8 Şubat 2020 Cumartesi

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler BÖLÜM 2

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler  BÖLÜM 2


ABD’nin Suriye Politikası 


Prof. Dr. Birol AKGÜN 

Arap Baharı diye adlandırılan ve Ortadoğu’daki yarım asırlık jeopolitik 
dengeleri derinden sarsan köklü s iyasi dönüşüm sürecinde ABD’nin izlediği 
dış politika ülke içinde olduğu kadar, uluslararası platformlarda da tartışma 
yaratmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel sistemdeki her 
gelişme karşısında aktif pozisyon alan ve oyun kuruculuk rolünü üstlenen 
ABD, Arap Baharı karşısında aşırı ihtiyatlı, ön plana çıkmayan, düşük 
profil sergileyen ve gelişmeleri perde arkasından izleyerek, kritik güvenlik 
sorunlarını bölgesel güçlere havale eden bir tutum takınmaktadır. Başkan 
Obama’nın bu tavrı iç politikada onun “kararsız ve zayıf bir siyasi lider” 
olarak suçlanmasına yol açıyor. Uluslararası politikada ise yarım asırdır 
hep Washington’dan gelecek siyasi sinyallere göre pozisyonunu alan bazı 
ülkeler ve liderler, Amerika’nın yeni yaklaşımı karşısında ciddi bir ikilemle 
karşı karşıya görünüyor. Amerika’nın Tunus ve Mısır’da değişimden yana 
açıktan tavır almasına karşı, Libya’ya askeri müdahale gündeme geldiğinde 
liderliği Fransa’ya bırakması ve Suriye söz konusu olduğunda ise Türkiye ve 
Arap Birliği’nin geliştirdiği stratejileri desteklemesi dış politika analistlerinin 
de kafasını karıştırmış durumda. 

< Arap Baharı diye adlandırılan ve Ortadoğu’daki yarım asırlık jeopolitik dengeleri derinden sarsan köklü siyasi dönüşüm sürecinde ABD’nin izlediği dış politika ülke içinde olduğu kadar, uluslararası platformlarda da tartışma yaratmaktadır. SDE Analiz  >

Kafa karışıklığını gidermek için, Amerika’nın genel olarak Arap Baharı özel 
olarak ise Suriye konusundaki stratejisini doğru anlamak gerekiyor. Temel 
tespitimiz şudur: ABD’nin hegemonik gücünde ciddi aşınmalar vardır ve 
Arap Ortadoğu’sundaki sürpriz gelişmelere karşı hazırlıksız yakalanan 
ABD, bir yandan ilkesel olarak bölgedeki değişimi ve demokratikleşmeyi 
siyaseten desteklerken, diğer yandan bölgede yeni askeri angajmanlara 
girmekten kaçınmaktadır. Obama yönetimi, ABD’nin küresel liderliğini 
sürdürebilmesi için Asya-pasifik bölgesini dış politikasının yeni odak noktası 
olarak belirlemiştir ve Ortadoğu’nun dönüşüm sürecinde Avrupa Birliği 
ve Türkiye gibi demokratik güçleri daha aktif rol almaya teşvik etmekte, 
onları sorumluluk ve yük paylaşımında ortak olmaya zorlamaktadır. Bu 
bağlamda, askeri güce gerek duyulmayan Tunus ve Mısır’daki olaylarda 
Türkiye yaptığı kritik siyasi açıklamalarla otoriter liderlerin devrilmesinde ve 
demokratik sürecin başlamasında önderlik rolü üstlenirken; Libya’daki askeri 
harekât sürecinde ise Fransa öncülük yapmıştır. Şimdi sıra Suriye’dedir ve 
dış müdahaleye gerek kalmadan dönüşüm için stratejiler geliştirilmeye 
çalışılmaktadır. Eğer mutlaka müdahale gerekecekse, burada liderliği 
Türkiye’nin alması beklenmektedir. 

Buradaki temel soru şudur: Bölgeyi ekonomik ve ticari enstrümanlara 
dayanarak ve karşılıklı etkileşimle dönüştürmek isteyen Türkiye; askeri 
kapasitesi Suriye’ye müdahaleye yetmesi mümkün olmayan Arap Birliği; 
kendi iç ekonomik ve siyasi krizleriyle uğraşan AB ülkeleri Beşşar Esed 
yönetimini askeri güce başvurarak devirmek için harekete geçmezse, 
ABD’nin Suriye politikası ne olacaktır? Batının ekonomik yaptırımları altında 
yıpranan, ancak İran gibi ülkelerin mali ve askeri yardımıyla uzun süre 
ayakta kalabilecek olan Esed rejimi ile silahlı muhalif gruplar arasındaki 
çatışmaların sarmalında bölgede yeni bir Lübnan veya yeni bir Yugoslavya 
mı ortaya çıkacaktır? Suriye’deki uzun çatışma süreci, İran ve ABD (İsrail) 
arasındaki bölgesel gerginliğin yaratacağı yeni bir istikrarsızlık ve terör 
saldırıları üzerinden siyasi hesaplaşmaları da beraberinde getirmeyecek midir? 

Obama’nın Dış Politika Doktrini 

< Dış politikada Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı olmasını içermektedir. SDE Analiz  >

ABD, Suriye konusunda başından beri diğer Arap Baharı ülkelerinde 
sergilediği düşük profilli yaklaşımı sergilemektedir. Obama, daha 
seçilmeden önce bir Arap ülkesi olan Irak’ın sözde demokratikleşmesi için 
gerçekleştirilen ABD işgaline karşı çıkmıştır ve dış politikasını da Rusya, 
Çin ve İran dâhil tüm ülkelerle ilişkilerin yeniden düzenlenmesi (reset) 
üzerine oturtmuştur. ABD halkının kendisine yönelik desteğinin de savaşçı 
değil, barışçı yöntemleri savunmasına bağlayan Obama, dış politikada zor 
kullanmayı gerektirecek seçeneklerden özenle kaçınmaktadır. Dış politikada 
Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin 
dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı 
olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı 
olmasını içermektedir. Bush dönemindeki Neo-Con siyasi elitin tek yönlü 
askeri güç kullanma konusundaki aşırı istekliliğinin ABD’nin küresel imajına 
ve güvenilirliğine yönelik olumsuz sonuçlarına bir tepki olarak gelişen yeni 
Amerikan yaklaşımı, kendisini en çok Arap Baharı sürecinde hissettirmiştir. 
Nitekim, Başkan Obama özellikle Libya müdahalesi sırasında ancak BM 
Güvenlik Konseyi’nden karar çıktıktan sonra Amerikan askerlerine silah 
kullanma izni vermiştir. Başkan Obama’nın 28 Mart 2011 tarihli kritik 
konuşması bu anlamda son derece anlamlıdır. 

<  Demokrat partili bir başkan olan Obama için insan haklarının korunması dış politikada önemli bir öncelik olmakla birlikte, o kendisini ne Jefferson gibi “özgürlüğün imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir. SDE Analiz >

“Elbette ki Amerika baskı olan her yere kendi ordusunu gönderemez. Biz 
müdahalenin risklerini ve maliyetini göz önüne alarak, her zaman harekete 
geçmenin gerekliliği hususunda önce kendi çıkarlarımızı düşünmeliyiz. 
Ancak bu, doğru olanı yapmayı sonsuza kadar engelleyecek bir argümana 
dönüşmemelidir…. Ülkemizin bu kadar çok acil sorunu varken, ABD’nin 
dünyanın polis gücü olarak hareket etmesi beklenmemelidir… Baskıcı 
rejimlere karşı harekete geçme yükümlülüğü yalnızca Amerika’nın 
olmamalıdır… Biz Libya’da sivil halk dehşet derecesinde bir şiddete maruz 
kaldığı için harekete geçtik.” 

Görüleceği gibi Demokrat partili bir başkan olan Obama için insan haklarının 
korunması dış politikada önemli bir öncelik olmakla birlikte, o kendisini ne 
Jefferson gibi “özgürlüğün imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı 
mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir. Sözde özgürleştirici 
bir misyonun Vietnam’dan Irak’a kadar pek çok örnekte Amerika’ya olan 
maliyetini iyi bilen Obama, dış politikada yeni felaketlerle karşılaşmamak 
için ABD’nin kendi dar çıkarları temelinde değil, ancak ve ancak diğer 
ülkelerle birlikte hareket ederek sonuç alabileceğine inanmaktadır. Bu 
bağlamda da askeri güç kullanmak için BM gibi çok uluslu örgütlerin 
meşrulaştırıcı onayını gerekli görmektedir. Böylece Obama yönetimi ile 
birlikte Amerika’nın, klasik çevreleme politikaları yerine “kendi gücünü 
sınırlandırma” (self-restraint) politikasına geçtiği söylenebilir. ABD’nin yeni 
dış politikasını yalnızca Obama’nın liderlik anlayışı ile açıklamak da doğru 
değildir. Değişimi, Amerika’nın küresel sistemi kontrol etmeye imkân veren 
ekonomi-politik gücündeki göreceli yapısal zayıflamanın bir sonucu olarak 
okumak daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Obama’yı küresel güç kaymasını 
erken okuyan ve ABD’nin elindeki gücü daha zekice (smart power) 
kullanması gerektiğine inanan; bu bağlamda da çok taraflı (multileteralism) 
dış politika çizgisine geri dönüşü savunan pragmatist bir idealist siyasi lider 
olarak tanımlamak mümkündür. 

ABD’nin Suriye Politikası., 

ABD’nin Suriye ile olan ilişkileri son yarım asırda çoğu zaman gergin bir 
seyir izlemiştir. Arap-İsrail çatışmalarında ABD’nin her zaman açıktan İsrail’i 
desteklemesi, Şam’ın ise dış politikasını Tel Aviv karşıtlığına odaklaması 
Suriye’yi ABD’nin de dolaylı düşmanı haline getirmiştir. 

Öte yandan Soğuk Savaş dönemindeki doğu-batı kutuplaşmasında da Suriye, Sovyet blokunun Ortadoğu’daki en güçlü müttefiklerinden biri olmuştur. İran 
devrimi sonrasında ise Suriye İran’ın en sadık ve en yakın Arap müttefiki 
haline gelmiştir. Uzun süre Lübnan’ı da kendi denetimi altına alan Suriye, 
ABD tarafından bölgede teröristleri destekleyen bir haydut devlet olarak 
tanımlana gelmiştir. Nitekim 2003 yılındaki Irak işgaline karşı çıkan Suriye’yi 
zamanın ABD Başkanı Bush “şer ekseni” ülkelerinden biri olarak tanımlamış 
ve açıktan askeri müdahale ile tehdit etmiştir. 2005 yılında Lübnan 
başbakanı Hariri’nin öldürülmesinden Şam yönetimi sorumlu tutulmuş ve 
ABD-Suriye diplomatik ilişkileri tamamen kesilmiştir. Bölgede yeni bir Irak 
görmek istemeyen Türkiye’nin karşı çıkması ve Suriye ile İsrail arasında 
arabuluculuk yapması gibi diplomatik girişimler sayesinde Suriye ile ABD 
arasındaki gerginlik yavaş yavaş azalmış ve nihayet 2009 yılında Obama 
Şam’a yeniden bir büyükelçi atamıştır. 

Görüleceği üzere, 2011 Mart ayında Suriye’de başlayan demokrasi yanlısı 
kitlesel gösterilere kadar geçen sürede, Washington ile Şam arasında 
her zaman derin bir güven bunalımı hüküm sürmüştür. 2011’de Dera’da 
başlayan ayaklanmalar karşısında ise ABD gelişmeleri yakından izlemiş 
ve Esed yönetimine şiddet kullanmamasını, muhaliflerle siyasi diyalog 
başlatmasını önermiştir. Olayların tırmanması üzerine ABD konuyu bir 
yandan BM gündemine taşırken, diğer yandan Türkiye ve Arap Birliği 
ülkeleriyle yakın temasa geçmiştir. Yeni ABD dış politikasına uygun olarak, 
Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel 
inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini 
desteklemiştir. Bölgede Suriye yerine, kendi çıkarları için daha ciddi bir 
tehdit kaynağı olarak gördüğü İran’a karşı daha sert önlemler alınmasını 
savunmuştur. Bu çerçevede ancak 2011 Ağustos ayında Başkan Obama 
artık Esed yönetiminin gitmesi gerektiğini açıklamıştır. 6 Şubat 2012 tarihi 
itibariyle de diplomatlarını geri çekmiştir. 

< Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini desteklemiştir. Bölgede Suriye yerine, kendi çıkarları için daha ciddi bir tehdit kaynağı olarak gördüğü İran’a karşı daha sert önlemler alınmasını savunmuştur. SDE Analiz >

Ancak yine de şunu görmek gerekir ki, Suriye ve İran sorunu ABD için 
birbirinden bağımsız konular da değildir. Obama yönetiminin güvenlik 
elitleri, Ortadoğu’daki temel amaçları olan İran’ın gücünün zayıflatılması 
için Suriye’nin İran’dan kurtarılması gerektiğini iyi bilmektedirler. Şam’ın 
demokrasi cephesine katılması durumunda, İran’ın Lübnan’a kadar uzanan 
bölgedeki gücünde ciddi bir kırılma beklenmelidir. Bu nedenle 2012 
başından beri İran’a yönelik artan ABD, AB ve İsrail desteği İran’ın nükleer 
bomba üretmesini engellemek kadar, İran’ın Suriye’ye yönelik desteğini 
kesmeyi de amaçlamaktadır. Ancak her iki konuda da ABD’nin karşısına en 
büyük engel olarak BM Güvenlik Konseyi’ndeki Rusya ve Çin’in ikili vetosu 
çıkmaktadır. Suriye’ye yönelik silah ambargosunu da içeren ve ABD, AB ve 
Arap Birliği’nce hazırlanan karar tasarılarının iki kez reddedilmesi üzerine, 
ABD ve AB Arap Birliği ile birlikte alternatif platformlar geliştirme çabasına girişmiştir. 

< Suriye’deki gelişmeler karşısında benzer düşünceleri paylaşan ülkeleri bir araya getiren Suriye’nin dostları grubu adıyla ortak bir platform kurulmuş ve ilk toplantı Tunus’ta yapılmıştır.  SDE Analiz >

Bu çerçevede Suriye’deki gelişmeler karşısında benzer düşünceleri 
paylaşan ülkeleri bir araya getiren Suriye’nin dostları grubu adıyla ortak 
bir platform kurulmuş ve ilk toplantı Tunus’ta yapılmıştır. Burada Suriyeli 
muhalifler arasında alternatif bir iktidar bloku oluşturmak için Suriye Ulusal 
Konseyi oluşturulmuştur. Amaç, bir yandan Suriye’deki çatışan muhaliflere 
dışarıdan destek sağlamak, diğer yandan Esed rejimi üzerindeki baskıyı 
artırmaktır. Nitekim Suriye’nin dostları grubu ikinci ve en önemli toplantısını 
84 ülkenin katılımıyla İstanbul’da gerçekleştirmiştir. ABD’nin de desteklediği 
İstanbul kararlarında, Suriye Ulusal Konseyi Suriye halkının meşru temsilcisi 
olarak tanınmış ve Suriyeli muhaliflere silah dışında her türlü insani ve teknik 
yardımın yapılması kararı alınmıştır. 

Ancak ABD, Suriye’deki çatışmalarda şimdiye kadar 10 bin civarında 
insan hayatını kaybetmiş olmasına rağmen, BM’den bir karar çıkmadan 
Esed yönetimine karşı tek taraflı bir askeri müdahaleye hazır olmadığını 
söylemektedir. Başkan Obama’nın 6 Mart 2012 tarihli basın toplantısında 
söyledikleri Washington’un bakış açısını anlama bakımından oldukça 
açıklayıcıdır. Obama Suriye konusunda “bazılarının önerdiği gibi, ABD’nin 
tek taraflı askeri harekât düzenlemesini yanlış bulduğunu” ve durumun 
Libya’dakinden çok farklı olduğunu vurgulamaktadır. “Libya konusunda biz 
uluslararası toplumu harekete geçirdik, BM Güvenlik Konseyi’nin onayını 
aldık, bölgedeki Arap ülkelerinin tam desteğini sağladık ve askeri hareketin 
kısa zamanda sonuç getireceğine emin olduktan sonra harekete geçtik. 
Suriye’de ise durum çok daha karmaşıktır.” 

Görüldüğü üzere, Obama Suriye’deki insan hakları ihlallerinin askeri 
bir müdahaleyi gerektirdiği konusunda karşı çıkmamakla birlikte, kendi 
doktrinin ilkelerine sadık kalmaya çalışmaktadır. Öte yandan Obama 
yönetimi esasen 2012 yılında ülkedeki başkanlık seçimlerine odaklanmış 
durumdadır. Irak’tan çekilme kararı alan ve Afganistan’dan çekilme takvimi 
ilan eden Obama yönetimi sonucu önceden kestirilemeyen bir müdahale 
fikrine oldukça uzak durmaktadır. Obama’nın siyasi kariyeri açısından 
içerideki ekonomik gelişmeler, Suriye gibi düşük yoğunluklu bir iç çatışmaya 
bulaşmaktan çok daha önemli görülmekte ve öncelenmektedir. 

Kofi Annan Planı ve ABD., 

27 Aralık’ta ilan edilen ve 1 Nisan’da yürürlüğe giren Kofi Annan’ın hazırladığı 
barış planı bu anlamda Washington, Şam ve Moskova için siyaseten nefes 
aldırıcı bir diplomatik inisiyatif olarak ortaya çıkmıştır. BM ve Arap Birliği’nin 
Suriye temsilcisi olarak atanan eski BM genel sekreteri Annan’ın hazırladığı 
altı maddelik plan özetle; Suriye’nin, “halkın meşru istek ve kaygılarına 
cevap vermek için başlatılacak olan ve Suriyelilerin liderlik edeceği kapsamlı 
siyasi süreç” için Annan’la işbirliği yapmasını, Şam yönetiminin çatışmaları 
durdurmasını ve insanların yaşadığı bölgelerdeki askeri hareketliliğin ve ağır 
silahların kullanılmasının derhal durdurulmasını, Suriye ordusunun, insani 
yardımların ulaştırılması ve yaralıların tahliye edilmesi için günlük iki saatlik 
“insani duraklama”yı kabul etmesini, rastgele tutuklanan kişilerin serbest 
bırakılmasını, Suriye’nin genelinde haberciler için hareket özgürlüğünün 
sağlanmasını, gazetecilere yönelik ayrımcı olmayan bir vize politikasının 
uygulanmasını ve sivil halkın toplanma özgürlüğü ve barışçıl gösteri yapma 
hakkına saygı duyulmasını kapsamaktadır. 

<  ABD, BM Güvenlik Konseyi’nce de onaylanan Annan Planı’nı desteklemektedir ve ateşkesin aktif olarak uygulanmasını istemektedir. 
Nitekim Fransa’da yapılan son Suriye’nin Dostları toplantısına da Annan Planı damgasını vurmuştur. SDE Analiz  >

ABD, BM Güvenlik Konseyi’nce de onaylanan Annan Planı’nı desteklemektedir ve ateşkesin aktif olarak uygulanmasını istemektedir. 

Nitekim Fransa’da yapılan son Suriye’nin Dostları toplantısına da Annan 
Planı damgasını vurmuştur. Şu söylenebilir: Açık bir BM kararı olmadan, 
ABD için seçim sathı mailine girildiği bir ortamda ekonomik maliyeti ile 
askeri ve siyasi riski fazla olan tek taraflı bir müdahale girişimi rasyonel bir 
politik tercih olarak gözükmemektedir. Kaldı ki, önümüzdeki günlerde Rusya 
ve Çin’in veto yetkilerini kullanmaktan vazgeçeceklerini gösteren bir işaret 
de yoktur. Dolayısıyla ABD, Türkiye ve Fransa gibi müttefikleri ile istişare 
içinde bulunacak ve bölge ülkelerinin inisiyatiflerini desteklemeye devam 
edecektir. 



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder