HİKMET ÇETİN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HİKMET ÇETİN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Aralık 2017 Perşembe

CHP'de Kürtçü darbe hazırlığı Gandi Kemal ve Doğan Medya,




CHP'de Kürtçü darbe hazırlığı   Gandi Kemal ve Doğan Medya,























Sayı: 232, 13.04.2009

Serap Yeşiltuna

29 Mart Yerel Seçimlerinin ardından siyasi analizciler, parti başkanları, yorumcular, gazeteciler, rakamları türlü türlü grafiklere sokarak, kendine göre yontarak farklı farklı sonuçlara vardı. Ancak tüm medyanın mutabık olduğu bir galip vardı: 

Kemal Kılıçdaroğlu.

AKP ile uzlaşmaz çelişkiler içine girerek bir anda en hızlı AKP karşıtlarından biri haline geliveren ve adeta "antifaşist" cephenin sözcülüğünü üstlenen Doğan Medya'nın biricik favorisiydi Kılıçdaroğlu.
Kılıçdaroğlu dürüstlüğün temsilcisiydi, CHP'nin yeni yüzü, İstanbul'un yeni umuduydu. Melih Gökçek'e karşı yürüttüğü yolsuzluk mücadelesinin, Dengir Mir Fırat'la giriştiği düellonun ardından, CHP'nin aslarından biri olmuştu ve Doğan Medya'nın da AKP'ye karşı sığınacağı en uygun alternatifti.
Seçimlerden önce yere göğe sığdıramadılar. CHP bir yanda, Doğan Medya bir yanda Kılıçdaroğlu rüzgarıyla devam etti seçim propagandaları.
Seçimler biter bitmez de, daha ilk geceden Türkiye'ye yeni bir kahraman kazandırıldı: Gandi Kemal.
Yürütülen propagandaya göre, CHP oylarını çok yükseltememişti ama yükselttiği yerlerde de bunun yegane sebebi Kılıçdaroğlu ve Kılıçdaroğlu'yla gelen açılımlardı.
Hürriyet'in 30 Mart manşeti "Gandi Kemal Mucizesi"ydi ve günlerdir sayfalarca yazı yazılıyor Gandi Kemal için. Fiziksel görünüşlerinin benzerliğinden ve Kılıçdaroğlu'nun sakin mizacından yola çıkarak bu benzetmeyi yapanlar aynı zamanda onu ulusal bir lider, bir direnişçi haline de getiriverdiler trajikomik şekilde.
Gandi Kemal sevinedursun aslında bu onun kavgası değil. Onun için başlatılmış bir girişim değil, hele hele onun başarısı hiç değil. Hükümetler devirip, hükümetler kuran Doğan Medya, AKP karşısında gücünü yitirmiş de olsa hâlâ etkin ve bir yanıyla yeni bir Amerikancı planının uygulatıcısı.
Evet, Doğan grubunun desteğiyle CHP içinde yeni bir darbe tezgahlanıyor: Kürt Darbesi.
Bu öyle bir darbe ki, sadece Kılıçdaroğlu'nun seçimlerde yakaladığı ivmeyle açıklanacak ve ona bağlanacak türden değil.
Daha seçimlerden çok önce başladı CHP'yi de bu Kürtçülük rüzgarına kaptırma sevdası.
Baykal, Tayyip'in Güneydoğu çıkarmasının hemen ardından, boynunda puşisiyle "etnik kimlik şerefimizdir" siyasetine başlamıştı ve bugün "Kürt sorunu" merkezine çekilmiş durumda.

İstanbul İl Başkanlığı merkezinde başlayan Kürtçülük

Kimler eliyle yapılıyor peki bu diye soracak olursak galiba burada bu kez Baykal mağdur. Ya da kendi kazdığı kuyuya kendi düşüyor diyebiliriz. Çünkü Kürtçülük açılımının mimarı Baykal'ın bizzat kendisi tarafından parlatılan isimlerden biri olan İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin.
Çarşaf açılımının da mimarı olan Gürsel Tekin, Karslı bir Kürt ve Kürtçülüğüyle "solculuğu" iç içe geçmiş isimlerden.
Seçim döneminde de Kılıçdaroğlu'nun yanında en çok sivrilen kişi. Aslında Kılıçdaroğlu'nun arkasındaki gizli el de denebilir. Ve en çok görünen, en çok konuşan isim. Hatta seçim gecesi Baykal evinde oturmuş TVden seçim sonuçlarını izliyorken, basına açıklamalarını yapan isim. Yani bu seçimleri konuşurken CHP'yi değil de, CHP İstanbul İl Örgütü'nü ve Gürsel Tekin'i konuşmak gerekiyor.
Gürsel Tekin ve Kılıçdaroğlu'nu överek Baykal'ı indirme propagandası iki koldan yürütülüyor. Bir yanda Doğan Medya, diğer yanda da Zaman gazetesi aracılığı ile Fethullahçılar tarafından.
"Baykal gitsin ve Kılıçdaroğlu ile Gürsel Tekin gelsin. Bakın o zaman CHP oylarını nasıl artıracak."
"İyi de bundan size ne" demek geliyor insanın içinden çünkü "ne Atatürkçüsünüz ne de CHP'li."
Ancak ABD bir kez düğmeye bastı ve tüm piyonlarına farklı koldan aynı propagandayı yaptırıyor.

Azılı CHP düşmanları açılımların CHP'sini destekliyor!

Örneğin, CHP'nin Güneydoğu'da neredeyse hiç denecek kadar az oy alması tüm medyaya dert oldu. Özellikle Zaman gazetesi de meseleye eğilerek CHP'nin buradaki zaaflarını gidermesini telkin etmeye başladı. Güneydoğu'da PKK'nın dışında siyasi bir hareketin artık varolmadığını kendi oy oranlarından da anlayamayan bu zevat CHP'ye akıl üzerine akıl vermeye başladılar.
Eski ülkücü yeni Fethullahçı Mümtaz'er Türköne, "Seçim bir tecrübeyse İstanbul'da uygulanan yöntemler işe yaradı. CHP geleceğini İstanbul üzerine inşa etmeli, Laiklik gerginliği yaratmadan, tersine çarşaf ve Kuran kursu açılımları ile etki menzilini karşı kutba yöneltti. Varoşlara girdi, seçkinlerin partisi hüviyetinden sıyrıldı" diyerek gazı veriyor.
Aynı gazeteden Hüseyin Gülerce de özetle "CHP halka yüzünü dönsün, inançlara saygılı laik olsun, çarşaf açılımına devam etsin, demokratik reformlarla Doğu ve Güneydoğu'da canlansın" buyuruyor.

Özellikle seçim sonrası en çok yapılan vurgu CHP'nin varoşlardaki oylarını artırdığına yönelik bir iddiaydı. Rakamlar elbette ortada. CHP'nin kıyı şeridi ve elit semtler haricinde oyunu artırdığı herhangi bir yer olmamasına rağmen "varoşlarda güçlenen CHP" yalanının tek bir amacı var. Çarşaf ve Kürt açılımlarını işe yaramış gibi göstermek. Zaten özellikle Zaman yazarları da buna vurgu yapıyor. Kürtçülük ve Şeriatçılık nereden gelirse gelsin ama gelsin!
CHP'nin imam adayı Osman Nuri Bedir %7'yi geçememiş olsa da, çarşaf açılımının başladığı Sultangazi'de AKP % 51 oy almış olsa da, medyaya göre açılımlar işe yaramıştır. CHP iktidar olmak istiyorsa açılımlara devam etmelidir.

Zaman gazetesi'nin daha 1 Nisan'da yaptığı haber şu: "CHP lideri Deniz Baykal çarşaf açılımını İstanbul'un Eyüp ilçesinde başlattı. Buradaki oy oranı yüzde 6,5 arttı. Başörtüsü ve camilerde kandil simidi dağıtan Pendik adayı Mustafa Salih Usta partisine yüzde 2 oranında oy kazandırdı. Seçim afişinde hadisi şerif kullanan Hüsamettin Ataman ise Denizli'de yüzde üçlük bir artış sağladı." Fethullahçıların yayın organı Zaman, CHP'nin açılımlarını övme işine kendini öyle kaptırmış ki ne AKP'nin bu belediyeleri kazandığını söylüyor ne de bu oyların Genç Parti'nin oyları olduğunu.
CHP'yi yeni açılımlara ve Kürtçülüğe teşvik etmeye çalışanlardan biri de Sabah gazetesinden Muharrem Sarıkaya: "Güneydoğudaki bir çok ilde % 1-2 oranında oy alan CHP, bu illerdeki insanların akrabalarının yoğun olarak yaşadığı İstanbul'da Kartal, Maltepe; Ankara'da Mamak, Yeni mahallede ciddi oy patlaması yaptı. Benzer durum Mersin, Antalya, ve İzmir'de Güneydoğu kökenli seçmenin yaşadığı yerlerde de görüldü. Bu da gösteriyor ki CHP Güneydoğu'ya yönelik yeni bir açılıma girerse karşılığını alacak, DTP'ye giden oylarının bir kısmını evine döndürecek."
Evet, iddiaya göre CHP Kürt mahallelerinden bile oy almaya başlamıştır ve böyle devam ederse Güneydoğu'daki tüm belediyeleri alması işten bile değildir!
İşin en komik tarafı da bu. CHP ile hiçbir alakası olmayan çevrelerin CHP'ye akıl vermeye, onu iktidar olmak için yönlendirmeye çalışması.
Taraf gazetesi bile bu ekibe katılmış durumda. Onların lügatinde de yeni yönelimin adı "CHP'nin normalleşmesi." Leyla İpekçi, Kılıçdaroğlu-Tekin ikilisine övgüler yağdırırken İzmirlilerin "sekter" tavrını eleştiriyor: "Gürsel Tekin ve ekibine çok iş düşüyor. CHP'nin yeni kadroları İzmirlilerin bu içe kapanmacı, homojen, ötekine var olma hakkı tanımayan, gizli faşizan profilini hayatta karşılığı olacak biçimde demokratikleştirmeyi başarırlar."

Varoşlardan yükselen etnikçilik

Kurdukları denklem basittir: CHP kötü, Kılıçdaroğlu ve Tekin iyi. Ancak bu kötülüğün ve iyiliğin kıstasları hiç de bizim tartıştığımız eksende yürümüyor.
Yıllardır Atatürkçüler olarak CHP'yi eleştiriyoruz. Ama sadece iktidar olamadığı için değil, Altı Ok'u reddettiği ve ideolojik olarak oradan oraya yalpaladığı, kimliksiz, duruşsuz bir parti olduğu için.
Türkiye'nin sahil şeridine kilitlendiği, kırsaldan, varoştan halktan tamamen koptuğu için eleştiriyoruz.
Milliyetçiliği bıraktığı, devletçiliği, halkçılığı elinin tersiyle reddedip liberal bir parti olduğu, özelleştirmelere, IMF'ye karşı koyamadığı için eleştiriyoruz. Elbette Baykal'ı da bunun için eleştiriyoruz.
Ancak şimdi Baykal gitsin, Kılıçdaroğlu ve Tekin gelsin diyenlerin derdi bu değil. Tam tersine artık daha da batağa çekilmiş bir CHP yaratmaya çalışıyorlar.
Bunu yaparken de CHP'nin çevre ve varoşlardan oy aldığını artık halka yöneldiğini bunun da birebir Gürsel Tekin'in başarısı olduğunu yutturmaya çalışıyorlar.
Taraf'tan Rasim Ozan Kütahyalı: "Yurttaşla birebir temas halinde, ilçe ilçe kasaba kasaba kasaba, mahalle mahalle gezerek emekten ve yoksuldan yana bir siyaset"ten bahsediyor.
Gürsel Tekin'in "ağır abi" tavırlarıyla, halkın içindenmiş görüntüsü yaratmaya çalışması, bürokrat tipli siyasetçi anlayışının dışında "tüccar" tavrı birilerine hoş görünüyor olabilir ancak bu halkla temasın değil halk dalkavukluğunun yeni bir biçimi. AKP o zaman en halkçı parti! Öyle ya AKP'li vekiller çok daha halktan görünüyor. Tayyip değil mi vatandaşın sofrasına oturup zaman zaman onun ekmeğini bölüşen.
Hatta bu ikilinin çok daha "sol" bir görüntü çizdiği iddiaları da Doğan'ın solcu gazetesi Radikal'den geliyor. Müthiş ikili, hem halkçı, hem de solcu.
Basının dediğine göre CHP ile halk arasında, varoşlar arasında bir köprü kurulmuş da bizim haberimiz yok!

Tekin ve Kılıçdaroğlu'nu kahraman yapan etnik kökenleri

Gürsel Tekin'i CHP'nin Tayyip Erdoğan'ı yapanlar, Kılıçdaroğlu için Türkiye'nin Karaoğlan'ı diyenler CHP dışından CHP içine doğru coşkulu bir "dönüşüm" havası başlattılar.
Bu öyle bir dönüşüm ki belki CHP'yi iktidara taşıyacak, CHP'den yeni bir AKP yaratabilecek bir dönüşüm. Biz bunu destekleyemiyoruz çünkü bu bizim anladığımız anlamda bir dönüşüm değil.
Yeni ekip CHP'yi Altı Oktan daha da uzaklaştıracak, onu daha da liberalleştirip Kürtçüleştirecek bir dönüşüme sokuyor.

Parlayan isimler:


Gürsel tekin









Gürsel Tekin, Karslı bir Kürt.

Kemal Kılıçdaroğlu, Tuncelili bir Kürt.

Kemal kılıçdaroğlu










Kemal Kılıçdaroğlu


Murat Karayalçın









Murat Karayalçın, Kürtçülüğün bayraktarı!

Murat Karayalçın,
Baykal seçimlerin ardından "AKP, DTP ile benzeşerek, DTP ile kaynaşarak, devletin hizmet ve yatırım olanaklarını kullanarak DTP'yi etkisizleştirmeye çalıştı ama insanlar bu aldatmacayı itti" diyerek AKP'yi eleştiriyordu. Ancak bu Kürtçülük yarışının içinde CHP de vardı. Parti programını bile "etnik kimlik şerefimizdir" söylemi üzerinden değiştiren Baykal "etnik kimlik" havuzunda boğulmak üzere.

Etnik kökenleri bizi hiç de ilgilendirmiyor ancak bu isimlerin parlama nedeni maalesef etnik kökenleri ve Kürtçülüğe yaktıkları yeşil ışık.
TV ekranlarından konuşan Kılıçdaroğlu "Kürt açılımı yapacak mısınız?" sorusuna "Kürtler konuşsunlar ne açılım istiyorlarsa söylesinler yapalım" diye cevap veriyor. Diyarbakır'a gidip açılım yapmaktan bile bahsediyor.
Obama'nın gelişinin ardından da hemen Baykal'la görüşerek Kurultay talebinde bulunarak "liderlik talebim yok, arkanızdayım ama yeni yönetim kurulsun" diyor.
Ve CHP, 11 Nisan'da parti meclisi toplantısında Kurultay'a gitme kararı alıyor.
Yeni yönetim kurulacak. Konuşulan Kılıçdaroğlu'nun MYK'ya alınması, Karayalçın'ın CHP içinde aktif göreve getirilmesi hatta başdanışman olması.
Ancak Doğan Medya'nın da Fethullahçıların da hedefi çok daha büyük.
Reha Muhtar "Tayyip Bey yanlısı yandaş basın bile Kılıçdaroğlu gelsin, ortalık renklensin diye davul çalıyor, CHP'den hala ses seda yok. CHP bu seçimde kaybetti ama Kılıçdaroğlu gelirse iş değişir" diyerek süreci hızlandırmaya çalışıyor.
İlk Kurultay için hedeflenen Baykal'ın düşürülüp, Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığa, Gürsel Tekin'in de yardımcılığa getirilip, Karayalçın'ın başdanışman yapılması ve parti içinde yeni bir ayıklamayla Kürtlerin aktif hale getirilmesidir.
Bu seçimlerde bazı yerlerde PKK'ya yakın isimlerin CHP'den aday yapıldığı düşünülürse değişim çok yakında ve bunun adı tam bir Kürt darbesi.
Öyle ki özellikle Taraf gazetesi başta olmak üzere yeni ikiliyi tutanların en önemli tezi de bunların Baykal gibi Ergenekon'un avukatlığını yapmıyor oluşu. "Gürsel Tekin, Kürt'tür ve Kürt meselesine de duyarlıdır" diyen Sabah yazarı Mahmut Övür, Taraf'a verdiği röportajda "Şimdi çok açıktan söyleyemiyorlar ama Tekin çetelere karşıdır, Baykal'ın tepkisini çekmek istemiyor ama Ergenekon'a onun gibi bakmıyor" demeye getiriyor.
Yani yeni ekip aynı zamanda AKP'nin tezgahının da destekleyicisi ve belki de PKK'yla mücadele etmiş paşaların yargılanmasını isteyecek kadar da Ordu düşmanı. Bunu zaman gösterecek.

