İsmet Sezgin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İsmet Sezgin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Kasım 2015 Pazartesi

90’larda ne olmuştu? İsmet Sezgin: Birtakım öldürmeler, hapsetmeler, birmücadele

90’larda ne olmuştu? İsmet Sezgin: Birtakım öldürmeler, hapsetmeler, bir mücadele




  • 4 Eylül 2015



Image copyrightAP

90'ların tanıkları, o dönemi asker, sivil, politikacı ve gazeteci olarak yaşayan, çatışmalarda yakınlarını kaybeden kişilerle görüşerek, Güneydoğu'nun 1990'lı yıllarından bugüne kalanları 5 bölümden oluşan bir yazı dizisiyle ele alıyoruz.
İsmet Sezgin, Türkiye’nin en çalkantılı yıllarında iki yıl içişleri bakanlığı yaptı, henüz 27 yaşında Demokrat Parti’den Aydın Belediye Başkanı olarak başladığı siyaset hayatında milli savunma bakanlığı dahil pek çok görevde bulundu.
1961 yılında girdiği parlamentoda 38 yıl kaldı. 1990'larda ne olduğunun kaydını dökerken bugün 87 yaşında olan Sezgin ile içişleri bakanı olarak görev yaptığı iki yılı da düşünerek görüşmek istedim.
1991 Kasım ayından 1993 Haziranı’na kadar İçişleri Bakanlığı yapan İsmet Sezgin’e o yılları sorduğumuzda önce PKK’nın ilk eylemini yaptığı 1984’ten başlayarak anlatmaya başladı ve bölgenin tarihsel arka planına ilişkin kendi değerlendirmesini yaptı.
Yaz aylarını geçirdiği Silivri’deki yazlığında görüştüğüm İsmet Sezgin, PKK’nın ilk silahlı eylemi olan 1984 yılında Siirt’in Eruh ilçesine düzenlenen baskını hatırlatıyor ve şöyle diyor: “Bu olayları sadece 1984’e bağlamamak gerekiyor. 100 küsur yıldan beri, gerek Osmanlı zamanında gerek Cumhuriyet zamanında Batı’daki bir grup, bir uluslararası güç bir Kürt devleti kurmak için, bölgede, Mezopotamya’da bir Kürt devleti kurmak için büyük gayret içerisine girmiştir. Bu gayret de devam etmiştir. 35’e yakın ayaklanma görülmüştür.”
Dış güçlere atıfta bulunurken bir yandan bölgede yaşananların sosyolojik ve ekonomik arka planını vurguluyor.

Sezgin: Vatandaşlarımız suç işlediklerini hissediyorsa...

Sezgin, “Eğer bir ülkede bütünüyle demokrasiyi geliştirememişseniz, parlamenter bir demokratik rejim yaratılmamışsa ve ülkede gelir dağılımı bozuk ise, işsizlik, yolsuzluk, eğitimsizlik varsa, bir de bunun üzerine eklenen yılların ötesinden gelen bir takım hataların meydana getirdiği yanlışlar varsa bunlar zaman içerisinde kabarıyor” diye özetliyor sorunun kaynağını.
Sezgin aynı zamanda 12 Eylül’ün “özellikle Güneydoğu illerinde, Diyarbakır ve diğer illerimizde bölge halkında bir sıkıntı, bir üzüntü bir telaş, bir korku meydana getirdiğini” vurguluyor.
Bakanlığa başladığı ilk gün ise evinde yaptığı bir açıklamada, “Biz yeni iktidar olarak her şeyden önce vatandaşlarımızın kendilerini bir suç işlediklerini hissediyorlarsa, mutlaka namuslu, onurlu Türk yargısına müracaat etmeleri gerektiğini ve tekrar namuslu Türk vatandaşı olmanın onurunu yaşamalarını istediğimizi söyledik. Biz onur mücadelesi vermelerini istiyoruz dedik” dediğini aktarıyor.
Sezgin ile söyleşimizin devamı şöyle:
1990’lar faili meçhuller ile anılıyor. Açılmış davalar var. O yıllarda ne oldu?
1994 senesinden itibaren birtakım olaylar meydana geldi. 1994 senesinden evvel de olaylar meydana geldi. Birtakım ölümler, öldürmeler oldu. Ve hapis etmeler oldu. Bir nevi bir mücadele oldu. Bugün adlandırıldığı şekilde, bazı vatandaşlarımız öldürüldü. Ve bir mücadele veriyorduk. Bu mücadelede değişik yöntemler de kullanıldı. Benim inancıma göre Türkiye o dönemde, o söylediğim dönemde Çiller hükümetinin kurulduğu zamanda işi daha önemle ele almak istedi. Polisi, jandarmayı daha ziyade dahil etmek istedi. Dışarıdan birtakım kimseleri de görevlendirdi. Yani devlet, kendi görevlerini, devlet görevlisi olmayan birtakım kişilere yaptırmak istedi.

'Gerekli kişileri ortadan kaldırmanın yollarını aradılar'

Ne gibi şeyler?
Şu mesela, Ahmet bey var, o işleri iyi organize ediyor, ondan istifade edelim. Tıpkı 12 Eylül askeri idaresinin Ermenilere karşı mücadelede yurtdışında yaptırdığı mücadele gibi. Ben şahsen devlet görevlisi olmayan kişilerin devlet görevini bu şekilde yapmasının doğru olduğuna inanmıyorum.
O kişiler ne yaptılar?
Sen başta söyledin ne yaptıklarını. Devletin yapması gereken istihbaratı onlar yaptı bir yerde. Bir yerde de gerekli kişileri kışkırttı. Bir yerde de gerekli kişileri ortadan kaldırmanın yollarını aradı. Bir kısmı da birbirini tahrik eder duruma geldi. O dönemde de Diyarbakır’da bir ikinci grup türedi. PKK’nın karşısında. Onlar da daha ziyade dinsel bir gruptu. Onlar da daimi olarak PKK ile mücadele içerisindeydi.
Hizbullah mı?
[İsmi teyit etmeden devam ediyor] Bakıyorduk, adamı nasıl öldürdüklerine. Şimdi Hüda-Par var ya ona yakın. Devlet onlara da göz yumdu. Bir yerde bunları devlet olma mecburiyetinden, halkın bu konu nedeniyle büyük derecede sıkıntıya düştüğünden, bunu ortadan kaldırılmasını istediğinden kaynaklandı. Bu iyi niyetle yapılmıştır. Ama benim devlet anlayışımda, ben olsam bunu düşünmezdim.
O döneme yönelik en büyük eleştirilerden biri devletin PKK ile bölgedeki halkı aynı kefeye koyduğu. Böyle mi oldu?
Devletin PKK’nın dışında mücadele ettiği veya mücadele gereği duyduğu bir güç, bir ortam yoktu. Bu belirli bir zamanda büyüdü. Bu olay büyüyünce devlet tedbir almak zorunda kaldı. Devlet bu ortamda aldığı tedbirler arasında olayı bir an önce ortadan kaldırmak için ve o güne kadar görülmemiş birtakım hareketler yapabiliyor. Zaten derin devlet dediğiniz bu oluyor.

'Yasaya uygun olanıyla, olmayanıyla ulusun birliğini...'

Derin devlet neydi?
Derin devlet diye bir kurul yok, böyle bir şey yok. Ama öyle olaylar oluyor ki, bunu devlet yapmaz bunu devlet dışı yapmıştır deniyor. Buna derin devlet deniyor. Daha sonra gelen partiler bu derin devlet olayını inceledikleri zaman bunun böyle olmadığını gördüler. Bütün cumhuriyet hükümetleri 1980’lerin sonundan 2000’e kadar gayet ciddi davrandılar, olağanüstü davrandılar. Hata yapmadılar mı, hata da yaptılar, yanlışlar da yapıldı ama iyi niyetliydi. Bir an önce ülkeyi tedirginlikten kurtarmak, ülkeyi sıkıntıdan kurtarmak amacını taşıyordu. Bu da bu iktidarın, bu partinin iktidara geldiği anda hemen hemen sıfır noktasına gelmek üzereydi. Nedense o arada birtakım uluslararası güçler, başta AB ülkeleri insan haklarına saygı inancı vatandaşlara olan sevgi, saygı, inanç münasebetiyle PKK denen örgüt ile tekrar temas etmek suretiyle bununla bir anlaşmaya giderek bu yok edilmek istendi.
Bu dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
4-5 defa çözüm süreçleri oldu. Çözüm süreçlerinin bir anlamı yok. Çünkü ne yaptığı hükümet, o çözüm süreçlerinde söylediği hiçbir şeyi meydana getiremedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan da yürekli adamdı, cesur adamdı. İstese yapabilirdi. Ama bir yerde bunlar bir gösterişten ibaret kaldı. Bir tiyatrolar oynandı. Mahkemeler kuruldu. Ve bu arada da şehitler olması, anneler ölüm beklemesin, bilmem ne yapmasın diye başladı. Şimdi daha çok ölüyor. Benim siyasette bulunduğum andaki zamanda ölenler, yaralananlar ile şimdikiler arasında büyük fark yok şimdi. Özellikle şunu söyleyebilirim 90’lı yıllarda iyisiyle kötüsüyle, eğrisiyle doğrusuyla, yasaya uygun olanıyla olmayanıyla ulusun birliğini, devletin tekliğini, ülkenin bütünlüğünü sağlamak için, bütün bu ülke insanlarını aynı bayrak altında aynı düşünceyle ve aynı değer yargılarıyla, aynı milli arzularla, birbirlerini severek sayarak, daha ileri gitmeyi ve insanlarımız arasındaki dengesizliği ortadan kaldırmayı isteyen bir gönül birliği. Arada yanlışlar yapılmadı mı, söyledim, yapıldı. Ama o yapılan yanlışlar, eğer yanlış ise onlar, bugünkülerden çok daha küçüktü. Ne yaptığını bilmeyen bir grup var. Ne yapacaklarını bilmiyorsunuz. Her gün böyle bu. Meseleyi benim kişisel kanıma göre, inanarak söyledim, bu ölçüler içerisinde 1990’ları değerlendirmek lazım. 90’ları değerlendirelim diyenler şimdi daha ziyade demokrasi olduğunu söyleyebilirler mi? 1993’ün çok kötü olduğunu söyleyenler bugünkü ortamın 90’dan daha iyi olduğunu söyleyebilirler mi?

