SURİYE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SURİYE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2018 Salı

TERÖRLE MÜCADELEDE YENİ SAFHA ZEYTİN DALI HAREKATI BÖLÜM 2

TERÖRLE MÜCADELEDE YENİ SAFHA ZEYTİN DALI HAREKATI BÖLÜM 2



ZEYTİN DALI HAREKATI’NIN İCRASI HAREKAT ALANININ DEĞERLENDİRİLMESİ

ZDH bölgesi harekata başlanmadan önceki haliyle Suriye’nin kuzeybatısında 
PKK/PYD tarafından kontrol edilen 2 bin kilometrekarenin biraz üzerinde bir 
alanı kapsamaktadır. Harekat alanının kuzeyi Gaziantep’in Islahiye ilçesi ve Kilis, doğusu Cilvegözü-Azaz-Mare-el-Bab hattı üzerindeki FKH bölgesi, batısı 
Dare’z-Izzat-Atme hattındaki Türkiye’nin gerginliği azaltma sorumluluğundaki 
bölge ve onun batısı olan Hatay ile sınırlandırılmıştır. Harekat alanı sınırlarının 
büyük bir bölümünün TSK ve Türkiye’ye müzahir Milli Ordu unsurlarınca çevrelendiği görülüyor. Harekat alanının güneybatı sektöründeki Zahra-Nubl-Tel Kara-Tel Rahval hattı ise Suriye rejim güçleri ile İran destekli Şii milisler tarafından kontrol edilmektedir. TSK’nın bu bölgede PKK/PYD unsurlarını çevreleme ihtimali bulunmamaktadır. Harekat alanı çevresinin 143 kilometrelik bölümü kuzey ve batı sektöründe doğrudan Türkiye sınırlarını paylaşmaktadır. 
Harekat alanının kuzey ve batı sektöründeki arazi Türkiye sınır hattı boyunca 
uzanan 800-1.100 rakım aralığında seyreden dağlık yapıya sahiptir. Türkiye sınırının 0-2.000 kilometre derinliğine kadar uzanan dağlık arazi terörist unsurların hat şeklinde mevzilenerek savunma yapmasına imkan sağlayabilmektedir. Zira kuzey sektörde TSK birliklerinin mevzilerinin bulunduğu yerleşkeler ile PKK/PYD mevzilerinin dağ zirveleri arasındaki rakım farkı 300-400, mesafe ise 1.500 metreyi bulabilmektedir. Bu ise yüzde 25’lik bir eğime tekabül etmekte ve TSK unsurlarının ileri harekatlarını mahkum araziden hakim arazi istikametinde ortalama her 100 metrede 25 metre tırmanarak gerçekleştirecekleri anlamına gelmektedir. 
Bu durum batı sektöründe yüzde 30 meyil tırmanmayı gerektirmektedir. Her iki 
cephede de arazi büyük ölçüde zeytin ağaçları ve makilik bitki örtüsüyle kaplı 
olup yer yer gizleme sağlayabilecek yoğunluğa sahiptir. Arazideki dalgalı yapı 
ise kuru dere yatakları, çatak, tarım maksatlı teraslar, tepe ve sırt gibi yükseltiler nedeniyle ilerleme esnasında terörist ateşlerinden korunmak için örtü sağlayacak olanaklar sunmaktadır. 

Doğu ve güney sektörü arazi arızaları itibarıyla daha yumuşak, kısmen dalgalı 
ve yer yer kuzey cephesine benzer özellikler göstermektedir. Doğu sektöründe 
Minnig Havalimanı ve Tel Rıfat yerleşim yerleri arasındaki hat suni engel yapımına elverişli olup Azaz-Mare hattındaki TSK/Milli Ordu kuvvetlerinin muhtemel ileri harekatları için tehdit teşkil etmektedir. Ayrıca Afrin’in güneydoğusunda bulunan ve Suriye rejimi tarafından kontrol edilen Nubl ve Zahra’ya erişim imkanına sahip olmasıyla hem Tel Rıfat hem de çevresindeki küçük yerleşim yerleri stratejik bir öneme sahiptir. Doğu ve güney sektöründe arazinin örtü ve gizleme imkanı kuzey ve batı sektörüne göre oldukça zayıftır. 

Harekatın kış koşullarında gerçekleştirilmesi nedeniyle hava şartlarının 
doğrudan ve belirleyici etkileri olmuştur.10 Harekat birliklerinin kontrol ve koordinasyonunu zorlaştıran arazi-hava durumunun ilerleyişi yavaşlattığı hatta 
zaman zaman harekatın durmasına neden olduğu görülmüştür. Afrin genelinde 
harekat öncesinde sekiz bin civarında PKK/PYD’li teröristin bulunduğu 
ve bunlara Rakka ve Deyrizor gibi yerleşim yerlerindeki çatışmalarda örgüte 
teslim olan ve sayıları belirlenemeyen DEAŞ’lı teröristlerin de Türkiye’ye karşı 
savaşmaları kaydı ve özgürlük vaadiyle eklemlendiği değerlendirilmiştir. Afrin 
bölgesinde PKK’lılarla birlikte SDG çatısı altındaki Arap Ceyşü’s-Suvar yapılanmasının da Türkiye’ye karşı direnç gösterme çabası içerisinde olduğuna şahit olunmuştur. PKK/PYD’li ve SDG’li teröristlerin bir kısmı ABD Özel Kuvvetlerince yürütülen eğit-donat kapsamındaki programı takip etmektedir. Böylelikle teröristlerin ABD Özel Kuvvetlerinin danışmanlığı ve nezaretindeki konsept bağlamında kuzey, doğu, güney ve batı cephelerinde tahkimatlı savunma hatları tesis ettiği anlaşılmıştır. Savunma hatları TSK/Milli Ordu’nun muhtemel ileri harekatını karşılamak maksadıyla özellikle kuzey, doğu ve batı sektörlerinde yoğun tahkimat, yer yer ağır silahlar ve engellerle (hendek, barikat, EYP ve mayın vb.) kuvvetlendirilmiş ve birbirini kademeleyen mevziler şeklinde tesis edilmiştir. 
Hatlar arasında hareketli savunma taktikleri ile ara savunma çözümleri de 
geliştirilmiştir. Yarı nizami, yarı gayrinizami yöntemlerle birbirini bütünleyen 
hibrid savunma stratejisinde PKK’nın yerleşim yerlerinde sivil halk ve sivil tesislere de yer verdiği görülmüştür. 



GÖRSEL 1. HAREKATA KATILAN MİLLİ ORDU BİLEŞENLERİ VE SURİYELİ MUHALİF GRUPLAR 

Kaynak: “Zeytin Dalı Harekatına Katılan Suriyeli Muhalif Gruplar [26 Şubat 2018]”, Suriye Gündemi, 26 Şubat 2018,
http://www.suriyegundemi.com/2018/02/18/zeytin-dali-harekatina-katilan-suriyeli-muhalif-gruplar-18-subat-2018, (Erişim tarihi: 23 Mart 2018).

ZDH birlikleri TSK’nın Kara Kuvvetlerine bağlı zırhlı, mekanize, topçu, 
komando birlikleri ile kara havacılık ve insansız hava aracı birlikleri, Hava 
Kuvvetleri taktik hava unsurları ve muharebe arama kurtarma unsurları, Genelkurmay Başkanlığına bağlı özel kuvvetler ve elektronik harp unsurları, Deniz Kuvvvetleri Komutanlığına bağlı sualtı savunma ve taarruz timlerinin özel 
ihtisaslı unsurları ve Milli Ordu adıyla yeniden teşkilatlanan ÖSO mensubu 
Suriyeli muhaliflerden oluşan, FKH’ye göre sayıca ve ihtisas çeşitliliğince daha 
fazla birlikten meydana gelmiştir. Harekatın lojistik hizmet desteği TSK ve devletin diğer sivil kurumlarınca sağlanmıştır. 

HAREKATIN ASKERİ SAFHALARI.,

Hem askeri yetkililer hem de siyasi karar vericilerin açıklamalarında harekatın 
hedeflerine ulaşması bakımından üç safhaya ayrıldığı görülmektedir:11 Bunlardan birincisi Afrin kırsalının terör unsurlarından temizlenmesidir. İkincisi kent merkezinin terör unsurlarından temizlenmesi ve Afrin genelinde topraksızlaştırılması dır. 
Üçüncüsü ise Afrin genelinde istikrar faaliyetlerinin yürütülmesi, asayiş, 
yeniden yapılanma, sosyal hizmetlerin tesisi ve ZDH bölgesinin Suriye’deki diğer harekat alanlarıyla birleştirilerek muhtemel terör hedeflerine harekat hazırlıklarının yapılmasıdır. Harekat mevcut durum itibarıyla ilk iki safhayı büyük oranda tamamlanmıştır. Üçüncü safha alan konsolidasyonu, meskun mahallerin mayın ve EYP’lerden temizlenmesi ve muhtemel harekat hazırlıkları kapsamındaki eş zamanlı faaliyetlerle devam etmektedir. 

Birinci Safha (20 Ocak-13 Mart 2018) 

ZDH 20 Ocak 2018 saat 17.00’da Afrin genelinde önceden belirlenmiş terörist 
hedeflere karşı yoğun hava harekatı ve karadan ateş destek vasıtalarıyla başlatıldı. 
TSK/Milli Ordu unsurları 21 Ocak 2018 saat 10.30’dan itibaren Türkiye sınırından Afrin’e yedi ayrı noktadan kara harekatı başlattı.12 TSK/Milli Ordu 
unsurlarının ileri harekatlarının hedefi öncelikle kuzey sektöründe Kilis ve 
batı sektöründe Hatay sınırına paralel uzanan ve sınırın 0-2.000 metre derinliğindeki hakim arazi hattındaki terör mevzileri oldu. Teröristlerin gayretlerini önemli ölçüde bu hatları tutmak için ayırdıkları da harekat sürecinde görüldü. Kuzeyde Bülbül beldesi Merseva köyü hattı ile Dikmetaş-Burseya hattı, 
batıda Şeyh Muhammedli-Adamlı-Bilal Köy hattı, Memelan-Atman-Şediya 
hattı (Raco sektörü), Ömer Uşağı-Mamal Uşağı-Halik Köy hattı, Şeyh Hadid 
ve Hamam Köy bölgelerinde PKK/PYD’lilerin hazırlıklı savunma hatları ve 
bu bölgelerin hakim noktalarında ve diğer kritik arazi arızaları çevrelerinde 
direnç noktaları oluşturdukları anlaşıldı. Mahkum araziden hakim araziye 
ileri harekatına devam eden TSK/Milli Ordu birliklerini durdurmak için teröristlerin yaklaşma istikametleri üzerindeki doğal engellerden de azami derecede istifade ederek savunma hazırlığı yaptıkları görüldü. Teröristler TSK/ 
Milli Ordu unsurlarının yaklaşma istikametlerindeki doğal engellerin yetersiz 
kaldığı alanları kapatmak için iki-beş metre derinliğinde ve beş metre genişliğinde hat şeklinde hendek kazıp operasyon birliklerine zayiat verdirmeyi 
ya da ilerlemelerini durdurmayı veya geciktirmeyi hedeflediler. Bu stratejiyle 
zaman zaman ağır silahlara başvurarak çatışmayı mevzilerin uzağında kabul 
ettiler.13 

Bu strateji hava koşullarının olumsuzlaştığı, görüşün düştüğü ve zeminin 
ağırlaştığı durumlarda etkili de oldu. Böylelikle tehdit-hava-arazi üçlemesinin 
olumsuz etkisi TSK/Milli Ordu unsurlarının zayiat vermesi, ilerleyişinin 
yavaşlaması veya kısmen durmasına neden oldu. Ancak havadan ve karadan 
sağlanan etkili ateş desteği terörist unsurların mevzilerinde tutunmalarını engelleyerek açık alanlara çıkmaya ya da meskun mahallere çekilmeye zorladı. 
Böylelikle teröristler hem silahlı insansız hava araçları (SİHA) ve hava kuvvetleri 
unsurlarına havadan hem de harekat birliklerine karadan açık hedef 
haline geldiler. Çevredeki yerleşim yerlerine çekilmek zorunda kalan teröristler 
meskun mahallerde bir savunma stratejisi ortaya koyamayarak sivil kıyafetleriyle küçük taktikler geliştirip harekat birliklerine sınırlı direnç gösterebildiler. 

Bu kapsamda 21 Ocak-13 Mart 2018 arasındaki birinci safhada seri kırılma alanları yaşandı. 

Bu kırılma alanları teröristlerin direnç noktalarını ortaya koymakla birlikte imkan ve kabiliyetlerini de göstermektedir. Daha da önemlisi kuvvet-mekan-zaman ilişkisi açısından bakıldığında bu kırılmaların harekatın temposu üzerindeki olumlu/olumsuz ilişkisi anlaşılabilmektedir. 
Kara Harekatının Çoklu Cepheden Başlatılması: TSK/Milli Ordu’nun kuzey 
ve batı sektöründen aynı anda yedi farklı noktadan ileri harekata başlaması 
PKK/PYD üzerinde endişe yaratıp sektörler arasında bir savunma önceliği yapamamasına, takviye ve ikmal kaynaklarını çok cepheli kırsal alanlarda rasyonel bir şekilde yönetememesine neden oldu. Öte yandan PKK/PYD bu imkanların bir kısmını da Afrin ilçe merkezindeki nihai çatışmaları göz önünde bulundurup şehir merkezinde tutarak mobilize edemedi. 




HARITA 3. ATGM ATIŞLARININ HARİTA ÜZERİNDE GÖSTERİMİ
suriyegundemi.com 
ANALİZ 
Yapılan ATGM Atışlarının Harita Üzerinde Gösterimi 
Kaynak: “PKK/YPG’nin Zeytin Dalı Harekatı Boyunca Kullandığı ATGM’ler”, Suriye Gündemi, 5 Mart 2018, 
http://www.suriyegundemi.com/2018/03/05/pkk-ypgnin-zeytin-dali-harekati-boyunca-kullandigi-atgmler, (Erişim tarihi: 23 Mart 2018).

Zeytin Dalı Harekatı ’nın İcrası 


HARITA 4. TSK’NIN İLERİ HAREKATI BAŞLATTIĞI GİRME NOKTALARI 
Kaynak: “3. Gününde Zeytin Dalı Harekatı”, Suriye Gündemi, 22 Ocak 2018, 
http://www.suriyegundemi.com/2018/01/22/3-gununde-zeytin-dali-harekati, (Erişim tarihi: 23 Mart 2018). 

HARITA 5. ÖNCELIKLI HEDEFLERIN, TAKTIK HEDEFLERIN ELE GEÇIRILMESI 
Kaynak: “3. Gününde Zeytin Dalı Harekatı”, Suriye Gündemi, 22 Ocak 2018, 
http://www.suriyegundemi.com/2018/01/22/3-gununde-zeytin-dali-harekati, (Erişim tarihi: 23 Mart 2018). 


HARITA 6. BURSAYA DAĞI’NIN ELE GEÇIRILMESI 
Kaynak: “9. Gününde Zeytin Dalı Harekatı”, Suriye Gündemi, 28 Ocak 2018, 
http://www.suriyegundemi.com/2018/01/28/9-gununde-zeytin-dali-harekati, (Erişim tarihi: 23 Mart 2018). 

Öncelikli Taktik Hedeflerin Ele Geçirilmesi:14 24 Ocak 2018’de (harekatın 
üçüncü günü) Afrin kırsalına girilen alanlardan bazıları ele geçirildi. Kuzeydoğu 
cephesinde Burseya Dağı etekleri, kuzey cephesinde Hayuglu, Şeyh Obası, Mersava, Şeyh Horoz, Mahmud Uşağı ve Şinkal köyleri, batı cephesinde Adamanlı, Harmanlık ve Hamam köyleri ele geçirilerek ileri harekat için mevziler kazanıldı. Ele geçirilen bu alanlarda PKK/PYD’li teröristler tanksavar, havan, roket ve benzeri ağır silahlarla direnç gösterdiler. 

