Fatma Sibel Yüksek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fatma Sibel Yüksek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2019 Pazartesi

Erol Olçak Farkı : Putinleşecekti, Gökçekleşiyor

Erol Olçak Farkı : Putinleşecekti, Gökçekleşiyor 


Fatma Sibel Yüksek 
Açık İstihbarat
2017-04-01



Erol Olçak hemşehrimdi, Şahsen de tanırdım kendisini ancak sevmezdim; 

Çünkü RTE'nin kitleleri kandırma-büyüleme stratejilerinin mimarıydı.

Bu stratejiler gerçeklere, dürüst yaklaşımlara dayanmazdı. Aksine başarılı yalanlara ve gerçeğin insafsızca çarpıtılmasına dayanırdı.Yine de kendisine ve genç yaşta hayata veda eden oğluna rahmet diliyorum,  Allah günahlarını affetsin. (Bu arada yıllardır herkes onun soyadını "Olçak" olarak bilirdi. Ölümünden sonra neden "Olçok"a dönüştüğü hakkında fikrim yok)

Rahmetli Erol Olçak, kelimelerin kitlelerin beynine giderken tıpkı bir kurşun gibi burgu döngüsünü nasıl ayarlayıp da hedefine nasıl saplandığını iyi bilirdi.Bir çeşit "kelime mühendisi" idi aslında.

Erdoğan'ın en başarılı seçim kampanyalarına imza atmış olan bu adamın başucu kitabı Gustave Le Bon'un Kitleler Psikolojisi idi.

Erol Olçak'ın ana malzemesi, ihmal edilmiş ve prestije susamış yoksul kitlleler ile onlara sahte bir prestij yükleyecek bir büyücü-liderdi.Bu iki figürün birbiriyle iletişimini ve birbirlerine bağlılığını sağlayacak kelimeleri bulmak Erol Olçak'ın işiydi.

Geriye dönüp baktığımızda, Erol Olçak'ın bu misyonunu gerçekleştirirken aslında "kalite" çıtasını yüksekte tutmaya çalıştığını görürüz.

Yani, cahil ve prestije susamış kitlelerin enerjisine evet, ama bu kötü enerjinin Lider'i okumuşların gözünde aşağı çekmesine hayır...

Müptezellik gerekiyorsa yapmak ancak bu müptezelliğin Lider'in üstüne yapışmasına müsade etmemek.

Özetle Erol Olçak'ın amacı, kitlelerin bayağılıklarını, ham tepkilerini oy'a çevirirken Tayyip Erdoğan'ı Melih Gökçek'leştirmemekti.

Erol Olçak'ın ölümünden sonra Tayyip Erdoğan, ilkel beklentilerinden beslendiği kitleler ile hızla bütünleşmeye, aynılaşmaya başladı. Böyle bir bütünleşmeye kendi kişiliği ve siyaset tarzının da teşne olması gerçeği bir yana, propagandist açısından ciddi bir eksen değişikliğiydi karşımıza çıkan.

Belli ki Erol Olçak'ın ölümünden sonra propaganda işini devralanlar, Tayyip Erdoğan'ı AKP'yi destekleyen kitlelerin magma tabakasına doğru itiyorlar. Silahla poz veren tipler, Osmanlı kıyafeti giyen soytarılar, küfürbaz troller, Türkiye'ye sığınmış çaresiz Suriyeliler,  Afrikalılar, kefen giymiş ayak takımı, irili ufaklı mafya. 1980'li yıllların Libya'sını hatırlatan ucube görüntüler...

Bu magmaya doğru çekilişin en bariz örneği, referandum sürecinin en büyük gövde gösterisi olan Yenikapı mitinginde  ana tema olarak SSK Müdürü Kılıçdaroğlu temasının seçilmesidir. "Dünya lideri" olduğu iddia edilen kişi hâlâ, çok geçmişlerde kalmış bir "küçük-başarısız bürokrat" örneğinden ekmek yemeye çalışmakta; bu imge üzerine devâsa yatırımlar yapılmaktadır!

Kuran sallamalar, "ahiretinizi yakmayınlar", "hayırcılar teröristtirler" hep bu magmalaşmanın tezahürleridir..

Erol Olçak'ın ölümü ile birlikte 15 yıllık propaganda stratejisinin son bulmasından   sonra, Erdoğan'ın uluslararası imajının büyük bir hızla El-Beşir örneğine koşması tesadüf değildir.

15 Temmuz, sadece kanlı bir darbe gecesi değil, Erdoğan'ın "Batılı İslamcı lider"kimliğinin de geri dönmeyecek biçimde son bulduğu gecedir.

Belli ki Erol Olçak'ın yöntemlerini beğenmeyen, Erdoğan'ın propaganda aygıtını ele alarak onu çekirdeğin içine doğru çekmek  isteyen başka birileri vardı.

15 Temmuz'da Erol Olçak'ın ölmesiyle bu gayelerine ulaştılar..

Veya, gayelerine ulaştıkları gün Erol Olçak öldü.


http://acikistihbarat.com/Haberler/10634-Haberler-Erol%20Ol%C3%A7ak%20Fark%C4%B1%20:%20Putinle%C5%9Fecekti,%20G%C3%B6k%C3%A7ekle%C5%9Fiyor%20-%20Fatma%20Sibel%20Y%C3%BCksek%20-%20A%C3%A7%C4%B1k%20%C4%B0stihbarat


***

3 Kasım 2018 Cumartesi

BEHİÇ GÜRCİHAN'DAN MEKTUP VAR.,

BEHİÇ GÜRCİHAN'DAN MEKTUP VAR.,


Bir Meçhûlün Elinde Tutsağım.,

Ey Dostlar...
Bugün tam 1 Haftadır Tutsağım.

 (AÇIK İSTİHBARAT'IN NOTU: Behiç Gürcihan, 17 Haziran 2008'de Bayrampaşa'dan Tekirdağ F Tipi Cezaevi'ne nakledildi. Mektubu elimize bugün ulaştı. Gürcihan, gözaltı süresiyle birlikte yirmi iki gündür tutukludur)

 Devlet duvar, ben dört duvar arasındayım.

 Çevremde şehrin sesleri; bir parçacık gökyüzü, biraz kasarsam "Nazım da kimmiş" havasındayım.

 Bayrampaşa'dayım. Bayrampaşa'nın son günlerinin çetelesini tutmaktayım.

 Çok Düşündüm ilk gün; çok düşündüm...

 Beni üzmemek için metin durmaya çalışan anamı; polisler götürürken evimizin kapısında peşimdan bakakalan, tanıdığım en mert ve güzel kadın nişanlımı (Hadi ilk kez siz duyun; sizleri de bekleriz buradan çıkınca Fatma Sibel Yüksek'le düğünümüze); en 'janti' haliyle en sevdiğim askeri;

 "Yazma oğlum; bırak onlar zaten belalarını bulacak" deyip duran babaannem Münü'yü; kelepçeli halimla bana son bir kez el sallamaya çalışan ailemi düşündüm. Kendime sıra gelene kadar daha çok var dostlar...