Image copyrightcumhuriyet
Image caption18 Ağustos 1992 tarihli Cumhuriyet gazetesi kupürü

18 Ağustos 1992 Şırnak: 'Karşılıklı bir hata'

Sizin İçişleri Bakanı olduğunuz dönemde 18 Temmuz 1992’de Şırnak’ta yaşananlardan sonra “tam bir isyan” demiştiniz ve PKK’ya işaret etmiştiniz. Şırnak’ta ne oldu?
O olaydan sonra ben üç defa Şırnak’a gittim. Tek başıma dolaştım Şırnak sokaklarında. Herkesten ilgi gördüm. O anda dahi bir hatamız varmış. Gördüm hatayı. Kent merkezinin hemen üstünde de askeri birlik var. Hemen hemen her gün askeri birlik ile kent merkezi arasında birbirlerine karşı silah atıyorlar. Ve ben gittiğimde bunu gördüm. Dedim ki bunu önlemek lazım. Şırnak halkı o tarihte devletine bağlı olan bir halktı. Cumhuriyet’e inanan bir halktı. O arada askerin oradaki tutumu maalesef iyi sonuç vermedi. Ondan yıllar sonra [1998 yılı] ben Milli Savunma Bakanı, Başbakan Yardımcısı olarak Şırnak’a gittim. Bir Nevruz günü. Orada ateşin üzerinden atladık, vali ile. Çok enteresan, kentin ileri gelenlerinden biri geldi. Büyük bir kağıt getirdi. İşittik ki buranın tümen komutanı şunu alıyormuşsunuz. Onun muhterem eşi Şırnak’taki bütün sosyal olaylara yardım eder, öncülük yapar. Çok rica ediyoruz tümen komutanımız sayın şu, alınmasın, burada kalsın. Zihniyeti görebiliyor musun? Beş senede iyi askerle, askerin iyi tutumuyla askerin vatandaşla ilişkisiyle fevkalade iyi geçiniyorsunuz.
Önceden nasıldı?
Daha evvel biz Şırnak’a gittiğimiz zaman kimse bizi karşılamazdı. Helikopterle giderdik, askerler karşılardı bizi. Sonra yüzlerce kişinin karşıladığını gördüm. Şunu söylemek istiyorum, vatandaşa yapacağınız müdahale, vatandaşa yapacağınız muamele, sevgi saygı, her şeyin ötesinde. O iyi olduğu takdirde, o kendini devletin bir ferdi olarak gördüğü, devletin de onu ferdi olarak gördüğü takdirde hiçbir şey olması mümkün değildir.
Şırnak’ta ne oldu?
Olaylardan sonra ben evleri dolaştım. Evlerdeki kurşun izlerini gördüm. Bu tamamen bir yanlış anlamanın verdiği bir yanıltma. Birtakım kışkırtma sonucu meydana geldiği, çok büyük bir sebebi olmadığı da ortaya çıktı. Bu gibi şeyler ondan sonra da devam edegeldi.
Şırnak’taki askerin yaptığı bir hata mı?
Karşılıklı bir hata.




10 Eylül 2015 Perşembe

TÜRKİYE, KUZEY IRAK VE KÜRTLER BÖLÜM 6




TÜRKİYE, KUZEY IRAK VE KÜRTLER BÖLÜM 6


3.3 PKK, Irak Kürtleri ve Türkiye 


KDP 1987’de KYB de Körfez Savaşı ile birlikte PKK’ya verdikleri desteği çekmiş ve Türkiye’nin yanında yeni bir politik çizgi izlemeye başlamışlardı. 1992’ye gelindiğinde ise Kuzey Irak’taki Kürt örgütlerinin PKK ile arası bir hayli açılırken, bu örgütler Ankara ile gelişen ilişkilerini derinleştirme yoluna gitmiştir. Bu doğrultuda 9 Ocak 1992 tarihinde KDP’nin özel temsilcisi Sefin Dizayi Ankara’ya gelerek Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin ile görüşmüştür. Dizayi, bu görüşme sırasında yeni Türk hükümeti ile ilişki içinde bulunmak istediklerini, PKK’ya karşı olduklarını ve topraklarında bu örgüte yer vermeyeceklerini belirtmiştir. 
Öte yandan Demirel’le görüşen Barzani ve Talabani de PKK’dan Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesi’ndeki eylemlerine son vermesini aksi takdirde Kuzey Irak’tan çıkarılacağı uyarısında bulunmuştur (Özdağ, 2008: 95). Bu gelişmelerin devamındaysa Ocak 1992’de Irak Kürt Cephesi’nin yayımladığı bir uyarıda PKK’nın “Türkiye’ye karşı eylemlerini durdurmaması halinde, bölgeden çıkarılacağını” ilan etmesi PKK ile Kuzey Irak’taki iki Kürt grup arasındaki ilişkileri bütünüyle sona erdirmiştir (Gunter, 1993: 306). 