Bursaya Dağı’nın Ele Geçirilmesi:15 28 Ocak 2018’de harekatın kuzeydoğu sektöründe yer alan stratejik Burseya Dağı PKK/PYD’den alındı. Böylelikle hem harekatın bu cephedeki derinliği genişletildi hem de Kilis Öncüpınar ve kent merkezine bu noktadan yapılan saldırı mevzileri ele geçirildi. Bursaya Dağı’nın alınması kuzeybatısındaki Dikmetaş ile daha güneyindeki Bafilyon bölgesine el atmak için önemli bir taktik kazanım oldu. Diğer taraftan bu hedefin ele geçirilmesi PKK/PYD’nin hazırlıklı mevzi savunmasını test etmek bakımından da ayrıca önemliydi. Zira örgütün hazırlık savunma hattında inşa ettiği beton koruganlar, irtibat hendekleri, gözetleme kuleri, tüneller ve atış mazgallarından meydana gelen direnek noktalarının yapısı ile kuvvetli ve zayıf tarafları harekatta ilk defa bu hedef bölgesinde analiz edildi. 

HARITA 7. KURNİ DAĞI’NIN ELE GEÇİRİLMESİ

Kaynak: “9. Gününde Zeytin Dalı Harekatı”, Suriye Gündemi, 28 Ocak 2018, 
http://www.suriyegundemi.com/2018/01/28/9-gununde-zeytin-dali-harekati, (Erişim tarihi: 23 Mart 2018). 

Kurni Dağı’nın Ele Geçirilmesi:16 31 Ocak 2018’de kuzey sektörünün hakim 
arazisi Kurnik Dağı ele geçirilerek çevresindeki Zehran, Bali Köy, Kurni, Hay 
Oğlu, Heftar, Ursa ve Bak Ubasi köyleri PKK/PYD unsurlarından temizlenmiş ve 
kuzey cephesindeki harekat alanı derinleştirilerek harekat birliklerinin ilerleme 
mihverleri genişletilmiştir. Böylelikle stratejik Darmık Dağı ve Bülbül beldesine el atılabilmesinin önü de açılmıştır. 

Darmık Dağı ve Bülbül Köyünün Ele Geçirilmesi:17 1-2 Şubat 2018’de Bülbül 
beldesi ve Darmık Dağı ele geçirilerek kuzey sektöründeki en kritik terör hedefleri temizlenmiştir. Böylelikle harekatın cephesi genişletilip Kilis’in Gülbaba karşısındaki harekat alanları birleştirilerek kuzey sektöründeki sınır güvenliğine önemli bir katkı sağlanmıştır. Darmık Dağı sınırın Türkiye hattından gelecek her türlü askeri hamleye karşı bir gözetleme ve ateş üstünlüğü imkanına sahiptir. Bu bakımdan PKK/PYD tıpkı Burseya Dağı’nda olduğu gibi Darmık Dağı’nda da benzer bir savunma konsepti oluşturmuştur. Kuzey sektöründeki en önemli direnek noktası Darmık Dağı olarak belirlemiştir. Darmık Dağı aynı zamanda harekatın ileri safhaları için de stratejik bir ateş destek üssüne dönüştürülmüştür. 

HARİTA 8. DARMİK DAĞI VE BÜLBÜL KÖYÜNÜN ELE GEÇİRİLMESİ 

Kaynak: “9. Gününde Zeytin Dalı Harekatı”, Suriye Gündemi, 28 Ocak 2018, 
http://www.suriyegundemi.com/2018/01/28/9-gununde-zeytin-dali-harekati, (Erişim tarihi: 23 Mart 2018). 

Racu Beldesinin Ele Geçirilmesi:18 3 Mart 2018’de kritik bir öneme sahip 
Racu beldesi ve çevresindeki Hamilek, Ramadiye, Badinli, Karkin, Ali Bezanlı ve 
Çemenli köyleri hava ve karadan sağlanan ateş desteğiyle TSK/Milli Ordu’nun 
manevra unsurlarınca ele geçirildi. Böylelikle bu bölgedeki terörist unsurlara azami zayiat verdirildi ve Afrin ilçe merkezinden harekatın kuzeybatı sektörüne uzanan hat kontrol altına alındı. 


HARITA 9. RACU BELDESİNİN ELE GEÇİRİLMESİ 

Kaynak: “43. Gününde Zeytin Dalı Harekatı”, Suriye Gündemi, 3 Mart 2018, 
http://www.suriyegundemi.com/2018/03/03/43-gununde-zeytin-dali-harekati, (Erişim tarihi: 23 Mart 2018). 

Bafilyon Dağı’nın Ele Geçirilmesi:19 3-5 Mart 2018’de Afrin’in kuzeydoğusunda 
bulunan Bafilyon Dağı ve çevresindeki yerleşim alanları harekat birlikleri 
tarafından ele geçirildi. Bu sektörde Halep’in kuzeyinden PKK/PYD unsurlarına 
destek için gelen çok sayıda Suriye rejimi yanlısı Şii milis de etkisiz hale getirildi. 
Operasyon unsurlarının gayretinin Afrin ilçe merkezinin kuzeydoğu ile güneydoğusundaki hatta yoğunlaştığı ve bu iki hattı kontrol ederek Afrin ilçe merkezinin kuzey, doğu ve güney istikametinde çevrelenmeye başladığı görüldü. 

HARITA 10. BAFILYON DAĞI’NIN ELE GEÇİRİLMESİ 
Kaynak: “44. Gününde Zeytin Dalı Harekatı”, Suriye Gündemi, 4 Mart 2018, 
http://www.suriyegundemi.com/2018/03/04/44-gununde-zeytin-dali-harekati, (Erişim tarihi: 23 Mart 2018). 

HARITA 11. CENDERIS BELDESININ ELE GEÇIRILMESI 
Kaynak: “48. Gününde Zeytin Dalı Harekatı”, Suriye Gündemi, 8 Mart 2018, 
http://www.suriyegundemi.com/2018/03/08/48-gununde-zeytin-dali-harekati, (Erişim tarihi: 23 Mart 2018).

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TERÖRLE MÜCADELEDE YENİ SAFHA ZEYTİN DALI HAREKATI BÖLÜM 1

TERÖRLE MÜCADELEDE YENİ SAFHA ZEYTİN DALI HAREKATI BÖLÜM 1





NECDET ÖZÇELIK, 
CAN ACUN 
RAPOR
TERÖRLE MÜCADELEDE YENI SAFHA: ZEYTIN DALI HAREKATI

İÇİNDEKİLER 

TAKDİM  7 
GİRİŞ  9 
ZEYTIN DALI HAREKATI’NIN HAZIRLAYICI NEDENLERI | 11 
ZEYTIN DALI HAREKATI’NIN İCRASI | 15 
HAREKAT ALANININ DEĞERLENDIRILMESI | 15 
HAREKATIN ASKERI SAFHALARI | 18 
ZEYTIN DALI HAREKATI’NIN SIYASI VE JEOPOLITIK CEPHESI | 33 
ESED REJIMI VE İRAN | 36 
ABD-PKK/PYD ANGAJMANI | 39 
ZDH VE RUSYA | 42 
SONUÇ | 47 
TÜRK-AMERIKAN ILIŞKILERI | 50

TAKDİM 

Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan liderliğinde ortaya koyulan güçlü siyasal 
kararlılıkla başlatılan Zeytin Dalı Harekatı (ZDH) iki aylık süreçte askeri 
ve siyasi hedeflerine büyük ölçüde ulaşarak Türkiye’nin askeri ve jeopolitik etkinliğiyle ilgili birçok tartışmaya nokta koymuştur. SETA tarafından hazırlanan 
Zeytin Dalı Harekatı raporu harekatı geçirdiği askeri süreç ve ortaya koyduğu 
jeopolitik sonuçlar açısından ele alarak Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) muharebe etkinliğinin Türkiye’nin terörle mücadelesi, jeopolitik etkinliği ve bölge istikrarına yaptığı katkıyı ayrıntılarıyla incelemektedir. 

Üç bölümden meydana gelen raporun birinci bölümünde harekatın hazırlayıcı 
nedenleri, Türkiye’nin sorunları ortadan kaldırmak için verdiği diplomatik 
mücadele, harekatın meşruiyeti ve askeri hazırlık süreci ortaya konuyor. 
Harekatın icrasının ele alındığı ikinci bölümde harekat alanına etki eden 
faktörler ve harekatın safhaları aktarılarak TSK’nın harekat etkinliğinin altı 
çiziliyor. Üçüncü bölümde ZDH’nin Suriye iç savaşında aktörleşen taraflar 
üzerindeki etkileri değerlendiriliyor. Raporun bölüm sonları ve sonuç bölümündeki tespitlerinde Türkiye’nin yerel unsurlarla çalışma kapasitesinin yarattığı üstünlük, TSK’nın harekat etkinliği ve terörle mücadeledeki bütüncül 
yaklaşımı önemli bulgularla vurgulanıyor. Türkiye’nin bölgesel jeopolitikte 
durum değiştiren ve durum yaratan bir aktör haline geldiğini de gösteren 
rapor PKK/PYD ile ABD arasındaki ittifakın sürdürülebilir ortaklıktan uzaklaşmaya başladığını ifade ediyor.

ZDH’nin PKK/PYD’nin Afrin’deki alan hakimiyetini sonlandırdığı ve ideolojik 
tahakküm kurmasına engel olduğunun vurgulandığı raporda harekatın Fırat Nehri’nin batısındaki Tel Rıfat ve Münbiç ile doğusundaki Tel Abyad ve Rakka kentlerinde PKK’nın varlığını sorunlaştıracak etki yarattığı ifade edilmektedir. Rapor aynı zamanda PKK/PYD’nin abartılmış imajını muhafaza edebilmek için bundan sonraki muhtemel stratejilerine de dikkat çekip uyarılarda bulunmakta dır. Türkiye’nin Suriye politikasının yeni bir denkleme oturduğunun altı çizilen 
raporda bu politikanın Irak’ın kuzeyine kadar uzanacağı ve PKK/PYD’yi bölgesel 
ve ortak bir tehdide dönüştüreceğine işaret edilmektedir. ABD’nin Ortadoğu 
politikalarının jeopolitik boşluklara neden olduğu ve bunun da bölge istikrarı ve 
Türkiye’nin milli güvenliğini tehdit edecek sonuçlar ürettiğini düşündüğümüzde 
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararlı siyasal liderliği ile birlikte Türkiye’nin sert güç 
kullanımının ortaya çıkan jeopolitik kaos için çözüm getirdiğini söylemek mümkündür. 
Bu anlamda raporun en önemli bulgularından birisi Türkiye’nin sert güç 
kullanımını yerel unsurlarla geliştirdiği eğit-donat-birlikte savaş kavramıyla açıklıyor olmasıdır. Rapor ABD’nin “eğit-donat-savaştır” stratejisinden ayrışan Türk modeli “eğit-donat-birlikte savaş” kavramını müteakip bir raporla etraflıca incelemeyi de vadetmektedir. 

Prof. Dr. Burhanettin Duran 
SETA Genel Koordinatörü

GİRİŞ 

Türkiye’nin PKK terörüyle mücadelesi 2015’te iç güvenlik harekatı çerçevesinde 
kırsal ve kent merkezlerinde mukabele edici operasyonlarla başlayarak 2016 ve 
2017’de Suriye, Irak ve İran sınır hattında önleyici operasyon formatında gelişti. 
Bu süreçte yürütülen terörle mücadelenin ilk iki aşamasında yurt içindeki terör örgütü unsurlarının faaliyetleri, varlığı, insan, lojistik ve finansal kaynakları önemli oranda minimize edilerek sınır güvenliği tesis edildi. Akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından dizayn edilen ve Türkiye’nin ulusal güvenlik anlayışını temellendiren yeni “güvenlik doktrini” çerçevesinde terör tehdidinin bütünüyle bertaraf edilebilmesi için Türkiye sınır ötesinde PKK’nın kaynağına müdahale edici operasyon aşamasına geldi. Nihayetinde birçok uluslararası ve yerel aktörün bulunduğu ve bu aktörler arasında ciddi çatışma ve güç mücadelesinin yaşandığı Suriye sahasında PKK’ya karşı kapsamlı bir askeri harekat düzenleyebilmek için Türkiye siyasi ve askeri açıdan kararlı bir duruş sergileyerek gerekli adımı attı. Cumhurbaşkanı Erdoğan net bir şekilde Türkiye’nin ulusal güvenliğini temin etmek için ne gerekiyorsa yapılacağını ortaya koyarken içeride ya da dışarıda harekatı engelleme çabasında olan aktörleri bertaraf edecek hamleleri gerçekleştirdi. 
Bilindiği gibi Türkiye Zeytin Dalı Harekatı’na (ZDH) kadar Suriye’de PKK’ya 
yönelik kapsamlı bir askeri harekat düzenlememişti. 2016’da başlatılan Fırat Kalkanı Harekatı’nın (FKH) askeri kapsamı da konjonktürel gelişmelerden dolayı büyük ölçüde DEAŞ ile sınırlı kalarak PKK’nın kontrol ettiği “kanton”lar arasındaki toprak bütünlüğünün oluşmasını engellemiş de olsa örgüt üzerinde arzu edilen etkiyi tam olarak yaratmadı. Bu bakımdan ZDH teröre kaynağında müdahale etmesi bakımdan Türkiye’nin terörle mücadelesini bütünleyici bir özellik taşımaktadır. 

Türkiye’nin Suriye ve Irak sınır hattındaki PKK tehdidi göz önünde bulundurulduğunda bu tür harekatların Suriye’de sadece Afrin ile sınırlı kalmayacağı değerlendirilebilir. 
Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere siyasi karar alıcıların 
uluslararası kamuoyu nezdinde de net bir şekilde zikrettiği gibi benzer harekatların Irak’ta da gerçekleşmesi yakın vadede beklenmelidir. Türkiye PKK/PYD’nin Irak-Suriye bağlantısını kesmek ve örgütü her iki ülkede de izole ederek çevrelemeyi ve adım adım elimine etmeyi hedeflemektedir. 
Sınır ötesi harekatlar doğası gereği milli kapasite kullanımının yanı sıra birtakım 
yerel, bölgesel ve uluslararası dinamiklerin de göz önünde bulundurulmasını 
gerektirir. Dolayısıyla yerel ortaklar, bölgesel aktörler ve uluslararası güçler ekseninde taktik ve operatif müttefikliklerin önemi böylesi harekatlarda daha da artmaktadır. 
Kısa sürede sonuç alması bakımından istihbarat ve harekat ortaklığı çevresinde 
gelişecek bu tür ortaklıklar harekat etkinliğine de doğrudan tesir etmektedir. Türkiye milli güvenliğini tehdit eden terörle sınır ötesinde mücadelesini sürdürürken istihbarat, harekat ve bilgi kapasitesini azami seviyeye çıkarmayı hedeflemiştir. Bu konuda Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve diğer bileşenler gibi yerel unsurlarla, Irak ve İran gibi bölge ülkeleri, ABD ve Rusya gibi küresel aktörler, AB gibi uluslarüstü organizasyonlar, NATO ve BM gibi uluslararası örgütlerle askeri-siyasi-bilgi ilişkileri boyutunda denge geliştirmek suretiyle askeri ve diplomatik bir mücadele vermektedir. 
ZDH çerçevesinde siyasi ve askeri zemininin hazırlanışı ve icra edilişi bakımından büyük bir başarı elde edilerek Afrin şehir merkezi ve kırsalı 58 gün içinde PKK-YPG unsurlarından temizlenmiştir. Bu bakımdan Türkiye’nin sınır ötesi operasyonları tarihi içindeki en başarılı askeri harekatlar arasında yer almaktadır. Bununla birlikte harekatın askeri ve diplomatik cephesinde ortaya koyulan caydırıcılık, etkinlik ve temponun hem Türkiye’nin ulusal güvenliğini hem de Suriye’de sahip olduğu stratejik önceliklerini önemli ölçüde karşıladığı değerlendirilebilir. Öte yandan harekatın icrasında etkinliğin artmasının ana sebeplerinden olan teknolojik üstünlük ve saha istihbaratı etkisinin ZDH’de oyun değiştirici bir unsur olarak belirdiğinin altını bilhassa çizmek gerekir. Bu bakımdan ele alındığında ZDH Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve Milli İstihbarat 
Teşkilatının (MİT) hem mevcut hazırlılık kapasitesini hem de etkinlik ve caydırıcılık düzeyini göstermesi bakımından da son derece önemlidir. İlgili kapasiteler TSK ve MİT gibi stratejik değerdeki güvenlik kurumlarının bölgemizde var olan yeni gerçeklik ve tehditlere ilişkin adaptasyonu açısından da önem arz etmektedir. Bu rapor ZDH sürecini hazırlayan zemine, harekatın askeri ve taktiksel düzeyde icrası sırasında hangi aşamalardan geçtiğine ve bundan sonra siyasi ve stratejik düzeyde Türkiye ve diğer aktörler arasında nasıl bir sürecin yaşanabileceğine odaklanmaktadır. 

ZEYTİN DALI HAREKATI’NIN HAZIRLAYICI NEDENLERİ 

Türkiye güney sınırına komşu Afrin’de 2012’den itibaren büyüyen PKK/PYD 
tehdidini ortadan kaldırmak ve kendi sınır hattında geniş çaplı çatışma ihtimalini 
azaltmak için askeri olmayan devletler arası müzakere yönetimine başvurdu. ABD’nin PKK/PYD ile doğrudan ve dolaylı irtibatını kesmesi ve Rusya’nın PKK/PYD ile angajmanına son vermesi için bir ikna süreci yürüttü. 
Bu süreçte Türk yetkililer Suriye’de meşru aktörler arasındaki hassas dengeyi 
de gözeterek alternatif planlar geliştirdi. ZDH’nin gerekçeleri, kapsamı, derinliği 
ve yöntemlerinin de yine bu süreçte jeopolitik denklem içindeki siyasi ve 
askeri faktörlere bağlı olarak belirlendiği görüldü. ZDH’nin gerçekleştirilmesi 
özellikle Rusya ile yürütülen askeri ve diplomatik çabaların yarattığı zeminde 
PKK/PYD terörünü etkisizleştirmek için kuvvet-zaman-mekan ilişkisinin 
Türkiye tarafından optimize edilmesiyle ilgiliydi. Çatışma dinamiklerinin yönetildiği harekat sürecinde Türkiye’nin diplomatik cephedeki dinamizminin 
de canlılığını koruduğu görüldü.. 

Harekatın başlatılmasının ardından TSK tarafından harekatın maksadı, 
kapsamı, hedefi ve hukuki çerçevesi açıklandı ancak harekatın süresiyle ilgili 
bir ifade yer almadı.1 Bu bağlamda harekatın maksadının Türkiye’nin hudutlarının ve içinde bulunduğu bölgenin güvenlik ve istikrarını sağlamak olduğu belirtildi. ZDH’nin kapsam ve hedefinin ise Suriye’nin kuzeybatısında Afrin bölgesindeki PKK ve türevi örgütler ile DEAŞ’a mensup teröristler olduğu ifade edildi.2 Türkiye’nin hudut güvenliği ve bölgenin istikrarına tehdit olarak 
DEAŞ ve PKK/PYD’yi birbirinden ayırmadığı harekatın kapsam ve hedefinden 
de anlaşılmaktadır. Türkiye bununla ulusal güvenliğine tehdit olan PKK/ 
PYD’yi de DEAŞ gibi bölgesel tehdit kapsamına sokarak uluslararası aktörlerin 
örgüt konusunda yeniden konumlanmalarını sağlamaya çalışmıştır. Öyle ki 
Rusya da ABD ile gelişen angajmanı çerçevesinde PKK/PYD’yi Suriye’de kendi 
çıkarları için bir tehdit olarak görmüş ve ZDH’ye kapsam-hedef bağlamında 
siyaseten destek verip harekatın askeri boyutunu kolaylaştıracak hamlelerde 
bulunmuştur.3 Bu noktada Rusya’nın örgütün Deyrizor bölgesinde artan etkisi 
ve Fırat Nehri’nin doğusundaki ABD-PKK/PYD ortaklığından rahatsızlığına 
da dikkat çekmekte fayda vardır.4 Türkiye harekatın hukuki çerçevesini de terörle mücadele kapsamında gerekçelendirerek uluslararası hukuk, Birleşmiş 
Milletler Genel Kurulunun (BMGK) terörle mücadeleye yönelik 1624 (2005), 
2170 (2014) ve 2178 (2014) sayılı kararları ve BM Sözleşmesi’nin 51. maddesinde yer alan Meşru Müdafaa Hakkı çerçevesinde meşrulaştırmıştır.5 
Suriye’de yaşanan kaostan faydalanan, makyavelist doğasıyla Esed rejimi, 
Rusya ve ABD ile kurduğu angajmanlar sayesinde kontrol alanını giderek 
artıran PKK/PYD açısından “Afrin kantonu” özel bir öneme sahiptir. Örgüt 
burayı Akdeniz’e açılan bir zıplama tahtası olarak görmüş, söz konusu bölgede 
gerçekleştirdiği terör saldırıları için bir üs olarak da kullanmıştır. 

   PKK/ PYD’nin 2015-2018 arasında Afrin’e komşu eylem alanında (Hatay, Kilis, Osmaniye ve Gaziantep’in Islahiye ilçesi ve il merkezi) ve bu bölgenin Suriye sınır hattında gerçekleştirdiği eylemlere bakıldığında ZDH’nin Türkiye’nin terörle mücadelesindeki önemi daha net anlaşılabilir. 

Zeytin Dalı Harekatı ’nın Hazırlayıcı Nedenleri 



HARITA 1. 30 TEMMUZ 2015-9 HAZIRAN 2017 ARASINDA GERÇEKLEŞEN PKK SALDIRILARI 6 
GRAFIK 1. PKK SALDIRILARININ TÜRLERI VE HEDEFLERI 7 

30 Haziran 2015-9 Haziran 2017 arasında kaydedilen yirmi PKK saldırısının 
yüzde 30’u el yapımı patlayıcı madde (EYP), yüzde 25’i kundaklama, yüzde 15’i 
pusu, yüzde 15’i taciz ateşi, yüzde 5’i baskın, yüzde 5’i hava saldırısı ve yüzde 5’i adam kaçırma şeklinde gerçekleşmiştir. Öte yandan saldırıların yüzde 45’i bölgede faaliyet gösteren özel ticari girişimlerin tesislerini (maden ocağı vb.), yüzde 45’i taktik operasyon birliklerini, yüzde 5’i sivil şahısları ve yüzde 5’i de devlet yatırımlarını hedef almıştır. Saldırıları ortaklaştıran temel özellikler ise planlama, sızma ve ikmalinin Afrin kırsalından yapılıyor olmasıdır. Ayrıca bu saldırıların PKK’nın 2015’ten sonra başlattığı hendek/barikat eylem süreciyle eş zamanlı yürütülmesi ortak özellikler arasındadır. Bununla birlikte Hatay, Osmaniye, Kilis ve Gaziantep’te PKK’nın sosyolojik bir alanı olmamasına rağmen eylemler gerçekleştirmesi PKK/PYD’nin Akdeniz’e erişim stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilebilir. 




HARITA 2. 2017 VE 2018 YILLARINDA GERÇEKLEŞEN PYD SALDIRILARI 8 
GRAFIK 2. PYD SALDIRILARININ TÜRLERİ VE HEDEFLERİ 9 

Kaydedilen toplam on sekiz saldırının yüzde 83’ünü oluşturan roket saldırılarının 
tamamı sivil yerleşim yerlerini hedef almıştır. Bu saldırılarda 100’den fazla 
roket kullanıldığı değerlendirilmektedir. Öte yandan saldırıların yüzde 17’si ise 
keskin nişancı, havan ve güdümlü tanksavar füze atışlarıyla sınır karakollarına 
karşı düzenlenmiştir. PYD saldırılarında riski az, uzaktan ve görmeyerek yöntemler ile taktik nokta hedeflerden çok sivil yerleşim yerleri gibi bölgelerin seçilmesi ayrıca dikkat çekmektedir. Bununla birlikte 2017 ve 2018’de artan PYD saldırılarının Hatay kırsalında etkisini yitirmeye başlayan PKK saldırılarını bütünleyici nitelikte olması ve Türkiye’nin sınır ötesi terörle mücadelesini önlemeye çalışması bakımından da PKK/PYD’nin ortak stratejisini ortaya koymaktadır. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

12 Eylül 2018 Çarşamba

Kardeşim Esad,Keşke ,Katil Esed, Olmasaydı,

Kardeşim Esad,Keşke ,Katil Esed, Olmasaydı,



Tugay Uluçevik
-@t24.com.tr
04 Şubat 2018 


Türkiye’nin millî güvenliğini tehdit eden ve tehlikeye düşüren şekil ve ölçüde kuzey Suriye’de hududumuz boyunca yuvalanmış olan unsurları ortadan kaldırma maksadıyla şanlı Türk Silâhlı Kuvvetleri 20 Ocak akşamından bu yana  kahramanca vatan hizmeti ifa etmektedir. Ordumuzun zaferi ve bizlerin evlâdı olan askerlerimizin salimen yurda dönmeleri için dua ediyoruz.

Duygularım  bu şekilde olmakla birlikte Türkiye’nin dış münasebetlerindeki halihazır durumun gerçeklerini görmezden gelemiyorum.

Kardeşim Esad” keşke “Katil Esed” olmasaydı da, bir dönemde iki ülke arasında ekilen zeytin fidanlarının dalları gelişip çoğalsaydı.   Böylece “Zeytin Dalı” harekâtına ihtiyaç kalmasaydı.

Keşke, Türkiye ile Suriye, 1998 Adana Mutabakatı’nın ve bu Mutabakat  hükümlerinin uygulanmasını ve geliştirilmesini öngören 21 Aralık 2010 tarihinde Ankara’da imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Hükûmeti arasında Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması” nın lâfzına ve ruhuna uygun hareket ediyor olsalardı.

Keşke, Türkiye ve Suriye iki dost ülke olarak kuzey Suriye’den kendilerine yönelen tehdit ve tehlikelere karşı mücadelelerini müştereken sürdürebilselerdi.

Keşke, Türkiye Suriye Merkezî Hükûmeti’nin “terörist” dediği “Özgür Suriye Ordusu’na” (ÖSO) destek verme durumunda kalmasaydı.

Keşke, Suriye’deki durum ortaya çıkmasaydı ve Türkiye kendi vatandaşları için harcayabileceği öz kaynaklarından 30 milyar doları yüzbinlerce Suriyeli mülteciler için sarfetmek zorunda kalmasaydı.

Keşke, Türkiye geleneksel dengeli ve barışçı politikasına sadık kalarak Orta Doğu bataklığına batmasaydı.

Türkiye’nin 1998’den sonra  Suriye ile münasebetlerini giderek kardeşlik ilişkileri düzeyine geliştirebilmiş olması ne kadar doğruysa, 2010 yılından sonraki mezhepçi, hayalci ve saplantılı politikası o kadar yanlış ve Türkiye için tehlikelerle dolu olmuştur. İşte bu yüzden, kahraman askerlerimiz bugün Suriye topraklarından millî güvenliğimize yönelen ve gelecekte de yönelebilecek olan tehdit ve tehlikelerin önünü almak, Akdeniz’e çıkışı olan bir kuşakla ülkemizin  hasım unsur ve güçler tarafından kuşatılması için çalışan uluslararası tezgâhı bozmak temel amacıyla hudutlarımız dışında savaşmak zaruretinde kalmıştır.

Bu tecrübe, Türkiye’nin dengeli ve barışçı dış politikasının kurucu temel taşları ile  hayalci hedefler uğruna ve mezhepçi yaklaşımlarla oynanmasının ne kadar sakıncalı sonuçlar doğuracağını göstermiş bulunmaktadır. Dış politikamızın yerinden oynatılan temel taşları, 1923 Lozan Barış Konferansı’nda Türkiye’nin tutumuna hakim olan barış vizyonu ile döşenmiştir. Atatürk’ün 1931’de ifade buyurduğu “yurtta sulh cihanda sulh” vecizesi ile de barış vizyonu Türkiye için bir dış politika düsturu vasfı kazanmıştır.

Türkiye, gecikmeksizin Atatürk’ün başlattığı dengeli ve barışçı dış politikaya dönmelidir.

Son yıllarda, Türkiye’nin - ana çizgileriyle  NATO ve AB’den oluşan - batı camiası ile olan bağları gerilmiş; siyasî ilişkileri sarsıntılı bir yola girmiştir. Bugün Türkiye ile ABD’nin  savaş alanında karşı karşıya gelme tehlikesinden söz edilebilmektedir.

Nitekim, 24 Ocak günü gerçekleşen Erdoğan – Trump telefon konuşmasının muhtevası hakkında Beyaz Saray’da yapılan açıklamanın metninde, Trump’ın Erdoğan’dan kuzey Suriye’de devam etmekte olan harekâtımız sırasında Türkiye’nin “Türk ve Amerikan kuvvetleri arasında çatışma riski doğurabilecek hareketlerden kaçınılmasına dikkat göstermesini” istediği belirtilmektedir. Yine, Beyaz Saray’ın açıklamasına göre ABD Başkanı Afrin’de artan şiddet hareketlerine işaret etmiş ve  “bu durum Suriye’deki ortak hedeflerimizin altını oyma riskleri taşımaktadır” şeklinde konuşmuştur.

Cumhurbaşkanlığı, ABD tarafının bu açıklamasının iki Lider arasındaki görüşmeyi doğru olarak yansıtmadığını kamuoyuna duyurmuştur.

Bu konuda önemli olan Trump’ın telefonda neleri ifade ettiği değil, ABD’nin müesses nizamının görüşmenin muhtevası hakkında neler açıklamış olmasıdır. Açıklanan metin kanaatimce bürokrat kadro tarafından ABD Başkanı’nın önüne ifade etmesi için konulmuş bulunan konuşma notunda yazılmış olanlardır. ABD bakımından benzer olaylara meslek hayatım sırasında rastlamışımdır.

Son zamanlarda Erdoğan – Trump arasındaki telefon konuşmaları hakkında - örneğin, Trump’ın YPG’ye verilen silahların geri alınacağına dair telefondaki  ifadeleri hakkında -   ve Türkiye – ABD vize olayına ilişkin anlaşma hakkında tarafların anlayış şekli hususunda da benzer tartışmalar yaşanmıştır.

Son  cereyan eden Erdoğan – Trump telefon konuşmasında ABD Başkanı’nın “Afrin’de tırmanan şiddete” işaret ederek “bu durum Suriye’deki paylaştığımız hedeflerimizin altını oyma riskleri taşımaktadır” demesi veya dememiş olsa bile Beyaz Saray açıklamasında böyle bir ifadenin yer alması, Türkiye – ABD münasebetlerinin nasıl bir gelişme seyri gösterme istidadında olduğuna işaret etmektedir.

Unutulmamalıdır ki karşımızdaki ABD Başkanı ortalama makul insanların düşünme tarzından ve itidalli ve ölçülü davranma yeteneğinden yoksun bir şahsiyet olarak görünmektedir. Nitekim, Trump, en son olarak bu yılki Davos Dünya Ekonomik Forumu toplantılarının kapanışında  yaptığı konuşmada ''basının ne kadar kirli, ne kadar alçak, ne kadar korkunç, ne kadar yalancı olabileceğinin siyasete girene dek farkında değildim'' deme basiretsizliğini gösterebilmiştir. Trump bu sözleri üzerine  en üst düzeyden yüzlerce delegenin bulunduğu salondan yuhalama ve ıslıklama seslerinin yükseldiği haberi uluslararası basında yer almıştır.

Halen Rusya’nın, Türkiye ile ABD’nin arasını, giderek zor tamir edilebilecek ölçüde açmanın manevraları içinde olduğunu düşünmeyi marazi bir şüphecilik olarak  algılamamakta fayda vardır. Türkiye, Rusya’nın şu sıralardaki güler yüzüne aldanıp tuzağa düşmemelidir. Rusya’nın Türkiye tarafından 24 Kasım 2015 tarihinde vurulan uçağının hesabını bu kadar çabuk unutmuş görünmesinin belirli bir amacının bulunmadığını düşünmek safdillik olur.

Rusya’nın Türkiye’yi yanında tutabilme arzusuyla bugünlerde Soçi’de toplanan “Suriye Millî Diyalog Kongresi’ne” PYD/YPG unsurlarının katılmasını engelleyeceği kuşkusuzdur. Rusya böyle bir engelleme yaparken Türkiye’nin çıkarlarını korumada ne kadar samimiyetle hareket etmektedir, bunu zaman gösterecektir. Diğer taraftan, uluslararası medyada Rusya’nın Türkiye’yi de yanına alarak  bu Kongre’yi toplamasının asıl maksadının  Putin’in çok yakında yapılacak seçimlerde seçilme şansını yükseltmek olduğu yorumları da yapılmaktadır.

Kendisiyle Astana süreci çerçevesinde işbirliği yaptığımız İran, Afrin harekâtımızı tasvip etmemiştir.

Mısır keza! Hattâ açıkça Türkiye’yi kınamıştır. Mısır Demek, Arab Ligi demektir.

1985 - 89  öneminde nezdinde büyükelçilik yaptığım BAE o zamanlar Türkiye’nin önde gelen dostları arasındaydı. Şimdi BAE Türkiye’ye düşmanca sözlerin söylenebildiği bir ülke haline gelmiştir. BAE’nin tutumundaki bu radikal değişiklik, yanılmıyorsam, Türkiye’nin Mısır ile ilişkilerinin bozulmasından sonra meydana gelmeye başlamıştır. Ankara’nın Körfez’de Katar merkezli bir tutum almasının belirginleşmesinden sonra da derinleşmiştir.

Suudî Arabistan Kralı’na 2007’de Türkiye’yi ziyareti sırasında protokol kurallarının fevkinde itibar etmiştik. En yüksek düzeydeki devlet ricalimiz, Kralı, Ankara’da ikamet ettiği otele giderek selâmlamıştı. İki ülke arasında bu denli dostluk vardı. Oysa, İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nın Kudüs hakkında İstanbul’da Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlığında yaptığı olağanüstü “zirve” toplantısına Suudî Arabistan Kralı katılmamıştır. Kral sağlık sorunu gibi bir mazereti varsa veliahdını göndermesi uygun olurdu. Toplantıya Suudî Arabistan’ın bir bakan yardımcısı katılmıştır.

Tarihte ilk defa olarak kısa bir süre önce Kıbrıs Rum Lider Anastasiadis Suudî Arabistan’a resmî ziyarette bulunabilmiştir. Kral  tarafından samimiyet içinde karşılanmıştır.  Rum-Yunan liderleri bu “ziyaretin Türkiye’nin yalnızlığını ortaya koyduğunu” söylemiştir.

Yine, ilk defa olarak bu ay içinde Ürdün Kralı Güney Kıbrıs’a resmî bir ziyaret gerçekleştirmiştir.

Orta Doğu’daki dengelerin ana unsurlarından biri ve bu bölgedeki sorunların tarafı ve aktörü olan İsrail ile de sürdürülen dostluk ve işbirliği, 2009 Ocak ayı sonunda dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan’ın Davos toplantısında İsrail Cumhurbaşkanı’na yaptığı ve tarihe “one minute” olayı olarak geçen sert çıkışın  ve 2010 Mayıs ayı sonunda yaşanan “Mavi Marmara” olayının ardından sona ermiştir. O tarihe kadar, örneğin Kıbrıs konusunda, Türkiye’nin aleyhine açık bir tavır almamış olan İsrail, bugün Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi ile can ciğer kuzu sarması haline gelmiştir. Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin çıkarları aleyhine Kıbrıs Rum kesimi, Yunanistan, Mısır arasında yapılan anlaşmalara taraf olmaktadır.

Yunanistan özellikle son zamanlarda  Türkiye’nin gücünü ve reaksiyon kabiliyetini ölçmek istiyormuş gibi Ege’deki tahrik hareketlerini arttırmıştır. Yunanistan Başbakanı Tsipras katıldığı son Davos toplantısında yaptığı bir konuşmada Türkiye’yi “saldırgan” bir komşu  olarak nitelemiştir.

Afrin harekâtımız hakkında başlangıçta uluslararası toplumda yapılmış olan açıklamalarda yer alan “Türkiye’nin güvenlik endişelerini anlayışla karşılıyoruz; Türkiye’nin meşru müdafaa hakkı vardır; Türkiye itidal ile hareket etmelidir; konunun insanî veçhesine dikkat edilmelidir; masum sivil halka zarar verilmesinden endişe ediyoruz” şeklindeki ifadeler, temenni ve tavsiyeler ve BM Güvenlik Konseyi’nin henüz resmen  toplanamamış  olması olgusu, bizi, harekâtımıza uluslararası plânda tepki gösterilmeyeceği kanaatine sevk etmemelidir. Bu vakte kadar yapılan açıklamalardaki “itidal” çağrıları, dile getirilen “kaygı” ifadeleri bundan sonra bize karşı gösterilebilecek tepkilerin uvertürü mahiyetindedir.

“Burseya” dağının kahraman Türk ordusu tarafından ele geçirilmesiyle Afrin yolunun açıldığı söylenmektedir. Sevgili yavrularımız Mehmetçiklerimizin yolları açık olsun! Bununla beraber, Afrin’e yaklaştıkça ve şehir kuşatıldığı zaman kuşkusuz riskler daha da artacaktır. Harekâtımıza karşı olan çevreler, en küçük bir sivil zayiat halinde seslerini yükseltmeğe başlayacaktır. Afrin’in kuşatması  ve şehrin terörist unsurlardan temizlenmesi uzadıkça BM Güvenlik Konseyi’nden de baskı gelmesi beklenmelidir.

Suriye ile olan hududumuzun güneyinde PKK’nın uzantısı olan PYD/YPG’nin IŞİD ile mücadele kisvesi altında yuvalanmasında ABD’nin ve Rusya’nın büyük sorumluluğu vardır. Her iki devlet de Suriye ile ilgili kendi öz çıkarlarına ait düşünceleriyle Türkiye’nin millî güvenliğinin tehlikeye düşmesine göz yummuşlardır.

Ancak, Türkiye’nin müttefiki ve stratejik ortağı olan ABD’nin özel sorumluğu bulunmaktadır. ABD’nin Türkiye aleyhindeki davranışı tarihî bir yanılgıdır. ABD’nin bu tutumu, kendisiyle diğer NATO müttefikleri ve ortakları arasında da güven bunalımına yol açacak mahiyettedir. ABD’nin Türkiye’nin hayatî  çıkarlarına karşı yapmakta olduğu hataların  farkına gecikmeksizin varması Batı dünyasının ortak menfaatine olacaktır. Türkiye’nin Batı camiasından uzaklaşmasına katkıda bulunulmasının bizatihi Batı’nın öz menfaatlerine vereceği zararın muhtemel sonuçları doğru değerlendirilmelidir.

Türkiye için de Suriye politikasında mezhep saplantılı ve Esad takıntılı tutum ve davranışlardan vazgeçilmesinin zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.

Annan Plânı döneminde 2004 Mayıs ayının ilk günlerinde Türkiye’de Kıbrıs konusunda Kıbrıs Rum yönetiminin Türkiye tarafından tanınması hakkında yüksek düzeyde söylenmiş bazı sözler vardı. Şöyle denmişti: “… AB'nin, BM'nin tanıdığı bir konumda, siz 'ben tanımıyorum' demekle zaten herhangi bir şey elde edemezsiniz. Bunun size getireceği, kazandıracağı bir şey yok. Tam aksine bunların hepsi geleceğe yönelik olumlu gelişmeleri de zedeler."

Ayrıca, yine bu konuda, “ Dünya geçekleriyle çatışmayı düşünmediğimiz” dile getirilmişti.

Yine 2004 Aralık ayında şunlar ifade edilmişti: “…. Eğer siz her yerde ben haklıyım, bunu da almam lâzım, bu mantıkla olaya yaklaşırsanız bunun adı uzlaşma değildir, bunun adı ben mantığıdır. Orada ne uzlaşma ne barış olur.”

O zaman bu sözler Kıbrıs ile ilgili gerçeklere ters düşen ve  “millî dava” Kıbrıs bakımından aslında ifade edilmemeleri gereken hususlardı.

Oysa bu sözleri, şimdi, Suriye meselesinin çözüm yoluna girebilmesine yardımcı olmak ve Türkiye’nin yapıcı bir aktör niteliğiyle diplomasi sahnesinde yer alabilmesini sağlamak maksadıyla söylemenin tam zamanıdır.

Bellidir ki “Esad”ın çözüm sürecinde varlığı bütün önde gelen aktörler tarafından kabul edilen bir gerçektir.

Dışişleri Bakanlığı’mızın Suriye’nin merkezî hükûmetiyle uygun biçimde doğrudan temas kurmanın yollarını bulacak tecrübeye ve hayal gücüne sahip olduğunu biliyorum. Rusya ile yaşadığımız uçak düşürme krizinin giderilmesinde arka plânda bazı özel şahsiyetlerin nasıl rol oynadığını basın yoluyla öğrenmiş bulunuyoruz.

İç politikada puan kazandırdığı düşünülen yöntem ve tarzlarla dış politika takip edilmesinin hiçbir ülkeye yarar getirmediğinin örnekleri tarihte vardır. Günümüzde de görülmektedir.

Zaferle sonuçlanacağına yürekten inandığım “Zeytin Dalı Harekâtı"mızdan sonra, Fırat’ın doğusundaki “şer” kuşağının da yok edilmesinin bir zaruret olduğunu düşünenlerdenim. Bunun ABD ile yürütülecek iki ülke arasındaki ortak çıkarlara uygun bir diplomasiyle gerçekleştirilebilmesi tercih ve temenni edilmelidir. Bunun sağlanması Suriye sorununun, Suriye’nin toprak bütünlüğü  ve birliği temelinde çözülmesine de katkı yapacağı görüşündeyim.

Suriye’de bir an önce kalıcı bir çözüme ulaşılmasına katkıda bulunmak Türkiye’nin öz çıkarınadır. Ülkemizdeki yüzbinlerce Suriyeli göçmenin kendi ülkelerine salimen dönmeleri sağlanmalıdır.

“Zeytin Dalı” harekâtında verdiğimiz aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Vatan güvenliği için canlarını feda etmişlerdir. Yaralılarımıza da âcil şifalar temenni ediyorum. Onlara minnet ve şükran borcumuz vardır.


Tugay Uluçevik Kimdir?

     Emekli Büyükelçi Tugay Uluçevik, 1939 yılında Ankara'da doğdu. Ortaöğrenimini TED Ankara Koleji'nde tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.

1967 yılında " Aday meslek memuru" olarak Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Bakanlıkta Kıbrıs Şubesi Müdürlüğü, Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil'in Özel Kalem Müdürlüğü (1975-1976), Kıbrıs Dairesi Başkanlığı, Kıbrıs-Yunanistan İşleri Genel Müdür Yardımcılığı, Müsteşar Yardımcılığı, Türkiye'nin BM Cenevre Daimi Temsilciliği Başkâtipliği, Tiran Büyükelçiliği Müsteşarlığı, Abu Dabi, Bükreş, Bonn-Berlin büyükelçilikleri, Dışişleri Bakanlığı Dış Politika Danışma Kurulu üyeliği, Türkiye'nin BM Daimi Temsilciliği ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Genel Sekreter Vekilliği görevlerini yürüttü.

Devlet Bahçeli yönetimine muhalefet ederek MHP'den kopan muhaliflerin Meral Akşener liderliğinde yürüttüğü yeni parti kurma çalışmalarına katıldı. 25 Ekim 2017'de siyasal yaşama katılan İyi Parti'nin kurucuları arasında yer aldı ve İyi Parti Genel İdare Kurulu üyeliğine seçildi.

Tugay Uluçevik, halen İyi Parti Genel İdare Kurulu asıl üyesi olarak aktif siyaset içinde yer alıyor.


http://t24.com.tr/yazarlar/tugay-ulucevik/kardesim-esad-keske-katil-esed-olmasaydi,19087

***

3 Şubat 2018 Cumartesi

Hoşyar Zebari’nin Türkiye Ziyareti ve Beklentiler,

Hoşyar Zebari’nin Türkiye Ziyareti ve Beklentiler,


22.01.2009,



Türkiye ile Irak arasından gelişen iyi ilişkiler yeni bir ziyarete daha sahne olmaktadır. 2008 yılı içerisinde her iki ülkenin üst düzey yetkilileri ve karar alıcı mekanizmaları tarafından yapılan karşılıklı ziyaretler, Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari’nin, çeşitli temaslarda bulunmak üzere resmi ziyaret için Ankara'ya gelmesiyle devam etmektedir.

Zebari’nin Ankara’da Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la bir araya gelmesi beklenmektedir. Görüşmelerde ikili ilişkilerin yanı sıra, Türkiye ile Irak arasında Erdoğan’ın Bağdat ziyaretinde imzalanan yüksek düzeyli stratejik işbirliği anlaşmasının gözden geçirilmesi ve bu anlaşma neticesinde kurulması planlanan mekanizmaların görüşüleceği, ayrıca ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrasında bölgedeki güvenlik durumu ve Irak’ın kuzeyindeki PKK’nın varlığı ile Obama sonrası Türkiye-Irak ilişkileri gibi konuların ele alınacağı tahmin edilmektedir. 

Öte yandan Irak’ta 31 Ocak’ta yapılacak yerel seçimler, Kerkük, ekonomik ilişkiler ve bu bağlamda Irak doğalgazının Türkiye üzerinden diğer ülkelere sevk edilmesi, Irak’ın yeniden yapılandırma çalışmalarında Türk şirketlerinin yer alması, Irak’taki petrol sahaları için açılacak ihalelere Türk şirketlerinin katılımı, Ortadoğu’ya ilişkin konuların da konuşulması öngörülmektedir. Öte yandan Abdullah Gül’ün ertelenen Irak ziyaretinin gündeme gelmesi muhtemeldir.   Türkiye için en önemli konuların terör örgütü PKK’nın Irak’taki varlığı ve Kerkük meselesi olduğu düşünülmektedir. Görüşmeler sırasında, terör örgütü PKK’nın Irak’taki varlığına son verilmesi için aktif çaba gösterilmesi konusunda ısrar edilmelidir. Gerek merkezi hükümet gerekse Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim yetkililerinin verdikleri taahhütleri eksiksiz yerine getirmeleri konusu mutlaka gündeme getirilmelidir. Bu durumda geçmişten bu yana özellikle ABD işgali sonrası dönemde Türkiye’nin, Irak halkının arkasında olduğuna ve her koşul ve zamanda Türkiye’nin Irak halkından yardımlarını esirgemediğine vurgu yapılmalı, Türkiye’ye verilen taahhütlerin gerçekleşmesi durumunda Türkiye’nin yardımlarının süreceği ve artacağı belirtilmelidir. Kerkük konusunda ise, Irak parlamentosunda tarafından alınan Kerkük’te eşit yönetim paylaşımına dayanan karara ve kentteki dengenin korunmasına vurgu yapılmalı, Kerkük’e yönelik tek taraflı müdahalelerin Irak’ı etkileyeceği gibi, Ortadoğu’daki dengeleri sarsabileceği anlatılmalıdır. Kerkük’te oluşturulan sürecin işlemesi konusunda temennide bulunulmalı ve Kerkük’ün sürüncemede bırakılarak, Kürt grupların kentteki baskısını pekiştirmelerinde rahatsızlık duyulduğu ve bunun bölgedeki gerginliği arttırdığına dikkat çekilmelidir. Kerkük’ün Türkiye için bir beka sorunu olduğu üzerinde durularak, Irak’ta yaşayan Türkmenleri haklarının çiğnenmemesinin Türkiye için önemli olduğu sıkça vurgulanmalıdır. 

Bu konuda özellikle Irak’taki yerel seçimlerde Türkmenlerin yaşadığı bölgelerde geçmiş seçimlerde yapılan hile ve usulsüzlüklere dikkat çekilmeli, bu konuda tedbir alınması konusunda istekte bulunulmalıdır.   
Öte yandan Zebari’nin de Türkiye’den Irak’ın yeniden yapılandırılması konusunda destek isteyeceği, Irak’ta demokrasinin yerleşmesi için Türkiye’nin tecrübesini Irak’a yansıtmasını talep edebileceği ve Zebari’nin Kürt asıllı olması sebebiyle, özel olarak Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimle işbirliğini geliştirmesi çağrısında bulunabileceği değerlendirilmektedir. 
Bu noktada Zebari Ankara’da temaslarda bulunurken İran Dışişleri Bakanı sözcüsü Hasan Kaşkavi’nin Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimi ziyaret etmesi dikkat çekicidir.  


http://orsam.org.tr/orsam/DPAnaliz/12061?dil=tr

***

17 Aralık 2017 Pazar

Fırat Kalkanı Harekâtı Küresel güçlere karşı mı yapılıyor

Fırat Kalkanı Harekâtı Küresel güçlere karşı mı yapılıyor

İsmail Hakkı Cengiz
26 Aralık  2016



Hükûmet, “FIRAT KALKANI OPERASYONU NEDİR? EL-BAB NEDEN ÖNEMLİDİR?” başlığı altında bir açıklama yayınladı. (1)

Açıklama, oldukça geniş kapsamlı ve zihinlerdeki pek çok soruya cevap verecek nitelikte… Açıklamanın birkaç yerinde, “TR Diplomacy” damgası var. Bu damgadan bildiriyi, Dışişleri Bakanlığı‘nın hazırlamış olduğu anlaşılıyor. Bildiride kullanılan dilden, doğal olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de katkısı olduğu ortaya çıkıyor.

Açıklama, 4 maddelik bir girişle başlıyor.

İlk olarak, “Sınırlarımızda ve coğrafyamızda yaşanan sorunların temel nedenleri?” sorusuna, özetle; “Küresel Güçlerin Ortadoğu coğrafyasında yürüttükleri yeni güç mücadeleleri ve çıkar politikaları… PYD/PKK’nın bir koridor oluşturma girişimi, DEAŞ’ın bir terör devleti kurma isteği ve küresel güçlerin çeşitli manevralarla PYD/PKK’yı bu koridorda ilerlemeye yönlendirmesi.”

İkinci maddede, “Operasyonun amacı ne?” sorusuna, özet olarak, “Bölgemizde artan terör tehdidini ortadan kaldırmak, sınırlarımızı güvence altına almak, PKK/PYD’ye teslim edilmek istenen bölgenin bu terör örgütünün eline geçmesinin önlenmesi, DEAŞ’ın bölgeden atılması, güvenli bölge yaratılarak, buraya Türkiye’de de bulunan Suriyelilerin yerleştirilmesi.”

Üçüncü maddede, “Türkiye nasıl bir strateji izliyor” sualinin cevabı, özetle, “Türkiye terörle mücadelede savunmadan taarruza geçerek yeni bir strateji uyguladı. El-Bab’ın terörden arındırılmış bir bölge haline getirilmesinden sonra DEAŞ’a karşı Rakka, PKK/PYD’ye karşı Münbiç ve Afrin operasyonlarının başlaması hedefleniyor.”

Dördüncü maddede ise, “KÜRESEL GÜÇLER, PKK/PYD ve DEAŞ gibi terör örgütleriyle neyi amaçlamaktadır?” sorusunun cevabı, “Türkiye sınırı boyunca bir PKK terör devletinin temellerinin atılması… DEAŞ terör örgütüyle Türkiye’nin istikrarsızlaştırılması… Kuzey Irak Kürt Yönetiminden Barzani’nin düşürülüp PKK’nın getirilmesi… Sürekli bir tehdit oluşturularak, istendiğinde Türkiye’ye şantaj yapılabilmesi… Petrol ve uyuşturucunun uluslararası piyasalara taşınabilmesi için taşeron örgütlerle küresel güçlerin kontrolünde yeni rotaların oluşturulması… Böl-yönet yöntemiyle bölgenin ikinci bir dilimlenmeye tabi tutulması… İstikrarsızlığın sürdürülmesiyle silah ihtiyacının artması, güçlü devletlerin daha fazla silah satmalarının sağlanması… İstikrarsızlaşan bölgenin başta petrol olmak üzere kaynaklarının küresel ve bölgesel güçler tarafından paylaşılması” olarak veriliyor.

Derli-toplu bir açıklama… Oldukça aydınlatıcı ve küresel güçlere ağır suçlamalar yöneltmesi bakımından da son derece“cesurca” hazırlanmış bir metin. Türkiye, bu açıklamalarıyla, Suriye’ye girmekle küresel güçlere karşı harekete geçtiğini vurgulamış oluyor. Peki, harekete geçmiş olmakla, başarılı da olmuş oluyor mu? Bu sorunun cevabı açıklamanın gelişme bölümlerinde… Ancak oraya geçmeden önce, yukarıdaki açıklamalarla ilgili bir sual zihnimize takılıyor: Üçüncü maddede, “El-Bab’dan sonra hedefin Afrin, Münbiç ve Rakka olacağı” söyleniyor.

Bu hedefleri şimdiden açık etmek ne kadar doğru? Bu açık istihbarat, gerek küresel güçleri, gerekse oraları elinde tutan “taşeron” örgütleri, mevzilerini tahkim etmeye, tedbir almaya ve hatta bizi caydıracak politikalar üretmeye yöneltmez mi?

Öte yandan, madem sınırlarımıza El-Bab’dan daha yakın olan Afrin ve Mümbiç hedef listesinde, ilk önce bu noktaların ele geçirilmesi daha uygun olmaz mıydı? Böylece, El-Bab’a giden yolun her iki tarafı da emniyete alınır, daha güçlü ve güvenli bir biçimde El-Bab’a doğru ilerleme imkânı doğmaz mıydı?

El-Bab Neden Önemli?

Yukarıdaki girişten sonra, hükûmet açıklaması, “El-Bab neden önemli?” sorusunun cevabına geçiyor… “El-Bab adı üzerinde bölgenin kapısıdır. İlçede, iç savaştan önceki son nüfus sayımına göre 64 bin kişi yaşıyordu. Stratejik bir öneme sahiptir. Birbirinden ayrılan bölgelerin birbiriyle kurduğu bağlantılarda anahtar rolü üstlenmektedir. El-Bab’a hâkim olan güç, bölgeyi kontrol altına alacaktır.” dedikten sonra; PKK/PYD ve DEAŞ açısından da hayatî önem atfedildiği bilgisini veriyor. Paylaştığı aşağıdaki harita da her iki terör örgütü için El-Bab’ın ne kadar önemli olduğunu kanıtlıyor:

Türkiye’nin de gerek PKK/PYD koridorunu, gerekse DEAŞ koridorunu önlemek için El-Bab’a muhakkak girmesi gerektiğini vurguluyor.




Neden Suriye’deyiz?

Hükûmetin açıklamasında sorduğu ve cevabını verdiği kritik sorulardan birisi, “neden Suriye’deyiz?” suali!

Şöyle cevaplanıyor: “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin desteğiyle 24 Ağustos’ta başlayan Fırat Kalkanı Harekatı’nda Özgür Suriye Ordusu güçleri, Halep’in kuzeyinde Türkiye sınırındaki Azez-Cerablus ilçeleri arasında bin 840 kilometrekareyi IŞİD’ten arındırmıştı. Ancak IŞİD, kaybettiği topraklara dönebilmek için zaman zaman Bab’dan sevk ettiği gruplarla saldırıyor. IŞİD’ın Türkiye sınırından 27,5 kilometre uzaklaştırılmasıyla sınırdan sızmalara karşı da önemli bir avantaj sağlanmıştı. Türkiye, örgütü olabildiğince geriletip sınır topraklarını IŞİD’ın füze menzilinin dışına çıkarmayı amaçlıyor. Sınırın ve arındırılan bölgenin korunabilmesi halinde, güvenli alana Suriyeli sığınmacıların yerleştirilmesi ve yaşam alanları inşa edilmesi mümkün olacak. Bab’ın alınması halinde IŞİD, sınırdan yaklaşık 30-35 kilometre uzaklaştırılmış olacak. Bu nedenlerle IŞİD’ın yuvalandığı Bab’dan çıkartılması gerekiyor.”

Burada IŞİD kısaltması kullanılmış, DEAŞ’la aynı anlamda olduğunu hatırlatalım. Bu açıklamayla birlikte aşağıdaki harita paylaşılıyor. Harita, harekâtın kapsamını ve geldiği noktayı çok açık bir şekilde gözler önüne seriyor.

El-Bab’ın Türkiye tarafından alınmaması halinde oluşabilecek tehlikeler şöyle dile getiriliyor: “Bab ilçesinin Fırat Kalkanı’yla ele geçirilmemesi halinde burayı ABD destekli PYD/PKK’nın ya da Beşşar Esed rejiminin girmesi bekleniyor. Halihazırda, Esed ordusu ve rejim yanlısı yabancı terör gruplarından Hizbullah, Bab’a 10 kilometre mesafede. Rejimin Bab’ı alması durumunda, buranın kuzeyinde öngörülen güvenli bölge tehdit altına girecek.- Devletleşecek PKK tehdidine karşı tedbir PKK/PYD Bab’a hakim olursa, yüzlerce kilometreye yayılmış ama iki parça olan hakimiyet kuşağını birleştirecek. Terör örgütünün Fırat Nehri’nin batısındaki parça ile doğusundaki parçayı birleştirebilmesi, Bab’ı almasına bağlı. PKK, Suriye’deki ‘devlet inşası’nı, Türkiye-Suriye sınırının kuzeydoğusundan Hatay’ın karşısındaki Afrin ilçesine uzanan hatta gerçekleştirmeye çalışıyor. Türkiye, PKK’nın çok daha büyük bir tehdide dönüşmesine set çekebilmek için örgütü Bab’dan uzak tutmak zorunda.”

Burada en dikkat çeken husus, El-Bab’a “Beşşar Esed  rejimi”nin girmesinin de bir tehlike ve tehdit unsuru olarak görülmesi!

O halde, uzun vadede El-Bab kimin elinde kalmalı?

Açıklamaların devam eden bölümünde, “TSK destekli ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) operasyonu” vurgusu yapılıyor. Yani ele geçirilen bölgeleri TSK destekli ÖSO elinde tutacak. Peki, eğer bu durum gerçekleşirse, yıllardan beri çok titizlendiğimiz ve daha geçen hafta Rusya ve İran‘la birlikte imzaladığımız, “Moskova, bildirgesinde” ilk madde olarak zikredilen, “Suriye’nin toprak bütünlüğü korunmalı” ilkesine ters düşmüş olmaz mıyız?

Harekât hangi safhada ve nasıl ilerliyor?

Açıklamada bu konuda da son derece ayrıntılı bilgiler var. Okuyalım:

“TSK destekli ÖSO, 13 Kasım’da Bab’ın 2 kilometre yakınına ulaşmış, 9 Aralık’ta kuzeybatı yönünden ilerleyerek ilçe merkezine girmek için hazırlıklara başlamıştı. Önceki gün de ilçe merkezinin girişindeki bazı noktaları çok şiddetli çatışmaların ardından ele geçirmişti. IŞİD, Fırat Kalkanı Harekatı boyunca en ciddi direnişini Bab’ta gösteriyor. Harekata karşı savunma hattını Bab’da kuran örgüt, sık sık bomba yüklü araçlarla saldırıyor. Araçlara yüklenen bomba miktarı, çoğu zaman uçakların attığı bombanın eşdeğer düzeyinde olabiliyor. Kimi zaman sivil araç gibi sokulan patlayıcı yüklü kamyonetler, yüksek süratle hedefe yol alıyor. Bu nedenle vurularak durdurulmaları oldukça zorlaşıyor. Güdümlü füze ya da tankların isabet yüzdeleri, hedefin hızlı hareket etmesinden ötürü azalıyor. Bomba yüklü araçlar, her an tüm yönlerden hatta cephe hattının arkasından gelebiliyor. Bu tür mobil saldırı araçları en iyi, 24 saat devrede olan insansız hava araçlarının nokta atışlarıyla durdurulabiliyor.

Bab ilçe merkezinde meskunmahal savaşı başlarken, yaklaşık 2,5 yıldır ilçede yerleşik olan teröristler, ‘sivilleşme’ avantajını kullanıyor. Sivil yaşama kamufle olmuş teröristler kendilerini gözden kaybettirebiliyor. Küçük gruplar halinde sık sık hızla mobilize oluyorlar. Bu nedenle sayılarını, hangi noktalardan saldıracaklarını, nerede yığınak yaptıklarını, cephane sakladıklarını ve tuzak kurduklarını tespit etmek kolay değil. Teröristler, Harekat unsurlarının geçecekleri yerlere çok sayıda el yapımı patlayıcı ve bubi tuzakları kurmuş durumda.

Harekat ilçe merkezinde ilerlediği esnada, sivillere ait evlerdeki terör hücreleri arkadan ansızın saldırabiliyor. Fırat Kalkanı Harekatı’nda ele geçirilen diğer bölgelerin aksine, Bab’da halen onbinlerce sivil bulunuyor. Öte yandan terör örgütü, hava taarruzları, top ve havan saldırılarına karşı sivilleri kalkan olarak kullanıyor. IŞİD teröristleri ilçedeki karargah, komuta, toplanma merkezi gibi unsurlarını sivillerin kalabalık olduğu yerlerin içine taşıdı. Fırat Kalkanı Harekatı’ndaki üst düzey bir karar alıcı, IŞİD karşısında kayıpları en az tutacak ama kararlı bir şekilde ilerlemeyi amaçladıklarını, bunun aceleye getirilmesinin doğru olmadığını bildirdi. Yetkili, stratejik aklın, ‘gerektiği kadar bekleme’ ve ‘saldırı için en uygun anları yakalama’yı mecbur kıldığını belirterek, ‘Hareket tarzımız yavaş yavaş çabuk çabuk ilerlemek. Bab’ı da böyle alacağız’ dedi.”

Bu açıklamalardan, El-Bab’a girilmiş olduğu anlaşılıyor. Hükûmet, El-Bab’da, iç savaş başlamadan önce 64 bin kişinin yaşadığı bildiriyor. Başka bir kaynak ise, şehirde 70 bin kişinin yaşadığını yazıyor. (2)

El-Bab’daki nüfus bilgisi hayatî önemde… Kentin nüfusu iç savaş şartlarına rağmen azalmamış artmış. Demek kentin sakinleri El-Bab’ı terk etmemiş. Hatta belki ilçeye yeni katılımlar olmuş. Bu, çok ilgi çekici!

Neden, acaba?

İlçe, iki buçuk yıldır IŞİD’in elinde…

Suriye’de neredeyse bütün il ve ilçelerden dışarıya göç varken El-bab’dan neden göç olmamış? Bir terör örgütünün işgalinde olan şehirden halk neden kaçmamış?

Bu ilçeden 2,5 yıldır niçin hiç ses-seda yok? IŞİD, halkı sindirdiğinden mi yoksa IŞİD’le gönüllü bir beraberlikleri mi var?

Bu sorunun cevabı son derece önemli… Çünkü eğer, IŞİD’le ilçe halkı gönüllü olarak bir arada yaşıyorsa, TSK destekli ÖSO’nun işi çok zor olabilir. Zira, ÖSO’ya karşı halk en azından pasif direnç gösterecek demektir.

Yok, IŞİD, halkı sindirdiği için seslerini çıkaramıyor ve bir an evvel IŞİD’den kurtulmak istiyorlarsa, o vakit, TSK ve ÖSO’nun işi oldukça kolaylaşabilir. Çünkü arkalarına şehir halkını alacaklar demektir.

Gerçi, IŞİD’in sivil halkı “canlı kalkan” olarak kullanmamaya çalıştığı, bilgisinden halkın terör örgütünün yanında olmadığı anlamı çıkıyorsa da kat’i bir bilgiye ulaşamıyoruz.

Normal şartlarda, hiçbir şehir halkının bir terör örgütüne destek vermeyeceğini düşünüyoruz.

Umarız, El-Bablılar da IŞİD’le beraber yaşamaktan hiç hoşnut değillerdir ve kendilerini terör örgütünden kurtaracak olan TSK’nın yanında yer alırlar.

O zaman, TSK’nın işi daha kolay olur ve ilçe kısa süre içinde tam olarak kontrol altına alınabilir.

İsmail Hakkı Cengiz
Kaynaklar:

(1) Yeniçağ Gazetesi, 25 Aralık 2016, http://www.yenicaggazetesi.com.tr/neden-suriyedeyiz-1398g.htm

(2) BBC Türkçe, 18 Kasım 2016, http://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-38010304

https://www.uiportal.net/firat-kalkani-harekati-kuresel-guclere-karsi-mi-yapiliyor.html

***

25 Kasım 2017 Cumartesi

Kürtler ve Ortadoğu BÖLÜM 3

Kürtler ve Ortadoğu  BÖLÜM 3

T.“C”NİN KÜRT SORUNU!?
T.“C”nin Kürt sorunu, aslında parçalanmış bir sömürge Kürdistan meselesidir.
Hasan Cemal’in, “Kürt Sorunu sahneye nasıl çıktı?” fantezilerini bir kenara bırakırsak; konu sadece Türkiye’den ibaret olmayıp; Kürtlerin bölgede dört ayrı ülkeye bölünmüş olduklarını; meselenin tüm bölgeyi ve başta ABD olmak üzere, AB’yi ve Rusya ile Çin’i ilgilendirdiği; uluslar arası olduğunu bir an dahi unutmamak gerek.
O hâlde “misak-ı millici” önerilere kayd-ı ihtiyatla yaklaşılmalıdır.
Mesela Sosyal Siyasal Araştırmalar Merkezi’nin, Diyarbakır’da “Bir referandum olsa Kürtler ne ister?” sorusuna ankete katılanların yüzde 49.2’si “demokratik özerklik”; yüzde 19.2’si “bağımsızlık”; yüzde 5.4’ü “federasyon”, yüzde 7.1’i “merkezi yönetim” yanıtını[43] verirken; Muhammed Nureddin’in, “Türkiye’nin Kuzey Irak Kürtlerine olan yaklaşımıyla Türkiye Kürtlerine karşı tutumu arasındaki farklılıklar dikkat çekiyor,”[44] saptaması “es” geçilmemelidir!
Bugün nelerin tartışıldığından çok daha dün Kürt meselesine ilişkin olarak Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Genel Başkanı Ahmet Türk’ün, “Umudumu Kaybettim!”[45]dediğini unutmayın!
Diyarbakır’da DTK tarafından düzenlenen Kürdistan İslâm Kongresi’nde konuşan Türk’ün, Kürt halkının esir durumda yaşadığını söylerken; Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in de, “Kürt halkının özgürleşmesi gerekir. Bir gün mutlak Kürt ve Kürdistan özgür olacaktır,” dediğini de[46] anımsayın!
Yine BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, hükümetin Mesud Barzani’yi öne çıkarmaya çalıştığını belirterek, “Barzanili çözümün Türkiye Kürtlerinde bir karşılığı yok,” saptamasını![47]
Geçenlerde yitirdiğimiz KADEP Genel Başkanı Şerafettin Elçi’nin, “En uygun çözüm federasyondur.”[48] “Devletin şunu bilmesi lazım: Bir Kürt’e yapılan haksızlık, en azından yüzlerce insanda devlet nefreti yaratır,”[49] uyarısını!
Nihayet ‘El-Şarkiye’ televizyonuna açıklamasında, yıllardır Kürtlere karşı büyük bir zalimlik yapıldığını, ancak Kürtlerin de bir gün birleşerek müjde vereceğini kaydeden Mesud Barzani’nin, “Bu gerçek gözardı edilemez. Biz de bir ulusuz, diğerleri gibi. Fars, Arap, Türk ulusundan bir eksiğimiz yok. Arap ulusu kaç ülkede bölünmüş. Kürdistan kaç ülke arasında bölünmüş ve hiçbir zaman Kürt devleti olmasına izin verilmedi” diyerek; hiçbir bölünme ve birliğin zorla olamayacağını, bunun örneklerinin Çekoslovakya ve Almanya’da görüldüğünü vurgulamasını[50] görmezden gelmeyin!
Evet, evet bugün nelerin tartışıldığından çok daha dün Başbakan Erdoğan’ın, Kürt sorunu diye bir şey tanımadığı vurgusuyla, “Tutturmuşlar Kürt sorunu. Kürtçülüğü reddediyorum. Ben kardeşlerime eşit mesafedeyim” dediğini; AKP Hükümeti sözcüsü Hüseyin Çelik’in, İmralı görüşmelerine ilişkin olarak, “Tek amaç terör örgütünde silah bıraktırmaktır,” vurgusunu küçümseyemezsiniz!
AKP Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un, “Kürt meselesini demokrasi, insan hakları ve eşit yurttaşlık seviyesinde çözmek mecburiyetindeyiz,” sözleri Kürt sorununu çözüyoruz diye Kürtleri çözme taktiğinin bir parçasından başka bir şey değildir!
Söz konusu girişime Hillary Clinton’ın ağzından “Doğru yoldasınız,” desteğini esirgemeyen ABD tavrı da bu likidasyonun mütemmim cüz’lerindedir!
Buna bir de Mesud Barzani faktörünü eklemek gerek.
Belkemiksiz liberallerden Şahin Alpay’ın, “Barzani’nin (ve başka Kürtlerin) zorlamayı, şiddeti ve ırkçılığı dışlayan, liberal-özgürlükçü nitelikteki milliyetçiliğine saygı duyuyorum,” notunu düştüğü IKBY Başkanı, Kürtlerin haklarını elde etme zamanı geldiğini belirtip, “Kürtlerin yolu diyalog ve siyasettir” diyor.
“İşte bu hakları birilerine saldırarak, şiddetle istememeliyiz. Kürtlerin yolu ancak diyalog ve siyasettir,” diyen ve Kürtlerin kendi kaderlerini tayin ederken, “siyasi ve diyalog yolunu” tutması gerektiğini vurgulayan Barzani ekliyor: “Mücadele ettik ve ediyoruz; ama şiddetle değil silahla değil”![51]
Ortadoğu’nun tümü gibi kendisi de silahlanan Barzani PKK’yi silahsızlanmaya çağırıyor!
Sedat Yurtdaş’ın, “Türkiye’nin Barzani’yle yakınlaşmasında hem zorunlu bir kabul var, hem de ekonomik ve mezhepsel sebepler var. Bu yakınlaşma nihayetinde Mesud Barzani’nin AKP’nin kongresinde konuşma yapmasına dek uzandı… Barzani’nin bütün Kürtler üzerinde olumlu bir etkisi var. Ben hükümet ve Barzani arasındaki iyi ilişkilerin zaman zaman PKK ve BDP açısından olumsuz yansımaları olmuşsa da bugün ve gelecek açısından çok olumlu katkıları olacağı kanaatindeyim. İmralı sürecinin yeniden başlamasında Barzani’nin önemli bir katkısı olduğunu düşünüyorum,” saptamasıyla değerlendirdiği T.“C”-Barzani ilişkisine Arzu Yılmaz da şu haklı notu düşüyor:
“IKBY Başkanı Mesud Barzani’nin AKP Kongresi’nde söylediklerine, konuşmasının detaylarına bakıldığında, AKP’liler Barzani ile ne kadar ‘gurur’ duysa yeridir diye düşünmeden edemiyor insan. Çünkü Kürt sorunu konusunda Barzani, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bile yapmadığı ölçüde, açık ve net bir destek sunuyor AKP’ye.
Ne diyor Barzani: ‘AKP iktidara geldiği günden beri Türkiye adım adım aydınlık bir geleceğe yükselirken, hem bölgesel hem uluslararası alanda öne çıkıyor… Kürt ya da Türk, kan dökülmesi talihsizliktir. AKP’nin ve liderinin sorunun çözümü için benimsediği politikaları doğru buluyorum. Önce Diyarbakır, sonra Erbil’de Kürtlerin inkâr edildiği günlerin sona erdiğini ve Kürt sorununun çözülmesi gerektiğini söylediği için cesaretinden dolayı Erdoğan’a teşekkür ediyorum. Ben bütün Kürtlerin bu politikayı desteklemesini ve şiddetle aralarına mesafe koymalarını bir zorunluluk olarak görüyorum. Biz şiddetin durması ve bu sorunun bir an önce çözülmesi için Erdoğan’a her türlü desteği vermeye hazırız’…”[52]
Dikkat “Mesut Barzani ‘Erdoğan’a destek’ sözünü telaffuz etmekten geri durmuyorken; ‘Mesut Barzani’nin Türkiye nezdinde ‘bölgedeki en güvenilir, en yakın dost ve müttefik’ hâline geldiği şu dönem, onu ‘Kürt bağımsızlığı’ ve ‘Irak’tan ayrılmak’tan en çok söz ettiği dönem,” vurgusuyla açıklıyor verili hâli Cengiz Çandar da!
“SON” GÖRÜŞMELER: “HUDEYBİYE OLAYI” MI?
“Son” görüşmeler böyle bir arka planla devreye sokuldu.
Kaldı ki “Türkiye demokratikleştikçe Kürtler Türkiyelileşiyor”[53] tezine yaslanan ve Başbakan Erdoğan’ın “Sürüyor” dediği “son” İmralı görüşmeleri MGK’nın bilgisi dahilindeydi.[54]
Murat Yetkin’in, “Başbakan’ın 15 Ocak 2013’de ilk kez ‘barış süreci’ ifadesini kullanması kendi başına Kürt sorununda bir dönüm noktası sayılabilir”; ya da AKP’nin Kürt açılımı mimarlarından Grup Başkanvekili Mahir Ünal’ın, “Kürt sorununun iki yıl içinde çözülecek,” söylenceleri eşliğinde AKP’nin 8 Şubat 2013’deki MYK toplantısına Erdoğan’ın “Anayasa’nın referanduma götürülmesi konusunda BDP ile işbirliği yapabiliriz,” sözleri kimi çevreleri bir hayli “heyecan”landırdı!
Bunlardan birisi de “Öcalan’ın yol haritasında ortaya koyduğu ‘demokratik ulus’ ilkesine karşılık, Erdoğan’ın ‘Sebep Asabiyet’ ilkesini koyması, AKP hükümetinin bir yol haritası hazırlığı olduğunu gösteriyor,”[55] diyen BDP Hakkâri Milletvekili Adil Kurt’du; İmralı sürecinde hükümetin samimiyetinin sorgulanmaması gerektiğini belirterek, “Eğer Başbakan ve hükümet bir adım atmışsa bize düşen bu adıma karşılık vermektir,” diyen Kurt, “Bu son süreç fırsat mıdır?” sorusuna, “Elbette. Türkiye için çok büyük fırsattır. Kürt sorununun çözülmesi Türkiye’yi hem bölgede hem de Avrupa’da çağ atlatır,” yanıtını verip ekledi:
“Ortak vatan ortak bayrak ortak değerimiz. Bu topraklar onların vatanları ve yüzyıllardır da Türklerle birlikte yaşıyorlar. Bakın son süreç 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Türklerle Kürtlerin ikinci büyük ortaklık projesidir. Ve demokratik zeminde başarıya ulaşırsa tüm Türkiye bu süreçten kazançlı çıkar. Parçalanarak, bölünerek kimse büyüyemez. Bakın Türkiye’nin büyümesinden korkan bir yapı var. Kürt sorununun bunca yıldır çözülmemesinden onların katkısı azımsanmaz. Ve bunu da yıllardır vatan/millet edebiyatı ile topluma yutturdular.”[56]
Sadece Adil Kurt mu? Değil!
MİT Eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş de, “Türkiye Kürt sorununu çözdüğü zaman bölgede büyük bir sıçrama yapabilir. Türkiye’nin Kürt sorununu çözmesi bölgede sınır ve harita değişikliğini gündeme getirebilir. Ya da, bölgenin yeniden şekillendirilmesi arayışlarını, doğrudan/dolaylı etkileme şartlarının oluşum içerisinde önem kazanır,”[57] saptamalarıyla paralel kanıda…
Sadece Cevat Öneş mi? Değil!
‘Yeni Şafak’ yazarı Yusuf Kaplan da, “Türkiye, Türkiye’nin sınırlarını aşan ve bölgesel boyutlar kazanan Kürt meselesini hem bütün Kürt halklarını, hem de uzun vadede bölgedeki bütün halkları ortak bir gökkubbe altında nasıl toplayabileceği meselesi üzerinde derinlemesine kafa yormak zorundadır,”[58] diyerek aynı şeyleri söylüyor…
Sadece Yusuf Kaplan mı? Değil!
“Kürt yurttaşlarının kimliğine saygıyı yerleştiren, yalnız kendi Kürtlerinin değil, bütün bölge Kürtlerinin saygı ve güvenini kazanan Türkiye ise, gerçekten lider ülke olabilir,” diyen Şahin Alpay ile “Türkiye’nin Kürt sorununun üstesinden gelmesi, tüm bölgede ‘zincirleme reaksiyon’ hâlinde Kürt sorununun çözümünü tetikleyecek,” vurgusuyla ekleyen Cengiz Çandar da…
Sadece liberal Şahin Alpay ile Cengiz Çandar mı? Değil!
Aslı Aydıntaşbaş’ın aktardığı üzere: “PKK’nın Avrupa sorumlusu ve Oslo sürecinin kilit isimlerinden Zübeyir Aydar’ın da… çizdiği ‘Türkiye’ tasavvurunun, AKP’deki bazı isimlerin vizyonuyla örtüşmesi… Söz ettiğim Ortadoğu’ya açılan, bölgesel liderliğe oynayan bir Türkiye…”[59]
Bu noktada sözü (ve örnekleri) daha da fazla uzatmadan Dursun Ali Küçük’ün, “Türkiye büyümek istiyorsa büyüsün, nasıl büyüyeceklerini bize mi soruyorlar. Türkiye’yi bu kadar düşünmenin sevdalıları nereden çıkıyor? Bunu Türkiye’ye öğretmek bize mi düşer?”[60] haklı sorusunu anımsamak bile yeter de artar…
T.“C” açısından “son” görüşmelerin amacı, Kürt Sorununu Ortadoğu’daki verili denge(sizlik)leri hesaba katıp, dizayn etmektir. Bu bağlamda “Yeni süreç başladığından beri tartışıldığı üzere, gelişmelerin yalnızca Türkiye bağlamında ele alınması, ortaya çıkan tablonun anlaşılmasına yardımcı olmuyor. Çünkü, asıl hedef, Ortadoğu’da hızla değişen bölgesel denkleme Türk-Kürt işbirliğini tesis ederek, daha güçlü bir şekilde dahil olabilmek. Bu hâliyle, Türkiye’nin Kürt sorununda çözümü ise süresiz bir çatışmasızlık ortamının yaratılması ve Kürtlerin talep ettiği kolektif hakların Başkanlık sistemi şartına bağlandığı bir Anayasa değişikliğinin yapılmasından ibaret. Müzakerelerin bu boyutunun nihayetinde bir Kürt-Türk barışına evrilip evrilmeyeceği meçhul. Ancak, asıl hedef ‘işbirliği’ boyutunda işler daha hızlı ilerliyor. Nitekim, Atalay ve Erdoğan da bu yüzden umutvar açıklamalar yapıyor.”[61]
Bu süreci de “Hudeybiye olayı”na benzetiyorlar.
Önce Fethullah Gülen, ardından da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın danışmanı ve AKP Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan, Öcalan’la başlayan görüşmeleri, Hz. Muhammet’in Müslümanların muhalefetine karşın düşmanlarına önce taviz verir gibi bir anlaşma yapıp, daha sonra tamamını kendisine biat ettirdiği “Hudeybiye olayı”na benzettiği herekesin malumudur.
Görüşmeler için Hudeybiye benzetmesini önce İmralı sürecine destek veren açıklamasında Gülen yapıp, “Bize ters gelen bazı şeyler olabilir; ‘Keşke şu görüşme olmasa.. şu anlaşma olmasa.. şu uzlaşma olmasa.. biz Türk milleti.. şöyle onurumuz var, böyle gururumuz var; boyun eğmesek.. bazı şeylere evet demesek’ denilebilir. Muhtemel o türlü şeylerle bazı problemler çözülecekse, işte o Hudeybiye sulhu mülahazasıyla, Hudeybiye sulhundaki mantık ve muhakemeyle, yapılması gereken şey neyse onu yapmak lazım” ifadeleriyle dile getirdi.
Yalçın Akdoğan da 11 Ocak 2013 tarihli yazısında Gülen’in Hudeybiye örneğine destek verip, örneğinin çok anlamlı olduğunun altını çizerek, “Elbette İslâm tarihinde yaşanan her olay veya peygamber efendimizin yaşadığı her hadise bugünkü olaylarla birebir tutularak yorumlanamaz. Ama peygamberlerin hayatı, inananları için aynı zamanda bir örnek oluşturabilir” sözleriyle İmralı görüşmeleri için Hudeybiye örneğini benimsediğini ifade etti.
Bakın bu konuda ‘Yeni Şafak’ yazarı Hilal Kaplan neler diyor:
“Eğer ‘İmralı süreci’ başarıya ulaşırsa, bu Türkiye tarihi için bir dönüm noktası olacak. Hatta mevzu ‘PKK sorununun hâlledilmesi’nden daha geniş bir bakış açısıyla ele alınır ve Kürt meselesinin nihai çözümü bağlamında başarıya ulaşırsa, en az yüz yıllık kaderimizi etkileyecek bir durumdan bahsettiğimizi söylemek gerekir. Abarttığımı düşünenler Kürt meselesinin çözülmemesinin en az yüz yıldır bu toprakları nasıl etkilediğine bakabilir.
Fethullah Gülen Hocaefendi de mevzuya ilişkin vaazında bu öneme dikkat çekmektedir. Hocaefendi, sürecin ‘heyet-i İslâmiye’nin huzurunun temini’ni yakından ilgilendirdiğini vurguladıktan sonra şöyle demektedir:
‘Ülkenin parçalanmasına meydan vermemek lazım… Devletimizin bir devlet-i aliyye olması istikametinde yoluna devam etmesini sağlamak lazım. Devletler muvazenesinde muvazene unsuru olmasını sağlamak lazım. Bu kadar vâridâtı, getirisi olan bir şey karşısında bazen kafamıza uymayan şeylere de katlanabiliriz.’
Tarihî açıdan zaten uluslararası bir konu olan Kürt meselesinin bu boyutunun Irak ve Suriye’deki gelişmelerle beraber giderek belirginleştiği bir süreçte, kendi meselesini çözememiş bir Türkiye’nin uluslararası denklemde ‘oyun kurucu’ güce sahip olması imkânsızdır.”[62]
“BARIŞ” VE İSMAİL BEŞİKÇİ’NİN UYARILARI
Özellikle İshak Alaton’un, “Eğitim dili Türkçe kalmalıdır. Bunun yanında diğer dillerin kültür ve edebiyatlarıyla birlikte öğretildiği kapsamlı bir biçimde anadilini öğrenme imkânı tanınmalıdır,” diyen TÜSİAD eski Başkanı Ümit Boyner’in, barış amaçlı müzakarelerin başarıya ulaşması durumunda Türkiye’nin ekonomik anlamda “uçacağını” söyleyen Güler Sabancı’nın yanında yayınladıkları bildirgede, “Türkiye-Irak-Suriye üçgenindeki bölgesel dinamik, Türkiye’deki Kürt sorununun çözümünü acil kılmaktadır,”[63] diyen ‘Abant Platformu’ katılımcılarının destek verdiği “son” sürece ilişkin olarak; “Herkes bir anda barışsever kesildi! Öcalan, BDP heyeti ile görüşmesinde, “Barış için kaybedilecek bir dakika zamanımız yok” dedi; basınıyla, sanatçısıyla, yazarıyla, ana muhalefet partisiyle bir anda merkezden düğmeye basılmış misali herkes “barış dili”ni kullanmaya başladı. Cemaat adına Fettullah Gülen de gecikmeden süreci onaylayan fetvasını kamuoyu ile paylaştı! Kalemi Kürtlere, Kürt siyaset damarına dönük kan ve küfür yüklü olan yazarlar bile “barış dili”ni kullanmaya özen gösteriyorlar! Amiyane tabirle dönemin ruhuna uygun hareket edip devlet projesinin sağ salim “başarıya ulaşması” için çabalıyorlar!”[64] diyen S. Çiftyürek’in uyarıları dikkate alınmalıdır.
Çünkü Yalçın Yusufoğlu’nun ifadesiyle, “Siyasette bir sözcük çok tekrarlanırsa içi boşalır, anlamı muğlâklaşır. Son zamanlarda ‘Barış’ da böyle oldu. Çünkü herkes ‘barış’tan kendi istediğini anlıyor”ken; verili belirsizlikte Kürt hareketinin silahsızlanmasını istemek, Kürdistan topraklarının bütünlüğü içinde ve Ortadoğu bağlamında düşünüldüğünde olumsuz bir yöneliştir. Çünkü bu silahsızlanma Kürdistan’ın bütünü düşünüldüğünde Barzani’yi tek silahlı güç olarak bırakmak demektir. Bu Kürt hareketinin sadece askeri değil aynı zamanda siyasi tasfiyesinin de önünü açacaktır.
Ortadoğu tam anlamıyla bir hesaplaşma arenası hâline gelmiştir. Ortadoğu’da herkes silahlanıyor. Özgür Suriye Ordusu’na bağlı olsun olmasın Suriye’de emperyalizm yanlısı veya Selefî odakların askeri gücü bunun sadece çarpıcı bir örneğidir.
Kürdistan Ortadoğu’da dört önemli devletin kesişme noktasında bir merkezdir. Dolayısıyla ABD emperyalizmine bütünüyle tâbi bir siyasi konumda olan Barzani’nin karşısında, emperyalizmin karşısına almış olduğu Kürt hareketinin silahsız kalmasını istemek, hem Kürdistan’da, hem de Ortadoğu çapında emperyalizmin oyununu oynamak, güç dengelerinin onun lehine dönmesini savunmak demektir ki, bu noktada da “İmralı mutabakatı barış için yetmez,” diyen İsmail Beşikçi’nin, Oslo sürecinin ardından İmralı’da yapılan görüşmelerin, Öcalan’a Kandil ve BDP ile irtibat sağlama şansı verilmezse tıkanacağı öngörüsünü[65] anımsamak gerekir.
Bu noktada öncelikle Öcalan ile görüşmelerin yeni olmadığını, devlet adına birileri -şimdi olduğu gibi- gerekli görülen zamanda Öcalan görüştüklerini ve bu görüşmelerde tarafların eşit olmadığının altını çizip; Akif Beki’nin, “Bugüne dek duyduğumuz, bildiğimiz bütün PKK analizleri yetersiz kalıyor. Yerleşik çözümlemelerin iflas ettiği yerdeyiz,” saptamasını da ekleyerek sözü ‘Sabah’ yazarı Mahmut Övür’e bırakalım:
“Ankara, şu sıralarda düşük yoğunluklu bir siyaset izliyor. Yüksek sesle konuşmadan İmralı sürecini inşa ediyor. Bu nedenle AKP çevresinde ve devlet katında eskisiyle kıyaslanmayacak bir ‘umut’ var. ‘Öcalan PKK’yı değiştiriyor’…”[66]
“Değişen ne” mi?
Abdullah Öcalan, ‘Kürdistan-Devrim Manifestosu’ başlıklı kitabında şunları diyor:
“Benim için İmralı Cezaevi, Kürt olgusunu ve sorununu algılamak ve çözüm olanaklarını kurgulamak açısından tam bir hakikât savaşı alanına dönüştü. Pozitivist bir dogmatik olduğumun derinliğine farkına varmam tecritle oldukça ilişkilidir. Farklı modernite kavramlarını, ulus inşalarının çok çeşitli modellerinin olabileceğini, genelde toplumsal yapılanmaların insan eliyle yaratılmış kurgusal yapılar olduğunu ve esnek bir doğaları bulunduğunu tecrit koşullarında idrak ettim. Özellikle ulus devletçiliği aşmak benim için çok önemliydi. Bu kavram benim için uzun süre Marksist-Leninist-Stalinist bir ilkeydi; asla değiştirilmemesi gereken bir dogma niteliğindeydi…
Reel sosyalizm ulus devlet kavramını aşamadığı ve temel modernite gerçeği olarak kavradığı için, başka tür bir ulusçuluğun, örneğin demokratik ulusçuluğun olabileceğini düşünmemiştik. Ulus dediğin illa devleti olması gereken bir şeydi! Kürtler bir ulus ise mutlaka bir devletlerinin de olması gerekirdi! Hâlbuki toplumsal olgular üzerinde yoğunlaştıkça, ulusun kendisinin son birkaç yüzyılın en boş gerçeği olduğunu, kapitalizmin güçlü etkisi altında şekillendiğini ve özellikle ulus devlet modelinin toplumlar için demirden bir kafes olduğunu kavradıkça, hem özgürlük hem de toplumsallık kavramının daha değerli olduğunu fark etmiştim. Ulus devletçilik uğruna savaşmanın kapitalizm için savaşmak olduğunu fark ettikçe siyaset felsefemde büyük dönüşümler söz konusu oldu. Kendimin bir bakıma kapitalist modernitenin kurbanı olduğunu fark ettim…
Şiddetle iktidar ve ulus olmanın tercihimiz olmayacağı açıktı. Zorunlu özsavunma gerekleri söz konusu olmadıkça şiddetle toplumsal avantajlar elde etmenin sosyalizmle alâkâsı yoktu. Özsavunma dışında tüm şiddet biçimleri ancak iktidar ve sömürü tekelleri için geçerli olabilirdi. Bu yöndeki kavramsal gelişim, barış sorununa daha ilkeli ve anlam yüklü olarak yaklaşmaya büyük önem atfediyordu. Dolayısıyla Kürtlere, hatta baskı ve sömürü altındaki tüm kesimlere baskı uygulayan iktidar ve devlet elitlerinin ‘ayrılıkçı’ ve ‘terörist’ yaftalamalarını boşa çıkaracak epey kuramsal birikime ulaşmıştım. Bu kavramsal ve kuramsal birikim temelinde devlet yetkilileriyle geliştirdiğimiz diyaloglar daha verimli oluyor ve pratik çözüm yolları için yaratıcılık sağlıyordu.”
Tam da bu noktada herkes İsmail Beşikçi (Sarı) Hocamızın şu uyarısına kulak vermelidir:
“Egemen ulusa mensup bir bireyin ’ulus devleti aştım, aşmaya çalışıyorum’ demesi anlamlıdır. Bu sözüyle, bu çabasıyla, mensubu olduğu egemen ulusun, kendi devletinin baskı altında tuttuğu halkların milli haklarını savunduğu, bu haklar için mücadele ettiği anlaşılır. Örneğin bir Fransız’ın, bu tutumuyla, Fransa’nın yani kendi devletinin Cezayir’i, Cezayirlileri, yönetme haklarına karşı olduğunu anlatmaktadır.
Ama bütün milli hakları, demokratik hakları gasbedilmiş ulusa mensup bir kişinin, ‘ulus devleti aştım’ demesi sorunlu bir açıklamadır. Çünkü bu birey henüz, egemen ulus tarafında, devlet tarafından tanınan bir hakka sahip değildir. Dili yasaktır, ülkesi, baskı, işgal altındadır. Çok yoğun bir asimilasyon politikasın hedef olmuştur. Asimilasyon devam etmektedir. Kendisi olmak için yürüttüğü mücadeleler yoğun engellerle karşılaşmaktadır. Böyle bir ortamda, herhangi bir kişinin, ‘ulus devleti aştım’ demesi, bunların önemli olmadığını vurguladığı anlamına gelir. Veya bu haklar için mücadeleden kaçtığı anlamına gelir…
Türk solu, milliyetçi bir soldur. Önemli bir kesimiyle de ırkçıdır. Bu milliyetçi, ırkçı solun önemli bir başarısı, kendi dilini bile konuşamaya, kendi ülkesinin adını söyleyemeyen Kürdlere, ‘milliyetçi değilim’, ‘biz asla milliyetçi değiliz’ dedirtmesi, bu şekilde Kürdlerin bir kısmını kendi özlerine yabancılaştırmış olmasıdır.
Abdullah Öcalan, üç-dört sene öncesine kadar, ’Marx’ı aştım’, ‘Hegel’i aştım’, ‘Gandi’yi aştım’ gibi açıklamalar yapardı. Bunu, entelektüel bir çaba olarak değerlendirmek gerekir. Ama, ‘aşma’ların bugünkü Kürd mücadelesine bir katkısı da yoktur. Bugünkü mücadele dikkate alındığında aşılması gereken en önemli kişi, Mustafa Kemal Atatürk’tür. Bu da, PKK’ye, BDP’ye, Kürdlere, Kemalizm aşılanarak yapılamaz.[67]
BİR “HATIRLATMA”
“Son” görüşmeler sırasında Paris’te 9 Ocak 2013’de üç PKK’lı kadının suikast sonucu katledildiğini…
Sakine Cansız için Dersim’de 18 Ocak 2013’de yapılan cenaze töreni hakkında soruşturma başlatıldığını…
Oğlu Mirhat epilepsi, kızı Solin lösemi hastası olduğu için mahkeme kararıyla 11 Şubat 2013’de akşam saatlerinde serbest bırakılan eski Cizre Belediye Başkan Yardımcısı Hanım Onur’un evi gece polis tarafından basıldı ve evinde “silah sakladığı” gerekçesiyle arama yapılıp; Hanım Onur’un da, polislerin binadan ateş edildiğini ileri sürerek geldiklerini, ama binada arama yapmadıklarını, sadece kendi oturduğu evde arama yaptıklarını; polisler gelince çocukları Solin ve Mirhat’ı sakladığını söylediğini…
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanışının yıl dönümünde Diyarbakır”daki eyleme katılan 19 yaşındaki Şahin Öner’in panzer tarafından ezildiğini… unutmadan; “Kürt sorununda çözüm değil tasfiye hedefleniyor” diyen gazeteci Cevdet Aşkın’ın, “AKP, İmralı süreci ile çözümü değil, silah bıraktırmayı istişare ediyor ve AKP’nin entegre stratejisi, Kürt hareketinin tasfiyesini hedefliyor,” saptamasına[68] kafa yorulmalıdır…
Çünkü Ortadoğu’da Kürtler, eski(meyen) statükonun biçimsel “düzenlemeler”le sürdürülmesi ya da yıkılarak aşılması eşiğinde dolaşmaktadırlar.
Soru(n)larını ya çözülmeden çözecekler ya da bir kez daha çözüleceklerdir.
Osmanlı’da olduğu gibi emperyalizm ve bölgesel gericilikte de oyunları asla tükenmeyeceğini bir an dahi unutmaması gereken Kürtler, “olmak ya da olmamak” tarihsel eşiğindedirler…
Bir kez daha tarih, Kürtleri kritik bir seçimin eşiğine getirdi. AKP’nin Kürtleri Ortadoğu’da açmaya heves ettiği “Neo-Osmanlı”cı serüvene eklemlemek istediği ortada.
Kürtler ya “reel politika” adına bölgeye daha fazla kan, daha fazla göz yaşından başka hiçbir vaadi olmayan bu projeye yedeklenmeyi kabul edecek. Ya da onuru seçeceklerdir.
Yeri geldi bir kere daha hatırlatalım: “Kürt sorunu”, toplumsal bir sorun olarak çözülmeden, “toplumsal barışa” yol açacak biçimde çözülebilecek bir sorun değildir…
Gerçekten de Ergin Yıldızoğlu’nun işaret ettiği gibi, “BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş AKP’ye yakın olduklarını açıkladıktan sonra, ‘Biz AKP ya da BDP’nin değil, bütün Türkiye’nin anayasasını yapmak için böyle bir uzlaşma arayışı içine gireriz. Sonuçta yeni anayasa bir toplumsal barış anayasası olmalıdır. Ben PKK ve devlet arasındaki barıştan söz etmiyorum’ demiş. Umarım bu sözlerin içeriğinin tam olarak ayırdındadır. Yoksa kendimizi, anayasada Kürtler için ufak bir iki makyaj karşılığında ekmek, özgürlük ve toplumsal adalet taleplerinin daha da bastırılacağı, her türlü yasal denetimden kurtulmuş totaliter bir başkanlık rejiminde bulacağız.
‘Kürt sorunu’ denen olgunun temelinde ekmek, özgürlük ve toplumsal adalet talebi yatmıyor mu? Kürt burjuvazisinin, seçkinlerinin kimlik talebine cevap olacak bir ‘sonuç’, Kürt yoksullarının, işçilerinin, işsizlerinin, topraksız köylülerinin, töre baskısı altında ezilen kadınlarının sorunlarını nasıl çözecektir? ‘Kürt sorunu’ aslında bunların sorunu, demokratikleşme de bunların sesinin duyulur hale gelmesi demek değil midir? İşe ‘en alttakilerin’ ekmek, özgürlük, toplumsal adalet gereksinimlerine cevap arayarak başlamayan bir ‘çözüm’ toplumsal barış getirebilir mi?”
Elbette “Hayır”!
O hâlde şimdi BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık’ın, barış sürecinin ete kemiğe bürünmesi için çaba sarf ettiklerini ve dua ettikleri vurgusuyla, “PKK bu barış görüşmelerinde engelse PKK’nın yakasına yapışırız,” türündeki spekülasyonlarına aldırmadan; hatırlanması gereken Nikolay Gogol’ün, “Korku, vebadan daha bulaşıcı olup, göz temasıyla bile kapılır”…
Mevlana’nın, “Kötü bir döneme girdiğinde ve her şey sana karşı gibi göründüğünde, bir dakika bile dayanamayacakmışsın gibi geldiğinde bile, sakın pes etme. Çünkü işte orası gidişatın değişeceği yer ve zamandır”…
Mark Twain’in, “O işin başarılmasının imkânsız olduğunu bilmedikleri için başardılar”…
  1. Disney’in, “Peşinden gidebilecek kadar cesaretiniz varsa, bütün rüyalarınız gerçek olabilir”
  2. Goethe’nin“Cesaretini kaybeden her şeyini kaybetmiştir,” sözleridir…19 Şubat 2013 16:11:50, Ankara.

N O T L A R
[1] 24 Şubat 2013 tarihinde ÖSP’nin Ankara’da düzenlediği “Değişim Statüko Kıskacında Ortadoğu ve Kürdistan” başlıklı panelde yapılan konuşma… Newroz, Şubat 2016…
[2] Francis Bacon.
[3] Hakan Albayrak, Bu Devrimler Bizim, Profil Yay., 2012.
[4] Fehim Taştekin, “Kardeşler Gücün Şehvetine Kapıldı”, Birgün, 7 Ocak 2013, s.6.
[5] “Chomsky: ABD, Ortadoğu’da Demokrasi İstemiyor”, 31 Ocak 2013, http://gelawej.net/index.php/component/content/article/135-politika/8482-chomsky-qabd-ortadouda-demokrasi-istemiyorq.html
[6] “Fehmi Hüveydi: Arap Baharı Suriye’de Kalmaz”, Yeni Şafak, 14 Ocak 2013, 11.
[7] Ercüment Akdeniz, “Mustafa Sönmez: Enerji Savaşları, İktidar Dalaşmaları”, Evrensel, 4 Şubat 2013, s.7.
[8] Mete Çubukçu, “Ortadoğu’da 2013”, Radikal İki, 30 Aralık 2012, s.9.
[9] İlyas Harfuş, “Irak’ta Katil Maktul Yer Değiştirdi”, El Hayat, 26 Ekim 2010.
[10] “Irak’a Ülke Demeye Bin Şahit İster”, The Daily Star, 20 Aralık 2010.
[11] Şemlan Yusuf İsa, “Irak’ta Hükümet Sancısı Dinmiyor”, İttihat, 26 Aralık 2010.
[12] Muhammed Er Rumeyhi, “ABD Çekildi, Sırada Ne Var?”, Rey, 18 Aralık 2011.
[13] Tarık Masarva, “Irak Bulmacası; Gel ve de Gelme!”, Evrensel, 14 Ocak 2013, s.11.
[14] Fehim Taştekin, “… ‘İmkânsız Görev’ Yeni Sahibini Arıyor”, Radikal, 24 Aralık 2012, s.27.
[15] Murat Yetkin, “Talabani’den Sonra Irak?”, Radikal, 20 Aralık 2012, s.12.
[16] Cengiz Çandar, “Ya Bağdat ‘Bağımsız Kürt Devleti’ Derse?”, Radikal, 26 Aralık 2012, s.21.
[17] “Exxon Mobil’e Bağdat Resti”, Yeni Şafak, 31 Ocak 2013, s.10.
[18] Deniz Zeyrek, “Ankara’dan Erbil’e Psikolojik Destek”, Radikal, 4 Aralık 2012, s.14-15.
[19] Muhammed Er Rumeyhi, “ABD Çekildi, Sırada Ne Var?”, Rey, 18 Aralık 2011.
[20] “Şiî-Sünnî Geriliminde Erdoğan Bölünmesi”, Milliyet, 29 Aralık 2012, s.15.
[21] Stephen Lendman, “Siyasal İslâmcı-Faşist Katiller Suriye’yi Tehdit Ediyor”, Sendika.Org, 3 Ocak 2013.
[22] “Suriyeliler İçin 600 Milyon Dolar Harcadık”, Hürriyet, 26 Aralık 2012, s.24.
[23] David Ignatius, “Muhaliflerden ‘Umut Veren’ Geçiş Planı”, The Daily Star, 12 Ocak 2013.
[24] Bahadır Selim Dilek, “Suriye İçin ‘Kontrollü Tükeniş’ Formülü”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2013, s.13.
[25] “Noam Chomsky: Ne olursa Olsun Esad’ın Sonu Ölüm”, Alternatif Siyaset, 8 Şubat 2013… http://alternatifsiyaset.net/2013/02/08/noam-chomsky-ne-olursa-olsun-esadin-sonu-olum/
[26] Veysi Sarısözen, “Devrimci Rojava Bölge’nin Kalbi”, Gündem, 6 Şubat 2013, s.9.
[27] Hasan Cemal, “Suriye Kürdistan’ı Realitedir!”, Milliyet, 15 Kasım 2012, s.21.
[28] Aydemir Güler, “Suriye, Solcular”, Sol, 25 Ocak 2013, s.5.
[29] Muhammed Nureddin, “Türkiye’nin Dış Politikasının Bir Yılı: Darlıklar ve İhtiraslar”, Evrensel, 7 Ocak 2013, s.11.
[30] Rasim Özgür Dönmez, “Türk Dış Politikası ve PKK”, Radikal İki, 17 Şubat 2013, s.5.
[31] Mustafa Sönmez, “Aç Tavuğun Kürt Petrolü Rüyası (1)”, Cumhuriyet, 6 Şubat 2013, s.10.
[32] Hirsch Goodman, “Türkiye-İsrail İlişkilerini Düzeltme Vakti Gelmedi mi?”, The Jerusalem Post, 24 Mayıs 2012.
[33] Metin Çulhaoğlu, “… ‘Pax Ottomanica’ Yattı, Ya Sonrası?”, Birgün, 27 Temmuz 2012, s.9.
[34] Ergin Yıldızoğlu, “Bir İmaj Sorunu”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2012, s.11.
[35] M. K. Badrakuma, “Kürt Piyonları Türk Kalesini Sıkıştırıyor”, Asia Times, 23 Ağustos 2011.
[36] Bejan Matur, “Barzani Alerjisi”, Zaman, 1 Nisan 2011, s.25.
[37] Veysel Ayhan, “Talabani’siz Irak’ta İstikrar Mümkün mü?”, Yeni Şafak, 23 Aralık 2012, s.15.
[38] “Kuzey Irak Petrolü, Karamehmet’i En Zengin Türk Yaptı”, Zaman, 1 Mart 2011, s.6.
[39] Mustafa Sönmez, “Petrol Odaklı ‘Kürt Federalizmi’…”, Cumhuriyet, 10 Ağustos 2012, s.11.
[40] Erdal Sağlam, “Yeni Açılımın Kaynağı Enerji”, Radikal, 16 Haziran 2012, s.19.
[41] Mustafa Sönmez, “Paris’teki Kan, Irak’taki Petrol… (2)”, Cumhuriyet, 19 Ocak 2013, s.12.
[42] Mustafa Sönmez, “Aç Tavuğun Kürt Petrolü Rüyası (2)”, Cumhuriyet, 8 Şubat 2013, s.11.
[43] Mahmut Oral, “Halkın Yarısı Özerklik İstedi”, Cumhuriyet, 20 Mart 2012, s.7.
[44] Muhammed Nureddin, “Erbil’le Diyarbakır Arasında Türkiye’de Kürt Meselesi”, Şark, 2 Nisan 2011.
[45] Ramazan Yavuz, “Umudumu Kaybettim!”, Milliyet, 27 Şubat 2011, s.23.
[46] “Bir Gün Mutlaka Kürdistan…”, Taraf, 9 Eylül 2012, s.13.
[47] Deniz Zeyrek, “Barzani ile Çözülmez”, Radikal, 18 Nisan 2012, s.12-13.
[48] Aslı Aydıntaşbaş, “Şerafettin Elçi: ‘En Uygun Çözüm Federasyondur’…”, Milliyet, 14 Nisan 2011, s.21.
[49] Ezgi Başaran, “Çözüm İçin Kürtleri Tatmin, Türkleri de İkna Etmek Lazım”, Radikal, 6 Şubat 2012, s.8-9.
[50] “Barzani’den Çarpıcı Açıklama”, Demokrat Haber, 28 Mart 2012.
[51] “Barzani: Kürtlerin Yolu Şiddet Değil”, Sabah, 20 Şubat 2012, s.19.
[52] Arzu Yılmaz, “Kürt Sorununda Yeni Arabulucu”, Radikal İki, 14 Ekim 2012, s.6.
[53] Eyüp Can, “Türkiye Demokratikleştikçe Kürtler Türkiyelileşiyor”, Radikal, 31 Ocak 2013, s.3.
[54] Rifat Başaran, “BDP İmralı İçin Hazırlık Yapıyor”, Radikal, 30 Aralık 2012, s.12.
[55] Adil Kurt, “Kürtlerin Kolektif Kimliksel Hakları”, Radikal İki, 10 Şubat 2013, s.4.
[56] Murat Aksoy, “BDP Hakkari Milletvekili Adil Kurt: Başbakan Adım Atmışsa Bize Düşen Desteklemek”, Yeni Şafak, 4 Şubat 2013, s.18.
[57] Murat Aksoy, “Cevat Öneş: Çözüm Harita Bile Değiştirir”, Yeni Şafak, 21 Ocak 2013, s.16.
[58] Yusuf Kaplan, “Kürt Sorununun Bölgeselleşmesi ve Ortak Bir Gökkubbe İnşası”, Yeni Şafak, 31 Aralık 2012, s.10.
[59] Aslı Aydıntaşbaş, “Türkiye Kürtlerle Büyür”, Milliyet, 27 Kasım 2012, s.15.
[60] Dursun Ali Küçük, “Türkiye Kürtlerle Büyür Hikâyesi”, http://www.pwdnerin.com/Mod_Writers.php?rup=show_article&article_id=459
[61] Arzu Yılmaz, “Buyrun Kürdistan’a…”, Radikal İki, 10 Şubat 2013, s.5.
[62] Hilal Kaplan, “Fethullah Hoca’dan Yalçın Akdoğan’a”, Yeni Şafak, 14 Ocak 2013, s.17.
[63] “Abant Platformu Katılımcıları: Yurttaşlıkta Eşitlik Şart”, Radikal, 11 Şubat 2013, s.14-15.
[64] S. Çiftyürek, “Müzakereye Evet, Ama Nasıl?”, Newroz Gazetesi, Yıl:6, No: 228, 18 Ocak 2013, s.1-2.
[65] Samet Atken, “İmralı Mutabakatı Barış İçin Yetmez”, Milliyet, 14 Ocak 2013, s.14.
[66] Mahmut Övür, “Öcalan PKK’yı Değiştiriyor”, Sabah, 27 Ocak 2013, s.18.
[67] İsmail Beşikçi, “Ulus – Devleti Aşmak”, 28 Ocak 2013… http://www.ilkehaber.com/yazi/ulus-devleti-asmak-6645.htm
[68] Serpil İlgün, “Cevdet Aşkın: Paris Cinayeti Çözülmeyecek”, Evrensel, 4 Şubat 2013, s.14.
***