 Cumhuriyetimizin kilit taşı olması gereken savcıların geldiği durum;

 Günlerdir binlerce sayfa döküman okumaktan ve fotokopi çekmekten uykusuz kaldığı için, beni götürürken gözleri kapanan, Terörle Mücadele'den çok "Evrakla mücadele"ye dönüşmüş şubenin genç polisini; beni ciddi ciddi "terörist" olarak gören ve sinekten delil çıkarmak için çabalarken bilgi ile bilgelik arasındaki sınırı tutturamayan o genç komiseri; aslında bütün olup bitenlerin farkında ama zamanında görev yaptığı yerlerde, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun" diyen askerlerden ve çocuklarından çok çektiği için; bana kelepçe vurulurken ilahi adâletin yerine geldiğini düşünen o babacan polisi çok düşündüm...

 Sıra bana geldiğinde, gözyaşlarım çoktan "erkekler ağlamaz" vadisine gelmişti bile...

 O noktadan sonra yeraltına çekildi gözyaşlarım. Sonra başladım hücremi turlamaya...Az buz değil, 8 metrekare!

 Dolaş dolaş bitmedi hücrem; şaka değil. Bir Salvador Dali'nin resimlerinde, bir bu duvarda gördüm ben bunu. Her baktığımda farklı bir şekil, farklı bir yazı buldum. Bitmedi, hâlâ okumaktayım; mezuniyetim için çalışmaktayım.

 Neler yok ki...En komiğinden başlayalım: 

 "Ergenekon'dan" yatan bendenizin tam karşısındaki duvarda, her sabah uyandığımda (sabah derken, kendi sabahınızla karıştırmayın) karşımda durmakta "Laik şirk düzeni yıkılacak elbet...Ergenekon bile kurtaramaz"

 Bir de gülen surat çizmişler yanına, altına da atmışlar imzalarını: El-Kaide
 Ne ararsanız var...
 Takvimler, edebiyat, arabesk...

 "Sensiz neyleyim ben sensiz yalnızlığımı." Hemen yanıbaşımda duruyor "küfre karşı baş kaldıran Adıyamanlı'nın", "Zindanlar bize gülistandır" dizesi...
 Anlaşılan aşk, adamı en iyi dört duvar arasında şairleştiriyor...
 Gülmediğimi, gülümsemediğimi zannetmeyin; şehrin tam ortasında ironiler içinde dansetmekteyim...

 Soruşturmanın gizliliğini ihlal kotası, Şamil Tayyar gibi akredite vakanüvistlere kullandırıldığından ayrıntısına giremeyeceğim ama siz siz olun, arkadaşlarınızla halı saha maç ayarlamak için telefonla konuşurken

 "Abi, Çekirdek kadro tamam"

 "Saha hazır mı?"

 "Saha hazıra ama senin de adam bulman lazım"

 "Tamam, ben adam bulup ekibi tamamlarım"

Şeklinde laflarsanız; "çekirdek kadro" ile sürekli top oynadığınız arkadaşlarınızı; "saha" ile halı sahayı; "ekip" ile maç oynadığınız ekibi kastettiğinizi özellikle vurgulayın...Şaka gibi ama değil. İnanın. İnşallah buradan mezun olunca, ders notlarımı hepinizle paylaşırım.

Şimdi izninizle biraz uyuyacağım. Saatleri ileri, özgürlüğe doğru kuracağım. Anayasa, TCK ve Basın Kanunu kitaplarını yastık yapacağım. Biraz sertler ama uyumasını bilen için fazlasıyla netler.

 Bayrampaşa'dayım. Şehrin tam ortasında; sevgilinin gözlerinde, ailenin kaygılarında, devletimin dört duvarı arasında; kısacası bir meçhûlün elinde tutsağım...

 Behiç Gürcihan
 11.06.2008, Bayrampaşa 

http://siyah.co/konu/beh%c4%b0%c3%87-g%c3%9crc%c4%b0handan-mektup-var-bir-me%c3%a7h%c3%bbl%c3%bcn-elinde-tutsa%c4%9f%c4%b1m.270765/

***

Kamuoyunun ve Meslektaşlarımın Dikkatine,


Kamuoyunun ve Meslektaşlarımın Dikkatine


Fatma Sibel Yüksek
acikistihbarat.com
13.06.2008


  Hürriyet gazetesinin 6 Haziran 2008 tarihli nüshasında Toygun Atilla imzasıyla yayımlanan haberde, Gürcihan'ın evinde "yeni darbe günlükleri" bulunduğu iddia edilmiştir. Aynı mesnetsiz iddia, "Taraf" adlı mevkute ile bu iki yayın organını kaynak gösteren başka gazete, televizyon ve internet sitelerinde de yer almıştır. 

Behiç Gürcihan'ın gözaltına alınması sırasında yanında bulundum; gözaltı ve arama tutanağının altında, iki Terörle Mücadele şubesi yetkilisinin yanı sıra "tanık" olarak imzam bulunmaktadır. 

Soruşturmanın gizliliği ilkesinden hareketle, bu tutanağın içeriğini kamuoyu ile paylaşmayacağız. üzellikle pervasız bir şekilde iktidar yanlısı yayın yapan gazeteler ile haberciliğe gereken özeni göstermeyen diğer yayın organlarını da aynı ilkeye uymaya davet ediyoruz. 

Gürcihan'ın ailesi, konuyla ilgili olarak yayınlanan ve yayınlanacak olan tüm haberlere ilişkin hukuki haklarını saklı tutmaktadır. Bu çerçevede; "gözaltı ve arama tutanağında imzası bulunan tanık" olarak, tutanağın içeriği ile alakası olmayan düzmece haber ve belge yayımlayanlar aleyhine açılacak davalarda tanıklık edeceğimin bilinmesini istiyorum. 

Ergenekon soruşturması kapsamında, şimdiye kadar özellikle iktidara yakın medya organlarının, soruşturmanın gizliliği ilkesine hiç bir şekilde riayet etmedikleri, dosyada var olup olmadığı bilinmeyen düzmece bilgi ve belgelerle henüz ne ile suçlandıkları bile bilinmeyen sanıkları, kendilerini yargının yerine koyarak kamuoyunda mahkûm ettirme çabasına giriştikleri izlenmektedir. 

Aynı hukuk ve gazetecilik katliamının, 4 Haziran 2008'de gözaltına alınan ve 7 Haziran 2008 tarihinde çıkarıldığı sorgu hakimliğince tutuklanan sitemizin sahibi Behiç Gürcihan üzerinde de devam ettirildiğine tanık olduk. Hürriyet gazetesinin 6 Haziran 2008 tarihli nüshasında Toygun Atilla imzasıyla yayımlanan haberde, Gürcihan'ın evinde "yeni darbe günlükleri" bulunduğu iddia edilmiştir. Aynı mesnetsiz iddia, "Taraf" adlı mevkute ile bu iki yayın organını kaynak gösteren başka gazete, televizyon ve internet sitelerinde de yer almıştır. 

Behiç Gürcihan'ın gözaltına alınması sırasında yanında bulundum; gözaltı ve arama tutanağının altında, iki Terörle Mücadele şubesi yetkilisinin yanı sıra "tanık" olarak imzam bulunmaktadır. 

Soruşturmanın gizliliği ilkesinden hareketle, bu tutanağın içeriğini kamuoyu ile paylaşmayacağız. üzellikle pervasız bir şekilde iktidar yanlısı yayın yapan gazeteler ile haberciliğe gereken özeni göstermeyen diğer yayın organlarını da aynı ilkeye uymaya davet ediyoruz. 

Gürcihan'ın ailesi, konuyla ilgili olarak yayınlanan ve yayınlanacak olan tüm haberlere ilişkin hukuki haklarını saklı tutmaktadır. Bu çerçevede; "gözaltı ve arama tutanağında imzası bulunan tanık" olarak, tutanağın içeriği ile alakası olmayan düzmece haber ve belge yayımlayanlar aleyhine açılacak davalarda tanıklık edeceğimin bilinmesini istiyorum. 

Gürcihan'ın tutuklanmasına ilişkin, yukarıdaki örnekler gibi 'dosya içeriğini' kapsayan yayınlara imza atanlar hakkında da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın Ergenekon soruşturması hakkında Mart ayında verdiği yayın yasağını ihlal ettikleri için suç duyurusunda bulunuyorum. 

"Star" adlı basılı mevkutenin genel yayın müdürü Mustafa Karaalioğlu, türban davasının Anayasa Mahkemesi'nce reddedilmesinin ardından yazdığı başyazıda, "Bundan sonra kimse bizden hukuka riayet etmemizi beklemesin" şeklinde bir "cihat ilanında" bulunmuştur. Biz hukuka saygılıyız ve içine girilen bu tehlikeli süreçten devletimizin, Türk Milleti'nin ve gerçek müslümanlığın zarar görmemesi için azami özveriyi göstereceğiz. Ancak, Karaalioğlu tarafından ilan edilen korkunç zihniyete karşı hukuki mücadelemizin devam edeceğinin de bilinmesini istiyoruz. Kendisini diktatörlük hevesine kaptıran bir kısım çapulcunun estirdiği terörden korkacağımız düşünülmesin...

Kamuoyunun ve Meslektaşlarımın dikkatine...

Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat Yazarı
Gazeteci

Kaynak: Fatma Sibel Yüksek- Açık İstihbarat 

http://www.biroybil.com/showthread.php?5752-CIA-Böyle-Öğretti/page25


***

28 Temmuz 2016 Perşembe

O Üniforma, İçindeki " Nikah Şahidini " Niye Taşıyamadı?






O Üniforma, İçindeki "Nikah Şahidini" Niye Taşıyamadı?  



Fatma Sibel Yüksek 
Açık İstihbarat

17 MAYIS 2016 


En az beş ölü subay ve yüzlerce mesleğinden, işinden, ailesinden, temiz isminden, çoluk çocuğundan, sağlığından olmuş asker
sığdırabilmeyi başarmış bir "Başkumandan"dır Recep Tayyip Erdoğan..
Ve böylesine ağır bir suçun ne siyasi, ne hukuki, ne de vicdani bedelini ödemeyi aklından bile geçirmemekte; "Kandırıldım" beyanının kendisini vebalden  kurtardığına inanmaktadır.
Öyle bir "Başkumandan"dır ki Recep Tayyip Erdoğan, "askerleri" en akıl ve ahlak dışı iftiralar altında zindanlarda yaşam savaşı verirken, onların can düşmanı terör örgütü ile masaya oturmuş; PKK'lı bir katilin gizli tanıklığıyla generallere ağır cezalar verilmesine göz yummuştur...
www.acikistihbarat.com


Bir Genelkurmay Başkanı'nın, bir Cumhurbaşkanı kızının düğün törenine katılmasında, hatta yeni evlilerden birinin nikah şahidi olmasında ne sakınca var?
Böyle bir durum toplumun önemli bir kesimini neden rahatsız eder?
Neden o derece büyük bir rahatsızlık ortaya çıkar ki Genelkurmay Başkanı, uzun açıklamalar yapmak zorunda kalır?
Öyle tarihe filan gitmeyeceğim; daha yakına bakıp düşünelim:
Meselâ İsmail Hakkı Karadayı, Süleyman Demirel'in bir yakınının düğününde nikah şahidi olsaydı bu kadar gürültü çıkar mıydı?
Veya Ahmet Necdet Sezer'in oğlunun nikah defterine Hilmi Özkök imza atsaydı?
Kuşkusuz, üst düzey siyasi magazin değeri taşıyan bir haber olarak gazete sayfalarını süsler, istihza yapan bir kaç yazar-çizer de bulunurdu.
Cumhurbaşkanlarının anayasaya göre "Başkumandan" oldukları da düşünüldüğünde, bugün ortaya çıkan ve Genelkurmay Başkanı'nın bir gazete vasıtasıyla uzun uzadıya kendini savunmasına kadar uzanan bir olay olarak tarihte yer bulamazdı.
Kendisini eleştirenlere Milliyet gazetesi aracılığıyla cevap veren Hulusi Akar da çok iyi biliyor ki, bu olayda sorun ne Cumhurbaşkanı'nın, ne de Genelkurmay Başkanı'nın anayasa ve toplum nazarındaki konumudur.
Burada sorun, Genelkurmay Başkanı'nın kim olduğu da değildir..
Sorun, Cumhurbaşkanı'nın kim ve "ne"olduğu sorunudur.
Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, on dört yıllık iktidarının en az 6 yıllık bölümünde (kendisi kabul edilemeyecek bir "kandırıldım" gerekçesi ortaya atsa da) Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı en yıkıcı operasyonların  siyasi sorumlusu sıfatını taşıyan Recep Tayyip Erdoğan'ın kızının düğününde nikah şahidi olmuştur.
Öyle ağır bir süreç ki, Hulusi Akar'ın (eğer öyle görüyorsa) onlarca "silah arkadaşı mesleğinden, kariyerinden, hayatından, onurundan, özgürlüğünden oldu...
Hulusi Bey'in bugün sığınmaya çalıştığı "Genelkurmay Başkanı, Başkumandan ile uyumlu çalışmalıdır" ilkesi doğru bir ilkedir. Darbe dönemlerini saymazsak, Genelkurmay Başkanları bu ilkeye hep sadık kaldılar ancak bu ilkeyi en ağır biçimde ihlal eden bir tek "Cumhurbaşkanı" çıktı ki o da Recep Tayyip Erdoğan'dır.
On dört yıllık siyasi kariyerine, "terörist" suçlamasıyla tutuklanmış bir Genelkurmay Başkanı, biri merdivenden düşerek sakat kalmak üzere beş kuvvet komutanı, onlarca orgeneral ve tümgeneral;
En az beş ölü subay ve yüzlerce mesleğinden, işinden, ailesinden, temiz isminden, çoluk çocuğundan, sağlığından olmuş asker
sığdırabilmeyi başarmış bir "Başkumandan"dır Recep Tayyip Erdoğan..
Ve böylesine ağır bir suçun ne siyasi, ne hukuki, ne de vicdani bedelini ödemeyi aklından bile geçirmemekte; "Kandırıldım" beyanının kendisini vebalden  kurtardığına inanmaktadır.
Öyle bir "Başkumandan"dır ki Recep Tayyip Erdoğan, "askerleri" en akıl ve ahlak dışı iftiralar altında zindanlarda yaşam savaşı verirken, onların can düşmanı terör örgütü ile masaya oturmuş; PKK'lı bir katilin gizli tanıklığıyla generallere ağır cezalar verilmesine göz yummuştur...
Herkes elbette istediği düğüne gider, istediği kişinin nikah şahitliğini yapar, ancak o kişi Hulusi Akar değildir. Hulusi Akar, önce elini vicdanına koymak, sırtında taşıdığı üniformanın ağırlığını hissetmek ve aynaya bakarak son sekiz yılda olup bitenleri düşünmekle yükümlü bir devlet yetkilisidir.
Yine de biz her şeye rağmen, bir an için Hulusi Akar'ın içinde bulunduğu durumla empati kuralım ve kendimizi onun yerine koyarak düşünelim.
Milliyet'ten Serpil Çevikcan,  Hulusi Bey'in başka bir subay vasıtasıyla aldırdığı notları, kendi cümlelerine dönüştürerek şöyle anlatıyor:
"Aldığım bilgilere göre, Hulusi Akar nikaha yetişebilmek için cenazeden hemen sonra hızlıca İstanbul’a gidebilmek için eşiyle birlikte doğrudan Etimesgut’taki askeri havaalanına gitmiş. Evine uğrama şansı olmadığı için üniformasını burada değiştirerek, sivil kıyafetlerle İstanbul’a hareket etmiş."
(Aslında nikah şahitliğinden daha vahim karşılanması gereken bir durumu burada hemen not edelim. Bazı davetlilerin düğüne askeri uçaklarla götürüldüğü iddia edilmişti. Çevikcan'a yazdırılan açıklamalar arasında bu konuya hiç yer verilmemiş. Anlaşılan ne soru sorulmuş, ne de cevap verilmiş. Acaba Genelkurmay Başkanı ve eşini nikaha götüren askeri uçakta başka siviller de var mıydı? Veya düğün servis aracı olarak başka askeri uçaklar da kalktı mı?)
Özetle, General kendisini şöyle savunuyor:
"Cumhurbaşkanı aynı zamanda başkumandandır, ben bir Genelkurmay Başkanı olarak özel sebeplerle yapılmış da olsa, böyle bir davete icabet etmekten başka bir seçeneğe sahip değilim."
"Neden nikah şahidi?" sorusunu da  Serpil Çevikcan'ın aktardığına göre  şöyle yanıtlıyor Hulusi Akar:
"Davet hem gelin, hem damat tarafından geldi. Bayraktar ailesi ile uzun yıllara dayanan bir hukukumuz var. "
Bayraktar ailesi, yerli, silahsız-silahlı insansız hava aracı üretimi konusunda uzun yıllardır çalışıyor. Bu çalışmaların başında ise Sümeyye Erdoğan ile evlenen Selçuk Bayraktar var. Bayraktar ailesinin şirketi tarafından yapılan silahsız İHA’lar TSK tarafından kullanılıyor, silahlı İHA’ların ise testleri yapılıyor.
Asker, riskli bir alan olarak değerlendirilen insansız hava araçları konusunda çalışan Selçuk Bayraktar’ı yakından tanıyor ve çalışmalarını da yakından izliyor. Bayraktar’ın, TSK’ya 5 ila 10 yıl içerisinde büyük fayda sağlayacak bir alanda elini taşın altına koymuş nadir isimlerden biri olduğunu düşünüyor.
Yerli İHA’ların üretiminin TSK’ya sağladığı fayda dışında Türkiye’nin büyük devletler nezdinde büyük itibar kazanmasını sağladığı, bunun da ötesinde yüzlerce askerin yaşamını kurtardığı inancını taşıyor.Akar’la Bayraktar’ın İHA’larla ilgili çalışmalar ve sosyal temasları kapsamında çekilmiş çok sayıda görüntüsü de var.
"Bütün devlet erkanının katıldığı bir nikahta bulunarak şahitlik yapmanın ve TSK’nın gücünü artırmak için çaba gösteren genç bir mühendise bu yolla askerin teşekkürünün iletilmesi insani bir görev ve vicdani bir sorumluluktur"
Bunun da doğru olduğunu kabul edelim... Bayraktar ailesinin milli silahlar üretebilen önemli bir mühendis ailesi olduğunu zaten biliyoruz. 