Baykal "etnik kimlik" havuzunda boğulacak

Kısacası "vah Baykal" demekten kendimizi alamıyoruz. Kendi açtığı Kürtçülük çukurunun içine kendi düştü.
Baykal seçimlerin ardından "AKP, DTP ile benzeşerek, DTP ile kaynaşarak, devletin hizmet ve yatırım olanaklarını kullanarak DTP'yi etkisizleştirmeye çalıştı ama insanlar bu aldatmacayı itti" diyerek AKP'yi eleştiriyordu. Ancak bu Kürtçülük yarışının içinde CHP de vardı. Parti programını bile "etnik kimlik şerefimizdir" söylemi üzerinden değiştiren Baykal "etnik kimlik" havuzunda boğulmak üzere. Baykal'a acıyacak değiliz ancak görünen o ki bu havuzda asıl boğulmak istenen Türk milleti.
"Baykal gitsin, Baykal gitsin" diye çırpınan Atatürkçüleri artık çok daha tehlikeli bir dönem bekliyor. "Baykal nasıl olsa koltuğunu kimseye terk etmez" diye de düşünmesinler Amerika düğmeye bastığı an Baykal o koltuğu bu Kürtçü ekibe devretmek zorundadır.
CHP bu işten başarıyla çıkabilir mi peki?
Elbette çıkabilir. Çünkü bundan sonra bir yedek olarak tutulacaktır.
İktidar olamaz mı? Elbette olabilir, elbette varoşlardan da oy alabilir.
AKP nasıl alabildiyse, nasıl bir dilenci ekonomisi sistemi kurduysa, nasıl popülist bir söylem geliştirdiyse CHP'de yapabilir.
Ancak bunun adı ne halkçılık ne de Atatürkçülük olur. Gürsel Tekin çizmeleri giyip varoşlara gider gitmesine-söylendiğine göre 38 bin 600 km yol katetmişler Kılıçdaroğlu'yla - ancak "yeni halkçı" CHP, ne özelleştirmelere karşı çıkar, ne IMF'ye ne de Amerika'ya. Varoşlardaki çaresiz vatandaş da bu kez CHP'ye oy vermiş olur belki ama kaderi baki kalır.
Kürtçülüğün önünü açacak tüm söylemlerle DTP'ye yeni bir düşman kardeş gelmiş olur o kadar. Bugün AKP nasıl DTP ile rekabet ederek bir yandan Kürtçe kanalla, Barzani, Talabani dalkavukluğuyla Kürtçülüğü geliştiriyorsa bunun destekçilerinden biri de CHP olur.

Atatürk'ün kemiklerini sızlatan çizgi yani.

Ömrü Kürt isyanlarıyla mücadele etmekle geçmiş, laikliği kabul ettirebilmek için her türlü tehlikeyi göze almış, kadını esaretten kurtarmış Atatürk'ün kurmuş olduğu parti Kürtçülüğün ve çarşafın esareti altında.
Doğan Medya'nın, Fethullahçıların " Açılım! Açılım! Açılım!" Çığlıkları etrafında Kürtçüler tarafından kuşatılmış olarak!

Gerçekten vah Baykal diyoruz, yazık olacak.

(Sayı 232, 13/04/2009)


YAZI  HAKKINDAKİ  GÖRÜŞLER...


Adamın biri çok uzun yıllar yurt dışında kaldıktan sonra ülkeye dönmüş. Havaalanından evine gitmek için bir taksiye binmiş. Yolda giderken yanında sigarası olmadığını hatırlamış ve şoföre bir markette durmasını , sigara alacağını söylemiş. Şoför gitmiş bir camininönünde durmuş ve "" buyrun beyim, sigaranızı alın "" demiş. Adam şaşırarak "" nasıl yani , burası cami "" demiş. Şoför "" beyim artık ticaret camilerde yapılıyor "" demiş. Şaşkınlığı artan adam "" burası ibadet yeri değil miydi, hocalar, imamlar nerede...peki ibadet neredeyapılıyor "" diye sormuş. Şoför "" beyim ibadet üniversitelerde"" diye cevap vermiş. Adam "" profesörler, doçentler nerede... eğtim , eğitim nerede yapılıyor "" demiş. Şoför sakin sakin "" beyim eğitim hapishanelerde "" diye cevap vermiş. Adamcağız panik halinde "" yahapishanedeki hırsızlar, düzenbazlar nerede "" deyince , şoför cevap vermiş "" beyim onların hepsi şimdi mecliste ""

Tahsin Eksi, Almanya
2 Temmuz 2010

Türkiye’de her gün kız çocukları kaçırılıp zorla fuhuşa sürükleniyor, kadınlarımız kapkaça tecavüze uğruyor, her gün şehirlerde PKK gösterileri yapılıyor, Türk bayrakları yakılıyor, otobüsler yakılıyor, her gün birkaç asker şehit oluyor.
Bunları kim yapıyor? Neden ezelden beri sadece kürtler ayaklanıyor, kürtler örgüt kuruyor, kürtler kan döküyor?.. Arabamızı kaldırımın kenarına park ettiğimizde tepemize dikilip park parası isteyen, vermezsek biz yokken arabamızı çizip kaçan değnekçiler niye hep kürttür?.. Kırmızı ışıklarda arabamızın camına yapışıp dilenenler niye hep kürttür?.. Sokakta adım başı önümüze çıkıp "abeeey nooolur bir harçlıhh viir" diye sülük gibi yapışan, vermediğimiz takdirde küfreden 10 - 15 yaşındaki madde bağımlısı yaratiklar niye hep Kürttür?
Toplum olarak düzenimizi, birey olarak yaşantımızı, aile olarak huzurumuzu ve millet olaraksağlımızı bozan kürtlerin yarattığı tehlikeyi hala inkar etmek eğer gaflet değilse, nedir?
Kürtlerin yaptıklarını es geçip kabahati dış güçlerde aramakta hiç gerçekçi değil. Bu topluluktarafından icra edilen “Kapkaç, yankesicilik, hırsızlık, töre cinayetleri, taciz, gasp, beğendiği kızı şehrin orta yerinde kaçırıp ırzına geçerek evliliğe zorlama, etnik dayanışma ile gittiği tüm yerleri hegamonyası altına alıp kendisinden başkasına yaşam hakkı tanımama, haklı haksız her mecliste sadece kendisinden olduğu için birbirlerini destekleme, çocuk kaçırma, sapıklık, 9-10 yaşlarında çocukların tecavüz edilip öldürülmesi, elektrik su parası ödememe, vergi ödememe, sahteciliklerle asalak gibi yaşama, turistlik kasabaları ele geçirerek hem yerli halka, hemde turistlere zarar verme, devletin her imkanını sömürme, trafik magandalığı, şehir magandalığı, haraç toplama, liselerde, ilkokullarda çeteler kurup diğer öğrencileri sindirme, sahip olduğu feodal kültürü yaşadığı yere uydurmaya çalışma, uymayanlara zarar verme, sıcak para getiren tüm iş kollarına zor kullanarak hakim olma” gibi mevhumları hangi dış güçler kürtlere nasıl yaptırıyor? Merak ediyorum. Arkadaşlar, sorun ‘kürtçülük’ ‘bölücülük’ veya ‘terör’ değildir. Sorun kürdün ta kendisidir. Teröristi, esnafı, işadamı, öğretmeni, manavı, dolmuşçusu, garsonu, sapığı, eşkiyası, kapkaççısı, anarşisti.... hepsi aynıdır. Türk milleti için şu an aleyhte bir faaliyet göstermeyen kürtler olabilir, ancak bunların vadesi sonsuz değildir. Kaldı ki o “sadık kürt” bile sokaklarda, işyerinde veya okullarda gene kürtlüğünün gereğini icra edecektir. Kürtlüğün gereğinin ne olduğunu ise hepimiz biliyoruz.

Tahsin Eski, Almanya 
27 Haziran 2010

iyi ne güzel işte böylece chp li ulusalcılarda ulusal partiye geçer artık sizde chp nin meclisteki sandalyelerine oturur türkiye yi şu anki yönetimden daha iyi yönetirsiniz

Mehmet Ali Tanır, Ankara 
14 Mayıs 2010

ben atatürkçüyüm hemde sapına kadar ama chp deki yanlışların analizindede haklısınız!bende ist il bşk.gittiğimde oradaki havanın ohh ne ala havasını içtim,dediğiniz gibi gürsel tekin etrafına hemşehrelerini toplamış aynı nurettin sözenin sivaslıları topladığı gibi..ancak benim için en büyük tehlike dincilerdir,onları defetmek için her şey yapmaya hazırlanalım..

Kemal, İstanbul 
6 Mart 2010

Artık baykalı değil ama atatürk ilke ve devrimlerini kurtarmak için türksolu olarak üzerimize büyük görevlerin düştüğünü anlıyoruz bu yazıda ve gerçek atatürkçülere diyoruzki atatürkçü partide buluşalım geliyoruz tam bağımsız türkiye için geliyoruz

Adem Üzüm, Ordu 
7 Ocak 2010





19 Ekim 2017 Perşembe

Türkiye’nin Üyeliğinin 60. Yılında NATO


Türkiye’nin Üyeliğinin 60. Yılında NATO


Selçuk Çolakoğlu
USAK Uzmanı
Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kaynak: USAK


NATO Kamu Diplomasisi Birimi, Türk akademisyenlere yönelik olarak 22 Kasım 2011 tarihinde bir istişare toplantısı düzenledi. 
Bu istişare toplantısının amacı hem Mayıs 2011’de düzenlenecek olan Şikago Zirvesinde örgütün yeni stratejisi hakkında bilgi sunmak hem de 2012’de üyeliğinin 60. Yılı münasebetiyle Türkiye’de düzenlenecek NATO kamuoyu faaliyetleri için Türk akademisyenlerle görüş alışverişinde bulunmaktı.

Soğuk Savaş’tan Yeni Dünya Düzenine

Soğuk Savaş şartlarında Komünist Doğu Bloku ülkelerine karşı caydırıcı kolektif güvenlik örgütü olarak kurulan NATO, 1990 sonrası temel misyonunda temel değişiklikler yapmak zorunda kalmıştır. 1990’lı yıllar boyunca NATO’nun temel misyonu, Doğu Avrupa ülkelerinin komünizmden hızla demokrasiye geçmesini ve insan hakları standartlarının yükseltilmesini sağlamaktı. Daha çok yumuşak güç unsurlarının kullanılarak Doğu Avrupa ülkelerinin üyeliğe hazırlanması misyonu, 1999’dan 2009 yılına kadar 12 Doğu Avrupa ülkesinin üyeliğe kabul edilmesiyle birlikte başarıyla sonuçlanmıştır. Ayrıca insani gerekçelerle 1995’te Bosna-Hersek’e ve 1999’da Kosova’ya düzenlenen hava harekâtlarında istenilen sonuç elde edilmiş ve bu ülkelerdeki iç savaş ortamı sona erdirilmiştir.

ABD’ye yönelik 11 Eylül 2001’de gerçekleştirilen terör saldırıları ise NATO’nun güvenlik konseptinde yine köklü bir değişime yol açmıştır. İttifak, 1990’lardaki yumuşak güç konseptini terk ederek, hedefine uluslararası terörizmi ve radikal grupları oturttuğu katı (askeri) güvenlik yaklaşımına tekrar dönmüştür. Bu amaçla NATO, El Kaide terör örgütünü barındırdığı gerekçesiyle Afganistan’daki Taliban rejimine yönelik bir askeri harekât başlatmıştır. Afganistan coğrafi olarak ittifakın klasik güvenlik alanı olan Kuzey Atlantik bölgesinin dışında yer almaktaydı. Ayrıca NATO’nun 2001’den 2011’e kadar olan dönemde tüm askeri ve sivil kayıplara rağmen Taliban örgütüne karşı istenilen başarının elde edilememesi kara harekâtlarının ve askeri güç odaklı kuvvet kullanmanın sorgulanmasına yol açmıştır.

Libya Harekâtı ve Yeni Bir Başlangıç

NATO, Afganistan’dan çıkardığı derslerle 2011 yılında yeni bir müdahale stratejisi geliştirmiştir. Tıpkı Bosna-Hersek ve Kosova’da olduğu gibi NATO, insani gerekçelerle Kaddafi rejimine karşı mücadele eden muhalefete hava harekâtıyla askeri destek sağlamıştır. İttifakın fazla ön plana çıkmadan sağladığı destekle Libyalı muhaliflerin Kaddafi rejimini devirmesinin sağlanması, NATO’nun Afganistan operasyonuyla sarsılan güvenini yeniden kazanmasını temin etmiştir. Ayrıca Libya operasyonu sırasında çok az sivil kayıpla askeri hedeflerin başarılı bir şekilde imha edilmesi, NATO’nun kendi adına başarı hanesine yazdığı hususlardan birisidir. Bu süreçte NATO, tek başına hareket etmemeye özen göstermiş ve Birleşmiş Milletler, Arap Birliği ve Afrika Birliği gibi örgütlerle yakın bir işbirliği geliştirmiştir.

Lizbon’dan Şikago’ya NATO’nun Yeni Vizyonu

19–20 Kasım 2011 tarihlerinde gerçekleştirilen Lizbon Zirvesi, NATO’nun yeni savunma konseptinin de ipuçlarını vermektedir. 
Lizbon Zirvesinde ele alınan konuların Mayıs 2012’de düzenlenecek Şikago Zirvesi’nde netleştirilmesi beklenmektedir. NATO’nun en önemli gündem maddeleri arasında 2014 yılı sonuna kadar ittifak kuvvetlerinin Afganistan’dan istikrarlı bir şekilde çekilmesi bulunmaktadır. Dünyada ekonomik krizin derinleştiği bir ortamda üye ülke hükümetleri askeri harcamaları kısmak istedikleri için Afganistan’dan bir an önce çekilmek istemektedirler.

NATO’nun kurmayı planladığı füze savunma sisteminin Şikago Zirvesi’ne kadar deneme amaçlı bir kapasiteye ulaşması planlanmaktadır. Rusya ile silahsızlanma ve Gürcistan’ın da yer aldığı Karadeniz havzasında işbirliği noktasında son zamanlarda ortaya çıkan sıkıntılar da NATO zirvesinin temel konularından birisi olacaktır.

İttifak içerisindeki görev ve yük paylaşımı da halen en önemli konulardan birisi olmaya devam etmektedir. ABD hem NATO’nun yüzde 70 bütçesini karşılamakta hem de ortak harekâtlar için vazgeçilemez bir askeri kapasite sağlamaktadır. Yani ABD olmaksızın 28 üyeli NATO’nun mali açıdan ayakta durması ve kritik askeri operasyonları yürütmesi halen mümkün değildir. ABD ayrıca NATO’nun stratejisinin geliştirilmesi ve yürütülmesi konusunda diğer üye ülkelerin ön plana çıkmasını istemektedir. Son Libya harekâtı sırasında ABD’nin geri planda kalıp öncülüğü Avrupalı ülkelere bırakması bu açıdan yeni NATO stratejisinin bir parçasıdır.

Avrupa merkezli olmak üzere dünyada ekonomik krizin derinleştiği bir ortamda diğer üyelerin örgüte olan mali desteğini artırması oldukça zor gözükmektedir. 
NATO, ekonomik kaynakların daha verimli kullanılması için “akıllı savunma” (smart defence) denen bir kavram geliştirmiş durumdadır. Buna göre, müttefik ülkelerin kendi aralarında ortak savunma planlaması yapması ve uzmanlaşmaya gitmesi desteklenmektedir. Bu şekilde hem aynı maddi kaynaklarla daha fazla askeri kapasite üretilecek hem de üye ülkeler arasındaki işbirliği derinleşecektir.

Genel olarak 2010’lı yılların stratejisi 1990’lı yıllara dönüşün sinyalini vermektedir. 11 Eylül sonrası İslam dünyasıyla bozulan ilişkilerin tamir edilmesi yönünde NATO’da bir arayış sözkonusudur. NATO’nun tehdit algılamasında terörizm yerine insani güvenlik ön plana çıkmaya başlamıştır. Arap Baharına NATO ülkelerinin verdiği ilkesel destek insani güvenlik yaklaşımıyla daha iyi açıklanabilir.

2012 NATO’da Türkiye ve ABD Yılı

NATO Kamu Diplomasisi Birimi, 2012 yılı için iki üye ülkede örgüte yönelik kamuoyu ilgisini ve desteği artırıcı faaliyetler düzenlemeyi planlamaktadır. ABD’nin hedef ülke seçilmesinin sebebi, Amerikan kamuoyunda NATO ile ilgili bilinç düzeyinin oldukça düşük olduğunun tespit edilmesi ve Mayıs 2012’de düzenlenecek Şikago Zirvesidir. Bu amaçla Şikago Zirvesi öncesinde NATO’ya yönelik Amerikan kamuoyunun ilgisinin artırılması hedeflenmektedir.

2012 yılı için Türkiye’nin seçilmesi ise yine temel iki gerekçeye dayanmaktadır. Öncelikle ittifaka 1952’de katılan Türkiye’nin 60. üyelik yıldönümü 2012 senesine denk gelmektedir. Diğer üye ülkelerin önemli yıldönümlerinde yapıldığı gibi Türkiye için de 60. Üyelik yıldönümünün kutlamalarının yapılması NATO açısından oldukça anlamlı bulunmaktadır. 
Tanıtım ülkesi olarak Türkiye’nin seçilmesinin diğer önemli bir sebebi, Türk halkının NATO’ya olan desteğinin üye ülkeler arasında en düşük oranda çıkmasıdır. 
Türk kamuoyu ancak yüzde 37 oranında NATO’ya olumlu bakmaktadır. Türk kamuoyunda NATO’ya karşı üç tür olumsuz bakış söz konusudur. İlk olarak Türk kamuoyu, NATO’yu ABD’nin çıkarlarına hizmet eden bir örgüt olarak algılamaktadır. Yine NATO’nun İslam dünyasına karşı kurulmuş bir Batılı-Hıristiyan örgüt olduğu düşüncesi Türkiye’de oldukça yaygın bir kanaat durumundadır. Türk kamuoyu ayrıca NATO’nun PKK terörü ile mücadelede Türkiye’yi yalnız bıraktığını düşünmektedir. 

Dolayısıyla hem Türkiye’nin üyeliğinin 60. yıldönümün kutlanması hem de Türk kamuoyunun NATO’ya desteğinin artırılması için 2012 yılında çeşitli kamu diplomasisi faaliyetleri düzenlenmesi planlanmaktadır.

Türk kamuoyunun olumsuz algısına rağmen NATO, Ankara’nın kendisini en iyi anlattığı ve en etkili olduğu uluslararası örgütlerin başında gelmektedir. 
Ayrıca son yıllarda büyüyen ekonomisi ve uluslararası alanda daha aktif hale gelmesiyle doğru orantılı bir şekilde Türkiye’nin NATO içerisindeki konumu ve ağırlığı artmaya başlamıştır. Bu açıdan 2012 yılı hem NATO’nun gelecek vizyonun belirlenmesi hem de ittifak içinde Türkiye’nin konumunun şekillenmesi açısından hassas bir zamana işaret etmektedir.

Yazının İngilizcesi için tıklayınız… ( http://www.anatoliadaily.com/irst/index.php/main-subjects/turkish-foreign-policy/557-nato-on-the-60th-anniversary-of-turkish-membership )

http://www.tuicakademi.org/turkiyenin-uyeliginin-60-yilinda-nato/

***

10 Eylül 2015 Perşembe

TÜRKİYE, KUZEY IRAK VE KÜRTLER BÖLÜM 6




TÜRKİYE, KUZEY IRAK VE KÜRTLER BÖLÜM 6


3.3 PKK, Irak Kürtleri ve Türkiye 


KDP 1987’de KYB de Körfez Savaşı ile birlikte PKK’ya verdikleri desteği çekmiş ve Türkiye’nin yanında yeni bir politik çizgi izlemeye başlamışlardı. 1992’ye gelindiğinde ise Kuzey Irak’taki Kürt örgütlerinin PKK ile arası bir hayli açılırken, bu örgütler Ankara ile gelişen ilişkilerini derinleştirme yoluna gitmiştir. Bu doğrultuda 9 Ocak 1992 tarihinde KDP’nin özel temsilcisi Sefin Dizayi Ankara’ya gelerek Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin ile görüşmüştür. Dizayi, bu görüşme sırasında yeni Türk hükümeti ile ilişki içinde bulunmak istediklerini, PKK’ya karşı olduklarını ve topraklarında bu örgüte yer vermeyeceklerini belirtmiştir. 
Öte yandan Demirel’le görüşen Barzani ve Talabani de PKK’dan Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesi’ndeki eylemlerine son vermesini aksi takdirde Kuzey Irak’tan çıkarılacağı uyarısında bulunmuştur (Özdağ, 2008: 95). Bu gelişmelerin devamındaysa Ocak 1992’de Irak Kürt Cephesi’nin yayımladığı bir uyarıda PKK’nın “Türkiye’ye karşı eylemlerini durdurmaması halinde, bölgeden çıkarılacağını” ilan etmesi PKK ile Kuzey Irak’taki iki Kürt grup arasındaki ilişkileri bütünüyle sona erdirmiştir (Gunter, 1993: 306). 

Bunun üzerine PKK Kuzey Irak’ta Kürdistan Özgürlük Partisi’ni (Partiya Azadiya Kurdistan, PAK) kardeş örgüt ilan etmiş ve bu örgüt üzerinden KDP ve KYB’ye karşı mücadeleye başlamıştır. KDP’den ayrılan Sadık Ömer PAK’ın saflarına katılınca 1992 yazında Dohuk’ta bir suikast sonucu öldürülmüş ve suikastın faili olarak KDP’yi suçlayan PKK, 

Sami Kohen, “Sözler Şimdi Açık”, Milliyet, 11 Kasım 1998, s. 20 

Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği 

KDP’den Mehmet Şefik ve 3 arkadaşını bir roket saldırısıyla öldürmüştür. 1992’nin Haziran ve Temmuz ayları boyunca KDP güçleri PKK’nın kuzeydeki kamplarını bombalamanın yanı sıra PAK’ın üst düzey isimlerini de tutuklamıştır. KDP’nin saldırılarına askeri temelde cevap veremeyen PKK, 24 Temmuz 1992’de Irak’ın Türkiye sınırında ticari geçişlere sınırlandırma getirerek Kuzey Irak üzerinde ekonomik bir ambargo uygulamaya başlamış ve bu ambargo Mesut Barzani’nin ifadeleriyle Kürdistan’daki mevcut durumu ve deneyimi tehlikeye atmaya başlamıştır (Gunter, 1993: 307). 
Bunun üzerine 4 Ekim 1992’de Irak Kürdistan’ına bağlı 6,000 peşmerge yaklaşık 5,000 civarındaki PKK militanlarına yönelik kapsamlı bir saldırı başlatmıştır. Türkiye’nin de kısa süre sonra çatışmaya dâhil olmasıyla PKK ağır kayıplar vermeye başlamış ve Irak Kürtlerine teslim olmuştur. Iraklı Kürtler kendilerine teslim olan PKK’lıları Türkiye’ye teslim etmeseler de PKK’nın Kuzey Irak’ı kendilerinin rızası dışında kullanması konusuna önemli sınırlandırmalar getirmiştir (Gunter, 1993: 308). 

Öte yandan aynı dönem Kuzey Irak’ta operasyonlar yapan Çekiç Güç’ün PKK ile iletişime geçmesi ve Irak’taki kargaşanın devam etmesi, Barzani’yi ve Talabani’yi Türkiye’ye yakınlaşmaya itmiştir. Talabani 8 Mart 1991’de MİT Müsteşarı Orgeneral Teoman Koman ve Dışişleri Müsteşarı Tugay Özçeri ile görüşmüştür. Bu görüşmeye paralel olarak Barzani ve Talabani, PKK’yı git gide daha sert bir dille eleştirmeye başlamışlardır. Talabani, Turgut 
Özal ile görüş ayrılıkları bulunmadığını, Özal’ın federatif yapıdan yana olduğunu ve bunun da Kürdistan’ın özerkliği anlamına geldiğini söylemiştir. Öte yandan 8 Haziran’daki Türkiye ziyaretinde de KDP’nin ve KYB’nin Türkiye’de temsilcilik açmak istediğini belirtmiştir (Özdağ, 2008: 87-88). 

Bölgede otonom bir yapı oluşturmak isteyen KDP ve KYB’nin Türkiye ile yakın ilişki kurması, Türkiye’yi bölgede önemli bir güç olarak gördükleri ve PKK’nın eylemlerini sınırlandırarak bu gücü arkalarına almak istedikleri şeklinde yorumlanmıştır (Oran, 2005: 554-558). 

Kürdistani Cephe’nin Türkiye ile yakın ilişki içinde olması 

Kürt Federe Devleti içinde kendine ait bir alan oluşturmaya çalışan PKK’yı rahatsız etmiş ve PKK, KDP’yi Türkiye ile işbirliği yaparak Büyük Kürdistan idealine ihanet etmekle suçlamıştır. Bu süreçte PKK lideri Abdullah Öcalan, KDP’yi Türkiye’nin çıkarları için çalışmakta olan bir örgüt ve yok edilmesi gereken bir iç sorun olarak tanımlamıştır (Gunter, 1996: 56). 

KDP’nin ve KYB’nin bu çabası Türkiye için de elverişliydi. Zira aynı dönemde PKK’nın sınır karakollarına yaptığı saldırılar ve asker ölümleri artmış ve Ankara, bir yandan Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon yaparken diğer yandan da Kuzey Irak’taki diğer Kürt gruplarıyla birlikte hareket edecek bir istihbarat şebekesi kurmuştur. Bu dönemde KYB-KDP-Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesinin en önemli göstergesi Ankara’nın, Kürdistani Cephe’nin kontrolüne giren Süleymaniye ve Erbil’e yönelik Saddam’ın uyguladığı ambargoyu desteklememesi olmuştur. Ankara’nın bu tavrı Kürdistani Cephe ile siyasi ve askeri ilişkilerini geliştirmesini sağlamıştır. Bunun neticesinde de Kürdistani Cephe, 7 Ekim 1991’de, PKK’ya karşı silahlı bir mücadele başlatma niyetini açıkça dile getirmeye başlamıştır (Özdağ, 2008: 92-93). 

1992 yılına gelindiğinde ise PKK gerek kuzeyden gerekse güneyden ciddi bir kuşatma altında kalmış ve bir yandan Türk ordusunun operasyonları bir yandan da KDP ve bölge aşiretleri ile yaşadığı sorunlar PKK’yı zor durumda bırakmıştır. KDP ile PKK arasında uzun süredir devam eden propaganda savaşı 1992 yazında yerini gerçek bir çatışmaya bırakmıştır. İki örgüt birbirlerinin kamplarına saldırırken KDP’nin, PKK’nın Kuzey Irak kolu olarak bilinen PAK’ın bir merkezi üyesini tutuklaması gerilimi doruğa çıkartmıştır. Bu arada Türkiye’ye gelen Talabani, Orgeneral Eşref Bitlis ile görüşmüş ve bu görüşmeden KDP, 
KYB ve Türk ordusu işbirliğiyle PKK’ya karşı operasyon kararı çıkmıştır (Özdağ, 2008: 105). 
Buna karşılık PKK da 17 Temmuz’da Kuzey Irak’a yönelik bir ticaret ambargosu 
uygulayacağını açıklamış ve köy basma eylemlerini arttırmıştır (Özdağ, 2007: 83). 
Bu dönemde KDP, KYB ve Ankara arasındaki ilişkiler o kadar düzelmiştir ki Talabani Türkiye’ye yaptığı ziyarette “Bizim için en iyi seçenek Türkiye’ye katılmaktır”7 diyecek kadar ileri gitmiştir. Talabani’nin bu sözlerine ise Demirel “Her zaman Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olacağız” diyerek yanıt vermiştir.8 

Kuzey Irak’ta adım adım devlet olmaya doğru giden Kürdistani Cephe, PKK’nın kendi hukuki durumlarını tehdit edeceğini düşünüyordu. Bu doğrultuda PKK’nın başına buyruk davranması gerekçesiyle KYB ve KDP peşmergeleri birleşerek PKK kamplarına saldırmış ve bu saldırılarda cephe savaşı veren PKK ağır kayıplar vermiştir. Fakat söz konusu çatışmalar sırasında Barzani ve Talabani Türkiye’nin bölgeye operasyon düzenlemesine taraftar olmadıklarını açıklasalar da Türk ordusu 2 Ekim 1992’de sınırı geçerek karadan bir harekat düzenlemiştir. İki gün sonra 4 Ekim’de ise Erbil’de toplanan Kuzey Irak yönetimi, Kuzey Irak’ta federe bir devletin kurulması kararı almışlardır. Aynı toplantıda Barzani bir açıklama 
yaparak PKK’ya karşı olmadıklarını ancak PKK’nın kendi bölgesine çekilmesi gerektiğini söylemiştir (Özdağ, 2008: 110-111). 

Bu çatışmalar sırasında iyice yıpranan PKK, Kürdistani Cephe’den ateşkes istemiş ve 30 Ekim’de Kuzey Irak hükümeti ile PKK arasında anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşma kapsamında PKK, Kuzey Irak’taki tüm elemanlarının Kuzey Irak hükümetine bağlı olduğunu 
kabul etmiştir. Anlaşma ile birlikte Kuzey Irak’taki PKK militanlarının kamplarına giriş çıkışları Kuzey Iraklı peşmerge güçleri tarafından denetlenir olmuştur (Özdağ, 2008: 114115). 
Fakat bu anlaşma çok uzun sürmemiş Kuzey Irak’taki Kürt gruplar arasındaki anlaşmazlık Kürdistani Cephe’yi zayıflatınca Ağustos 1995’te PKK Kuzey Irak’taki manevra alanını daralttığını düşündüğü KDP’ye yönelik bir saldırı gerçekleştirmiş ve bu saldırı Suriye ve İran’ın yanı sıra KYB tarafından da desteklenmiştir. Talabani’ye göre, Türkiye KDP’yi silahlandırmaktaydı ve bu nedenle PKK Türkiye’nin Barzani’ye yönelik desteğini engelleyebilecek önemli bir araçtı (Gunter, 1996: 239). KDP ve KYB arasındaki iç savaşın bölgede yol açtığı güç boşluğunun PKK’ya yarayacağını düşünen Ankara ise, yukarıda da değinildiği 
gibi KDP ve KYB arasında anlaşmaya varılması için diplomatik çabalarını hızlandırmıştır. 

Türkiye’nin KDP ve KYB arasında anlaşmaya varılmasına yönelik diplomatik girişimleri devam ederken, KDP ile savaşında ağır kayıplar veren PKK 1996 yılına KDP ile ateşkes imzalamış bir şekilde girmiştir. KDP açısından böyle bir anlaşmayı imzalamasının en önemli sebebi Türkiye’den istediği ağır silahları alamamasıydı. Üstelik KDP de tıpkı PKK gibi bu çatışmalarda çok ağır kayıplar vermiş ve neticesinde 10 Aralık 1995’te taraflar arasında ateşkes imzalanmıştır (Özdağ, 2008: 177-178). KDP’nin güç kaybetmesini gerekçe göstererek 1995 yılında bölgeye yönelik askeri bir müdahalede bulunması (Charountaki, 2012: 188-9) 

7 Rafet Ballı, “Kardeşliğimizin İlerlemesini İstiyoruz”, Milliyet, 11 Haziran 1991, s. 14. 
8 Rafet Ballı, “Kardeşliğimizin İlerlemesini İstiyoruz”, Milliyet, 11 Haziran 1991, s. 14. 

Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği 



2003 IRAK İşgalinin Ardından Kürdistan Bölgesel Yönetimi






Kuzey Irak’taki PKK Kampları 




PKK açısından iki cephede birden savaşmak anlamına geliyordu. Bunun yanı 
sıra Türkiye’nin diplomatik görüşmeler yoluyla KYB’yi ikna etme çabaları kısmi bir sonuç vermiş ve Kuzey Irak’ta kendi tabanının yavaş yavaş PKK’ya kaymaya başladığını fark eden KYB, PKK’ya mesafe koymaya başlamıştı (Özdağ, 2008: 218). Bu gelişmeler de PKK’yı KDP ile ateşkese götüren temel motivasyonlar olmuştur. 

3.4 Türkiye ve Sınır Ötesi Operasyonlar 

ABD’nin Körfez Savaşı hazırlıkları yaptığı tarihlerde Türkiye’de de PKK’nın bölgede güçlenmesine engel olabilmek için Kuzey Irak’ın işgal edilmesinin tartışılması Ankara ve Kuzey Irak arasında önemli bir gerginlik nedeni olmuştur. Bu tartışmaya Kuzey Irak’taki Kürt örgütlerin tepkisi sert olmuş ve Talabani, Türkiye’nin Kuzey Irak’a girdiği takdirde büyük bir Kürt direnişi ile karşılaşacağını açıklamıştır (Özdağ, 2008: 75-76). Fakat Mart 1991’de 
dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın inisiyatifinde Celal Talabani ve Mesut Barzani’yi temsilen bir kişinin Ankara’ya gizli bir ziyaret gerçekleştirmesi Türkiye’nin o güne kadar izlediği Kuzey Irak Kürtleri ile bağlantı kurmama politikasını sona erdirmiştir. Mahmut Bali Aykan’a göre bu davetin arkasında yatan düşünce şu motivasyonlara dayanıyordu: 
Kuzey Irak’taki gelişmelere ilişkin ilk elden bilgi edinmek, bağımsız bir Kürt devleti kurulmaması için Kürtleri bir nevi ikna edecek şekilde buradaki gelişmelerde söz sahibi olmak ve Kuzey Irak’taki PKK üslerine düzenlenen operasyonları normalleştirmek için PKK’yı diğer Kürt guruplardan izole etmek (Aykan, 1996: 347). 
Körfez Savaşı sonrası koşulların şekillendirdiği Kuzey Irak’a yönelik bu yeni yaklaşım en açık ifadesini Turgut Özal’ın açıklamalarında bulmuştur: “Açıkça ortaya konulmalıdır ki, Irak’ın Kürt bölgesinde yaşayanlar Türk vatandaşları nın akrabalarıdır. Bu yüzden sınırlar bir ölçüde yapay olan sınırlar aynı halkı iki kesime bölmüştür” (Gunter, 1993: 302). 

Özal bu ifadeleri Aralık 1991’de kullanmıştı ve bu yaklaşım Özal’ın ölümüne kadar geçen dönemde Türkiye’nin Kuzey Irak politikasını belirleyen 
temel dili oluşturmuştur. Özal cumhurbaşkanı olup başbakanlığa Süleyman Demirel geldiğinde de bu politika değişmemiş ve Demirel Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılması tartışmaları sırasında Saddam Hüseyin’e karşı kuzeydeki Kürtleri korumanın Türkiye’nin sorumluluğunda olduğunu belirttikten sonra “Yeni bir Halepçe’yi göz yumamayız” ifadelerini kullanmıştır (Gunter, 1993: 303). 

Kuzey Irak’ta Kürt örgütlerin kendi arasında mücadelesi devam ederken Türkiye, 1988’de durdurduğu askeri operasyonlarına tekrar başlamış, Nisan 1991’de bir kere daha havadan ve karadan Kuzey Irak’a girmiş ve buradaki PKK kamplarını hedef almıştır. Bu operasyon Türk ordusunun Kuzey Irak’taki iktidar mücadelesinde kendini hatırlatması şeklinde yorumlanmıştır. Zira Kuzey Irak’ta iktidar boşluğu yaşanmaya başladığı andan itibaren Türkiye hem bölgesel hem de uluslararası düzeyde Kuzey Irak’ta kurulması muhtemel bir Kürt devletine ya da Kürt örgütlerinin petrol bölgelerinde hakim konuma geçmelerine hiçbir şekilde müsamaha göstermeyeceğini ifade etmiştir (Özdağ, 2008: 77-79). 
Irak yönetimi ise Kürt Devleti iddialarını elçilikler aracılığıyla yalanlayarak Kuzey Irak’taki hareketlenmeyi, devlete karşı ayaklanma olarak nitelemiş ve ordu güçlerinin en kısa sürede ayaklanmayı bastıracağını belirtmiştir.9 

Körfez Savaşı ve ardından 36’ncı enlemin kuzeyindeki Kuzey Irak topraklarının uçuşa yasak bölge ilan edilmesi gibi gelişmeler bölgede ciddi bir güç boşluğu doğurmuşve bu güç boşluğundan yararlanan PKK’ya manevra kabiliyetini güçlendirmiştir. PKK yine Körfez Savaşı’ndan kalan ağır silahlarla elde ettiği silah gücünden de yararlanarak Türkiye-Irak sınırındaki Türk Jandarma karakollarına sayıları 500’e kadar yükselen gruplarla etkin saldırılar düzenlemeye başlamıştır. PKK’nın amacı, Türkiye sınırında kurtarılmış bölgeler oluşturmak için sınır karakollarındaki Türk askeri varlığını zayıf düşürmekti. 1930’larda inşa edilmiş ve daha çok vadi yolunu izleyerek kaçakçılık yapanları düzenli olarak gözetleme amacı taşıyan bu karakollarda ağır kayıplar verilmiştir. PKK’nın sınır karakollarına yaptığı saldırılardan en fazla ses getireni Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde bulunan Samanlı karakoluna yapılan ve 9 erin öldürüldüğü, 7 erin de PKK tarafından kaçırıldığı saldırı olmuştur. Saldırının ardından 5 Ağustos 1991’de Batman, Diyarbakır ve Malatya’dan havalanan savaş uçakları Durji Vadisi ve Hakurk kampını bombalamıştır. Bu operasyona paralel olarak karadan da 
komandolar Kuzey Irak’a girerek 14 gün süren bir operasyon yapmışlardır (Özdağ, 2008: 90). 
Bu operasyonlarda 24 PKK kampı hedef alınmış ve genelkurmay Başkanlığı’nın resmi açıklamasına göre operasyon derinliğinin 8-10 km olduğu belirtilmiştir (Kısacık, 2007: 57). 

1992’ye gelindiğinde PKK gerek Türkiye içlerinde gerekse de Kuzey Irak’ta ayaklanma hazırlığına başlamıştır. Öcalan’ın çerçevesini belirlediği ayaklanma stratejisine göre Türkiye içinde ve sınırda yoğun silahlı eylemler başlayacak, bir yandan da halk ayaklanması sağlanacak ve böylelikle de Türkiye içlerinde kurtarılmış bölgeler oluşturulacaktır (Öcalan, 2010). PKK’nın ayaklanma hazırlığında olduğu istihbaratını alan Türk ordusu 1 Mart 1992’de Kuzey Irak’ı bombalamıştır. 


2003 İŞGAL SONRASI Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Parlamento Seçimlerinde Partilerin Aldığı Oylar



 2010 SONRASI Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Parlamento Seçimlerinde Partilerin Aldığı Oylar



Nur Batur, “Ankara-Bağdat İlişkileri Gergin, Jetlerimiz Emir Bekliyor”, Milliyet, 5 Nisan 1991, s.17. 

Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği 

Bu operasyonu 10 Mart’ta ikincisi 25 Mart’ta da üçüncüsü izlemiştir. Bu operasyonlardan etkin bir sonuç alamayan Ankara, özellikle Şam yönetimi ile diplomatik görüşmelere başlayarak Suriye’yi PKK’nın en büyük kamplarının yer aldığı Bekaa Vadisi’ndeki kamplarını boşaltması açıklamasını yapmaya ikna etmiştir (Oran, 2005: 556). 
Bu diplomatik hamlelerin ardından Türk ordusu 6 Mayıs 1992’de kapsamlı bir kara operasyonu başlatmıştır. Türk birliklerinin bir kısmı Metina ve Zap bölgelerine saldırırken diğer birlikler de Şemdinli’den Kuzey Irak’a girmişlerdir. PKK, bu operasyona 15 Mayıs’ta Taşdelen sınır karakoluna yaptığı saldırı ile yanıt vermiştir. Buradaki çatışmalara da kobra helikopterleri ile müdahale edilmiş ve 50 PKK’lı militan öldürülmüştür.10 

Öcalan’ın 1992 yılını isyan yılına çevirme politikası bu operasyonlara rağmen kaldığı yerden devam etmiştir. Bu amaçla Öcalan, Türk askeri varlığının daha az olduğunu düşündüğü Şırnak’ı işgal edip kurtarılmış bölge oluşturmayı hedeflemiştir (Öcalan, 2010). Bu amaçla 18 Ağustos’ta 1500 militanı ile Şırnak’ı ele geçirmeye çalışan örgüt iki gün süren çatışmaların ardından geri çekilmek zorunda kalmıştır. Şırnak baskınından hemen sonra Türk Ordusu Cudi ve Gabar’a karadan ve havadan operasyon düzenlemiştir.11 Türkiye-İran 
sınırını geçerek geldiği tespit edilen militanlarla ilgili olarak İran’a nota verilmiştir. İki ülke arasında karşılıklı sert açıklamaların ardından İçişleri Bakanı İsmet Sezgin İran’ı ziyaret etmiş ve iki ülke arasında 19 Eylül 1992’de Güvenlik ve İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. Öte yandan Şırnak’ta ağır bir darbe alan PKK sınır karakollarına saldırılarına devam etmiş ve Alan karakoluna yapılan saldırı sonucunda 20 asker yaşamını yitirmiştir. Bu baskına cevap olarak Türk ordusu 1 Eylül’de Kuzey Irak’a Deştan’dan girmiş ve 10 km ilerleyerek PKK kamplarını bombalamıştır. Aynı gün Ankara da Barzani ve Talabani’den PKK’nın Kuzey Irak’ı üs olarak kullanmayacağına dair taahhüt almıştır (Özdağ, 2008: 108). 

Türkiye’nin gerek İran ve Suriye düzleminde yürüttüğü diplomatik girişimler gerekse KDP ve KYB’nin PKK’ya mesafe almaları ve gerekse Kuzey Irak’a yönelik düzenlenen küçük çaplı sınır ötesi operasyonlar PKK’nın Kuzey Irak’ta ciddi bir güç olmasının önüne geçememiştir. Bu durum daha sonra Emekli Korgeneral Hasan Kundakçı tarafından şu ifadelerle ortaya konmuştur: “Türk-Irak sınırının güneyinde, müthiş geniş, mükemmel bir kurtarılmış bölge yarattılar. İçinde rahat rahat eğitim yapma olanağı buldular, içinde rahat rahat lojistik tesislerini geliştirme olanağı buldular, içinde rahat rahat çalışma olanağı buldular. 
Her yönden çalışma olanağı buldular” (Bila, 2007: 134). Bu açmazdan çıkmak isteyen ve PKK’nın isyan politikası karşısında ciddi kayıplar veren Ankara çareyi kapsamlı bir sınır ötesi operasyon gerçekleştirmekte bulmuştur. Bu bağlamda PKK’nın Kürdistani Cephe ile savaş yürüttüğü bir sırada Türk ordusu 12 Ekim 1992’de ağır hava koşullarına rağmen 50 bin kişilik bir güçle Kuzey Irak’a girmiştir (Bila, 2007: 69). 
Bu operasyon sonucunda 1551 PKK militanı ölürken 1232 militan da yaralanmıştır. Türkiye tarafındaysa 1 subay, 3 astsubay, 22 erbaş ve er, 2 köy korucusu hayatını kaybetmiştir (Özdağ, 2008: 114-115). 

PKK’nın aldığı bu ağır yenilgiyi bir ileri aşamaya taşımak isteyen Ankara, Kürdistani Cephe ile görüşmelere başlamıştır. Bu çerçevede 12 Kasım 1992’de Jandarma Genel Komutanı, Barzani ve Talabani bir araya gelmiş ve sınır güvenliğinin sağlanması için ortak sınır karakolları oluşturulması kararı alarak Şemdinli Mutabakatları’nı imzalamışlardır. Buna göre 

10 “TSK Başıbozuk Müessese Değildir”, Milliyet, 24 Eylül 1992, s. 20. 
11 “Şırnak’ta Gece Baskını”, Milliyet, 20 Ağustos 1992, s. 17. 

Türkiye karakollar inşa edecek peşmergeler de bu karakollara yerleşecektir (Bila, 2007: 92). Bunun üzerine Abdullah Öcalan 20 Mart 1993’te bir basın toplantısı yaparak tek taraflı ateşkes ilan etmiş ancak bu ateşkesin siyasi değil taktik gereği olduğu iki ay sonra Bingöl’de 35 askerin öldürüldüğü saldırıyla anlaşılmıştır (Özdağ, 2008: 122-125). 

Kuzey Irak’taki manevra kabiliyetini yeniden restore etmek isteyen PKK, Kürdistani Cephe içinde yaşanan ayrışmayı fırsat olarak değerlendirmiştir. PKK’nın Kuzey Irak’a yerleşme çabalarını engellemek isteyen Türk Ordusu, Kuzey Irak’a 8 Haziran 1993’te küçük bir operasyon düzenlemiştir. PKK’nın sınır karakollarına yaptığı saldırıların artmasıyla operasyonun kapsamı genişletilmiş, karadan ve havadan operasyon yapılmıştır. Bu operasyonlarda 250 PKK militanı öldürülmüştür. Yaz ayları boyunca başka operasyon olmazken sırasıyla 
1-8 Ekim’de, Kasım ayında ve 13 Aralık’ta PKK’nın Türkiye içindeki saldırılarına karşılık olarak çeşitli sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirilmiştir (Özdağ, 2008: 128-131). Fakat bu operasyonlar 1992’deki operasyon kadar etkili olmamış ve PKK Kuzey Irak’taki etkinliğini artırmaya devam etmiştir. Bu nedenle sınır ötesi operasyonlar 1994 yılında dasık aralıklarla devam etmiştir. İlk sınır ötesi operasyon 28 Ocak’ta gerçekleştirilmiş ve 3 PKK’lı öldürülmüştür. 
Bu operasyondan yaklaşık bir ay sonra 27-28 Ocak-3 Şubat 1994 tarihlerinde de Kuzey Irak’ın Alandüzü bölgesinde PKK kamplarına yönelik operasyon düzenlenmiştir. Bu operasyondan üç gün sonra 6 Şubat’ta ve 21 Mart’ta Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik hava operasyonları devam etmiş, bu operasyonlarda 31 PKK’lı öldürülmüş 38 PKK’lı de yaralı olarak ele geçirilmiştir (Özdağ, 2008: 145-146). 

Türk ordusunun Kuzey Irak’ta PKK kamplarına yönelik Mart ayında başlayan operasyonları Temmuz ayına kadar devam etmiş ve kapsamı da git gide genişlemiştir. Kaynaklara Çelik 1 Harekatı olarak geçen operasyonun sonucunda PKK “girilmez” ilan ettiği eylem alanlarını terk etmek zorunda kalmıştır (Özdağ, 2008: 148). 


Belli Başlı PKK Kampları 



7 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEK