25 Mart 2017 Cumartesi

Ulusal Sorun mu? Etnik Sorun mu?




Ulusal Sorun mu? Etnik Sorun mu?




Gökçe Fırat


İmparatorluklara ne oldu?,

1500’lü yılların hemen başında, dünya haritası bugünkünden oldukça farklıydı. Dünyanın bir tarafı büyük imparatorluk toprakları ile, çok ufak bir bölümü ise yüzlerce prenslikle kaplanmıştı.
Enteresandır, bugün iki yüz ülkenin yeraldığı dünyada, o zamanlar, bunun ancak %20’si kadar devlet bulunuyordu.
Avrupa prensliklerinin hemen doğusunda, Rus imparatorluğu, Osmanlı imparatorluğu, Çin imparatorluğu, Hint İmparatorluğu, Safevi imparatorluğu; Afrika kıtasında iki büyük imparatorluk Mali ve Songay İmparatorlukları, Amerika kıtasında ise, Aztek ve İnka İmparatorlukları vardı.
Sadece Almanya, Fransa ve İtalya’nın bulunduğu coğrafyada 150 prenslik vardı, toplam prenslik sayısı 500’ü buluyordu. Bugün ise, Avrupa’daki, yüzlerce prenslik yerini 40 ülkeye bırakmış durumda.
Avrupa dışında kalan büyük imparatorlukların yerinde ise Asya’da 68, Afiraka’da 55, Amerika’da 45 devlet kurulmuş durumda.
Avrupa’da ülkeler AB çatısı altında birleşmeye devam ederken, dünyanın geri kalanında sürekli yeni devletler kuruluyor. Son yirmi yılda kurulan devlet sayısı 50!
Hali hazırda kendi ayrı devletini kurmak için mücadele yürüten onlarca ayrılıkçı hareket var. Bir yirmi yıl sonra, yeryüzündeki devlet sayısının 300’ü bulması bekleniyor!

Avrupa’da Birleşme, Geri Kalan Dünyada Bölünme,

Dünyamızın bu tablosunun, tek bir açıklaması olabilir, Avrupa merkezinde başlayan birleşme eğilimi, dünyanın geri kalanına parçalanma olarak yansımıştır.
Bunun doğal bir süreç olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Avrupa dışı dünyada bu kadar ülkenin ortaya çıkışı, ancak Avrupalılarla karşılaşmadan sonra ortaya meydana gelmiştir. Yeryüzündeki devletlerin yarısı ise sadece son yüzyılda kurulmuştur.
Burada ya Avrupalılarla karşılaşan Amerika, Asya ve Afrika halklarının, birden bire uluslaşma ve ayrı devletler kurma gereği duyduklarını iddia edeceğiz, ya da Avrupalıların bu ayrı devletletler kurmayı bizzat yarattığını.

Ulusal Sorunun Ortaya Çıkışı,

Burada, Avrupalılarla karşılaşmanın adını da ortaya koyalım: Sömürgeleşme. Dolayısıyla bugünkü devletlerin yapısı ve oluşumları ancak bu sömürgecilik olgusu ile birlikte analiz edilebilir.
Sömürgeciliğin ortaya çıkışı, Avrupa dışı uluslarda kendini savunmaya ve ulusal hareketlere yol açmıştır.
Milliyetçilik, iddia edildiği gibi Batı Avrupa’da değil, Batı Avrupalılarla karşılaşan, onların sömürgeci saldırısına maruz kalan ezilen dünyada ortaya çıkmıştır.
Milliyetçi tepkiyi ortaya çıkaran Avrupa sömürgeciliğidir, sömürgecilik ilerledikçe, milli kurtuluş hareketleri ortaya çıkar.
Bizim bugün milli sorun, ya da ulusal sorun dediğimiz şey tam da budur: Sömürgeciliğe karşı, ezilen ulusların bağımsızlık mücadelesi.
Bugün kavramlar oldukça karışmıştır. Kavramları kullananlar oldukça farklı yerlerden olaya bakmaktadırlar. O nedenle bu ulusal sorun kavramının ortaya çıkışı üzerinde özellikle durmak gerekir.
Klasik sol literatürde, ulusal sorun olarak bahsedilen, Avrupa içi bazı ulusların bağımsızlık sorunudur. Bunun en bilinen örneği İrlanda sorunudur. Marks, ulusal sorun olarak İrlandalıların İngiliz imparatorluğu tarafından boyunduruk altında tutulmasını koyar.
Aynı dönem aynı İngiltere’nin Osmanlı ve Hindistan’a karşı mücadelesi, oraları işgal etmesi ise, literatüre kapitalizmin gelişmesi, modernleşme terimleri ile girer.
Tarih ilerleyip, Batı Avrupa sömürgeciliği neredeyse tüm dünyayı paylaştığı zamansa, ortada yine bir ulusal sorun yoktur, sorunun adı, pazar paylaşımıdır, hammadde kaynaklarıdır.