Baba Özdemir Bayraktar,Tayyip Erdoğan'ın Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığından da önce ulusalcı-Atatürkçü çevreler ve üst düzey askerler tarafından tanınan, sevilip sayılan bir şahsiyettir.
Hatta üste şunun da gözümüzden kaçmadığını belirtelim:
Bayraktar ailesi belli ki nikah töreninin "olabildiğince" sade ve gösterişten uzak bir şekilde yapılması için kendilerince çaba göstermiş. Katar'dan gelen onlarca hediye yüklü uçak için bir şey yapamasalar da, nikahın ayaküstü denebilecek bir şekilde, eğlencesiz gerçekleşmesi için ağırlıklarını koymuşlar. 

Hulusi Akar'ın şahit olmasını talep ederek de oğlan tarafının "askere yakın" olduğu mesajını vermek istemişler...
Ama bütün bunlar, daha 24 saat önce toprağa düşmüş gençleri unutturmuyor.
Tıpkı Tayyip Erdoğan'ın Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde "Ben bu davanın savcısıyım"demesini; ahlaksız bir medyanın ve savcı görünümlü etki ajanlarının en ahlaksızca iftiralarını eline mikrofon alıp miting meydanlarında bağırmasını unutturmadığı gibi...
Tıpkı Oslo'daki o ihanet fısıltılarını unutturmadığı gibi;
Tıpkı Yarbay Ali Tatar'ı, Yüzbaşı Olgun Ural'ı,Deniz Yüzbaşı Doğan İlhan'ı, Albay Murat Özenalp'i, düz vatandaş Kuddusi Okkır'ı unutturmadığı gibi...
Hulusi Akar, vicdan sahiplerini bütün bu olup biten acı olayları olmamış sayıp, kendisine anlayış  göstermelerini bekleyemez..
Beklememelidir.
O nedenle,
"Eleştirilerin temelinde TSK’nın yıpratılması maksadını vardır. İnsani, ahlaki, vicdani olmaktan uzak eleştiriler yapılmaktadır" 

gibi her ucuz siyasetçinin başvurduğu bir argümanı hiç referans almadan,
"Öncelikle bu olaydan incinen vatandaşlarımızın duygularını anlıyorum" diye başlamalıydı söze. "Belli ki yaralar henüz sarılmamış" diye devam edebilmeliydi..
Sekiz şehidin geldiği kara bir günde nikah şahidi olmayı ise, eğer isteseydi çok kolay bir şekilde başından atabilirdi.
Madem Bayraktar ailesi ile eskiye dayanan bir hukuku var, baba Bayraktar'dan durumun hassasiyetinden dolayı özür dileyebilirdi. Aralarında halledebilirlerdi bu meseleyi...
Görüldüğü gibi ülkenin en büyük Maraz'ı haline gelen şahsiyeti görmezden gelerek, normalmiş gibi davranarak, en saçma isteklerini bile emir telakki ederek hiç bir şey çözülemiyor, aksine her şey giderek daha da kördüğüm oluyor.
Vicdanlar susmuyor, akıl soru sormaktan vazgeçmiyor...
Toplum olanları unutamıyor, kabullenemiyor, yok sayamıyor...

..

9 Nisan 2016 Cumartesi

Erdoğan'ın Çiftliğinde Bir Bürokrat , Bir Kahya, Bir de Gül


Erdoğan'ın Çiftliğinde Bir Bürokrat , Bir Kahya, Bir de Gül 



Fatma Sibel Yüksek 
Açık İstihbarat
Tarih:11/08/2014 
Türü:İç Politika 


Erdoğan'ın tahmin edilenden çok daha düşük bir profili Başbakanlık koltuğuna oturtması güçlü bir ihtimaldir.

Öyle ki Ahmet Davutoğlu bile hayalleri ile başbaşa kalabilir..

Başbakanlık koltuğuna 28 Ağustos'ta Yalçın Akdoğan, Numan Kurtulmuş, Süleyman Soylu, hatta Çağatay Kılınç bile oturabilir..

Böyle bir Başbakan'ın üstünde sadece Çankaya'daki Erdoğan'ın değil, hükümetin iki derin gücü  Hakan Fidan ve Efgan Ala'nın da vesayeti olacaktır. 


 
www.acikistihbarat.com
11.08.2014



Cumhurbaşkanlığı muhabirlerine veda eden Abdullah Gül, (Bu arada böyle bir muhabirliiğin var olduğunu öğrendik) 

"Bu partinin kurucusuydum. İlk başbakanı  ve cumhurbaşkanıyım. Partiye dönmekten daha doğal bir şey yok. Cumhurbaşkanlığım bittiğinde şüphesiz ki partime döneceğim" sözleri ile siyasetin gündemini bir anda epey erken bir Erdoğan - Gül savaşına çekti.

Takip etmeyenler için özetleyelim, bu şu demek: 

Gül'ün "devam" mesajı vermesi, " Başbakan olmak istiyor " olarak algılandı ve AKP bu açıklamanın ardından olağanüstü kongre tarihini Gül'ün görev süresinin bitiminden bir gün önceye, yani 27 Ağustos'a aldı. Böylece Gül'ün genel başkan adayı olmasının önü kesildi.

AKP yetkilileri kongre tarihinin asla Gül'ün pozisyonunu düşünerek alınmadığını söyleseler de cin şişeden çıktı ve  Cumhurbaşkanlığı seçiminin üzerinden 24 saat geçmeden ilk büyük krizin ayak sesleri duyuldu..

Bu durum ilginç bir durumdur ama Gül-Erdoğan savaşının başladığına inanıp erken sevinçlere kapılınmasının ne kadar mantıklı olduğundan emin değiliz.

Bir kere Gül, "Partimde devam edeceğim" sözünü "Genel Başkan adayıyım" anlamında değil, "öylesine" söylemiş olabilir. Ya da sırf kendisine bir dokunulmazlık zırhı ayarlanmasının pazarlığını yapıyor olabilir...

Neden? 

Çünkü Gül, açık meydan okumaların, yüksek sesle savaş ilan etmelerin adamı değildir.

Sonra Gül, parti teşkilatlarının Erdoğan'a ne kadar bağlı olduğunu en iyi bilen kişilerden biri olarak  bu şartlar altında genel başkan adayı olmanın ağır bir yenilgiye uğramak anlamına geldiğini bilmez mi?

Tabii bizlerin bilemeyeceği, Gül'ün bildiği başka bir şey yoksa..(Gülen'in sinsi bir şekilde teşkilatları ele geçirmiş olması gibi...)

Neticede, Tayyip Erdoğan'ın işaret etmeyeceği bir ismin Genel Başkan ve Başbakan olması mevcut durumda imkansız.

Ve Tayyip Erdoğan, Gül ve Arınç gibi parti kodamanlarını kesinlikle emekliye ayırmak istiyor. 

Gül, bu şartlar altında riske girmez..

Erdoğan'ın tahmin edilenden çok daha düşük bir profili Başbakanlık koltuğuna oturtması güçlü bir ihtimaldir. 

Öyle ki Ahmet Davutoğlu bile hayalleri ile başbaşa kalabilir..

Başbakanlık koltuğuna 28 Ağustos'ta Yalçın Akdoğan, Numan Kurtulmuş, Süleyman Soylu, hatta Çağatay Kılınç bile oturabilir..

Böyle bir Başbakan'ın üstünde sadece Çankaya'daki Erdoğan'ın değil, hükümetin iki derin gücü  Hakan Fidan ve Efgan Ala'nın da vesayeti olacaktır. 

"Partinin bütünlüğünü kim ayakta tutacak?" 

diye sorulacak olursa, partide bu konuda "bürokrat" veya "kâhya" sıkıntısı yaşanacağını sanmıyoruz, ipler nasılsa Erdoğan'ın elinde olacak..

Vitrine oturtulan düşük profilli Başbakan'ı nasıl Efkan Ala idare edecekse, partiyi de yine Erdoğan adına Hüseyin Çelik gibi orta düşüklükte profiller pekâlâ idare edebilir...

Sorun, Erdoğan'ın artık kendini bile aşmaya başlayan "tek adamlığı" doğanın ve Allah'ın kurallarına rağmen nasıl idare edeceği sorunudur..


Açık İstihbarat @ 2014


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10504

...


Çatı Adayına Değil,Stratejiye ve Matematiğe Oy Vermek



Çatı Adayına Değil,Stratejiye ve Matematiğe Oy Vermek 



Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
Tarih:04/07/2014 
Türü:İç Politika 


    Buna rağmen, aynı yayında " Destekliyorum ama herşeye rağmen değil " dediğini ve " Bu konu Meclis'te hiç tartışılmadı. Atatürk döneminde bile ortada hayat memat 
meselesi varken tartışılmıştı" dediğini de görmezden gelmeyelim.

    Esasen, " Açılım" gibi  ölü doğmuş bir konuda kimin ne düşündüğünün de çok önemi yok. İhsanoğlu'nun kanımca verdiği en önemli mesajlardan birisi, Başkanlık 
sistemine karşı olduğunu,Cumhurbaşkanlığı görevinin mevcut anayasadaki şekliyle devam etmesi gerektiğini söylemesiydi.


www.acikistihbarat.com
05.07.2014


Şimdi biraz şifre çözmeye çalışalım, duygularımızdan arınalım ve mantıklı düşünelim:

1-İhsanoğlu'nu dün Taha Akyol'un programında dikkatle dinledim. Saha siyasetinde tecrübesiz olduğu için "açılımı destekliyor musunuz?"  sorusunu iyi göğüsleyemedi. 

" Bu sorunun çözülmesi gerektiğine elbette inanıyorum ancak adına açılım denilen süreç batağa saplanmıştır.Bu konuyu böyle kirlenmiş bir kelime üzerinden konuşmak istemem"

denilse tuzağa düşüimeyebilirdi. Buna rağmen, aynı yayında "Destekliyorum ama herşeye rağmen değil" dediğini ve "Bu konu Meclis'te hiç tartışılmadı. Atatürk döneminde bile ortada hayat memat meselesi varken tartışılmıştı" dediğini de görmezden gelmeyelim.

2- Esasen, " Açılım " gibi  ölü doğmuş bir konuda kimin ne düşündüğünün de çok önemi yok. İhsanoğlu'nun kanımca verdiği en önemli mesajlardan birisi, Başkanlık sistemine karşı olduğunu,Cumhurbaşkanlığı görevinin mevcut anayasadaki şekliyle devam etmesi gerektiğini söylemesiydi.

3- Bu konu şunun için önemli: Recep Tayyip Erdoğan'ın Köşk'e çıkması demek, siyasal hedeflerinin zirvesine bir adım daha yaklaşması demektir. Bu da şudur: 2015 genel seçimleri  hemen öne alınacak, PKK-BDP kesiminden alınan destek ve Cumhurbaşkanlığı seçiminden edinilen yüksek moral ile Anayasa'yı değiştirme gücüne sahip bir parlamameto gücü elde edilecektir. 

(Mevcut Meclis yapısında AKP'nin BDP ile ittifak yapsa  bile Anayasayı değiştirme sayısına sahip oladığını hatırlatırım).

4- Önümüzdeki genel seçimde oluşacak parlamentonun önüne koyacağı birinci hedef anayasayı değiştirip Başkanlık sistemini getirmek, en geç iki yıl içinde önüne koyacağı ikinci hedef ise PKK-BDP-Öcalan kesimine ödenecek diyet icabı anayasaya "özerkliği" koymaktır...

5- " Zaten bölündük bölüneceğimiz kadar " diyenler ezbere ve de laf olsun diye konuşmaktadır. çünkü "Türk ve Kürt halklarının ortak iradesi" veya "Etnik-kültürel özerklik" gibi ifadeler anayasaya konulmadıkça bölünme gerçekleşemez.

Fiili bölünme tabii ki önemlidir ancak konjonktür değişince bugün Diyarbakır'da yol kesip kimlik kontrolü yapanlar tıpış tıpış terörist inlerine geri dönerler. Özerklik anayasa ile tanımlanmadıkça hiç bir şeyin garanti olmadığını bizim "Bölündük bölüneceğimiz kadar" diyenlerimizden daha iyi bilen Narkoterörist Öcalan,onun için bu kadar dikkatlidir, onun için PKK'nın ipini tutmakta ve sabırla beklemektedir. "Nasılsa bölündük bölündüğümüz kadar" diyememektedir...

6- RTE'nin karşısındaki adayın (İhsanoğlu veya bir başkası) Başkanlık sistemine karşı olduğunu deklare etmesi bunun için çok önemlidir. Seçimde anayasayı değiştirecek parlamento çoğunluğu elde edilse bile Çankaya mevzisinde Başkanlık sistemine karşı olan birinin oturuyor olması, oyunu başlı başına kilitleyebilecek bir pozisyondur. (Satrançta tek vezirle oyun almak mümkündür)

7- Ekmeleddin İhsanoğlu'nun bir takım küresel güçler tarafından sahaya sürüldüğüne dair şüphe ve tahminlerin doğru olma olasılığını kimse inkar etmiyor ancak ortadoğudaki büyük kaos planında çatallanmalar olduğu ve Türkiye'nin bir süre daha mevcut üniter yapı ile gitmesi gerektiğini düşünenlerin olduğu anlaşılıyor. Bu tercih milli güçlerin mecburen işine gelir, zira kısa vadede başarı umudu taşıyan başka bir plan maalesef yoktur...

8- Gücünüz yoksa bir stratejiniz olmalıdır. 

Doğadaki güçsüz (veya güçsüz düşmüş canlılar) strateji ile hayatta kalırlar. "Zaman kazanmak" dediğimiz şey tam da budur. Çankaya'ya Başkanlık sistemine karşı olan birinin çıkması, Türkiye'ye bir kaç yıl daha zaman kazandıracaktır. "Ergenekon" ve Balyoz'da olduğu gibi hesaplar karışabilir, iktidar içi savaşlar büyüyebilir (Çankaya kaybedilirse emin olalım büyüyecektir..),uluslararası dengeler değişebilir ve milli güçlerin kendini toparlamasını mümkün kılabilecek bir toplumsal tepki yeniden açığa çıkabilir...

Internet'te dolaşan bir anonim sözü tekrarlayalım:

Hayallerimizin adayı kazansın diye değil, kabuslarınızın adayı kazanamasın diye sandığa gidelim.



Açık İstihbarat @ 2014

http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10494


..


8 Nisan 2016 Cuma

Ölümsüzlük Peşinde Küçük Hesaplar, Büyük Mabedler






Ölümsüzlük Peşinde Küçük Hesaplar, Büyük Mabedler 



Fatma Sibel Yüksek 
Açık İstihbarat 
Tarih:02/12/2013 
Türü:İç Politika 


O halde Erdoğan ne yapmaya çalışıyor? 

Erdoğan, dünya durdukça kendi adıyla anılacak, hatta yapımı tamamlandığında hak vâki olmuş olursa adı "Recep Tayyip Erdoğan Kanalı" konulacak bir projenin temelini atıyor..

Projeye hız veriliyor; çünkü Erdoğan vaktinin sınırlı olduğunu düşünüyor...

www.acikistihbarat.com 

03.12.2013


AKP Hükümeti ile Fethullah Gülen Cemaati arasında yaşanan dershane krizi, uzun bir Bakanlar Kurulu toplantısından sonra şimdilik ötelendi. Daha doğrusu, her iki tarafta da "sorunun ötelendiğine" dair yaklaşımların ön plana çıkacağı, ancak tartışma ve karşılıklı güvensizliğin alttan alta devam edeceği anlaşılıyor. 

Nitekim, Bülent Arınç ve Hüseyin Gülerce gibi hükümet ve cemaat önde gelenleri, (ki "özgül ağırlığının" ciddi şekilde hırpalanmasından sonra Bülent Arınç'a "hükümet önde geleni" demek ne kadar mümkün ,bilinmez) Bakanlar Kurulu'nca alınan ve aslında dershanelerin kapatılması konusunda herhangi bir geri adım içermeyen kararı, "uzlaşma"ve "krizin sona ermesi" havasında açıklayıp yorumladılar. 

Cemaat yanlısı gazeteci ve yorumcular, krizin patlak verdiği günden itibaren şu sorunun cevabını arıyor: 

"Tayyip Erdoğan bunu neden yaptı? Yerel seçimlere kısa bir süre kala, neden böyle yıpratıcı bir gündem maddesine yoğunlaşarak partisinin ve kamuoyunun enerjisini gücün bölünmesi yönünde sarfetti?"

Aslında bilen biliyor ki dershaneler, bizzat Tayyip Erdoğan'ın kendisinin, Tayyip Erdoğan sonrası senaryolarına ve Cumhurbaşlanlığı seçimi hesaplarına kurban gitmiş bir konudur. 

Şayet Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen cemaatinin Çankaya yolunda kendisine destek vereceğinden emin olsaydı, dershane kapatma girişimi de dahil, cemaatin siyasi-ekonomik gücünü kırmaya yönelik adımları en azından bu sertlikte atar mıydı?

Olayın sadece dersahaneleri kapatmakla sınırlı kalmadığı da anlaşılıyor. Gerçek Gündem haber sitesinden gazeteci Barış Yarkadaş, bu konuda ilginç bir ayrıntıya daha dikkat çekti: 

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), yayımladığı bir duyuru ile  artık vakıf üniversitelerinin hastane haricindeki tıp merkezlerine giden hastaların parasını ödemeyeceğini bildiriyordu. Bu, cemaatin dershanelerden sonra ikinci büyük gelir kapısı olan tıp merkezlerine ağır bir darbe vurulması demekti. 

Dolayısıyla, dershanelerin kapanmasını 2015 yılına erteleyen Bakanlar Kurulu kararının, "savaşın bitmesi" anlamına gelmediğini, taktiksel 'sulh' açıklamaları yapan  Hüseyin Gülerce gibi cemaat sözcüleri de aslında çok iyi biliyorlar. 

Meselenin odak noktası, Çankaya hesapları ve buna bağlı olarakTayyip Erdoğan'sız bir AKP'nin yoluna nasıl devam edeceğidir. 

Burada konu biraz daha çatallanıyor; şöyle ki: 

Recep Tayyip Erdoğan'ın gerçek düşünün devlet başkanlığı olduğu biliniyor. Vaktinin çoğunu kabullerle geçiren, sık sık frak giymek zorunda kalan, Meclis'i açan vs. bir cumhurbaşkanı olmak ona göre değil. Kabına sığamayan Tayyip Erdoğan'a devleti temsil edeceği, hükümeti atayacağı, yasaları onaylayacağı, TSK'ya başkumandanlık yapacağı, icraatın tümünü yönetip yönlendirebileceği bir makam gerekli ki, o da devlet başkanlığıdır. 

Ancak, gücünün -kudretinin en zirvede olduğu noktada bile istediği boyutta anayasa değişikliği yapabilip de  başkanlık sistemini getiremeyen Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçimine 8 ay kala- üstelik iktidarında öncü sarsıntılar başlamışken- bunu yapamayacağına göre; 

Devlet başkanlığı hayallerinden vazgeçip "temsili" sıfatı ön plana çıkan bir cumhurbaşlanlığına razı mı oldu? 

Tabii bu sorudan önce, Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına aday olmasının giderek kesinleştiğini belirtmek gerek..

Yani, 2014 Ağustosu'nda Türkiye Cumhuriyeti'nin 12. Cumhurbaşkanı olarak Çankaya Köşkü'ne çıkmaya hazırlanan Tayyip Erdoğan, sadece o makamı ikinci kez Abdullah Gül'e bırakmamak veya siyasi kartvizitine en üst makamı da eklemek arzusuyla mı  her şeyi kırıp dökme noktasına gelebilen Çankaya hesapları yapıyor? 

Ve tabii bunu yaparken de arkasında bırakacağı partisinin Özal sonrası ANAP'ına dönüşmesi riskini de göze alabiliyor?

Çünkü gayet iyi biliyor ki AKP'nin başında kimi bırakırsa bıraksın, kendisini devlet başkanlığına taşıyacak bir anayasa değişikliği ebediyen hayal olacaktır. Arkasında güçlü bir parti olmayacağı için hareket kabiliyeti iyiden iyiye azalacak, Çankaya'nın duvarları arasına sıkışmaktan kendisini alamayacaktır. 

Üstelik,arkada bıraktığı parti, sürekli kazan gibi kaynayacak, belki de giderayak büyük bir rekabeti göze aldığı Gülen Cemaati'nin veya aslında hep potansiyel tehlike olarak gördüğü ve hiç de güvenmediği Melih Gökçek'in kontrolüne geçebilecektir...

O halde, şunu söylemek pekâlâ mümkün: 

Tayyip Erdoğan, Çankaya'yı siyasi kariyerinin son noktası olarak görüyor ve arkasında bırakacağı AKP'yi çok da umursamıyor! Dahası, kendisinden sonra varlığını nasıl sürdüreceği veya sürdürüp sürdürmeyeceği ile ilgilenmiyor!

Peki neden? 

Böyle büyük bir kumar hangi saikle oynanabilir?

Cevap: Final yapmak saiki ile..

Dikkatlerimizi başka konularda yaşanan gelişmelere çevirelim...

Sabah gazetesi dün (2 Aralık 2013) ilginç bir habere imza attı. Haberin başlığı, "Çılgın Proje'nin startı da hızlı oldu"

Haberde, Erdoğan'ın önem verdiği projelerin başında gelen Kanal İstanbul Projesi'nde ani bir atağa geçildiğine dikkat çekilerek, üçüncü havalimanı aksında yer alan 5 köye kamulaştıtrma tebligatlarının ulaşmaya başladığı bildirildi.

Proje alanındaki 7 maden şirketine de arazileri 3 ayda boşaltmaları için süre verilmişti..

Bu gelişmeyi kolay yoldan "seçim yatırımı"  olarak görmeden önce, bu boyuttaki bir projenin ne cumhurbaşkanlığı seçimine, ne de genel seçimlere yetişmeyeceği gerçeğini göz önüne  almak gerekiyor.

O halde Erdoğan ne yapmaya çalışıyor? 

Erdoğan, dünya durdukça kendi adıyla anılacak, hatta yapımı tamamlandığında hak vâki olmuş olursa adı "Recep Tayyip Erdoğan Kanalı" konulacak bir projenin temelini atıyor..

Projeye hız veriliyor; çünkü Erdoğan vaktinin sınırlı olduğunu düşünüyor...

"Spekülasyon yapmak" damgası yemeyi göze alıyorum ve devam ediyorum: 

Gezi olaylarından sıcak günlerinde miting üzerine miting düzenleyip tabanını kemikleştiren Erdoğan'a mitinglerden birinde partili bağırdı: 

" Ayasofya'da Namaz Kılmak istiyoruz! "

Erdoğan'ın cevabı: 

" Vakti Geldiğinde o da olacak...."

Ve Yeni Devlet'in resmi tarihçiliğine soyunmuş olan Mustafa Armağan, Derin Tarih dergisinde Ayasofya'nın ibadete açılması tartışmasının ucunu göstermeye başlıyor...

Varlığını, Ayasofya'yı tartışmasız bir sembol olarak derin hafızasına kazımış Hristiyan devletlere borçlu olan Erdoğan; batılı devletleri karşısına almak pahasına Ayasofya'yı ibadete açacak, öyle mi? 

Bunu neden yapar? 

Vaktinin kalmadığını düşündüğü ve milyonlarca Müslüman'ın gönlünde taht kurmuş bir lider olarak tarihe geçmek istediği için...

Fatih'in emaneti Ayasofya'yı yeniden ibadete açan büyük Müslüman lider!

Kanal İstanbul Projesi'nden sonra Ayasofya projesine de hız verilirse, bilelim ki Tayyip Erdoğan jübile vaktinin yaklaştığını düşünüyor..

Son bir  kaç ayda olup biten "çılgınlıkları" kökten açıklayacak bir sebeptir bu..

Tarihe çok büyük tartışmalarla geçeceğini bilen bir liderin "ön alması"..

Kendi döneminin resmi tarihini bizzat kendisinin yazması...

twitter.com/fasibel


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10440


..

" Asrın Projesini " Açıp, Üsküdar'ın Trafiğinde Boğulmak





" Asrın Projesini " Açıp, Üsküdar'ın Trafiğinde Boğulmak



Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
Tarih:29/10/2013  
Türü:İç Politika 


Abdullah Gül, direksiyona aniden geçip oturuverdi! Oysa az önce gülümseyerek ve acele etmeden ağır ağır yürüyordu. O ne sessiz ve derinden gidiştir öyle? Birden makinist koltuğunda görüverdik kendisini..Tayyip Erdoğan ve eşi ayakta kaldılar. Meclis Başkanı Cemil Çiçek de öyle..


***

29 Ekim'de bu kez ters şeride girdim...

Yani, vatandaşların kendi aralarında organize ettiği ve polisten bolca dayak yediği Cumhuriyet kutlamalarına değil, "asrın projesinin" "asrın lideri" tarafından açıldığı törene gittim.

Açılış törenini, Üsküdar Meydanı ve Boğaz'a hakim bir lokantanın terasında üst sınıf "hüloooğğ"larla izledim. Ellerinde android telefonlar, tablet bilgisayarlar; başlarında ipek eşarplar vardı.

Eşleri de kırpık bıyıklı, köfte dudaklı, gümüş yüzüklü erkekler olmakla birlikte, belli ki ihalelerden pay kapmış, semirmiş insanlardı. Cüzdanları kalındı ve kendi akıllı telefonlarıyla ipek eşarplı eşlerinin fotoğraflarını çekip durdular.

Ümraniye, Sultanbeyli, Kazılçeşme gibi semtlerden otobüslerle getirilen alt düzey "hüloooğğlar" ise bu lokantanın tuvaletini bile kullanamadılar, çünkü yolunu bilmiyorlardı. Onlar, tuvalet ihtiyaçlarını Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa Kara'nın meydana kurdurduğu seyyar tuvaletlerde giderdiler. Biz, üsy düzey "hüloooğğğ"larla birlikte fajita ve isli somon yerken, onlar AKP teşkilatının naylon torbalarda dağıttığı kumanyalarla karın doyurdular..

Bizim lokantadaki kadınların ayakkabıları en az Nine-West, çantaları ise en az Kippling marka idi..Aşağıdaki hüloğğlar, Ümraniye Son Durak'taki Hangar mağazasında çifti 20 liraya satılan ayakkabılardan giymişlerdi.

Çocukluğumun unutulmaz dizisi, BBC yapımı "Yukarıdakiler-Aşağıdakiler" geldi aklıma. Demek bin yıl da geçse değişen bir şey olmayacaktı..

İzlenimlerime geçiyorum.

*Tayyip Bey'i yorgun gördüm. Genellikle bu tür törenlerde enerjisinin zirvesinde olur, bu kez solgundu ve konuşmasında uzun süredir ilk kez "onlar, biz, üç koyun gütmemişler, bahtsız bedeviler, en iyi biz, biliriz, bu da size kapak olsun" vs. gibi kendine has üslubunu konuşturmadı.

*Konuşma sırası devlet protokolüne uygun biçimde yapıldı. Belediye Başkanı, Bakan, Başbakan, konuk ülke başbakanları, Meclis Başkanı, konuk ülke cumhurbaşkanı ve Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanı sırayla konuştular.

*Yabancı ülkelerden en üst düzey katılım Sudan Cumhurbaşkanıydı. Müteahit ülke olduğu için Japonya Başbakanını saymazsak, bir de Romanya Başbakanı vardı ki onun ne gibi bir alakâ ile törende bulunduğunu bilemedim. AKP iktidarına en yakın Katar Hükümeti bile bakan düzeyinde katılmıştı. Kazakistan ve o ayardaki diğer ülkeler bakan yardımcısı yollamakla yetindiler.

*Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan birbirlerinin yüzüne bir kez bile bakmadılar, bir kez bile konuşmadılar. Sadece törenin sonunda, Diyanet İşleri Başkanı dua okumadan önce Abdullah Gül, miktrofonu alıp Başbakan'a bir soru sordu ama mikrofonun sesi kısık olduğu için ne sorduğu anlaşılamadı.

*Mikrofon sesi kısıklığı da biraz ilginçti, zira Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ve Başbakan Erdoğan konuşurken sesleri İcadiye sırtlarından bile duyulurken, konuk devlet adamları ve Abdullah Gül'ün konuşması sırasında mikrofonun sesi kısıldı. Sadece ön sıralarda olanlar duyabildi. Sudan Cumhurbaşkanı, zaten kimsenin dinlemediği konuşmasını biraz uzun tutunca Abdullah Bey'in yüzü asıldı ,çünkü konuşma sırası daha kendisine gelmeden meydandaki kalabalık dağılmaya başlamıştı...

*Abdullah Gül anons edildiğinde bizim Boğaz'a nazır lokantanın sosyete hüloğğlarından cılız bir alkış yükseldi. Tayyip Erdoğan anons edildiğinde ise bütün lokanta ayakta alkışladı.

*"Asrin lideri Erdogan ve diger devlet erkânı birazdan burada olacak" şeklindeki anons da ilginçti..Erdogan bir yana,devlet erkânı  bir yana! Koskoca cumhurbaşkanının adını bile söylemediler..Aynı şekilde, Gül ve Erdoğan birlikte sahnedeyken, "İşte asrın projesinin mimarı" denilerek Erdoğan anons edildi...

*"Abdülmecid Han'ın başlattığı, Abdülhamid Han'ın ilk projesini çizdirdiği 150 yıllık rüya" olarak takdim edilen açılışın deniz tarafındaki desteği biraz cılız kaldı. Ki böyle bir törene Donanma'nın denizden yapacağı 100 pare top atışı yakışırdı!Denizcilerin neredeyse tümünü hapise attıları için mi bilmiyorum ama üç beş balıkçı teknesi ve sahil koruma hücumbotlarından korna çalınmasıyla yetinildi...

*Tören bitiminde devlet ricali, Marmara Denizi'nin altında geçip Avrupa'ya ulaşacak ilk trene bindiler. Bu "tarihi yolculuğu" kaçırmak istemeyen diğer resmi zevatın da izdiham yaratmasıyla bir miktar itiş-kakış yaşandı. O karambolde Abdullah Gül, direksiyona aniden geçip oturuverdi! Oysa az önce gülümseyerek ve acele etmeden ağır ağır yürüyordu. O ne sessiz ve derinden gidiştir öyle? Birden makinist koltuğunda görüverdik kendisini..Tayyip Erdoğan ve eşi ayakta kaldılar. Meclis Başkanı Cemil Çiçek de öyle..

*Bizim de muradımız, AKP sosyetesi ile birlikte devlet ricalinin bindiği ilk sefere değilse de ikinci veya üçüncüsüne katılıp Marmaray Projesini ilk geçen vatandaşlar arasına girmekti ki, aşağıdaki ahalinin arasına inince ne görelim?!.. İstasyonun ana kapısı kurşuni sac perdelerle kapatılıp önüne polis dikilmişti! "Ne yani biz binemeyecek miyiz şimdi?" diyen vatandaşlarla, polis ve belediye görevlileri arasında yer yer tartışmalar yaşanıyordu..

*Tayyip Bey, " Asrın projesine" aç-kapa yapmıştı. Bu durum, "Töreni 29 Ekim'e yetiştirmek için tamamlanmamış inşaatı açıyorlar, risk var" diyenleri haklı çıkaracak bir durum değil miydi? Demek ki maksat sadece 29 Ekim'de kurdela kesmekti, seferler henüz başlamamıştı.

*Tören alanı dağılıp da çevre semtlerden gelenler evlerine dönmeye kalkışınca Üsküdar'da tam bir cehennem yaşandı. Dolmuş ve otobüs duraklarında yüzlerce metre kuyruklar oluştu. Zeynep Kamil, Doğancılar, Salacak arterleri tamamen tıkandı. Ahmediye göbeği kilitlendi. Kadıköy'e kadar uzanan bir araç filosu oluştu.

*Nuhkuyusu'na kadar yürüyüp oradan bulduğumuz bir taksi ile normal şartlarda Üsküdar meydanına araçla on dakika olan evimize iki saatte dönebildik. "Asrın projesini" aç, Üsküdar deresini geçerken boğul!

Fatma Sibel Yüksek,
Açık istihbarat,
twitter.com/fasibel


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10427

..