Bunun üzerine PKK Kuzey Irak’ta Kürdistan Özgürlük Partisi’ni (Partiya Azadiya Kurdistan, PAK) kardeş örgüt ilan etmiş ve bu örgüt üzerinden KDP ve KYB’ye karşı mücadeleye başlamıştır. KDP’den ayrılan Sadık Ömer PAK’ın saflarına katılınca 1992 yazında Dohuk’ta bir suikast sonucu öldürülmüş ve suikastın faili olarak KDP’yi suçlayan PKK, 

Sami Kohen, “Sözler Şimdi Açık”, Milliyet, 11 Kasım 1998, s. 20 

Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği 

KDP’den Mehmet Şefik ve 3 arkadaşını bir roket saldırısıyla öldürmüştür. 1992’nin Haziran ve Temmuz ayları boyunca KDP güçleri PKK’nın kuzeydeki kamplarını bombalamanın yanı sıra PAK’ın üst düzey isimlerini de tutuklamıştır. KDP’nin saldırılarına askeri temelde cevap veremeyen PKK, 24 Temmuz 1992’de Irak’ın Türkiye sınırında ticari geçişlere sınırlandırma getirerek Kuzey Irak üzerinde ekonomik bir ambargo uygulamaya başlamış ve bu ambargo Mesut Barzani’nin ifadeleriyle Kürdistan’daki mevcut durumu ve deneyimi tehlikeye atmaya başlamıştır (Gunter, 1993: 307). 
Bunun üzerine 4 Ekim 1992’de Irak Kürdistan’ına bağlı 6,000 peşmerge yaklaşık 5,000 civarındaki PKK militanlarına yönelik kapsamlı bir saldırı başlatmıştır. Türkiye’nin de kısa süre sonra çatışmaya dâhil olmasıyla PKK ağır kayıplar vermeye başlamış ve Irak Kürtlerine teslim olmuştur. Iraklı Kürtler kendilerine teslim olan PKK’lıları Türkiye’ye teslim etmeseler de PKK’nın Kuzey Irak’ı kendilerinin rızası dışında kullanması konusuna önemli sınırlandırmalar getirmiştir (Gunter, 1993: 308). 

Öte yandan aynı dönem Kuzey Irak’ta operasyonlar yapan Çekiç Güç’ün PKK ile iletişime geçmesi ve Irak’taki kargaşanın devam etmesi, Barzani’yi ve Talabani’yi Türkiye’ye yakınlaşmaya itmiştir. Talabani 8 Mart 1991’de MİT Müsteşarı Orgeneral Teoman Koman ve Dışişleri Müsteşarı Tugay Özçeri ile görüşmüştür. Bu görüşmeye paralel olarak Barzani ve Talabani, PKK’yı git gide daha sert bir dille eleştirmeye başlamışlardır. Talabani, Turgut 
Özal ile görüş ayrılıkları bulunmadığını, Özal’ın federatif yapıdan yana olduğunu ve bunun da Kürdistan’ın özerkliği anlamına geldiğini söylemiştir. Öte yandan 8 Haziran’daki Türkiye ziyaretinde de KDP’nin ve KYB’nin Türkiye’de temsilcilik açmak istediğini belirtmiştir (Özdağ, 2008: 87-88). 

Bölgede otonom bir yapı oluşturmak isteyen KDP ve KYB’nin Türkiye ile yakın ilişki kurması, Türkiye’yi bölgede önemli bir güç olarak gördükleri ve PKK’nın eylemlerini sınırlandırarak bu gücü arkalarına almak istedikleri şeklinde yorumlanmıştır (Oran, 2005: 554-558). 

Kürdistani Cephe’nin Türkiye ile yakın ilişki içinde olması 

Kürt Federe Devleti içinde kendine ait bir alan oluşturmaya çalışan PKK’yı rahatsız etmiş ve PKK, KDP’yi Türkiye ile işbirliği yaparak Büyük Kürdistan idealine ihanet etmekle suçlamıştır. Bu süreçte PKK lideri Abdullah Öcalan, KDP’yi Türkiye’nin çıkarları için çalışmakta olan bir örgüt ve yok edilmesi gereken bir iç sorun olarak tanımlamıştır (Gunter, 1996: 56). 

KDP’nin ve KYB’nin bu çabası Türkiye için de elverişliydi. Zira aynı dönemde PKK’nın sınır karakollarına yaptığı saldırılar ve asker ölümleri artmış ve Ankara, bir yandan Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon yaparken diğer yandan da Kuzey Irak’taki diğer Kürt gruplarıyla birlikte hareket edecek bir istihbarat şebekesi kurmuştur. Bu dönemde KYB-KDP-Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesinin en önemli göstergesi Ankara’nın, Kürdistani Cephe’nin kontrolüne giren Süleymaniye ve Erbil’e yönelik Saddam’ın uyguladığı ambargoyu desteklememesi olmuştur. Ankara’nın bu tavrı Kürdistani Cephe ile siyasi ve askeri ilişkilerini geliştirmesini sağlamıştır. Bunun neticesinde de Kürdistani Cephe, 7 Ekim 1991’de, PKK’ya karşı silahlı bir mücadele başlatma niyetini açıkça dile getirmeye başlamıştır (Özdağ, 2008: 92-93). 

1992 yılına gelindiğinde ise PKK gerek kuzeyden gerekse güneyden ciddi bir kuşatma altında kalmış ve bir yandan Türk ordusunun operasyonları bir yandan da KDP ve bölge aşiretleri ile yaşadığı sorunlar PKK’yı zor durumda bırakmıştır. KDP ile PKK arasında uzun süredir devam eden propaganda savaşı 1992 yazında yerini gerçek bir çatışmaya bırakmıştır. İki örgüt birbirlerinin kamplarına saldırırken KDP’nin, PKK’nın Kuzey Irak kolu olarak bilinen PAK’ın bir merkezi üyesini tutuklaması gerilimi doruğa çıkartmıştır. Bu arada Türkiye’ye gelen Talabani, Orgeneral Eşref Bitlis ile görüşmüş ve bu görüşmeden KDP, 
KYB ve Türk ordusu işbirliğiyle PKK’ya karşı operasyon kararı çıkmıştır (Özdağ, 2008: 105). 
Buna karşılık PKK da 17 Temmuz’da Kuzey Irak’a yönelik bir ticaret ambargosu 
uygulayacağını açıklamış ve köy basma eylemlerini arttırmıştır (Özdağ, 2007: 83). 
Bu dönemde KDP, KYB ve Ankara arasındaki ilişkiler o kadar düzelmiştir ki Talabani Türkiye’ye yaptığı ziyarette “Bizim için en iyi seçenek Türkiye’ye katılmaktır”7 diyecek kadar ileri gitmiştir. Talabani’nin bu sözlerine ise Demirel “Her zaman Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olacağız” diyerek yanıt vermiştir.8 

Kuzey Irak’ta adım adım devlet olmaya doğru giden Kürdistani Cephe, PKK’nın kendi hukuki durumlarını tehdit edeceğini düşünüyordu. Bu doğrultuda PKK’nın başına buyruk davranması gerekçesiyle KYB ve KDP peşmergeleri birleşerek PKK kamplarına saldırmış ve bu saldırılarda cephe savaşı veren PKK ağır kayıplar vermiştir. Fakat söz konusu çatışmalar sırasında Barzani ve Talabani Türkiye’nin bölgeye operasyon düzenlemesine taraftar olmadıklarını açıklasalar da Türk ordusu 2 Ekim 1992’de sınırı geçerek karadan bir harekat düzenlemiştir. İki gün sonra 4 Ekim’de ise Erbil’de toplanan Kuzey Irak yönetimi, Kuzey Irak’ta federe bir devletin kurulması kararı almışlardır. Aynı toplantıda Barzani bir açıklama 
yaparak PKK’ya karşı olmadıklarını ancak PKK’nın kendi bölgesine çekilmesi gerektiğini söylemiştir (Özdağ, 2008: 110-111). 

Bu çatışmalar sırasında iyice yıpranan PKK, Kürdistani Cephe’den ateşkes istemiş ve 30 Ekim’de Kuzey Irak hükümeti ile PKK arasında anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşma kapsamında PKK, Kuzey Irak’taki tüm elemanlarının Kuzey Irak hükümetine bağlı olduğunu 
kabul etmiştir. Anlaşma ile birlikte Kuzey Irak’taki PKK militanlarının kamplarına giriş çıkışları Kuzey Iraklı peşmerge güçleri tarafından denetlenir olmuştur (Özdağ, 2008: 114115). 
Fakat bu anlaşma çok uzun sürmemiş Kuzey Irak’taki Kürt gruplar arasındaki anlaşmazlık Kürdistani Cephe’yi zayıflatınca Ağustos 1995’te PKK Kuzey Irak’taki manevra alanını daralttığını düşündüğü KDP’ye yönelik bir saldırı gerçekleştirmiş ve bu saldırı Suriye ve İran’ın yanı sıra KYB tarafından da desteklenmiştir. Talabani’ye göre, Türkiye KDP’yi silahlandırmaktaydı ve bu nedenle PKK Türkiye’nin Barzani’ye yönelik desteğini engelleyebilecek önemli bir araçtı (Gunter, 1996: 239). KDP ve KYB arasındaki iç savaşın bölgede yol açtığı güç boşluğunun PKK’ya yarayacağını düşünen Ankara ise, yukarıda da değinildiği 
gibi KDP ve KYB arasında anlaşmaya varılması için diplomatik çabalarını hızlandırmıştır. 

Türkiye’nin KDP ve KYB arasında anlaşmaya varılmasına yönelik diplomatik girişimleri devam ederken, KDP ile savaşında ağır kayıplar veren PKK 1996 yılına KDP ile ateşkes imzalamış bir şekilde girmiştir. KDP açısından böyle bir anlaşmayı imzalamasının en önemli sebebi Türkiye’den istediği ağır silahları alamamasıydı. Üstelik KDP de tıpkı PKK gibi bu çatışmalarda çok ağır kayıplar vermiş ve neticesinde 10 Aralık 1995’te taraflar arasında ateşkes imzalanmıştır (Özdağ, 2008: 177-178). KDP’nin güç kaybetmesini gerekçe göstererek 1995 yılında bölgeye yönelik askeri bir müdahalede bulunması (Charountaki, 2012: 188-9) 

7 Rafet Ballı, “Kardeşliğimizin İlerlemesini İstiyoruz”, Milliyet, 11 Haziran 1991, s. 14. 
8 Rafet Ballı, “Kardeşliğimizin İlerlemesini İstiyoruz”, Milliyet, 11 Haziran 1991, s. 14. 

Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği 



2003 IRAK İşgalinin Ardından Kürdistan Bölgesel Yönetimi






Kuzey Irak’taki PKK Kampları 




PKK açısından iki cephede birden savaşmak anlamına geliyordu. Bunun yanı 
sıra Türkiye’nin diplomatik görüşmeler yoluyla KYB’yi ikna etme çabaları kısmi bir sonuç vermiş ve Kuzey Irak’ta kendi tabanının yavaş yavaş PKK’ya kaymaya başladığını fark eden KYB, PKK’ya mesafe koymaya başlamıştı (Özdağ, 2008: 218). Bu gelişmeler de PKK’yı KDP ile ateşkese götüren temel motivasyonlar olmuştur. 

3.4 Türkiye ve Sınır Ötesi Operasyonlar 

ABD’nin Körfez Savaşı hazırlıkları yaptığı tarihlerde Türkiye’de de PKK’nın bölgede güçlenmesine engel olabilmek için Kuzey Irak’ın işgal edilmesinin tartışılması Ankara ve Kuzey Irak arasında önemli bir gerginlik nedeni olmuştur. Bu tartışmaya Kuzey Irak’taki Kürt örgütlerin tepkisi sert olmuş ve Talabani, Türkiye’nin Kuzey Irak’a girdiği takdirde büyük bir Kürt direnişi ile karşılaşacağını açıklamıştır (Özdağ, 2008: 75-76). Fakat Mart 1991’de 
dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın inisiyatifinde Celal Talabani ve Mesut Barzani’yi temsilen bir kişinin Ankara’ya gizli bir ziyaret gerçekleştirmesi Türkiye’nin o güne kadar izlediği Kuzey Irak Kürtleri ile bağlantı kurmama politikasını sona erdirmiştir. Mahmut Bali Aykan’a göre bu davetin arkasında yatan düşünce şu motivasyonlara dayanıyordu: 
Kuzey Irak’taki gelişmelere ilişkin ilk elden bilgi edinmek, bağımsız bir Kürt devleti kurulmaması için Kürtleri bir nevi ikna edecek şekilde buradaki gelişmelerde söz sahibi olmak ve Kuzey Irak’taki PKK üslerine düzenlenen operasyonları normalleştirmek için PKK’yı diğer Kürt guruplardan izole etmek (Aykan, 1996: 347). 
Körfez Savaşı sonrası koşulların şekillendirdiği Kuzey Irak’a yönelik bu yeni yaklaşım en açık ifadesini Turgut Özal’ın açıklamalarında bulmuştur: “Açıkça ortaya konulmalıdır ki, Irak’ın Kürt bölgesinde yaşayanlar Türk vatandaşları nın akrabalarıdır. Bu yüzden sınırlar bir ölçüde yapay olan sınırlar aynı halkı iki kesime bölmüştür” (Gunter, 1993: 302). 

Özal bu ifadeleri Aralık 1991’de kullanmıştı ve bu yaklaşım Özal’ın ölümüne kadar geçen dönemde Türkiye’nin Kuzey Irak politikasını belirleyen 
temel dili oluşturmuştur. Özal cumhurbaşkanı olup başbakanlığa Süleyman Demirel geldiğinde de bu politika değişmemiş ve Demirel Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılması tartışmaları sırasında Saddam Hüseyin’e karşı kuzeydeki Kürtleri korumanın Türkiye’nin sorumluluğunda olduğunu belirttikten sonra “Yeni bir Halepçe’yi göz yumamayız” ifadelerini kullanmıştır (Gunter, 1993: 303). 

Kuzey Irak’ta Kürt örgütlerin kendi arasında mücadelesi devam ederken Türkiye, 1988’de durdurduğu askeri operasyonlarına tekrar başlamış, Nisan 1991’de bir kere daha havadan ve karadan Kuzey Irak’a girmiş ve buradaki PKK kamplarını hedef almıştır. Bu operasyon Türk ordusunun Kuzey Irak’taki iktidar mücadelesinde kendini hatırlatması şeklinde yorumlanmıştır. Zira Kuzey Irak’ta iktidar boşluğu yaşanmaya başladığı andan itibaren Türkiye hem bölgesel hem de uluslararası düzeyde Kuzey Irak’ta kurulması muhtemel bir Kürt devletine ya da Kürt örgütlerinin petrol bölgelerinde hakim konuma geçmelerine hiçbir şekilde müsamaha göstermeyeceğini ifade etmiştir (Özdağ, 2008: 77-79). 
Irak yönetimi ise Kürt Devleti iddialarını elçilikler aracılığıyla yalanlayarak Kuzey Irak’taki hareketlenmeyi, devlete karşı ayaklanma olarak nitelemiş ve ordu güçlerinin en kısa sürede ayaklanmayı bastıracağını belirtmiştir.9 

Körfez Savaşı ve ardından 36’ncı enlemin kuzeyindeki Kuzey Irak topraklarının uçuşa yasak bölge ilan edilmesi gibi gelişmeler bölgede ciddi bir güç boşluğu doğurmuşve bu güç boşluğundan yararlanan PKK’ya manevra kabiliyetini güçlendirmiştir. PKK yine Körfez Savaşı’ndan kalan ağır silahlarla elde ettiği silah gücünden de yararlanarak Türkiye-Irak sınırındaki Türk Jandarma karakollarına sayıları 500’e kadar yükselen gruplarla etkin saldırılar düzenlemeye başlamıştır. PKK’nın amacı, Türkiye sınırında kurtarılmış bölgeler oluşturmak için sınır karakollarındaki Türk askeri varlığını zayıf düşürmekti. 1930’larda inşa edilmiş ve daha çok vadi yolunu izleyerek kaçakçılık yapanları düzenli olarak gözetleme amacı taşıyan bu karakollarda ağır kayıplar verilmiştir. PKK’nın sınır karakollarına yaptığı saldırılardan en fazla ses getireni Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde bulunan Samanlı karakoluna yapılan ve 9 erin öldürüldüğü, 7 erin de PKK tarafından kaçırıldığı saldırı olmuştur. Saldırının ardından 5 Ağustos 1991’de Batman, Diyarbakır ve Malatya’dan havalanan savaş uçakları Durji Vadisi ve Hakurk kampını bombalamıştır. Bu operasyona paralel olarak karadan da 
komandolar Kuzey Irak’a girerek 14 gün süren bir operasyon yapmışlardır (Özdağ, 2008: 90). 
Bu operasyonlarda 24 PKK kampı hedef alınmış ve genelkurmay Başkanlığı’nın resmi açıklamasına göre operasyon derinliğinin 8-10 km olduğu belirtilmiştir (Kısacık, 2007: 57). 

1992’ye gelindiğinde PKK gerek Türkiye içlerinde gerekse de Kuzey Irak’ta ayaklanma hazırlığına başlamıştır. Öcalan’ın çerçevesini belirlediği ayaklanma stratejisine göre Türkiye içinde ve sınırda yoğun silahlı eylemler başlayacak, bir yandan da halk ayaklanması sağlanacak ve böylelikle de Türkiye içlerinde kurtarılmış bölgeler oluşturulacaktır (Öcalan, 2010). PKK’nın ayaklanma hazırlığında olduğu istihbaratını alan Türk ordusu 1 Mart 1992’de Kuzey Irak’ı bombalamıştır. 


2003 İŞGAL SONRASI Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Parlamento Seçimlerinde Partilerin Aldığı Oylar



 2010 SONRASI Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Parlamento Seçimlerinde Partilerin Aldığı Oylar



Nur Batur, “Ankara-Bağdat İlişkileri Gergin, Jetlerimiz Emir Bekliyor”, Milliyet, 5 Nisan 1991, s.17. 

Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği 

Bu operasyonu 10 Mart’ta ikincisi 25 Mart’ta da üçüncüsü izlemiştir. Bu operasyonlardan etkin bir sonuç alamayan Ankara, özellikle Şam yönetimi ile diplomatik görüşmelere başlayarak Suriye’yi PKK’nın en büyük kamplarının yer aldığı Bekaa Vadisi’ndeki kamplarını boşaltması açıklamasını yapmaya ikna etmiştir (Oran, 2005: 556). 
Bu diplomatik hamlelerin ardından Türk ordusu 6 Mayıs 1992’de kapsamlı bir kara operasyonu başlatmıştır. Türk birliklerinin bir kısmı Metina ve Zap bölgelerine saldırırken diğer birlikler de Şemdinli’den Kuzey Irak’a girmişlerdir. PKK, bu operasyona 15 Mayıs’ta Taşdelen sınır karakoluna yaptığı saldırı ile yanıt vermiştir. Buradaki çatışmalara da kobra helikopterleri ile müdahale edilmiş ve 50 PKK’lı militan öldürülmüştür.10 

Öcalan’ın 1992 yılını isyan yılına çevirme politikası bu operasyonlara rağmen kaldığı yerden devam etmiştir. Bu amaçla Öcalan, Türk askeri varlığının daha az olduğunu düşündüğü Şırnak’ı işgal edip kurtarılmış bölge oluşturmayı hedeflemiştir (Öcalan, 2010). Bu amaçla 18 Ağustos’ta 1500 militanı ile Şırnak’ı ele geçirmeye çalışan örgüt iki gün süren çatışmaların ardından geri çekilmek zorunda kalmıştır. Şırnak baskınından hemen sonra Türk Ordusu Cudi ve Gabar’a karadan ve havadan operasyon düzenlemiştir.11 Türkiye-İran 
sınırını geçerek geldiği tespit edilen militanlarla ilgili olarak İran’a nota verilmiştir. İki ülke arasında karşılıklı sert açıklamaların ardından İçişleri Bakanı İsmet Sezgin İran’ı ziyaret etmiş ve iki ülke arasında 19 Eylül 1992’de Güvenlik ve İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. Öte yandan Şırnak’ta ağır bir darbe alan PKK sınır karakollarına saldırılarına devam etmiş ve Alan karakoluna yapılan saldırı sonucunda 20 asker yaşamını yitirmiştir. Bu baskına cevap olarak Türk ordusu 1 Eylül’de Kuzey Irak’a Deştan’dan girmiş ve 10 km ilerleyerek PKK kamplarını bombalamıştır. Aynı gün Ankara da Barzani ve Talabani’den PKK’nın Kuzey Irak’ı üs olarak kullanmayacağına dair taahhüt almıştır (Özdağ, 2008: 108). 

Türkiye’nin gerek İran ve Suriye düzleminde yürüttüğü diplomatik girişimler gerekse KDP ve KYB’nin PKK’ya mesafe almaları ve gerekse Kuzey Irak’a yönelik düzenlenen küçük çaplı sınır ötesi operasyonlar PKK’nın Kuzey Irak’ta ciddi bir güç olmasının önüne geçememiştir. Bu durum daha sonra Emekli Korgeneral Hasan Kundakçı tarafından şu ifadelerle ortaya konmuştur: “Türk-Irak sınırının güneyinde, müthiş geniş, mükemmel bir kurtarılmış bölge yarattılar. İçinde rahat rahat eğitim yapma olanağı buldular, içinde rahat rahat lojistik tesislerini geliştirme olanağı buldular, içinde rahat rahat çalışma olanağı buldular. 
Her yönden çalışma olanağı buldular” (Bila, 2007: 134). Bu açmazdan çıkmak isteyen ve PKK’nın isyan politikası karşısında ciddi kayıplar veren Ankara çareyi kapsamlı bir sınır ötesi operasyon gerçekleştirmekte bulmuştur. Bu bağlamda PKK’nın Kürdistani Cephe ile savaş yürüttüğü bir sırada Türk ordusu 12 Ekim 1992’de ağır hava koşullarına rağmen 50 bin kişilik bir güçle Kuzey Irak’a girmiştir (Bila, 2007: 69). 
Bu operasyon sonucunda 1551 PKK militanı ölürken 1232 militan da yaralanmıştır. Türkiye tarafındaysa 1 subay, 3 astsubay, 22 erbaş ve er, 2 köy korucusu hayatını kaybetmiştir (Özdağ, 2008: 114-115). 

PKK’nın aldığı bu ağır yenilgiyi bir ileri aşamaya taşımak isteyen Ankara, Kürdistani Cephe ile görüşmelere başlamıştır. Bu çerçevede 12 Kasım 1992’de Jandarma Genel Komutanı, Barzani ve Talabani bir araya gelmiş ve sınır güvenliğinin sağlanması için ortak sınır karakolları oluşturulması kararı alarak Şemdinli Mutabakatları’nı imzalamışlardır. Buna göre 

10 “TSK Başıbozuk Müessese Değildir”, Milliyet, 24 Eylül 1992, s. 20. 
11 “Şırnak’ta Gece Baskını”, Milliyet, 20 Ağustos 1992, s. 17. 

Türkiye karakollar inşa edecek peşmergeler de bu karakollara yerleşecektir (Bila, 2007: 92). Bunun üzerine Abdullah Öcalan 20 Mart 1993’te bir basın toplantısı yaparak tek taraflı ateşkes ilan etmiş ancak bu ateşkesin siyasi değil taktik gereği olduğu iki ay sonra Bingöl’de 35 askerin öldürüldüğü saldırıyla anlaşılmıştır (Özdağ, 2008: 122-125). 

Kuzey Irak’taki manevra kabiliyetini yeniden restore etmek isteyen PKK, Kürdistani Cephe içinde yaşanan ayrışmayı fırsat olarak değerlendirmiştir. PKK’nın Kuzey Irak’a yerleşme çabalarını engellemek isteyen Türk Ordusu, Kuzey Irak’a 8 Haziran 1993’te küçük bir operasyon düzenlemiştir. PKK’nın sınır karakollarına yaptığı saldırıların artmasıyla operasyonun kapsamı genişletilmiş, karadan ve havadan operasyon yapılmıştır. Bu operasyonlarda 250 PKK militanı öldürülmüştür. Yaz ayları boyunca başka operasyon olmazken sırasıyla 
1-8 Ekim’de, Kasım ayında ve 13 Aralık’ta PKK’nın Türkiye içindeki saldırılarına karşılık olarak çeşitli sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirilmiştir (Özdağ, 2008: 128-131). Fakat bu operasyonlar 1992’deki operasyon kadar etkili olmamış ve PKK Kuzey Irak’taki etkinliğini artırmaya devam etmiştir. Bu nedenle sınır ötesi operasyonlar 1994 yılında dasık aralıklarla devam etmiştir. İlk sınır ötesi operasyon 28 Ocak’ta gerçekleştirilmiş ve 3 PKK’lı öldürülmüştür. 
Bu operasyondan yaklaşık bir ay sonra 27-28 Ocak-3 Şubat 1994 tarihlerinde de Kuzey Irak’ın Alandüzü bölgesinde PKK kamplarına yönelik operasyon düzenlenmiştir. Bu operasyondan üç gün sonra 6 Şubat’ta ve 21 Mart’ta Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik hava operasyonları devam etmiş, bu operasyonlarda 31 PKK’lı öldürülmüş 38 PKK’lı de yaralı olarak ele geçirilmiştir (Özdağ, 2008: 145-146). 

Türk ordusunun Kuzey Irak’ta PKK kamplarına yönelik Mart ayında başlayan operasyonları Temmuz ayına kadar devam etmiş ve kapsamı da git gide genişlemiştir. Kaynaklara Çelik 1 Harekatı olarak geçen operasyonun sonucunda PKK “girilmez” ilan ettiği eylem alanlarını terk etmek zorunda kalmıştır (Özdağ, 2008: 148). 


Belli Başlı PKK Kampları 



7 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEK