İÇ POLİTİKA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İÇ POLİTİKA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2021 Cuma

KAOS COĞRAFYASINDAKİ İÇ POLİTİKA TÜRKİYE’ DE SİYASİ İSTİKRAR

KAOS COĞRAFYASINDAKİ  İÇ POLİTİKA TÜRKİYE’ DE SİYASİ İSTİKRAR 


Prof. Dr. Birol AKGÜN 
SDE Başkanı 
EKİM 2015

İnsanın içinde yaşadığı ülke ve toplumsal çevrede hissettiği güven duygusu havadaki oksijen kadar hayatidir. Eğer normal olarak nefes alabiliyorsak, 
insanlar için büyük nimet olan havadaki mükemmel karışımın önemini hiç hissetmeyiz bile. Ancak bir yangın veya başka nedenlere bağlı olarak hava 
kalitesinin bozulması durumunda ciğerimiz yanmaya başlar ve artık yeterli oksijen alabilmek dışında hiçbir şeyi düşünemez hale geliriz. Türkiye’nin 13 yıllık istikrarlı tek parti hükümetine son veren 7 Haziran seçimleri sonrasında ortaya çıkan siyasi tablo bu anlamda tam bir puslu ve dumanlı hava yaratmış durumda. Artık bitti dediğimiz PKK terörü, adeta ruh çağırıcıların çoktandır ettikleri dualarına cevap verircesine bir heyula gibi yeniden hortladı. 

Bölgeden her gün asker ve polislerin şehit haberleri gelmeye başladı. Ülke savaş ve çatışma ortamına geri döndü. Üstelik bu kez büyük şehirlere yansıyan 
toplumsal gerginliği düpedüz sosyal çatışmaya dönüştürecek eğilimleri de körükleyerek geldi. İçerideki siyasi belirsizlik ve öngörülemezlik, dış dünyadaki 
ekonomik dalgalanmaların da etkisiyle döviz kurlarını fırlattı. Avro 3,5 TL’yi, dolar ise 3 TL’yi gördü. 
Genel anlamda toplumda ve iş âleminde tedirginlik artarken, eski Türkiye’nin bazı aktörleri ile onların dış dünyadaki müttefikleri topluma sürekli karamsarlık 
pompalamaktan geri durmuyorlar. Anadolu insanının tek beklentisi ise siyasi istikrardır. 

Güçlü İktidar İstenmiyor 

<  Türkiye’deki kaos ve kriz lobisinin tek bir amacı var. Ülkede ekonomik kriz olduğu algısı yaratmak ve böylece 7 Haziran seçimlerinde kısmen örseledikleri ama bir türlü çözemedikleri AK Parti’yi zayıflatmak ve mümkünse alternatif iktidar olasılıklarını ortaya çıkartmak. >

     Bu senaryo yeni değil şüphesiz. Uzun bir süreç işliyor. Gezi olayları bu yıpratma sürecinin ilk ayağını oluşturdu. 2013 Nisan-Mayıs aylarında adeta dünyaya meydan okuyarak ilan edilen 3. Boğaz Köprüsü, Kanal İstanbul ve 3. Havalimanı gibi projelerin uluslararası alanda yarattığı Türkiye imajı, haziran ayındaki çevreci görünümlü Gezi protestoları ile büyük yara aldı. Son derece organize bir medya kampanyası ile Türkiye’nin (bu arada Brezilya, Endonezya gibi 
ülkelerin de) küresel düzlemde oluşturduğu “istikrarlı ve güvenli ülke” markası zedelenmeye çalışıldı. 

Ardından da Türkiye’deki adalet sistemine ve hukuk devletine olan güvenin sarsılmasını sağlamaya yönelik 17 ve 25 Aralık siyasi operasyonları düzenlendi. 
Gezi olayları ile AK Parti iktidarının yarattığı ekonomik güven ortamından yararlanan ama ideolojik olarak muhafazakâr bir iktidara karşı olanlar, bazı medya organlarının da kışkırtmasıyla açıktan hükümet düşmanlığına sürüklendiler. Özellikle dış dünya ile bağları oldukça güçlü olan sol laisistler ve bazı liberal 
entelektüel çevreler artık açıktan hükümete karşı savaş açmaya başlamışlardı. 
    17 Aralık sonrasında ise bu muhalif yeminli AK Parti karşıtı çevrelere, iktidarın beslendiği ideolojik tabandan gelen ve uzun bir süre birlikte hareket 
ettiği Gülenistler de eklemlendi. İktidar blokunu çözmeye yönelik olarak yapılan son hamle ise, AK Parti hükümetinin en önemli projelerinden biri olarak görülen barış sürecinin bitirilmesi ve hükümeti destekleyen muhafazakâr Kürt seçmenin ayrıştırılmasıdır. Nitekim siyasi ve sosyolojik anlamda künhüne belki çok sonra vakıf olabildiğimiz Kobani olayları tam da bu amaca hizmet eden bir gelişmeydi. 

Terörün Amacı AK Parti’yi ve Türkiye’yi Zayıflatmak 

Gerçekten de Kobani olayları Suriye’deki iktidar mücadelesinden ziyade Türkiye’nin iç siyasetindeki dengeleri değiştirmeye yönelik ince düşünülmüş bir 
operasyondu. Türkiye’nin 200 bin Suriyeli Kürdü bir gecede kabul edecek insani duyarlılık sergilemesine ve yaralı PYD’liler dâhil Türkiye’de tedavi edilmelerini 
tolere edecek siyasi hassasiyeti göstermesine rağmen, 6-7 Ekimde yaratılan toplumsal şiddet olayları ile muhafazakâr Kürtler biraz tedhiş biraz propaganda ile duygusal olarak AK Parti’den kopartıldı ve Kürt milliyetçi dalgasının temsilcisi olarak görülen PKK/HDP çizgisine kaydırıldı. 

    7 Haziran seçimlerine giderken AK Parti’nin yanlış aday tercihleri de eklenince Doğu’daki ve Batı’daki Kürt seçmen seküleriyle, dindarıyla ilk kez milliyetçilik çizgisinde buluştu ve HDP’ye oy verdi. % 13’lük oy oranını ve 80 milletvekilini, barışa değil de devrimci halk savaşına destek olarak okuyan PKK ise Kandil üzerinde etkili uluslararası istihbarat örgütlerinin de desteği ile bir yandan Suriye’de PYD eliyle Türkiye’yi kuşatmaya yönelik bir koridor oluşturma projesine hız verirken, diğer yandan ise Türkiye’deki çözüm sürecinin fiilen bitirilmesinin yolunu açan iki masum polisin evlerinde şehit edilmesi eylemini gerçekleştirdi. 
Bu eylemi de Suruç katliamını yapan DAEŞ’e sözde Türkiye’nin verdiği desteği cezalandırmak istedikleri gibi bir argümana sarmalayarak dünya kamuoyunda meşruiyet arayışını sürdürdü. Çatışmacı sürecin örgüt tarafından bilinçli olarak tırmandırıldığı bir ortamda 

1 Kasım seçimlerine gitmekte olan Türkiye’de, Güney Doğu’daki Kürt nüfus PKK’nın yaygın halk ayaklanması ve öz yönetim çağrılarına toplumsal destek vermemiştir. Ancak seçim güvenliği sorunlarının nasıl aşılacağı ve muhafazakâr seçmenin AK Parti’ye dönüp dönmeyeceği ise şimdilik net cevabı olmayan sorular olarak kalacak gibi görünüyor. Bilinen bir gerçek var ki, o da HDP’nin meclise girmesiyle birlikte AK Parti’nin tek başına hükümet olma gücünü yitirmesidir ki bu anlamda maksat kısmen de olsa hâsıl olmuş görünüyor. EKİM 2015 

İstikrar Neden Önemli? 

Son on yılda Türkiye’de tam anlamıyla sessiz bir devrim yaşandı. Bir yandan % 300 artan milli gelirin yarattığı imkânlar sayesinde geniş halk kitlelerinin hayat 
seviyesi ve yaşam kalitesi gözle görünür derecede arttı. Anadolu’nun şehirleri, kasabaları ve köyleri belki de 16. yüzyıldan bu yana ilk kez bu kadar bayındırlık 
yatırımı aldı. Sağlık ve eğitim alanında insan temelli devrimler yaşandı. 

Dezavantajlı (engelli) ve yaşlılara yönelik hizmetler olağanüstü artırıldı. Sıradan yurttaş insanca ve onurluca yaşama imkânlarına kavuştu. 

Demokrasi ve özgürlükler alanında yine sıradan insan için önemli ilerlemeler sağlandı. Bu ülkede artık kimse inancı ve kimliğinden dolayı dışlanmıyor. Kürtçe 
konuşmaktan dolayı kimse takibata uğramıyor. 

Devletin (TRT) 24 saat yayın yapan Kürtçe ve Arapça kanalları var. Başörtülü olduğu için insanların eğitim hakları çiğnenmiyor ya da kamusal alanda çalışmaları engellenmiyor. Daha da önemlisi tüm bu devrimci gelişmelerin sonucu olarak uluslararası alanda Türkiye Cumhuriyeti pasaportu artık bir saygınlık simgesi olarak görülüyor. Ülke içinde ve dışında yaşayan insanlarımız bu ülkeye ait olmaktan dolayı şeref duyar hale geldiler. 

Kendi ülkemizde demokratik zeminde yaşanan ihtilaflardan dolayı bazılarının hükümete kızgınlıkları ülkedeki bu gelişmeleri görmelerine engel olmamalıdır. 
Türkiye’nin etrafındaki coğrafya tam anlamıyla bir istikrarsızlık ve çatışma alanına dönüşmüş durumda. 

Karadeniz’in kuzeyinde ve Kuzey Doğu’sunda çatışmacı ortam devam ediyor. Gürcistan’ın topraklarının bir kısmı 2008’den bu yana Rusya’nın dolaylı kontrolünde. Rusya özel harp teknikleri ve siyasi amaçlı istihbarat operasyonları ile Kırım’ı tüm dünyanın gözü önünde kendi topraklarına kattığı gibi, Ukrayna’nın doğu kesimleri de fiilen Rus yanlılarının egemenliği altına girdi. Doğumuzdaki İran, Batı dünyası ile antlaşmasını bölgede kendi yayılmacı emelleri için kullanma eğiliminde. Suriye’de oluşturduğu lejyonerlerle Esed rejimine destek vermeye devam ederken, Yemen’deki iç karışıklıktan yararlanarak Husi’ler üzerinden Kızıldeniz’i kontrol etmeye çalışıyor. Körfez ülkeleri ABD ile ilişkilerini düzelten İran’ın kendilerine yönelik mezhepçi tavırlarından son derece rahatsızlar ve Türkiye ile askeri ilişkileri geliştirme arayışındalar. 

Batımız da çok farklı değil. Yunanistan tarihinin en ağır sosyo-ekonomik ve siyasi krizleriyle boğuşuyor. Küresel troyka tarafından ekonomik olarak ülkenin gelecek yarım yüzyılını rehin alacak ağır bir borç yükü altına sokulmuş durumda. Çipras gibi popüler desteği olan bir politikacı bile ülkesini yönetmekte zorlanıyor. Balkanların geleceği ise belirsizliğini koruyor. AB, Bosna Hersek gibi kırılgan bir barış üzerine dayanan yaralı bir ülkeyi Avrupa’ya sınır ötesi operasyonlar düzenleme şansına sahip entegre etme cesaretini gösteremiyor. 

Batı dünyası ile Rusya arasında siyasi/stratejk gerginlikler arttığı sürece, yakın bir gelecekte Rusya’nın Balkanlardaki Ortodoks Slav halkları üzerindeki tarihsel oyunlarını yeniden sahneye koymayacağının garantisi yok. 

Bir kaç yüz binlik Suriyeli mülteci ile baş edecek siyasi aklı gösteremeyen AB ülkelerinin çevre ülkelerdeki gelişmeleri yönlendirme kapasitesi giderek zayıflıyor. 
Hıristiyan dünyasının geleceğinin siyasi istikrarı adına Avrupa başkentlerinden ümidini kesen Papa Francis’in Washington ve New York’a gidip, ilk kez Amerikan Kongresine ve BM Genel Kurulu’na hitap etmesi ve barış adına küresel vicdana çağrıda bulunması boşuna değil.

< Türkiye’deki kaos ve kriz lobisinin tek bir amacı var. Ülkede ekonomik kriz olduğu algısı yaratmak ve böylece 7 Haziran seçimlerinde kısmen örseledikleri ama bir türlü çözemedikleri AK Part ’yi zayıflatmak ve mümkünse alternatif iktidar olasılıklarını ortaya çıkartmak. >

    Gören gözlerin yakından hissetmeye başladığı bir gerçek var. Küresel sistemde 1945 öncesi dünya şartlarını andırırcasına krizlerin ve gerginliklerin arttığı
bir konjonktür hızla yaklaşıyor. Zira uluslararası sistemde 1945 sonrası döneme damgasını vuran ekonomi-politik dengelerde köklü bir değişim yaşanıyor.
     Batı dünyası eski gücünde değil ve güç ve statü kaybeden her birey veya ulusta yaşandığı gibi gelişmeleri basiret ve akılla yönetme yeteneği zayıflıyor. Daha katı, daha acımasız ve daha gergin bir yönetim mantığı geri geliyor. Yükselen güçler ise henüz küresel sistemde oyunu değiştirecek güce erişmiş değiller ve oldukça ihtiyatlı hareket ediyorlar.
    Bu anlamda küresel güç kayması dediğimiz geçiş sürecinde umulmadık çatışmalar, sürtüşmeler ve karşılıklı hamleleri daha sık göreceğiz. 1945 sonrası
oluşan ve liberal batı değerleri temelinde biçimlenen uluslararası hukuk normları ve gelenekler eski gücünü yitiriyor. Bugünlerde devletler çıkar eksenli ve
fırsatçı bir dış politika izlemeye daha meyilliler. Rusya, Çin ve İran gibi aktörler, biraz da sahip oldukları demokratik olmayan otoriter rejimlerin karakterine
daha uygun olan devletlerarası ilişkilerde geleneksel egemenlik anlayışına göre hareket etmeyi sürdürüyorlar.

Oysa Türkiye gibi demokrasi ile yönetilen ve yönetim süreçleri halkın denetimine açık olan ülkeler İran’ın ya da Rusya’nın yaptığı türden sınır ötesi operasyonlar 
düzenleme şansına sahip değiller.
    Eğer Türkiye Rusya gibi hareket etseydi, normal şartlarda iki milyon mülteci ile boğuşan bir ülke olarak çoktan Suriye’nin içinde kendi güvenlikli bölgesini fiilen oluşturur ve sivilleri orada iskân ederdi.
Ancak uluslararası alanda hukuka uygun hareket etme ve meşruiyet arayışı Türkiye’nin elini kolunu bağlamaktadır. Dış politik hareketlerdeki bu anlayış
farkları ne yazık ki, otoriter devletlerin lehine dengesiz bir durum yaratmaktadır. Türkiye gibi bölgenin yalnız demokrasileri için anarşi ortamında hukuka göre hareket ederek çıkarlarını korumak çok da kolay olmayacaktır.
Sonuç olarak, Türkiye küresel sistemde anarşi, öngörülemezlik ve belirsizliğin arttığı bir tarihsel dönemde son on yılda yakaladığı siyasi ve ekonomik istikrarını sürdürmekte zorlanmaktadır. Bir yanda Rusya ve İran gibi bölgesel güçlerin agresif genişleme politikaları, diğer yandan Batılı dünyanın ortak değerler ve çıkarlar temelinde kurdukları Avrupa Konseyi, NATO ve AB gibi kurumlarının Türkiye’ye olan ahdi taahhütlerine ihanet edercesine gösterdikleri ihmal ve aymazlıklarla karşı karşıya olan bir süreçten geçiyoruz. Böyle bir dönemde iktidara MHP ve CHP de dâhil olmak üzere hangi parti gelirse gelsin aynı zorlukları yaşayacaktır. Siyasi uzlaşı kültürünün zayıf olduğu ülkemizde koalisyon hükümetlerinin içerideki terörle mücadele ve dış dünyada artan belirsizliklerle başarılı biçimde mücadele edebilme şansı yoktur. Üstelik bu sistemik krizlerin zaman zaman yarattığı tarihi fırsatların ülkemiz adına iyi değerlendirilmesi için, Türkiye’nin hızlı karar alıp uygulayabilen güçlü bir hükümete olan ihtiyacı son derece aşikârdır. 1 Kasım seçimleri bu anlamda 2023’e giden Türkiye’de özlediğimiz ve ümitlendiğimiz yeniden güçlü ve istikrarlı Türkiye’nin yaratılması açsısından bir fırsat olarak görülmelidir.
Seçmenler olarak bizler açısından istikrarlı bir yönetim, yalnızca Türkiye için açısından değil; ülkemize ümit bağlamış Somali’den Afganistan’a kadar uzanan
İslam coğrafyasındaki mazlum halklar için de önemlidir. 

Türkiye’nin kaybedecek zamanı yoktur. 

EKİM 2015 


***