Lenin ve Wilson,

1900’lü yıllarda ise, ulusal sorun yeniden gündeme gelir. Getirenlerden bir bölümü zamanın sosyalistleridir. Lenin, ulusal sorunu sömürge sorunu olarak ortaya koyar, sömürgeciliğe karşı da ulusal kurtuluş hareketlerini ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunur.
Aynı dönemde, aynı sorunu ortaya koyan biri daha vardır: ABD Başkanı Wilson. Wilson’a göre de her ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır.
Ancak Wilson’un görüşlerinin iki temel nedeni vardır, birincisi Avrupa zaten dünyayı sömürgeleştirmiştir, dolayısıyla ulusların kaderini tayin hakkı, ABD emperyalizminin Avrupalı sömürgecilere karşı mücadele aracı olacaktır. İkincisi ise, ABD bu sloganla, çok uzak kaldığı ülkeler içinde, kendisine yandaş ‘ulusal’ topluluklar yaratacaktır.
Kısacası hem Avrupa sömürgeciliği engellenecek, hem de ezilen dünya böl-yönet politikası ile ABD’ye açılacaktır.

Yüzyılın Başında Türkiye Örneği,

Bu iki ayrı politikanın, iki ayrı bakış açısının sonuçları birbirinden taban tabana zıt olacaktır. Bunun en güzel örneği Türkiye’dir.

Yüzyılın başında Türkiye emperyalist ülkeler tarafından paylaşılırken, Lenin önderliğindeki Sovyetler, Türkiye’nin emperyalizme karşı kendi kaderini tayin hakkını desteklemiş ve Türk ulusal kurtuluş hareketine destek vermiştir.
Wilson’un ABD’si ise, Türkiye Cumhuriyeti içindeki, Ermeni, Kürt ve Rumların, Türkiye’ye karşı kendi kaderini tayin hakkını desteklemiş ve Türkiye’nin bölünmesini savunmuştur.
Görüldüğü gibi, ulusal meselede iki farklı bakış, bambaşka sonuçlara yol açmaktadır.
Eğer ulusu, ABD Başkanı Wilson gibi, ırka ve etnik kökene dayandırırsanız, ezilen bir ulusun bölünmesini savunursunuz.
Ulusu, aynı topraklar üzerinde yaşayan tüm halk olarak görürseniz, ezilen ulusun emperyalizme karşı birliğini savunursunuz.
Birisi birleştirici ulusçuluktur, diğeri ise ayrılıkçı bölücülük.
Bugün, Türkiye örneği yeniden ortaya serildiği, Sevr yeniden masaya konulduğu için, bu kavramları yeniden incelemenin ve ortaya koymanın büyük önemi var.

Milletin Tarihi,

Ulusçuluk, ulusal kurtuluşçuluk ya da milliyetçilik kavramını biraz daha açıklığa kavuşturalım.
Modern anlamda millet, içinde farklı ‘ırksal’, etnik, dilsel, dinsel kökenlerden halk topluluklarını barındıran, ama tüm bu farklılıkların yüzyıllar içinde, tek bir coğrafyada, birarada yaşayarak, bir medeniyet yaratarak eritildiği, tek bir bütün yaratıldığı halk topluluğuna verilen addır.
Milliyetçilik ise bu milletin, kendi kimliğini, benliğini, geçmişini savunması ve geleceğe yönelik varolma arzusudur.
Dolayısıyla millet ve milliyetçiliği açıklarken, tarih, kültür, medeniyet gibi kavramlar ön plandadır, ırk ve etnisite gibi kavramlar geridedir.
Dahası, millet ve milliyetçilik çok eskiden beri varolan kavramlar olmalarına karşın, ırk ve etnisite, dolayısıyla ırkçılık ve etnikçilik, ancak iki yüz-üç yüzyıllık kavramlardır.
O halde, şu sonuca çok rahatlıkla varabiliriz, insanlar ırk ve etnisite kavramları daha ortada yokken de kendilerini bir millete bağlı olarak tanımlıyorlardı.
Bunun en güzel örneklerinden biri Türk tarihidir. Bilindiği gibi Türk tarihinin yazılı kaynakları bir Türk milletinden, Türk dilinden, Türk kimliğinden bahseder ve bunun korunması çağrısı da yapar. Ama günümüzden 1000 yıl önceki bu kaynaklarda ne ırk ne de etnisite geçer.

Aynı şey mesela Türklerin çok yakın komşusu olan Çinliler için de geçerlidir. Türkler Çinlileri tanımlarken de, Çinliler Türkleri tanımlarken de, tarihe, geçmişe, soya gönderme yaparlar, ama burada da ırka ve etnisiteye gönderme yoktur.,,

Irk Kavramının Ortaya Çıkışı,

Irk kavramının literatüre girişi ise oldukça yakındır. Irkçılığın kurucusu Goibenau teorisini ortaya attığında yıl 1853’tür. Bu ana kadar, hiçbir ulus kendi ulusal kimliğini bir ırka dayandırmıyordu. Bu, bu tarihe kadar ulusların varolmadığı anlamına değil, ulusun öğesi ya da kökeni olarak ırkın olmadığına kanıttır.
Irk teorisinin ortaya atılmasının ikili bir amacı vardır. Birincisi Avrupalı halklar henüz milletleşememişlerdir. Ortak hiç bir yanları da yoktur. Bunları birarada tutmak için bir ırksal köken yaratılır.
Bu, tümüyle uydurmadır çünkü ırka kanıt olacak, ya da ırkları saflıkla ayırdedecek hiçbir ölçüt ortada yoktur. Irk, bu anlamda hayali bir yaratımdır. Avrupalının kimliği de işte bu hayale dayanır. Irk teorisi olmasa ne Batı ne de Batı ulusları olabilirdi.
Irk teorisi ile kendisini kurgulayan ve yaratan Batılı aynı teori ile Avrupa dışı ulusları ırksal olarak geri kategorisine sokmuştur. Böylece ırkçılık doğar; üstün Beyaz ırk, aşağı siyah ve sarı ırklar.
Ama, bugün çoğu insan ırkçılığa açıktan karşı olduğu halde ırkı kabul ederler. Halbuki yüzelli yıl önce ırklar tamelde üç taneydi bugün ise yirmi kadar ırk sayılmaktadır! Kaldı ki ırklar üzerine tüm incelemeler, ırkları birbirinden ayırt edebilecek bir nokta bulamamaktadır.
Dolayısıyla karşı çıkılması, daha doğrusu kabul edilmemesi gereken şey ırk kavramının kendisidir. Kimileri saf ırkın olmadığından safça bahsediyor. Oysa aslında saflık budur; çünkü ırk yoktur.

Soy ve Türk Soyu,

Soy ve soy bağı ise gerçek tarihsel kanıtlardır. İnsanlık, kendisini bir soyla tanımlar ve genellikle soylar da kendisini devam ettirir.
Ama bu soyların da, ne genetik, ne ırki, ne de başka tür otomatik bileşeni yoktur. Soy, milletin unsurundan biridir, Kültürün, geleneğin, değerlerin taşınmasını ifade eder.
Bu bakımdan bir Türk soyundan bahsetmek doğrudur ama bir Türk ırkından bahsetmek yanlıştır.
Bugün Türk soyu, hem Anadolu’daki Türkleri, hem de Orta Asyadaki çeşitli adlardaki ulusları birleştiren bir bağdır. Ama tüm bu halkları birleştiren bir ulusal bağ yoktur.
Bu nedenle yüzyılın başındaki ulusal kurtuluş hareketleri, hiçbir şekilde ırksal bir iddiada bulunmamışlardır.

Milliyetçilik ve Atatürk,

Örneğin Türk Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, Türklerin emperyalizmden kurtuluşu için verilmiştir. Boyunduruk altında olan Türklerdir. Türkün düşmanları ise işgalci emperyalistlerdir.
Kurtuluş Savaşı’na Türkiye’de yaşayan tüm halk katılır, sadece Ermeni, Rum, Yahudi azınlık katılmaz. Bunun anlamı gayet açıktır, bu azınlıkların dışında bu coğrafyada yaşayan herkes Türktür.
Milliyetçiliğin ırkçılıkla hiç ilgisinin olmadığının kanıtını da yine kendi devrimimizde bulabiliriz.
Bilindiği gibi Atatürk Türk tarihine ve bu yöndeki araştırmalara büyük önem verirdi. Onun araştırmalarının Türk tarihinin ne kadar eski olduğunu, bunun yeryüzüne bir kaynak olduğunun araştırılmasını ortaya çıkartmak olduğunu biliyoruz.
Bunun yöntemi ise öncelikle kültürdür. Atatürk’ün tarih araştırması bir kültür araştırmasıdır.
Burada ırka hiçbir gönderme yoktur. Mesela Güneş Dil Teorisi gibi bir teori bile, Türk’ün yaratıcılığını, onun ırksal kökenine değil, diline dayandırır. Dil, ise bilindigi gibi kültürün en önemli taşıyıcı ögesidir.

Batı ırkçılığı Neden Buldu?

Görüldüğü gibi milliyetçilik, kültürle, dille, medeniyetle ilgilenir, oysa ırkçılık başka bir kanaldan araştırılmıştır.
Yeryüzündeki ırk araştırmalarının tümünün arkasında Batılılar vardır. Nedeni ise basittir, Wilson ilkeleri doğrultusunda, her bir ulustan birkaç ulus çıkartmak.
Böylece aynı tarihsel ulusun içinden, farklı ırksal kanıtlarla yeni uluslar yaratılmaya çalışılır.
Örneğin Türkiye’de Kürtlerin Türk milletinden olmadığın ilk kanıtı, Kürtlerin ırksal kökeninin farklı olduğu iddiasına dayanır.
Batılı araştırmacılar, Kürtlerin, Batı Avrupalı Aryan ırka mensup olduğunu, araştırmış, bulmuş ve yayınlamışlardır!
Ama aslında Aryan ırk diye birşey bile yoktur!
Fakat bu teoriye göre bir Kürt ayrılıkçı hareketi yaratılmıştır. Bunun hemen ardından da ayrı bir Kürt dili yaratılması projesine geçilmiştir.

Önce Enternasyonalizm,

Yirminci Yüzyılın başındaki ulusal kurtuluş hareketleri, emperyalizme büyük bir darbe indirmiştir. Gerçi güçlü imparatorluklar yıkılmış, ezilen dünya parçalanmıştır, dolayısıyla direnme gücü de düşmüştür. Ama buna rağmen emperyalist hakimiyet de yıkılmıştır.
Bu başarı kesinlikle milliyetçiliğin başarısıdır. Milliyetçi ideoloji, emperyalizme karşı milleti birleştirdiği için başarılı olabilmiştir.
Fakat başarının bu kaynağını sadece ezilen milletler değil emperyalistler de kolayca görmüştür. O halde bu milliyetçiliğin bir panzehirinin olması gerekmektedir.
Bu noktada birkaç adımlık bir plan yürürlüğe konulur.
Öncelikle Batı kapitalizminin yüz yıllık düşmanı Marksizm piyasaya sürülür. Sonuçta Marksizmin enternasyonal ideolojisi, ezilen dünyada milliyetçi iklimin ılımanlaştırılması için önemli bir işlev üstlenir.
O güne kadar koyu milliyetçi ulusal hareketler içinde birden enternasyonalist hareketler ortaya çıkıverir. Bu enternasyonalizm, ezilenlerin emperyalizme millet olarak direnme motivasyonunu kırar, milliyetçi devrimcileri ise ‘hümanizmi’ ile tecrit eder.
Sonuçta 1970’li yıllara gelindiğinde tüm dünya iki koldan milliyetçilikten arındırılır, bir yanda liberal kapitalizm diğer yandan Marksist enternasyonalizm milliyetçiliği siler.

Sonra Etnicilik,

Ama milliyetçiliğin silinmesi yeterli değildi. Sıra Wilson prensiplerinin daha ince bir şekilde uylgulanmasına gelmiştir.
Bu noktada Batı bilimi imdada yetişir. Filoloji, antropoloji, etnografya elele vererek tüm kavramları değiştirirler.
Yüzyıl öncesinin ırk teorilerinin yerini etnisite teorileri alır. Buna göre her milletin içirnde çeşitli etnik kökenler vardır. Bu etniler uyandırılırsa milletler otomatik olarak bölüneceklerdir.
Böyle de yapılır, tüm dünyada BM aracılığıyla etniler desteklenir ve ayaklandırılır.
Etniler dünyasında, milletler bölünürken, milliyetçiler ırkçılıkla suçlanılır ve etnilere özgürlük istenilir. Oysa teorinin kendisi ırkçıdır, etni iddiası milletin kabilesel moleküllerini canlandırır, oysa milliyetçilerin yaptığı bu kabilesel molekülleri birleştirmektir.
Birşeyi zorlarsanız onu bölmek kolaydır. Mesela belli bir ısı altında belli metaller dahi moleküllerine ayrılırlar. Hatta bazı ısıda maddeler hal değiştirirler!
Ama bu, moleküllerine ayrılan maddenin, bir bütün olmadığı, mozaik olduğu anlamına gelmez.
Bugün yaşadığımız dünyada olan şey de budur. Doğal madenler, emperyalist zor yoluyla moleküllerine parçalanmaktadır.
Bunun yolu ise ırkçılıktır, etnikçiliktir. Irkçı ve etnikçi hareketlere baktığımızda, bunların emperyalizmin yanında, ezilen uluslara düşman olduğunu görüyoruz.
Yani yüz yıl öncesinin ulusal kurtuluş mücadeleleri ile bugünün etnik ayrılıkçı hareketlerini birbirine karştırmamak gerekir.
Bir takım ‘hümanist’ argümanlarla, ezilen uluslar bu ayrılıkçılığa ses çıkartmamaya çağrılırlar. Sosyal demokrasinin işlevi bunu sağlamaktır. Bir diğer kanaldan, Marksist sol ise, atnik hareketi ulusal hareketmiş gibi sunarak kafaları karıştırır. Liberal kesim de, ‘demokrasi’ argümanı ile bu işi savunur.
Bu oyuna kanmayan tek kesim olan milliyetçi, milli kurtuluşçu güçler ise, statürkoculukla, totaliterlikle, faşistlikle suçlanır.
Oysa ulusal sorun sömürge sorunudur, antiemperyalisttir, etnik sorun ise emperyalizmin maşalığıdır.
O nedenle etnik sorun ulusal sorun değildir.
Ulusal kurtuluşa evet, etnik bölücülüğe hayır!


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder