koalisyonun bu kanadını yıpratmıştır. RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan da olaya “fasa fiso” diyerek yaklaşmıştır (Donat, 1999, s.339). Kendi partisi ile doğrudan ilgisi neredeyse hiç olmayan bu olay Necmettin Erbakan’ın bu şekilde müdahil olması koalisyonu korumak amaçlı olarak algılanabilir. Erbakan ve kurduğu hükümetin çeşitli nedenlerle ters düştüğü büyük medya yapılanmaları hükümetle aralarındaki problemler nedeniyle bu ifadeleri kullanmışlar ve halkta tepki oluşturmaya çalışmışlardır (Arikan, 2010, s.93). 

Necmettin Erbakan’ın, bu gelişmeler karşısında, basında çıkan haberler için 
“fasa fiso” diyerek, olayı “medyanın abarttığını” öne sürmesi bu kez RP’nin 
eleştirilmesine neden olmuştur. Erbakan’ın koalisyon ortağını korumak için bu sözleri sarf ettiği öne sürülmüştür. 

Bu gelişmeler üzerine Tansu Çiller, skandala adı karışan İçişleri Bakanı ve eski 
Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın istifasını istemiştir. ANAP lideri Mesut 
Yılmaz, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den DDK’ın (Devlet Denetleme Kurulu) 
görevlendirilmesini istemiş; ancak Demirel “sistemin işletilmesi” gerektiğini 
söyleyerek, talebi geri çevirmiştir. Müteakip günlerde, Mesut Yılmaz, Almanya gezisi sonrası uğradığı Budapeşte’de kaldığı otelde kimliği belirsiz bir kişinin yumruklu saldırısına uğramıştır. Neticede, daha önce, Necmettin Erbakan’ın Libya gezisine ilişkin kararnameyi imzalamamasından dolayı parti içinde gerginliğe yol açan Mehmet Ağar, 8 Kasım 2006’da “Herhalde Kaddafi memnun olmuştur” diyerek istifasını sunmuş ve yerine Meral Akşener getirilmiştir. Akşener’in ilk işinin Ağar’ın imzalamadığı Erbakan’ın Libya gezisi kararnamesinin imzalanması olduğu öne sürülmüştür (TBMM, 2012, s.951). 

Susurluk Olayını araştırmak için 13 Kasım 1996’da üç ay görev yapacak olan 
“Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu” kurulmuştur. Bu komisyonun başkanı 
Mehmet Elkatmış; “Susurluk Olayının arkasında JİTEM’in olabileceğini işaret etmiş ve Başbakanlık Teftiş Kurulu bu konu ile hazırlanan raporunun bir bölümünü devlet sırrı olduğunu” iddia etmiş ve yayımlamamıştır. 

9 Ocak 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Çankaya Köşkü'nde bir görüşme yapan Başbakan Necmettin Erbakan, Susurluk kazasıyla ilgili olarak Başbakanlık Teftiş Kurulu'nca hazırlanan raporun Süleyman Demirel’e 
sunulduğunu söylemiştir. Susurluk konusunda orduya yönelik açıklamalar yapan 
Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Vekili Hanefi Avcı mahkeme kararıyla tutuklanmıştır (TBMM, 2012, s.951). Yaşanan bu gelişmeler üzerine Başbakan Erbakan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'yı ziyaret etmiştir. Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın 10 Ocak 1997’de düzenlemiş olduğu basın toplantısında Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun hazırlamış olduğu Susurluk Raporu hakkında bilgi vermiştir. Başbakan Necmettin Erbakan ayrıca Susurluk Dosyasını araştırmak üzere MİT’e bir rapor hazırlatmış ve bu rapor sadece mecliste grubu bulunan parti başkanlarına verilmiştir. 
Bu konuyla ilgili araştırma ve soruşturmaların ağır yürümesinden dolayı o döneme kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin en pasif ama en etkili protestosu gerçekleşti. 
“Yurttaş Girişimi” tarafından organize edilen “ 1 dakika karanlık eylemi” hak, hukuk, demokrasi, özgürlük, zulme karşı mücadele söylemleriyle iktidara gelen RP’ne daha doğrusu bu kirli ilişkileri açığa çıkaramayan sisteme karşı düzenlenmiş ti (Aksoy, 2000, s.185). Bu eylemler İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde başlayıp tüm yurda yayılan bir eylem haline gelmişti, elinde siyasi bir gücü olmayan ve sistem karşısında her zaman ezilen kesimler bu pasif ama etkili eylem yoluna gitmişlerdir. Başbakan Erbakan bu eylemi “çocukça bir davranış” olarak nitelemiştir. Böylece devletin içine sinmiş bu çetelerle uğraşılmayacağının ilk sinyallerini vermiştir. O dönemdeki konuşması şöyledir; “Denizde damla bile değiller. Aklı başında insanlar böyle şeyler yapmaz. Bir insan hasetten yapacak bir şey bulamazsa elektriği kapatır. Birkaç nasipsiz insanın yapacağı bu tür şeylerden etkilenmeyiz. Etkilenenler zayıf insanlardır. Bunun etkisinde kalıp farfarayla bunu yaymak, aynı şekilde hata ve suçtur. 70 milyonluk Türkiye böyle fesatlarla yerinden oynamaz” (Özer, 2011, s.56). 
Bu süreçte Susurluk Skandalı ile ilişkilendirilerek ve büyük bir medya desteğini 
de arkasına alarak gerçekleştirilen eylemler düzenlenmiştir. Bunlardan en dikkat çekeni her akşam saat 21.00’de yapılmakta olan ışık açma ve kapama eylemleri olmuştur (Arıkan, 2010, s.93). Susurluk Olayı ile toplum ilk defa ciddi olarak harekete geçmiş olmakla beraber, Susurluk skandalı toplumda yaygın bir infiale sebep olmuş; skandalın üzerinin örtüldüğünü düşünen “Yurttaş Girişimi” adı verilen bir grup aydın tarafından 1-29 Şubat 1997 tarihlerinde yürütülen “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” adlı kampanyalarla, Susurluk’ta açığa çıktığı öne sürülen “derin devlet” hedef alınmıştır. 

Ancak, Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın bu eylemi “mum söndü” ’ye benzetmesi, başta Alevi vatandaşlarımız olmak üzere, toplumun geniş kesimlerinde infiale sebep olmuş; böylece protestolar özellikle Refah Partisi’nin aleyhine dönük kampanyaya dönüştürülmüştür (Komisyon, 2012, s.52). 
“Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” olarak tanıtılan bu eylemle hem 
Susurluk’la açığa çıkmış gibi gösterilen “derin devlete” karşı durulmakta hem de - 
açıkça ifade edilmemekle birlikte - “siyasal İslam = karanlık” önermesi vatandaşın 
zihinlerine kodlanmaktadır. O dönem İstanbul merkezli büyük medyanın - özellikle de televizyon kanallarının ana haber bültenlerinin eylem saatinde canlı yayınla - verdiği destekle bu eylem yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Susurluk Skandalı o dönemin konjonktürüne uymamakla birlikte medya tarafından, hükümetin yanlış adımlarının da verdiği fırsatlarla, iyi şekilde kullanılmış ve kamuoyu oluşturulması na yardımcı olmuştur (Arikan, 2010, s.93). 

İstanbullu avukat Ergin Cinmen önderliğinde başlayan bağımsız yurttaşlar 
girişiminin çağrısıyla, “Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemleri Susurluk 
kazasıyla aydınlanan devlet içindeki çeteleşmenin ortaya çıkarılıp cezalandırılma sını isteyenleri, Şubat ayı boyunca her akşam saat 21.00'da bir dakika boyunca evlerinin ışıklarını kapatarak pasif protestoya çağırmıştır. Eylem, daha başladığı gün yalnızca Susurluk'un açığa çıkarılması değil, Refah-Yol dönemindeki tüm uygulamaları protestoya dönüşmüştür (Özgan, 2008, s.66). Yapılan bu eylem ve protestoların RP ile bir ilgisi yoktur. Ancak Erbakan’ın ortağı Çiller’i koruyabilmek için eylemleri eleştirmesi askeri lojmanları da eylemlere müdahil eden ve bir anda eylemin mecrasını değiştirip tepkileri RP’ne döndüren bir gelişme halini almıştır (Opçin, 2004, s. 82). 

Özellikle Susurluk Olayı ile başlayan bu süreç “Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylem ve protestoları ile devam etmiştir. Bu dönem içerisinde ki Refah-Yol 
Hükümeti’nin icraat ve faaliyetlerine bakacak olursak; toplumda hâsıl olan ve uzun süredir devam eden istikrarsız yönetim biçimi ve toplumsal bütünleşmenin 
sağlanamaması ve bu olumsuzlukların siyasi yaşama taşınmasını beraberinde 
getirmiştir. Bu ışıkları söndürme eylemi hiç şüphesiz ki Türkiye tarihinin ilk ve en 
büyük sivil toplum olayı olmakla birlikte tüm Türkiye’ye yayılamamıştır, genellikle 
büyük şehirlerde destek bulmuştur. 
Fakat bu hareketin tüm Türkiye’ye yayılmaması hareketin fazla abartıldığı izlenimini vermekteydi. 
Beklide Refah-Yol’ un bu eylemi pek hesaba katmamalarının nedeni de budur (Bölügiray, 1999, s.25). Bununla beraber ülkede ki siyasi istikrarsızlık ve yönetim boşluğu diğer partiler tarafından da tepkiyle karşılanmış ve toplumsal kutuplaşmaları da beraberinde getirmiştir. 
Böyle bir toplumsal gerilim ve kutuplaşmanın olması, başta Refah-Yol Hükümeti olmak üzere diğer partiler tarafından da acilen çözüm bekleyen konular arasında yerini almıştır. 

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 11

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 11


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 


3.1.3. Sivas Olayları., 

Tansu Çiller tarafından kurulan 50.Hükümet daha güvenoyu almadan (TBMM, 
2012, s.942) Türkiye’nin siyasi yaşamına ve o döneme damgasını vuran öyle bir olay meydana geldi ki, Cumhuriyet tarihinin en kötü olayları arasında yerini aldı. 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas Olayları meydana geldi. Sivas Olayları, kimler tarafından ve nasıl planlanmıştı hala tam olarak anlaşılamamıştır. Dönemin en önemli olayları arasında yerinin alan, 2 Temmuz 1993 Sivas ve Madımak Oteli… 
Sivas’ta Pir Sultan Abdal şenlikleri için, aydınlar, sanatçılar, dönemin kanaat 
önderleri, yazalar ve Alevi önderleri bir araya gelmişti. Paneller, konferanslar, konserler ve çeşitli yazarlar tarafından imza günleri düzenlenip, 400 yıl önceki Hızır Paşa’nın düzenini eleştiren Pir Sultan Abdal’ı anıyorlardı. Pir Sultan Abdal’ın düşüncelerinin, değerlerinin mirasçısı konumunda olan yazar Aziz Nesin’de Sivas’a gelmişti. Aziz Nesin, Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” kitabını Türk okuyucularla buluşmasını sağlamıştı. Bu nedenle yazarın Sivas’a gelişi büyük bir tepkiyle karşılanmış ve özellikle radikal İslamcıları bu geliş yeterince rahatsız etmişti. 

Sivas’ın Banaz Köyü’nde düzenlenen bu şenlikler ilk defa yaşanan bu olaylar ile 
beraber gergin olarak başlamış ve şehirde soğuk rüzgârların esmesine sebebiyet 
vermiştir. Bu olayların yaşanması gölgesinde ziyaretçilerin Sivas’a gelmeden önce 
radikal dinci ve İslami grupların provokatör eylemleri başlamış ve şehirde marjinal gösteriler düzenlenmiştir. 
Pir Sultan Abdal şenliklerinin onur konuğu olan Aziz Nesin’in kitaplarının imza 
gününde, yazar hem kitaplarını imzalıyor, hem de sevdikleri ile buluşmanın sevinç ve heyecanını yaşıyordu. Ancak aynı ortamda bulunan gazetecilerin sıkıştırmaları ile de baş başa kalmıştı. Ortamın atmosferi iyice gerilmiş, çevrede toplananlar yazar hakkında hakaret dolu sözler söylemeye başlamışlardı. Bu olayların yaşanması ile beraber Aziz Nesin’in korumaları, yazarı konukların kalmakta olduğu Madımak Oteli’ne götürmüşlerdi. Olaylar iyice çığırından çıkmış ve 10-15 kişilik gruplar sloganlar atarak gösteri yürüyüşlerini sürdürüyorlardı (Birand, Yıldız, 2012, s.31). Ancak asıl protestocu grup tam olarak toplanmamıştı. Bununla beraber Kültür Merkezi’nde Arif Sağ’ın dinletisi dinlemek için yaklaşık 1500 kişi salonda toplanmıştı. Ancak dışardan bir grup gösterici salonu taşlamaya başlamış ve Kültür Merkezi’nin içerisine girmeye başlamışlardı. Madımak Oteli çevresinde toplanan göstericiler ile beraber yaşanan olaylar iyice büyümüş, Cuma namazın dan çıkan gruplarında desteği ile artık olayların önü alınamaz olmuştu. 

Protestocuların gösterileri iyice artmış Pir Sultan Abdal heykeli parçalanmış ve daha birçok gelişmeler sonrasında otel ateşe verilmişti. 

Genel olarak yaşanan bu olaylara baktığımızda; Salman Rüşdi’nin “Şeytan 
Ayetleri” kitabını Türkiye’de yayımlayan Aziz Nesin’in Sivas’ta Pir Sultan Abdal 
Kültür Derneği tarafından 1-4 Temmuz 1993 tarihleri arasında düzenlenen 4. Pir Sultan Abdal Kültür Şenlikleri’ne davet edilmesi ve Kültür Merkezinde yaptığı konuşma sonrasında Aziz Nesin’i protesto gösterileriyle başlayan olaylarda, şenlikler için Sivas’a gelen şair ve yazarların kaldığı Madımak Oteli önünde sloganlar atılmış, Cuma namazından çıkan cemaatin de tahrik edilmesiyle kalabalık tarafından Otel ateşe verilmiş, çıkan yangında, otelde kalan toplam 35 sanatçı ve gazeteci ölmüş, 40 kişi de yaralanmıştır. Ölenler üzerinde yapılan otopside, bazı kimselerin dumandan zehirlenerek, bazılarının da ateşli silahlarla vurularak öldürüldüğü tespit edilmiştir. 2 Temmuz 1993 Cuma günü cereyan eden Sivas hadiselerinin bu boyuta ulaşmasında, idarenin yönetim zafiyeti ve devletin Ankara’ya bu kadar yakın mesafedeki bir ilde, takviye kuvvet noktasında yetersiz kalması, polis ve jandarma tarafından gerekli önleyici tedbirlerin alınamamış olması, devletin ihmali, gafleti ve vahim bir hatası olarak değerlendirilmiştir (TBMM, 2012, s.942-943). 

Yaşanan bu olaylar; kamuoyunda şeriatçı grupların organize ettiği, gerici bir 
ayaklanma olarak sunulmaya çalışılmış. Sünni-Alevi ayrışmasını körükleyen Sivas 
Olayları, kimilerine göre 28 Şubat sürecine gidişin bir kilometre taşı olarak 
görülmüştür. 

3.1.3. Başbağlar Olayı., 

1993 yılı Türkiye ve Cumhuriyet Tarihi için bir dönüm noktası olması ile beraber kara bir leke olarak tarih sayfalarında yerini almıştır. Terör, Türkiye’nin en 
önemli sorunu ve neredeyse tek gündemi olmuştu. PKK terör örgütü köyleri basıyor, masum insanları öldürüyordu. Türkiye 1993 yazında Madımak Olayı’ndan 3 gün sonra, 5 Temmuz 1993 tarihinde Erzincan’ın Kemaliye İlçesine bağlı Başbağlar köyünde 33 vatandaşımızın katledilmesi, Türkiye’de “Sünni-Alevi” çatışması yaratmaya yönelik planlı bir eylem olarak değerlendirilmiştir (TBMM, 2012, s.943). 
Akşamüzeri gerçekleşen bu acı olayda 100'e yakın PKK mensubu köyü basmış 
ve ezanın okunduğu sırada camiye giren örgüt mensupları cemaati zorla dışarı 
çıkarmışlardı. Yaklaşık 1,5 saate aşkın bir süre örgüt propagandası yaptıktan sonra tüm erkekleri kurşuna dizmiş, burada 29 kişi hayatını kaybetmiştir. Daha sonrasın da ise köy ateşe verilmiş ve 214 ev, köy okulu, köy camii, halkevi yakılmıştır. PKK terör örgütü tarafından acımasızca gerçekleştirilen bu olay neticesinde 33 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 3 vatandaşımız ise ağır yaralanmıştı. Bununla beraber köyde bulunun vatandaşlara ait ev ve araçlar da yakılmıştı. Bununla beraber yakılan evlerde de saklanan 1'i kadın 4 kişi de yanarak hayatını kaybetmiştir. Başbağlar Olayı tarihin karanlık sayfalarında yerini almakla beraber, 5 Temmuz 1993'de, Erzincan'ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar Köyü'nde PKK terör örgütü tarafından 33 sivilin öldürülüp sonrasında köyünde ateşe verildiği acı bir olay olarak hala hafızalarda ki yerini korumaktadır. PKK lideri Abdullah Öcalan olaydan habersiz olduğunu ve olayın sorumlusunun Dr. Baran kod adlı bir PKK sorumlusu olduğunu ifade etse de, yaşanan bu acı olayı terör örgütü PKK düzenlediğini kabul etmiştir. 

Yaşanan bu olay sonrasında olayla ilgisi olduğu düşünülen 20 kişi gözaltına alınmış ve haklarında idam ile çeşitli sürelerde hapis cezası istemiyle dava açılmıştır. Açılan dava da sanıkların 18'i beraat etmekle beraber, 2 kişi mahkûm edilmiştir. 

3.1.4. 1994 Yılındaki Önemli Gelişmeler ve 27 Mart 1994 Yerel Seçimleri 

1994 yerel seçimleri, 27 Mart 1994 tarihinde yapılmış ve seçimlere 13 parti 
katılmıştır. Ancak seçimlere katılan bu 13 partinin sadece 4’ü ulusal barajı 
geçebilmiştir. Bu partiler; DYP, ANAP, SHP ve RP’dir. Yapılan bu yerel seçimlerde 
DYP ve ANAP oy oranı bakımından ilk iki sırayı paylaşsa da asıl seçim zaferini % 19,1 oy oranı ile 22 il ve 329 belediyede seçimleri kazanan RP elde etmiştir (TBMM, 2012, s.944). Bu başarının en önemlisi ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını RP’nin kazanmasıydı. 
Seçim öncesinde ki gelişmelere baktığımızda ise yerel seçimlerin genel seçimler 
gibi algılanmasını beraberinde getirmiş ve yapılan hazırlıklar bu bağlamda ele 
alınmıştır. Seçim öncesine ve seçim propagandalarına baktığımızda; Güneydoğu 
Anadolu Bölgesi, şeriat ve laiklik olmak üzere üç temel üzerine çalışmalar yapılmış olmakla beraber, Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz seçim malzemesi olarak pek fazla kullanılmamıştır ancak seçimlerin hemen ardından 5 Nisan Kararları alınmıştır. 
Bununla beraber seçim sandıklarının ve oyların çalınması yerel seçimlere gölge 
düşürmüş olsa da RP’nin özellikle Büyükşehir Belediyeleri’nin çoğunu alması zafer 
olarak nitelendirilmiştir. 
Özellikle 1994 yılının en önemli olayları içerisinde belki de Türkiye’nin büyük 
bir ekonomik krizle karşı karşıya kalması ve bu darboğazdan çıkabilmek için 5 Nisan kararlarını alınmasında etkisi olmuştur. Bu dönem içersin de hükümet daha ucuz borç bulabilmek için faizleri düşürmek istemiş, ancak parası olanlar hükümete güvenmediğinden sistem işlememişti. Kimse düşük faizle devlete borç vermek istemediği için ihaleler art arda iptal oldu ve sonunda Türkiye kendini kriz içerisinde buldu (Birand, Yıldız, 2012, s.51). Ekonomik sıkıntılar iyice artmış, Türk lirası dolar karşısında iyice gerilemeye başlamıştı. Ancak bütün bu yaşanan olaylar karşısında herkes, bu kötü atmosferden çıkışın ekonomi profesörü Tansu Çiller’i bir umut olarak görmesi, kötü giden ekonomiyi düzelteceği ve gerekli hamleleri yapacağı inancındaydı. Ancak beklenenin aksine olayların gelişmesi ile beraber kriz artık kaçılmazdı. Ekonomi piyasaları alt üst olmuş ve bu durum sokağa, halka yansımıştı. Devletin elinde ki en önemli para rezervi olan Merkez Bankası faizleri düşürmüş olmakla beraber, döviz satışına başlamış idi. Yerel seçimlerin yaklaşması ile beraber artık ekonomik sorunlarda iyice artmış, cari açık büyümüş, Türkiye’nin kredi notu ise aşağılara çekilmeye başlamış idi. Bu kötü atmosfer içerisinde bankalar kredi verimlerini kesmiş, büyük şirketler neredeyse iflasa sürüklenmekle beraber işten çıkarmalar had safhalara yükselmiş idi. 

Yapılması gereken artık tek çare kalmıştı o da hükümetin acilen ekonomiye müdahale etmesi idi. Ancak bu müdahale ve alınan kararlar koalisyon hükümetinin (Çiller ve Karayalçın) oy oranını düşürmekle beraber sandıktan çıkarmayabilirdi. Bu olaylar çerçevesinde alınan tedbirlerin 27 Mart yerel seçimlerden sonra açıklanması uygun görüldü. 
Başta Tansu Çiller olmak üzere bürokratları ile yapılan çalışmalar sonrasında “5 
Nisan Kararları” olarak bilinen bir ekonomi tasarruf paketi hazırlandı. Alınan bu 5 
Nisan Karaları düzenlenen basın toplantısı ile kamuoyuna duyuruldu. 

Genel olarak; 5 Nisan 1994 tarihli istikrar tedbirleri ekonomideki sıkıntıları artırmış, 9 Nisan günü Vehbi Koç ve Sakıp Sabancı, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den Anayasa’nın 119’uncu maddesine istinaden “Olağanüstü hal ilan ederek ekonomiye el koymasını” istemiştir (Birand, Yıldız, 2012, s.54). 
1994 seçimlerinde, DYP birinci parti olarak çıkarken asıl başarıyı RP yakalamış 
ve oy oranını artırmıştı. ANAP ise beklediği başarıyı yakalayamamış ve büyük bir oy kaybına uğramış olmakla beraber oyları sol parti ile bölünmüştü. Seçim ayının 
yapılacağı Mart ayı içerisinde Türkiye gündemi iyiden iyiye ısınmakla beraber 
yurtdışından da Türkiye gündemi hakkında haberler yapılmaya başlanmış idi. 
2 Mart’ta DEP'li milletvekillerinin polis tarafından meclisin kapısından alınıp 
götürülmeleri, gündemi uzun bir süre meşgul etmiştir. 6 DEP'li ve 2 Bağımsız 
milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması ve gözaltına alınması, yurtdışında geniş yankılar uyandırmıştır. Batılı ülkelerde bu durum siyasi darbe olarak nitelendirilmiştir. 
Avrupa Parlamentosu, bu olayı kınayan ve özerklik de dâhil Kürt Sorununa siyasi bir çözüm isteyen bir karar tasarısını kabul etmiş ve olayı incelemek üzere Türkiye'ye Marc Galle adlı bir gözlemci göndermiştir. 

Marc Galle, gözlemlerini ifade ettiği raporunda, 
“Türkiye'de seçilmemişlerin daha etkili olduğunu, dokunulmazlıkların kaldırılmasının siyasi olduğuna hiç şüphe olmadığını belirtmiştir” 1 (Özgan, 2008, s.56). 1 Nokta, 27 Mart 1994, Yıl.2012, sayı.14, s.26–27, Galle, “Türkiye”de Gizli Diktatörlük Olduğunu” bu raporda belirtir. 
 
   27 Mart 1994 yerel seçimleri yaklaşırken 26 Şubat tarihinde DEP, seçimlerden 
çekildiğini ilan etmiştir. Bu açıklamanın ardından özellikle Güneydoğu Anadolu 
Bölgesindeki DEP’in oylarının ne olacağı ve bu bölgede yaşayan insanların oylarını 
hangi partiye kayacağı tartışma konusu olmuş, PKK terör örgütü halkın seçimleri 
boykot etmesini istemiştir. DEP’in seçimlerden çekildiğini ilan etmesi üzerine Diyarbakır’da CHP’li başkan adayının öldürülmesi (18 Mart 1994, Hürriyet) hemen ardından Diyarbakır SHP seçim bürosunun bombalanması (19 Mart1994, Hürriyet) seçime birkaç gün kala Güneydoğu Anadolu Bölgesinde 14 adayın seçimden çekildiklerini açıklaması (26 Mart 1994, Hürriyet) bölgede seçim öncesi tedirginliği ve korkuyu gösteren olaylar olarak gündemdedir (Özgan, 2008, s.56). 

27 Mart 1994 yerel seçimleri, katılım oranı yüksek bir yerel seçim olmuştur. 
Bu seçimden ANAP’ın % 25’lik bir pay ile birinci parti olarak çıkması beklenirken, DYP birinci parti olarak çıkmıştır. ANAP açısından % 21'lik oy oranı başarısızlık olarak değerlendirilmiştir. Herkesin çok telaffuz etmediği ancak beklenen sonuç her şeye rağmen herkesi şaşırtmıştır. RP 3. parti olmuş ancak daha önemli olan Büyükşehirlerde gösterdiği başarı olarak belirmiştir. 15 Büyükşehirden 6’sında belediye başkanlığını RP almıştır. SHP büyük illerde başarılı olmasına rağmen, il genel seçimlerinde başarılı olamamıştır. Refah Partisi il genel meclisi seçimlerinde 5,4 milyon oy alarak, toplam oyların %19,1’ini almıştır. En fazla belediye başkanlığı kazanan üçüncü parti olarak 329 belediye başkanlığını almıştır. 
Ancak büyükşehir belediye başkanlıklarında sağladığı başarı daha çarpıcı olmuştur. 
Bu grupta 6 büyükşehir belediye başkanlığını alarak, birinci sıraya yerleşmiştir. 
Bu başarı, il merkezi belediye başkanlıkları için de geçerlidir. 

22 belediye başkanlığı alarak ilk sıraya yerleşmiştir. İlçe merkezi belediyeleri ile kasaba belediyelerinde ise ancak dördüncü sıraya yerleşebilmiştir. 
(www.yerelnet.org.tr.secimler/secimanalizleri1989.php Erişim tarihi:19.11.2013) 
Seçim sonrası atmosfere baktığımızda ise; RP’nin hem oy oranının yükselişi 
hem de 6 Büyükşehir Belediye Başkanlığını almış olması ve RP’nin yükselişi ile 
ilgilidir. Basın ve medya organları RP’nin başarısını manşetlere taşımış olmakla beraber DEP’in seçimlerden çekilmesinin ardından, Güneydoğu Anadolu Bölgesinde ki boşluğu RP’nin doldurması ayrıca 6 Büyükşehir Belediye Başkanlığını almış olması da ülke gündeminde olay yaratmıştır. Bununla beraber asıl olay ise 6 Büyükşehir Belediye Başkanlığını almış olması ve bunlar arasında Ankara ve İstanbul’unda bulunması ve Milli Görüşün artık iktidara yürüyüşün başlamış olması idi. RP’nin bu başarısı sonrasında özellikle laik çevrelerden ses çıkmıyor, adeta 
ağızlarını bıçak açmıyordu. RP’nin bu başarısının ardından özellikle partinin imajı iyice değişmiş olmakla beraber parti özellikle sakallı ve cübbelilerin toplandığı yer olduğu düşüncesini tamamen yıkmıştır. Bununla beraber RP’ne oy verenlerin sadece dinci kökenli olmadığı ortaya çıkmış, her kesimden oy alarak iktidara yürümüştür. 
Refah-Yol Hükümeti’nin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik’de; 
“Alınan oyların büyük bölümünün tepki oyları olduğunu dile getirmiş ve RP lideri 
Necmettin Erbakan’ın çekirdek oyunun % 5 ile 7’yi geçmediğini, tepki oylarının 
tamamen mevcut siyasi hareketleri ret anlamında olduğunu, seçmenlerin RP’yi mutlak benimseyerek oy vermiş bir kitle biçiminde değerlendirmenin mümkün olmadığını” ifade etmiştir (Çelik, 2004, s.88). 

27 Mart 1994 yerel seçimleri RP’nin mutlak zaferi şeklinde yorumlanmış ve RP 
iktidara gelmiştir. Bununla beraber Tansu Çiller Başbakanlığında ki DYP ve SHP 
koalisyon hükümeti döneminde özellikle Sivas Madımak Olayı, yaşanan ekonomik kriz ve 5 Nisan Kararları, İSKİ skandalı vb. olumsuz olayların yaşanması yerel seçimlerde büyük oy kayıplarını da beraberinde getirmiş idi (Birand, Yıldız, 2012, s.66). 
Sistem içi ve sistem dışı parti tartışmalarının yapıldığı, laik düzenin düşmanı 
olarak gösterilen ve de lanse edilen RP’nin yükselişi yerel seçimlerde, yerel vurgusunu önemsizleştirmiştir. Seçimlerin yerel seçimler olduğunu vurgulayan bir iki köşe yazarına rağmen, herkesin bu seçimi, bir genel seçim provası olarak gördüğü kesin bir kanaat olmuştur (Özgan, 2008, s.58). 
Genel olarak baktığımızda 27 Mart 1994 yerel seçimleri RP’nin adeta bir gövde 
gösterisi şeklinde olmuş ve büyük bir başarı ile seçimlerden çıkmıştır. 1994 yılı önemli olayları içersin de sadece RP’nin seçim başarısı değil aynı zamanda medya ve siyaset yaşamında uzun süre etkili olacak olayların yaşandığı bir dönem olması açısında da önemli bir yıldır. 
13 Nisan 1994 tarihinde RP lideri Necmettin Erbakan’ın “Refah Partisi iktidara 
gelecek, adil düzen kurulacak, Sorun ne; geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak? Bu kelimeleri kullanmak bile istemiyorum ama bunların terörizmi karşısında herkes gerçeği açıkça görsün diye bu tabirleri kullanmaya mecburiyet hissediyorum” şeklindeki konuşması üzerine, 14 Nisan 1994 günü, DGM ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatılmıştır. 
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan’ın Belediye Meclisi 
toplantısını “Fatiha” ile açması; Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih 
Gökçek’in Altınpark’taki bir heykel için sarf ettiği “Böyle sanatın içine tükürürüm”  şeklindeki sözleri merkez medyada tepkiyle karşılanmıştır (TBMM, 2012, s.944). 



***

10 Kasım 2016 Perşembe

28 ŞUBAT SÜRECİ ÜZERİNE ÖZAL DÖNEMİ VE SONRASI BÖLÜM 12




28 ŞUBAT SÜRECİ ÜZERİNE ÖZAL DÖNEMİ VE SONRASI BÖLÜM 12


    3 Haziran 1996'da TÜRKİYE için gene kara bir gün yaşandı. Uluslararası 2. Habitat İnsan Yerleşimleri Konferansı İstanbul’da başladı. 20.000 den fazla kişinin toplantılara katıldığı açıklandı. 

İlki 1976'da İzlanda'nın Vankover şehrinde yapılmış olan Konferans , 14 Haziran'a kadar sürdü. Ancak bunun için kaleiçi İstanbul Birleşmiş Milletler Teşkilâtı'na devredildi. TÜRK bayrakları törenle indirilip yerine Birleşmiş Milletler bayrağı çekildi. TÜRK askeri bölgeden ayrıldı, Birleşmiş Milletler askerleri devriye gezmeye başladı. Bütün bunlar TRT ekranlarında utanmadan, sıkılmadan yayınlandı!.. İstanbul TÜRK şehri olmaktan çıktı, "dünya kenti" ilan edildi!.. Yani gavurlar da İstanbul üzerinde hak iddia etmeye başladılar. Kısacası İstanbul yeniden işgâl edildi!.. Bu gelişmelere Cumhurbaşkanı mason Süleyman Demirel, Ermeni olduğu iddia edilen Başbakan Mesut Yılmaz, Amerikan pasaportlu Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, müslüman geçinen Millî Görüşçü Necmettin Erbakan, ve Türkçü Milliyetçi geçinen Alparslan Türkeş, ve TÜRK ordusunun komutanları neden itiraz etmedi, hâlâ anlamış değilim!.. Üstelik Birleşmiş Milletler'in yediği haltlar bununla kalmadı! Domuzlar Diktatoryası denen bu teşkilatın Genel sekreteri Kıptî asıllı (çingene) Butros Gali, konuşmalarının birinde " Türkiye Federe Cumhuriyeti ", iki kere de " İstanbul Federe Devleti " diyerek Hıristiyan Batılı emperyalist ülkelerin amacını dile getirmiş oldu. Getirdi de, gene Cumhurbaşkanı mason Süleyman Demirel, Ermeni olduğu iddia edilen Başbakan Mesut Yılmaz, Amerikan pasaportlu Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, müslüman geçinen Millî Görüşçü Necmettin Erbakan, ve Türkçü Milliyetçi geçinen Alparslan Türkeş, ve TÜRK ordusunun komutanları Butros Gali'ye ağzının payını verip, konferansı kapatmadılar! Bir-iki tepki üzerine Gali değil, adamlarından biri yarım ağız bir düzeltme yaptı, daha doğrusu dil sürçemesi falan dedi. Hiç te öyle değildi. Butros Gali, 1991'de "YENİ DÜNZA DÜZENİ2ni ilan eden Baba Bush'un yolunda giderek, "Dünyada şimdi 200 devlet var. Yarın 2.000, hatta 5.000 devlet olacak" diye emperyalist Hıristiyan Batılılar'ın kendilerinden başka bütün ülkeleri küçük lokmalara ayırma planını açığa vurmuştu. İstanbul'da dediklei tümden kasıtlı idi. Nitekim 2000'li yıllarda içimizden çıkan hainler TÜRKİYE'Yİ "KALKINMA AJANLARI" kandırmacası ile eyaletlere, sonra da küçük devletlere bölmeye kalkıştı.

Bu Butros Gali denen herif, Kıbrıs konusunda TÜRKLER'i ezen bir plan ve harita hazırlamış, New York'a davet ettiği rahmetli Rauf Denktaş'i bir odaya kapatmış, "Bu planı imzalamadan bu odadan çıkmak yok," diye tehdit etmişti! Kıbrıs kahramanı Rauf Denktaş'a tehdit söker mi?. Herifi itip, kapıyı açıp, çıkıp gitmişti!..

Bunları mason-dönme-satılmış medya mensupları yazmazlar, dile getirmezler! O yüzden bu siteyi açtık.

4 Haziran'da Refah Partisi'nin Hükûmet'i düşürmek için Başbakan Yılmaz hakkında verdiğu gensoru önergesinin Meclis gündemine alınması 122’ye karşı 316 oyla kabul edildi.

6 Haziran'da RP’nin başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen ANAYOL Hükûmeti'nin güven oylaması kararının Resmi Gazete’de yayınlanması üzerine Başbakan Yılmaz istifasını Demirel’e sundu.

7 Haziran'da Cumhurbaşkanı Demirel, hükûmeti kurma görevini RP Lideri Erbakan’a verdi.

8 Haziran'da Çin Halk Cumhuriyeti bir nükleer deneme yaptı... Çin'in, Fransa'nın yaptığı denemeleri duyuyoruz da, ABD'den hiç ses gelmiyor. Onlar yapıyor da, bizim Amerikancı basına yansımıyor mu acaba?

14 Haziran'da TSK’nın Kuzey Irak’ta sürdürdüğü ‘Tokat Operasyonu’nda 90 PKK’lının öldürüldüğü açıklandı. 6 askerimiz ise şehit oldu.

19 Haziran'da DYP Genel Başkanı Çiller hakkındaki örtülü ödenek iddialarına ilişkin önerge, 246’ya karşı 259 oyla reddedildi.

20 Haziran'da İspanya'da ETA örgütü'nün havalanında patlattığı bomba sonucu 35 kişi öldü.

21 Haziran'da Çiller’in RP ile koalisyon girişimlerine karşı çıkan Genel İdare Kurulu üyeleri Yaşar Dedelek, Şinasi Altıner, Tevfik Diker ve İrfan Köksalan istifa ederek ANAP’a geçtiler. Halbuki Çiller Mesut Yılmaz'ın kaprislerine ancak 3 ay dayanabilmiş, koalisyonu o yüzden bozmuştu. Şimdi de ülkeyi hükûmetsiz bırakmak olmazdı.

22 Haziran'da aralarında 11 polis ve askerin de bulunduğu Söylemezler Çetesi'nin elemanları yakalandı. Böylemezler ailesinin eşkiyalık tarihi, Çapanoğulları, Tuzcuoğulları gibi Osmanlı dönemine dayanır. Tüm aile azılı kürt eşkiyasıdırlar.

23 Haziran'da HADEP Kongresi’nde, salondaki Türk bayrağı indirilerek yerine PKK örgütünün bayrağı ve Abdullah Öcalan’ın posteri asıldı. Olay tüm yurtta büyük bir tepki ile karşılandı. Türk bayrağını indirdiği iddia edilen Ömer Doyuran ile 32 kişi gözaltına alındı.

27 Haziran'da Kuzey Irak’ta devam eden Tokat Operasyonu’nda 45 PKK’lının daha öldürüldüğü açıklandı.

28 Haziran'da RP Genel Başkanı Erbakan’ın Başbakanlığında RP-DYP Koalisyon Hükümeti, Türkiye’nin 54. Hükümeti olarak kuruldu. Anlaşmaya göre, Başbakanlık dönüşümlü olarak el değiştirecek.

30 Haziran'da Tunceli’de kendisine hamile süsü veren PKK’lı terörist Zeynep Kınacı, bayrak töreni esnasında belinde sarılı bulunan bombayı patlattı. Olayda 6 asker şehit oldu, 30 asker yaralandı. Halbuki PKK eylem yapmayacağını açıklamıştı.

1 Temmuz'da Adalet Bakanı Şevket Kazan, çeşitli cezaevlerinde devam eden açlık grevi ve ölüm orucu eylemlerine katılan tutuklu ve hükümlülerin yakınlarıyla görüştü. Görüşme sonunda Kazan, tutuklu ve hükümlülerin "Bize savaş esiri statüsü tanınsın, ateşkes talebine uyulsun," şeklinde istekleri olduğunu açıkladı. Ateşkes talebi tabii ki PKK'nın operasyonlar karşısındaki çaresizliğinden geliyordu. Aynı gün Türkiye’nin ilk nükleer reaktörü, Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde yapılmaya başlandı.

4 Temmuz'da her hükûmet kuruluşunda olduğu gibi milletvekili transferleri başladı. ANAP Muş Milletvekili Erkan Kemaloğlu, DYP’ye geçti. Ardından ANAP Van Milletvekili Mustafa Bayram, RP’ye geçti.

8 Temmuz'da DYP-RP tarafından kurulan 54. Hükümet, TBMM’de 265’e karşı 278 oyla güvenoyu aldı. Çiller doğrusu yapmıştı. Diğer partiler daha uyanamamış, MİLLET'in ne istediğini farketmemişti!.. Hâlâ sanıyorlardı ki, bu bir kâbus... gözlerini açıp yataktan kalktıkları zaman ortada REFAH diye bir şey olmayacak... kendileri de o eski "atatürkçülük, demokrasi, insan hakları" teraneleri ile parsayı toplıyacaklar!

Halbuki durum hiç te öyle değildi!... TÜRK MİLLETİ 57 yıldır ilk defa tercihini TÜRK'TEN YANA, İSLAM'DAN YANA, DOĞU'DAN YANA koymuştu!.. Ne AT, ne GB, ne AMERİKA istiyordu!.. Artık ŞAHSİYETLİ bir DIŞ SİYASET, GERÇEK KALKINMA ve AHLÂKLI TOPLUM istiyordu. DEVLET'ine sahip çıkmıştı ve bundan vazgeçmek niyetinde değildi. (4)

Ama olanlar olmuş, TÜRKİYE bu arada GÜMRÜK BİRLİĞİ'ne girmişti. BATICILAR'ın bütün propogandalarına rağmen günler aylar geçiyor, o mucizevi düzelme olmuyordu!.. BATILILAR her gün bir şey bahane ederek hem AVRUPA KONSEYİ'nden, AVRUPA PARLAMENTOSU'ndan, BİRLEŞMİŞ MİLLETLER'den aleyhimize yıkıcı kararlar çıkartıyorlar, hem de vermeleri gereken yardımı vermiyorlardı!.. Son olarak ta önümüzdeki 15 yıl içinde A.B.'ye alınacaklar listesinde adımıza yer vermediler!

"Ucuzluk gelecek" diye halkın kandırıldığı GÜMRÜK BİRLİĞİ'ne girdikten bir yıl sonra, sadece GÜMRÜK VERGİSİ olarak 3 milyar dolar zarar etmiştik!.. Üstelik İTHALAT hızla artmış, İHRACAT'ta değişiklik olmamış, vaadedilen 3.5 milyar dolar yardımdan zırnık koklatılmamış, tam tersine AB'ye giriş çıkmaz ayın son çarşambasına kalmıştı!..(5)

İşte MİLLET bunlara isyan ediyordu!.. Bunları ortadan kaldıracak bir hükümet istiyordu. DYP-RP koalisyonu halktan destek alırken "aydın"lar ve tabii yabancılar kurulmasın, yıkılsın diye ellerinden geleni yapıyorlardı.

10 Temmuz'a Türksat 1C uydusu, Güney Amerika’da bulunan Fransız Guyanası’nın Kourou Uzay Üssü’nden fırlatılarak geçici yörüngesine yerleşti.

12 Temmuz'da Maliye Bakanı Abdüllatif Şener, faizlere ve banka kredilerine kısıtlama getiren 9 maddelik programını açıkladı. Bu konu DYP’de rahatsızlıklara neden oldu. Ama yapılan doğru idi.

13 Temmuz'da Başbakan Erbakan, ağırlıklı olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini kapsayan 17 trilyonluk dev bir ‘Hayvancılık Projesi’ hazırladığını açıkladı.

16 Temmuz'da Refahyol’a ‘ret’ oyu veren Emre Gönensay, İsmet Sezgin, Cavit Çağlar, Köksal Toptan, Rifat Serdaroğlu, Mehmet Köstepen, Mehmet Batallı ve Refaiddin Şahin DYP’den istifa ettiler. Bunlardan Köksal Toptan on yıl sonra RP'den çok daha beter AKP saflarında yer alacaktı.

17 Temmuzda ABD'de New York eyaletinde uçak düştü 230 kişi öldü.

21 Temmuz'da cezaevlerinde devam eden ölüm oruçlarında ilk ölüm haberi, Ümraniye Cezaevi’nden geldi. Yasadışı örgüt üyesi Ayhan Uğur eylemin 63. Gününde öldü.Bu zavallı ya gerçekten açlık grevi yapmış, ya da zorla aç bırakılarak ölmesine yol açılmıştı.

Aynı gün ABD'de Atlanta Olimpiyat Parkı'nda patlayan bomba sonucu 1 kişi öldü, 110 kişi yaralandı.

23 Temmuz'da Refah-Yol koalisyonu Cumhuriyet tarihinde bir ilki gerçekleştirerek Çekiç Güç’ü oluşturan yabancı ülkelerin Büyükelçilerine TBMM’ye brifing verdirdi. ABD Büyükelçisi Marc Grossman, İngiltere Büyükelçisi Kieran Prendergast ve Fransa Büyükelçisi François Dopffer, Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatımı talepleri konusunda TBMM Dışişleri Komisyonu üyelerine birer brifing verdiler. Başbakan Erbakan, Genelkurmay Başkanlığı’na giderek Çekiç Güç, OHAL ve İrticai faaliyetler hakkında askerlerin görüşünü dinledi.

24 Temmuz'da Başbakan Erbakan, ekonomiye yeni kaynak yaratmak amacıyla geliştirdiği ‘kullanılmış otomobil ithal projesi'ni açıkladı. Aslında bu proje ile "havuz" uygulaması büyük iktisatçı rahmetli Prof. Dr. Osman Altuğ'un danışmanlığında gerçekleşmiştir. Havuz uygulaması Devlet'in bütün gelirlerinin bir yerden toplanması ve oradan sarfiyat yapılması demekti. Böylece gelir ve giderde kaçak olmadığı gibi miktarı da tam olarak biliniyordu. Bu iki uygulama işadamlarının ve bankacıların işine gelmedi.

25 Temmuz'da cezaevlerinde devam eden ölüm oruçlarında ölümlerin artması üzerine Cumhurbaşkanı Demirel, Adalet Bakanı Kazan’ı arayarak orta yolun bulunmasını istedi. Bu ölenler de ya gerçekten açlık grevi yapmış, ya da zorla aç bırakılmış kişilerdi. Biz ikincisine inanırız. Aynı gün TSK, operasyonlara devam ederek Kuzey Irak’ta bulunan; Sinat, Avagöze, Birkiavdal, Elagaş ve Haftanin bölgelerindeki PKK kamplarını bombaladı.

26 Temmuz' da cezaevlerindeki ölüm oruçlarında ölenlerin sayısının 8’e yükselmesi üzerine, Adalet Bakanı Şevket Kazan, müdahale edilebileceğini söyledi. Kazan yaptığı açıklamada; “Cezaevlerine hâkimiz, ancak koğuşlara değil” dedi. Değillerdi, çünkü daha önceki Adalet Bakanı kürtçü bölücü Mehmet Moğoltay PKK sempatizanlarını "gardiyan" olarak işe almış, cezaevleri âdeta teröristlerin tatil ve eğitim ikâmetgâhı haline gelmişti. Buu yüzden ölenlerin gerçekten açlık grevi yaptıkları mı, yoksa zorla aç bırakıldıkları mı, anlaşılamadı.

27 Temmuz'da Güneydoğu’da sürdürülen operasyonlarda 25 teröristin öldüğü, 16 güvenlik görevlisinin şehit olduğu açıklandı. Marmaris ve Söke’de orman yangınları çıktı. 6 günde ancak söndürülebilen yangınlarda 2 milyon ağaç kül olurken, 2.000 hektarlık alan tahrip oldu. Muhtemelen PKK'lılar yangın çıkarmıştı. Aynı gün cezaevlerindeki ölüm orucu eylemlerinde anlaşmaya varıldı ve eylemler sona erdirildi. Ölenlerin sayısı 12’yi buldu. Sağlanan anlaşmaya göre mahkûmların istekleri Hükûmet tarafından kabul edildi.

28 Temmuz'da Kumarhaneciler kralı olarak tanınan, Emparyol Gazinoları'nın sahibi Ömer Lütfi Topal, İstanbul’da arabasıyla evine giderken açılan çapraz ateş sonucu öldürüldü. Aynı gün İran Silahlı Kuvvetleri, 2.000 askerle Kuzey Irak’a girerek, bölgede faaliyet gösteren İran Kürdistan Demokrat Partisi’ne karşı sınır ötesi operasyon başlattı.

29 Temmuz'da TEDAŞ’a ait elektrik santralleri ihalesinde yolsuzluk yapıldığı iddiası ile TBMM’de kurulan soruşturma komisyonu, Enerji eski Bakanı Şinasi Altıner’i suçsuz buldu. Bir suçlu varsa, ortada yoktu.

30 Temmuz'da OHAL ve Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılması TBMM’de kabul edildi.

31 Temmuz'da Asgari ücret 17.100.000 TL olarak tespit edildi. Göze çok görünmesin, bugünün (2013) parasıyla 17 lira, 10 kuruş!.. Aynı gün gazetelerin promosyon çılgınlıklarını önleyen yasa TBMM’de kabul edildi. Gazeteler artık kupon karşılığı sadece kültürel ürünler verebileceklerdi.

2 Ağustos'ta Refah Partisi’nin yıllardır karşı çıktığı, PTT’nin T’sinin satılmasını öngören yasa TBMM’den geçti. Aynı gün Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde operasyona çıkan askerlerimize PKK’lı teröristlerce pusu kuruldu. Çıkan çatışmada 6 er ve 5 korucu şehit oldu. Demek ki, onlara haber salan biri vardı. Ama nerede??? Kim???

3 Ağustos'ta ABD'nin 1993'te Somali'de uğradığı hezimetin sorumlulğunu üstlenen General William F. Garrison emekliye ayrıldı.

4 Ağustos'ta Başbakan Erbakan, Güneydoğu için başlattığı barış atağında ilk somut adımı Kürtçe TV yayını konusunda atmayı amaçladığını belirtti. GAP TV’den günde 1-2 saat Kürtçe yayın yapılması planlanıyordu... Aslında AKP iktidarı döneminde TRT-6 24 saat "kürtçe" yayına başladı ama terörde bir değişen olmadı! Çünkü zaten Kürt kökenli vatandaşlarımızın % 99,9'u Türkçe biliyor. Onların istedikleri kendi aralarında serbestçe Kürtçe konuşabilmek, arada sırada radyodan televiziyondan Kürtçe müzik dinleyebilmek!.. Tabii bir de ekonomik durumların düzelmesi var ki, bu husus bölücü Kürtler tarafından çok az dile getirilir. Adeta istenmez. Çünkü Kürt kökenliler refaha ulaşırsa, terör için eleman toplayamazlar.

Aynı gün Tacikistan’da 4 Ağustos 1922’de şehit düşmüş olan Enver Paşa’nın naaşı, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in isteği üzerine İstanbul’a getirildi ve Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde törenle toprağa verildi. Aslında bu büyük bir hata idi. Çünkü Enver Paşa'nın Tacikistan'daki kabri, Türkiye Türkleri ile Ortaasya Türkleri arasında bir bağ idi. Merhumun mezarı adeta yatır gibi ziyaret edilmekte idi. Mason Demirel bu bağı koparmış oldu.

Yine 4 Ağustos'ta Başbakan Erbakan’ın başkanlığında toplanan Yüksek Askerî Şûra, terfi ve atamaları karara bağlarken, 29 subay ve astsubayın irticaî faaliyetlere karıştığı gerekçesiyle ordudan ilişiğinin kesilmesi kararlaştırıldı. YAŞ kararlarıyla Orgeneral Hikmet Köksal Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanırken Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu 1. Ordu Komutanlığı’na atandı. Yine Aynı gün ABD Başkanı Bill Clinton, İran ve Libya’ya 40 milyon dolardan fazla yatırım yapan şirketlere yaptırımı öngören Helms-Burton yasa tasarısını onayladı.

6 Ağustos'ta bir süredir uzay seyyahetlerine mekikler ile devam etmekte olan NASA Merih'te bir zamanlar hayat vardı iddiasında bulundu.

7 Ağustos'ta hâlâ "şeriat geliyor" endişesi içinde olan çeşitli üniversite rektörleri topluca Anıtkabir’i ziyaret ettiler. Yaptıkları açıklamada,’Cumhuriyetin temel ilkelerine sadık kalacaklarını ve lâiklik karşıtlarına saygı duymayacaklarını’ belirttiler. Aynı gün Başbakan Erbakan, Başbakanlık Konutu'nda vereceği yemek ve resepsiyonlarda içki yasağı koydu. Başkasına karışmıyordu, ama kendi misafirine de içki ikram edecek değildi ya!

8 Ağustos'ta Başbakan Erbakan, çıkacağı yurtdışı gezisi öncesinde kendisine ‘İran’a gitme’ uyarısında bulunan ABD’ye ‘İran’la 2,5 milyon dolarlık ticarete hazırlanıyoruz’ karşılığını verdi. RP Milletvekili Temel Karamollaoğlu yaptığı açıklamada, İran ve Suriye’nin terörist devlet olmadıklarını söyledi. Gerçekten de hiçbiri ABD, İngiltere, Fransa kadar terörist değil! MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, İran gezisi öncesinde Başbakan Erbakan’ı ziyaret etti. Köksal’ın, İran’ın PKK’ya verdiği desteği ortaya koyan bir dosya sunduğu iddia edildi. O dosyayı niye daha önce vermemiş acaba?

9 Ağustos'ta Erbakan, PKK ile mücadelede büyük umut bağladığı Kuzey Irak’lı dini lider Şeyh Osman ile Ankara’da sürpriz bir görüşme yaptı. Aynı gün komutanlar Erbakan’a bir rapor vererek, İran ile yapılması planlanan 20 milyar dolarlık doğal gaz antlaşmasının imzalanmamasını istediler. İran bir İslam devlet idi, çoğu dönme olan komutanların ise İslam'la arası iyi değildi. Buna rağmen Başbakan Erbakan, 250 kişilik bir heyetle 10 gün sürecek İran, Pakistan, Malezya, Singapur ve Endonezya’yı kapsayan Uzakdoğu gezisine başladı.

10 Ağustos'ta İran gezisine çıkan Erbakan, Kuzey Irak konusunda Saddam Hüseyin ile işbirliği yapılabileceğini söyledi. Aynı gün Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad, Başbakan Erbakan’ı Suriye’ye davet etti. Komşularımızla ve Müslüman ülkelerle ilişkilerimiz artıyordu.

11 Ağustos'ta Başbakan Erbakan, Tahran’da yaptığı açıklamada, "Devlet istihbaratının Suriye ve İran’ın PKK’ya verdiği desteğe ilişkin bilgiler"den şüphe duyduğunu söyledi. İran Cumhurbaşkanı Rafsancani ise yaptığı açıklamada PKK’yı sert ifadelerle eleştirdi. İran'ın PKK'ya destek vermesi zaten söz konusu değildi. Suriye destek veriyordu ama, Erbakan o ülkeyi de terörle mücadelede yanına çekmek amacıyla bu açıklamayı yapmıştı.

12 Ağustos'ta Cumhurbaşkanı Demirel, ‘promosyon yasası’ ile ‘atama yetki yasası’nı veto etti. Aynı gün İran ile doğalgaz antlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre, Türkiye 23 yıllık bir dönem içerisinde yaklaşık 23 milyar dolarlık doğalgaz ithal edecekti.

13 Ağustos'ta Sivas’ın Kangal ilçesindeki tren istasyonunu basan PKK’lı teröristler 8 kişiyi katletti. Halbuki ilan ettikleri ateşkes hâlâ devam ediyordu.

14 Ağustos'ta Pakistan’da bulunan Başbakan Erbakan, Pakistan, Malezya, Endonezya ve İran ile birlikte ortaklaşa olarak ‘İslam Uçağı’ üretmek istediklerini söyledi.

15 Ağustos'ta kumarhanelerin kapatılmasına dair genelge yayınlandı.

16 Ağustos'ta Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin ile Bağdat’ta görüşerek yurda dönen Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam ile Adalet Bakanı Şevket Kazan, iki ülke arasında Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının açılması ve doğalgaz ithalini de kapsayan 7 maddelik bir protokol imzalandığını söylediler.

17 Ağustos'ta Kuala Lumpur’da bulunan Erbakan, yaptığı açıklamada, kısa bir süre önce meydana gelen, Lefkoşe’deki Yeşil Hat’ta bulunan Türk Bayrağı'nı indirmeye çalışan bir Rum’un Türk askerlerince öldürülmesi olayıyla ilgili olarak Yunanistan’ı ‘talihsiz komşu’ olarak değerlendirdi ve “Allah korusun, kötü bir şey olursa bundan Atina zarar görür,” dedi. Erbakan ayrıca yaptığı açıklamada, ABD’nin bölücü kürtçü Med TV yayınlarını engellemesini istedi.

18 Ağustos'ta Endonezya’da N-250 tipi uçakların üretildiği fabrikayı gezen Erbakan, ‘Türkiye’de bunu yapacak beyin olmadığını’ söyledi. Aslında beyin vardı da, beyinsizler onların faaliyet göstermesine izin vermiyordu.

Aynı gün Adalet Bakanı Kazan’ın “Irak’taki cezaevlerinde iki cüz ezberleyenlerin cezası biraz indiriliyor. Kuran’ın yarısını ezberleyenler ise tahliye ediliyor. Bu örneği biz de araştıracağız” açıklamaları tartışma yarattı. O mahkûmları öyle salmak istiyor, Rahşan Ecevit çocuklu anneye acıyıp kaatilleri salıyor... Fark yok! Burada önemli olan kimin affedileceği, kimin şartlı salıverileceği!.. Taklitçi Özal'ın Amerika'da görüp TÜRKİYE'de uygulatmaya başladığı (1988) "cezada indirim" aslında çok farklıdır. Taklit edeceksen, bari doğru-dürüst taklik et, yarım-yamalak alma!..

Amerika'da "af" sadece Başkan'ın uygun gördüğü gerekçe ile ferdî olarak mümkündür. Öyle bizdeki gibi ikide birde "genel af" çıkmaz!.. Hiç bir Hıristiyan Batı ülkesinde af olmaz!.. Şartlı tahliye için ise mahkûmun "iyi hal" durumu esastır. Ağır suçlarda ceza verilirken "şartlı tahliye" hakkından yararlanamıyacağı hükme konur. Şartlı tahliye olan da bir polis memurunun denetimine verilir, belirli bir yerde yaşamak, o adresten ayrılmamak durumundadır. En ufak bir kural ihlâlinde tekrar hapse tıkılır. Bizde de öyle olmalı. Mahkûmların "iyi hal"de olduğu bir heyet tarafından tesbit edilmeli, mahkûm nüfusa kayıtlı olduğu ilde ikamete mecbur edilmeli, sık sık karakola gidip imza atmalı, yoksa tekrar hapse atılmalıdır. Aynı suçu tekrar tekrar işleyenlere mutlaka "sürgün" cezası verilmeli, sürgün yerinde gözetim altında tutulmalıdırlar. Yoksa olanlar mâsum insanlara olur!

20 Ağustos'ta Haziran ayında Ankara’da yapılan HADEP Kongresinde Türk bayrağını indirerek yere atan PKK’lı Faysal Koçar Buluttekin İstanbul’da yakalandı. O dönemde TÜRK bayrağına önem verilirdi.

21 Ağustos'ta 10 günlük Uzakdoğu gezisinden dönen Erbakan yaptığı açıklamada, İran ve Suriye’nin terör konusunda samimi olduklarını belirtti.

23 Ağustos'ta Usama Bin Ladin iki kutsal şehri işgal etmiş olan Amerikalılar'a savaş ilan etti.

24 Ağustos'ta RP Van Milletvekili Fetullah Erbaş, PKK’nın serbest bırakacağını açıkladığı rehin askerleri, teslim almak için, askerlerin yakınları, İHD ve Mazlum-Der yöneticileri ile birlikte Kuzey Irak’a gitti.

27 Ağustos'ta Civangate skandalı ile adı duyulan yeraltı dünyasının ünlü isimlerinden Tevfik Ağansoy Bebek’te bir yatta uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürüldü.

28 Ağustos'ta PKK’ya yönelik sürdürülen operasyonlarda 43 teröristin öldürüldüğü açıklandı. Devlet'in, Hükûmet'in ve millî güçlerin bu başarılarının intikamı Susurluk Kazası bahane edilerek ilerde alınacak, Korkut Eken gibi kahramanlar birer bahane ile hapse tıkılacaktı.

Aynı gün Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfi Topal’ın katil zanlısı oldukları ileri sürülen 3 polis memuru ve Topal’ın ortağı olan Aliço lâkabıyla tanınan Ali Fevzi Bir ve Arnavut Sami lâkablı Sami Hoşvar gözaltına alındı. İstanbul Emniyeti tarafından 36 saat süreyle sorgulan şahıslar, İçişleri Bakanı’nın talimatıyla Emniyet Genel Müdürlüğü’nden gelen bir heyete teslim edildiler.

Yine 28 Ağustos'ta daha önceki bağlantının devamı olarak Türkiye-İsrail savunma sanayi ve askeri işbirliği antlaşması imzalandı. Antlaşmaya Arap ülkelerinden büyük tepki geldi. İsrail ve Yahudi muarızı Erbakan buna nasıl gözyumdu, anlaşılamadı!

29 Ağustos'ta PKK’nın elinde bulunan rehin askerlerimizi almak için Kuzey Irak’a giden heyet askerleri alamadan geri döndü. PKK böyle oyunlarıo hep yapar. 2013'te de "çekiliyoruz" dedi, 15 kişiyle şov yaptıktan sonra arkası gelmedi.

2 Eylül'de İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal ile Mazlum-Der Genel Başkan Yardımcısı İhsan Aslan, PKK’nın elindeki rehin askerlerin serbest bırakılması için izinsiz PKK’nın kampına gittikleri gerekçesiyle gözaltına alındı.

Yine 2 Eylül'de Flipinler Cumhuriyeti ile müslüman Moro İslâmî Kurtuluş Cephesi arasında barış anlaşması imzalandı.

4 Eylül'de belâlı Söylemezler çetesiyle işbirliği yaptıkları iddiasıyla, İstanbul Emniyetinde görevli Emniyet Müdürleri Sedat Demir, Deniz Gökçetin ve Erdal Durmaz hakkında tutuklama kararı çıkarıldı.

5 Eylül'de gelişen Irak kriziyle ilgili olarak Başbakan Yardımcısı Çiller’in, "ABD Başkanı Bill Clinton ile telefonda görüştüm" açıklamasının ardından, böyle bir telefon görüşmesinin olmadığının ortaya çıkması, kamuoyunda büyük tepki ile karşılandı.. Aslında bu tarz davranışlar bizim şahsiyetsiz , haysiyetsiz politikacılarımızın müzmin hastalığıdır. Mason Demirel Adalet Partisi Genel Başkanlığı'na .ilk aday olduğunda, ABD Başkanı Johnson'la çekilmiş fotoğraflarını dağıtmıştı. Özal efendi de ikide birde "President Bush beni telefonla aradı" demeyi bir prestij alâmeti sanırdı. Zavallılar!

7 Eylül'de kaçak Mercedes davasından hükümlü, eski Avrupa gol kralı Tanju Çolak, Keçiören cezaevinden tahliye oldu. Mercedes'i satın alan içerde de, kaçırıp satanlar nerede???

11 Eylül'de eski Devlet Bakanı Ayvaz Gökdemir, Avrupalı Parlamenter Claudia Roth’a hakaret ettiği gerekçesiyle, 500 milyon lira tazminat ödemeye mahkûm edildi. Seve seve ödemiştir... Aynı gün ABD’nin, Kuzey Irak’ta 2000 peşmergeyi silahlandırarak ordu kurduğu ortaya çıktı. Yine aynı gün ABD'nin iki rakip demiryolu firmasından Union Pacific Railroad şirketi Southern Pacific Railroad şirketini satın aldı.

14 Eylül'de Abdi İpekçi suikastinin sanıklarından Oral Çelik, İsviçre tarafından Türkiye’ye iade edildi.

18 Eylül'de PKK, Varto’da saldırı düzenledi. Çıkan çatışmada, 1 polis memuru şehit olurken, 2 polis memuru ve 2 vatandaş yaralandı. Aynı gün Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller, KDP Lideri Mesud Barzani ve Türkmenler'le görüşerek, Kuzey Irak’ta bir Türkmen-Kürt yerel yönetiminin kurulacağını, ve bu yönetimi Çekiç Güç’ün koruyacağını söyledi. Tabii Türkmenler avucunu yaladı. Kürtler girdikleri her şehirde tapıları ve nüfus kayıtlarını yakarak, Türkmenler'i öldürerek veya tehdit edip sürerek bölgedeki Türkmen varlığını adeta sildiler. Amerikalılar da buna destek oldular.

20 Eylül'de Belçika polisi, PKK’nın para kaynaklarını araştırmak üzere 200 kişilik bir kuvvetle Brüksel’de bulunan sözde Kürt Parlamentosu binasını bastı.

23 Eylül'de Tevfik Ağansoy’u öldürdükleri öne sürülen 10 kişi Bebek’te yakalandı.

24 Eylül'de Diyarbakır Cezaevi’nde, 800 kadar PKK’lı mahkûm isyan çıkardı. Olaylarda 8 hükümlü öldü, 9 hükümlü, 8 infaz memuru ve 29 asker yaralandı. Demek ki PKK'lılar askerlerden daha saldırganmış.

Aynı gün ABD Başkanı Clinton Birleşmiş Milletler'de nükleer denemeleri yasaklayan anlaşmayı imzaladı.

26 Eylül'de Yüksekova Çetesi ortaya çıkarıldı. Hakkâri Özel Harekât Şube Müdürlüğü’nde görevli 4 polis memuru ve 6 köy korucusu gözaltına alındı. Aynı gün İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, Başbakan Erbakan’ın yurtdışı gezi programından, Libya ziyaretinin çıkarılmaması halinde, gezi kararnamesini imzalamayacağını açıkladı. İslam ülkelerini ziyaret koalisyon içinde bile mesele olmuştu.

26 Eylül'de Pakistan destekli Taliban milisleri Afganistan’ın başkenti Kabil’e girdi. Eski Devlet Başkanı Necibullah idam edildi. Aynı gün İsrail Başbakanı Netenyahu’nun, Kudüs’teki El Aksa Camii’nin altındaki tüneli açması sonucu çıkan olaylarda 38 Filistinli ve 11 İsrailli öldü. BM Güvenlik Konseyi, tünelin kapatılmasını istedi. Ama İsrail hiç bir zaman BM kararlarını dinlememiştir.

27 Eylül'de Afganistan'da Taliban güçleri Kâbil'i ele geç irip Devlet Başkanı Burhanuddin Rabbani'yi sürdüler. Eski Devlet Başkanı Muhammed Necibullah'ı idam ettiler. Aynı gün bir tanker ABD, Portland'daki bir köprüye çarptı. Binlerce ton petrol denize yayıldı.

28 Eylül'de kuruluş çalışmaları için 1 trilyon 750 milyar lira harcandığı açıklanan Demokratik Barış Hareketi’nin Genel Başkanlığı’na Mehmet Eti seçildi... Demek ki tuzu kuru, parası bol olanların partisi olacakmış!

30 Eylül'de RP Rize Milletvekili Şevki Yılmaz, Batman’da katıldığı bir toplantıda, “Ben hizbullah'ım. Türkiye’nin % 99’u Hizbullah'tır. Hizbullah olmayanlar hizbulşeytan'dır.” dedi. İki kelime de Kur'an-ı Kerim'de geçer "Allah'ın taraftarları", Şeytan'ın Taraftarları" demektir. Ne yazık ki, müslüman görünmelerine rağmen şeytanın tarafında olan o kadar çok kişi var ki!.. Öyle olmasa, Türkiye bu sıkıntılara düşmezdi.

1 Ekim'de Bosna-Hersek Devlet Başkanlığı seçimlerini Alia İzzetbegoviç kazandı.

2 Ekim 1996'da Diyarbakır’ın Hantepe köyüne PKK’lı militanlarca baskın düzenlendi. PKK’lı militanlar, kaçırdıkları 7 öğretmenden 4’ünü katlettiler. Aynı gün Başbakan Erbakan, Türkiye’de ve Batıda büyük tepki yaratan Mısır, Libya ve Nijerya gezisine başladı. Demek ki, Mehmet Ağar kararnameyi imzalamış veya ona vekâleten bir başkası imza atmış.

8 Ekim'de Libya’da Devlet Başkanı Muammer Kaddafi'nin, çadırında ağırladığı Başbakan Erbakan’a yönelik sözleri ve tavırları Türkiye’de büyük tepkiye neden oldu. CHP, ANAP ve DSP, Erbakan ve Hükümet hakkında gensoru önergesi verdi. Aslında Türkiye'nin tümünde değil, muhalefet kesiminde ve zırcahil "aydın" grubunda tepki oldu. Kaddafi'nin söyledikleri tümüyle doğruydu. Türkiye Cumhuriyeti İslam'ı ve İslam dünyasına terketmiş, Hıristiyan Batı'nın kuyruğuna takılmıştı. Kaddafi bunu sitemle karşılıyor, ve Abdülhamid siyasetini övüyordu. Çoğu kimse bilmez, Abdülhamid döneminde Japon İmparatoru Türkiye'ye heyet gönderip müslüman din adamları istemişti, Japonya İslam'a dönsün diye!.. Abdülhamid "Gönderecek nitelikte adam bulamadım," der. Kaddafi'nin söyledikleri içinde bir Kürt meselesine bakışı yanlış idi. Buna da Erbakan gereken cevabı vermişti.

14 Ekim'de Dow Jones endeksi 6.000'in üzerinde kapandı. Amerikan ekonomisi iyice paçasını toparlamış gözüküyordu.

18 Ekim'de İran’ın fiili desteğiyle harekete geçen Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB- Talabanî) birlikleri, Süleymaniye kenti ile Kuzey Irak’ın doğusundaki bazı bölgeleri ele geçirdi. Kürdistan Demokrat Partisi (KDP- Barzanî) ise karşı saldırıya geçti.

19 Ekim'de Çeçenistan ile Rusya arasında varılan antlaşma uyarınca, Aslan Mashadov Çeçenistan Devlet Başkanı oldu.

21 Ekim'de Porto Riko'da bir ayakkabı dükkânında tüpgaz patlaması sonucu 33 kişi öldü.

23 Ekim'de Kuzey Irak’ta savaşan Talabani ve Barzani birlikleri arasında, ABD’nin de baskısı ile ateşkes sağlandı.

24 Ekim'de Angola Dünya Ticaret Örgütü'ne katıldı. Kimbilir ne tavizler verdi???

25 Ekim'de işadamı Vehbi Koç’un cesedi, Zincirlikuyu’ndaki mezarından çalındı.

26 Ekim'de Adana Emniyeti, Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’ne gelen, hamile kıyafetli PKK’lı bir teröristin vücudundaki bombayı patlatması sonucu, 3’ü polis memuru 4 kişi hayatını kaybetti. Bu ikinci "hamile bombacı" olayı idi.

30 Ekim'de Sivas’ta şüphe üzerine gözaltına alınan bir kadın, üzerindeki bombayı patlatınca 3 polis memuru hayatını kaybetti.

31 Ekim'de ABD'nin baskısı ile Ankara’da biraraya gelen Kuzey Irak’taki Kürt grupları, ateşkes, geçici yerel yönetim ve PKK’ya karşı mücadelede anlaştılar. Ortak bildirinin yayınlanmasının üzerinden daha 24 saat geçmeden KDP (Barzanî) , sadece ateşkesi kabul ettiğini açıkladı. Bu Kürt liderler, aslında lider falan değil, aşiret reisidirler, hiçbir zaman sözlerinde durmadılar. Rahmetli Cem Ersever, Talabanî için "dansöz" derdi!

1 Kasım'da Saidi Kürdî’nin ölüm yıldönümü nedeniyle Kocatepe Camii’nde düzenlenen mevlit sırasında, Atatürk ve Cumhuriyet aleyhine konuştukları, ve polise saldırdıkları gerekçesiyle gözaltına alınan 121 Aczmendî, Ankara DGM tarafından tutuklandı.

3 Kasım 1996'da, geldik o meşhur ' Susurluk Kazasına !.. Balıkesir’in Susurluk ilçesinde meydana gelen kazada, DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, gıyabî tevkifli olarak aranan eski ülkücü Abdullah Çatlı ile Çatlı’nın sevgilisi olduğu ileri sürülen Gamze Us’un bulunduğu Mercedes marka otomobil, Hasan Gökçe’nin kullandığı otomobile çarptı. Kazada Mercedes'te bulunanlardan sadece Sedat Bucak, yaralı olarak kurtuldu.

5 Kasım'da ABD Başkanı Bill Clinton, Cumhuriyetçi aday Bob Dole karşısında başkanlık seçimlerini yeniden kazandı. Aynı gün Pakistan Cumhurbaşkanı, Başbakan Benazir Butto’yu, kendisinin ve eşinin yolsuzluklara karıştıkları gerekçesiyle, görevden aldı.

7 Kasım'da YÖK’ün 15. Kuruluş yıldönümünü protesto eden öğrenciler, Ankara ve İstanbul’da polisle catıştı. 550 öğrenci gözaltına alındı. Olaylar kızışıyor, 28 Şubat müdahalesi yaklaşıyordu!

8 Kasım'da İçişleri Bakanı Mehmet Ağar görevinden istifa etti, yerine Meral Akşener getirildi. Meral Akşener 10 erkeğe bedel sağlam karakterli bir kadındır. O makama lâyıktı.

17 Kasım'da Yugoslavya Federasyonu Cumhurbaşkanı Slobodan Miloseviç, muhalefetin kazandığı yerel seçimleri iptal etti. Zaten demokrasi "bana yarıyorsa iyi" sayılan bir rejimdir, dünyanın her tarafında böyle işler. Başka bir özelliği yoktur.

18 Kasım'da İstanbul Lâleli’de bulunan Tozbey Oteli’nde çıkan yangında 13’ü kadın 17 Ukraynalı öldü, 41 kişi ise dumandan zehirlendi.

22 Kasım'da Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfi Topal cinayetinin zanlıları Özel Tim'ci polisler Ercan Ersoy, Ayhan Çarkın ve Oğuz Yorulmaz ile, Topal’ın ortağı Sami Hoştan ve arkadaşı Ali Fevzi Bir’in İstanbul’da yapılan sorgularının ardından, İçişleri Bakanı’nın talimatıyla, Özel Timciler Ankara’dan gelen bir ekibe teslim edildi, diğer şahısları ise serbest bırakıldılar.

25 Kasım'da medyada "skandal" olarak nitelenen Susurluk kazası ile ilgili olarak Hükûmet'e ağır eleştirilerde bulunan kendisi şaibeli Mesut Yılmaz, Macaristan’ın Başkenti Budapeşte’de kumar oynamaya gittiği otelde, ülkücü olduğu öne sürülen Veysel Özerdem tarafından yumruklandı. Aynı gün Cumhurbaşkanı Demirel ile görüşen Başbakan Erbakan, Susurluk kazasının üç koldan soruşturulduğunu söyledi.

26 Kasım'da DYP Lideri Çiller, Meclis TEDAŞ Komisyonu’nda aklandı. Aynı gün ABD doları 100.000 TL’yi aştı. Çiller göreve geldiğinde (1993) 15.000 TL idi.

28 Kasım'da Başbakan Erbakan, kendisine "eroin kaçakçısı" dediği için mahkemeye verdiği, şu anki ortağı DYP lideri Çiller aleyhindeki davayı kazandı. Mahkeme Çiller’i 4 milyar lira tazminat ödemeye mahkûm etti. Aynı gün Türkiye ile İsrail arasında Askerî Eğitim, İşbirliği Uygulama Planı imzalandı. Bu İsrail'de mavi boncuk mu var, ne, bir türlü anlamıyorum, Millî Görüşçü Erbakan'ın bu anlaşmayı imzalamasını!

29 Kasım'de Çiller, Meclis TOFAŞ Komisyonu’nda da aklandı.

30 Kasım'da ANAP Lideri Mesut Yılmaz, Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfi Topal’ı öldürdükleri iddia edilen Özel Tim görevlileri Ercan Ersoy, Oğuz Yorulmaz ve Ayhan Çarkın’ın İstanbul Emniyeti’nde yapılan, ve cinayetleri işlediklerini itiraf ettikleri öne sürülen ses bantlarının kendisine ulaştığını açıkladı... Ne olmuş yani?.. O kayıtlar Emniyet'te de var?

1 Aralık'ta Susurluk olayının üzerine giden Mesut Yılmaz, Başbakan Yardımcısı Çiller tarafından ‘Devlet'i karalama kampanyası yürütmek"le suçlandı. Aynı gün Basın'a sansür getirecek olan yasa taslağına, DYP’li sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna da karşı çıktı. Aktuna yaptığı açıklamada, "Belge olmadan yolsuzluk yazılmasın, diyorlar. Benim hakkımda niye yolsuzluk iddiası yazılmıyor? Demek ki yapanlar yazılıyor," dedi... Aslında haksız!.. Çünkü bütün dünyada geçerli basın-yayın kuralları arasında "iki kaynaktan teyit" edilmeden yayın yapmama, ve "elgesiz itham"a bulunmama kuralları vardır. Bizdeki "Basın Ahlâk Yasası" da bunu gerektirir. .. Ha, Yıldırım Aktuna hakkında yolsuzluk yaptığı yazılmadı ama, herkes ulaşan bilgi homoseksüel olduğu, hatta bazı milletvekillerinin kucağına oturmaya kalktığı idi.

2 Aralık'ta İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, Orgeneral Eşref Bitlis'in suikasta uğradığına ilişkin bilgileri MGK’ya gönderdiğini açıkladı. Aynı gün Millî Güvenlik Kurulu Çekiç Güç’ün sona ereceğini açıkladı. Çekiç Güç’ün yerini alacak operasyon için ABD, İngiltere, Fransa ve Türkiye arasında görüşmelerin sürdüğü belirtildi. Tabii hepsi boş çıktı. 28 Şubat'tan sonra unutuldu, Çekiç Güç ancak 1 Mart Tezkeresi'nin reddinden sonra (2003) kaldırılabildi. Ama AKP ve Tayyip Erdoğan Hıristiyan güçler olmadan yapamaz, Malatya'ya radar, güney sınırımıza Patriot füzeleri koydurup Alman, Hollanda, Amerikan askerlerini getirdiği gibi, Trabzon'da da 2,5 yıl Alman askerlerini ağırlama kararı aldı.

3 Aralık'ta TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, MİT, Adalet Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne başvurarak, Susurluk olayı ile ilgili olarak bilgi ve belge istedi. Aynı gün Ankara DGM Başsavcılığı, Ankara Kocatepe Camii’nde Saidi Kürdî için düzenlenen mevlidde, Atatürk aleyhinde açıklamalarda bulundukları için tutuklanan 121 Aczmendi hakkında, ‘Lâik düzeni yıkmak için terör örgütü kurmak’ suçlamasıyla dava açacağını açıkladı.

4 Aralık'ta 1979’de Ankara Bahçelievler’de 7 TİP’linin öldürülmesiyle ilgili davada mahkeme, ‘Abdullah Çatlı’yı gizleyenler, kimlik, pasaport verip yakalanmamasına çalışanlar hakkında suç duyurusunda bulunmayı kararlaştırdı. İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı raporda Abdullah Çatlı’nın 7 ayrı kimlik kullandığı açıklandı. İçişleri Bakanı Meral Akşener, Mesut Yılmaz’dan ‘Susurluk olayı ile ilgili olarak elinde bulunan bilgi ve belgeleri kendilerine vermesini’ istedi. Aynı gün Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Çiller’in ABD’deki mallarının değeriyle, bu malların alınması konusunda gösterdiği belge ve miktarlar arasında büyük fark olduğunu açıkladı.

5 Aralık'ta ANAP Genel Başkanı Yılmaz,’ın Emniyet Genel Müdürü Alaattin Yılmaz’a verdiği belgede, Budapeşte’deki saldırı talimatını, Abdullah Çatlı’nın arkadaşı ve ortağı, tekstilci Aydın İpekli’nin 10 milyar karşılığında Veysel Özerdem’e verdiğini ileri sürdü. Aynı gün İnterpol tarafından 17 yıldır Kırmızı Bülten ile aranan Abdullah Çatlı’ya ‘Mehmet Özbay’ kimliği ile Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından verilen ‘silah uzmanı’ belgesinde, Emniyet Genel Müdürü sıfatıyla Mehmet Ağar’ın imzasının bulunduğu ortaya çıktı. MHP Lideri Alparslan Türkeş, Susurluk olayının bir kaza değil, dış kaynaklı bir suikast olabileceği iddiasında bulundu.

6 Aralık'ta İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu, Müdür Yardımcısı Bilgi Ünal, Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin ile, Ömer Lütfi Topal cinayetine karıştıkları ileri sürülen Özel Timci polisler Ercan Ersoy, Oğuz Yorulmaz ve Ayhan Çarkın, İçişleri Bakanı Meral Akşener tarafından görevlerinden uzaklaştırıldılar. CHP Lideri Baykal, Yılmaz’ın elinde bulunan belgeleri bir an önce açıklamasını yoksa zamanının geçeceğini söyledi. DYP Milletvekili Sedat Bucak, evine gelen DGM Başsavcısı Dilaver Kahveci’ye verdiği ifadede; “Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ’ın Abdullah Çatlı’yı gerçek kimliğiyle değil ‘Mehmet Özbay’ olarak tanıdığını ve araçta çıkan silahların kendisine ait olmadığını” söyledi.

Yine 6 Aralık'ta İran’ın batısındaki Kirmanşah kentinde, Sünni Kürtler ayaklandı. Çıkan çatışmalarda en az 250 kişinin öldüğü öne sürüldü.

7 Aralık'ta Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, Başbakan Necmettin Erbakan, Çalışma Bakanı Necati Çelik ile Milletvekilleri Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan, RP Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe hakkında, yaptıkları konuşmaların Siyasi Partiler Yasası’na aykırı olduğu gerekçesiyle Yargıtay’a suç duyurusunda bulundu. Aynı gün Kumarhaneler kralı Ömer Lütfi Topal cinayetini, Abdullah Çatlı’nın Dolmabahçe’de bir araçta yönettiği öne sürüldü. İçişleri Bakanlığı başmüfettişlerince hazırlanan ‘Ön Soruşturma Raporu’nda, Topal cinayetini işledikleri iddia edilen 3 polisin, olayın işlendiği gün yasal olarak izinli oldukları belirtildi.

Yine 7 Aralık'ta Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, Mart 1995’de kendisine yapılan darbe girişimini, Cumhurbaşkanı Demirel’in haber verdiğini söyledi.

9 Aralık'ta RP’li insan haklarından sorumlu Devlet Bakanı Lütfi Esengün, kamu kurumlarında uygulanan başörtüsü ve sakal yasağının kaldırılacağını açıkladı. Aynı gün Ankara DGM Başsavcısı Cevdet Volkan, DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in Başbakan Erbakan ve 4 RP’li aleyhine Yargıtay’a suç duyurusunda bulunmasını değerlendirirken, gönderilen yazının ‘fezleke veya suç unsuru’ niteliğinde olmadığını söyledi.

Yine 9 Aralık'ta PKK, 16 aydır Kuzey Irak’taki kamplarında rehin tuttukları 6 eri, RP Van Milletvekili Fetullah Erbaş başkanlığındaki heyete teslim etti. Erbaş, teslim sırasında ‘arkadaşlar’ dediği PKK’lılarla, askerleri sağlam olarak teslim aldığına dair bir protokol imzaladı. Böylece Hükûmet'in onları taraf olarak resmen tanıdığı intibaını verdi. Aynı gün BM Genel Sekreteri Butros Gali, Irak’ın kısıtlı olarak petrol satmasına izin verildiğini açıkladı... Lütfetmiş!.. Yoksa müslüman Iraklılar açlıktan ölecekti! Zaten Hıristiyan Batılılar barış zamanında savaştan daha çok insan öldürürler.

10 Aralık'ta Başbakan Erbakan, 58’i irticai faaliyetlerden olmak üzere 69 subay ve astsubayın ordudan atıldığı YAŞ'ın ilk toplantısına, 1997 Bütçe görüşmeleri nedeniyle katılmadı. Aynı gün Söylemezler Çetesi davasının önemli sanıklarından Mehmet Faysal Söylemez, mahkemeye verdiği 36 sayfalık savunmasında, Türkiye’de ki en büyük çetenin, büyük şehirlerdeki kirli parayı ele geçirmek için bir araya gelen Mehmet Ağar-Sedat Bucak çetesi olduğunu iddia etti. Rehin askerleri almak için Kuzey Irak’a giden İHD Başkanı Akın Birdal, Mazlum-Der Başkan Yardımcısı İhsan Arslan ve İHD Mardin Başkanı Cemil Aydoğan, yasadışı örgüte yardım ve yataklıktan beraat ettiler.

Yine 10 Aralık'ta TBMM Susurluk Soruşturma Komisyonu’na verilen Emniyet Genel Müdürlüğü Müfettişlerinin hazırladığı raporda, Gonca Us’un Abdullah Çatlı’nın imam nikahlı eşi olduğu, Çatlı’nın üzerindeki poşette kokain bulunduğu, Çatlı’ya silah ruhsatı için aynı kazada ölen Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ’ın referans verdiği, 2 adet MP-5 ve 2 adet susturucunun Mercedes'te bulunduğu belirtildi. Aynı gün DYP lideri Çiller’in malvarlığının araştırılması hakkında kurulan TBMM Komisyonu’na Hazine tarafından gönderilen bir belgeyle; Özer Çiller’in 1992 yılında ABD’ye transfer ettiğini iddia ettiği 925.000 doların sadece 400.000 doları belgelenebilirken, transfer işlemini yapan Demirbank’ın komisyon ücreti almadığı da tesbit edildi. Adalet Bakanı Şevket Kazan, Uğur Mumcu, Turgut Özal ve Eşref Bitlis’in ölümlerinin tekrar soruşturulacağını açıkladı.

Yine 10 Aralık'ta Ruanda'da kabile soykırımı meselesinde BM'in askerî danışmanı ve Barış Gücü'nün Bölümü'nün başkanı Maurice Barıl Zaire'deki barış gücünün çekilmesini önerdi. İşe yaramadıkları bir yana, Bosna'daki gibi katliamın artmasına sebep olmuşlardı.

11 Aralık'ta Jandarma Genel Komutanlığı Kriminal Dairesi tarafından ek süre istenerek incelemesi devam eden araştırma sonuçlandı. Raporda, Mehmet Özbay adına düzenlenmiş, silah taşımasına olanak tanıyan Emniyet Genel Müdürlüğü uzman kimliğinin sahte, Mehmet Ağar’ın imzasının ise gerçek olduğu belirlendi. Erbakan, YAŞ’ın bugünkü toplantısına katılarak ordudan ihraç kararlarını imzaladı. Aynı gün Tevfik Ağansoy’un öldürüldüğü saldırı sırasında yanında bulunan Çiller’in korumaları Celal Babür ve Ferda Temel’in mafya ile ilşkileri olduğu, TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu’na gönderilen belgelerden anlaşıldı. RP’nin gizli kasası olduğu iddia edilen Süleyman Mercümek’i araştırmak için kurulan TBMM Komisyonu’nda yapılan oylamada 4’e karşı 5 oyla RP’nin Mercümek ile hukuk dışı parasal ilişkisi olmadığına karar verildi.

Yine 11 Aralık 1996’da, Atina’da Türk-Yunan işadamları toplantısı düzenlendi. ABD’nin Atina Büyükelçiliği’nde yapılan toplantıda 28 Şubat sürecinde ortaya çıkan aktörlerin hemen hepsi vardı. Askerler, patronlar, işçi sendikalarının liderleri vardı. Aynı gün Hürriyet, Milliyet, Sabah gazetelerinde tam sayfa ilanlar başladı, ‘Yarın Türkiye Başka Bir Türkiye Olacak’ diye... Bu ilanlar 21 Aralık’a kadar 10 gün süreyle Refahyol’a karşı verildi.

12 Aralık'ta Irak'ta Devlet Başkanı Saddam'ın oğlu Uday'a suikast teşebbüsünde bulunuldu.

13 Aralık'ta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin başına belâ olacak Kofi Annan, BM Genel Sekreteri seçildi.

14 Aralık'ta Ömer Lütfi Topal’ın öldürülmesinde kullanılan Kaleşnikof silahlardan birinin, şarjör bandındaki yarım parmak izinin, Abdullah Çatlı’ya ait olduğu tesbit edildi. O parmak izinin, Çatlı’nın, 1993 yılında Şahin Ekli isimli sahte pasaportla yurt dışına çıkarken yakalandığında alınan parmak iziylede uyuştuğu tesbit edildi.

17 Aralık'ta Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı, Başbakan Erbakan ve Başbakan Yardımcısı Çiller’inde katıldığı bir törenle tekrar faaliyete geçti.

20 Aralık'ta İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani’nin Türkiye ziyareti, ABD tarafından tepkiyle karşılandı ve ABD, Türkiye’ye sert bir nota verdi. Sana ne, be Amerika? Artık misafirimiz için de mi senden izin alacağız?

21 Aralık'ta Kumarhanelerin kapatılması kararı, Bakanlar Kurulu’nda kabul edildi. Sayısal Loto’nun kaldırılması konusunda ise TBMM’den yasa çıkartılması kararlaştırıldı.

22 Aralık 1996'da Ertuğrul Özkök'ün meşhur " Bu defa sivil kuvvetlerler halletsin " köşe yazısı yayımlandı.

23 Aralık'ta Başbakan Erbakan’ın Çankaya’da yapılan liderler zirvesinde şok bir açıklama yaptığı öğrenildi. Erbakan’ın liderlere, "Durum kamuoyuna yansıyandan çok daha vahim! MİT’in verdiği rapora göre, bazı asker, polis ve siyasetçilerin olaylarda yer aldığı anlaşılmaktadır," dedi. Yeniden Doğuş Partisi Genel Başkanı Hasan Celal Güzel, "darbe olacağı istihbaratı aldıklarını" açıklayarak, "Cumhurbaşkanı’nın liderler zirvesinde uyarıda bulunacağını" ileri sürdü. İkisinin de dediğinin doğru olduğu, 28 şubat 1997'de anlaşılacaktı!

25 Aralık'ta Irak’ta 36. Paralelin kuzeyini kontrol eden Çekiç Güç’ün yerine geçecek olan Keşif Güç birliklerine ait uçakların İncirlik’ten uçuşları için TBMM’de 6 aylık onay alındı. Fransa’nın katılmadığı yeni güçte, İngiltere, ABD ve Türkiye yer alıyordu. Tabii Türkiye'nin "yer alma"sı laftan ibaretti... Çul değişmiş, eşek yine eşek kalmıştı. Çekiç Güç gitmiş, Keşif Güç gelmişti.

27 Aralık'ta Afganistan'da Taliban güçleri Bagram havalanını tekrar ele geçirdi.

30 Aralık'ta Aczmendî Tarkikatı'nın lideri Müslüm Gündüz, Fadime Şahin isimli bir kadın ile birlikteyken yakalandı ve tutuklanarak Metris Cezaevi’ne konuldu. Aynı gün İsrail'de Başbakan Benjamin Netanyahu'nun bütçe kesintileri teklifi 250.000 Yahudi'ye iş bıraktırıp sokağa döktü.

5 Ocak'ta Rusya, barış anlaşması uyarınca, Çeçenistan'daki son askerlerini geri çekti.

7 Ocak'ta Demokrat Türkiye Partisi kuruldu. Partinin genel başkanlığına Mason Demirel'in has adamı Hüsamettin Cindoruk seçildi. Bu parti yakında DYP'den Tansu Çiller'i terkedip kopacakları toplamaya yönelecekti.

16 Ocak'ta Arnavutluk'ta yüksek faizle para toplayan bankaların batması üzerine halk ayaklandı. bizde onca banka battı, ayaklanan olmadı!

20 Ocak(ta Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD), "Demokratik standartların yükseltilmesi paketi"ni Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı ile Genelkurmay başkanlığına sundu. TÜSİAD raporda Kürtçe eğitimin serbest bırakılmasını da öneriyordu... 2013 yılında Yeni Anayasa maddelerinin temeli demek ki ta 1997'de atılmıştı.

22 Ocak 1997 tarihinde yüksek rütbeli subaylar Gölcük'te toplanarak irticanın iktidarda olduğunu tartıştılar.

28 Ocak'ta Güney Afrika'da ırkçı yönetim döneminde görevli dört polis, devrimci öğrenci lideri Stephen Biko'yu 1977'de öldürdüklerini resmen itiraf etti.

30 Ocak 1997'de Sincan belediyesi'nin Kudüs gecesi düzenlemesi idi... Belediye başkanı Bekir Yıldız, İran Büyükelçisi'nin misafir olduğu gecede sahneye konulan cihad oyunu basında tepki oluşturdu. Türkiye'nin İran'a benzetilmek istendiği öne sürüldü.

1 Şubat'ta "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" eylemi başladı.

5 Şubat 1997'de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan'a uyarı mektubu gönderdi.

8 Şubat'ta Çankaya'ya çöreklenmiş olan mason Demirel, "Derin devlet askerdir" dedi.

11 Şubat'ta Şeriat'a Karşı Kadın Yürüyüşü Ankara'da yapıldı.

21 Şubat 1997'de dönme orgeneral Çevik Bir ve İlhan Kılıç Washington'da dönemin CIA Başkanı George Tenet ve dahi ABD'nin derin adamları ile gizlice görüştüler. İsmail Hakkı Karadayı da 28 Şubat MGK'sından üç gün önce İsrail'de idi

23 Şubat'ta İskoç bilim adamları bir koyunu kopyaladılar. Yavruya Doli adını verdiler.

25 Şubat 1997'de 'Ankara Çıkarması' yaparak Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit'i ziyaret eden TÜSİAD heyeti, ertesi gün de Çankaya Köşkü'nde Demirel'le buluştu.

28 Şubat 1997 günkü Millî Güvenlik Kurulu toplantısında, asker kesiminin Batı Çalışma Grubu'nun etkisi altında hükûmete muhtıra verdiği, Kurul Kararlarını dikte ettiği anlaşıldı.

28 ŞUBAT SÜRECİ BÖYLE BAŞLAMIŞTI!..


http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata37a.html




*****